21 Şubat 2013 Perşembe

RİYÂZÜ’S-SÂLİHÎN / İHLÂS VE NİYET - 3

İHLÂS VE NİYET

GİZLİ VE AÇIK BÜTÜN İŞLERDE,
SÖZLERDE VE HALLERDE
İYİ NİYET VE İHLÂS (3)


6. Ebû Yezîd Ma`n İbni Yezîd İbni Ahnes radıyallahu anhüm -Ma`n de, babası Yezîd de, dedesi Ahnes de sahâbîdir- şöyle dedi:
     Babam Yezîd sadaka vermek üzere yanına birkaç dinar aldı ve onları Mescid-i Nebevî de oturan birinin yanına koydu. Ben Mescid’e uğrayarak paraları aldım ve babama götürdüm.
     Babam:
- Vallâhi ben onları sen alasın diye bırakmamıştım deyince, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in yanına giderek durumu arzettim.
     Bunun üzerine Hz. Peygamber şöyle buyurdu:
- “Yezîd! Sen niyet ettiğin sadaka sevabını kazandın. Ma`n! Aldığın para da senindir.”
     Buhârî, Zekât 15. Ayrıca bk. Dârîmî, Zekât 14; Ahmed İbni Hanbel, Müsned, III, 470


     Ma`n İbni Yezîd
     Hadîs-i şerîfin râvisi Ebû Yezîd Ma`n gibi hem kendisi, hem babası, hem de dedesi sahâbî olan kimseler pek azdır. Hele bunlar gibi İslâmiyet’i kabul ettikten sonra dede-oğul-torun, üçü birden Bedir savaşına katılan bir başka tâlihli yoktur. Bu hadîs-i şerîfin Sahîh-i Buhârî’de bulunup da Riyâzüs-sâlihîn’e alınmayan kısmında belirtildiğine göre, Fahr-i Cihân Efendimiz Ma`n için bir kıza dünür olmuş ve onları evlendirmiştir. Hz. Ömer’in kendisine çok değer verdiği Ma`n önce Kûfe’de, sonra Mısır ve Şam’da yaşamış, 64 (683) yılında vefat etmiştir. Hz. Peygamber’den 5 hadis rivayet eden Ma`n’ın hayatı hakkında fazla bilgi yoktur.
     Allah ondan râzı olsun.

     Açıklamalar
     Hadîs-i şerîfte yine niyetin önemi belirtilmektedir. Ma`n’ın babası Yezîd, Mescid’de oturan bir sahâbînin yanına, muhtaçlara vermesi için bir miktar para bırakmıştı. Fakir olan, üstelik o parayı kimin bıraktığını bilmeyen oğlu, böyle bir yardıma ihtiyacı olduğu için parayı oradan almıştı. Babası durumu öğrenince, sadakasının boşa gittiğini düşünerek “O parayı sana vermek isteseydim, getirir verirdim. Ben onu sadaka niyetiyle Mescid’e bıraktım. Sen almamalıydın?” diye oğluna çıkışmıştı. Bu parayı alıp harcamasının hiçbir sakıncası olmadığını düşünen Ma’n, babasıyla birlikte Resûl-i Ekrem’in huzûruna gelerek meseleyi arzetmiş, Resûlullah Efendimiz de Ma`n’ı haklı bulmuştu.
     Hadîs-i şerîflerde üzerinde genişçe durulan konulardan biri, aile fertlerine verilen sadakanın son derece makbûl olduğudur. Bu tür harcamaların değeri, önemi ve sevâbı 291 numaralı hadisten itibaren başlayacak olan “Ailenin Geçimi” bahsinde ele alınacaktır.
     Görülüyor ki, sadaka veren için önemli olan; parasını Allah yolunda harcamaya niyet etmesidir. Yaptığı yardım, sadaka almaması gereken birinin eline geçse bile, o, niyeti sebebiyle sevap kazanmış olur. Sadaka nâfile bir ibadet olduğu için, bir mü’min onu, kendilerine bakmak zorunda olduğu kimselere, meselâ babasına, dedesine, oğluna, kızına, hatta torununa verebilir. Ancak zekâtı, kendisine bu kadar yakın olanlara veremez.
     Sadaka bizzat verilebileceği gibi, bir vekil aracılığıyla da verilebilir. Vekil eliyle verildiği takdirde, nâfile ibadetlerde özellikle aranan, iyiliği gizlice yapma esasına da uyulmuş olur.

     Hadisten Öğrendiklerimiz
1. Sadaka verirken, Allah rızası için vermeye niyet etmek şarttır.
2. Sadakalar insanın en yakınına verilebilir.
3. Sadakalar bir vekil vasıtasıyla da verilebilir.
4. Ashâb-ı kirâmın hayatında, mescidlerin önemli yeri vardı. Sadaka vermek için bile mescidden faydalanırlardı.

7. Cennetle müjdelenen on sahâbîden biri olan Ebû İshâk Sa`d İbni Ebû Vakkâs radıyallahu anh şöyle dedi:
     Vedâ Haccı yılında (Mekke’de) yakalandığım şiddetli bir hastalık dolayısıyla Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem ziyâretime geldi. Ona:- Yâ Resûlallah! Gördüğün gibi çok rahatsızım. Ben zengin bir adamım. Bir kızımdan başka mirasçım da yok. Malımın üçte ikisini sadaka olarak dağıtayım mı? diye sordum.
     Hz. Peygamber:
- “Hayır”, dedi.
- Yarısını dağıtayım mı? dedim. Yine:
- “Hayır”, dedi.
- Ya üçte birine ne buyurursun, yâ Resûlallah? diye sordum.
- “Üçte birini dağıt! Hatta o bile çok. Mirasçılarını zengin bırakman, onları muhtaç bırakıp da halka avuç açtırmaktan hayırlıdır. Allah rızâsını düşünerek yaptığın harcamalara, hatta yemek yerken eşinin ağzına verdiğin lokmalara varıncaya kadar hepsinin mükâfatını alacaksın” buyurdu.
     Sa`d İbni Ebû Vakkâs sözüne devamla dedi ki:
- Yâ Resûlallah! Arkadaşlarım gidipte ben kalacak mıyım? (burada ölecek miyim?) diye sordum.
- “Hayır, sen burada kalmayacaksın. Allah rızâsı için güzel işler yaparak yükseleceksin. Allah’tan öyle umuyorum ki, daha nice yıllar yaşayarak kimi insanlar (mü’minler) senden fayda, kimileri de (kâfirler) zarar görecektir.
     Allahım! Ashâbımın (Mekke’den Medine’ye) hicretini tamamla! Onları geri döndürüp hicretlerini yarım bırakma! Acınacak durumda olan Sa`d İbni Havle’dir” buyurdu.

     Bu sözleriyle Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem, Sa`d İbni Havle’nin Mekke’de ölmesine üzüldüğünü ifade etti.
     Buhârî, Cenâiz 36, Vesâyâ 2, Nefekât 1, Merdâ 16, Daavât 43, Ferâiz 6 ; Müslim, Vasıyyet 5. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Ferâiz 3; Tirmizî, Vesâyâ 1; Nesâî, Vesâyâ 3; İbni Mâce, Vesâyâ 5


     Sa`d İbni Ebû Vakkâs
     Hazreti Sa`d, cennetlik oldukları Peygamber Efendimiz tarafından müjdelenen on bahtiyar sahâbîden biridir. Kureyş kabilesinden ve Benî Zühre soyundandır. Peygamber Efendimiz’in annesi Hz. Âmine de Benî Zühre’ dendi. Bu sebeple Efendimiz Sa`d İbni Ebû Vakkâs’a “Benim dayımdır” derdi.
     Onun İslâmiyet ile ilk şereflenen sahâbîlerin beşincisi veya yedincisi olduğu söylenir. Müslüman olduğu zaman daha on yediyaşında bir delikanlıydı. Bu hâlini “Müslüman olduğumda yüzümde henüz tüy yoktu” diye anlatmıştı. Onun bir özelliği de Allah yolunda ilk ok atan ve ilk kan döken kimse olmasıdır. İlk kan dökmesi olayı şudur:
     Sa`d radıyallahu anh İslâmiyet’i kabul ettiği zaman müşriklerden biri ona hakaret etti. O da bir devenin çene kemiğini kaptığı gibi adamın başını yardı. Allah yolunda yere düşen ilk kan bu oldu. Uhud Gazvesi’nde düşmana bin ok attı. Bu savaşta Resûl-i Kibriyâ Efendimiz ona bir yandan ok veriyor, bir yandan da:
- “Anam, babam sana fedâ olsun, ey Sa`d! At!” buyurarak kendisini destekliyordu. Bütün savaşlarda Hz. Peygamber’in yanından ayrılmadı ve onun daha nice hayır dualarını aldı. Onun başarılarını artıran Fahr-i Cihan Efendimiz’in:
- “Yâ Rabbî! Okunu doğrult ve duasını kabul et!” şeklindeki niyâzlarıdır. Bu sebepledir ki, Hz. Sa`d attığını vurur, Cenâb-ı Hakk’a arzettiği dualar kabul edilirdi. Bunu bilenler onun bedduasını almaktan korkarlardı.
     Resûl-i Ekrem’in hadîs-i şerîfte haber verdiği mûcize gerçekleşti ve nice ülkeler onun eliyle fethedilerek İslâm diyârı oldu. İran fâtihlerinin ilki, Kâdisiyye Savaşı’nın başkumandanı ve Kûfe’nin kurucusu o idi. Daha sonra Kûfe valisi oldu.
     Hz. Ömer, kendisinden sonraki halifeyi seçecek altı kişilik heyette Sa`d’ı da görevlendirdi. Sa`d İbni Ebû Vakkâs, Hz. Osman şehid edildikten sonra bir köşeye çekildi ve hiçbir olaya karışmadı. Onun bu tutumunu Hz. Ali şöyle değerlendirmişti:
- Sa`d ile Abdullah İbni Ömer’in bu tarafsız davranışları çok yerindedir. Bu olaylarda bir köşeye çekilmekte günah varsa, herhâlde o günah küçüktür. Sevap varsa, o da şüphesiz çok büyüktür.
     Sa`d İbni Ebû Vakkâs seksen yıldan fazla bir hayat sürdü. Hadîs-i şerîfte anlatılan olayın meydana geldiğinde sadece bir kızı olmakla beraber, sonraları birkaç defa evlendi ve birçok çocuğu oldu. Nihayet hicretin 55. yılında Medine’de hastalandı. Vefatının yaklaştığını hissedince, sakladığı eski bir abayı getirterek:
- Benim kefenim bu olsun. Zira Bedir Gazvesi’nde düşmanlarla çarpışırken üzerim de bu cübbe vardı. Şimdiye kadar onu bu maksatla saklamıştım, dedi. Aşere-i mübeşşere’den en son vefat eden o oldu.
     Rivayet ettiği 215 hadisin 115 tanesi hem Buhârî’nin, hem de Müslim’in Sahîh’lerinde yer aldı.
     Allah ondan razı olsun.

     Açıklamalar
     Hadisimizde anlatılan olayın geçtiği Vedâ Haccı, hicretin onuncu yılında yapıldı. Bundan üç ay kadar sonra da Sevgili Efendimiz Mevlâ’sına kavuştu.
     Hadîs-i şerîfte, bir kimsenin malının ne kadarını Allah rızâsı için dağıtılmak üzere vasiyet edebileceği anlatılmaktadır. Görüldüğü üzere çocukları ve yakın mirasçıları bulunan bir kimse, malının üçte birinden fazlasını dağıtılmak üzere vasiyet etmeyecektir. Uzak yakın hiçbir mirasçısı bulunmayan kimsenin, malının üçte birinden fazlasını vasiyet edip edemeyeceği tartışmalıdır.
     Hanefîler ile Mâlikîler mirasçısı bulunmayan kimsenin bütün malını vasiyet edebileceğini söylemişler; öteki mezhep imamları da mirasçısı olmayanın mirasçısı beytülmâldir düşüncesiyle bu görüşe karşı çıkmışlardır. Şayet mirasçılar, malın üçte birinden fazlasının vasiyet edilmesine itiraz etmezlerse, üçte birden fazlasını dağıtmakta hiçbir sakınca yoktur.
     Görüldüğü üzere Peygamber Efendimiz, varlıklı bir kimsenin malını hibe ve vasiyet ederken ölçülü davranmasını tavsiye etmektedir. Zengin bir kimsenin bütün malını fakir fukaraya dağıtması, ilk bakışta câzip ve imrenilecek bir davranış gibi görülebilir. Fakat bir aile servetinin tamamen elden çıkmasına yol açan bu aşırılık, mirasa muhtaç olan birçok kimsenin zor durumda kalmasına sebep olabilir. İşte bunun için güzel dinimiz mirasçının elini tutmuş, ona en uygun davranışı tavsiye etmiş, geride kalanları düşünmeyi, onları kimseye muhtaç etmemeyi öğütlemiştir.
     Sa`d İbni Ebû Vakkâs’ın malını Allah rızâsı için harcamak istemesi, Peygamber Efendimiz’in de buna belli şartlarda izin vermesi, varlıklı kimselerin daha hayatta iken iyilik yapmaları gerektiğini göstermektedir. Çünkü o serveti dişiyle tırnağıyla kazanan adamın ölümüyle birlikte mirasçılar genellikle hayır yapmamakta, ellerine geçirdikleri o hazır malı har vurup harman savurarak harcayıp tüketmektedir.
     İnsan aklı başındayken ve malının üzerinde istediği tasarrufu yapmaya sahipken onu en uygun yerlere harcamalı ve âhiretini daha dünyadayken yapmaya bakmalıdır. Bununla beraber yakın mirasçılar daima gözetilmeli, onların iyiliği düşünülmeli ve kimseye muhtaç olmamaları sağlanmalıdır.
     Hayır ve iyilik yapmanın çok çeşitli yolları bulunduğuna işaret eden Peygamber Efendimiz, buna bir misâl vermek istemiş, misâli de üzerinde her zaman önemle durduğu bir konudan seçmiştir: İnsanın hayat arkadaşı olan hanımıyla hoşca geçinmesi. Eşiyle iyi geçinmeye çalışan kimse hem hayat arkadaşını mutlu eder, hem de kendisi mutlu olur. 294 numaralı hadiste tekrar edileceği üzere yemek yerken eşini sevindirmek için onun ağzına verilen lokmayla bile hayır ve iyilik yapılmış olur.
     Aile huzurunu sağlamak için yapılan benzeri davranışlar, başkalarına ne kadar basit ve önemsiz gelirse gelsin, Allah rızâsını kazanmak niyetiyle yapıldığı takdirde nafile bir ibadet sayılır ve insana sevap kazandırır. Böylece niyet ve ihlâsın önemi bir kere daha ortaya çıkmaktadır. Aile fertlerini geçindirmek için uğraşıp didinen kimse önemli bir görevi yapmış, bir sorumluluktan kurtulmuş olur. Bu işi yaparken bir de Allah rızâsını kazanmayı düşünmüşse, hem vazifesini yapmış hem de sevap kazanmış olur.
     Hadîs-i şerîfin sonunda görüldüğü üzere Sa`d İbni Ebû Vakkâs Peygamber Efendimiz’e özel bir soru sordu: Siz ashâb ile Medine’ye döneceksiniz de ben burada ölüp kalacak mıyım? Ben bu şehirden Medine’ye Allah rızâsı için hicret etmiştim; şimdi burada ölüp kalırsam hicret sevabını yitirmiş olur muyum? diye durumunu öğrenmek istedi.
     Resûl-i Ekrem Efendimiz Sa`d’ın ölüp ölmeyeceğini elbette bilemezdi. O esnâda Allah Teâlâ Resûlü’ne bu sorunun cevabını bildirdi. Nebiyy-i Muhterem Efendimiz de Sa’d’ın bu hastalık yüzünden ölmeyeceğini, daha nice güzel hizmetler yapacağını söyleyerek bir mûcizeyi gerçekleştirmiş oldu. Nitekim Hz. Sa`d bu olaydan sonra 45 yıl daha yaşadı. İslâm’a ve müslümanlara pek çok hizmet etti.
     Şunu iyi bilmek gerekir ki, Peygamber Efendimiz’in geleceğe dönük haber vermesi, onun gaybı bildiği anlamına gelmez. Cin sûresinin 26. âyetinde belirtildiği üzere görünmeyen âlemin sırlarını sadece Allah Teâlâ bilir ve bu sırlardan dilediği kadarını peygamberine bildirir.
     Resûlullah Efendimiz’in “Acınacak durumda olan Sa`d İbni Havle’dir” buyurduğu bu zât, önce Habeşistan’a, sonra Medine’ye hicret etmiş, Bedir, Uhud ve Hendek Gazveleri başta olmak üzere birçok savaşa katılmış bir sahâbîdir. Vedâ haccı sırasında Mekke’de vefât etmiştir. Sahâbîler, Allah rızâsı için terkedip gittikleri bir yere geri dönüp orada ölmeyi doğru bulmazlar, hicret ettikleri yerde ölmeyi arzu ederlerdi. Sa`d İbni Ebû Vakkâs’ın Mekke’de ölüp kalacak mıyım? diye sorması üzerine, Efendimiz onun adaşı olan ve bir müddet önce Mekke’de vefât eden Sa`d İbni Havle’yi hatırladı ve kaybettiği bazı sevaplar dolayısıyla onun adına üzüldü.
     Resûl-i Ekrem’in Hz. Sa’d’ı ziyareti 917 numara ile tekrar gelecektir.

     Hadisten Öğrendiklerimiz

1. İyi niyetle yapılan işler insana sevap kazandırır. Allah rızâsı gözetilerek aile fertlerine yapılan harcamalar ve hatta bu düşünceyle yapılan şakalaşmalar nâfile ibadet sayılır.
2. Peygamber Efendimiz hastalanan sahâbîlerini ziyaret ederdi.
3. Hastalık Allah Teâlâ’nın insanı deneme yollarından biridir. Bu sebeple hasta olan kimse hâlinden şikâyet etmemelidir.
4. Meşrû yollarla zengin olmak, malını Allah yolunda harcamak, mirasçılarını ve yakın akrabalarını kimseye muhtaç olmayacak durumda bırakmak iyi bir davranıştır.
5. Hasta iken malın üçte birinden fazlası sadaka olarak dağıtılamaz, dağıtılması da vasiyet edilemez. Hastalanmadan önce ise üçte birle sınırlı kalmadan istendiği kadar harcanabilir. Ölümünden sonra geride fazla malı kalmayacak kimse hiç vasiyet etmemeli, herşeyini mirasçılarına bırakmalıdır
6. Allah Teâlâ Peygamber Efendimiz’e ileride olacak bazı şeyleri haber vermiş, o da bunlardan uygun gördüklerini ashâbına bildirmiştir.

THY A.O. II. PİLOT ARIYOR / BAŞVURU!


Turkish Airlines - Globally Yours!
THY A.O. II. Pilot Arıyor
14.12.2012

     II. Pilot (F/O) Adaylarında Aranan Şartlar

   Genel Özellikler
- T.C. Vatandaşı olmak
- İlan tarihi itibariyle 21 yaşını doldurmuş 50 yaşından gün almamış olmak
- Lisans eğitimini tamamlamış olmak (yurtdışında lisans eğitimini tamamlamış adayların denklik belgesi ibraz etmeleri zorunludur)
- SHGM (Sivil Havacılık Genel Müdürlüğü)’den uçuş kusuru veya disiplinsizlik nedeniyle herhangi bir yazılı ceza almamış olmak
- Adli Sicil ve Arşiv Kaydı bulunmamak
- Askerlik hizmetini tamamlamış olmak veya en az 2 yıl tecilli olmak
- Ortaklığın göstereceği yeri base olarak kabul edip orada ikamet etmek.

     Teknik Özellikler
- CPL IR ATPL CREDIT (Geçerli Frozen ATPL) lisansına sahip olmak.
- THY A.O. filosundaki uçak tiplerinden birinde Type Rating eğitimi almış olmak.

     Sağlık Şartları
     Sağlık şartları Uluslararası Sivil Havacılık Teşkilatı’nın (ICAO) Annex-1’deki ve JAR FCL-3’deki Ticari Havayolu Pilotu şartlarına uygun olmak (Adaylar bu şartı sağladıklarını belgeleyen raporu, ilgili hastanelerden kendi imkanları ile temin edeceklerdir.)

     Yabancı Dil (İngilizce) Şartları
- THY A.O. tarafından yapılan ICAO Level 4 İngilizce sınavında başarılı olmak.
- THY A.O. Pilot İşe Alım İlanı’na başvuru yapan tüm pilot adaylarının uçuş lisansına ICAO dil yeterlilik bilgisinin işlenmiş olması tercihen talep edilmektedir. Uçuş Lisansına dil yeterlilik bilgisi işlenmemiş ise SHGM tarafından yapılan ICAO dil yeterlilik sınavına katıldığına veya başvuru yaptığına dair belge ibraz etmeleri gerekmektedir.

     Başvuru Şekli ve İzlenecek Yol
     Yukarıdaki şartları taşıyan adayların, ilana internet üzerinden başvurmaları gerekmektedir. İnternet başvurusu dışında herhangi bir şekilde başvuru kabul edilmeyecektir.

     Adaylar, aşağıdaki linkte yer alan başvuru formunu eksiksiz olarak tamamlayıp onayladıktan sonra THY A.O. tarafından süreçlere dahil edilmek üzere davet edilecektir.

KELİMELER - KAVRAMLAR / SAHİH HADİS

KELİMELER - KAVRAMLAR

SAHİH HADİS 

     Ameli gerektiren yani kendisiyle amel etmek vacib olan makbul hadis.
     Hadis usulü alimlerinin ittifaklı olarak yaptıkları tarife göre sahih hadis; "Şazz ve illetli olmayarak, isnadı Rasûl-i Ekrem'e veya Sahabeden yahut daha sonrakilerden birine varıncaya kadar adâlet ve zabt sâhibi kimselerin yine kendileri gibi adâlet ve zabt sahibi kimselerden muttasıl senedlerle rivayet ettikleri hadistir" (İbn Kesir, İhtisaru Ulumil-Hadîs, thk, Ahmed Muhammed Şakir, Beyrut 1951, s. 21).
     Sahih hadisle ilgili yapılan bu tariften kendisiyle amel etmeyi gerektiren sahih bir hadisin, metin ve isnadında başlıca beş şartı taşıması gerektiğini göstermektedir. 

1. Sahih hadisin isnadı muttasıl olmalıdır. Yani isnadda yer alan ilk raviden son ravisine varıncaya kadar isnadı muttasıl, kesintisiz olmalıdır. Bu nedenle sahih hadisin vasıfları anlatılırken "muttasıl" veya "mevsul" ifadeleri kullanılır. İsnadda ittisalin şart koşulması ile munkatı, mu'dal, mürsel ve müdelles gibi çeşitli inkitalarla gelen hadisler, sahih hadis tarifi dışında bırakılmıştır. Makbul olan görüşe göre mürsel hadis sahih değil, zayıftır. Aynı şekilde munkatı hadis de sahih değildir. Zira onun da isnadında bir kişi düşmüştür veya senedinde müphem olan bir kişi zikredilmiştir. Sened'de müphem bir ravinin yer alması ise, ondan bir kişinin düşmesine benzemektedir. Mu'dal da bu durumdadır; zira mu'dal hadis, senedinden iki veya daha fazla râvisi düşen hadistir (Subhi Salih, Hadis İlimleri ve Hadis Istılahları, Trc. M. Yaşar Kandemir, Ankara 1981, s. 119).

2. Sahih hadis şazz olmamalıdır. Şazz hadis, ravileri adâlet ve zabt yönünden güvenilir, muttasıl isnadla gelmiş olan fakat daha kuvvetli isnadla gelen aynı hadisin diğer rivayetine veya rivayetlerine muhalefetle münferid kalan hadistir. Böyle durumlarda, daha güvenilir olan ravinin rivayeti tercih olunur; diğer rivayet ise sahih olma vasfını kaybeder.

3. Sahih hadis muallel olmamalıdır. Muallel, dış görünüşü itibariyle (zahiren) illetten salim gibi görünse de metni veya isnadında sıhhatini zedeleyen gizli bir illeti ortaya çıkan hadis demektir.
     İllet, hadisi zaafa düşüren bir kusurdur. Bu kusur tesbit edilinceye kadar, zâhirî olarak sahih olduğu sanılan hadis, kusurun anlaşılmasından sonra sahih olma özelliğini kaybeder. 

4. Sahih hadisin ravileri âdil yani adâlet vasfına haiz olmalıdır. Adâlet ise, insanı takva ve mürüvvet sahibi yapan bir melekedir. Zira insanın şirk, fısk ve bid'at gibi her türlü büyük ve küçük günahlardan sakınması, ancak bu meleke sâyesinde mümkün olabilir. Bu nedenle takva ve mürüvvet sâhibi râvilere, hadis ıstılahında adl veya âdil denilmiştir (Nureddin Itr, Mu'cemill-Mustalahâtil-Hadîsiyye, Dımaşk 1977, 5-64).

5. Sahih hadisin râvileri zabt sâhibi kimseler olmalıdırlar. Zabt, ravinin, rivayet ettiği hadiste, yahut hadisi yazmış ise, kitabında fazla hata yapmayacak derecede hâfız, dikkatli ve titiz olmasını sağlayan bir melekedir (Nureddin Itr, a.g.e., s. 60). Ravilerde zabt vasfının şart koşulması, galatı çok, gafleti fâhiş olan kimselerin hadislerini sahihin dışında bırakmak içindir (Talat Koçyiğit, Hadis Istılahları, Ankara 1981, s. 384).
     Hadis alimlerine göre, sahih hadisle ilgili aranan bu şartları kendisinde bulunduran hadisin sahih olduğuna hükmedilir. Diğer taraftan bazı hadislerin sıhhati üzerinde hadis alimleri arasında bir görüş ayrılığı ortaya çıkmış olması da bir gerçektir. Bu durum, aranan bu beş şartın o hadislerde bulunup bulunmadığı hususunda ortaya çıkan görüş ayrılığından kaynaklanmaktadır. Çünkü bazı muhaddislerin tadil ettikleri bir ravi, diğer bazıları tarafından cerh edilmiş ise, ravi üzerinde hasıl olan bu görüş ayrılığı, o ravinin rivayet ettiği hadisin sıhhati üzerinde de ortaya çıkar. Raviyi tadil edenler hadisi sahih kabul ederken; cerh edenler, onun sıhhati üzerinde tereddüd gösterirler.
     Adalet ve zabt şartı, her ravide ve her insanda aynı derecede bulunmaz. Bazı kimseler, çok daha âdil ve çok daha hâfız oldukları halde, diğer bazıları, bunlara nisbetle daha az âdil ve daha az hafızdır. Bu azlık, onları zayıf hadis râvileri seviyesine düşürmese bile, diğerlerine kıyasla daha aşağı derecede olduklarına kolayca hükmedilebilir. Bu sebeple, denebilir ki, ne kadar sahih hadis râvisi varsa, o kadar da birbirinden farklı adalet ve zabt dereceleri vardır. İşte râvilerin adâlet ve zabt yönünden bu farklı durumları, onlar tarafından rivayet edilen hadislerin de birbirinden farklı sıhhat derecelerinde bulunması sonucunu doğurur. Buna göre, ravileri adâlet ve zabt yönünden en üstün derecede bulunan bir hadisin, sıhhat yönünden de en üstün derecede bulunduğuna hükmedilir. Bu hüküm, bazı muhaddisleri, adâlet ve zabt yönünden en üstün seviyede bulunan hadis ravilerinden müteşekkil isnadları esahhu'l-esânîd (isnadların en sahîhi) vasfı ile belirtmelerine yol açmıştır (Talat Koçyiğit, Hadis Istılahları, Ankara 1981, s. 386).
     Sahih hadis için aranan şartların her râvide farklı şekilde olması sebebiyle, sahih hadisin de kısımları bulunabilmektedir. İbnü's-Salah'a göre sahih hadis; isnadı yönünden, meşhûr, azîz veya garip olur (İbmi's-Salah Ulumul-Hadîs, Tahkik. Nureddin Itr, Beyrut 1981, s. 11). Ancak hadis ehlinin sıhhati üzerinde ittifak ettiği (müttefekun aleyh) hadislerin yanında, mezkûr vâsıfların bulunması üzerindeki ihtilafları sebebi ile sıhhati üzerinde ihtilaf ettikleri (muhtelefûn fîh) hadisler de bulunmaktadır.

     Sahih hadis, "sahih lizatihi" ve "sahih ligayrihi" olmak üzere iki kısma ayrılır.
     Sahih lizâtihi, makbuliyet ve sahihlik şartlarını en üstün derecede kendisinde bulunduran hadistir. Sahih ligayrihi, bazı kusur sebebiyle bu sıfatların en üstün derecesine şâmil olmaz, fakat isnadının çokluğu gibi mevcut kusuru giderecek hususiyetleri bulunursa, bu çeşit hadisler de sahihtir; ancak bunlara sahih lizatihi değil, sahih ligayrihi denir. Hasen hadisler de sahihin altında bulunan hadislerdir (İbn Hacer, Nüzhetü'n-Nazar, Medine (t.y), s. 29; Kasimî, Kavaidıı't-Tahdîs, Dimaşk 1925, s. 56).
     Sahih hadise müsned, muttasıl dendiği gibi; mütevatir ve ahâd da denir. Ayrıca garib ve meşhur demek de mümkündür (İbn Kesir, a.g.e., s. 22).
     Sahih hadislerin Buhârî ve Müslim'in kitaplarına göre kısımlara ayrılması da muhaddisler arasında meşhur olan bir değerlendirme tarzıdır. Zira hadis âlimleri, Buhârî ve Müslim'in sahih hadisleri seçip kitaplarına almak hususunda büyük dikkat ve titizlik göstermiş oldukları görüşü üzerinde ittifak etmişlerdir. Bu sebeple Buharî ve Müslim'in "Sahih"leri, tasnif olunmuş hadis kitapları arasında en güvenilir kitaplardır. İslâm âlimlerinden bunun aksine bir görüş ileri süren kimse yoktur. Ancak müsteşrikler ve onların etkisinde kalmış olan bazı yazarların görüşünde bu ittifakın bir önemi olmaz. Mısırlı yazarlardan Mahmud Ebu Reyye, Buhârî ve Müslim'in zayıf hatta mevzû hadislerle dolu olduğu intibaını vermek için zihin ve hakikatleri saptırmaya başvururken hayli yorulmuştur (Mahmud Ebu Reyye, Adva ale's-Sünnetil-Muhammediyye, Mısır 1957, s. 296, terc. Muharrem Tan, Muhammedî Sünnetin Aydınlatılması, İstanbul 1988, s. 355-356).
     Araştırmacı ve gerçek hadis alimlerine göre, Buhârî ve Müslim (Sahihayn)'deki bütün hadisler sahihtir. Hiç birinde tenkid veya zayıflık sebebi yoktur (Ahmed Muhammed Şakir, el-Bâisul-Hasîs, Beyrut 1951). Darekutni ve başka hadis alimlerinin Sahihayn'ın bazı hadislerini tenkid etmiş olmaları, o hadislerin zayıf veya mevzu olduğu anlamına gelmez. Binaenaleyh Dârekutnî ve başkaları Buhârî ve Müslim'in kitaplarında gerekli gördükleri hadisleri tenkit etmişlerdir. Yapılan tenkit, hadislerin isnadı ile ilgili olup metinlere yönelik değildir.
     Bilindiği gibi sahih hadisleri ilk defa toplayan ve tasnif eden muhaddis, Buharî"dir. Buhârî'yi talebesi Müslim takib etmiştir. Gerek Buharinin gerek Müslim'in kitaplarında bulunan hadislerin sıhhat bakımından dereceleri, yine onların ittifak etmelerine ve infirad etmelerine göre tesbit edilmiştir. Sahih hadisler için yapılan dereceler yedi kısımda mütalaa edilmiştir. Bu dereceler şöyledir: 

1. Buhârî ve Müslim'in müştereken kitaplarına aldıkları hadisler bunlara "müttefakun aleyh" denir. Bu konuda yapılmış bazı çalışmalar bulunmaktadır. En son çalışma Muhammed Fuad Abdülbâkî tarafından "El Lü'lü vel-Mercân fima't-tefaka aleyhiş-Şeyhân" adıyla yapılmıştır. Bu çalışma Türkçeye de tercüme edilmiştir. Bu araştırmaya göre müttefekun aleyh niteliğinde ve birinci derecede sahih hadis miktarı 1906'dır.
2. Buhârî'nin yalnız başına rivâyet ettiği hadisler; 
3. Müslim'in yalnız başına rivâyet ettiği hadisler; 
4. Her ikisinin de şartlarına uymakla beraber Buhârî ve Müslim'in kitaplarına almadıkları hadisler; 
5. Buhârî'nin, şartlarına uymakla beraber kitabına almadığı hadisler; 
6. Müslim'in, şartlarına uyduğu halde kitabına almadığı hadisler; 
7. Her ikisinin de şartlarına uymamakla beraber, diğer hadis imamlarına göre sahîh olan hadisler.
     Bu derecelere göre, her kısımda bulunan hadisler, kendilerinden sonraki kısımlara dâhil hadislerden daha sahihtir (Tahir el-Cezâirî Tevcîhu'n-Nazar, Beyrut (t.y)., s. 119).
     Sahih hadisle amel etmek, zorunlu olan bir husustur. Alimlerin ittifakına göre, şartlarını taşıyan Sahih bir hadis, işitende bilgi ve kat'î kanaat meydana getirir ve kişinin, hadisin gereği ile amel etmesini zorunlu kılar. İsterse bu tür bir sahih, mütevatir değil ahad hadis olsun. Haber-i vahidlerin de bilgi ifade ettiklerini savunan alimler bulunmaktadır. Burada mühim olan, bilgi ifadesi değil, sahih haberin amelde esas olmasıdır (İbn Hazm, El-İhkam fî Usulil Ahkam, Beyrut 1983, I,119; Serahsi, Usul, İstanbul (t.y), I, 112; Ali Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri ve Hadis Tarihi, İstanbul 1983, s. 112).

Sabahaddin YILDIRIM
Şamil İslam Ansiklopedisi

20 Şubat 2013 Çarşamba

İSLAM TARİHİ / KAZÂ UMRESİ

İSLAM TARİHİ
KAZÂ UMRESİ

     (Hicret’in 7. senesi Zilkade ayı / Milâdî 628)
     Bu tarihten bir sene önce, Peygamber Efendimiz ve ashab-ı kiramın Kâbe’yi zi­yaret edip umre yapmalarına, Ku­reyş müşrikleri mani olmuşlar ve imzala­nan Hudeybiye Antlaşması’yla Resûl-i Ekrem ve Müslümanların bu niyet ve ar­zularının tahakkuku bir sene sonraya bırakılmıştı.
     Cenab-ı Hakk’ın yardımıyla, Peygamber Efendimiz, bu bir sene zarfında birçok muvaffakiyet elde etmişti. Devrin hükümdarlarını İslam’dan haberdar et­miş ve onları İslam’a davette bulunmuştu. Bunlardan bir kısmı İslami­yet­le mü­şerref olmuşlardı. Ayrıca Hay­ber’i fethederek, he­men hemen Arabistan Ya­rı­ma­dası’nda bulunan bütün Yahudileri tesirsiz hale getirmişti. Yine İslamiye­tin gittikçe güç kazandığını, kuvvet elde ettiğini göstermek babında da birçok ka­bileye askerî birlik göndererek onları itaat altına almıştı.
     Bütün bunlardan sonra, Kâbe’yi ziyaret ve umrenin ifası zamanı gelmiş bu­lu­nuyordu. Resûl-i Kibriya Efendimiz, Zilkade ayı girince, ashabına umre için hazır­lan­malarını emretti. Bu emre göre, Hu­dey­biye Seferi’ne katılmış bulunanlar­dan hayatta olanların hiçbiri geri kalmayacaktı. [1]
     O sırada Medine’ye taşradan gelmiş kimsesiz ve yardıma muhtaç birçok Müslüman vardı. Efendimize başvurarak, “Yâ Re­sû­lal­lah! Bizim ne azığımız, ne de bizi doyuracak bir adamımız var” diye­rek durumlarını arz ettiler.
     Resûl-i Ekrem, ihtiyacı olanlara yardım etmelerini, onlara bakmalarını Me­dine halkına duyurdu. Bunun üzerine ashab-ı kiram, “Yâ Re­sû­lal­lah!” dediler. “Biz, sadaka olarak neyi ve­relim? Verecek hiçbir şey bulamıyoruz ki!”
     Resûl-i Zîşan Efendimiz, “Ne olursa... İsterse yarım hur­ma olsun!” bu­yur­du.
     Medine’den Ayrılış
     Server-i Kâinat Efendimiz, yerine Uveyf b. Azbat’ı vekil bırakıp, umre için ha­zırlanmış bulunan iki bin civarındaki Müs­lümanla birlikte Medine’den Mekke’ye, Beytullah’a doğru yola çık­tı. [2] Müslümanlar yanlarında altmış kurbanlık deve sürüyorlardı. Peygamber Efendimiz, kendi kurbanlık devesini bizzat mübarek elleriyle işaretlemişti.
     Resûl-i Ekrem Efendimiz, ayrıca Ku­reyş müşrikleri tarafından herhangi bir saldırı ve karşı koymaya maruz kalabilirler düşüncesiyle yüz at ve miğfer, zırh gömlek ve mızrak gibi harp silahları da almıştı. Hâlbuki, yapılan anlaşma ge­reği, beraberinde sadece yolculuk silahı sayılan kılıç olacak ve o da kınına so­kulu vaziyette bulunacaktı. Öyle ise vaadinde hiçbir zaman hulf etmeyen Hz. Re­sû­lul­lah, neden böyle hareket ediyordu? Bu husus, sahabelerin na­zarından kaçmadı. Sordular: “Yâ Re­sû­lal­lah! Müş­riklerle, sadece kınına sokulu kılıçla geleceğine dair ah­din vardı. Hâlbuki, sen silah taşımaktasın!”
     Hz. Fahr-i Âlem, sebebini izah etti: “Biz, bu silahları Harem’e, Ku­reyşlilerin ya­nına götürmeyeceğiz; fakat her ihtimale karşı yanımızda bulunduraca­ğız!” [3]
     Pey­gam­be­ri­mizin İhrama Girişi
     Müslümanların kalbi heyecan ve sevinçle atıyordu. Mu­ha­cirlerin duyduk­ları sevinç ve heyecan ise tarife sığacak gibi değildi: Yedi sene önce terk etmek zorunda kaldıkları baba ocağına kavuşacaklar, Kâbe-i Muazzama’yı ziyaret ede­ceklerdi! Hepsinden de mühimi, kendilerini hakir gören, kendilerine olma­dık eziyet ve işkencelerde bulunan Ku­reyş müşriklerine İslam’ın izzet, şeref, azamet ve haşmetini göstereceklerdi. Bu sebeple gönülleri heyecan doluydu!
     Zülhuleyfe mevkiine varılınca, Resûl-i Ekrem Efendimiz, Muhammed b. Mesleme’nin kumandanlık ettiği süvarilerle birlikte silah yüklerini ve kurban­lık develeri önden gönderdi ve orada ihrama girdi. [4]
     Artık etraf Allah Resûlü ve Müslümanların telbiye sadâ­la­rıyla adeta sarsılı­yordu:
     “Lebbeyk, Allahümme Lebbeyk! Lebbeyke lâ şerîke leke Lebbeyk! İnnel hamde ven’nimete leke ve’l-Mülk! Lâ şerike leke.” [5]
     Müşriklerin Korku ve Telâşı
     Önden giden Muhammed b. Mesleme komutansındaki yüz atlı birliği ve be­raberinde götürdükleri silahlar, Mer­ru’z-Zehran mevkiinde müşriklerin birkaç adamı tarafından görüldü.
     “Nedir bunlar?” diye sordular.
     Muhammed b. Mesleme, “Re­sû­lul­lah’ın (a.s.m.) süvarileridir” dedi ve de­vam etti: “Kendileri de inşallah yarın sabah burada olacaklardır!” [6]
     Adamlar şaşkına döndüler ve son sürat yol alarak haberi Mekke’ye ulaştır­dılar. Müşrikleri, bir korku ve telâş sardı. “Muhammed, üzerimize yürüyor!” diyerek durumdan birbirlerini haberdar ettiler.
     Gerçi Hz. Re­sû­lul­lah, Hendek Harbi’nden sonra, “Artık onlar bizim üzeri­mize değil, biz onların üzerine yürüyeceğiz!” buyurmuşlardı; ama bu sefer, o gayeyle tertip edilmiş değildi. Sadece, anlaşmada da belirtildiği gibi, Kâbe’yi ta­vaf etmek, umrelerini yapmak maksadıyla yola çıkmışlardı.
     Buna rağmen müşrikler fazlasıyla endişeye kapıldılar. Derhal Resûl-i Ekrem Efendimize işin gerçek mahiyetini öğrenmek için adam­larını gönderdiler.
Peygamber Efendimiz, Merru’z-Zehran’da
     Telbiye sadâlarıyla Zülhuleyfe’den ayrılan Peygamber Efendimiz, Müslü­manlarla birlikte Merru’z-Zehran’a geldi. Oradan bütün silahları Batn-ı Ye’cec mevkiine gönderdi. Silahları beklemek üzere de Evs b. Havlî başkanlığında iki yüz kişiyi vazifelendirdi. [7]
     Resûl-i Ekrem, Batn-ı Ye’cec’de
     Daha sonra Peygamber Efendimiz, ashabıyla yol alarak oradan Mekke’nin rahatlıkla görüldüğü Batn-ı Ye’cec mev­kiine vardı.
     Bu sırada Ku­reyş temsilcileri çıkıp geldi. “Yâ Muhammed!” dediler. “Her­halde sana, bizim küçük veya büyük her­hangi bir hıyanetimiz, vefasızlığımız haber verilmiş de­ğil­dir. Buna rağmen, Harem’e, kavminin yanına, böyle silah­lı mı gireceksin? Hâlbuki, oraya, yolcu silahı olan kın­la­rına sokulu kılıçlardan başka bir şeyle girmemek şartını kabullenmiştin.”
     Peygamber Efendimiz, meseleyi izah etti: “Harem’e kınlarında sokulu kı­lıçlardan başka silahla girecek değiliz! Ben çocukluğumdan beri hayatımın her safhasında ancak verdiğim sözde durmakla, vefakârlıkla tanınmış, bilinmişim­dir! Fakat silahların bana yakın bir yerde bulunmasını isterim!”
     Ku­reyş Baştemsilcisi Mikrez b. Hafs, aynı sözleri tasdik etti: “Senden bekle­nen, sana yaraşan da iyilik ve vefakârlıktır!” [8]
     Mekke’nin Boşaltılması
     Durum, temsilciler tarafından süratle Ku­reyşlilere ulaştırıldı. İçlerini kemi­ren düşmanlık duygusunun eseri olarak, Müslümanların bu muhteşem sevinç ve nurani bayramlarını yakından temâşâ etmemek için, Ku­reyşliler, Mekke’yi boşalttılar.[9]
     Peygamber Efendimiz, Mekke’de Hz. Re­sû­lul­lah, müstesna bir ihtişam ve vakarla, devesi Kas­vâ’­nın üzerinde Mekke’ye girdi. Müslümanlar, etrafında tecessüm etmiş nurdan yıldızları an­dırıyorlardı. Bu yıldızların arasında Server-i Kâinat Efendimiz, bir güneş gibi parlıyordu. Tam bir intizam ve haşmet içinde adım adım Kâbe-i Muazzama’ya, Beytullah’a yaklaşıyorlardı. “Lebbeyk Allahümme Lebbeyk!” nidâları Mek­ke’nin her tarafına yayılıyor, dağlar, taşlar bu nurani sadâya cevap veri­yor­lar­dı. Müşrikler ise bu kuytu yerlerde, dağ başlarında adeta bu ulvî sa­dâya kulak­larını tıkamış, bu haşmetli man­zara karşısında gözleri­ni kapatmışlardı.
     Kasvâ’nın yuları Şâir Abdullah b. Revâha’nın elindeydi. Hz. Re­sû­lul­lah’ın önünde gidiyor ve şu şiirini söylüyordu:
     “Ey kâfir oğulları! Re­sû­lul­lah’ın yolundan çekiliniz!
     “Rahmân olan Allah, onun hak peygamber olduğuna dair ayetler indirdi.
     “Bütün hayır ve iyilik Allah Resûlünde ve onun yolundadır.
     “En hayırlı, en şerefli ölüm de onun yolunda çarpışarak ölmektir!” [10]
     Bu ulvî ve nurani manzara arasında Resûl-i Ekrem ve Müslümanlar, tel­bi­ye­lerle Beytullah’a vardılar. Resûl-i Ekrem, Mescid-i Haram’a girince, omuz ih­ramının bir ucunu sağ koltuğunun altından alıp sol omuzunun üzerine atarak sağ omuzunu açtı ve “Bugün, kendisini, şu şirk ehline kuvvetli ve zinde göste­recek olan kahramanları, Allah rahmetiyle yarlıgasın, esirgesin!” [11] bu­yurdu.
     Sonra, sahabelere, Kâbe-i Muazzama’yı üç kere koşa ko­şa ve omuzlarını sil­ke silke tavaf etmelerini emretti [12] Zira, Ku­reyş müşrikleri, “Yanımızdan çı­kıp gittikten sonra Mu­hammed ve ashabı hastalık ve yoksulluğa uğramıştır!” şek­linde dedikoduda bulunarak, bir nevi kendilerini teselli etmeye çalışıyor­lardı.
     Cenab-ı Hak, bütün bu dedikodularını sevgili Resûlüne bildirdiği için, o da ashab-ı kirama güçlü ve kuvvetli gö­rünmelerini emrediyordu.

     Kâbe’yi Tavaf
     Hâtemü’l-Enbiya Efendimiz, Kasvâ’nın üzerinde idi. Kas­vâ’nın yuları ise Abdullah b. Revâha’nın elindeydi. Sahabeler de sağ omuzlarını açmış, tavaf için bekliyorlardı.
     Peygamber Efendimiz, Hacerü’l-Esved’in yanına vardı ve elindeki değnekle dokunarak onu istîlâm etti; sonra da değneği öptü. Ashab-ı kiram da aynı şeyi yaptı.
     Ashab-ı güzin, tavafın ilk üç devresinde, Pey­gam­be­ri­mizin emri gereği, hız­lı hızlı ve çalımlı yürüdüler. Üç tavafı böylece tamamladılar.
     Abdullah b. Revâha, hem Kâbe’yi tavaf ediyor, hem de şiir söylemeye de­vam ediyordu:
     “O Allah’ın ismiyle başlarım ki dininden başka gerçek din yoktur O’nun...
     “O Allah’ın ismiyle başlarım ki Muhammed Resûlüdür O’nun!
     “Çekilin, ey kâfir oğulları, Re­sû­lul­lah’ın yolundan!” [13]
     Hz. Ömer, bu hareketinden hoşlanmadı.
     “Ey İbni Ravaha! Sen, Re­sû­lul­lah’ın önünde, Allah’ın Harem’inde bu şiiri söyleyip duracak mısın?” diyerek susmasını istedi.
     Hz. Ömer’e şâirine bedel Resûl-i Zîşan Efendimiz, “Ey Ömer! Ona mani olma! Vallahi, onun sözleri, bu Ku­reyş müşriklerine ok yağdırmaktan daha çok te­sirlidir” [14] diye­rek cevap verdi; sonra da Ab­dullah b. Revâha’ya dönerek, “De­vam et, devam et, ey İbni Ra­vaha!” dedi. Bunun üzerine Hz. Ömer sustu. [15]
     Aradan bir müddet geçtikten sonra Resûl-i Zîşan Efendimiz, Ab­dullah b. Re­vâha’ya, “Allah’tan başka ilâh ve mâbud yoktur. bir olan O’dur, vaadini ger­çekleştiren O’dur, bu kuluna nusret veren O’dur, askerlerine kuvvet veren O’dur, toplanmış bulunan kabileleri bozguna uğratan da yalnız O’dur” [16] meâ­lin­deki duayı okumasını emretti.
     Ashab-ı kiram da, Hz. Re­sû­lul­lah’ın öğrettiği bu duayı hep bir ağız­dan söylemeye başladılar.
     Müşriklerin Şaşkınlığı
     Yürekleri düşmanlık, hınç ve kıskançlık dolu müşrik ileri gelenleri, Hz. Re­sû­lul­lah Efendimizle ashab-ı kiramı gözetlemek maksadıyla dağ başlarına çık­mışlardı.
     Müslümanların, koşa koşa ve omuzlarını silke silke Kâbe-i Muazzama’yı üç ke­re tavaf ettiklerini görünce, “Demek, Medine’nin humması, sıtması onları za­yıf düşürmemiş! Baksanıza, yürümeye ka­naat etmeyip, silkine silkine koşu­yor­lar!” diyerek şaşkınlık ve hay­retlerini izhar etmekten kendilerini alamadı­lar. [17]
     Sa’y Yapılması
     Peygamber Efendimiz, Kâbe’yi yedi kere tavaf ettikten sonra Makam-ı İbra­him’de iki rekât tavaf namazı kıldı; daha sonra sa’y yapmak üzere Safâ tepe­sine çıktı. Yine devesi Kasvâ’nın üzerinde olduğu halde, Safâ ile Merve tepeleri arasında yedi kere sa’y yaptı. Merve’de, sa’y tamamlandıktan sonra da kur­banların kesilmesine geçildi. Müslümanlar da Merve’de Hz. Re­sû­lul­lah’la bir­likte kurban­larını kestiler. Yine burada, ashaptan Hırâş b. Ümey­ye, Resûl-i Ek­rem Efendimizin başını kazıdı. Sahabe­ler de baş­larını traş ettiler. [18]
     Böylece, Hz. Fahr-i Âlem Efendimizin Hudeybiye Seferi’nden önce görmüş olduğu rüya aynen çıkmış oluyordu!
     Hz. Bilâl’in Ezan Okuması
     Umre tamamlandıktan sonra, Hz. Fahr-i Kâinat, Kâbe’nin içine girmek is­tedi. Ancak müşrikler, “Bu, anlaşmamızda yoktu!” diyerek müsaade etmediler.
     Öyle vakti girmişti. Kâbe’ye girmesine müsaade edilmeyen Resûl-i Ekrem, Hz. Bilâl’e Kâbe’nin üzerine çıkarak öğle ezanını okumasını emretti. Peygam­ber Efendimiz ve Müslümanlar, Hz. Bilâl’in yanık sesiyle okuduğu ezanı huşû ve huzur içinde dinlerken, müşrik ileri gelenleri tedirgin ve üzgün görünü­yorlardı. Her birinin ağzından çeşit çeşit nâhoş lâflar çıkıyordu: Ebû Cehil’in oğlu İkrime, “Allah, Ebû Cehil’e, bu kölenin söylediğini işittirmemek ihsa­nın­da bulunmuştur!” dedi. Müşrik Safvan b. Ümeyye, “Şü­kür ki Allah, bunları görmeden babamı aldı, götürdü!” di­yerek tedirginliğini ifade ediyordu. Hâlid b. Esid ise, hadiseden duyduğu üzüntüyü, “Şükür­ler olsun Allah’a ki babamı öl­dürdü de, Bilâl’in Kâbe üzerine di­kilip bağırdığı bu zamanı görmedi!” diye­rek ifade ediyordu. Bu arada, ezanı işitince hiçbir şey söylemeden yüzünü ka­payanlar da görülüyordu. [19]
     Onlar kin, düşmanlık ve kıskançlıklarından dolayı böyle çirkin lâflar eder­ken, ashab-ı kiram ise saf bağlamış, Âlemlerin Rabbi olan Allah’ın huzurunda el pençe namaza duruyorlardı. Öğle nama­zı burada eda edildi.
     Hz. Meymûne’nin Pey­gam­be­ri­mize Nikâhlanışı
     Asıl ismi “Berre” olan Hz. Meymûne, Peygamber Efendimizin amcası Hz. Ab­bas’ın hanımı Ümmü’l-Fadl ile Hz. Cafer’in hanımı Es­mâ’nın kız kardeşi idi. Kocasının ölümüyle dul kalmıştı. [20]
     Hz. Abbas, Peygamber Efendimizin onu almasını arzu ediyordu. Bu sebeple Efendimizi her gördüğünde ondan medih ve takdirle bahsederdi. Son olarak Resûl-i Ekrem Efendimiz, umre için Medine’den yola çıkıp Cuhfe’ye gelip kon­duğu sırada, Hz. Abbas gidip orada kendisiyle buluşmuştu. O arada Efendi­mize, “Yâ Re­sû­lal­lah! Meymûne bint-i Haris, dul kaldı. Onu kendine zevceliğe kabul buyursan olmaz mı?” diye teklifte bulundu. Peygamber Efen­dimiz de bu teklifi kabul etti. [21]
     Resûl-i Ekrem, henüz Mekke’den ayrılmamıştı. Hz. Re­sû­lul­lah’­ın kendisine dünür olduğu haberini devesinin üzerinde iken alan Hz. Meymûne, “Deve de, üzerindeki de Re­sû­lul­lah’­ındır!” diyerek memnuniyet ve sevincini izhar edip kendisini Efendimize bağışladı. [22]
     Hz. Abbas da, bunun üzerine, Pey­gam­be­ri­mizden dört yüz dirhem me­hir alan Hz. Meymûne’yi ona nikâhladı. [23]
     Pey­gam­be­ri­mizin, Mekke’de Biraz Daha Kalmak İsteyişi
     Peygamber Efendimizin, Hz. Meymûne’yle evlenmesin­de Ku­reyş müşrikle­riyle arasında bulunan gerginliği bir derece yumuşatmak maksadını güttüğü de söylenebilir. Zira, bir müddet daha kalıp Ku­reyşlilerle konuşma fırsatını el­de etmek için bunu vesile kıl­mak istediğini görüyoruz. Hudeybiye Muahe­desi’ne göre tespit edi­len kalma müddeti üç gündü. Üç gün dolunca Efendi­miz, Ku­reyş ileri gelenlerine, “İsterseniz, ailemle ev­lenme merasimini yapmak üzere burada üç gün daha kalayım ve tertipleyeceğim düğün ziyafetine sizi de davet edeyim” diye teklifte bulundu. Fakat Ku­reyş ileri gelenleri bunu kabul etmediler. Temsilci göndererek, Pey­gam­be­ri­mizden Mekke’­den çıkıp git­me­sini istediler.
     O sırada Efendimizin yanında Medineli Müslümanların ileri gelenlerinden Sa’d b. Ubâde vardı. Ku­reyş temsilcilerinin Resûl-i Kib­ri­ya Efendimize sert ko­nuştuklarına tahammül edemedi ve onlardan biri olan Süheyl b. Amr’a, “Bu­ra­sı ne senin, ne de babanın top­rağıdır. Vallahi, Re­sû­lul­lah (a.s.m.) buradan an­cak anlaşma hük­mü gereği kendi rızasıyla çıkar. Yoksa zorla çıkıp gitmez” di­yerek çıkıştı.
     Bunun üzerine Ku­reyş’in iki temsilcisi seslerini kestiler. Peygamber Efendimiz ise, bu manzaraya tebessüm buyurdular. [24]

     Mekke’de Kalma Müddeti Dolunca!
     Hudeybiye Antlaşması gereğince, Mekke’de kalma müd­de­ti olarak tayin edi­len üç gün dolmuştu.
     Hayatı boyunca düşmanıyla dahi ahdini bozmamış bulunan Hz. Fahr-i Âlem Efendimiz, gönülden kalmayı arzu ettiği halde, ahdine muhalif düşme­mek için Mekke’yi, Kâbe-i Muazzama’yı terk etmek zorunda kalıyordu. As­lın­da bu bir manada uzaklaşmak değil, Mekke’yi fethetme zamanına günbe­gün yaklaşmaktı. Bundan sonraki her gün, her saat Mekke’nin fethini, onunla bir­likte gönüllerin fethini de yakınlaştıracaktı.
     Bu üç gün zarfında Müslümanlar, Mekke’deki birçok ak­rabasıyla görüşme imkânına da kavuşmuşlardı. İman hakikatlerini ve İslam ahlâkının güzellik, yücelik, nezaket ve nezahetini dürüst davranışlarıyla ortaya koyma fırsatını bulmuşlardı. Doğru İslamiyeti ve İslamiyete lâyık doğruluğu müşriklerin de gözleri önünde nurani bir manzara halinde sergilemişlerdi. Bunun neticesinde müşrik azılıları hâriç, halktan birçok kimsenin gönlünde iman ve İslam’a karşı sıcak bir ilgi, samimi bir istek uyanmıştı. Adeta, Mekke fethedilmeden evvel, halkından birçoğunun gönlü fethe hazır hale gelmişti!
“Amca! Amca!”
     Resûl-i Ekrem Efendimiz, ashabıyla Mekke’den ayrıldığı sırada, arkasından masum bir ses duydu: “Amca! Amca!”
     Dönüp baktılar. Sesin sahibi, “Şehitlerin Efendisi” Hz. Hamza’nın biricik kızı Ümâme idi. Mekke’de bulunuyordu. Sesinde bir imdat, bir “Beni kurtarın bu şirk diyarından!” ifadesi ve manası vardı! Ve sanki, bütün Mekke, bir ağız olmuş, “Beni bırakma!” diye bu biricik yavruyla birlikte imdat diliyordu.
     Kalbi şefkat ve merhamet deryasını andıran Resûl-i Ekrem, döndü, minicik yavrunun elinden tutup Medine’ye beraberinde getirdi. [25]
     Pey­gam­be­ri­miz, Serif’te
     Resûl-i Ekrem Efendimiz, ashabıyla Mekke’den ayrıldıktan sonra Serif mevkiinde konakladı. Orada Hz. Mey­mû­ne’yle evlendi. [26]
     Medine’ye Dönüş
     Peygamber Efendimiz, akşamleyin Serif’ten ayrılıp geceleri yola devam etti. Zilhicce ayı içinde Medine’ye geldi. [27]

     Hz. Hamza’nın Kızı Ümâme’nin Hz. Cafer’e Teslim Edilmesi
     Hz. Hamza’nın Selma binti Ümeys’ten doğan kızı Ümâme, Medine’ye geti­ri­lince, üzerinde münakaşa çıktı.
     Peygamber Efendimiz, Hz. Zeyd b. Hârise ile Hz. Hamza’yı birbirine kardeş yapmıştı. Hz. Zeyd buna istinaden şehâdetin­den sonra Hz. Hamza’nın çocuk­larının velisi ve vasîsinin kendisi olduğunu söyledi ve “Kardeşimin kızını gö­rüp gözetmeye, ben daha lâyık ve haklıyım!” dedi.
     Hz. Cafer bunu duyunca itiraz etti: “Teyze de bir annedir. Zevcem Esmâ bint-i Ümeys, Ümâme’nin teyzesidir. Bu bakımdan onu görüp gözetmeye ben daha lâyık ve haklıyım!”
     Hz. Ali ise, buna kendisinin daha lâyık olduğunu iddia etti. “Am­camın kı­zını müşriklerin arasından çıkarıp getiren benim” dedi. “Siz ona, neseben be­nim kadar yakın de­ğilsiniz. Onu görüp gözetmeye ben, sizden daha haklı ve lâyıkım!”
     Meseleyi neticeye bağlamak, Hz. Re­sû­lul­lah’a kalmıştı:
     “Ey Zeyd! Sen, Allah’ın ve Resûlünün dostusun! Ey Ali, sen de benim kar­deşim ve arkadaşımsın! Ey Cafer, sen de bana yaratılış ve huyca en çok benze­yensin!” dedikten sonra, kararı şöyle verdi:
     “Ey Cafer! Ümâme’yi görüp gözetmeye, sen daha lâyık ve haklısın; çünkü onun teyzesiyle evli bulunuyorsun! Kadın ne teyzesi, ne de halası üzerine ni­kâhlanıp gelemez!” [28]
     Hz. Re­sû­lul­lah bu hükmü verince, Hz. Cafer sevincinden birden ayağa kalktı; Peygamber Efendimizin çevresinde tek ayak üzerinde seke seke yürü­meye başladı.
     Resûl-i Ekrem, “Ey Cafer! Nedir bu yaptığın?” diye sorunca, Hz. Cafer izah etti: “Yâ Re­sû­lal­lah! Habeşliler, sevinçlerinden, krallarına böyle yaparlardı. Necâşî de bir kim­seden hoşlandı mı kalkıp böyle hareket ederdi!” [29]
_______________________________________________________________
Dip Notlar:
[1] İbn Sa’d, Tabakat, c. 2, s. 120.
[2] İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 120.
[3] İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 121.
[4] İhrama girme yerleri şunlardır: Medinelilerin Zülhuleyfe, Şamlıların Cuhfe, Iraklıların Zât-ı Irk, Necidlilerin Karn, Yemenlilerinki ise Yelemlem...
[5] İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 121; İbn Kesir, Sîre, c. 3, s. 435.
[6] İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 121.
[7] İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 121.
[8] Taberî, Tarih, c. 3, s. 101; İbn Kesir, Sîre, c. 3, s. 436.
[9] İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 121; İbn Kesir, a.g.e., c. 3, s. 436; Halebî, İnsanü’l-Uyûn, c. 2, s. 780.
[10] İbn Kesir, a.g.e., c. 3, s. 432.
[11] İbn Hişam, Sîre, c. 4, s. 12-13.
[12] (Şeriat örfünde buna “remi” denir.) İbn Sa’d, Tabakat, c. 2, s. 123; Ahmed İbn Hanbel,Müsned, c. 1, s. 306; Müslim, Sahih, c. 2, s. 923.
[13] İbn Kesir, a.g.e., c. 3, s. 432.
[14] İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 123; Halebî, a.g.e., c. 2, s. 784.
[15] İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 122.
[16] İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 122.
[17] İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 122.
[18] İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 122.
[19] Vakidî, Megazi, c. 2, s. 738.
[20] İbn Sa’d, a.g.e., c. 8, s. 137; İbn Abdi’l-Berr, el-İstiab, c. 4, s. 1915-1916.
[21] İbn Abdi’l-Berr, a.g.e., c. 4, s. 1916.
[22] İbn Sa’d, a.g.e., c. 8, s. 132; İbn Kesir, Sîre, c. 3, s. 439.
[23] İbn Kesir, a.g.e., c. 3, s. 439.
[24] İbn Kesir, a.g.e., c. 3, s. 433; Halebî, a.g.e., c. 2, s. 783.
[25] İbn Kayyim, Zâdü’l-Meâd, c. 2, s. 171; İbn Kesir, Sîre, c. 2, s. 443.
[26] İbn Hişam, Sîre, c. 4, s. 14; İbn Sa’d, Tabakat, c. 2, s. 122, c. 8, s. 133-134.
[27] İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 122.
[28] İbn Sa’d, a.g.e., c. 8, s. 159-160.
[29] İbn Sa’d, a.g.e., c. 8, s. 160


Yazar:
Salih Suruç

19 Şubat 2013 Salı

27 Şubat Çarşamba 19:00 - 22:00 Şehidleri Anma Gecesi

Şehadet bir çağrıdır; 
tüm nesillere ve çağlara...!
                                           Şehid Metin Yüksel
 Şehidleri Anma Gecesi...  
27 Şubat Çarşamba
19:00 - 22:00
   Program
- Kuran-ı Kerim ve Meal-i Şerif / Hafız Ahmet Karabağ
- Selamlama Konuşması / GÖNÜLDER Yön. Kur. Bşk. Baki Çiftçi
- Sinevizyon / Şehadet ve Dünden Bugüne Şehidlerimiz
- Konuşmacılar
- Marşlar - Ezgiler / GRUP YÜRÜYÜŞ
- Dua ve Kapanış

   Sunucu
- Gönül Erleri MGYK üyesi Selçuk İdrisoğlu

   Mekan 
GÖNÜLDER
Eğitim Araştırma ve Yardımlaşma Derneği
Mevlana Mah. Akdeniz Cad. No: 3
Kayışdağı / Türkiş Blokları Yakını
Ataşehir - İstanbul
Not: Bayanlar için de yer ayrılacaktır, katılım ücretsizdir.

İSLAM İLMİHALİ / ORUCUN YASAKLARI

İ S L A M   İ L M İ H A L İ
Yedinci Bölüm:
ORUÇ
Beşinci Konu:
ORUCUN YASAKLARI

     Orucun yasakları, doğrudan söylenirse yemek, içmek ve cinsel ilişkide bulunmaktır; tersinden söylenirse orucun yasakları, orucun bozulmasına sebep olan şeylerdir. Bölüm başında da belirttiğimiz gibi oruç, yeme, içme ve cinsel ilişkiden kaçınmaktır. Dolayısıyla bu üç hususa dikkat edildiği takdirde oruç tutulmuş olur. Bununla birlikte bazı davranışların, sayılan bu üç şeyin kapsamına girip girmediği konusunda gerekli veya gereksiz tereddütler oluşabilmektedir. Yine orucun bozulmasına yol açmamakla birlikte, orucun genel havasına, anlam ve gayesine yakışmayan şeyler konusunda da dikkatli olmak gerektiği için burada günlük hayatta karşılaşılabilecek bazı durumlara kısaca işaret etmek istiyoruz.

     A) ORUCUN MEKRUHLARI
     Öteden beri fıkıh ve ilmihal kitaplarında mekruh olarak nitelendirilen şeylerin bir kısmı, orucun anlam ve gayesine yakışmayan şeyler, bir kısmı da biraz ileri gidildiği takdirde orucun bozulmasına sebep olabilecek şeylerdir. Meselâ bir şeyi tatmak ve çiğnemek mekruhtur; çünkü ağza alınan bir şeyin yutulma tehlikesi bulunmaktadır. Fakihler yine aynı gerekçeyle, bir insanın eşiyle öpüşmesini, ona sarılmasını mekruh saymışlardır. Çünkü bu davranış, orucu bozacak bir fiili işlemeye götürebilir. Esasen bir insanın eşiyle öpüşmesi oruca zarar vermez. Nitekim Âişe vâlidemiz, Peygamberimiz'in oruçlu iken hanımlarıyla elleşip şakalaştığını ve öpüştüğünü anlatmıştır (İbn Mâce, "Sıyâm", 19; Muvatta, "Sıyâm", 13).
     Aşırı titizlikleri gereği misvak kullanmayı dahi mekruh sayanlar bulunmakla birlikte, âlimlerin çoğunluğu bunu mekruh görmemişlerdir. Günümüzde yaygın olduğu şekliyle ağız ve diş temizliğinin diş fırçası ve diş macunu kullanılarak yapılması da oruca zarar vermez; üstelik aksatılmaması gereken yerinde bir davranış da olur. Ağız ve diş temizliğini gündüz yapmamayı tercih edenler, bunu mutlaka sahurdan sonra yapmış olmalıdır. Oruçlunun normal temizlik için veya cünüplükten temizlenmek için yıkanması mekruh olmamakla birlikte, serinlemek maksadıyla yıkanması oruç esprisine aykırılık gerekçesiyle mekruh sayılmıştır. Oruçlunun güzel koku sürünmesi veya güzel kokan bir şeyi özel olarak koklaması da mekruh sayılmaz.
     Ayrıca, esasen orucu bozmamakla birlikte, oruçlunun direncinin kırılmasına ve güçsüz düşmesine yol açan, kan aldırmak vb. şeyler mekruhtur. Konunun başında sahurun geciktirilmesi ve iftarın vakit girer girmez yapılmasının anlamına ilişkin olarak söylediğimiz hususlar burada da geçerlidir.

     B) ORUCU BOZAN ŞEYLER
     Yemek, içmek ve cinsel ilişkide bulunmak orucu bozan şeylerdir. Bunların hangi durumda sadece kazâ, hangi durumda kazâ ile birlikte kefâreti gerektirdiğini görelim.

     a) Kazâ ve Kefâreti Gerektiren Durumlar
     Orucu bozup hem kazâ hem de kefâreti gerektiren durumların başında ramazan günü oruçlu iken yapılan cinsel ilişki gelmektedir. Zaten Peygamberimiz oruç kefâreti hükmünü, o zaman vuku bulan böyle bir cinsel ilişki olayı üzerine vermiştir. Oruç kefâreti konusunda eldeki tek örnek ve delil de budur. Bu bakımdan bütün fıkıh mezhepleri, ramazan günü oruçlu iken bilerek ve isteyerek normal cinsel ilişkide bulunmanın, hem kazâ ve hem de kefâreti gerektireceği konusunda görüş birliği etmişlerdir. Bir şey yiyip içmenin kefâreti gerektirip gerektirmediği konusu ise mezhepler arasında tartışmalıdır. Hanefîler, bilerek ve isteyerek bir gıda veya gıda özelliği taşıyan her türlü maddeyi almayı da bu hükme kıyas ederek, bu durumda da hem kazâ hem de kefâret gerekeceğini söylemişlerdir.
     Peygamberimiz zamanında cereyan eden ve oruç kefâretinin gerekçesi olan olay şudur:
     Bir adam "Mahvoldum" diyerek Peygamberimiz'e gelmiş ve ramazanın gündüzünde eşiyle cinsel ilişkide bulunduğunu söylemiş, bunun üzerine Peygamberimiz;
     - Köle âzat etme imkânın var mı?
     - Hayır, yok.
     - Peş peşe iki ay oruç tutabilir misin?
     - Hayır. Bu iş de zaten sabredemediğim için başıma geldi.
     - Altmış fakiri doyuracak malî imkânın var mı ?
     - Hayır.
     Bu sırada Peygamberimiz'e bir sepet hurma getirildi. Peygamber bu hurmayı adama vererek yoksullara dağıtmasını söyledi. Adam "Bizden daha muhtaç kimse mi var?" deyince Peygamberimiz gülümseyerek "Al git, bunları ailene yedir" diyerek adamı gönderdi (Buhârî, "Savm", 30; Müslim, "Sıyâm", 81; Ebû Dâvûd, "Savm", 37).

     Bilerek ve isteyerek kaçınılması gereken üç şey (yeme, içme, cinsel birleşme) dışında bir sebeple orucun bozulması durumunda kefâret gerekmeyip sadece kazâ gerekir.

     b) Sadece Kazâyı Gerektiren Durumlar
     Oruç yasaklarının başında yeme ve içme geldiğini, oruçlunun kasten yiyip içmesinin kazâ ve kefâreti gerektirdiğini biliyoruz. Buna ilâve olarak Hanefî fakihleri, beslenme amacı ve anlamı taşımayan ve esasen yenilip içilmesi mûtat (normal, alışılmış) olmadığı gibi insan tabiatının meyletmediği şeylerin yenilip içilmesi durumunda da orucun bozulacağını, fakat bunun kefâreti gerektirmeyeceğini söylemişlerdir. Çiğ pirinç, çiğ hamur, un, ham meyve yemek veya fındık, badem ve cevizi kabuğuyla yutmak böyledir. Bunlar yiyecek maddesi olmakla birlikte, bunların bu şekilde yenilmesi normal değildir ve hem de bunlar bu halleriyle insanın iştah duyacağı ve yemek isteyeceği şeyler değildir. Fakihler, şehvetin normal cinsel birleşme dışında tatmin edilmesinin de aynı kapsamda değerlendirileceğini belirtmişlerdir.
     Fakihler ağza giren yağmur, kar veya doluyu isteyerek yutmayı, su içme kapsamında değerlendirerek orucu bozacağını; fakat, kişinin kastı olmaksızın boğaza inen yağmur, kar ve dolunun orucu bozmayacağını söylemişlerdir.
     Kusma, kasten yapılmadığı durumlarda orucu bozmaz. Kasten yapıldığında ise, sadece ağız dolusu olması halinde bozar.
     Baştan beri ortaya koymaya çalışılan oruç tutma esprisi ve orucun anlam ve amacıyla pek bağdaşmayan muhtemel bütün davranışları ve olayları tek tek sıralamak mümkün olmadığı için bu konuda şöyle bir açıklama getirmek doğru olur: Orucun anlamı, Allah rızâsı için, gerek beslenme gerekse tat ve keyif alma kasıt ve arzusu içeren yiyip içme ve cinsel ilişkiden uzak durmak, özetle nefsi iştah ve şehvet duyduğu şeylerden mahrum etmektir. Bu yasağın ihlâli sayılan her davranış orucun mâna ve gayesine aykırıdır. Yeme, içme ve cinsel ilişki sayılan her davranış orucu bozar, kazâ edilmesini gerektirir. Kasıtlı olarak yapılırsa hem kazâ hem kefâret gerekir.
     Bayılma ve delirmenin orucu bozan şeylerden sayılması, esasen oruç yasaklarının ihlâli ile ilgili olmayıp, bütün mükellefiyetlerde ön şart olan bilinçlilik halinin geçici veya sürekli olarak yitirilmesi ile ilgilidir. Bu halin kapladığı günlerin kazâ edilmesinin istenmeyişi de aynı sebebe bağlıdır.
     Unutarak bir şey yemek ve içmekle oruç bozulmaz. Peygamberimiz oruçlu olduğunu unutarak yiyip içenlerin oruca devam etmelerini, onları Allah'ın yedirip içirdiğini söylemiştir (Buhârî, "Savm", 26; Müslim, "Sıyâm", 17). Fakat yanlışlıkla (hata) yiyip içmek bundan farklı olup Hanefîler'e göre orucu bozar. Meselâ; bir kimse oruçlu olduğunun farkında olduğu halde kasıtsız olarak yanlışlıkla bir şey yese veya içse, diyelim ki abdest alırken ağzına aldığı sudan yutsa veya denizde yüzerken su yutsa orucu bozulur ve kazâ lâzım gelir.
     Şâfiîler orucu bozma kastı bulunmadığı için yanlışlıkla bir şey yiyip içmenin orucu bozmayacağını söylerken, Mâlikîler orucun anlamının (imsak) ortadan kalkmış olduğu gerekçesiyle, ister unutma isterse yanlışlık sonucu olsun, bir şey yiyip içmekle orucun bozulacağını söylemişlerdir.
     Sabah vaktinin girip girmediği konusunda şüphesi bulunan kimse yiyip içmeye devam ederken o esnada ikinci fecrin doğmuş olduğu ortaya çıksa oruç bozulur ve kazâ etmesi gerekir, kefâret gerekmez. Aynı şekilde güneşin battığını zannederek iftar ederken güneşin henüz batmadığı anlaşılsa yine kazâ gerekir. Hanefî mezhebinde ağırlıklı görüş böyledir. Ancak, bu durumda kefaretin gerekeceğini söyleyenler de vardır. Zira kişi, her iki durumda da zannı ile hareket etmiş ve yanıldığı ortaya çıkmış ise de zanların kuvvet derecesi aynı değildir. Birinci durumdaki zan güçlüdür; çünkü aslolan gecenin devam ediyor olmasıdır. İkinci durumdaki zan ise, bunun tersine zayıftır; çünkü aslolan gündüzün devam ediyor olmasıdır. Bu bakımdan güneşin batıp batmadığından şüphe eden kimse hemen iftar etmemeli, durumun netleşmesini beklemelidir. İmsak ve iftar vakitlerini gösteren bir takvim ve saatin bulunmadığı durumlarda kişi, kendi bilgi ve tecrübesiyle ictihad ederek ona göre davranır.
     Unutarak yiyip içtikten sonra orucunun bozulmuş olduğu zannıyla veya gece niyetlenemeyip gündüz niyetlendikten sonra, gündüz yapılan bu niyetin niyet sayılmayacağı zannıyla günün geri kalan kısmında bilerek bir şey yiyip içmek veya cinsel ilişkide bulunmak orucu bozar.
     Orucu bozacak fakat kefâreti de gerektirmeyecek bir davranıştan sonra, kişinin yiyip içmeye başlaması halinde, kural olarak kefâretin gerekmeyeceği belirtilmişse de, burada aslolan kişinin oruç tutma veya bozma konusundaki gerçek niyetidir. Amellerin niyetlere göre olduğu şeklindeki genel dinî ilkenin anlamı da budur.
     Bir şey yiyor veya içiyorken imsak vaktinin girdiğini anlayan kimse derhal yemeyi ve içmeyi bırakmalıdır. Bile bile yemeye veya içmeye devam etmesi halinde Hanefî imamlara göre bu kişiye kefâret gerekir.

     c) İlâç Kullanmanın ve İğne Yaptırmanın Hükmü
     Ağızdan alınacak hap, şurup ve pastil gibi şeylerin orucu bozacağında görüş birliği bulunmaktadır. Çünkü bunlar doğrudan mideye inmekte, esasen tedavi amaçlı olsa bile dolaylı olarak beslenme niteliği de taşımaktadır.
     Göze, burun veya kulağa damlatılan ilâcın orucu bozup bozmayacağı konusu ise tartışmalıdır. Kimi âlimler, göze damlatılan ilâcın orucu bozmayacağı, kulak ve burna damlatılanın bozacağı görüşünde ise de, bunlardan burun içinin yemek borusuyla ve mideyle doğrudan bağlantısının bulunduğu, gözün dolaylı olarak boğaza açıldığı, kulağın ise mideyle böyle bir bağlantısının bulunmadığı düşünülürse, bunlardan sadece buruna konan ilâçlar hakkında ihtiyatlı olmak gerektiği sonucu çıkar. Böyle olunca, burna enfiye çekmek, boğaza inecek şekilde bol miktarda su çekmek gibi davranışlar orucu bozar. Bu organlara konan ve tamamen tedavi amaçlı ilâç ve damlalar ise orucu bozmaz. Çünkü bu son sayılan davranışın yeme ve içme, yani beslenme ve oruca karşı direnç kazanma faaliyeti sayılması isabetli olmaz.
     İğne yaptırma meselesine gelince: Deri altına veya adaleye zerkedilen veya damardan yapılan iğnenin orucu bozup bozmayacağı konusu, ilk fakihlerin, yaralayıp vücuda giren bıçak vb. katı cisimler ile derin yara üzerine sürülen merhemin orucu bozup bozmayacağına ilişkin tartışmalarına göre belirlenmeye çalışılmıştır. Şöyle ki;
     a) Ebû Hanîfe'nin "derin yara üzerine sürülen ve karın veya beyne ulaşan ilâcın/merhemin orucu bozacağı" yönündeki görüşünü alanlar, iğneyle vücuda bir şey zerkedilmesi durumunda orucun bozulacağını ileri sürmüşlerdir. Bu görüşte hareket noktası, tabii yollar dışından da olsa vücuda bir şeyin girmiş olmasının orucu bozacağı fikridir. İğne veya damar yoluyla alınan ilâç, serum veya aşı vücudun içine akıtılmış olmakta ve bütün vücuda yayılmaktadır. Beslenme sayılıp sayılmayacağı tartışılsa bile, bunların vücudu güçlendirdiği ortadadır. Bu şekilde alınan ilâç, gerek ağızdan alınsın gerekse iğneyle zerkedilmiş olsun, hiçbir şekilde kefâret gerektirmese de orucu bozar ve kazâyı gerektirir. İlâç almak veya iğne yaptırmak durumunda olan kimselerin ya o gün oruç tutmamaları ya da ilâç almayı ve iğne yaptırmayı sahur ve iftar vakitlerine almaları gerekir.
     b) Buna mukabil Ebû Yûsuf ve Muhammed'in "derin yara üzerine sürülen merhemin orucu bozmayacağı" yönündeki görüşünü esas alanlar ise iğneyle vücuda bir ilâcın zerkedilmesi durumunda orucun bozulmayacağını söylemişlerdir. Ebû Yûsuf ve Muhammed, oruca "normal yollardan vücuda bir şey almaktan kaçınmak" şeklinde bir anlam yükledikleri için yaraya sürülen merhemin, karna veya beyne ulaşmış olmasının bir önemi olmayacağını, dolayısıyla bu durumda orucun bozulmayacağını söylemişlerdir. Eskiden fetvahâne ve daha sonra 1948 yılında Ezher Üniversitesi Fetva Komisyonu tabii delikler dışından vücuda giren bir şeyin orucu bozmayacağı yönünde fetva vermiştir. Çünkü bu tedavi yönteminin, ağız yoluyla ilâcın yutulmasına benzemediği açıktır. Bu noktadan hareketle, astım ve nefes darlığı sebebiyle ağıza sıkılan spreyin zerrecikler halinde içeri gittiği doğru olsa bile bunların akciğerden öteye geçmediği ve mideye ulaşmadığı, gıda ve susuzluk giderme özelliği de taşımadıkları; bu sebeple bunların da orucu bozmayacağı ileri sürülmüştür. Ayrıca belli hastalıklara karşı korunmak maksadıyla yapılan aşıların hükmünde de tartışma bulunmakla birlikte, bu tür aşılarla vücuda mikrop verilerek bağışıklık kazandırmaya çalışıldığı, dolayısıyla bunların beslenme amaçlı olmadığı söylenerek oruca zarar vermeyeceği görüşü ağırlık kazanmıştır.
     Hangi görüş alınırsa alınsın, burada inisiyatif, tercih, karar ve tabii ki sorumluluk mükellefe ait olacaktır. Söz konusu olan şey bir ibadettir ve Allah rızâsı için yapılmaktadır. Bu bakımdan, oruç tutan bu şuurdaki insanların gerekmediği halde, hiç açlık, susuzluk ve sıkıntı hissetmeden oruç tutmak için bu yola tevessül edeceklerini düşünmek son derece anlamsızdır. Çünkü aklı olan herkes gayet iyi bilir ki içeriği boşaltılmış ve anlamı yozlaştırılmış ve göstermelik hale getirilmiş bir ibadetin hiçbir faydası olmadığı gibi, böyle yapan kişi sonuçta sadece kendi kendisini kandırmış olacaktır. Esasen dinimiz hasta olan veya tedavi sürecinde olan kişilerin oruç tutmamasına ruhsat vermektedir. Bu bakımdan ilâç kullanmak veya iğne yaptırmak durumunda olan kimseler, hem iyi bir tedavi görüp sağlığına kavuşmak, hem de ibadetlerini ileride huzûr-ı kalp ile ve içe sinerek yapabilmek gayesiyle tedavileri tamamlanıncaya kadar oruç tutmayabilirler. Bu tamamıyla kendilerinin karar vereceği bir konudur. Bununla birlikte bu kimseler, ramazan ayında herkesle birilikte oruca devam etmeyi arzu ediyor ve bu ibadet ayının mânevî havasından kopmak istemiyorlarsa, oruç için başka bir engelleri de yoksa, ikinci grup fakihlere ait olan ve ağırlıklı bulunan fetvayı esas alabilir, oruçlu oldukları halde tedavi ve aşı amaçlı iğneleri yaptırabilirler.

Kitap Tanıtımı ღ💗ღ Yazar Şüheda Derya Terzi ❀💗❀ A'MAK-I ERVAH

  Kitap Özgün <kitapokuyalim@gmail.com> okunmadı, 00:18 (10 dakika önce)     alıcı gonulerleri@googlegroups.com      2007 de birkaç...