5 Mart 2013 Salı

HAYATIMIZA YÖN VERECEK AYETLER / 17 Mart Pazar / 11:00 - 13:00 / İstanbul

RİYÂZÜ’S-SÂLİHÎN / İHLÂS VE NİYET - 4

HADİS-İ ŞERİFLER / RİYÂZÜ’S-SÂLİHÎN

İHLÂS VE NİYET
GİZLİ VE AÇIK BÜTÜN İŞLERDE, SÖZLERDE VE HALLERDE
İYİ NİYET VE İHLÂS (4)

     8. Ebû Hüreyre Abdurrahman İbni Sahr radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

     - “Allah Teâlâ sizin bedenlerinize ve yüzlerinize değil, kalblerinize bakar.”
(Müslim, Birr 33. Ayrıca bk. İbni Mâce, Zühd 9)


     Ebû Hüreyre
     Müslüman olmadan önceki adı Abdüşems idi. Müslüman olduktan sonra Abdurrahman adını aldı. Birgün elbisesinin içinde bir kedi götürüyordu. Kendisini gören Resûl- i Ekrem Efendimiz:
     - O nedir? diye sordu. Ebû Hüreyre:
     - Kedi, diye cevap verdi. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz ona “Kedicik babası” anlamında: "Ebû Hüreyre" diye takıldı. O günden sonra bu künye ile tanındı ve asıl adı unutuldu. Kendisine Resûl-i Ekrem’in verdiği bu künye ile hitâp edilmesinden pek hoşlanırdı.
     Ebû Hüreyre hicretin yedinci yılında müslüman oldu. Mescid-i Nebevî’nin sofasında yatıp kalkan ve kendilerine Ashâb-ı Suffe denen fakir müslümanlardan biriydi. Gece gündüz Peygamber Efendimiz’den ayrılmaz, ondan duyduğu hadisleri öğrenmeye çalışırdı. Peygamber Efendimiz’in hayatının son üç senesinde bizzat kendisinden ve diğer büyük sahâbîlerden duyduğu mükerrerleriyle birlikte 5374 hadîs-i şerîf rivayet etmiştir. Böylece ashâb-ı kirâmdan en çok hadis rivayet eden o olmuştur. Rivayetlerinin 609 tanesi hem Buhârî’ nin, hem de Müslim’in Sahîh’lerinde bulunmaktadır.
     Kendisine pek çok hadis rivayet ettiğini söyleyenlere:
     - Muhâcirînden olan kardeşlerimizi ticaretleri ve çarşılarda olan alış verişleri, ensardan olan kardeşlerimizi ziraatları ve hurmalıkları meşgul ederdi. Ben ise karın tokluğuna Hz. Peygamber’den ayrılmaz, onların bulunmadıkları zamanlarda Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in yanında bulunur ve onların ezberlemediklerini ezberlerdim, cevabını vermiştir.
     Ebû Hüreyre’den 800’den fazla sahâbî ve tâbiî hadis rivayet etmiştir.
     Hz. Ömer’in hilâfeti zamanında bir müddet Bahreyn valiliği yapmış, sonra da hiçbir idârî görev kabul etmeyerek Medîne-i Münevvere’de yaşamıştır. Hicretin 59. yılında Medine’de 78 yaşında iken Allah’ın rahmetine kavuşmuştur.
     Allah ondan razı olsun.

     Açıklamalar
     İnsanlar genellikle dış görünüşe önem verirler. Güzel ve yakışıklı olanlarla varlıklı kimseler toplumda daha büyük itibar görürler. Çirkin ve fakir olanlara pek değer verilmez. Bu ölçüler ruh ve gönül dünyasını tanımayan sığ ve sathî kimselerin değer ölçüleridir.
     Allah Teâlâ ise insanların davranışlarını iyi ve kötü olarak değerlendirirken ne beden güzelliğine, ne de mal varlığına bakar; çünkü bunlar gelip geçici değer ölçüleridir. Önemli olan ruh güzelliği ve gönül zenginliğidir. Daha da önemlisi bu ruh güzelliği ile gönül zenginliğinin iyi hâl, güzel davranış ve samimi ibadetler olarak dışa yansımasıdır. İnsanlara iyilik yapma heyecanıyla, Allah’a kulluk edebilme aşkıyla yaşamaktır. Kalıcı olan, insanın gerçek değerini ortaya çıkaran işte bu meziyetleridir.
     Hadîs-i şerîfin Sahîh-i Müslim’deki bir başka rivayetinde Allah Teâlâ’nın kalble birlikte davranışlara ve ibadetlere değer verdiğini Peygamber Efendimiz şöyle belirtmektedir:
     “Allah Teâlâ sizin yüzlerinize ve mallarınıza değil, kalblerinize ve amellerinize bakar” (Müslim, Birr 34).
     Allah Teâlâ’nın kalbe ve davranışlara bakması demek, kalbin ve davranışların iyi olması hâlinde, onların sahibine sevap ve mükâfat vermesi demektir. Bir âyet-i kerîmede Allah Teâlâ’nın maddî görüntülere değer vermediği, insanda mânevî güzellik aradığı şöyle ifade edilmiştir:
     “Sizi yanımızda değerli kılacak olan ne mallarınız, ne de evlatlarınızdır. Ancak imân edip güzel ve hayırlı işler yapanların durumu başkadır. Onlara yaptıklarının kat kat fazlasıyla mükâfat verilecektir” [Sebe’ sûresi (34), 37].
     Resûl-i Ekrem Efendimiz’in, kendi mübârek göğsüne, daha doğrusu kalbine işaret ederek üç defa: “Takvâ işte şuradadır” (Müslim, Birr 32; Tirmizî, Birr 18) buyurması, insanın gerçek değerinin ihlâslı bir kalbe sahip olmasıyla anlaşılacağını göstermektedir.
     Helâller ile haramların kesin surette belli olduğunu, şüpheli görünen davranışlardan sakınmak gerektiğini açıkladığı meşhur hadîs-i şerîfin sonunda Peygamber Efendimiz kalbin önemini şöyle belirtir:
     “Şunu iyi bilin ki, insan vücudunda küçük bir et parçası vardır. Eğer bu et parçası iyi olursa, bütün vücut iyi olur; bozulursa, bütün vücut bozulur. İşte bu et parçası kalbdir” (Buhârî, Îmân 39; Müslim, Müsâkât 107,108).

     Hadisten Öğrendiklerimiz
     1. Allah Teâlâ ibadetleri ve güzel davranışları değerlendirirken samimiyet derecesini, ihlâs ve iyi niyeti esas alır.
     2. Kalb, Allah’ın çok değer verdiği, devamlı surette bakıp kontrol ettiği bir merkezdir. Bu sebeple onu kötü duygulardan arındırmak, dinin tavsiye ettiği güzel hâl ve davranışlara sahip kılmak gerekir.
     3. İbadetleri makbul ve değerli kılan kalbdir. Bu sebeple öncelikle kalbi kin ve haset gibi mânevî ve ictimâî hastalıklardan arındırmalı, mükemmel hâle getirmeye çalışmalıdır.

     9. Ebû Mûsâ Abdullah İbni Kays el-Eş`arî radıyallahu anh şöyle dedi:
     Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’e:
     - Biri cesaretini göstermek, diğeri milletini korumak, öteki kendine yiğit adam dedirtmek için savaşan kimselerden hangisi Allah yolundadır? diye soruldu.
     Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şu cevabı verdi:
     - “Kim, İslâmiyet daha yüce olsun diye savaşıyorsa, o Allah yolundadır.”
(Buhârî, İlim 45, Cihad, 15, Farzu’l-humüs 10, Tevhîd 28; Müslim, İmâre 150, 151. Ayrıca bk. Tirmizî, Fezâilü’l-cihad 16; Nesâî, Cihad 21; İbni Mâce, Cihad 13)


     Ebû Mûsâ el-Eş`arî
     Yemen’in Zebid bölgesinde yaşayan ve güzel davranışlarıyla Hz. Peygamber’in takdirini kazanan Eş’arîlerdendir. Hz. Peygamber’in İslâm’a davet ettiğini duyunca, onu görmek üzere iki ağabeyi ve 52 kişiyle birlikte bir gemiye binip yola çıktılar. Fakat fırtına onları Habeşistan’a sürükledi. Karaya çıkınca, Peygamber Efendimiz’in amcasının oğlu Ca`fer-i Tayyâr ile birçok müslümanın orada olduğunu öğrenip sevindiler. Hicretin 7. yılında (628) Medine’ye döndüler. Önce Habeşistan’a sonra da Medine’ye giderek iki hicret yaptıklarını ve bu sebeple Allah’ın rızâsını kazandıklarını Resûl-i Ekrem Efendimiz’den duyunca çok sevindiler. Ebû Mûsâ el-Eş`arî o tarihten sonra Peygamber Efendimiz’den hiç ayrılmadı. Onun maiyyetinde bütün savaşlara katıldı.
     Hz. Ömer ve Hz. Osman devirlerinde yıllarca Basra ve Kûfe valiliği yaptı. Birçok beldenin İslâm topraklarına katılmasını sağladı.
     Ashâb-ı kirâm’ın en büyük altı âliminden biri sayılırdı. Kur’ân-ı Kerîm’i bizzat Peygamber Efendimiz’den öğrendi, Basralılara ve Kûfelilere yıllarca Kur’an öğretti. Çok güzel bir sesi vardı. O Kur’an okumaya başlayınca herkes derin bir huşû ile dinlerdi. Bir gece Resûl-i Ekrem Efendimiz Hz. Âişe’yle birlikte onun Kur’an okuyuşunu dinledikten sonra, kendisine Hz. Dâvûd’unkine benzer bir ses verildiğini söyledi. Hz. Ömer onun Kur’an okumasını istediği zaman:
     - Ebû Mûsâ! Bize Rabbimizi hatırlat! derdi.
     Ebû Mûsâ uzun yıllar idarecilik yapmasına rağmen dünya malına hiç iltifat etmedi. Herkese Hz. Peygamber zamanında yaşadıkları mütevâzi hayattan örnekler vererek sâde yaşamanın güzelliğini anlattı. Çok hayâlı bir insandı. Geceleri uyurken vücudunun açılabileceğini düşünerek bir nevi pijamayla yatardı. Allah’tan utandığı için karanlıkta iki büklüm yıkandığını söylerdi. Talebelerini yumuşak kalbli olmaya teşvik eder, Allah korkusundan dolayı ağlamayı tavsiye eder ve:
     - Ağlayamıyorsanız, ağlamaya gayret edin! Zira cehennem ehli, göz pınarları kuruyana kadar ağlayacak, sonra içinde gemiler yüzecek kadar kanlı yaşlar dökecekler, derdi.
     Ebû Mûsa el-Eş`arî 360 hadis rivayet etmiştir. 63 yıllık hayatının çoğu İslâm’a ve insanlara hizmet etmekle geçen bu muhterem sahâbî, hicretin 42. yılında (662) Kûfe’de, bir rivayete göre de Mekke’de vefat etti.
     Allah ondan razı olsun.

     Açıklamalar
     Hadîs-i şerîfin muhtelif rivayetlerinde görüldüğü üzere, cesaretini göstermek, milletini korumak ve kendine yiğit adam dedirtmek gibi gayelerden başka, sırf ganimet elde etmek ve öfkesini yatıştırmak için savaşanların hâli de Peygamber Efendimiz’e sorulmuştur. Bu düşüncelerle savaşanlardan hiçbirinin Allah yolunda cihad etmiş olamayacağını kesin bir dille açıklayan Resûl-i Ekrem Efendimiz, 1346 numara ile tekrar görüleceği üzere ancak İslâmiyet’i yayıp yaşatmak (i`lâ-yi kelimetullah) için savaşanların Allah yolunda cihad etmiş sayılacağını belirtmiştir.
     Hadisin metninde geçen kelimetullah sözüyle, kelime-i tevhîd yâni Lâ ilâhe illallah Muhammedün Resûlullah kastedilmiştir. İslâm’ı en iyi ve en kısa bir şekilde ifade eden kelime-i tevhîd müslümanların parolası gibidir. Müslümanın en önemli görevi, dilinden düşürmediği bu aziz kelimeyi ufukların ötesine götürmek, başkalarının da Allah’ı tanımak suretiyle mutlu olmasını sağlamaktır. Cihad bu demektir. O hâlde böylesine yüce bir gaye için savaşmak varken, nefsânî duygular ve basit çıkarlar için vuruşmak elbette yanlıştır.
     Allah’ın rızâsını kazanmak için savaşmak ön planda geldiği takdirde, zikredilen diğer hedeflerin gözetilmesi asıl maksada zarar vermez. Meselâ milletini korumak için vuruşan kimsenin asıl gayesi Allah’ı hoşnut etmek, İslâm yurduna düşman ayağı bastırmamak ise, kendi milletini koruma duygusu bu hedefe ters değildir.
     İnsanoğlunun yaptığı her harekette niyetine bakıldığı bu hadiste bir kere daha ortaya konmaktadır. Demek oluyor ki, bir can pazarı olan savaşta ölünce şehid, kalınca gâzi sayılabilmek için Allah’a hizmet aşkının ön planda tutulması gerekmektedir. Bunu Ebû Ümâme el-Bâhilî’nin rivayet ettiği şu hadîs-i şerîf daha açık bir şekilde ortaya koymaktadır:
     Adamın biri Resûl-i Ekrem’e gelerek:
     - Para ve şöhret için savaşan bir adam sevap kazanır mı? diye sordu.
     Peygamber Efendimiz:
     - “Hiçbir şey kazanamaz”, buyurdu.
     Adam bu soruyu Resûl-i Ekrem’e üç defa sordu. Her defasında da aynı cevabı aldı. Sonra Hz. Peygamber sözünü şöyle tamamladı:
     “Allah Teâlâ sadece kendi rızâsı için yapılan ibadetleri kabul eder, başkasını değil” (Nesâî, Cihad 24).

     Hadisten Öğrendiklerimiz
     1. İşler değerlendirilirken hangi maksatla yapıldığına bakılır. İyi niyetle yapılmışsa Allah katında makbul olur.
     2. Allah’ın rızâsını kazanmak için savaşmak yerine menfaat ve nefsi tatmin için vuruşmak doğru değildir.
     3. Dünyaya gönül bağlamak, insanı yüce hedeflere varmaktan alıkoyan basit ve önemsiz bir uğraştır.
     4. Cihad gibi en önemli bir görev bile, ancak ihlâs ile yapılırsa bir kıymet ifade eder.

     10. Ebû Bekre Nüfey` İbni Hâris es-Sekafî radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
     “İki müslüman birbirine kılıç çektiği zaman, öldüren de, ölen de cehennemdedir”.
     Bunun üzerine ben:
     - Yâ Resûlallah! Öldürenin durumu belli, ama ölen niçin cehennemdedir? diye sordum.
     Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem:
     - “Çünkü o, arkadaşını öldürmek istiyordu” buyurdu.
(Buhârî, Îmân 22, Diyât 2, Fiten 10; Müslim, Kasâme 33, Fiten 14, 15. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Fiten 5; Nesâî,Tahrîm 29, Kasâme 7; İbni Mâce, Fiten 11)

     Ebû Bekre es-Sekafî
     Ebû Bekre Tâiflidir. Annesi ve babası köle olduğu için o da köle sayılıyordu. Müslümanlar Tâif’i kuşattıkları zaman Peygamber Efendimiz, gelip müslümanlara katılan hürler serbest, köleler hür olacak diye ilân etti. Ebû Bekre Tâif kalesinden aşağı, bekre denen bir kuyu çıkrığı ile inerek gelen 23 köleden biriydi. Bu sebeple Peygamber Efendimiz ona Ebû Bekre diye iltifat etti. O günden sonra hep bu künye ile anıldı.
     Ebû Bekre çok ibadet etmesiyle tanınan bir sahâbî idi. Rivayet ettiği bu hadîs-i şerîfi hayatı boyunca tatbik etti. Bu sebeple de ashâb-ı kirâm arasında çıkan anlaşmazlıkların hiçbirine katılmadı. Hatta onun “Bir müslüman kılıcını çekip beni öldürmeye kalksa, ona engel olmam” dediği nakledilir. Kendisinden 132 hadis rivayet edilmiştir.
     Hicretin 51. yılında (671) Basra’da vefat etti.
     Allah ondan razı olsun.

     Açıklamalar
     Müslümanların kardeş oldukları Allah Teâlâ tarafından açıkca belirtilmiştir [Hucurât sûresi (49), 10]. Kardeşlerin birbirine silah çekmesi olacak şey değildir. Onlar silahlarını din kardeşlerine değil, İslâm düşmanlarına karşı çekmek zorundadır. Müslümanların birbirini öldürmeye kalkması şu âyet-i kerîmeyle kesin bir şekilde yasaklanmıştır:
     “Kim bir mü’mini kasten öldürürse, cezası, içinde ebediyyen kalacağı cehennemdir” [Nisâ sûresi (4), 92]. Yanlışlıkla öldürme durumunda ise, ebediyyen cehennemde kalmak söz konusu değildir. Fakat -yukarıdaki âyetin bir öncesinde belirtildiği üzere- yanlışlıkla öldürmenin de değişik cezaları vardır.
     Hadîs-i şerîfte kılıcın zikredilmesi, o devrin kavga ve savaş âletlerinin başında kılıcın gelmesi sebebiyledir. Bugün kılıcın karşılığı tabanca ve benzeri öldürücü âletlerdir.
     Peygamber Efendimiz’in, müslüman kardeşine silah çekip öldürenin ve bu esnada ölenin cehennemlik olduğunu belirtmesi üzerine Ebû Bekre, öldürenin neden cehenneme gittiğini anladığını, ama öldürülenin niçin cehennemlik olduğunu anlamadığını söyledi. Bunun üzerine Efendimiz, o kimseyi cehennemlik yapan şeyin, kardeşini öldürmeye kalkması olduğunu belirtti.
     Kendisine silah çekilen bir kimse, hasmını öldürmeyi düşünmeden, sadece nefsini müdâfaa etmek için silahını çekse ve onu öldürmek zorunda kalsa, katil sayılmaz. Çünkü o nefsini müdâfaa etmek zorunda kalmıştır. Nefsini müdâfaa etmek ise, dinin emridir. Nitekim 1360 nolu hadiste göreceğimiz üzere sahâbîlerden biri ile Peygamber Efendimiz arasında şöyle bir konuşma geçer:
     - Yâ Resûlallah! Adamın biri gelip malımı elimden almaya kalksa, ne yapmalıyım?
     - “Malını ona verme!”
     - Ya adam benimle kavga etmeye kalkarsa?
     - “Sen de onunla dövüş!”
     - Ya beni öldürürse?
     - “Şehid olursun.”
     - Ben onu öldürürsem?
     - “O cehennemlik olur”
(Müslim, Îmân 225).

     Bir insanın âhiret hayatını da mahvederek ebediyyen cehennemde kalmasına yol açan şey, bir müslümanı öldürmeye niyet etmesi ve bu konuda kararlı olmasıdır. Zira ölenin de, öldürenin de hedefi, karşısındakinin hayatına son vermektir. Birinin ötekinden farkı, daha atılgan davranıp muhâtabını öldürmesidir.
     Haksız yere birini öldüren kimse yaptığına pişman olarak samimiyetle tövbe ettiği takdirde, Allah Teâlâ dilerse onu affedebilir. Böyle birinin bağışlanmayacağını söyleyen âlimler de vardır. Fakat şirk dışındaki bütün günahları Allah Teâlâ’nın bağışlayabileceği âyet-i kerimeyle belirlendiğine göre [Nisâ (4), 48, 116] Allah Teâlâ dilerse bunları da bağışlar veya cezalandırır.
     Hadisimizin “Kim bir mü’mini kasten öldürürse, cezası, içinde ebediyyen kalacağı cehennemdir” âyet-i kerîmesini açıkladığı söylenebilir. Dikkat edileceği üzere Peygamber Efendimiz hem ölen hem de öldüren hakkında “müslüman” kelimesini kullanmıştır. Demek oluyor ki, birbirini kasten öldürenler büyük günah işlemekle beraber müslümanlıktan çıkmazlar. Allah’a şirk koşmayan kimsenin ebediyyen cehennemde kalmayacağı, cezasını çektikten sonra cehennemden çıkacağı bilindiğine göre, birbirini öldüren müslümanların da ebediyyen cehennemde kalmayacağı anlaşılmaktadır. Demek oluyor ki, âyet-i kerîme yapılan günahın büyüklüğünü belirtmekte, bu işe teşebbüs edecek olanları ağır ceza ile tehdit etmektedir.
     Bu hadîs-i şerîf münasebetiyle iki büyük ashâb kitlesinin birbiriyle yaptığı savaşlar hâtıra gelmekte ve onların durumu merak edilmektedir. Bu konuda söylenecek en doğru ve kestirme cevap şudur:
     Onlar ashâb ve müctehid kimselerdi. “Mü’minlerden iki grup birbiriyle çarpışırlarsa, aralarını düzeltin” [Hucurât sûresi (49), 9] âyet-i kerîmesi gereğince zan ve kanaatlerine göre bir tarafı haklı buldular ve o tarafta yer aldılar. Maksatları birilerini öldürmek, karışıklık çıkarmak değil, müslümanların arasını bulmaktı. Şüphesiz bu olayların çıkmasına sebep olanlardan biri haklıydı. Haklı olmayan tarafta yer alan sahâbîlerin niyeti haksızı savunmak değildi. Onların düşüncesine göre de tuttukları taraf haklı idi. İctihâdında haklı olanın iki sevap, yanılan âlimin ise bir sevap kazandığı bilinen bir gerçektir.
     Bu olaylarda iki gruba ayrılan ashâbın birbirine bakışını, Hz. Ali’nin karşı grup hakkında söylediği şu söz ne güzel ifade etmektedir:
     “Bunlar bize karşı haksızlık eden kardeşlerimizdir.” Herşeye rağmen onlar yine de biribirlerine kardeş gözüyle bakıyorlardı. Onların bu bakış açısına iltifat etmeyerek taraflardan birini itham etmeye kalkmak, aradan geçen bunca yüzyıldan sonra bizi doğruya götürmez.
     Hiçbir zaman unutulmamalıdır ki, Allah Teâlâ onları: “Siz insanların arasına çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz” [Âl-i İmrân (3), 110] diye methetmiştir. “En hayırlıları” eleştirme yetkisini kendisinde bulanların onlardan da hayırlı olması, değilse susması gerekir.

     Hadisten Öğrendiklerimiz
     1. Günah işlemeye niyet edilerek kesin karar verilir, bu kararı kalb de onaylarsa, artık o günah işlenmiş sayılır (12. hadiste bu konu ele alınacaktır).
     2. Allah’ın verdiği canı haksız yere alma yetkisi kimseye verilmemiştir. Bu sebeple birini öldürmeye kalkmak, Allah’a ait yetkiye müdâhale etmek olduğundan cezası cehennemdir.
     3. İyiliklerde olduğu gibi kötülüklerde de niyete bakılır.

4 Mart 2013 Pazartesi

KELİMELER - KAVRAMLAR / SAHİH-İ BUHARÎ

KELİMELER - KAVRAMLAR
SAHİH-İ BUHARÎ

     İslam kültürünün, Kur'ân-ı Kerim'den sonra en güvenilir ve en sahîh kitabı; İslam alimlerine göre, sırf sahih hadisleri bir araya toplamak için yazılmış sahih hadis eseri. İmam Muhammed b. İsmail el-Buharî'nin Sahihine verdiği tam isim "El-Camiu's-Sahîh Müsnedul-Muhtasar min Ümüri Rasulillah (s.a.s) ve Eyyâmihi"dir.
     İmam Buhârî küçük yaştan itibaren hadisle meşgul olmaya başlamıştır. Henüz on altı yaşında iken Abdullah b. Mübarek ve Veki b. Cerrâh'ın kitaplarını ezberlemiş; daha sonraları hadis toplamak için ülkeler dolaşmıştır. Suriye, Cezire, Basra, Kufe, Hicaz gibi o günün belli başlı ilim merkezlerini gezmiş ve oralardaki üstadlardan hadis tahsil etmiştir.
     İmam Buharî bu eserini hocası İshak b. Nâhüye'nin "Rasûlüllah'ın sahih hadislerini muhtasar bir kitapta toplasanız" diye temennide bulunması üzerine tasnif etmiştir (İbn Hacer, Hedyü's-Sâri, Mısır 1407, s. 9).
     Buhârî'nin bu kitabı, kendi zamanına kadar telif edilen ve zamanından sonra da telif edilecek olan bütün hadis kitapları arasında birinci dereceyi almış ve İslâm alimleri arasında en sahih hadis kitabı olarak kabul edilmiştir. Hiç kimse bir başka hadis kitabının Buhârî'nin kitabından daha sahih olduğunu ileri sürmemiştir. İmam Buharî sahih oluşuna hükmedilen bütün hadisleri bu kitabına almış değildir. O sadece sahih hadisler arasından kendi şartlarına uyanları seçmiş ve kitabına koymuştur. Zira Buhârî'nin Sahihinin dışında bulunan pek çok hadisin sahih oluşunu kendisi ifade etmiştir (İbn Kesir, İhtisaru Ulumil-Hadîs, thk Ahmed Muhammed Şakir, Beyrut 1951, s. 25).
     Buhârî, Sahihini altı yüz bin hadis arasından seçmiş ve kitabını Mescid-i Haram'da telif etmiştir. Hadis mu'cemi Concordance'a göre 97 kitab ve 3730 babtan oluşmaktadır. Tekrar olunan hadisler dâhil 7275 hadis ihtivâ etmektedir. Mükerrerler dışında dört bin hadis bulunmaktadır (İbn fşesir, a.g.e., s. 25).
     Ebul-Heysem el-Küşmeyhenî, Firabrî'den o da Buharî'den şöyle dinlemiş: Kitabu's-Sahihin içine, önce yıkanıp iki rekat namaz kılmadıkça hiç bir hadis koymadım. el-Camiu's-Sahîh'i altıyüz bin hadis içinden seçip onaltı senede tasnif ettim ve bunu kendim ile Allah arasında bir hüccet kıldım. El-Câmiu's-Sahîh kitabına sahih olduğunu gerçekten bildikten sonra iki rekat namaz kılıp, bir de Allah'a istihâre etmedikçe hiç bir hadis koymadım. Bu kitabıma sırf sahih olan hadisleri koydum, sahih hadislerden bir kısmını da kitap uzamasın diye bıraktım (İbn Hacer, Hedyü's-Sârî, Mısır 1407 s. 9).
     Buhârî, bab başlıklarını çoğu zaman ayet-i kerimelerden, bazan hadislerden iktibaslarla ve bazan da serbest şekilde fakat fıkhî bir anlam taşıyacak tarzda seçtiği ibârelerle tanzim etmiştir. Bu yüzden "Buharî'nin fıkhî görüşleri bab başlıklarındadır" sözü meşhur olmuştur.
     Buharî gerek bab başlıklarının seçiminde, gerek o başlıklar altında zikrettiği hadislerde, konuların kesin hükme bağlanmış olup olmadığına, o konuda kendisine ulaşmış sahih bir hadisin bulunup bulunmadığına işaret etmiş olmaktadır.
     Buhârî, aynı hadisi, aynı hadisin çeşitli rivayetlerini bir yerde toplamak yerine, ilgili oldukları yerlerde tekrar etmek suretiyle bir hadisten birden fazla hüküm ve pratik sonuçlar çıkarılabileceğini göstermiştir (İsmail Lütfi Çakan, Ana Hatlarıyla Hadis, İstanbul 1983, s. 124).
     Buhârî, bazan bir hadisi ilgisi dolayısıyla ve ondan ahkâm çıkarmak düşüncesiyle, muhtelif kitapların çeşitli bablarında hadisi bölerek ("takti") tekrarlar. Ancak çoğu kere böyle hadisi değişik yerlerde verirken ayrı ayrı senedle zikretmeye dikkat eder. Bununla da hadisin değişik senedlerle rivâyet edilmiş olduğunu ispatlamış olur. Hadis kitaplarında görülen tekrarları müellifler boş yere tekrar edip durmamışlardır. Bunun bir çok ve büyük hizmetleri vardır. Söz gelimi; senedin teaddüdü, metne ait lâfızların muhtelif oluşu bunlardan bazıları da bazan bir hadisin tek bir sahâbîden, değişik senedlerle ve farklı lafızlarla rivayet edildiği olur. Müelliflerin bütün rivayetleri toplama arzu ve hırsları dolayısıyla kitaplarında tekrarlar görülür (Ahmed Abdurrahman El-Bennâ Es-Saatî, El-Fethu'r-Rabbanî li Tertîbi Müsnedil-İmam Ahmed EşSeybanî, Kahire 1358, I, s. 15).
     Buharî'nin bir hadisi, Sahih'in 13 yerinde tekrarladığı olmuştur (Nureddin Itr, El-İmam et-Tirmizî vel-Müvâzene beyne Câmühi ve beyne's-Sahîhayn, Halep 1970, s. 93-98). İmam Buhârî yaptığı bu tekrarlarda her defasında da başka başka hocalarından rivayet ettiği farklı sened ve metinleri verir. Böylece hem hadisi kuvvetlendirir, hem de lafız farklılıkları dolayısıyla başka başka hükümlerin elde edilmesini sağlar (İsmail Lütfi Çakan, Hadis Edebiyatı, İstanbul 1985, s. 50).
     İmam Buharî Sahih'inde ayrıca hadislerde geçen garib kelimeleri de yer yer açıklar. Aynı şekilde onun müşkilül-hadîs konusunda da açıklama yaptığı görülür (Nureddin Itr, a.g.e., s. 225-226).
     Buharî'nin Sahîh'inde yirmi iki adet "sülâsî" (üç râvi ile Rasûlüllah (s.a.s)'a ulaşan) hadîs bulunmaktadır (Nureddin Itr, a.g.e., s. 16; Mübârekfurî, Tuhfetul-Ahvezî (Mukaddime), Kahire 1359, I, 249).
     İslâm ümmeti Kur'ân-ı Kerim'den sonra en sahîh kitap olarak "Sahihayn" denilen Buhârî ve Müslim'in kitaplarını kabul etmiştir. Bu iki sahih hadis kitabının birbirine kıyası yapıldığı zaman en sahîh olanın Buhârî'nin kitabı olduğu anlaşılmıştır. Çünkü İmam Müslim Buhârî'den istifade etmiş, ona talebe olmuştur; hocasının eserlerinden istifade etmiş ve ona dayanmıştır. Bunun için Dârekutnî, "Eğer Buhârî olmasaydı, Hadis ilminde Müslim ortaya çıkmaz ve bu mertebeye ulaşmazdı" demiştir (İbn Hacer, Hüzhelü'n-Nazar, Mısır (t.y), s. 31). Bu yüzden de, devrin siyasî olayları sebebiyle birçokları Buhârî'nin çevresinden uzaklaşırken, İmam Müslim onu değil terk etmek; tam aksine onun yanında yer almıştı. Hatta kendi hocası Yahya ez-Zühlî (257/870)'nin "Kim, mes'eletül-lafz (yani Kur'ân'ın lafzını telaffuz etmenin mahlukiyeti meselesi)de Buhârî, ile aynı görüşte ise meclisimizden ayrılsın" demesi üzerine Müslim, herkesin gözü önünde meclisi terketti. Zühlî'den dinlediği hadisleri de bir çuvala koyarak Zühlî'ye gönderdi. Sahîhinde Zühlî'den rivâyette bulunmadı (Mehmed Sofuoğlu, Sahih-i Müslim ve Tercemesi, I, XXVIII).
     Buharî ve Müslim tasnif olunmuş hadis kitapları arasında en güvenilir olmalarıyla birlikte; alimlerin çoğunluğuna (cumhür) göre, Buhârî'nin kitabının Müslim'in kitabına tercih olunacağı açıklanmıştır. Sahih-i Buhârî'nin Sahih-i Müslime takdim olunuşunun çeşitli sebepleri bulunmaktadır. Bunları şöylece özetlemek mümkündür:
     1. Buhârî'nin kendilerinden hadis nakletmekte tek kaldığı ravilerin sayısı 430 kadar olup, bunlardan yalnız 80'i za'f yönünden tenkid edilmiştir. Müslim'in kendilerinden hadis almakla tek kaldığı ravilerin sayısı ise 620'yi bulur ve bunlar arasında tenkide uğrayanlar 160 kişidir. Şüphesiz, tenkide uğramayan kimselerden hadis rivâyet etmek tenkide uğrayan kimselerden rivayet etmekten daha iyidir. Hiç olmazsa, tenkide uğrayanlardan daha az hadis alınması tercih sebeplerinden biri olur (Talat Koçyiğit, Hadis Istılahları, Ankara 1980, s. 388).
     2. Buhârî'nin tenkit olunan kimselerden rivayetle tek kaldığı ravilerin çoğu, kendileriyle karşılaştığı, onlarla birarada bulunduğu hallerini yakından tanıdığı, hadislerine muttali olduğu ve sahih olanlarını bildiği kendi hocalarıdır. Halbuki Müslim'de tenkit edilen kimselerden hadis almakla tek kaldığı râviler, kendi asrından önceki tabakalardandır. Aslında muhaddis, kendi şeyhlerini, onlardan öncekilere nisbetle daha iyi tanır.
     3. Buhârî'nin sıhhat için ortaya koyduğu şartlar, daha kuvvetli ve daha şiddetlidir. Buhârî hadislerini genellikle hıfz ve itkan yönünden birinci tabakada yer alan râvilerden muttasıl olarak, bunu takib eden tabakalardakinden ta'lîk olarak naklettiği halde; Müslim, asıl olan hadisleri genellikle bu ikinci tabakadaki ravilerden almıştır (Talat Koçyiğit, a.g.e., s. 388)
     4. Buhârî, ravide, kendisinden hadis rivayet ettiği kişi ile bir defa da olsa karşılaşmış olma şartını arar. Müslim ise, görüşmüş olmayı değil görüşebilme imkanın olmasını yeterli görür (İsmail Lütfi şakan, Hadis Edebiyatı, İstanbul 1985, s. 60).

     Sahih-i Buhârî'nin pek çok nüshaları bulunmaktadır. Zira Buhârî, Sahih'ini bizzat kendisi onbinlerce talebeye okutmuştur. Bu kadar talebe içinden bin kadarı Sahih'in râvisi olmuştur. Bunların içinden de ancak beş tanesinin isimleri bilinmektedir. Bunlar, sırasıyla, el-Firebrî, en-Nesef, En-Nesevî, el-Bezdevî ve el-Mehâmilî'dir (İsmail Lütfi Çakan, a.g.e., s. 50). Sultan Abdülhamid'in emriyle ve Yünînî nüshası esas alınarak Mısır'da 1313te yapılan dokuz cilttik Buhari baskısı en güvenilir olanıdır. Hacı Zihni Efendi tarafından harekelenerek Matbaa-i Âmire'de 1315 yılında sekiz cild halinde yapılan baskı da muteberdir ve memleketimizde yaygındır.
     Sahih-i Buhârî üzerinde ayrıca pek çok şerhlerde yazılmıştır. Bu şerhlerden bu gün elde mevcut ve mütedâvil olanları Kirmanî'nin şerhi, İbn Hacer'in F'ethul-Barî" si; Aynî'nin "Umdetül-Kârî"si ve Kastallânî'nin "İrşâdu's-Sârî" isimli şerhidir. Sahih-i Buhârî'nin bir ihtisarı olan ez-Zebîdî'nin Et-Tecrîdi's-Sarîh li ehâdîsil-Câmü's-Sahîh" i Türkçeye Ahmed Naim ve Kamil Miras tarafından tercüme edilmiştir. Buhârî'nin tam olarak tercümesi de ayrıca Mehmed Sofuoğlu tarafından "Sahih-i Buhârî ve Tercemesi" adıyla gerçekleştirilmiş ve İstanbul'da basılmıştır.

ŞAMİL İSLAM ANSİKLOPEDİSİ
Sabahaddin YILDIRIM

26 Şubat 2013 Salı

İSLAM TARİHİ / PEYGAMBER EFENDİMİZ (sav.)'in Hz. SAFİYYE VALİDEMİZ İLE EVLENMESİ

İSLAM TARİHİ
PEYGAMBER EFENDİMİZ (sav.)'in
Hz. SAFİYYE VALİDEMİZ İLE EVLENMESİ

     Hayber fethinde esir alınanlar arasında Hz. Safiyye de bulunuyordu.
     Asıl ismi “Zeyneb” olan Hz. Safiyye, Benî Nadîr Reisi Hu­yey b. Ahtab’ın kızı idi. Annesi ise, Benî Kurayza Yahudileri eşrafından olan Semevel’in kızı Berre idi. Hayber Yahudileri reislerinden Rebi’ b. Hukayk’ın oğlu Kinâne’yle yeni evlenmişti. Hayber günü Rebi öldürülünce dul kalmıştı. Müslümanlar ta­rafından da Kamus Kalesi’nin teslim olması sırasında esir alınmıştı. [1]
     Esirler toplandığı zaman Dıhyetü’l-Kelbî, Resûl-i Ekrem Efendimize gelip bir cariye istemişti. Peygamber Efendimiz de esirler arasından bir cariye alma­sına müsaade buyurmuştu. Bunun üzerine Hz. Dıhye, Hz. Safiyye’yi be­ğenip al­mıştı. [2]
     Fakat ashab-ı kiram, Hz. Safiyye’nin Hayber Reisinin ge­lini ve Benî Na­dîr’in en şerefli bir ailesinin kızı olduğunu düşünerek bunu uygun görmedi. Hz. Re­sû­lul­lah’a gelerek, “Yâ Re­sû­lal­lah! Benî Ku­rayza ve Benî Nadîrlerin reisi Huyey’in kızı Safiyye’yi Dıhye’nin alması uygun değildir! Onu ancak sen al­malısın!” diyerek itiraz etti­ler. [3]

     Peygamber Efendimiz bu itirazı kabul etmediği takdirde ashab-ı güzinin kal­ben rahatsız olacakları muhakkaktı. Bunun üzerine Efen­dimiz, Hz. Dıh­ye’ye başka bir kadın almasını emir buyurdu; Hz. Bilâl’i de, Hz. Safiyye’yi ge­tirmeye gönderdi.
     Hz. Bilâl’in Hz. Safiyye’yi Getirmesi
     Hz. Bilâl, Hz. Safiyye’yi, yine esir düşen amcası kızıyla alıp getirirken, on­ları Yahudi erkeklerinden iki kişinin cese­dinin yanından geçirdi. Amcası kızı bu manzarayı görür görmez feryat ve figana başladı; yüzünü parçalayıp, ba­şı­na topraklar saçtı.
     Uzaktan durumu fark eden Resûl-i Ekrem Efendimiz, yanına gelen Hz. Bi­lâl’e, “Ey Bilâl! Senden merhamet ve şefkat duy­gusu sökülüp atıldı mı ki bu ka­­dıncağızları ölülerinin yanından geçirdin?” [4] buyurdu.
     Hz. Bilâl, mahcup mahcup huzurda boynunu büktü ve “Yâ Re­sû­lal­lah! Zâ­tı­nı­zın bundan rahatsız olacağını tahmin etmemiştim” diyerek özür diledi.
     Resûl-i Ekrem Efendimiz, Hz. Safiyye’yi arka tarafına almalarını emrede­rek üzerine de omuz atkısını örttü. Bunun üzerine sahabe­ler, Peygamber Efen­di­mizin onu kendisine başkumandanlık hakkı [safiy] olarak aldığını an­la­dılar. [5]
     Peygamber Efendimizin harp sonrası bir prensibi de, mağlup ettiği veya teslime mecbur bıraktığı düşmanla uzlaşma yoluna gitmesi idi. Hz. Safiyye ai­lesi, Yahudiler arasında itibarlı ve şerefli bir aileydi. Elbette, onun mevkiinin muhafazası, İslamiyet ve Müslümanlar için iyi neticeler ve faydalar doğurabi­lecekti. Bir diğer husus da, Resûl-i Ekrem’in bazı evliliklerinde siyasî durumu göz önünde bulun­durmasıydı. Bir kabilenin veya bir kavmin ileri gelenlerin­den birinin kızını almakla, o kavmi, o kabileyi, düşman ise İslamiyete ve Müslümanlara karşı düşmanlıklarını en azından hafifletip yumuşatıyor, dost ise bu dostluğun daha da kuvvet bulmasını sağlıyordu. Hz. Cüveyriye ve Hz. Ümmü Habibe ile evlenmelerinde bu hususlar gayet açık görülür.
     Hz. Safiyye’nin Tercihi
     Resûl-i Ekrem Efendimiz, Hz. Safiyye’ye İslam’ı anlattı ve “Eğer Müslüman olursan, ben seni kendime zevce edine­ceğim; şayet Yahudiliği tercih edecek olursan seni azat ederim, sen de gider, kavmine kavuşursun!” [6] buyurdu.
     Resûl-i Kibriya Efendimizle bir kerecik olsun görüşüp kendisinden birkaç kut­sî kelâm duyan Hz. Safiyye, tercihini doğru yaparak, aynı zamanda kalbi­nin safiyetini ve derin anlayışını açıkça ortaya koydu: “Yâ Re­sû­lal­lah! Siz beni İs­lamiyete davet etmeden önce, konak yerine geldiğimde, Müslümanlığı ar­zu­la­mış ve seni tasdik etmiş bulunuyordum! Yahudilikle benim hiçbir ilgim kal­mamış ve ona artık ihtiyacım da yoktur. Hayber’de de artık ne babam ne de kar­deşim vardır! Sen, beni küfürle İslamiyetten birini seçmekte serbest bırakı­yorsun! Allah ve Allah’ın Resûlü, bana azat edilmem­den ve kavmimin yanına dönmem­den daha sevgilidir! Ben onları ter­cih ediyorum!” [7]
     Bunun üzerine Peygamber Efendimiz, Hz. Safiyye’yi hürriyetine kavuş­turdu ve onu Ezvac-ı Tâhirat arasına katarak şereflendirdi. [8]
     Resûl-i Ekrem Efendimiz, Hz. Safiyye ile Hayber’de ger­değe girmedi. Sibar mevkiine geldiği zaman ise, Hz. Safiyye bu işe muvafakat etmedi. Ancak Hayber’den on iki mil kadar uzaklaştıktan sonra Sahba’da muvafakat etti. Peygamber Efendimiz, “Sibar’da konmak istediğim zaman râzı olmamanın se­bebi neydi?” diye sorunca, Hz. Safiyye, “Yâ Re­sû­lal­lah!” dedi. “Yahudilerin yakınında sana bir zararın gelebileceğinden kork­muştum. Onlardan uzakla­şınca emniyete kavuştum!” [9]
     Resûl-i Ekrem Efendimiz, onun bu bağlılığından memnun oldu. Resûl-i Ekrem Efendimiz, Sahba mevkiinde Hz. Safiyye ile kendisine âit ça­dırda gerdeğe girdi.

     Hz. Safiyye’nin Rüyasını Anlatması
     Peygamber Efendimiz, Hz. Safiyye’nin yüzünde bir darbe çürüğü gördü. Se­bebini sordu. Hz. Safiyye izah etti: “Kinâne, b. Rebi ile evlendiğim ilk gece bir rüya görmüştüm. Rüyamda Medine tarafından bir ayın gelip kucağıma düştüğüne şahit oluyordum. Bunu Kinâne’ye anlatınca kızdı ve ‘Sen ancak Hicaz Hükümdarı Muhammed’e var­mak istiyorsun!’ diyerek yüzü­me bir tokat vurdu. Onun izi kaldı.” [10]
     Hz. Ebû Eyyûb’un Fedakârlığı
     Hz. Ebû Eyyûb el-Ensarî, kılıcını kuşanıp o gece sabaha kadar çadırının et­ra­fında dolaşarak Peygamber Efendimizi beklemişti.
     Resûl-i Kibriya Efendimiz, sabahleyin erkenden çadırından çıkınca, Hz. Ebû Eyyûb tekbir getirdi. Peygamber Efendimiz onu elin­de kılıç, çadırın yanında görünce, “Yâ Eba Eyyûb! Nedir bu halin?” diye sordu.
     Bütün gece gözü uyku tutmayan fedakâr sahabe, “Yâ Re­sû­lal­lah!” dedi. “Harpte babasını, kardeşini, kocasını, amcasını, akraba ve taallûkatını kaybe­den ve henüz yeni Müslülüman olan bu kadından sana bir zarar gelebileceğin­den korktum da çadırını bekledim!” [11]
     Resûl-i Kibriya Efendimiz, mübarek tebessümleri arasında, “Allah, seni hay­ra erdirsin!” diye buyurdu ve arkasından ona şu duayı yaptı: “Allahım! Beni koruyarak gecelediği gibi, sen de Ebû Eyyûb’u koru!” [12]
     Mücahitlerin Sabah Namazını Kaçırmaları
     Resûl-i Kibriya Efendimiz, ashab-ı kiramla Medine’ye yaklaşmıştı. Sabah na­mazı vaktine de fazla bir zaman kalmamıştı. Mücahitler, bütün gece yol al­dık­ları için, bir nebze istirahat etmek maksadıyla, Peygamber Efendimizin em­riyle bir yerde konakladılar.
     Resûl-i Ekrem Efendimiz, “Sabah namazı vaktinizi kim bekleyecek? Belki uyuyabiliriz” diye ashab-ı kirama sordu.
     Hz. Bilâl ayağa kalkıp, “Ben beklerim yâ Re­sû­lal­lah!” dedi.
     Bunun üzerine, Resûl-i Ekrem Efendimizle mücahitler uyudular.
     O arada Hz. Bilâl de namaza durdu. Uzun müddet namaz kıldı. Sonra çök­müş devesine yaslanarak sabah namazı vaktini gözlemeye başladı. Bu arada uy­kuya daldı. Mücahitlerin “İnnâ lillah ve innâ ileyhi râciûn” demeleriyle an­cak uyanabildi. Güneş doğmuş, her taraf aydınlanmıştı!
     Resûl-i Ekrem Efendimiz, telâşla, “Ey Bilâl! Nedir bu yaptığın bize?” diye­rek sitem etti.
     Hz. Bilâl, “Anam babam, sana feda olsun yâ Re­sû­lal­lah! Senin ruhunu tutan kudret, benim de ruhumu tuttu, bırak­madı!” deyince, Resûl-i Ekrem Efendimiz gülümseyerek, “Doğru söyledin!” buyurdu. [13]
     Sahabelerin uyuyakaldıkları vadiden çıkılınca, Resûl-i Ekrem Efendimiz, “Burası, şeytanların eğleştiği bir vadidir!” buyurdu ve abdest aldıktan sonra Hz. Bilâl’e, “Ey Bilâl! Ezanı oku!” diye emretti. Ezan okununca Müslümanlar toplandı. Peygamber Efendimiz onlara, “Sabah namazının sünne­tini kılınız” bu­yur­du. Sünnet kılındıktan sonra Peygamber Efendimiz, “Ey Bi­lâl! Kamet getir” de­di. Hz. Bilâl kamet getirdi.
     Peygamber Efendimiz, imam olup namazı kıldırdıktan sonra, ashab-ı ki­rama döndü ve “Herhangi biriniz, uyur veya unutuverir de namazını geçirirse, onu vaktinde kıldığı şekilde kılsın, kazâ etsin” diye buyurdu. [14]
     Medine’ye Dönüş
     Fahr-i Kâinat Efendimiz, bütün bu olup bitenlerden sonra mücahitlerle bir­likte tekrar Medine’ye doğru yol aldı. Uhud dağı görününce, “Biz Uhud’u se­ve­­­riz, Uhud da bizi!” diye buyurdu. Ordusuyla Medine’ye girerken de, “Yâ Rab­­bi! Sen­den başka mâbud yoktur; yalnız sen varsın. Senin ortağın yoktur; bü­­tün mülk senindir. Bütün hamd da senindir. Allahım! Biz, sana yöneldik; gü­­nahlarımızdan tevbe ediyoruz. Biz, ancak Rabbimize ibadet, Rabbimize sec­de, Rabbimize hamd ederiz. Rabbimiz vaadinde sâdıktır; kuluna (Muham­med’e) nusret etmiştir, yalnız başına bütün düşman topluluklarını hezimete uğ­ratıp sindirmiştir” [15] diye dua etti. [16]
______________________________________________________________
Notlar:
[1] İbn Hişam, Sîre, c. 3, s. 350; İbn Sa’d, Tabakat, c. 8, s. 120.
[2] Ebû Dâvûd, Sünen, c. 3, s. 153.
[3] Ahmed-i İbn Hanbel, Müsned, c. 3, s. 102.
[4] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 351.
[5] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 351.
[6] İbn Sa’d, a.g.e., c. 3, s.123.
[7] İbn Sa’d, a.g.e., c. 3, s.121-123.
[8] İbn Sa’d, a.g.e., c. 3, s.121-125
[9] İbn Sa’d, a.g.e., c. 3, s.122-123.
[10] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s.351; İbn Sa’d, a.g.e., c. 8, s. 121.
[11] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s.351; İbn Sa’d, a.g.e., c. 8, s. 126.
[12] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 354-355.
[13] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 355.
[14] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 355; İbn Kayyim, Zâdü’l-Meâd, c. 2, s. 163.
[15] İbn Sa’d, a.g.e., c. 8, s. 123-124.
[16] Peygamber Efendimiz, herhangi bir gazâdan, hacdan veya bir umreden döndüklerinde, bir dağ başı­na çıkınca, yahut düz, yüksek bir sahaya varınca üç defa tekbir getirdikten sonra hep bu duayı yapardı.
Yazar: Salih Suruç

Kitap Tanıtımı ღ💗ღ Yazar Şüheda Derya Terzi ❀💗❀ A'MAK-I ERVAH

  Kitap Özgün <kitapokuyalim@gmail.com> okunmadı, 00:18 (10 dakika önce)     alıcı gonulerleri@googlegroups.com      2007 de birkaç...