25 Nisan 2013 Perşembe

CENNETİN NEVİLERİ VE MERTEBELERİ

CENNETİN
NEVİLERİ VE MERTEBELERİ

  • 1- Cennetü'n-Nâim: "Beni Cennetü'n-Nâim'in varislerinden kıl... " (Şuârâ, 26/85) Ayrıca (bk. el-Mâide, 5/65; et-Tevbe, 9/21; Yunus, 10/9).
  • 2- Cennetü'l-Adn: "Şüphesiz ki, iman edenler ve güzel amel işleyenler yok mu, işte onlar mahlûkatın en hayırlısıdırlar. Onların mükâfâtı Rableri katında And Cennetleridir ki onların altlarından nehirler akar, orada onlar ebedî kalıcıdırlar, Allah onlardan razı olmuştur, onlar da ondan razı olmuşlardır. Bu Rabb'inden korkanlar içindir. " (Beyyine, 98/8, Ayrıca bk. et-Tevbe, 9/72; er-Ra'd, 13/23; en-Nahl, 16/31)
  • 3- Cennetü'l-Firdevs: "Şüphesiz, iman edip güzel amel işleyenler için barınak olarak Firdevs Cennetleri. vardır " (el-Kehf,18/107 ve el-Mü'minun, 23/11).
  • 4- Cennetü'l-Me'vâ: "Iman edip güzel amel işleyenlere gelince, onlar için Me'vâ Cennetleri vardır. " (Secde, 32/19 ve En-Necm, 53/15).
  • 5- Dârü's-Selâm: "Halbuki Allah Dârü's-Selâm'a çağırıyor ve O, dilediği kimseleri dosdoğru bir yola hidâyet buyurur. " (Yunus, 10/25 ve el-En'âm, 6/127).
  • 6- Dârü'l-Huld: "O Rab ki, fazlından bizi durulacak yurda (Cennet'e) kondurdu." (Fâtır, 35/35).

     Her ne kadar Ibn Abbâs Cennet'in tabakalarını yedi ile sınırlandırmışsa da, ayetlerden anlaşıldığına göre, Cennet'in bir çok tabakası vardır. Burada Ibn Abbâs'ın haber verdiği ve ayetlerde adları geçen Cennet tabakaları, Cennet'in en yüksek tabakalarıdır. Çünkü bu tabakalarda da bir çok tabaka vardır. Nitekim Allah Teâlâ'nın Nâim Cennetleri veya "Firdevs Cennetleri" şeklindeki çoğul ifade eden ayetleri buna delildir. Ayrıca Ümmü Hârise Hadisinde bu gerçek Hz. Peygamberin dilinden ifade olunmuştur. Ümmü Harise Bedir'de şehit olan çocuğu hakkında Hz. Peygamber'den bilgi almak üzere gelmiş ve ona Rasûlullah bir çok Cennet olduğunu belirterek, çocuğunun da "Firdevs-i Â'lâ'da" olduğunu söylemek suretiyle teselli etmiştir (Mansur Ali Nâsıf, et-Tâcü' el-Câmi' li'l-Usul, fi Ahadisi'r-Rasûl, Istanbul (t.y.), V, 4033).

     Nitekim Müslim'in Ebû Sâid el-Hudrî'den rivayet ettiği hadiste de, Allah yolunda cihat edenlerin, cihatları sebebiyle Cennet'te yüz derece yükselecekleri, her derecenin arasının ise, yer ile gök arasındaki mesâfe kadar olduğu, Hz. Peygamber tarafından haber verilmektedir (Müslim, Imâre, 116). Hadiste sözü edilen dereceler konusunda ise şu ihtimaller öne sürülmüştür. Bu dereceleri zahiriyle anlamak mümkündür. Gerçekten söz konusu derecelerin, zahirinden anlaşıldığı üzere, birbirinden daha yüksek menziller (tabakalar) olması muhtemeldir. Buna karşılık, yükseklikten kasdın, Cennet'teki nimetlerin çokluğu, insanın veya bir başka yaratığın hiç aklına bile gelmemiş, gönlünden dahi geçmemiş iyiliklerin büyüklüğü veya çokluğu anlamında olması muhtemeldir. Zira Allah Teâlâ'nın mücâhide lutfettiği iyilik veya cömertlik türleri birbirinden çok farklıdır, birbirinden üstündür. Buna göre, nimetlerin fazilet (üstünlük) konusundaki farklılıkları uzaklık açısından yer ile gök arasındaki mesafe gibidir. Fakat el-Kadî Iyad (544/1149) birinci görüşü tercih etmiştir (en-Nevevi, Şerhu Müslim, Kahire (t.y.), XIII. 28).
     Yine Buhârî'nin bir rivayetinde Hz. Peygamber, Allah yolunda savaşan mücâhidler için Cennet'te yüz derece (tabaka) hazırlandığını ve iki derecenin arasının yerle gök arası gibi olduğunu haber vermekte ve sözlerine devamla "Allah'dan istediğiniz zaman Firdevs'i isteyin... Çünkü Firdevs, Cennet'in ortası ve Cennet'in en yükseğidir (...). Firdevs'ten Cennet nehirleri doğar" buyurmaktadır. (Buhârî, Cihad 4)
     Aynî, "Firdevs, Cennetin ortasıdır (vasatıdır)." cümlesini, Cennet'in en iyi yeri veya üstünü (efdali) olarak yorumlar ve bu görüşüne "Böylece sizi en hayırlı bir ümmet kıldık" (el-Bakara, 2/143) ayetinde geçen "vesetan" kelimesini delil getirir (el-Aynî, Umdetü'l-Kârî fî Şerhi Sahihi'l-Buhârî, Istanbul 1309, VI, 539). Çeşitli rivayetlerde Firdevs Cenneti'nin güzellikleri dile getirilmiştir. Diğer taraftan hadiste söz konusu edilen Cennet dereceleri arasındaki mesafelerin çeşitli rivayetlere göre "yüz senelik mesafe", "Beş yüz senelik mesafe" şeklinde değiştiğine işaret edelim (el-Aynî, aynı yer).
     Bütün bu ayet, hadis ve âlimlerin yorumlarından Cennet'in birçok tabakası olduğu anlaşılmaktadır. Bu tabakalardan bazılarının daha yüce ve nimetlerinin daha güzel veya daha efdal olması sebebiyle isimleri bize bildirilmiştir. Firdevs Cenneti mertebece en yüksek olan Cennet tabakasıdır. (Ayrıca bkz. et-Taberi, Tefsir, Mısır 1954, XVI. 37-8)


KELİMELER - KAVRAMLAR / SETR-İ AVRET

KELİMELER - KAVRAMLAR
SETR-İ AVRET

     Müslüman erkeklerin ve kadınların değişik ortam ve farklı kişilerin yanında vücutlarının ne şekilde örtülmesi gerektiğini ifade eden bir fıkıh ıstılahı. "Setere" fiilinden türeyen "setr", örtmek, kapatmak, "Avret" ise örtünmesi gereken yerler demektir. Setr-ı avret, namazın farzlarından biridir. Erkeklerin avret yerleri ile kadınların avret yerleri farklı olduğu gibi, mahrem (yakın) olan akrabalar karşısında kapatılması gereken avret yerleri ile yabancılar karşısında kapatılması gereken avret yerleri de farklıdır. Kadınların yanında kapatılacak yerlerle erkeklerin yanında kapatılacak yerler yine farklıdır.
     Erkeklerin avret yeri: Hz. Peygamber (s.a.s) erkeklerin avret yerini şöyle açıklamıştır: Erkekler için kapatılması gereken yerler, göbekten diz kapağına kadar olan kısımdır. Erkekler, belirtilen yerlerini açamaz, başka erkeklere ve kadınlara gösteremezler.
     "Kardeşinin edep yerlerine bakan lanetlenmiştir" buyuran Rasûlüllah bir diğer hadisinde; "Yemin ederim ki, bir insanın edep yerlerine bakmaktan yahut da başkasının edep yerlerimi seyretmesine razı olmaktansa, gökten yere düşerek iki parça olmayı tercih ederim" (el-Mebsut, Kitabul-İstihsan). Başka bir hadisinde ise "Dikkat, çıplaklıktan sakının. Çünkü tuvalette bulunduğunuz, eşinizle buluştuğunuz vakitler hariç, yanınızdan hiç ayrılmayan ve daima sizinle olan birisi vardır" buyurmaktadır.
     Erkeklerin zikredilen bu avret yerleri, kendisine mahrem olsun yabancı olsun, ister erkek ister kadın, herkes için aynıdır. Bir erkek edep yerlerini ancak hanımının yanında açabilir. Hukuken hiç bir günahı yoktur, istedikleri yere bakabilirler. Ancak haya duygusunun yok olmamasını isteyen İslam, karı-koca arasındaki ilişki anında bile tamamen açılıp saçılmayı hoş görmemiştir. Rasûlüllah şu tavsiyeyi yapmıştır: "Eşinize yaklaştığınız zaman örtünmelisiniz. Eşekler gibi çıplak olmayın" (İbn Mâce, Cinsi münasebetteyken Örtünme babı). Ancak bu tavsiyenin kesin bir hüküm olmadığı bir başka hadisten anlaşılmaktadır: "Edeb yerlerini koru. Ancak ailen ya da elinin altında bulunan (cariyen) hariç" (Müslim, Ebû Davûd, Tirmizî, İbn-i Mâce). İslâm âlimleri cinsel yakınlaşma anında eşlerin birbirinin tüm organlarına bakabileceğini; ancak, haya-utanma gibi duyguların tamamen yok olmaması için en azından erkeklik ve kadınlık organlarına bakılmamasını; birleşmenin bir örtünün altında yapılmasını uygun görmüşlerdir. Hayanın imandan olduğunu bildiren İslâm peygamberi, insanın yalnız başına olduğu zaman bile tamamen çıplak olmasını yasaklamıştır. Çünkü tuvalette ve eşiyle birleşme anının dışında her zaman insanın iki omuzunda kirâmen kâtibin * melekleri ve her yerde hazır olan Allah onu görmektedir. Kendi avret yerlerini göstermedikleri gibi başkalarının avret yerlerine de bakmamaları gereken müslümanların plaj ve hamam gibi haya duygusundan yoksun insanların kendilerini teşhir ettikleri yerlerden uzak durmaları bundan dolayıdır. Diğer bir husus da, hastalık hallerinde doktorun bakabileceği durumlar vardır. Zaruret hallerinde doktor bir müslümanın avret yerine bakabilir, gerekirse eliyle değebilir. Ancak günümüzün kadın-erkek ilişkilerinin kontrolsüz olduğu bir ortamda erkek doktor varken kadın doktorlara görünmemek gerekir. Ancak erkek doktor, bulunamadığı hallerde sağlığın tehlikede olduğu bir durumda kadın doktora da görülebilinir.
     Avret yerinin göbekle diz kapağı arası olması, müslüman erkeklerin bu kıyafette dolaşabilecekleri anlamına gelmez. Onlar yine, vücutlarını kapatmakla yükümlüdürler; giyilecek elbiseleri olduğu halde bu kıyafetle dolaşamazlar. Bu kadarı, farz olan örtünmedir. Bunun dışında, giyinmenin sünneti, adabı vardır ki, Rasûlüllah bu konuda bir örnektir.
     Kadınların avret yerleri Kuran-ı Kerim'in Nur süresi 31. ve Ahzab süresi 59. âyetleri müslüman kadınların yabancı erkekler karşısında ve sokağa çıktıkları zaman "kendiliğinden görünen kısımlar" dışında bütün vücutlarını kapatmalarını; "cilbab"larının başlarından aşağı yaka ve omuzlarına sarkıtmalarını; süslerini açıp göstermemelerini; gizledikleri süslerin de başkaları tarafından bilinmesi için uygunsuz hareketler yapmamalarını istemekte; Ahzâb 32. âyette de Peygamber'in hanımlarının şahsında tüm müslüman kadınlardan, yabancı erkeklerle konuştukları zaman sözü yumuşak bir eda ile söylememeleri, ciddi ve gerektiği kadar konuşmaları istenmekte; bütün bunlardaki amacın ise kalbinde kötülük duygusu olan fasıkların ümitlenmemesi ve kıyafetinden hayalı bir müslüman kadın olduğu bilinsin de rahatsız edilmemesi içindir.
     İslâm âlimleri, "kendiliğinden görünen kısımlar" dan kadınların nerelerinin kastedildiği, "cilbab"ın Hangi tür örtü olduğu üzerinde değişik görüşler ortaya koymuşlardır. Kendiliğinden görünen kısımlar bazı âlimlere göre vücudu örten dış elbiseler şeklinde anlaşılırken, bazılarına göre el ve yüz olarak anlaşılmış; elin ve yüzün de ne kadar açılabileceği hakkında farklı görüşler ortaya çıkmıştır. Bu görüşler özetle şunlardır:
     a) Bütün vücut örtülmelidir. Ancak bu dış örtüler görülebilir.
     b) Yüz ve eller ile eldeki kına, yüzük, gözdeki sürme gibi süsler açık tutulabilir.
     c) Yüz kapatılmalıdır. Yalnız el açılabilir, eldeki yüzük, bilezik gibi şeyler de elle birlikte açılabilecek kendiliğinden görünen süslerdir.
     d) Eller açılabilir; yüz ise tamamen olmasa da göz bölgesi asgari seviyede açılabilir.

     Tüm bu görüşler müslümanlar tarafından benimsenen âlimler tarafından ileri sürülmüştür. İbn Mes'ud, İbrahim en-Nehâî, Hasan-ı Basrî, İbn-i Abbâs, Evzaî, Mücahid, Ata, İbn-i Ömer, Enes, Dahhak, Said b. Cübeyr, Said b. Müseyyeb, Hz. Aişe, Katade ve Hanefi, âlimleri yukarıdaki görüşlerden birini benimsemişlerdir.
     "Cilbab" kelimesinin bütün vücudu örten örtü şeklinde anlaşılması sebebiyle Hz. Peygamber zamanında ve daha sonra müslüman kadınların birçoğu ellerini eldivenle, yüzlerini de peçe ve yaşmak adı verilen örtülerle kapatmışlardır. Ancak yukarıdaki farklı görüşlere dayanarak yüz ve ellerini açan müslüman kadınların sayısı da az değildir. Bu konuda Hicab adlı eserinde Ebul-A'la el-Mevdudi şunları söylemektedir: "Kadın bizzat düşünür, hesabını yapar, elini mi açacağını, yüzünü mü göstereceğini tespit eder. Nerede hangisi uygunsa onu yapar. Hatta öyle durumlar ve yerler olur ki, elini bile göstermemesi gerekir... Bir kadın, durumuna göre, bazen evinden dışarı çıkmak mecburiyetinde kalabilir. Çalışması gerekebilir. O zaman, elbette ki hem ellerini hem de yüzünü açacaktır. Çünkü böyle hallerde yüzün ve ellerin açılması kesin bir zorunluluk belirtir. Fakat söz konusu şartların dışında kalan kadınlar, sırf zevk olsun diye şüphesiz bu şekilde hareket edemezler.
     Buna göre, "şerîatın gayesi güzelliğin görünmesini önlemektir. O halde güzelliğin teşhiri için açılmak suçtur..." Kadınların örtünmesinin amacı, yabancı erkeklere kadınlıklarını hatırlatmayacak, erkeklerin kalbine kötü duygular getirmeyecek bir ortam oluşturmaktır. İslâm toplumunda, sokağa çıkıp erkeklerin arasına karışan müslüman kadınlar, süslü ve kokulu olmayan sade bir dış örtüyle kendilerini örterler; yürüyüşlerine, konuşmalarına dikkat ederler; ağırbaşlı olurlar. Bu şartlara uyan müslüman bir hanım toplumun ahlâkî yapısını da dikkate alarak el ve yüzünü ihtiyaç oranında açabileceği gibi, fitnenin yaygınlaştığı zamanlarda gerek görürse tamamen kapanır, hatta zorunlu olmadıkça sokağa dahi çıkmaz. İslâm toplumunun erkekleri de, "Yabancı bir kadına arzu ile bakan bir kimsenin gözlerine, kıyamet günü erimiş kurşun dökülür" hadisini akıllarından çıkarmaz ve elleri-yüzü açık olan müslüman bir hanıma şehvetle bakmaz.
     Yabancı erkekler karşısında bu örtünme biçimine uymak zorunda olan müslüman kadınlar, bazı durumlarda dış elbiselerini giymek zorunda değildirler. Bunlar;
     a) Kendisi ile evlenmesi ömür boyu haram olan erkeklerin yanında,
     b) Şehvet duygularını yitirmiş olan yaşlı ve hunsa erkeklerin yanında,
     c) Evinde hizmetçi olarak kullandığı köle ve cariyelerinin yanında,
     d) Henüz kadınların özel yerlerinden haberdar olmayan küçük çocukların yanında dış elbiselerini giymeyip ev kıyafetiyle durabilir. Ancak bu, onların yanında açılıp saçılmasını gerekli kılmaz. Aynı evi paylaşmanın getirdiği zorunluluklar sebebiyle kadın sürekli olarak her tarafını kapatamayacağı için bu izin verilmiştir. Haya duygusunu yitirmemiş bir müslüman hanım babasının, kardeşinin yanında bile kollarını, bacaklarını, başını, boynunu açmamalıdır. Ancak zorunlu hallerde veya hava şartlarının neticesinde bazı hafif yerlerinin açılmasında bir sakıncanın olmadığını da bilmelidir. Haram olmayan bir şeyi haram gibi görmemelidir.
     e) Kadınların yanındaki giyimi için iki değişik durum vardır. Müslüman olan, haya duygularını koruyan, Allah'tan korkan kadınların yanında kapatması zorunlu olan avret mahalli, göbekle diz kapağı arasıdır. Müslüman olmayan veya müslüman olduğu halde iffet duygusu zayıf olan kadınların yanında yabancı erkekler karşısında nasıl örtünüyorsa öyle örtünmesi gerekir. Çünkü onlar, o müslüman hanımın vücudunu birlikte oldukları erkeklere anlatabilir, yabancı erkekler sanki onu görmüş gibi zihinlerinde onun hayalini çizerler. Bir müslüman hanımın iffetli vücudu yabancı erkeklerin hayallerini süslememelidir; o kadın bu gibi sonuçları doğuracak durumlardan kendini korumalı rastgele her kadının yanında "kadındır" diye açılmamalıdır.
     f) Evlenmek isteyen bir erkek, sözkonusu kadına tekrar tekrar dikkatlice bakabilir. Ancak bakışlarına şehvet duygusu karıştırmamak ve bu izni suistimal etmemekle yükümlüdür. Aynı ölçüler içinde kadın da erkeğe bakabilir.
     g) Hac anında kadın el ve yüzünü kapatamaz. Mutlaka açması gerekir.
     h) Bir hastalık anında kadın doktorun bulunmadığı ya da elverişli olmadığı zaman tedavî için gerekli olduğu kadarıyla yabancı bir erkek doktor veya müslüman olmayan ya da günahkâr bir kadın doktor müslüman bir kadının vücuduna bakabilir. Ancak öncelik sırasına dikkat edilmeli; önce müslüman bir kadın doktor, o olmazsa günahkâr bir kadın doktor, ardından sırasıyla, müslüman olmayan kadın doktor, İslâm'a bağlı ahlâklı bir müslüman erkek doktor, o da olmazsa ancak o zaman başka erkek doktorlara sıra gelir.
     ı) Mahkemede şahit olarak dinlenecek bir kadının, kimliği belli olsun diye yüzünü açması gerekir.
     i) Erkeklerde hiç bir arzu uyandırmayacak kadar yaşlanmış kadınlar yabancı erkeklerin yanında dahi dış örtülerini açabilirler. Ancak örtünmeleri daha iyidir.
     Setr-i avret tabiri bir de, namaz için örtünme amacıyla kullanılır. Namazın farzları arasında, bir deyim haline gelen "setr-i avret" de vardır; namaza duracak olan bir kişinin örtmesi gereken yerleri ifade eder. Erkek ile kadının avret yerleri farklıdır.
     Erkeklerin avret yeri göbekle diz kapağı arasıdır. Kadının avret yeri ise elleri ve yüzü hariç bütün vücududur. Namazda avret yerlerinin açılması halinde namaz bozulur. Ancak bunun bazı ayrıntıları vardır.
     Hanefi mezhebine göre örtünerek namaza duran bir kişinin elbisesi kaza ile açılmışsa, namazın bozulup bozulmadığını anlamak için açılan yerin alanı ve açık kalma süresi dikkate alınır. Bir uzvun dörtte birinden az bir kısmı üç kez "sübhanellah" diyecek kadar açık kalır da sonra kapatılırsa o namaz bozulmaz; ancak bundan fazla olursa namaz bozulur.
     Hiç bir elbisesi olmayan bir kişi çıplak olarak namaz kılabileceği gibi; çalıntı olan bir elbiseyle de namaz kılınabilir. Çünkü zaruret vardır. Çıplak olarak kılınan namaz ima ile kılınır, hareket yapılmaz.
     Kalın elbise varken ince, geniş elbise varken dar elbiseyle namaz kılınmaz.
     Temiz elbise bulunamadığı zaman eğer temizlemek için zaman yoksa üzerinde pislik olan elbise ile namaz kılınabilir.
     Bütün vücudu örtecek kadar elbise yoksa öncelik avret mahalline verilir.
     Eteğin alt tarafından veya yakanın üstünden bakınca vücut görülüyorsa bu, namaza engel olmaz. Çünkü dışarıdan bakılınca normal şartlarda görünmüyorsa namaz geçerli olur. Ancak bütün bunlar giyilecek temiz, kalın ve geniş elbisesi olmayanlar için verilen izinlerdir. Namaza durmak isteyen bir müslümanın, kendisini en güzel şekilde kapatacak yeni ve temiz elbiselerini giymesi gerekir. Yüce Allah bu konuda şu ölçüyü koyuyor: "Ey Ademoğulları her mescidde ziynetlerinizi üzerinize alın" (el-A'raf, 7/31).

Şamil İslam Ansiklopedisi
Fedakâr KlZMAZ

23 Nisan 2013 Salı

RİYÂZÜ’S-SÂLİHÎN / TÖVBE - ALLAH’DAN AF DİLEMEK (4)


HADİS-İ ŞERİFLER / RİYÂZÜ’S-SÂLİHÎN
TÖVBE
ALLAH’DAN AF DİLEMEK (4)

    22.  Kâ’b İbni Mâlik radıyallahu anh gözlerini kaybettiği zaman onu elinden tutup götürme görevini üstlenen oğlu Abdullah’dan rivayet edildiğine göre şöyle demiştir:
     Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem ile birlikte Tebük Gazvesi’ne katılmadığına dair mâcerasını Kâ`b İbni Mâlik radıyallahu anh’den şöyle anlatırken duydum:
     Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in gittiği gazâlardan sadece Tebük Gazvesi’ne katılmamıştım. Gerçi Bedir Gazvesi’nde de bulunamamıştım. Zaten Bedir’e katılmadıkları için hiç kimse azarlanmamıştı. O vakit Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem ile müslümanlar (savaşmak için değil) Kureyş kervanını takibetmek için yola çıkmışlardı. Nihayet Allah Teâlâ müslümanlarla düşmanlarını, aralarında verilmiş herhangi bir karar olmadığı halde bir araya getiriverdi. Halbuki ben Akabe bîatının yapıldığı gece, İslâm’a yardım etmek üzere söz verirken Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in yanındaydım. Her ne kadar Bedir Gazvesi halk arasında Akabe gecesinden daha meşhursa da, ben Bedir’de bulunmayı Akabe’de bulunmaktan daha üstün görmem.
     Tebük Gazvesi’ne Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem ile birlikte gitmeyişim şöyle oldu:
     Ben katılmadığım bu gazve sırasındaki kadar hiçbir zaman kuvvetli ve zengin olamamıştım. Vallahi Tebük Gazvesi’nden önce iki deveyi bir araya getirememiştim. Bu gazvede iki tane binek devesine sahip olmuştum. Bir de Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem bir gazveye hazırlandığı zaman asıl hedefi söylemez, bir başka yere gittiği sanılırdı. Fakat bu gazve sıcak bir mevsimde uzak bir yere yapılacağı ve kalabalık bir düşmanla karşı karşıya gelineceği için Resûl-i Ekrem durumu açıkladı. Savaşın özelliğine göre hazırlanabilmeleri için müslümanlara nereye gideceklerini söyledi. Resûlullahsallallahu aleyhi ve sellem ile beraber sefere gidecek müslümanların sayısı çok fazlaydı. Adlarını bir deftere yazmak mümkün değildi.
     Kâ’b sözüne şöyle devam etti:
     Savaşa gitmemek için gözden kaybolunduğu takdirde, hakkında bir âyet nâzil olmadıkça, işin gizli kalacağı zannedilebilirdi. Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem bu gazveyi meyvaların olgunlaştığı, gölgelerin arandığı sıcak bir mevsimde yapmıştı. Ben de bunlara pek düşkündüm. Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem ile müslümanlar savaş hazırlığına başladılar. Ben de onlarla birlikte savaşa hazırlanmak için çıkıyor, fakat hiçbir şey yapmadan geri dönüyordum. Kendi kendime de “Canım, ne zaman olsa hazırlanırım” diyordum. Günler böyle geçti. Herkes işini ciddi tuttu ve bir sabah Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem ile birlikte müslümanlar erkenden yola çıktılar. Ben ise hâlâ hazırlanmamıştım. Yine sabah evden çıktım, hiçbir şey yapamadan geri döndüm. Hep aynı şekilde davranıyordum. Savaş henüz başlamamıştı, ama mücâhidler hayli yol almışlardı. Yola çıkıp onlara yetişeyim dedim, keşke öyle yapsaymışım; bunu da başaramadım. Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem savaşa gittikten sonra insanların arasına çıktığımda beni en çok üzen şey, savaşa gitmeyip geride kalanların ya münafık diye bilinenler veya âciz oldukları için savaşa katılamayan kimseler olmasıydı.
     Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem Tebük’e varıncaya kadar adımı hiç anmamış. Tebük’te ashâbın arasında otururken:
     - “Kâ’b İbni Mâlik ne yaptı?” diye sormuş. Bunun üzerine Benî Selime’den bir adam:
     - Yâ Resûlallah! Elbiselerine ve sağına soluna bakıp gururlanması onu Medine’de alıkoydu, demiş.
     Bunun üzerine Muâz İbni Cebel ona:
     - Ne fena konuştun! demiş. Sonra da Peygamber aleyhisselâm’a dönerek, yâ Resûlallah! Biz onun hakkında hep iyi şeyler biliyoruz, demiş. Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem hiçbir şey söylememiş. O sırada çok uzaklarda beyazlar giymiş bir adamın gelmekte olduğunu görmüş:
     - “Bu Ebû Hayseme olaydı” demiş. Bir de bakmışlar ki, gelen adam Ebû Hayseme el-Ensârî değil mi!
     Ebû Hayseme, (bir savaş hazırlığı sırasında) bir ölçek hurma verdiği için münafıklara alay konusu olan zâttır.
     Kâ’b sözüne şöyle devam etti:
     Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in Tebük’ten Medine’ye hareket ettiğini öğrendiğim zaman beni bir üzüntü aldı. Söyleyeceğim yalanı düşünmeye başladım. Kendi kendime “Yarın onun öfkesinden nasıl kurtulacağım?” dedim. Yakınlarımdan görüşlerine değer verdiğim kimselerden akıl almaya başladım. Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in gelmek üzere olduğunu söyledikleri zaman, kafamdaki saçma düşünceler dağılıp gitti. Onun elinden hiçbir şekilde kurtulamayacağımı anladım. Her şeyi dosdoğru söylemeye karar verdim. Peygamber aleyhisselâm sabahleyin Medine’ye geldi. Seferden dönerken önce Mescid-i Nebevî’ye gelerek iki rek’at namaz kılar, sonra halkın arasına gelip otururdu. Yine öyle yaptı. Bu sırada savaşa katılmayanlar huzuruna geldiler; neden savaşa gidemediklerini yemin ederek anlatmaya başladılar. Bunlar seksenden fazla kimseydi. Hz. Peygamber onların ileri sürdüğü mâzeretleri kabul etti; kendilerinden bîat aldı; Allah Teâlâ’dan bağışlanmalarını niyâz etti ve iç yüzlerini O’na bıraktı. Sonunda ben geldim. Selâm verdiğim zaman dargın dargın gülümsedi; sonra:
     - “Gel!”, dedi. Ben de yürüyerek yanına geldim ve önüne oturdum. Bana:
     - “Niçin savaşa katılmadın? Binek hayvanı satın almamış mıydın?” diye sordu. Ben de:
     - Yâ Resûlallah! Allah’a yemin ederim ki, senden başka birinin yanında bulunsaydım, ileri süreceğim mâzeretlerle onun öfkesinden kurtulabilirdim. Çünkü insanlara fikrimi kabul ettirmeyi iyi beceririm. Fakat yine yemin ederim ki, bugün sana yalan söyleyerek gönlünü kazansam bile, yarın Cenâb-ı Hak işin doğrusunu sana bildirecek ve sen bana güceneceksin. Şayet doğrusunu söylersem, bana kızacaksın. Ama ben doğru söyleyerek Allah’dan hayırlı sonuç bekliyorum. Vallahi savaşa gitmemek için hiçbir özürüm yoktu. Hiçbir zaman da gazâdan geri kaldığım sıradaki kadar kuvvetli ve zengin olamamıştım, dedim.
     Kâ’b sözüne devamla dedi ki:
     Bunun üzerine Hz. Peygamber,
     - “İşte bu doğru söyledi. Haydi kalk, senin hakkında Allah Teâlâ hüküm verene kadar bekle!” buyurdu. Ben kalkınca Benî Selime’den bazıları yanıma takılarak:
     - Vallahi senin daha önce bir suç işlediğini bilmiyoruz. Savaşa katılmayanların ileri sürdükleri gibi bir mâzeret söyleyemedin. Halbuki günahlarının bağışlanması için Peygamber aleyhisselâm’ın istiğfâr etmesi yeterdi, dediler.
     Kâ’b sözüne şöyle devam etti:
     Beni o kadar çok ayıpladılar ki, tekrar Resûlullah’ın yanına dönüp biraz önceki sözlerimin yalan olduğunu söylemeyi bile düşündüm. Sonra onlara:
     - Bana verilen cezaya çarptırılan bir başka kimse var mı? diye sordum.
     - Evet. Seninle beraber bu cezaya uğrayan iki kişi daha var, dediler. Onlar da senin gibi konuştular ve senin aldığın cevabı aldılar.
     - O iki kişi kim? diye sordum.
     - Biri Mürâre İbni Rebî` el-Amrî, diğeri de Hilâl İbni Ümeyye el-Vâkıfî diyerek, herbiri Bedir Gazvesi’ne katılmış olan iki mükemmel örnek şahsiyetin adını verdiler. Bunun üzerine ben geri dönme düşüncesinden vazgeçerek yoluma devam ettim.
     Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem savaşa katılmayanlardan sadece üçümüzle konuşulmasını yasakladı. İnsanlar bizimle konuşmaktan kaçındılar veya bize karşı tavırlarını değiştirdiler. Hatta bana göre yer yüzü bile değişti. Sanki burası benim memleketim değildi. Elli gün böyle geçti. İki arkadaşım boyunlarını büktüler; ağlayarak evlerinde oturdular. Ben ise onlardan daha genç ve dayanıklı idim. Dışarı çıkarak cemaatle namaz kılar, çarşılarda dolaşırdım. Fakat kimse benimle konuşmazdı. Namaz bittikten sonra Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem yerinde otururken yanına gelir, kendisine selâm verirdim. Kendi kendime “Acaba selâmımı alırken dudaklarını kıpırdattı mı kıpırdatmadı mı” diye sorardım. Sonra ona yakın bir yerde namaz kılar ve farkettirmeden kendisine bakardım. Ben namaza dalınca bana doğru döner, kendisine baktığım zaman da yüzünü çeviriverirdi.
     Müslümanların bana karşı olan sert tutumları uzun süre devam edince, amcamın oğlu ve en çok sevdiğim insan Ebû Katâde’nin bahçesine gidip duvardan içeri atladım ve selâm verdim. Vallâhi selâmımı almadı. Ona:
     - Ebû Katâde! Allah adına and vererek soruyorum. Benim Allah’ı ve Resûlullah’ı ne kadar sevdiğimi biliyor musun? diye sordum. Hiç cevap vermedi. Ona and vererek bir daha sordum. Yine cevap vermedi. Bir daha yemin verince:
     - Allah ve Resûlü daha iyi bilir, dedi. Bunun üzerine gözlerimden yaşlar boşandı. Geri dönüp duvardan atladım.
     Birgün Medine çarşısında dolaşıyordum. Medine’ye yiyecek satmak üzere gelen Şamlı bir çiftçi:
     - Kâ’b İbni Mâlik’i bana kim gösterir? diye sordu. Halk da beni gösterdi. Adam yanıma gelerek Gassân Meliki’nden getirdiği bir mektup verdi. Ben okuma yazma bilirdim. Mektubu açıp okudum. Selâmdan sonra şöyle diyordu:
     - Duyduğumuza göre Efendiniz seni üzüyormuş. Allah seni değerinin bilinmediği ve hakkının çiğnendiği bir yerde yaşayasın diye yaratmamıştır. Hemen yanımıza gel, sana izzet ikrâm edelim.
     Mektubu okuyunca, bu da bir başka belâ, dedim. Hemen onu ateşe atıp yaktım.
     Nihayet elli gün’den kırk’ı geçmiş, fakat vahiy gelmemişti. Birgün Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in gönderdiği bir şahıs çıkageldi.
     - Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem sana eşinden ayrı oturmanı emrediyor, dedi.
     - Onu boşayacak mıyım, yoksa ne yapacağım? diye sordum.
     - Hayır, ondan ayrı duracak, kendisine yanaşmayacaksın, dedi. Hz. Peygamber diğer iki arkadaşıma da aynı emri gönderdi. Bunun üzerine karıma:
     - Allah Teâlâ bu mesele hakkında hüküm verene kadar ailenin yanına git ve onların yanında kal, dedim.
     Hilâl İbni Ümeyye’nin karısı Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’e giderek:
     - Yâ Resûlallah! Hilâl İbni Ümeyye çok yaşlı bir adamdır. Kendisine bakacak hizmetçisi de yoktur. Ona hizmet etmemde bir sakınca görür müsün? diye sormuş. Hz. Peygamber de:
     - Hayır görmem. Ama katiyen sana yaklaşmasın, buyurmuş. Kadın da şöyle demiş:
     - Vallahi onun kımıldayacak hâli yok. Allah’a yemin ederim ki, başına bu iş geleli beri durmadan ağlıyor.
     Kâ`b sözüne şöyle devam etti:
     - Yakınlarımdan biri bana: Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’den eşinin sana hizmet etmesi için izin istesen olmaz mı! Baksana Hilâl İbni Ümeyye’ye bakması için karısına izin verdi, dedi. Ben de ona: Hayır, bu konuda Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’den izin isteyemem. Üstelik ben genç bir adamım. İzin istesem bile Peygamber aleyhisselâm’ın bana ne diyeceğini bilemem, dedim.
     Bu vaziyette on gün daha durdum. Bizimle konuşulması yasaklandığından bu yana tam elli gün geçmişti. Ellinci gecenin sabahında, evlerimizden birinin damında sabah namazını kıldım. Allah Teâlâ’nın (Kur’ân-ı Kerîm’de bizden) bahsettiği üzere canım iyice sıkılmış, o geniş yeryüzü bana dar gelmiş bir vaziyette otururken, Sel Dağı’nın tepesindeki birinin var gücüyle:
     - “Kâ`b İbni Mâlik! Müjde!” diye bağırdığını duydum. Sıkıntılardan kurtulma gününün geldiğini anlayarak hemen secdeye kapandım.
     Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem sabah namazını kıldırınca, Allah Teâlâ’nın tövbelerimizi kabul ettiğini ilân etmiş. Bunun üzerine ahâlî bize müjde vermeye koşmuş. İki arkadaşıma da müjdeciler gitmiş. Bunlardan biri bana doğru at koşturmuş. Eslem kabilesinden bir diğer müjdeci koşup Sel Dağı’na tırmanmış, onun sesi atlıdan önce bana ulaşmış. Sesini duyduğum müjdeci yanıma gelip beni tebrik edince, sırtımdaki elbiseyi de çıkarıp müjdesine karşılık ona giydirdim. Vallahi o gün giyecek başka elbisem yoktu. Emanet bir elbise bulup hemen giydim. Peygamber aleyhisselâm’ı görmek üzere yola koyuldum. Beni grup grup karşılayan sahâbîler tövbemin kabul edilmesi sebebiyle tebrik ediyor ve “Allah Teâlâ’nın seni bağışlaması kutlu olsun” diyorlardı.
     Nihayet Mescid’e girdim. Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem ashâbın ortasında oturuyordu. Talha İbni Ubeydullah hemen ayağa kalktı, koşarak yanıma geldi, elimi sıktı ve beni tebrik etti. Vallahi muhâcirînden ondan başka kimse ayağa kalkmadı.
     Râvi der ki, Kâ’b, Talha’nın bu davranışını hiç unutmazdı.
     Kâ’b sözüne şöyle devam etti:
     Peygamber aleyhisselâm’a selâm verdiğimde yüzü sevinçten parıldayarak:
     - “Dünyaya geldiğinden beri yaşadığın bu en hayırlı gün kutlu olsun!” buyurdu. Ben de:
     - Yâ Resûlallah! Bu tebrik senin tarafından mıdır, yoksa Allah tarafından mı? diye sordum.
     - “Benim tarafımdan değil, Yüce Allah tarafından”, buyurdu. Sevindiği zaman Peygamber aleyhisselâm’ın yüzü parıldar, ay parçasına benzerdi. Biz de sevindiğini böyle anlardık.
     Resûl-i Ekrem’in önünde oturduğumda:
     - Yâ Resûlallah! Tövbemin kabul edilmesine şükran olarak bütün malımı Allah ve Resûlullah uğrunda fakirlere dağıtmak istiyorum, dedim. Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem:
     - “Malının bir kısmını dağıtmayıp elinde tutman senin için daha hayırlı olur” buyurdu. Ben de:
     - Hayber fethinde hisseme düşen malı elimde bırakıyorum, dedikten sonra sözüme şöyle devam ettim. Yâ Resûlallah! Allah Teâlâ beni doğru söylediğimden dolayı kurtardı. Tövbemin kabul edilmesi sebebiyle, artık yaşadığım sürece sadece doğru söz söyleyeceğim.
     Vallâhi bunu Peygamber aleyhisselâm’a söylediğim gündenberi doğru sözlü olmaktan dolayı Allah Teâlâ’nın hiç kimseyi benden daha güzel mükâfatlandırdığını bilmiyorum. Yemin ederim ki, Peygamber aleyhisselâm’a o sözleri söylediğim günden bu yana bilerek hiç yalan söylemedim. Kalan ömrümde de Cenâb-ı Hakk’ın beni yalan söylemekten koruyacağını umarım.
     Kâ’b sözüne devamla şöyle dedi:
     Bunun üzerine Allah Teâlâ şu âyet-i kerîmeleri indirdi:
     “Allah (savaşa gitmek istemeyenlere izin vermesi sebebiyle) Peygamberini bağışladığı gibi, bir kısmının kalbi kaymak üzere iken güçlük zamanında Peygamber’e uyan muhâcirlerle ensârın da tövbelerini kabul etti. Çünkü Allah onlara çok şefkatli, pek merhametlidir.
     “Hani şu tövbeleri (Allah’ın emri gelene kadar) geri bırakılan üç kişinin de tövbesini kabul etti. Bütün genişliğine rağmen yeryüzü onlara dar gelmiş, vicdanları kendilerini iyice sıkıştırmıştı. Nihayet Allah’dan başka sığınılacak kimse olmadığını anlamışlardı. Eski hâllerine dönmeleri için Allah onların tövbelerini kabul etti. Çünkü Allah tövbeleri kabul edici ve bağışlayıcıdır.
     “Ey imân edenler! Allah’ın azâbından korkun ve doğrularla beraber olun” [Tevbe sûresi (9), 117-119].
     Kâ’b şöyle devam etti:
     Allah’a yemin ederim ki, beni İslâmiyet’le şereflendirdikten sonra Cenâb-ı Hakk’ın bana verdiği en büyük nimet, Peygamber aleyhisselâm’ın huzurunda doğruyu söylemek ve yalan söyleyip de helâk olmamaktır. Çünkü Allah Teâlâ şu yalan söyleyenler hakkında vahiy gönderdiği zaman, hiç kimseye söylemediği ağır sözleri söyledi ve şöyle buyurdu:

“O savaştan kaçanların yanına döndüğünüz zaman, kendilerini hesaba çekmiyesiniz diye Allah adına yemin ederler. Onlardan yüz çevirin. Çünkü onlar pistirler. Yaptıklarına ceza olmak üzere varacakları yer cehennemdir. Kendilerinden râzı olasınız diye size yemin de ederler. Siz onlardan râzı olsanız bile Allah fâsıklardan aslâ râzı olmaz” [Tevbe sûresi (9), 95-96].

     Kâ’b sözüne şöyle devam etti:
     Biz üç arkadaşın bağışlanması, Peygamber aleyhisselâm’ın yeminlerini kabul edip kendilerinden bîat aldığı ve Cenâb-ı Hak’dan affedilmelerini dilediği kimselerin bağışlanmasından (elli gün) geri kalmıştı. Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem, hakkımızda Allah Teâlâ bir hüküm verene kadar bize yapacağı muameleyi tehir etmişti. Nihayet Allah Teâlâ -anlatıldığı üzere- hükmünü verdi. Allah Teâlâ’nın “tövbeleri geri kalan üç kişinin...” diye bahsettiği bu geri kalış, bizim savaştan geri kalmamız değildir; bu, Hz. Peygamber’e gelip yemin ederek mâzeretleri olduğunu söyleyenlerin özürlerini Peygamber aleyhisselâm’ın kabul etmesi, bize yapacağı muameleyi ise geriye bırakması olayıdır.
     Buhârî, Megâzî 79; Müslim, Tevbe 53. Ayrıca bk. Tirmizî, Tefsîru sûre (9)

     Diğer bir rivayet:

     “Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem Tebük Gazvesi’ne perşembe günü çıkmıştı. Sefere perşembe günü gitmeyi severdi” şeklindedir. Buhârî, Cihâd 103

     Başka bir rivayette ise:

     “Seferden mutlaka gündüzün kuşluk vakti dönerdi. Dönünce de ilk iş olarak Mescid’e uğrar, iki rek’at namaz kılar, sonra orada otururdu” denilmektedir. Müslim, Müsâfirîn 74; Ebû Dâvûd, Cihad 166

     Kâ’b İbni Mâlik
     Bu azîz sahâbî Resûlullah Efendimiz’in üç meşhur şâirinden biridir. Medineli olup Hazrec kabilesindendir. İkinci Akabe bîatında bulunarak Efendimiz’i Medine’ye dâvet eden bahtiyarlardan biri de odur. Tebük Gazvesi’ne katılmayan üç kişiden biri olması ve elli günlük boykottan sonra âyet-i kerîme ile aklanması onun şöhretini daha da artırmıştır. Hicretten sonra Peygamber Efendimiz Mekkeli bir muhâcir ile Medineli bir ensârı kardeş ilân ettiği zaman, onu cennetle müjdelenen on kişiden (aşere-i mübeşşere’den) biri olan Talha İbni Ubeydullah ile kardeş yapmıştı. Hadîsi şerîfte okuduğumuz üzere, haklarında ilâhî af çıkıp da Kâ’b Peygamber Efendimiz’in huzuruna girdiği zaman, sadece Hz. Talha’nın ayağa kalkıp koşarak gelmesinin ve onu heyecanla tebrik etmesinin sebebi, aralarındaki bu kardeşlikti. Kâ’b İbni Mâlik onun bu davranışını hiç unutmadı ve her fırsatta şükranla andı.
     Kâ’b sadece Bedir ve Tebük Gazveleri’nde bulunamadı. Uhud Gazvesi’nde düşmanla yiğitçe savaştı ve on yedi yara aldı. Demekki onun Tebük Gazvesi’ne gitmemesi, korkaklığı sebebiyle değildi. Kendisinden seksen kadar hadis rivayet edilmiştir.
     Kâ’b hicretin 54. yılında (674) vefat etti.
     Allah ondan razı olsun.

     Açıklamalar

     Bu hadîs-i şerîf İslâm âlimlerince çok önemli görülmüş, ondan elli kadar hüküm çıkarılmıştır.
     Bu uzun hadiste öncelikle tövbenin önemi belirtilmekte, ikinci olarak da genel harb ilân edildiği bir zamanda savaştan kaçmanın günâhı gösterilmektedir.
     Söze önce bu gazvenin neden bu kadar önemli olduğunu anlatarak başlayalım:
     Tebük Gazvesi hicretin dokuzuncu yılı Recep ayında (Ekim 630’da) yapıldı. O yıl Medine’de ve diğer İslâm topraklarında büyük bir kuraklık hüküm sürüyordu. Bunu haber alan Bizans kıralı Herakliyüs, müslümanlara öldürücü darbeyi indirmek üzere kırk bin kişilik bir kuvvet hazırladı. Peygamber Efendimiz bu haberi tam zamanında aldı.
     Mevsim sıcak, gidilecek yer de uzak olduğu için her zaman yaptığının aksine bu defa seferin nereye yapılacağını açıkca söyledi. Müslümanların arasındaki münafıklar moral bozmak için hem aşırı sıcakları hem de gidilecek yerin uzak oluşunu hep ileri sürüyorlar ve Herakliyüs’ün kalabalık ordusu karşısına çıkmanın bir intihar olacağını söylüyorlardı. Bu propaganda bazı kimseler üzerinde gerçekten tesirli oluyordu. İşte bu sırada müslümanları uyarmak için Tevbe sûresinin 38-41. âyetleri nâzil oldu:
     “Ey imân edenler! Size ne oldu ki, Allah yolunda sefere çıkın dendiği zaman yere çakılıp kalıyorsunuz? Dünya hayatını âhirete tercih mi ediyorsunuz? Fakat dünya hayatının faydası âhiretin yanında pek azdır.”
     Âyet-i kerîmenin devamında Peygamber aleyhisselâm’a yardım etmezlerse ona Allah’ın yardım edeceği söyleniyor, hicret sırasında nasıl yardım ettiği de anlatılıyordu. Bu âyetler üzerine müslümanlar hemen derlenip toparlandılar ve savaş hazırlığına başladılar.
     Hz. Ömer’in Hz. Ebû Bekir’i hayır yarışında geçmeyi düşünerek malının yarısını getirdiği, fakat Ebû Bekir hazretlerinin bütün malını ortaya koyarak büyüklüğünü bir daha gösterdiği olay bu savaş hazırlığı sırasında meydana gelmişti. Hz. Osman 950 deve ile 100 atı yine bu sırada bağışlamıştı. Sonunda İslâm ordusu hazırlanmış, otuz bin mücâhid Tebük yolunu tutmuştu.
     İslâm tarihine Bekkâîn (ağlayanlar) diye geçecek olan yedi fakir müslüman, maddî imkânları olmadığı ve bu sebeple savaşa katılamadıkları için hüngür hüngür ağlıyorlardı. Münafıkların çoğu bahâneler uydurup savaşa katılmamıştı. İşin fenası Bedir dışında Hz. Peygamber’in yanı başında bütün savaşlara katılmış olan Kâ’b İbni Mâlik ile diğer iki Bedir gazisi ihmâlleri sebebiyle Tebük Gazvesi’ne katılmıyorlardı. Nefisleri onları yenmişti.
     Savaş şöyle sonuçlandı: Müslümanların büyük bir kalabalıkla geldiğini öğrenen hıristiyan ordusu, onların karşısına çıkmaya cesaret edemedi. İslâm ordusu da geri dönüp geldi. Fakat müslümanlar bu savaşta çok eziyet çektiler. Görüldüğü üzere Tebük savaşı müslümanlığın kaderi açısından çok önemliydi. Ona herkesin mutlaka katılması gerekiyordu. Kâ’b İbni Mâlik’e ve arkadaşlarına iyi bir ders verilmesinin sebeplerinden biri de bu idi.
     Tekrar başa dönerek şunu belirtelim:
     Hadîs-i şerîfte samimiyetle yapılan tövbelerin Allah Teâlâ’yı son derece memnun ettiği ortaya konmakta, günahına üzülen kullarının kendisine yönelmelerinden pek hoşnut olduğu belirtilmektedir.
     Kâ’b İbni Mâlik’e müslümanların yaptığı elli günlük boykota rağmen onun din kardeşleriyle ilgiyi kesmemesi, Peygamber Efendimiz’in etrafında dolaşarak ona selâm vermeye çalışması, acaba selâmımı aldı mı diye dudaklarının hareketini gözlemesi, onun ne kadar samimi bir müslüman olduğunu ispat etmektedir. Başta Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem olmak üzere müslümanlardan kopmanın, onlardan ayrı kalmanın, onlar tarafından toplum dışı bırakılmanın iyi bir müslüman için ne korkunç bir ceza olduğu bu olayda bütün açıklığı ile görülmektedir. Şu hâlde bir müslüman din kardeşlerinin nefretini üzerine çekecek bir iş yapmanın çok büyük bir hata olduğunu hatırından çıkarmamalı ve onlar tarafından hor görülecek bir işi asla yapmamalıdır.
     Şu da hiçbir zaman unutulmamalıdır ki, Peygamber Efendimiz’in bu olayda böylesine sert davranmasının asıl sebebi, savaştan kaçmanın şahısları değil İslâm toplumunu ve müslümanların kaderini yakından ilgilendirmesidir. Zira Peygamber Efendimiz şahsını ilgilendiren hiçbir olaya böyle tepki göstermemiştir. Şahsını ilgilendiren kusurları hep hoş görmüş, hata edenleri hemen bağışlamıştır.
     Neticede şunu anlıyoruz: İnsan yanılabilir, günah işleyebilir. Yapılan suç ne kadar ağır olursa olsun, kul hatasını kabul etmeli ve Cenâb-ı Hakk’a karşı dürüst davranmalıdır. Günahları sadece O’nun bağışlayacağını bilerek hatasının affı için Allah Teâlâ’ya yalvarıp yakarmalıdır. Daha da önemlisi, insan hiçbir zaman ümitsizliğe düşmemeli, günahlarım bağışlanmaz diye düşünmemelidir. Tam aksine benim Yüce Rabbim bağışlayıcıdır, diye hep ümitvâr olmalıdır.

     Hadisten Öğrendiklerimiz
1. Müslüman doğru sözlü olmalı; hata ettiği zaman da kusurunu, günahını kabul etmelidir.
2. Samimi bir mü’min günah işlediği zaman üzülmeli, pişmanlık duymalı, ben niçin böyle davrandım diye ağlayıp sızlamalıdır.
3. Hatayı kime karşı yapmışsa onun gönlünü almaya ve kendisini bağışlatmaya çalışmalıdır.
4. Bir görevi yapamadığı zaman üzüntü duymalı, ben bu görevi niçin yapmadım diye düşünüp kendisini hesaba çekmelidir.
5. Allah’a ve Resûlü’ne herkesten çok itâat etmeli, en üstün saygıyı onlara karşı beslemelidir.
6. Allah yolunda savaşa çağırıldıkları zaman, durumları ne olursa olsun, müslümanlar gönül rızasıyla hemen bu savaşa katılmalı, savaştan asla kaçmamalıdır.
7. Ashâb-ı kirâmın Peygamber aleyhisselâm’a karşı ne kadar açık sözlü olduğu, kendi aleyhlerine bir sonuç doğursa bile gerçeği söylemekten kaçınmadıkları görülmektedir.
8. İnsanların iç yüzleri Allah’a bırakılmalı ve bir şeyi niçin yaptıkları kurcalanmamalıdır. Zaten samimi davranmayanlar zamanla kendiliğinden ortaya çıkacaktır.
9. Bir idareci, açıkca günah işlemekten çekinmeyen müslümanları yola getirmek düşüncesiyle, diğer müslümanların onlarla olan davranışlarını sınırlayabilir.
10. Peygamber Efendimiz’in ashâbına şefkati, onları memnun eden bir habere onlarla birlikte sevinmesi sahip olduğu ahlâkın üstünlüğünü göstermektedir.
11. Bir kimsenin münafık veya kâfir olduğu anlaşılırsa, mü’min bir kadın hayatını öyle biriyle devam ettirmemelidir.
12. Birini mutlu edecek bir haber duyunca ona müjde vermek, bir olaya sevinen birini tebrik etmek İslâmî bir âdet olduğu gibi, müjde alan kimsenin müjdeyi getirene hediye vermesi de hoş bir gelenektir.
13. Faziletli bir kimse için ayağa kalkmayı dinimiz makbul bir davranış kabul etmiştir.
14. Bir nimete kavuşan veya bir sıkıntıdan kurtulan kimse sadaka vermelidir. Fakat Allah rızası için bütün malını dağıtıp da başkalarına muhtaç duruma düşmemelidir.
15. Doğruluk ve doğru sözlülük insanı hem dünyada hem de âhirette kurtarır.
16. Allah Teâlâ’nın bir lutfuna eren kimse, buna çok sevindiğini belli etmeli ve bu nimetinden dolayı Cenâb-ı Hakk’a şükretmelidir.

CENNETE KİMLER GİDECEK?

CENNETE
KİMLER GİDECEK?


     Peygamberlerin davetine uyarak iman edip, dünya ve ahirete ait işleri, kulluk vazifelerini elden geldiği kadar güzel bir şekilde yapan temiz ve müttakî kişiler için hazırlanmış bir huzur ve saadet yurdudur. Kısaca ahiretteki nimetler yurdunun adıdır. Çoğulu Cinân ve Cennât'tır.


     Kur'an-ı Kerîm ve hadis-i şeriflerde Cennet, çeşitli şekillerde tasvir edilmiştir. Bilhassa Kur'an-ı Kerîm'de ağaçları altından ırmaklar akan Cennetler şeklinde anlatılmaktadır:
     "Cennet takva sahiplerine, uzak olmayarak yaklaştırılmıştır. İşte size va'dolunan, gördüğünüz şu Cennet'tir ki, O, Allah'ın taatına dönen onun (hudud ve ahkâmına) riayet eden çok esirgeyici Allah'a bütün samimiyetiyle gıyâben saygı gösteren, hakkın taatına yönelmiş bir kalble gelen kimselere aittir." (Kâf, 50/31-33).
     "Tövbe edenler, iyi amel ve harekette bulunanlar öyle değil. Çünkü bunlar hiç bir şeyle haksızlığa uğratılmayarak Cennet'e, çok esirgeyici Allah'ın kullarına gıyâben va'd buyurduğu Adn Cennet'lerine gireceklerdir. Onun vadi şüphesiz yerini bulacaktır. Orada selâmdan başka boş bir söz işitmeyeceklerdir. Orada sabah, akşam rızıkları da ayaklarına gelecektir. O, öyle Cennet'tir ki biz ona kullarımızdan gerçekten müttakî olanları vâris kılacağız. " (Meryem, 18/60-63).

     Cennet, bu dünyada yapılan iyiliklerin ahirette Allah tarafından verilen karşılığıdır. Kur'an'da Cenâb-ı Allah şöyle buyurmaktadır:
     "Adn Cennetleri vardır ki altlarından ırmaklar akar. Onlar orada ebedî kalıcıdırlar. İşte günahlardan temizlenenlerin mükâfatı." (Tâhâ, 20/76).

     Kur'an'da Cennet'in niteliklerinden bazılarına şu şekilde değinilir:

1- Altlarından ırmaklar akan, birbiri üzerine bina edilmiş yüksek köşkler (ez-Zümer, 39/20), güzel meskenler (et-Tevbe, 9/72)
2- Türlü ağaç ve meyvalara, akar kaynaklara, görünüş ve kokusu güzel, isteyenlerin yanına kadar sarktığından koparılması kolay, türlü bol meyvelere sahip (er-Rahmân, 55/58-54)
3- Gönlün çekeceği her türlü yemek ve etler, türlü kokulu içecekler, temiz şaraplar ve çeşit çeşit tükenmez nimetleri içeren bir mekân.
     "Onlara Cennet'te bir meyve, içlerinin çekeceği bir et verdik (vereceğiz)" (et-Tûr, 52/21)
     "Canların isteyeceği ve gözlerin hoşlanacağı ne varsa, hepsi oradadır. Siz de orada devamlı olarak kalacaksınız. İşte bu, sizin çalıştığınız ameller sebebiyle mirasçı kılındığınız Cennet'tir. Sizin için orada çok meyveler vardır, onlardan yiyeceksiniz." (ez-Zuhruf 43/71-73)
     "Cennet şarabından (dünya Şarabı gibi) mide ızdırabı yoktur" (Saffât, 37/47).
4- Cennet'te hayat sonsuzdur, kin yoktur, boş lâf ve günah'a sokacak söz işitilmiş.
     "Biz o Cennetliklerin kalblerindeki kinleri çıkarır atarız. Hepsi kardeşler olarak tahtlar üzerinde karşı karşıya otururlar. Orada kendilerine hiç bir zahmet dokunmaz ve onlar oradan çıkarılacak da değillerdir" (el-Hicr, 15/47-48).
     "Onlar Cennet'te ne bir boş laf işitirler ne de bir hezeyan. Ancak bir söz işitirler: Selâm.. (birbirleriyle selâmlaşır dururlar)." (el-Vâkıa, 56/25-26).
5- Cennet nimetleri insan hayalinin erişemeyeceği güzelliktedir. Cennet'i aslında dünya ölçüleriyle tarif etmek mümkün değildir. Bununla beraber Cennet'teki eşsiz nimet ve saltanatı anlayabilmemiz için Allah Teâlâ onu bize şu şekilde tasvir etmiştir:
     "İşte bu yüzden Allah onları o günün fenâlığından esirger. (Yüzlerine) parlaklık, (gönüllerine) sevinç verir. Sabretmelerine karşılık onlara Cennet'i ve oradaki ipekleri lütfeder. Orada koltuklara kurulmuş olarak bulunurlar. Ne yakıcı sıcak görürler orada, ne de dondurucu soğuk. Ağaçlarının gölgeleri üzerlerine sarkar; kolayca koparılabilen meyveleri istifadelerine sunulur. Yanlarında gümüş kaplar ve billür kaselerle, gümüşî beyazlıkta (billûr gibi) şeffâf kupalarla dolaşılır ki (Cennet sakinleri bunlara dolduracakları Cennet şarabını Cennet'teki insanların iştahları) ölçüsünde tavin ve takdir ederler. Onlara orada bir kâseden içirilir ki karışımında zencefil vardır. (Bu şarap) orada bir pınardandır ki adına Selsebil denir. Cennettekilerin etrafında öyle ölümsüz genç nedenler dolaşır ki, onları gördüğünde kendilerini etrafa saçılıp dağılmış inciler sanırsın. Ne yana bakarsan bak, (yığınla) nimet ve ulu bir saltanat görürsün. Üzerlerinde ince yeşil ipekli, parlak atlastan elbiseler vardır. Gümüş bilezikler takınmışlardır. Rableri onlara tertemiz içecekler içirir. Onlara: "İşte bu sizin işlediklerinizin karşılığıdır, çalışmalarınız şükre değer" denir. " (el-İnsan, 76/11-22).

     Cennet'in tasviri konusunda söylenecek son söz şu kudsî hadis'in ifade ettiği durumdur: Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: Cenâb-ı Hak buyuruyor ki: "Salih kullarım için ben, Cennet'te hiç bir gözün görmediği hiç bir kulağın işitmediği ve hiç bir insan gönlünün hatırlamadığı bir takım nimetler hazırladım." (et-Tâc, el-Câmiu li'l-Usül, fî ahâdisi'r-Rasul, V, 402).
     Başka bir hadislerinde de, Rasûlullah (s.a.s.); Cennet'in gümüş ve âltın kerpiçten yapıldığını, harcının misk, taşlarının inci ve yakut olduğunu, oraya girenlerin bolluk ve refâh içinde, üzüntüsüz ve kedersiz yaşayacağını ebedî kalacaklarını, ölmeyeceklerini, elbiselerinin eskimeyeceğini ve gençliklerinin yok olmayacağını ifade eder (et-Tâc, aynı yer).
     Ehl-i Sünnet inancına göre mü'minler Cennet'te Allah'ı görecekler, bu onlar için en büyük nimet olacaktır. Buna "Rü'yetullah" denir. Bu hususta Kur'ân-ı Kerîm'de: "O gün Rablerine bakan ter-ü tâze (ışık saçan) yüzler vardır." (el-Kıyame, 75/22-23) buyrulur.
     Rasûlullah da bir hadislerinde şöyle buyurur: "Siz gerçekten tıpkı şu ayı gördüğünüz gibi, Rabbinizi gözle (açıkça) göreceksiniz. Onu görmekte haksızlığa uğramıyacak, izdihâma düşmeyeceksiniz." (Buhârî, Mevâkıt 16, 26).
     Suheyb (r.a.)'ın rivayetine göre Peygamber (s.a.s.): "iyi iş ve güzel amel işleyenlere daha güzel karşılık ve bir de ziyâde (Allah'ı görmek) vardır." (Yunus, 10/26), ayetini okuduktan sonra şöyle buyurdu: "Cennetlikler Cennet'e girdiği zaman Allah (c. c.) şöyle buyuracak: "Size daha da vermemi istediğiniz bir şey var mı?" Cennetlikler de şöyle derler: "Yüzlerimizi ak çıkarmadın mı, bizi Cennet'e koymadın mı, bizi Cehennem'den kurtarmadın mı? (o yeter)." Rasûlullah sözlerine devam buyurarak: "Cenâb-ı Hak perdeyi kaldırır, Cennetliklere artık Rablerine bakmaktan daha sevimli gelecek hiç bir şey verilmiş olmaz." (Müslim'in rivayeti, et-Tâc, V, 423).
     Müminlerin Allah'ü Teâlâ'yı Cennet'te görmeleri, herhangi bir yön, yer ve şekilden uzak olarak vukû bulacaktır. Bunun keyfiyeti bizce meçhuldür. "Allah bilir" deriz. Kur'an ve Sünnet'te bildirildiği için kesinlikle böyle inanırız.
     Ehl-i Sünnet inancına göre, Cennet halen vardır, yaratılmıştır, hazırlanmıştır. Nitekim şu ayet bunu açıkça ifade eder:
     "Rabbinizin mağfiretine ve eni göklerle yer kadar olan Cennet'e koşun. O Cennet takva sâhipleri için hazırlanmıştır." (Âli İmrân, 3/133).
     Enes b. Mâlik (r.a.)'den rivayet olunan bir hadiste de Peygamber Efendimiz (s.a.s.) şöyle buyurmuşlardır: "Demincek Cennet ile Cehennem şu duvarın yüzünde bana arz olundu." (Tecrid-i Sarih Terceme ve Şerhi, II, 483).
     Başka bir hadislerinde şöyle buyururlar: "Cennet bana yaklaştı, (yaklaştı), o kadar ki, eğer cür'et edeydim salkımlarından bir tânesini (alıp) size getirebilecektim." (Aynı eser, II, 713).
     Bu Hadislerden de anlaşılacağı gibi, Cennet yaratılmış olup hâlen mevcuttur.


     Cennetlikler: Kur'an ve Sünnet'te ifade buyrulduğuna göre, peygamberlerin davetine uyup iman eden ve amel-i sâlih işleyen kimseler Cennet'e gireceklerdir. Bu kimseler Cennetliktir. Esasen Allah'a ve insanlara karşı görevlerini yerine getirmekle insan daha dünyada iken manevî bir huzura kavuşur, maddî refah sağlanır ama tam manasıyla huzur ve kardeşlik Cennet'te gerçekleşir: "Takva sahipleri, elbette Cennet'lerde ve pınarlardadırlar. Girin oraya selâmetle, emin olarak. Biz, O Cennetliklerin kalblerindeki kinleri çıkarır atarız. Hepsi kardeşler olarak tahtlar üzerinde karşı karşıya otururlar. Orada kendilerine hiç bir zahmet dokunmaz ve onlar oradan çıkarılacak da değiller." (el-Hicr, 15/45-48).

     Kur'an-ı Kerîm namazını eksiksiz kılanların, malından bir kısmını yoksullara ayıranların, ceza-hüküm gününe inananların, Allah'ın gazabından korkanların, ırzlarına sahip olanların, sözlerine ve emânete sadık kalanların, doğru şahitlikte bulunanların Cennete gireceklerini bildirmektedir (el-Meâric, 70/23, 24, 25, 26, 27, 29, 33).

     Ayrıca Cenâb-ı Hakk'ın rızasını dileyerek sabredenlere (er-Ra'd, 13/20, 21, 22, 23); şükredenlere (el-Ahkâf, 35/15-16); yürekten tövbe edenlere (et-Tahrim, 66/8); Allah yolunda canını feda eden şehitlere (el-Bakara, 2/154) ve Allah'a yönelmiş bir kalble idealize olmuş müslümanlara, "Allah'ın ölçüsünde Allah'a yönelenlere" (Kaf, 50/31-34) içinde ebedî kalınacak Cennet'e girecekleri yüce Rabbimiz tarafından müjdelenmiştir.

     Cennetliklerin hallerini dile getiren Kur'an ayetlerinden bazılarında şöyle buyrulur:
     "İman edip sâlih amel işleyen kimseleri, Rableri, imanları sebebiyle, ağaçları altından ırmaklar akan, nimeti bol Cennetler'e hidâyet buyurur. Bunların, Cennet'te duâları: Allah'ım, seni tesbih ve tenzih ederiz. sözüdür ve aralarındaki dilekleri de hep selâmdır. Duâlarının sonu ise; "Bütün hamdler, âlemlerin Rabbine mahsustur" gerçeğidir" (Yunus, 10/9-10).
     "Kim de O'na bir mümin olarak sâlih ameller işlemiş olduğu halde varırsa, işte onlara en yüksek dereceler var."
     " Adn Cennetleri vardır ki, (ağaçları) altından nehirler akar, orada ebedî kalacaklar. İşte böyle Cennetler' de ebedî kalış, küfür ve isyandan temizlenenlerin mükâfatıdır" (Tâhâ, 20/75-76).
     "İmran b. Husayn (r.a.)'dan rivayete göre Hz. Peygamber (s.a.s.) Cennet ehlinin çoğunun fakirler olduğunu ifade buyurmuşlardır (Tecrid-i Sarih Tercemesi, IX, 40). Hadis yorumcuları bunu şöyle açıklarlar. Bir çok kötülükleri insana mal işletir. Çoğu insan mal yüzünden azar. Onun için maldan mahrum fakirler çoğunluğu oluşturduğundan bunların Cennet ehlinin çoğunluğunu teşkil etmesi de olağandır.
     Cennet'e ilk giren bir cemâatin yüzleri ayın ondördüncü gecesindeki gibi berraktır. Onlardan sonra girenler de en keskin ışık yayan yıldızlar gibidir. Hz. Muhammed (s.a.s.)'in ümmetinden yetmiş bin, yahut yediyüz bin kişi hesap ve ikap görmeksizin ilk olarak Cennet'e girecektir. (Tecrid-i Sarih Tercemesi, IV, 41-43).

     Hadislerden öğrendiğimize göre (Tecrid-i Sarih Tercemesi, II, 845) Cennete en son girecek kimseye, bu dünya kadar, bu dünyanın on misli kadar Cennet verilecektir. Çeşitli rivayetlerle sabittir ki, son sözü Kelimei Tevhîd olan kimsenin mükâfatı Cennet'tir (Tecrid-i Sarih Tercemesi, IV, 264-275).
     Bu durumu hadisçiler şöyle yorumlarlar: Lâ ilâhe illallah, Cennet'in anahtarıdır, ancak bu anahtarın dişleri vardır, onlarda ilâhi emirlere bağlı olmak itaat ve ibadet etmektir. Bir de "Lâ ilâhe illallah" demekle, birinin müslümanlığına hükmedilmez, "Muhammedün Rasûlullah" (Muhammed Allah'ın peygamberidir) sözünü de eklemesi gerekir. Hatta İslâm dininden başka bütün dinlerden uzak olması icab eder. Bu inançta olan kimse, ehl-i kebâir (büyük günah işleyen) de olsa, günahı kadar Cehennem'de ceza gördükten sonra Cennet'e girecektir. Nitekim Muaz b. Cebel (r.a.)'ın Hz. Peygamber (s.a.s.)'den rivayet ettiği şu hadis meseleyi açıklığa kavuşturur:
     "- Hiç bir kimse yoktur ki, kalben tasdik ederek Allah'dan başka ilâh olmadığına ve Muhammed (s.a.s.)'in, Allah'ın kulu ve resûlü olduğuna Şehadet etsin de, Allah ona Cehennem'i haram etmiş olmasın (herhalde harâm eder)" (Tecrîd-i Sarîh Tercemesi, IV 271).
     Ehl-i Sünnet ve'l-Cemâat inancına göre, "Lâ ilâhe illallah, Muhammedün Rasûlullah" diyen ve bunun gereğince iman edip salih amel işleyen her kimse Allah'ın izniyle mutlaka Cennet'e girecektir. Cennetlikler, hastalık, sakatlık, ihtiyarlık, huysuzluk vs. hallerden uzak olarak yaşayacaklardır.

22 Nisan 2013 Pazartesi

İSLAM TARİHİ / Heraklius'un İslâma Dâvet Edilmesi

İSLAM TARİHİ

     Heraklius'un İslâma Dâvet Edilmesi
     (Hicret’in 7. senesi Muharrem ayı)

     Resûl-i Kibriya Efendimiz, ashaptan Dıhye b. Halife el-Kel­bî’yi Rum Kay­seri Heraklius’a, İslam’a davet etmek üze­re, aşağıdaki mek­tubu vererek gön­derdi:
     “Bismillahirrahmânirrahîm!
     “Re­sû­lul­lah yoluna tâbi olanlara selam olsun! Hidayet yoluna tâbi olanlara selam olsun!
     “Bundan sonra (Ey Rûm milletinin büyüğü)! Seni, İslam’a davet ediyorum! Müslüman ol ki selamette bulunasın. Müslüman ol ki Allah, senin ecrini iki kat versin. Eğer bu davetimi kabul etmezsen, yoksul çiftçilerin, bütün te­baanın günahı senin boynunadır.
     “Ve siz, ‘Ey Ehl-i Kitap! Bizimle sizin aranızda müsâvî bir kelime­ye gelin. Şöyle ki: Allah’tan başkasına ibadet etmeyelim, O’na hiçbir şeyi ortak koşma­yalım. Allah’ı bırakıp da birbirimizi Rabler edin­meyelim. Eğer Kitap Ehli bu kelimeden yüz çevirirlerse (o halde) şöyle deyin: ‘Şahit olun, biz gerçek Müs­lümanlarız.’” (Âl-i İmrân, 64) [1]

     Dıhye (r.a.), Rum Hükümdarı Heraklius’a Re­sû­lul­lah’­ın mübarek mektu­bu­nu kısa zamanda ulaştırdı. Mektup okunurken, hükümdarın alnında terler boncuk boncuktu. “Süley­man Peygamberden sonra, ben böyle ‘Bis­milla­hir­rah­mâ­nir­rahîm!’ diye başla­yan bir mektup görmüş değilim!” dedikten sonra mektubu öpüp başına koy­du. O anda hiçbir şey izhar etmedi; araştırıp soruştur­ma­yı uygun buldu.

     Ebû Süfyan ile Heraklius Karşı Karşıya
     Araştırıp soruşturma kararı veren Heraklius, etrafına, “Peygam­ber oldu­ğu­nu söyleyen şu kişinin kavminden buralarda kimse yok mu­dur?” diye sordu.
     O sırada ticaret münâsebetiyle, Ebû Süfyan, Ku­reyş’ten bazı adamlarla Şam’da bulunuyordu. Onu arkadaşlarıyla alıp, yine o sırada Şam’da bulunan Kayser’in huzuruna getirdiler. Hadisenin geri kalan kısmını Ebû Süfyan şöyle an­latmıştır:
     “Hirakl’in huzuruna girdik. Bizleri önüne oturttu ve tercüman vasıtasıyla, ‘Peygamber olduğunu söyleyen bu zâ­ta ne­seben en yakın hanginizdir?’ diye sordu.
     “‘Neseben en yakınları benim!’ dedim.
     “Beni önüne oturttular; arkadaşlarımı da arkama...
     “‘Bunlara söyle: Ben, peygamber olduğunu söyleyen o zât hakkında bu adamdan bazı şeyler soracağım. Bu bana yalan söylerse siz onu tekzib ediniz!’
     “Vallahi, arkadaşlarım tarafından yalanımın öteye beriye yayılmasından kork­masaydım, Peygamber hakkında o zaman muhakkak yalan uydurur­dum!”
     Sonra da hükümdar ile Ebû Süfyan arasında sorulu cevaplı şu konuşma geçti:
     “Sizin içinizde, onun nesebi nasıldır?”
     “İçimizde onun nesebi pek büyüktür!”
     “Ecdadı içinde bir melik var mıdır?”
     “Hayır!”
     “Peygamberlikten evvel, onu hiç yalanla itham ettiniz mi?”
     “Hayır!”
     “Ona kimler tâbi oluyor? Halkın ileri gelenleri mi, yoksa fakir kimseler mi?”
     “Daha çok halkın zayıf ve fakirleri tâbi oluyor!”
     “Ona uyanlar artıyor mu, eksiliyor mu?”
     “Eksilmiyor; bilâkis artıyorlar!”
     “Onlardan, onun dinine girdikten sonra, beğenmeyip dininden dönen var mı?”
     “Hayır, yoktur!”
     “Kendisinin hiç sözünde durmadığı, ahdini bozduğu vâkî midir?”
     “Hayır, vâkî değildir. Ancak biz şimdi onunla çarpışmayı bir müddet için bırakarak muahede yapmış bulunuyoruz. Bu müddet içinde ne yapacağını bilmiyoruz. Bu yol­daki ahdini bozmasından korkuyoruz!”
     (Ebû Süfyan der ki: “Vallahi, verdiğim cevaplara bu sözden başka bir şey ilave etmek imkânını bulamadım!”)
     “Onunla hiç harp ettiniz mi?”
     “Evet, ettik.”
     “Yaptığınız savaşlar nasıl neticelendi?”
     “Harp talii aramızda nöbet nöbet olur. Bazen o bize zarar verir, Bazen biz ona...”
     “Sizden, ondan önce peygamberlik iddiasında bulunmuş bir kimse var mı­dır?”
     “Hayır, yoktur!”
     “O, size neler emrediyor?”
     “Yalnız bir Allah’a ibadet etmeyi ve O’na hiçbir şeyi ortak koşmamayı em­rediyor. Atalarımızın tapmış bulundukları şeylerden de bizi nehyediyor. Na­maz kılmayı, doğru olmayı, kimsesiz fakirlere sadaka vermeyi, haram olan şeylerden sakınmayı, ahdinde durmayı, emaneti sahibine vermeyi, akrabalarla ilgilenmeyi ve onları görüp gözetmeyi emrediyor.”
     Bütün bunlardan sonra, Heraklius, tercümanı vasıtasıyla Ebû Süfyan’a şöy­le dedi:
     “Nesebini sordum; içinizden yüksek neseb sahibi olduğunu beyan ettin. Pey­gamberler de, zaten böyle, kavimlerinin en soyluları içinden seçilip gönde­rilirler.
     “Ben, babaları ve dedeleri içinde bir melik gelip gelmediğini sor­dum. Sen, ‘Hayır, yok’ dedin. Eğer, babalarından, dedelerinden bir melik olsaydı, ‘Bu da babalarının mülkünü geri isteyen bir kimsedir!’ diye hükmederdim.
     “Ben, peygamberlik iddiasında, ondan önce içinizde bu­lunanın olup olma­dığını sordum. ‘Hayır, yoktur’ diye cevap verdin. Eğer, ondan önce bu sözü söyleyen biri olsaydı, ‘Bu da, belki kendisinden önce söylenmiş bulunan bir söze ittiba etmek istemiş bir kimsedir!’ diye düşünürdüm.
     “Ben, ona kimlerin tâbi olduklarını sordum. Sen, ‘Ona tâbi olanlar halkın zayıflarıdır’ dedin. Peygamberlere tâbi olanlar da onlardır.
     “Ben, peygamberlik davasında bulunmadan evvel onun bir yalan söylemiş olup olmadığını sordum. Sen, ‘Hayır’ dedin. Ben ise, kat’î olarak bilmekteyim ki insanlara karşı yalan söylemeyi irtikâb etmemiş bir kimse Allah’a karşı da yalan söylemez.
     “Ben, ‘Onun dinine girdikten sonra, beğenmeyip dininden geri dönenler var mıdır?’ diye sordum. Buna da, ‘Hayır’ cevabını verdin. İman da böyledir. İmanın icabı olan iç ferahlık ve neşe kalbe karışıp kökleşince böyle olur.
     “Benim, ‘Onlar artıyor mu, yoksa eksiliyor mu?’ soruma, sen, ‘Artıyorlar’ cevabını verdin. İman keyfiyeti tamamlanıncaya kadar hep bu minval üzere gider.
     “Ben, ‘Onunla hiç savaştınız mı?’ diye sordum. Sen, savaştığınızı, savaş ne­ticesinin nöbet nöbet değiştiğini, bazen onun size, bazen de sizin ona zarar verdiğinizi söyledin. Zaten peygamberler de hep böyledir: Onlar belâlara uğ­ratılırlar; ama sonra da güzel ve makbul âkıbet onların olur.
     “Ben, ‘O zât ahdini bozar mı?’ diye sordum. Sen, ‘Sözünde dur­ma­mazlık etmez’ dedin. Peygamberlerin hali budur: Hiçbir zaman verdikleri sözde durmamazlık etmezler.
     “Ben, ‘O size neler emrediyor?’ diye sordum. Sen, ‘Onun Allah Teâlâ’ya iba­det etmeyi, O’na hiçbir şeyi eş ve or­tak koşmamayı size emrettiğini v.s. de­din.
     “Bütün bu anlattıkların, peygamberlerin vasıflarıdır! Eğer o zât hakkında bu söylediklerinin hepsi doğru ise, şüphesiz, o bir peygamberdir! Zaten ben, bir peygamberin çıkacağını biliyordum; fakat sizden çıkacağını tahmin etmez­dim!” [2]
     Bu karşılıklı konuşmadan sonra da, Heraklius açıkça, “Eğer, onun yanına va­rabileceğimi bilebilsem, kendisiyle buluşmak için her türlü zahmete katla­nırdım; yanında olsaydım, hizmet ederek, ayaklarını yıkardım! Yemin ederek söylüyorum ki onun mülkü, iktidarı şu ayaklarımın altında bulunan yerlere muhakkak gelip ulaşacaktır” [3] diye konuştu.
     Bu sözlere muhatab olan Ebû Süfyan’ı, bir korku ve telâş sardı; dışarı fırla­yıp, arkadaşlarına, “İbni Ebî Keb­şe’­nin [4] işi gerçekten gittikçe büyüyor! Şu mu­hakkak ki Be­nî Asfar Hükümdarı bile ondan korkmaktadır!” [5] dedi.

     Heraklius’un İmanı
     Rum Hükümdarı Heraklius, artık beklenen peygamberin, Efendimiz Hz. Mu­hammed (a.s.m.) olduğu kesin kanaatine varmıştı. Kavmine, “Geliniz, ona tâbi olalım, dünya ve ahirette selamete erelim!” dedi. Ancak Heraklius’un bu daveti netice vermedi; hatta Rumların hiddetine sebep oldu.
     Bunun üzerine Heraklius, iman ettiği halde dünya saltanatı için imanını gizli tutmak yolunu tercih etti.

     Hz. Dıhye’nin, Dağâtır’a Gitmesi
     Hayatına son verilmekten ve saltanatının elinden alınmasından korkup imanını izhar edemeyen Heraklius, Hz. Re­sû­lul­lah’ın elçisi Dıhye’ye (r.a.), Hı­ris­tiyan âlimlerinin büyüklerinden biri olan Üs­kuf Dağâtır’a gitmesini tav­siye etti; ayrıca ona vermek üzere bir de mektup yazdı.
     Dıhye (r.a.), mektubu alıp Heraklius’un yanından ayrıldı. Zaten, Peygamber Efendimiz de Dağâtır’a bir mektup yazıp Hz. Dıhye’ye vermişti. Bu mektubunda Üskuf Da­ğâ­tır’­a şöyle hitap ediyordu:
     “İman edenlere selam olsun!
     “Hiç şüphesiz, Meryemoğlu İsa, Allah’ın pâk ve nezih Meryem’e ilka ettiği ruhu ve kelimesidir.
     “Ben, Allah’a ve Allah tarafından bize indirilenlere, İbrahim’e, İsmail’e, İs­hak’a, Yakub ve Esbat’a indirilenlere, Mûsa’ya ve İsa’ya verilmiş olanlara ve bütün peygamberlere Rableri tarafından verilenlere inanırım. Biz, onlardan hiç­birini di­ğerlerinden ayırt etmeyiz, hepsinin peygamberliğine inanırız. Biz, Al­lah’a itaat eden Müslümanlarız!
     “Hidayete tâbi olanlara selam olsun!” [6]

     Hz. Dıhye, Dağâtır’ın yanına vardı ve kendisini İslami­ye­te davet etti.
     Büyük Hıristiyan âlimi Dağâtır, “Vallahi, senin sahibin, Allah tarafından gönderilmiş hak bir peygamberdir. Biz onun vasıflarını biliyoruz; ismini de ki­taplarımızda yazılı bulmuşuz” [7] diye konuştu; sonra iman ederek Müslü­man oldu ve durumunun Resûl-i Ekrem Efendimize bildirilmesini Hz. Dıh­ye’ye tembihledi.

     Dağâtır’ın Şehit Edilmesi
     Üskuf Dağâtır, her Pazar günü toplanan Hıristiyanlara kıssalar anlatıp nasi­hatlerde bulunduktan sonra, bir sonraki Pazara kadar evine kapanırdı.
     Hz. Dıhye ile görüştükten sonraki Pazar da Hıristiyanlar toplanıp onun çıkmasını beklediler. Ancak Dağâtır, hastalığını bahane ederek çıkmak iste­medi. Hıristiyanlar, “Ya o çıkar ya da biz onun yanına gireriz! Şu Arap geleli­den beri, biz senin vaziyetinden hoşlan­mıyoruz!” diye haber gönderdiler.
     Bunun üzerine Dağâtır, odasına girdi. Üzerindeki siyah elbiseyi çıkarıp, bem­beyaz bir elbise giydi. Sonra asâsını eline alıp, kilisede toplanmış bulunan Hı­ristiyan halkın yanına vardı. Çekinmeden ve cesurca, “Ey Rum topluluğu! Bi­ze, Ahmed Peygamberden bir mektup geldi; bizi, Yüce Allah’a davet edi­yor!” dedikten sonra, ilave etti: “Ben, şe­hâ­det ederim ki Allah’tan başka ilâh yok­tur; Ahmed de Allah’ın kulu ve Resûlüdür!”
     Dağâtır’ın Hz. Re­sû­lul­lah’ın peygamberliğini böylesine pervasız­ca haykırı­şına, Rumlar, öldürücü darbelerle karşılık verdiler ve onu ora­da şehit ettiler. [8]

     Hz. Dıhye’nin Medine’ye Dönmesi
     Bütün bu olup bitenlerden sonra Hz. Dıhye, Herak­li­us”­un Pey­gam­be­ri­mize yazdığı bir mektup ve birçok hediye ile Medine’ye doğru hareket etti. Ancak yolda eşkıya tarafın­dan yakalanıp, kıymetli hediyeler elinden alındı.
     Medine’ye varan Hz. Dıhye, Resûl-i Ekrem Efendimizin huzuruna çıktı; olup bitenleri ve yolda başından geçenleri anlattıktan sonra Heraklius’un mektu­bunu verdi.
     Mektupta şunlar yazılı idi:
     “İsa’nın müjdelemiş olduğu Allah’ın Resûlü Muhammed’e, Rum hüküm­darı Kayser tarafındandır!
     “Elçin, mektubunla bana geldi.
     “Şehâdet ederim ki sen, Allah’ın Resûlüsün! Biz, seni zaten yanımızdaki İn­cil’de yazılı bulmuştuk: İsa b. Meryem, seni müjdelemişti!
     “Rumları, sana imana davet ettimse de yanaşmadılar, kaçındılar. Onlar beni dinleselerdi kendileri için şüphesiz hayırlı olurdu.
     “Ben, senin yanında bulunup sana hizmet etmeyi, senin ayaklarını yıka­mayı ne kadar arzu ederdim!” [9]
     Mektup okunup bitince, Resûl-i Kibriya Efendimiz, “Mek­tubum yanlarında bulundukça, onların saltanatı devam edecektir!” buyurdu. [10]
     Heraklius’un Mektubu Saklaması
     Resûl-i Ekrem’in elçisi ve davetini son derece güzel kar­şılayan Rum Hü­kümdarı Heraklius, kendisine gelen İslam’a davet mektubunu da atlas bir ipe­ğe sararak, derin saygısının bir tezahürü olarak altın bir borunun içine ko­yup sakladı.
     Rum hükümdarları katında nesilden nesile intikal ede­ge­len bu mübarek mektubu, Alfonso b. Ferdinand’ın Tu­ley­tu­la üzerine yürüyüp Endülüs belde­le­rin­­den birçok yeri eli­ne geçirdiği tarihe kadar (H: 464) onun yanında bulu­nu­yor­du. Ondan da torununa intikal etti.
     Aynı mektubu, Avrupa kralı yanında gördüğünü Sey­füd­din Kılıç da ifade et­­mektedir. Avrupa kralının kendisine şöyle dediğinden de bahseder:
     “Bu, Peygamberinizin, atam Kayser’e göndermiş olduğu mektubudur. Biz, onu bugüne kadar elden ele tevârüs etmekten geri kalmadık. Bize atalarımız­dan ve babalarımızdan tavsiye edilmişti ki: Bu mektup yanımızda bulunduğu müddetçe, saltanat bizde kalacaktır! Bu sebeple ona son derece hürmet gös­termekte ve muhafaza­sına dikkat etmekteyiz. Saltanamızın de­vam edip git­mesi için de, onun yanımızda bulunduğunu Hıristiyanlardan saklı tutmakta­yız.” [11]
__________________________________________________________________________
Dip Notlar:
[1] Ahmed İbn Hanbel, Müsned, c. 1, s. 263; Taberî, Tarih, c. 3, s. 87; İbn Kayyim, Zâdü’l-Meâd, c. 3, s. 71; Halebî, İnsanü’l-Uyûn, c. 3, s. 287.
[2] Ahmed İbn Hanbel, Müsned, c. 1, s. 262-263; Buharî, Sahih, c. 4, s. 3-4; Müslim, Sahih, c. 3, s. 1395.
[3] Ahmed İbn Hanbel, a.g.e., c. 1, s. 263; Buharî, a.g.e., c. 4, s. 4; Müslim, a.g.e., c. 3, s. 1395.
[4] Ebû Kebşe, putlara tapmaktan yüz çevirip Şi’ra’l-Ubur adındaki yıldıza tapan Huzaa kabile­sinden bir adamdı. Peygamberimizi de putlardan yüz çevirdiği için bu adama benzeterek ve ona nisbet ede­rek “İbn Ebî Kebşe” demekle, güya Peygamberimizin bu dedesine çektiğini ifade etmek istiyorlar­dı.
[5] Ahmed İbn Hanbel, a.g.e., c. 1, s. 263.
[6] İbn Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 276.
[7] İbn Kesir, a.g.e., c. 3, s. 504.
[8] İbn Kesir, a.g.e., c. 3, s. 504.
[9] Yakubî, Tarih, c. 2, s. 77-78.
[10] Halebî, İnsanü’l-Uyûn, c. 3, s. 289.
[11] Halebî, İnsanü’l-Uyûn, c. 3, s. 289.
Kaynak: Kainatın Efendisi
Yazar: Salih Suruç

02 - 07 Temmuz İstanbul & Güneydoğu Anadolu - GAP Turu

02 - 07 Temmuz Güneydoğu Anadolu - GAP Turu 3 Gece Otel Konaklamalı 5 Gün Gezi       Mezopotamya, bazı kaynaklarda medeniyetlerin beşiği ola...