6 Mart 2013 Çarşamba

İLLER BANKASI A.Ş. UZMAN YARDIMCISI VE TEKNİK UZMAN YARDIMCISI 128 KİŞİ ALACAK

İLBANK A.Ş.
İLLER BANKASI A.Ş.
UZMAN YARDIMCISI ve
TEKNİK UZMAN YARDIMCISI 
GİRİŞ SINAVI DUYURUSU



     1. GENEL
     Bankaya giriş sınavı ile Genel Müdürlük ve Yurt İçi Hizmet Birimlerinde sözleşmeli olarak çalıştırılmak üzere Uzman Yardımcısı ve Teknik Uzman Yardımcısı alınacaktır.
     2. GİRİŞ SINAVI ŞARTLARI
     Sınava başvuracak adayların aşağıdaki şartları taşıması gereklidir:
     a) Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olmak,
     b) En az 4 yıllık eğitim veren yükseköğretim kurumlarının
· Uzman Yardımcılığı için;
     İşletme,
· Teknik Uzman Yardımcılığı için;
     İnşaat Mühendisliği,
     Makine Mühendisliği,
     Elektrik Mühendisliği,
     Elektrik-Elektronik Mühendisliği,
     Harita Mühendisliği,
     Mimarlık
bölümlerinden, bu bölümlere denkliği yetkili makamlarca onaylanmış dallardan mezun olmak ya da bu alanlarda denkliği Yüksek Öğretim Kurulu (YÖK) tarafından kabul edilen yabancı fakültelerden birini bitirmiş olmak,
     c)
Yazılı sınava giriş tarihinde 35 yaşını doldurmamış olmak,
     ç) Kamu haklarından yasaklı bulunmamak,
     d) 26/9/2004 tarihli ve 5237 sayılı Türk Ceza Kanununun 53 üncü maddesinde belirtilen süreler geçmiş olsa bile; kasten işlenen bir suçtan dolayı bir yıl veya daha fazla süre ile hapis cezasına ya da affa uğramış olsa bile Devletin güvenliğine karşı suçlar, anayasal düzene ve bu düzenin işleyişine karşı suçlar, zimmet, irtikâp, rüşvet, hırsızlık, dolandırıcılık, sahtecilik, güveni kötüye kullanma, hileli iflas, ihaleye fesat karıştırma, edimin ifasına fesat karıştırma, suçtan kaynaklanan malvarlığı değerlerini aklama veya kaçakçılık suçlarından mahkûm olmamak,
     e) Askerlikle ilgisi bulunmamak,
     f) Diğer resmi veya özel kurum ve kuruluşlara mecburi hizmet yükümlülüğü bulunmamak,
     g) Görevini devamlı yapmasına engel olabilecek bir hastalığı bulunmamak,
     ğ) İlgili mevzuat hükümlerine göre mali sektörde ve bankalarda çalışması yasaklanmamış olmak,
     h) Banka tarafından daha önce açılan Uzman Yardımcılığı veya Teknik Uzman Yardımcılığı giriş sınavlarına bir defadan fazla girmemiş olmak,
     ı) Bankaya alınacak Uzman Yardımcıları ve Teknik Uzman Yardımcılarının öğrenim dalları itibariyle dağılımı aşağıdaki şekildedir:


ÖĞRENİM DALLARI VE KONTENJANLARI (GENEL MÜDÜRLÜK)
Birimler/
Branşlar
İnşaat Müh.
Harita Müh.
Makina Müh.
Elektrik,
Elektrik-Elektronik Müh.
Mimar
İşletme Bölümü
Toplam
Genel Müdürlük Toplam
22
-
2
1
5
10
40
ÖĞRENİM DALLARI VE KONTENJANLARI (YURT İÇİ HİZMET BİRİMLERİ)
Birimler/
Branşlar
İnşaat Müh.
Harita Müh.
Makina Müh.
Elektrik,Elektrik-Elektronik Müh.
Mimar
İşletme Bölümü
Toplam
Bursa Bölge Müdürlüğü
1
1
2
Diyarbakır Bölge Müdürlüğü
1
1
1
3
Elazığ Bölge Müdürlüğü
1
1
2
Erzurum Bölge Müdürlüğü
2
1
1
4
Eskişehir Bölge Müdürlüğü
1
1
Gaziantep Bölge Müdürlüğü
1
1
2
İstanbul Bölge Müdürlüğü
3
2
5
İzmir Bölge Müdürlüğü
1
1
2
Kastamonu Bölge Müdürlüğü
2
1
1
4
Kayseri Bölge Müdürlüğü
3
1
1
5
Konya Bölge Müdürlüğü
1
1
Samsun Bölge Müdürlüğü
2
2
Sivas Bölge Müdürlüğü
1
1
1
1
4
Trabzon Bölge Müdürlüğü
1
1
1
3
Van Bölge Müdürlüğü
4
1
1
1
1
8
Yurt İçi Hizmet Birimleri Toplam
22
8
5
7
6
-
48
Genel Toplam
44
8
7
8
11
10
88

     Yurt İçi Hizmet Birimlerine atanacak adayların atandıkları yerde en az üç yıl süreyle çalışmaları zorunludur.
     Buna göre; Öğrenci Seçme ve Yerleştirme Merkezi Başkanlığı (ÖSYM) tarafından 2011 ve 2012 yıllarında yapılan Kamu Personeli Seçme Sınavlarında Uzman Yardımcısı olarak istihdam edilecek İşletme mezunları için KPSS29, Teknik Uzman Yardımcısı olarak istihdam edileceklerde ise KPSS1 puan türlerinden yetmiş (70) ve üzeri puan almak kaydıyla, en yüksek puan alan adaydan başlamak üzere ayrılan kontenjanın beş (5) katı aday arasına girmek, (Öğrenim dalları itibariyle Giriş Sınavına katılma hakkını elde eden en son adayla eşit puan almış adayların tümü giriş sınavına çağrılacaktır.)
     i) İngilizce, Fransızca, Almanca ve Arapça dillerinin birinden ilan tarihi itibariyle son beş yıl içerisinde KPDS/ÜDS’den 50 puan almış olmak veya buna denk kabul edilen ve uluslararası geçerliliği bulunan belgeye sahip olmak veya ÖSYM tarafından 2011 ve 2012 yıllarında yapılan Kamu Personeli Seçme Sınavlarının (KPSS) yabancı dil test sınavından en az 30 doğru cevap sayısına sahip olmak,

     3. BAŞVURULAR
     a) Sınava girmek isteyen adaylar İş Talep Formu’nu 05.03.2013–20.03.2013 tarihleri arasında Bankanın web sayfasından ( www.ilbank.gov.tr) doldurup JPEG formatındaki fotoğraflarını da ekleyerek elektronik ortamda göndereceklerdir.

     b) Adaylar müracaatlarını gerçekleştirdikten sonra aynı sitede yer alan “Başvuru Kontrol” tuşunu kullanarak başvurularının Banka tarafından sağlıklı olarak kayıt edilip edilmediğini kontrol edeceklerdir.
     c) Adaylar giriş yaptıkları İş Talep Formunun çıktısını alıp imzalayarak 4.maddede (Başvuru Belgeleri) belirtilen belgelerle birlikte İnsan Kaynakları Dairesi Başkanlığına teslim edecekler veya “İller Bankası A.Ş. İnsan Kaynakları Dairesi Başkanlığı Atatürk Bulvarı No:21 06053 Opera/ANKARA” adresine posta ile (iadeli taahhütlü) göndereceklerdir.
     ç) 20.03.2013 Çarşamba günü mesai saati bitiminden (Saat 17:30) sonra yapılacak başvurular dikkate alınmayacaktır. Posta yolu ile yapılan başvurularda, başvuru için istenilen belgelerin İnsan Kaynakları Dairesi Başkanlığına son başvuru tarihi mesai saati bitimine kadar ulaşması gereklidir. Postadaki gecikmeler kabul edilmez.
     Sınava katılmaya hak kazanan adaylara fotoğraflı sınav giriş belgesi verilir. Sınav giriş belgesi olmayan adaylar ile bu belgelerde kazıntı, silinti ve bunun gibi tahrifatlar tespit edilen adaylar sınava katılamazlar.
     İstenilen belgelerde gerçeğe aykırı beyanda bulunduğu tespit edilenlerin sınavı geçersiz sayılır ve atamaları yapılmaz. Bunların atamaları yapılmış olsa dahi iptal edilir. Bu kişiler hiçbir hak talep edemezler.
     Gerçeğe aykırı belge verdiği veya beyanda bulunduğu tespit edilenler hakkında Cumhuriyet Başsavcılığına suç duyurusunda bulunulur.
     d) Adaylar Genel Müdürlük ve Yurt İçi Hizmet Birimlerinden sadece birisi için başvuruda bulunacaklardır.
     e) Bankaca yapılan değerlendirme sonucu aranan şartları taşıyan adaylardan, en yüksek KPSS puanını alandan başlayarak Genel Müdürlük ve Yurt İçi Hizmet Birimleri için alınacak olan ve ayrı ayrı belirtilen sayının beş (5) katı kadar aday giriş sınavına alınmak üzere Bankanın web sayfasında ilan edilir.

     4. BAŞVURU BELGELERİ
     Giriş sınavına başvuru, Bankanın web sayfasında doldurulan İş Talep Formunun çıktısı ve aşağıda istenilen;
     a) Nüfus cüzdanının fotokopisi
     b) Yüksek öğrenim diploması veya mezuniyet belgesinin fotokopisi, eğitimini yurtdışında tamamlamış olanlar için diploma denkliğinin Yüksek Öğretim Kurulu (YÖK) tarafından kabul edildiğini gösterir belgenin fotokopisi, bu ilanda yer alan bölümlere denkliği yetkili makamlarca kabul edilen alanlardan mezun olanlar da denklik belgesinin fotokopisini teslim etmek zorundadır.
     c) KPSS sonuç belgesi ile 2 nci maddenin (i) bendinde belirtilen asgari yabancı dil düzeyini gösterir belge
     ç) Son 6 ay içinde çekilmiş bir (1) adet vesikalık fotoğrafı
ile birlikte yapılır.

     5. SINAV TARİHİ VE YERİ
     a) Yazılı sınava girmeye hak kazanan adaylar 26.03.2013 – 29.03.2013 tarihleri arasında “Sınav Giriş Belgesi”ni “gazisem.gazi.edu.tr” adresinden alacaktır.
     Sınav giriş belgesi olmayan adaylar sınava alınmayacaklardır. Adaylar sınavda, sınav giriş belgesi ile birlikte resimli nüfus cüzdanı, sürücü belgesi veya pasaport belgelerinden birini ibraz etmek zorundadırlar.
     b) Yazılı sınav 30.03.2013 tarihinde Ankara/Gazi Üniversitesi Hukuk Fakültesi dersliklerinde yapılacak olup, ayrıca sınav yeri Sınav Giriş Belgesinde de belirtilecek ve Banka web sayfasında yayınlanacaktır.
     c) Sözlü sınav Atatürk Bulvarı No:21 Opera/ANKARA adresinde yapılacak olup, sözlü sınav tarihi yazılı sınav sonuçları ile birlikte Banka web sayfasında ilan edilecektir

     6. SINAV ŞEKLİ VE KONULARI

     Sınav, yazılı (test) ve sözlü olmak üzere iki aşamada yapılacaktır.
     Yazılı sınavda adaylara başvurdukları öğrenim dalları ile ilgili temel bilgiler ve mesleki sorular sorulacaktır. Yazılı sınav yüz (100) tam puan üzerinden değerlendirilecek ve en az yetmiş (70) puan alanlar başarılı sayılacaktır. Yazılı sınavı kazananlar Bankanın web sayfasında yayınlanacaktır.
     Yazılı sınavda başarılı olamayan adaylar, sözlü sınava katılamazlar.
     Sözlü sınavda adayların; mesleki konulara hâkimiyeti ile kavrayış, ifade ve temsil kabiliyeti, muhakeme gücü, davranış ve tepkilerinin mesleğe uygunluğu gibi özellikleri değerlendirilir.
     Sözlü sınavda başarılı sayılabilmek için yüz (100) tam puan üzerinden en az yetmiş (70) puan almak gerekir.

     7. KAZANANLARIN İLANI VE ATANMASI
     Yazılı ve sözlü sınav notunun toplamının ikiye bölünmesiyle elde edilen puan esas alınarak, her bir alan için en yüksek puandan başlanarak Genel Müdürlük ve Yurt İçi Hizmet Birimleri itibariyle başarı sıralaması yapılır. Ancak yapılan sıralama sonunda eşitlik olması halinde sırasıyla yazılı notu yüksek olana, yabancı dil puanı yüksek olana ve mezuniyet sonrası eğitim durumu yüksek olana öncelik verilir. Eşitliğin bozulmaması halinde adaylar arasında kura çekilir.
     Sınavda başarılı olanların isimleri, başarı sıralamasına göre, her bir alan için öngörülen sayıda asil aday ve asil adayın yarısı kadar yedek aday ile atama için gerekli belgeler Bankanın web sayfasında ilan edilir.
     Yapılan sınav sonucunda, Genel Müdürlük ve Yurt İçi Hizmet Birimleri için belirlenen sayıdan daha az sayıda adayın sınavı kazanması durumunda, sınav kurulu kararı ile aradaki eksiklik aynı branştan olmak kaydıyla istemleri halinde sınavı kazanan diğer adaylardan tamamlanabilir.
     Giriş sınavını kazanan uzman yardımcısı ve teknik uzman yardımcısı adaylarının atanmaları için, sınav sonuçlarının ilan edildiği tarihten itibaren 15 günlük süre içinde İnsan Kaynakları Dairesi Başkanlığına atama için gerekli belgeler ile birlikte başvurmaları gereklidir. 15 günlük süre içinde geçerli bir mazereti olmaksızın başvuruda bulunmayanların atama işlemi yapılmaz. Ancak bu süre, adayın belgelendirilmiş geçerli bir mazereti olması ve mazeretin Bankaca kabul edilmesi halinde 15 gün daha uzatılabilir. Bu durumda, süresinde başvurmayan adayların yerine yedek adaylar çağrılır.

     8. BİLGİ
     Bu ilanda hüküm bulunmayan hallerde “İller Bankası A.Ş. İnsan Kaynakları Yönetmeliği” ve “İller Bankası A.Ş. Teknik Uzman Yardımcılığı ve Uzman Yardımcılığı Giriş ve Yeterlik Sınavları İle Teknik Uzmanlığa ve Uzmanlığa Atanma, Yetiştirilme, Görev, Yetki ve Sorumlulukları Hakkında Yönerge” hükümleri uygulanır.
     Adaylar sınav sırasında hesap makinesi kullanabilir. Ancak üzerinde program yapılmasına, saklanmasına ve çalıştırılmasına izin veren hesap makineleri ile databank gibi özel donanımlar kullanılamaz. Hesap makinesinin sınav sırasında ödünç alınması, verilmesi ve değiştirilmesi yasaktır.
     Sınavda başarılı olan adaylar Bankada; 14/07/1965 tarihli ve 657 sayılı Devlet Memurları Kanununa ve diğer kanunların sözleşmeli personel hakkındaki hükümlerine tabi olmayan sözleşmeli personel olarak istihdam edilecektir.
     Sınavla ilgili her türlü bilgi, Bankanın web sayfası (www.ilbank.gov.tr) ve 0.312.508 75 17 – 62 numaralı telefondan edinilebilir.

5 Mart 2013 Salı

HAYATIMIZA YÖN VERECEK AYETLER / 17 Mart Pazar / 11:00 - 13:00 / İstanbul

RİYÂZÜ’S-SÂLİHÎN / İHLÂS VE NİYET - 4

HADİS-İ ŞERİFLER / RİYÂZÜ’S-SÂLİHÎN

İHLÂS VE NİYET
GİZLİ VE AÇIK BÜTÜN İŞLERDE, SÖZLERDE VE HALLERDE
İYİ NİYET VE İHLÂS (4)

     8. Ebû Hüreyre Abdurrahman İbni Sahr radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

     - “Allah Teâlâ sizin bedenlerinize ve yüzlerinize değil, kalblerinize bakar.”
(Müslim, Birr 33. Ayrıca bk. İbni Mâce, Zühd 9)


     Ebû Hüreyre
     Müslüman olmadan önceki adı Abdüşems idi. Müslüman olduktan sonra Abdurrahman adını aldı. Birgün elbisesinin içinde bir kedi götürüyordu. Kendisini gören Resûl- i Ekrem Efendimiz:
     - O nedir? diye sordu. Ebû Hüreyre:
     - Kedi, diye cevap verdi. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz ona “Kedicik babası” anlamında: "Ebû Hüreyre" diye takıldı. O günden sonra bu künye ile tanındı ve asıl adı unutuldu. Kendisine Resûl-i Ekrem’in verdiği bu künye ile hitâp edilmesinden pek hoşlanırdı.
     Ebû Hüreyre hicretin yedinci yılında müslüman oldu. Mescid-i Nebevî’nin sofasında yatıp kalkan ve kendilerine Ashâb-ı Suffe denen fakir müslümanlardan biriydi. Gece gündüz Peygamber Efendimiz’den ayrılmaz, ondan duyduğu hadisleri öğrenmeye çalışırdı. Peygamber Efendimiz’in hayatının son üç senesinde bizzat kendisinden ve diğer büyük sahâbîlerden duyduğu mükerrerleriyle birlikte 5374 hadîs-i şerîf rivayet etmiştir. Böylece ashâb-ı kirâmdan en çok hadis rivayet eden o olmuştur. Rivayetlerinin 609 tanesi hem Buhârî’ nin, hem de Müslim’in Sahîh’lerinde bulunmaktadır.
     Kendisine pek çok hadis rivayet ettiğini söyleyenlere:
     - Muhâcirînden olan kardeşlerimizi ticaretleri ve çarşılarda olan alış verişleri, ensardan olan kardeşlerimizi ziraatları ve hurmalıkları meşgul ederdi. Ben ise karın tokluğuna Hz. Peygamber’den ayrılmaz, onların bulunmadıkları zamanlarda Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in yanında bulunur ve onların ezberlemediklerini ezberlerdim, cevabını vermiştir.
     Ebû Hüreyre’den 800’den fazla sahâbî ve tâbiî hadis rivayet etmiştir.
     Hz. Ömer’in hilâfeti zamanında bir müddet Bahreyn valiliği yapmış, sonra da hiçbir idârî görev kabul etmeyerek Medîne-i Münevvere’de yaşamıştır. Hicretin 59. yılında Medine’de 78 yaşında iken Allah’ın rahmetine kavuşmuştur.
     Allah ondan razı olsun.

     Açıklamalar
     İnsanlar genellikle dış görünüşe önem verirler. Güzel ve yakışıklı olanlarla varlıklı kimseler toplumda daha büyük itibar görürler. Çirkin ve fakir olanlara pek değer verilmez. Bu ölçüler ruh ve gönül dünyasını tanımayan sığ ve sathî kimselerin değer ölçüleridir.
     Allah Teâlâ ise insanların davranışlarını iyi ve kötü olarak değerlendirirken ne beden güzelliğine, ne de mal varlığına bakar; çünkü bunlar gelip geçici değer ölçüleridir. Önemli olan ruh güzelliği ve gönül zenginliğidir. Daha da önemlisi bu ruh güzelliği ile gönül zenginliğinin iyi hâl, güzel davranış ve samimi ibadetler olarak dışa yansımasıdır. İnsanlara iyilik yapma heyecanıyla, Allah’a kulluk edebilme aşkıyla yaşamaktır. Kalıcı olan, insanın gerçek değerini ortaya çıkaran işte bu meziyetleridir.
     Hadîs-i şerîfin Sahîh-i Müslim’deki bir başka rivayetinde Allah Teâlâ’nın kalble birlikte davranışlara ve ibadetlere değer verdiğini Peygamber Efendimiz şöyle belirtmektedir:
     “Allah Teâlâ sizin yüzlerinize ve mallarınıza değil, kalblerinize ve amellerinize bakar” (Müslim, Birr 34).
     Allah Teâlâ’nın kalbe ve davranışlara bakması demek, kalbin ve davranışların iyi olması hâlinde, onların sahibine sevap ve mükâfat vermesi demektir. Bir âyet-i kerîmede Allah Teâlâ’nın maddî görüntülere değer vermediği, insanda mânevî güzellik aradığı şöyle ifade edilmiştir:
     “Sizi yanımızda değerli kılacak olan ne mallarınız, ne de evlatlarınızdır. Ancak imân edip güzel ve hayırlı işler yapanların durumu başkadır. Onlara yaptıklarının kat kat fazlasıyla mükâfat verilecektir” [Sebe’ sûresi (34), 37].
     Resûl-i Ekrem Efendimiz’in, kendi mübârek göğsüne, daha doğrusu kalbine işaret ederek üç defa: “Takvâ işte şuradadır” (Müslim, Birr 32; Tirmizî, Birr 18) buyurması, insanın gerçek değerinin ihlâslı bir kalbe sahip olmasıyla anlaşılacağını göstermektedir.
     Helâller ile haramların kesin surette belli olduğunu, şüpheli görünen davranışlardan sakınmak gerektiğini açıkladığı meşhur hadîs-i şerîfin sonunda Peygamber Efendimiz kalbin önemini şöyle belirtir:
     “Şunu iyi bilin ki, insan vücudunda küçük bir et parçası vardır. Eğer bu et parçası iyi olursa, bütün vücut iyi olur; bozulursa, bütün vücut bozulur. İşte bu et parçası kalbdir” (Buhârî, Îmân 39; Müslim, Müsâkât 107,108).

     Hadisten Öğrendiklerimiz
     1. Allah Teâlâ ibadetleri ve güzel davranışları değerlendirirken samimiyet derecesini, ihlâs ve iyi niyeti esas alır.
     2. Kalb, Allah’ın çok değer verdiği, devamlı surette bakıp kontrol ettiği bir merkezdir. Bu sebeple onu kötü duygulardan arındırmak, dinin tavsiye ettiği güzel hâl ve davranışlara sahip kılmak gerekir.
     3. İbadetleri makbul ve değerli kılan kalbdir. Bu sebeple öncelikle kalbi kin ve haset gibi mânevî ve ictimâî hastalıklardan arındırmalı, mükemmel hâle getirmeye çalışmalıdır.

     9. Ebû Mûsâ Abdullah İbni Kays el-Eş`arî radıyallahu anh şöyle dedi:
     Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’e:
     - Biri cesaretini göstermek, diğeri milletini korumak, öteki kendine yiğit adam dedirtmek için savaşan kimselerden hangisi Allah yolundadır? diye soruldu.
     Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şu cevabı verdi:
     - “Kim, İslâmiyet daha yüce olsun diye savaşıyorsa, o Allah yolundadır.”
(Buhârî, İlim 45, Cihad, 15, Farzu’l-humüs 10, Tevhîd 28; Müslim, İmâre 150, 151. Ayrıca bk. Tirmizî, Fezâilü’l-cihad 16; Nesâî, Cihad 21; İbni Mâce, Cihad 13)


     Ebû Mûsâ el-Eş`arî
     Yemen’in Zebid bölgesinde yaşayan ve güzel davranışlarıyla Hz. Peygamber’in takdirini kazanan Eş’arîlerdendir. Hz. Peygamber’in İslâm’a davet ettiğini duyunca, onu görmek üzere iki ağabeyi ve 52 kişiyle birlikte bir gemiye binip yola çıktılar. Fakat fırtına onları Habeşistan’a sürükledi. Karaya çıkınca, Peygamber Efendimiz’in amcasının oğlu Ca`fer-i Tayyâr ile birçok müslümanın orada olduğunu öğrenip sevindiler. Hicretin 7. yılında (628) Medine’ye döndüler. Önce Habeşistan’a sonra da Medine’ye giderek iki hicret yaptıklarını ve bu sebeple Allah’ın rızâsını kazandıklarını Resûl-i Ekrem Efendimiz’den duyunca çok sevindiler. Ebû Mûsâ el-Eş`arî o tarihten sonra Peygamber Efendimiz’den hiç ayrılmadı. Onun maiyyetinde bütün savaşlara katıldı.
     Hz. Ömer ve Hz. Osman devirlerinde yıllarca Basra ve Kûfe valiliği yaptı. Birçok beldenin İslâm topraklarına katılmasını sağladı.
     Ashâb-ı kirâm’ın en büyük altı âliminden biri sayılırdı. Kur’ân-ı Kerîm’i bizzat Peygamber Efendimiz’den öğrendi, Basralılara ve Kûfelilere yıllarca Kur’an öğretti. Çok güzel bir sesi vardı. O Kur’an okumaya başlayınca herkes derin bir huşû ile dinlerdi. Bir gece Resûl-i Ekrem Efendimiz Hz. Âişe’yle birlikte onun Kur’an okuyuşunu dinledikten sonra, kendisine Hz. Dâvûd’unkine benzer bir ses verildiğini söyledi. Hz. Ömer onun Kur’an okumasını istediği zaman:
     - Ebû Mûsâ! Bize Rabbimizi hatırlat! derdi.
     Ebû Mûsâ uzun yıllar idarecilik yapmasına rağmen dünya malına hiç iltifat etmedi. Herkese Hz. Peygamber zamanında yaşadıkları mütevâzi hayattan örnekler vererek sâde yaşamanın güzelliğini anlattı. Çok hayâlı bir insandı. Geceleri uyurken vücudunun açılabileceğini düşünerek bir nevi pijamayla yatardı. Allah’tan utandığı için karanlıkta iki büklüm yıkandığını söylerdi. Talebelerini yumuşak kalbli olmaya teşvik eder, Allah korkusundan dolayı ağlamayı tavsiye eder ve:
     - Ağlayamıyorsanız, ağlamaya gayret edin! Zira cehennem ehli, göz pınarları kuruyana kadar ağlayacak, sonra içinde gemiler yüzecek kadar kanlı yaşlar dökecekler, derdi.
     Ebû Mûsa el-Eş`arî 360 hadis rivayet etmiştir. 63 yıllık hayatının çoğu İslâm’a ve insanlara hizmet etmekle geçen bu muhterem sahâbî, hicretin 42. yılında (662) Kûfe’de, bir rivayete göre de Mekke’de vefat etti.
     Allah ondan razı olsun.

     Açıklamalar
     Hadîs-i şerîfin muhtelif rivayetlerinde görüldüğü üzere, cesaretini göstermek, milletini korumak ve kendine yiğit adam dedirtmek gibi gayelerden başka, sırf ganimet elde etmek ve öfkesini yatıştırmak için savaşanların hâli de Peygamber Efendimiz’e sorulmuştur. Bu düşüncelerle savaşanlardan hiçbirinin Allah yolunda cihad etmiş olamayacağını kesin bir dille açıklayan Resûl-i Ekrem Efendimiz, 1346 numara ile tekrar görüleceği üzere ancak İslâmiyet’i yayıp yaşatmak (i`lâ-yi kelimetullah) için savaşanların Allah yolunda cihad etmiş sayılacağını belirtmiştir.
     Hadisin metninde geçen kelimetullah sözüyle, kelime-i tevhîd yâni Lâ ilâhe illallah Muhammedün Resûlullah kastedilmiştir. İslâm’ı en iyi ve en kısa bir şekilde ifade eden kelime-i tevhîd müslümanların parolası gibidir. Müslümanın en önemli görevi, dilinden düşürmediği bu aziz kelimeyi ufukların ötesine götürmek, başkalarının da Allah’ı tanımak suretiyle mutlu olmasını sağlamaktır. Cihad bu demektir. O hâlde böylesine yüce bir gaye için savaşmak varken, nefsânî duygular ve basit çıkarlar için vuruşmak elbette yanlıştır.
     Allah’ın rızâsını kazanmak için savaşmak ön planda geldiği takdirde, zikredilen diğer hedeflerin gözetilmesi asıl maksada zarar vermez. Meselâ milletini korumak için vuruşan kimsenin asıl gayesi Allah’ı hoşnut etmek, İslâm yurduna düşman ayağı bastırmamak ise, kendi milletini koruma duygusu bu hedefe ters değildir.
     İnsanoğlunun yaptığı her harekette niyetine bakıldığı bu hadiste bir kere daha ortaya konmaktadır. Demek oluyor ki, bir can pazarı olan savaşta ölünce şehid, kalınca gâzi sayılabilmek için Allah’a hizmet aşkının ön planda tutulması gerekmektedir. Bunu Ebû Ümâme el-Bâhilî’nin rivayet ettiği şu hadîs-i şerîf daha açık bir şekilde ortaya koymaktadır:
     Adamın biri Resûl-i Ekrem’e gelerek:
     - Para ve şöhret için savaşan bir adam sevap kazanır mı? diye sordu.
     Peygamber Efendimiz:
     - “Hiçbir şey kazanamaz”, buyurdu.
     Adam bu soruyu Resûl-i Ekrem’e üç defa sordu. Her defasında da aynı cevabı aldı. Sonra Hz. Peygamber sözünü şöyle tamamladı:
     “Allah Teâlâ sadece kendi rızâsı için yapılan ibadetleri kabul eder, başkasını değil” (Nesâî, Cihad 24).

     Hadisten Öğrendiklerimiz
     1. İşler değerlendirilirken hangi maksatla yapıldığına bakılır. İyi niyetle yapılmışsa Allah katında makbul olur.
     2. Allah’ın rızâsını kazanmak için savaşmak yerine menfaat ve nefsi tatmin için vuruşmak doğru değildir.
     3. Dünyaya gönül bağlamak, insanı yüce hedeflere varmaktan alıkoyan basit ve önemsiz bir uğraştır.
     4. Cihad gibi en önemli bir görev bile, ancak ihlâs ile yapılırsa bir kıymet ifade eder.

     10. Ebû Bekre Nüfey` İbni Hâris es-Sekafî radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
     “İki müslüman birbirine kılıç çektiği zaman, öldüren de, ölen de cehennemdedir”.
     Bunun üzerine ben:
     - Yâ Resûlallah! Öldürenin durumu belli, ama ölen niçin cehennemdedir? diye sordum.
     Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem:
     - “Çünkü o, arkadaşını öldürmek istiyordu” buyurdu.
(Buhârî, Îmân 22, Diyât 2, Fiten 10; Müslim, Kasâme 33, Fiten 14, 15. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Fiten 5; Nesâî,Tahrîm 29, Kasâme 7; İbni Mâce, Fiten 11)

     Ebû Bekre es-Sekafî
     Ebû Bekre Tâiflidir. Annesi ve babası köle olduğu için o da köle sayılıyordu. Müslümanlar Tâif’i kuşattıkları zaman Peygamber Efendimiz, gelip müslümanlara katılan hürler serbest, köleler hür olacak diye ilân etti. Ebû Bekre Tâif kalesinden aşağı, bekre denen bir kuyu çıkrığı ile inerek gelen 23 köleden biriydi. Bu sebeple Peygamber Efendimiz ona Ebû Bekre diye iltifat etti. O günden sonra hep bu künye ile anıldı.
     Ebû Bekre çok ibadet etmesiyle tanınan bir sahâbî idi. Rivayet ettiği bu hadîs-i şerîfi hayatı boyunca tatbik etti. Bu sebeple de ashâb-ı kirâm arasında çıkan anlaşmazlıkların hiçbirine katılmadı. Hatta onun “Bir müslüman kılıcını çekip beni öldürmeye kalksa, ona engel olmam” dediği nakledilir. Kendisinden 132 hadis rivayet edilmiştir.
     Hicretin 51. yılında (671) Basra’da vefat etti.
     Allah ondan razı olsun.

     Açıklamalar
     Müslümanların kardeş oldukları Allah Teâlâ tarafından açıkca belirtilmiştir [Hucurât sûresi (49), 10]. Kardeşlerin birbirine silah çekmesi olacak şey değildir. Onlar silahlarını din kardeşlerine değil, İslâm düşmanlarına karşı çekmek zorundadır. Müslümanların birbirini öldürmeye kalkması şu âyet-i kerîmeyle kesin bir şekilde yasaklanmıştır:
     “Kim bir mü’mini kasten öldürürse, cezası, içinde ebediyyen kalacağı cehennemdir” [Nisâ sûresi (4), 92]. Yanlışlıkla öldürme durumunda ise, ebediyyen cehennemde kalmak söz konusu değildir. Fakat -yukarıdaki âyetin bir öncesinde belirtildiği üzere- yanlışlıkla öldürmenin de değişik cezaları vardır.
     Hadîs-i şerîfte kılıcın zikredilmesi, o devrin kavga ve savaş âletlerinin başında kılıcın gelmesi sebebiyledir. Bugün kılıcın karşılığı tabanca ve benzeri öldürücü âletlerdir.
     Peygamber Efendimiz’in, müslüman kardeşine silah çekip öldürenin ve bu esnada ölenin cehennemlik olduğunu belirtmesi üzerine Ebû Bekre, öldürenin neden cehenneme gittiğini anladığını, ama öldürülenin niçin cehennemlik olduğunu anlamadığını söyledi. Bunun üzerine Efendimiz, o kimseyi cehennemlik yapan şeyin, kardeşini öldürmeye kalkması olduğunu belirtti.
     Kendisine silah çekilen bir kimse, hasmını öldürmeyi düşünmeden, sadece nefsini müdâfaa etmek için silahını çekse ve onu öldürmek zorunda kalsa, katil sayılmaz. Çünkü o nefsini müdâfaa etmek zorunda kalmıştır. Nefsini müdâfaa etmek ise, dinin emridir. Nitekim 1360 nolu hadiste göreceğimiz üzere sahâbîlerden biri ile Peygamber Efendimiz arasında şöyle bir konuşma geçer:
     - Yâ Resûlallah! Adamın biri gelip malımı elimden almaya kalksa, ne yapmalıyım?
     - “Malını ona verme!”
     - Ya adam benimle kavga etmeye kalkarsa?
     - “Sen de onunla dövüş!”
     - Ya beni öldürürse?
     - “Şehid olursun.”
     - Ben onu öldürürsem?
     - “O cehennemlik olur”
(Müslim, Îmân 225).

     Bir insanın âhiret hayatını da mahvederek ebediyyen cehennemde kalmasına yol açan şey, bir müslümanı öldürmeye niyet etmesi ve bu konuda kararlı olmasıdır. Zira ölenin de, öldürenin de hedefi, karşısındakinin hayatına son vermektir. Birinin ötekinden farkı, daha atılgan davranıp muhâtabını öldürmesidir.
     Haksız yere birini öldüren kimse yaptığına pişman olarak samimiyetle tövbe ettiği takdirde, Allah Teâlâ dilerse onu affedebilir. Böyle birinin bağışlanmayacağını söyleyen âlimler de vardır. Fakat şirk dışındaki bütün günahları Allah Teâlâ’nın bağışlayabileceği âyet-i kerimeyle belirlendiğine göre [Nisâ (4), 48, 116] Allah Teâlâ dilerse bunları da bağışlar veya cezalandırır.
     Hadisimizin “Kim bir mü’mini kasten öldürürse, cezası, içinde ebediyyen kalacağı cehennemdir” âyet-i kerîmesini açıkladığı söylenebilir. Dikkat edileceği üzere Peygamber Efendimiz hem ölen hem de öldüren hakkında “müslüman” kelimesini kullanmıştır. Demek oluyor ki, birbirini kasten öldürenler büyük günah işlemekle beraber müslümanlıktan çıkmazlar. Allah’a şirk koşmayan kimsenin ebediyyen cehennemde kalmayacağı, cezasını çektikten sonra cehennemden çıkacağı bilindiğine göre, birbirini öldüren müslümanların da ebediyyen cehennemde kalmayacağı anlaşılmaktadır. Demek oluyor ki, âyet-i kerîme yapılan günahın büyüklüğünü belirtmekte, bu işe teşebbüs edecek olanları ağır ceza ile tehdit etmektedir.
     Bu hadîs-i şerîf münasebetiyle iki büyük ashâb kitlesinin birbiriyle yaptığı savaşlar hâtıra gelmekte ve onların durumu merak edilmektedir. Bu konuda söylenecek en doğru ve kestirme cevap şudur:
     Onlar ashâb ve müctehid kimselerdi. “Mü’minlerden iki grup birbiriyle çarpışırlarsa, aralarını düzeltin” [Hucurât sûresi (49), 9] âyet-i kerîmesi gereğince zan ve kanaatlerine göre bir tarafı haklı buldular ve o tarafta yer aldılar. Maksatları birilerini öldürmek, karışıklık çıkarmak değil, müslümanların arasını bulmaktı. Şüphesiz bu olayların çıkmasına sebep olanlardan biri haklıydı. Haklı olmayan tarafta yer alan sahâbîlerin niyeti haksızı savunmak değildi. Onların düşüncesine göre de tuttukları taraf haklı idi. İctihâdında haklı olanın iki sevap, yanılan âlimin ise bir sevap kazandığı bilinen bir gerçektir.
     Bu olaylarda iki gruba ayrılan ashâbın birbirine bakışını, Hz. Ali’nin karşı grup hakkında söylediği şu söz ne güzel ifade etmektedir:
     “Bunlar bize karşı haksızlık eden kardeşlerimizdir.” Herşeye rağmen onlar yine de biribirlerine kardeş gözüyle bakıyorlardı. Onların bu bakış açısına iltifat etmeyerek taraflardan birini itham etmeye kalkmak, aradan geçen bunca yüzyıldan sonra bizi doğruya götürmez.
     Hiçbir zaman unutulmamalıdır ki, Allah Teâlâ onları: “Siz insanların arasına çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz” [Âl-i İmrân (3), 110] diye methetmiştir. “En hayırlıları” eleştirme yetkisini kendisinde bulanların onlardan da hayırlı olması, değilse susması gerekir.

     Hadisten Öğrendiklerimiz
     1. Günah işlemeye niyet edilerek kesin karar verilir, bu kararı kalb de onaylarsa, artık o günah işlenmiş sayılır (12. hadiste bu konu ele alınacaktır).
     2. Allah’ın verdiği canı haksız yere alma yetkisi kimseye verilmemiştir. Bu sebeple birini öldürmeye kalkmak, Allah’a ait yetkiye müdâhale etmek olduğundan cezası cehennemdir.
     3. İyiliklerde olduğu gibi kötülüklerde de niyete bakılır.

4 Mart 2013 Pazartesi

KELİMELER - KAVRAMLAR / SAHİH-İ BUHARÎ

KELİMELER - KAVRAMLAR
SAHİH-İ BUHARÎ

     İslam kültürünün, Kur'ân-ı Kerim'den sonra en güvenilir ve en sahîh kitabı; İslam alimlerine göre, sırf sahih hadisleri bir araya toplamak için yazılmış sahih hadis eseri. İmam Muhammed b. İsmail el-Buharî'nin Sahihine verdiği tam isim "El-Camiu's-Sahîh Müsnedul-Muhtasar min Ümüri Rasulillah (s.a.s) ve Eyyâmihi"dir.
     İmam Buhârî küçük yaştan itibaren hadisle meşgul olmaya başlamıştır. Henüz on altı yaşında iken Abdullah b. Mübarek ve Veki b. Cerrâh'ın kitaplarını ezberlemiş; daha sonraları hadis toplamak için ülkeler dolaşmıştır. Suriye, Cezire, Basra, Kufe, Hicaz gibi o günün belli başlı ilim merkezlerini gezmiş ve oralardaki üstadlardan hadis tahsil etmiştir.
     İmam Buharî bu eserini hocası İshak b. Nâhüye'nin "Rasûlüllah'ın sahih hadislerini muhtasar bir kitapta toplasanız" diye temennide bulunması üzerine tasnif etmiştir (İbn Hacer, Hedyü's-Sâri, Mısır 1407, s. 9).
     Buhârî'nin bu kitabı, kendi zamanına kadar telif edilen ve zamanından sonra da telif edilecek olan bütün hadis kitapları arasında birinci dereceyi almış ve İslâm alimleri arasında en sahih hadis kitabı olarak kabul edilmiştir. Hiç kimse bir başka hadis kitabının Buhârî'nin kitabından daha sahih olduğunu ileri sürmemiştir. İmam Buharî sahih oluşuna hükmedilen bütün hadisleri bu kitabına almış değildir. O sadece sahih hadisler arasından kendi şartlarına uyanları seçmiş ve kitabına koymuştur. Zira Buhârî'nin Sahihinin dışında bulunan pek çok hadisin sahih oluşunu kendisi ifade etmiştir (İbn Kesir, İhtisaru Ulumil-Hadîs, thk Ahmed Muhammed Şakir, Beyrut 1951, s. 25).
     Buhârî, Sahihini altı yüz bin hadis arasından seçmiş ve kitabını Mescid-i Haram'da telif etmiştir. Hadis mu'cemi Concordance'a göre 97 kitab ve 3730 babtan oluşmaktadır. Tekrar olunan hadisler dâhil 7275 hadis ihtivâ etmektedir. Mükerrerler dışında dört bin hadis bulunmaktadır (İbn fşesir, a.g.e., s. 25).
     Ebul-Heysem el-Küşmeyhenî, Firabrî'den o da Buharî'den şöyle dinlemiş: Kitabu's-Sahihin içine, önce yıkanıp iki rekat namaz kılmadıkça hiç bir hadis koymadım. el-Camiu's-Sahîh'i altıyüz bin hadis içinden seçip onaltı senede tasnif ettim ve bunu kendim ile Allah arasında bir hüccet kıldım. El-Câmiu's-Sahîh kitabına sahih olduğunu gerçekten bildikten sonra iki rekat namaz kılıp, bir de Allah'a istihâre etmedikçe hiç bir hadis koymadım. Bu kitabıma sırf sahih olan hadisleri koydum, sahih hadislerden bir kısmını da kitap uzamasın diye bıraktım (İbn Hacer, Hedyü's-Sârî, Mısır 1407 s. 9).
     Buhârî, bab başlıklarını çoğu zaman ayet-i kerimelerden, bazan hadislerden iktibaslarla ve bazan da serbest şekilde fakat fıkhî bir anlam taşıyacak tarzda seçtiği ibârelerle tanzim etmiştir. Bu yüzden "Buharî'nin fıkhî görüşleri bab başlıklarındadır" sözü meşhur olmuştur.
     Buharî gerek bab başlıklarının seçiminde, gerek o başlıklar altında zikrettiği hadislerde, konuların kesin hükme bağlanmış olup olmadığına, o konuda kendisine ulaşmış sahih bir hadisin bulunup bulunmadığına işaret etmiş olmaktadır.
     Buhârî, aynı hadisi, aynı hadisin çeşitli rivayetlerini bir yerde toplamak yerine, ilgili oldukları yerlerde tekrar etmek suretiyle bir hadisten birden fazla hüküm ve pratik sonuçlar çıkarılabileceğini göstermiştir (İsmail Lütfi Çakan, Ana Hatlarıyla Hadis, İstanbul 1983, s. 124).
     Buhârî, bazan bir hadisi ilgisi dolayısıyla ve ondan ahkâm çıkarmak düşüncesiyle, muhtelif kitapların çeşitli bablarında hadisi bölerek ("takti") tekrarlar. Ancak çoğu kere böyle hadisi değişik yerlerde verirken ayrı ayrı senedle zikretmeye dikkat eder. Bununla da hadisin değişik senedlerle rivâyet edilmiş olduğunu ispatlamış olur. Hadis kitaplarında görülen tekrarları müellifler boş yere tekrar edip durmamışlardır. Bunun bir çok ve büyük hizmetleri vardır. Söz gelimi; senedin teaddüdü, metne ait lâfızların muhtelif oluşu bunlardan bazıları da bazan bir hadisin tek bir sahâbîden, değişik senedlerle ve farklı lafızlarla rivayet edildiği olur. Müelliflerin bütün rivayetleri toplama arzu ve hırsları dolayısıyla kitaplarında tekrarlar görülür (Ahmed Abdurrahman El-Bennâ Es-Saatî, El-Fethu'r-Rabbanî li Tertîbi Müsnedil-İmam Ahmed EşSeybanî, Kahire 1358, I, s. 15).
     Buharî'nin bir hadisi, Sahih'in 13 yerinde tekrarladığı olmuştur (Nureddin Itr, El-İmam et-Tirmizî vel-Müvâzene beyne Câmühi ve beyne's-Sahîhayn, Halep 1970, s. 93-98). İmam Buhârî yaptığı bu tekrarlarda her defasında da başka başka hocalarından rivayet ettiği farklı sened ve metinleri verir. Böylece hem hadisi kuvvetlendirir, hem de lafız farklılıkları dolayısıyla başka başka hükümlerin elde edilmesini sağlar (İsmail Lütfi Çakan, Hadis Edebiyatı, İstanbul 1985, s. 50).
     İmam Buharî Sahih'inde ayrıca hadislerde geçen garib kelimeleri de yer yer açıklar. Aynı şekilde onun müşkilül-hadîs konusunda da açıklama yaptığı görülür (Nureddin Itr, a.g.e., s. 225-226).
     Buharî'nin Sahîh'inde yirmi iki adet "sülâsî" (üç râvi ile Rasûlüllah (s.a.s)'a ulaşan) hadîs bulunmaktadır (Nureddin Itr, a.g.e., s. 16; Mübârekfurî, Tuhfetul-Ahvezî (Mukaddime), Kahire 1359, I, 249).
     İslâm ümmeti Kur'ân-ı Kerim'den sonra en sahîh kitap olarak "Sahihayn" denilen Buhârî ve Müslim'in kitaplarını kabul etmiştir. Bu iki sahih hadis kitabının birbirine kıyası yapıldığı zaman en sahîh olanın Buhârî'nin kitabı olduğu anlaşılmıştır. Çünkü İmam Müslim Buhârî'den istifade etmiş, ona talebe olmuştur; hocasının eserlerinden istifade etmiş ve ona dayanmıştır. Bunun için Dârekutnî, "Eğer Buhârî olmasaydı, Hadis ilminde Müslim ortaya çıkmaz ve bu mertebeye ulaşmazdı" demiştir (İbn Hacer, Hüzhelü'n-Nazar, Mısır (t.y), s. 31). Bu yüzden de, devrin siyasî olayları sebebiyle birçokları Buhârî'nin çevresinden uzaklaşırken, İmam Müslim onu değil terk etmek; tam aksine onun yanında yer almıştı. Hatta kendi hocası Yahya ez-Zühlî (257/870)'nin "Kim, mes'eletül-lafz (yani Kur'ân'ın lafzını telaffuz etmenin mahlukiyeti meselesi)de Buhârî, ile aynı görüşte ise meclisimizden ayrılsın" demesi üzerine Müslim, herkesin gözü önünde meclisi terketti. Zühlî'den dinlediği hadisleri de bir çuvala koyarak Zühlî'ye gönderdi. Sahîhinde Zühlî'den rivâyette bulunmadı (Mehmed Sofuoğlu, Sahih-i Müslim ve Tercemesi, I, XXVIII).
     Buharî ve Müslim tasnif olunmuş hadis kitapları arasında en güvenilir olmalarıyla birlikte; alimlerin çoğunluğuna (cumhür) göre, Buhârî'nin kitabının Müslim'in kitabına tercih olunacağı açıklanmıştır. Sahih-i Buhârî'nin Sahih-i Müslime takdim olunuşunun çeşitli sebepleri bulunmaktadır. Bunları şöylece özetlemek mümkündür:
     1. Buhârî'nin kendilerinden hadis nakletmekte tek kaldığı ravilerin sayısı 430 kadar olup, bunlardan yalnız 80'i za'f yönünden tenkid edilmiştir. Müslim'in kendilerinden hadis almakla tek kaldığı ravilerin sayısı ise 620'yi bulur ve bunlar arasında tenkide uğrayanlar 160 kişidir. Şüphesiz, tenkide uğramayan kimselerden hadis rivâyet etmek tenkide uğrayan kimselerden rivayet etmekten daha iyidir. Hiç olmazsa, tenkide uğrayanlardan daha az hadis alınması tercih sebeplerinden biri olur (Talat Koçyiğit, Hadis Istılahları, Ankara 1980, s. 388).
     2. Buhârî'nin tenkit olunan kimselerden rivayetle tek kaldığı ravilerin çoğu, kendileriyle karşılaştığı, onlarla birarada bulunduğu hallerini yakından tanıdığı, hadislerine muttali olduğu ve sahih olanlarını bildiği kendi hocalarıdır. Halbuki Müslim'de tenkit edilen kimselerden hadis almakla tek kaldığı râviler, kendi asrından önceki tabakalardandır. Aslında muhaddis, kendi şeyhlerini, onlardan öncekilere nisbetle daha iyi tanır.
     3. Buhârî'nin sıhhat için ortaya koyduğu şartlar, daha kuvvetli ve daha şiddetlidir. Buhârî hadislerini genellikle hıfz ve itkan yönünden birinci tabakada yer alan râvilerden muttasıl olarak, bunu takib eden tabakalardakinden ta'lîk olarak naklettiği halde; Müslim, asıl olan hadisleri genellikle bu ikinci tabakadaki ravilerden almıştır (Talat Koçyiğit, a.g.e., s. 388)
     4. Buhârî, ravide, kendisinden hadis rivayet ettiği kişi ile bir defa da olsa karşılaşmış olma şartını arar. Müslim ise, görüşmüş olmayı değil görüşebilme imkanın olmasını yeterli görür (İsmail Lütfi şakan, Hadis Edebiyatı, İstanbul 1985, s. 60).

     Sahih-i Buhârî'nin pek çok nüshaları bulunmaktadır. Zira Buhârî, Sahih'ini bizzat kendisi onbinlerce talebeye okutmuştur. Bu kadar talebe içinden bin kadarı Sahih'in râvisi olmuştur. Bunların içinden de ancak beş tanesinin isimleri bilinmektedir. Bunlar, sırasıyla, el-Firebrî, en-Nesef, En-Nesevî, el-Bezdevî ve el-Mehâmilî'dir (İsmail Lütfi Çakan, a.g.e., s. 50). Sultan Abdülhamid'in emriyle ve Yünînî nüshası esas alınarak Mısır'da 1313te yapılan dokuz cilttik Buhari baskısı en güvenilir olanıdır. Hacı Zihni Efendi tarafından harekelenerek Matbaa-i Âmire'de 1315 yılında sekiz cild halinde yapılan baskı da muteberdir ve memleketimizde yaygındır.
     Sahih-i Buhârî üzerinde ayrıca pek çok şerhlerde yazılmıştır. Bu şerhlerden bu gün elde mevcut ve mütedâvil olanları Kirmanî'nin şerhi, İbn Hacer'in F'ethul-Barî" si; Aynî'nin "Umdetül-Kârî"si ve Kastallânî'nin "İrşâdu's-Sârî" isimli şerhidir. Sahih-i Buhârî'nin bir ihtisarı olan ez-Zebîdî'nin Et-Tecrîdi's-Sarîh li ehâdîsil-Câmü's-Sahîh" i Türkçeye Ahmed Naim ve Kamil Miras tarafından tercüme edilmiştir. Buhârî'nin tam olarak tercümesi de ayrıca Mehmed Sofuoğlu tarafından "Sahih-i Buhârî ve Tercemesi" adıyla gerçekleştirilmiş ve İstanbul'da basılmıştır.

ŞAMİL İSLAM ANSİKLOPEDİSİ
Sabahaddin YILDIRIM

26 Şubat 2013 Salı

İSLAM TARİHİ / PEYGAMBER EFENDİMİZ (sav.)'in Hz. SAFİYYE VALİDEMİZ İLE EVLENMESİ

İSLAM TARİHİ
PEYGAMBER EFENDİMİZ (sav.)'in
Hz. SAFİYYE VALİDEMİZ İLE EVLENMESİ

     Hayber fethinde esir alınanlar arasında Hz. Safiyye de bulunuyordu.
     Asıl ismi “Zeyneb” olan Hz. Safiyye, Benî Nadîr Reisi Hu­yey b. Ahtab’ın kızı idi. Annesi ise, Benî Kurayza Yahudileri eşrafından olan Semevel’in kızı Berre idi. Hayber Yahudileri reislerinden Rebi’ b. Hukayk’ın oğlu Kinâne’yle yeni evlenmişti. Hayber günü Rebi öldürülünce dul kalmıştı. Müslümanlar ta­rafından da Kamus Kalesi’nin teslim olması sırasında esir alınmıştı. [1]
     Esirler toplandığı zaman Dıhyetü’l-Kelbî, Resûl-i Ekrem Efendimize gelip bir cariye istemişti. Peygamber Efendimiz de esirler arasından bir cariye alma­sına müsaade buyurmuştu. Bunun üzerine Hz. Dıhye, Hz. Safiyye’yi be­ğenip al­mıştı. [2]
     Fakat ashab-ı kiram, Hz. Safiyye’nin Hayber Reisinin ge­lini ve Benî Na­dîr’in en şerefli bir ailesinin kızı olduğunu düşünerek bunu uygun görmedi. Hz. Re­sû­lul­lah’a gelerek, “Yâ Re­sû­lal­lah! Benî Ku­rayza ve Benî Nadîrlerin reisi Huyey’in kızı Safiyye’yi Dıhye’nin alması uygun değildir! Onu ancak sen al­malısın!” diyerek itiraz etti­ler. [3]

     Peygamber Efendimiz bu itirazı kabul etmediği takdirde ashab-ı güzinin kal­ben rahatsız olacakları muhakkaktı. Bunun üzerine Efen­dimiz, Hz. Dıh­ye’ye başka bir kadın almasını emir buyurdu; Hz. Bilâl’i de, Hz. Safiyye’yi ge­tirmeye gönderdi.
     Hz. Bilâl’in Hz. Safiyye’yi Getirmesi
     Hz. Bilâl, Hz. Safiyye’yi, yine esir düşen amcası kızıyla alıp getirirken, on­ları Yahudi erkeklerinden iki kişinin cese­dinin yanından geçirdi. Amcası kızı bu manzarayı görür görmez feryat ve figana başladı; yüzünü parçalayıp, ba­şı­na topraklar saçtı.
     Uzaktan durumu fark eden Resûl-i Ekrem Efendimiz, yanına gelen Hz. Bi­lâl’e, “Ey Bilâl! Senden merhamet ve şefkat duy­gusu sökülüp atıldı mı ki bu ka­­dıncağızları ölülerinin yanından geçirdin?” [4] buyurdu.
     Hz. Bilâl, mahcup mahcup huzurda boynunu büktü ve “Yâ Re­sû­lal­lah! Zâ­tı­nı­zın bundan rahatsız olacağını tahmin etmemiştim” diyerek özür diledi.
     Resûl-i Ekrem Efendimiz, Hz. Safiyye’yi arka tarafına almalarını emrede­rek üzerine de omuz atkısını örttü. Bunun üzerine sahabe­ler, Peygamber Efen­di­mizin onu kendisine başkumandanlık hakkı [safiy] olarak aldığını an­la­dılar. [5]
     Peygamber Efendimizin harp sonrası bir prensibi de, mağlup ettiği veya teslime mecbur bıraktığı düşmanla uzlaşma yoluna gitmesi idi. Hz. Safiyye ai­lesi, Yahudiler arasında itibarlı ve şerefli bir aileydi. Elbette, onun mevkiinin muhafazası, İslamiyet ve Müslümanlar için iyi neticeler ve faydalar doğurabi­lecekti. Bir diğer husus da, Resûl-i Ekrem’in bazı evliliklerinde siyasî durumu göz önünde bulun­durmasıydı. Bir kabilenin veya bir kavmin ileri gelenlerin­den birinin kızını almakla, o kavmi, o kabileyi, düşman ise İslamiyete ve Müslümanlara karşı düşmanlıklarını en azından hafifletip yumuşatıyor, dost ise bu dostluğun daha da kuvvet bulmasını sağlıyordu. Hz. Cüveyriye ve Hz. Ümmü Habibe ile evlenmelerinde bu hususlar gayet açık görülür.
     Hz. Safiyye’nin Tercihi
     Resûl-i Ekrem Efendimiz, Hz. Safiyye’ye İslam’ı anlattı ve “Eğer Müslüman olursan, ben seni kendime zevce edine­ceğim; şayet Yahudiliği tercih edecek olursan seni azat ederim, sen de gider, kavmine kavuşursun!” [6] buyurdu.
     Resûl-i Kibriya Efendimizle bir kerecik olsun görüşüp kendisinden birkaç kut­sî kelâm duyan Hz. Safiyye, tercihini doğru yaparak, aynı zamanda kalbi­nin safiyetini ve derin anlayışını açıkça ortaya koydu: “Yâ Re­sû­lal­lah! Siz beni İs­lamiyete davet etmeden önce, konak yerine geldiğimde, Müslümanlığı ar­zu­la­mış ve seni tasdik etmiş bulunuyordum! Yahudilikle benim hiçbir ilgim kal­mamış ve ona artık ihtiyacım da yoktur. Hayber’de de artık ne babam ne de kar­deşim vardır! Sen, beni küfürle İslamiyetten birini seçmekte serbest bırakı­yorsun! Allah ve Allah’ın Resûlü, bana azat edilmem­den ve kavmimin yanına dönmem­den daha sevgilidir! Ben onları ter­cih ediyorum!” [7]
     Bunun üzerine Peygamber Efendimiz, Hz. Safiyye’yi hürriyetine kavuş­turdu ve onu Ezvac-ı Tâhirat arasına katarak şereflendirdi. [8]
     Resûl-i Ekrem Efendimiz, Hz. Safiyye ile Hayber’de ger­değe girmedi. Sibar mevkiine geldiği zaman ise, Hz. Safiyye bu işe muvafakat etmedi. Ancak Hayber’den on iki mil kadar uzaklaştıktan sonra Sahba’da muvafakat etti. Peygamber Efendimiz, “Sibar’da konmak istediğim zaman râzı olmamanın se­bebi neydi?” diye sorunca, Hz. Safiyye, “Yâ Re­sû­lal­lah!” dedi. “Yahudilerin yakınında sana bir zararın gelebileceğinden kork­muştum. Onlardan uzakla­şınca emniyete kavuştum!” [9]
     Resûl-i Ekrem Efendimiz, onun bu bağlılığından memnun oldu. Resûl-i Ekrem Efendimiz, Sahba mevkiinde Hz. Safiyye ile kendisine âit ça­dırda gerdeğe girdi.

     Hz. Safiyye’nin Rüyasını Anlatması
     Peygamber Efendimiz, Hz. Safiyye’nin yüzünde bir darbe çürüğü gördü. Se­bebini sordu. Hz. Safiyye izah etti: “Kinâne, b. Rebi ile evlendiğim ilk gece bir rüya görmüştüm. Rüyamda Medine tarafından bir ayın gelip kucağıma düştüğüne şahit oluyordum. Bunu Kinâne’ye anlatınca kızdı ve ‘Sen ancak Hicaz Hükümdarı Muhammed’e var­mak istiyorsun!’ diyerek yüzü­me bir tokat vurdu. Onun izi kaldı.” [10]
     Hz. Ebû Eyyûb’un Fedakârlığı
     Hz. Ebû Eyyûb el-Ensarî, kılıcını kuşanıp o gece sabaha kadar çadırının et­ra­fında dolaşarak Peygamber Efendimizi beklemişti.
     Resûl-i Kibriya Efendimiz, sabahleyin erkenden çadırından çıkınca, Hz. Ebû Eyyûb tekbir getirdi. Peygamber Efendimiz onu elin­de kılıç, çadırın yanında görünce, “Yâ Eba Eyyûb! Nedir bu halin?” diye sordu.
     Bütün gece gözü uyku tutmayan fedakâr sahabe, “Yâ Re­sû­lal­lah!” dedi. “Harpte babasını, kardeşini, kocasını, amcasını, akraba ve taallûkatını kaybe­den ve henüz yeni Müslülüman olan bu kadından sana bir zarar gelebileceğin­den korktum da çadırını bekledim!” [11]
     Resûl-i Kibriya Efendimiz, mübarek tebessümleri arasında, “Allah, seni hay­ra erdirsin!” diye buyurdu ve arkasından ona şu duayı yaptı: “Allahım! Beni koruyarak gecelediği gibi, sen de Ebû Eyyûb’u koru!” [12]
     Mücahitlerin Sabah Namazını Kaçırmaları
     Resûl-i Kibriya Efendimiz, ashab-ı kiramla Medine’ye yaklaşmıştı. Sabah na­mazı vaktine de fazla bir zaman kalmamıştı. Mücahitler, bütün gece yol al­dık­ları için, bir nebze istirahat etmek maksadıyla, Peygamber Efendimizin em­riyle bir yerde konakladılar.
     Resûl-i Ekrem Efendimiz, “Sabah namazı vaktinizi kim bekleyecek? Belki uyuyabiliriz” diye ashab-ı kirama sordu.
     Hz. Bilâl ayağa kalkıp, “Ben beklerim yâ Re­sû­lal­lah!” dedi.
     Bunun üzerine, Resûl-i Ekrem Efendimizle mücahitler uyudular.
     O arada Hz. Bilâl de namaza durdu. Uzun müddet namaz kıldı. Sonra çök­müş devesine yaslanarak sabah namazı vaktini gözlemeye başladı. Bu arada uy­kuya daldı. Mücahitlerin “İnnâ lillah ve innâ ileyhi râciûn” demeleriyle an­cak uyanabildi. Güneş doğmuş, her taraf aydınlanmıştı!
     Resûl-i Ekrem Efendimiz, telâşla, “Ey Bilâl! Nedir bu yaptığın bize?” diye­rek sitem etti.
     Hz. Bilâl, “Anam babam, sana feda olsun yâ Re­sû­lal­lah! Senin ruhunu tutan kudret, benim de ruhumu tuttu, bırak­madı!” deyince, Resûl-i Ekrem Efendimiz gülümseyerek, “Doğru söyledin!” buyurdu. [13]
     Sahabelerin uyuyakaldıkları vadiden çıkılınca, Resûl-i Ekrem Efendimiz, “Burası, şeytanların eğleştiği bir vadidir!” buyurdu ve abdest aldıktan sonra Hz. Bilâl’e, “Ey Bilâl! Ezanı oku!” diye emretti. Ezan okununca Müslümanlar toplandı. Peygamber Efendimiz onlara, “Sabah namazının sünne­tini kılınız” bu­yur­du. Sünnet kılındıktan sonra Peygamber Efendimiz, “Ey Bi­lâl! Kamet getir” de­di. Hz. Bilâl kamet getirdi.
     Peygamber Efendimiz, imam olup namazı kıldırdıktan sonra, ashab-ı ki­rama döndü ve “Herhangi biriniz, uyur veya unutuverir de namazını geçirirse, onu vaktinde kıldığı şekilde kılsın, kazâ etsin” diye buyurdu. [14]
     Medine’ye Dönüş
     Fahr-i Kâinat Efendimiz, bütün bu olup bitenlerden sonra mücahitlerle bir­likte tekrar Medine’ye doğru yol aldı. Uhud dağı görününce, “Biz Uhud’u se­ve­­­riz, Uhud da bizi!” diye buyurdu. Ordusuyla Medine’ye girerken de, “Yâ Rab­­bi! Sen­den başka mâbud yoktur; yalnız sen varsın. Senin ortağın yoktur; bü­­tün mülk senindir. Bütün hamd da senindir. Allahım! Biz, sana yöneldik; gü­­nahlarımızdan tevbe ediyoruz. Biz, ancak Rabbimize ibadet, Rabbimize sec­de, Rabbimize hamd ederiz. Rabbimiz vaadinde sâdıktır; kuluna (Muham­med’e) nusret etmiştir, yalnız başına bütün düşman topluluklarını hezimete uğ­ratıp sindirmiştir” [15] diye dua etti. [16]
______________________________________________________________
Notlar:
[1] İbn Hişam, Sîre, c. 3, s. 350; İbn Sa’d, Tabakat, c. 8, s. 120.
[2] Ebû Dâvûd, Sünen, c. 3, s. 153.
[3] Ahmed-i İbn Hanbel, Müsned, c. 3, s. 102.
[4] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 351.
[5] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 351.
[6] İbn Sa’d, a.g.e., c. 3, s.123.
[7] İbn Sa’d, a.g.e., c. 3, s.121-123.
[8] İbn Sa’d, a.g.e., c. 3, s.121-125
[9] İbn Sa’d, a.g.e., c. 3, s.122-123.
[10] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s.351; İbn Sa’d, a.g.e., c. 8, s. 121.
[11] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s.351; İbn Sa’d, a.g.e., c. 8, s. 126.
[12] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 354-355.
[13] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 355.
[14] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 355; İbn Kayyim, Zâdü’l-Meâd, c. 2, s. 163.
[15] İbn Sa’d, a.g.e., c. 8, s. 123-124.
[16] Peygamber Efendimiz, herhangi bir gazâdan, hacdan veya bir umreden döndüklerinde, bir dağ başı­na çıkınca, yahut düz, yüksek bir sahaya varınca üç defa tekbir getirdikten sonra hep bu duayı yapardı.
Yazar: Salih Suruç

24 Şubat 2013 Pazar

İSLAM İLMİHALİ / ORUCUN KAZÂSI

İ S L A M İ L M İ H A L İ
Yedinci Bölüm:
ORUÇ
Altıncı Konu:
ORUCUN KAZÂSI

     A) RAMAZAN ORUCUNUN KAZÂSI
     Ramazandan bir gün veya daha fazla oruç tutmayan kimselerin, bunları kazâ etmeleri gerektiğinde görüş birliği vardır. Tutmama; hastalık, yolculuk, hayız, nifas ve benzeri özürler sebebiyle, yahut kasten veya yanılarak niyeti terketmek suretiyle olabilir. Her ne sebeple olursa olsun gününde tutulamamış ramazan orucunun kazâ edilmesi gereklidir. Aynı şekilde kefâret, adak veya başlanıp bozulmuş nâfile oruçların kazâsı da gereklidir. Başlanıp tamamlanmamış nâfile oruç meselesinde, Şâfiîler hiçbir şekilde kazâyı gerekli görmezken, Mâlikîler sadece kasten bozma durumunda kazâyı gerekli görmüşlerdir.
     Ramazan orucunun kazâsı yasak günler dışında her zaman yapılabilir. Şâfiîler'e göre ise bir ramazanda kazâya kalmış orucun, gelecek ramazana kadar kazâ edilmesi gerekir. Bir ramazanın kazâ borcu yerine getirilmeden, öteki ramazan gelecek olursa, kazâ borcuna ilâveten bir de fidye ödeme yükümlülüğü ortaya çıkar.

     B) KEFÂRET ORUCU
     Ramazanda özürsüz olarak oruç tutmamak büyük günahtır. Müslüman kişinin mazeretsiz olarak oruç yemesi son derece uzak ihtimaldir. Bununla birlikte ramazanda mazeretsiz olarak kasten oruç yemek, ramazanın saygınlığını ihlâl etmek anlamına geleceği için kefâret ödemek gerekir. Kefâret için genel olarak önerilen üç seçenekten sadece ikisinin günümüzde tatbik imkânı vardır ki bunlardan birisi iki ay peş peşe oruç tutmak, ikincisi 60 fakiri doyurmaktır. Toplumsal şartlar gereği ve bir anlamda köleliğin kaldırılması hedefine yönelik olarak önerilen köle âzat etme seçeneği köleliğin ortadan kalkmasıyla uygulama dışı kalmıştır.
     Hanefîler, kefâret seçeneklerinde sıra gözetmenin gerekli olduğunu savundukları için öncelikle iki ay peş peşe oruç tutmayı, bu mümkün olmazsa diğer seçenek olan altmış fakiri doyurma seçeneğinin uygulanabileceğini ileri sürmüşlerdir. Mâlikîler ise, sıra gözetmeksizin herhangi bir seçeneğin yerine getirilmesini yeterli görmüşlerdir.
     Araya hayız ve nifas gibi doğal mazeretlerin girmesi durumu kefâret orucunun peş peşe oluş özelliğine zarar vermez. Bu haller geçtikten sonra yeniden niyet edilerek kalınan yerden devam edilir.
     Ramazanda oruç bozmanın kefâretle cezalandırılmasının altında, ramazanın saygınlığına karşı işlenmiş bir suç bulunması yatar. Ramazanda oruç bozmak, ramazan ayına ve ramazan orucuna yapılmış bir hürmetsizlik olduğu için böyle yapan kimseler için kefâret öngörülmüştür. Bu espriyi dikkate alan bazı fakihler, kefâreti oruç tutmamanın değil, orucu bozmanın cezası olarak değerlendirip, ramazan ayında ramazan orucuna niyet edilmediği takdirde oruç yemenin kefâreti gerektirmediğini söylemişlerdir. Fakat bu görüş, pek anlamlı ve isabetli görünmemektedir. Çünkü, niyet etsin veya etmesin, ramazanda mazeretsiz olarak oruç yiyen/tutmayan kişi, ramazan orucuna olmasa bile ramazan ayına saygısızlık etmiş olmaktadır. Öte yandan bir ramazanda birden fazla oruç yemek durumunda sadece bir kefâretin öngörülmesi, kefâret konusunda tek başına orucun değil, bir bütün olarak ramazanın göz önünde tutulduğunu göstermektedir. Şayet kefâretin sebebi ramazan orucu olacak olsaydı, bozulan her bir ramazan orucu için kefârete hükmedilmesi gerekirdi.
     Esasen ramazan ile ramazan orucunu birbirinden ayırmak da gerçekte mümkün değildir. O halde Hanefîler'in ortaya attığı bu görüşün anlamı nedir? Öyle sanıyoruz ki, ramazan ayı ile ramazan orucunun birbirinden ayrılması zihnen mümkün olsa bile gerçekte böyle bir şeyin mümkün olmadığını elbette onlar da bilmekteydiler. Fakat hukuk tekniği bakımından kendi görüşleri arasındaki tutarlılığı kaybetmemek ve bu yönden tenkide mâruz kalmamak için bu ayırımı yapmak durumunda kalmışlardır. Bu bakımdan teknik bir ayrıntının sonucu olan bu görüşü, aslî bir görüş gibi değerlendirip, "canım, niyet etmediğimiz zaman kefâret gerekmiyormuş" düşüncesiyle, işi hafife indirgeyerek, ramazanda oruç tutmamak yanlış olduğu gibi, böyle yapan kişi, kendi kendini kandırmış olur. Bu kimse ayrıca, dinin temel vecîbelerinden birini hafife aldığı, gerek ramazana gerek oruca saygısızlık ettiği için büyük günah işlemiş olur. Kefâretin gerekip gerekmemesi teknik bir konudan ibaret olup, mazeret olmadıkça, ramazan orucu konusunda titiz davranmak gerekir. Ramazanda özürsüz olarak oruç tutmayan kimse günahkârdır. Peygamberimiz mazeretsiz olarak ramazanda bir gün oruç yiyen kimsenin ömür boyu oruç tutsa da o günün borcunu gerçekten ödemiş olmayacağını ifade etmiştir.

     C) FİDYE
     Fidye konusunu içeren âyetteki "ve ale'llezîne yut¢k?nehû" ifadesinin (el-Bakara 2/184), dil açısından oruca güç yetiremeyenler anlamına gelebileceği gibi zorlukla güç yetirenler anlamına da gelebileceği dile getirilmiştir. Hatta kimi rivayetlerde, "Sizden ramazan ayına yetişenler o ayda oruç tutsun" (el-Bakara 2/185) meâlindeki âyet nâzil oluncaya kadar, fidye âyetinden hareketle, ashaptan dileyenin oruç tuttuğu, dileyenin de tutmayıp fidye verdiği, bu âyet nâzil olduktan sonra ise oruç tutmaya gücü yetenler hakkında fidye hükmünün kaldırılıp sadece hasta ve yaşlılar için bir ruhsat olarak devam ettirildiği belirtilmektedir (Müslim, "Sıyâm", 149-150). Hz. Peygamber ve sahâbenin uygulamasının da bir sonucu olarak âyetteki "oruç tutmakta zorluk çekenler" ifadesiyle, şeyh-i fânî (düşkün ihtiyar) denilen yaşlı kimselerin kastedildiği yaygın olarak benimsenmektedir. Buna göre âyet, oruç tutmaya gücü yetmeyen yaşlıların tutamadıkları oruç için fidye vermesi hükmünü getirmiş olmakta ve fidyenin miktarını "bir fakir doyumluğu" olarak belirlemektedir. Ağır bir hastalığa yakalanan ve iyileşme umudu bulunmayan hasta, orucu ileride kazâ etme ihtimali çok düşük olduğu için, bu ihtimal yok sayılarak şeyh-i fânî gibi değerlendirilmiş ve fidye hükmü kapsamına alınmıştır. Bu kimselerin, tekrar sağlıklarına kavuşup oruç tutabilir hale gelmeleri ümit edilmediğinden tutulamayan orucun, aynı cinsten bir ibadetle telâfisi talep edilmemiş, ibadet şevkinden mahrum kalmamaları için, bunun yerine "her bir oruç için bir fakiri doyurma" şeklinde, orucun mahiyetiyle alâkalı olması yanında sosyal amacı da bulunan bir telâfi şekli önerilmiştir.
     Her geçen gün bünyesi zayıflayan hasta ve yaşlılar, tutamadıkları her bir oruç için bir yoksulu doyurabilecekleri gibi, bir fakir doyumluğu fidyeyi ramazanın başında veya sonunda, nakit para veya mal olarak da verebilirler. Bu fidyeyi sağlıklarında ödeyemezlerse, fidyenin ödenmesini vasiyet etmeleri gerekir. Böyle bir vasiyetin mevcudiyeti ve terekenin üçte birinin de yeterli olması halinde mirasçıların bu fidyeyi ödemeleri dinî bir vecîbedir. Vasiyeti yoksa veya terekenin üçte biri fidyeyi karşılamaya yeterli değilse, mirasçıların teberru kabilinden bunu ödemeleri tavsiye edilmiştir.
     Fidye yoluyla telâfi biçimi, devamlı hastalık ve yaşlılık sebebiyle oruç tutamayanlara mahsus olup bu iki durumun dışındaki mazeretler (bk. "Orucun Şartları"), oruç tutmamaya veya başlanmış bir orucu bozmaya ruhsat teşkil etse de, tutulamayan oruçlar için fidye ödenmesini câiz kılmaz. Fakat bu kimseler kazâ edemeden vefat etmişlerse, mirasçıların aynı şekilde bu oruçlar için de fidye vermesi İslâm âlimlerince câiz, hatta mendup görülmüştür. Çünkü kazâ borcunu geciktirmemek gerekli ise de, burada söz konusu olan terk, başlangıçta mazerete, devamında ise ileride kazâ etme ümidi taşınan hoş görülebilir bir ihmale dayalıdır. Ayrıca vefat, bu kimsenin orucunu kazâ etme imkân ve ihtimalini ortadan kaldırdığından yaşlı ve hasta için söz konusu olan acz halinin bunlar için de söz konusu edilmesi mümkündür. Orucu sağlığında kasten terkeden kimseler için ölümden sonra fidye verilip verilmeyeceği, aşağıda ıskat-ı savm konusunda açıklanacağı üzere, tartışmalıdır.
     Ağır işlerde çalışanların da oruç yerine fidye vermelerini câiz görenlere göre âyetin hükmü kaldırılmamıştır. Bu durumda olanlar her orucu için bir fidye ödemekle yükümlüdürler.
     Tutulamayan oruçların fidyesi birçok yoksula verilebileceği gibi toplam tutar topluca bir yoksula da verilebilir. Ebû Yûsuf'a göre ise tek fidyenin birkaç yoksul arasında bölüştürülmesi de mümkündür.
     Fidye olarak bir yoksulu fiilen doyurma, genellikle pratik olmadığı için, başlangıçta yoksul doyumluğunun gıda maddesine çevrilmesine ihtiyaç duyulmuştur. Buğday, hurma, arpa gibi gıda maddelerinin başlıca tarımsal üretimi oluşturması ve bu maddelerin yaygın olarak bulunması sebebiyle yoksul doyumluğu için başlangıçta getirilen oldukça pratik olan bu çözüm, ileriki dönemlerde, tarımsal üretim anlayışının değişmesine bağlı olarak üretim biçim ve ilişkilerinin değişmesi sebebiyle sıkıntı doğurmuş ve ülkemizde olduğu gibi fakir doyumluğu nakde çevrilmeye başlanmıştır. "Bir fakiri bir gün doyurma" şeklindeki ölçü sabit ve değişmez olmakla birlikte, bunun tekabül edeceği nakit veya mal, toplumunun üretim biçim ve ilişkilerine, geçim şartlarına ve ekonomik seviyesine göre değişebilir. Hanefî fakihlerin o dönemlerde belirledikleri ölçüye göre bir fakir doyumluğu olan fidye miktarının, buğday cinsinden karşılığı ve dengi yarım sâ`; arpa, hurma veya kuru üzümden karşılığı ise 1 sâ`dır. Oruç fidyesinin tutarı, fıtır sadakası tutarına denktir. Günümüzde fitrenin (sadaka-i fıtr) miktarı, mükellefe kolaylık olsun diye her yıl para olarak duyurulur. Fakat "bir fakir doyumluğu" esprisi gözden kaçırılıp, fıkıh mekteplerinin büyük ölçüde kendi dönemlerinin üretim biçimlerini ve geçim standartlarını dikkate alarak tesbit ettikleri buğday, arpa, hurma miktarları esas alınarak her yıl, fitre miktarının buğdaydan şu kadar, hurmadan şu kadar diye açıklanması yanlış anlamalara yol açabilmektedir. "Fakir doyumluğu"nun ne demek olduğu herkes tarafından anlaşılmakla birlikte, bu doyumluğun, paraya çevrildiği vakit, hesabın yapıldığı yiyecek maddesine göre değişmesi mâkul karşılanmamaktadır. Bir fakir doyumluğunun, günümüzde, asgari geçim ve hayat standardı, asgari geçim endeksi gibi ekonomik verilerden hareketle bölgelere göre ayrı ayrı hesaplanması mümkün ve daha sağlıklı olmakla birlikte, hiç değilse, hesapta esas alınan buğday, arpa, hurma ve üzümün tekabül ettiği ortalama miktarın asgari tutar olarak açıklanıp, ötesinin mükelleflerin ortalama aylık veya yıllık geçim standartlarına göre ayarlamasına bırakılması daha uygun görünmektedir (bk. Fıtır Sadakası).

     D) ISKAT-I SAVM
     Iskat-ı savm, birinin sağlığında iken yerine getirmediği oruç borcunun fidye yoluyla telâfi edilmesi, düşürülmesi anlamına gelmektedir. Bir önceki bölümde ibadetlerde ıskat ve devir konusu hakkında yeterince bilgi verilmişti. Zaten ıskat-ı savm ile, ölen kimsenin namaz borcunun fidye ödenerek düşürme girişiminin adı olan ıskat-ı salât arasında sıkı bir bağ vardır.
     İbadetler anlam ve amaç yönüyle, öncelikle bireysel ve kişisel fenomenler oldukları için, kural olarak niyâbet ve vekâlet kabul etmezler. İslâm dini her alanda olduğu gibi ibadetlerin ifasında da sadeliği, kolaylığı ve güç yetirilebilir olmayı esas almış; bu ilkenin gereği olarak, ibadetin ifasında sıkıntı doğuracak durumlar için bazı kolaylıklar tanıdığı gibi, ibadetin öngörülen ilk ve aslî biçimiyle yerine getirilemediği durumlarda birtakım telâfi mekanizmaları ve nâdiren de olsa alternatif ifa biçimleri önermiştir. Bazı istisnaî durumlarda niyâbete izin verilmesi (bedel haccı), söz konusu durumun ibadet içeriğinin dışında kalan başka mülâhazalarla açıklanabilmektedir. Kural, ibadetlerin özellikle ve sadece mükellef tarafından ve öngörülen biçimlere uyularak yerine getirilmesidir.
     Esasen, tekrar sağlığına kavuşup oruç tutabilir hale gelmeleri ümit edilmeyen hasta ve yaşlı kimseler için ilgili âyette önerilen fidye yoluyla telâfi şekli, sonraları hükmün konuluş amacına uygun görülmeyebilecek zorlama yorumlarla ıskat-ı savm (ve arkasından ıskat-ı salât) anlayış ve tatbikatına dönüşmüştür.
     Fidye hükmü, ilk olarak bir mazeret sebebiyle oruç tutamayan ve bunu kazâ etmeden ölen kimseleri içine alacak şekilde genişletilmiş ve mirasçıların bu oruçlar için de fidye vermesi câiz, hatta mendup bir davranış olarak görülmüştür. Bu meselede, fakihler kazâ etmemenin nedenleri üzerinde durarak, kişinin ölmeden önce orucu kazâ etme imkânına sahip olması durumu ile bu imkâna sahip olmasına rağmen ihmal sebebiyle tutmamış olması durumu arasında ayırım yapma eğilimi göstermişlerdir. Kimi fakihler, orucunu kazâ etme imkânı bulamadan vefat eden kimseyi yaşlı ve sürekli hasta kimselerin durumuna kıyas ederek, mirasçılarının fidye vermesini vâcip görmüşse de, fakihlerin çoğunluğu mazeret sebebiyle bu kimseden mükellefiyetin ve kazâ borcunun sâkıt olduğu ve mirasçıların da fidye vermesinin gerekmediği görüşündedir. İmkân bulduğu halde orucunu kazâ etmeden vefat eden kimse hakkında ise, fakihlerin çoğunluğu, Hz. Peygamber'in oruç borcuyla ölen kimse adına her bir gün için bir fakirin doyurulmasını emreden hadisinin (İbn Mâce, "Sıyâm", 50; Tirmizî, "Savm", 23) genel ifadesinden hareketle mirasçılarının fidye ödemesini gerekli görürler. Bir grup fakih de, Hz. Peygamber'in, oruç borcuyla ölen kimse adına velisinin oruç tutmasını tavsiye etmesini veya buna izin vermesini (Buhârî, "Savm", 42; Müslim, "Sıyâm", 152; Ebû Dâvûd, "Savm", 41) esas alarak ölenin yakınlarının onun adına oruç tutmasının câiz olduğunu söylerken, Zâhirîler bunun câiz değil vâcip olduğunu ileri sürmüşlerdir. Fakihlerin çoğunluğu ise, ölen adına fidye verilmesini emreden hadisi ve kimsenin bir başkası namına namaz kılamayacağı ve oruç tutamayacağı yönündeki sahâbî görüşlerini (Muvatta, "Savm", 43) esas alarak ve namaz, oruç gibi bedenî ibadetlerde hiçbir şekilde -mükellefin hayatında veya ölümünden sonra- niyâbetin geçerli olmayacağı genel kaidesini işleterek, ölen adına yakınlarının veya üçüncü şahısların oruç tutmasını, namaz kılmasını uygun görmemişlerdir. Bunlar mezkûr hadisteki "yerine oruç tutma" ifadesiyle oruç yerine geçecek olan fidye vermenin kastedildiğini, Hanbelîler başta olmak üzere fakihlerin bir kesimi de bu istisnaî hükmün ramazan orucu için değil de ölenin adayıp da yerine getiremediği adak oruç borcu için geçerli olabileceğini söylerler.
     Mükellefin oruç borcunun vefatından sonra fidye ödenerek düşürülmesi (ıskat-ı savm) arzu ve teşebbüsünün, sürekli mazereti sebebiyle oruç tutamayan veya geçici mazereti sebebiyle oruç tutamayıp daha sonra da bu orucunu kazâ edemeden vefat eden kimselerin durumuyla sınırlı kalması beklenirken hangi dönemde başladığı tam olarak bilinemeyen fakat hicrî II. asrın sonlarına doğru ortaya çıkmış olması muhtemel olan bir yorum ve kıyaslama ile, sağlığında mazeretsiz olarak oruç tutmamış ve kazâ da etmemiş kimse adına vefatından sonra fidye verilebileceği ve bu fidyenin ölenin oruç borcunu ıskat etmesinin muhtemel olduğu görüşü gündeme gelmiş ve uygulama alanına girmeye başlamıştır. Bu görüş, sağlığında mazeretsiz olarak oruç tutmayıp kazâ da etmeyen kimsenin vefat etmekle kazâ etme imkânını yitirdiği için, mazerete binaen oruç tutamayan kimsenin durumuna kıyasen bu kimse adına da fidye verilebileceği, vasiyeti varsa kıyasın daha güçlü olacağı gerekçelerine sahiptir.
     Hanefî kaynaklarında, İmam Muhammed'in ölenin vasiyeti olmasa bile mirasçıların onun oruç borcu için fidye vermesinin Allah'ın dilemesine bağlı olarak yeterli olacağını söylediği rivayet edilir. Ölen adına yakınlarının oruç tutabilmesinden söz eden hadisin ve İmam Şâfiî'nin bu yöndeki eski görüşünün daha sonraki dönem Şâfiî literatüründe geniş bir yoruma tâbi tutulup kasten terkedilen ve kazâ da edilmeyen oruçlar dahil her türlü oruç borcu için söz konusu edildiği, ölen kimse adına oruç tutacak kimsenin onun yakını olmasının şart görülmediği, yakınların bilgisi olsun olmasın üçüncü şahısların da ücretli-ücretsiz böyle bir oruç tutabileceği görüş ve tartışmalarının yer aldığı görülür. Sonuç itibariyle, âyette sadece oruç tutmaya gücü yetmeyen sürekli mazeret sahibi kimseler için öngörülen fidye yoluyla telâfi mekanizması, konuluş amaç ve anlamını aşarak, mazeretli veya mazeretsiz olarak orucu terkedip, kazâ edemeden ölen herkese teşmil edilmiştir.
     Her ne kadar içerisinde mâsum ve insancıl duygular barındırdığı iddia edilebilirse de ıskat-ı savm ve ıskat-ı salât anlayışının yeşerip, her türlü mantıkî ve dinî ölçüler zorlanarak oldukça geniş bir kullanım alanına kavuşturulması, ibadetlerin aslî fonksiyonlarının göz ardı edilip, nasıl birtakım şeklî şart ve gösterilere indirgenmiş "borçtan kurtulma törenleri"ne dönüştüğünün bir göstergesi mesabesindedir. Ruhun Allah'a yükselişini sembolize ettiği gibi, kişinin kendini geliştirip ispat etmesine katkı sağlayan ve insan için daha birçok mânevî ve derunî yararlar içeren ibadetlerin sıradan bir borç ödeme çerçevesinde değerlendirilmesi, ibadetlerin ruh ve amacına aykırı olduğu gibi, insanların sağlıklarında ibadetleri ifada tembellik etmesine ve ihmalkâr davranmasına da yol açabilmektedir.
     Vefat eden kimsenin yakınlarının müteveffanın uhrevî mesuliyetini azaltacak bir şeyler yapabilme yönündeki iyi niyeti anlaşılabilir bir durumdur; fakat bu niyetin doğru kanalize edilerek şâri` tarafından öngörülmüş genel ölçüleri aşmayacak biçimlerde gerçekleştirilmesi gerekir. Şâri`, mevcut biçimlerin saptırılması neticesinde oluşan biçimlere göre değil, kendi önerdiği ölçülere göre davranılmasını ister.

Kitap Tanıtımı ღ💗ღ Yazar Şüheda Derya Terzi ❀💗❀ A'MAK-I ERVAH

  Kitap Özgün <kitapokuyalim@gmail.com> okunmadı, 00:18 (10 dakika önce)     alıcı gonulerleri@googlegroups.com      2007 de birkaç...