26 Ekim 2014 Pazar

27 Ekim / 2 Aralık 2014 Etkinlikler...

1337705285_may_2012_annular_solar_eclipse__timelapse.gif
Siz hiç "güneş tutulması" görmüşmüydünüz?
İsvireden_manzara.jpg
  
  
gul_ve_papatyalar.jpg
  
  
  Etkinlik Duyuruları...  
  
  
  
  
  
  
  
  
  
  

Programlarımıza
Bekleriz...

TEFSİR DERSLERİ / ✿ ♥ ✿ \ Bakara Sûresi'nin 1. ve 2. Ayet-i Kerimeleri'nin Tefsiri

TEFSİR DERSLERİ
Bakara Sûresi'nin 1. ve 2. Ayet-i Kerimeleri'nin Tefsiri
Rahmân ve Rahîm olan Allah´ın adıyla

   Nüzûl
   Mushafta ikinci, nüzûl sıralamasında 87. sûredir, Medine’de nâzil olmuştur. Kur’an’ın en uzun sûresidir. Tamamının bir nüzûl sebebi olmamakla birlikte birçok âyeti için özel iniş sebepleri vardır. O âyetler açıklanırken nüzûl sebepleri hakkında da bilgi verilecektir.

   Adı/Ayet Sayısı
   Adını, 67-71. âyetlerdeki kıssadan almıştır. Buna göre Allah Teâlâ, Hz. Mûsâ (a.s.) aracılığı ile İsrâiloğulları’na bir inek (bakara) kesmelerini emretmiş, onlar ise çeşitli bahaneler ileri sürerek bu emri sürüncemede bırakmışlardı.

   Fazileti
   Bakara sûresinin değerini ve özelliklerini anlatan sahih hadisler vardır:
   “Evlerinizi (içinde Kur’an okumayarak) kabirlere çevirmeyiniz. Şeytan, içinde Bakara sûresi okunan evden ürker ve uzaklaşır” (Müslim, “Müsâfirîn”, 212).
   “Kur’an’ı okuyunuz; çünkü o, kıyamet gününde kendisini okuyanlara şefaat edecektir. İki nur yumağını, yani Bakara ve Âl-i İmrân sûrelerini okuyunuz; çünkü onlar, kıyamet gününde iki büyük bulut veya gölgelik ya da kuş sürüsü gibi gelerek kendilerini okuyanları savunacak ve koruyacaklardır. Bakara sûresini okuyunuz; çünkü ona sahip olmak bereket, terketmek ise hasret ve pişmanlık sebebidir; ona sihirbazların güçleri yetmez” (Müslim, “Müsâfirîn”, 252).
   “Bakara sûresinin sonundaki iki âyeti her kim gece vakti okursa bu iki âyet –o gece– ona yeter” (Buhârî, “Fezâil”, 10).
   Sahâbeden Üseyd b. Hudayr (r.a.) bir gece hurma yığınının yanında Kur’an-ı Kerim (Bakara sûresi) okurken atı birkaç kere ürküp heyecanlanmıştı. Üseyd (ra.) atın, çocuğu çiğnemesinden kaygılanarak kalktığında başının hizasında (gökte), ışıklarla donatılmış bir tavan gördü. Tavan gözünün alabildiğine, semanın derinliklerine doğru uzayıp gidiyordu. Üseyd (ra.), Resûlullah (sav.)’a gelerek durumu anlattı. Resûlullah (sav.) ondan Bakara sûresini okumaya devam etmesini istedi. Fakat çocuğuna bir şey olmasın diye okumaya ara verdi. Sabahleyin durumu Hz. Peygamber (sav.)’e söyleyince şöyle buyurdular:
   “Onlar seni dinlemeye gelmiş meleklerdi. Eğer okumaya devam etseydin sabah olunca onları herkes görecekti, kendilerini halktan gizlemeyeceklerdi” (Müslim, “Müsâfirîn”, 242).

   Rahmân ve rahîm olan Allah’ın adıyla...
1. Elif-lâm-mîm. 2. Bu kitap, hiç şüphe yok, sakınanlar için bir rehberdir.

   Ayet
   Elif Lâm Mîm. ﴾1﴿
   Tefsir
   Çoğu Mekke’de nâzil olan yirmi dokuz sûrenin başında ya bir âyet ya da bir âyetin başlangıcı olarak, kelime oluşturmayan bazı harfler yer almakta olup bunlara hurûf-ı mukattaa (ayrı ayrı harfler) denir. Bunlar Arap alfabesinin on dört harfidir ve bazı sûrelerin başında tek harf olarak, bazılarının başında ise birden fazla harfin yan yana dizilişi şeklinde yer almışlardır. Bu harflerin Kur’ân-ı Kerîm’den bir âyet veya âyet parçası olduğunda şüphe yoktur. Mânaları ve hikmetleri üzerinde ise farklı görüşler ve yorumlar ileri sürülmüştür. Sıradan insanların bilgi vasıtalarıyla mânalarını ve kullanılış maksatlarını (hikmet) bilmek ve anlamak mümkün olmayan bu harflere, kezâ lügat mânalarında kullanılmamış olup ne mânaya geldikleri de açıklanmamış bulunan bazı kelimelere müteşâbihat adı verilmektedir.
   Selef denilen ilk devir din bilginleriyle onların yolundan giden sonraki bazı âlimler müteşâbihatı yorumlamazlar, oldukları gibi benimseyip iman ederler. “Kur’an’da bulunmasının elbette bir hikmeti vardır, Allah (cc.) ve Resulü (sav.) bunları açıklamadığına göre aklımıza dayanarak açıklamaya kalkışmak bizim işimiz değildir, yetki sınırımızı aşar” derler.
   Kelâm, felsefe ve tasavvuf ehli bazı âlimler ise tefekkür veya ilham yoluyla müteşâbihatın mânalarının anlaşılabileceğini ileri sürmüş ve her biri için çeşitli yorumlar yapmışlardır. Bakara sûresinin ilk âyetini teşkil eden “elif-lâm-mîm”in mânasıyla ilgili olarak yirmiden fazla yorum vardır. Bunlardan şu üçü nisbeten daha tutarlı görünmektedir:    a) Bunlar, mânaları olmayan alfabe harfleridir, Kur’ân-ı Kerîm’in vahiy yoluyla Allah (cc.) ’dan geldiğine inanmayanlara meydan okumak ve âciz olduklarını ortaya çıkartmak için bazı sûrelerin başına konmuştur ve “Bu Kur’an, şu gördüğünüz harflerden yapılan kelime ve cümlelerden oluşmaktadır. Siz harfleri de biliyorsunuz. O halde haydi yapabiliyorsanız siz de böyle kelime ve cümlelerden oluşan ve Kur’an’a benzeyen bir kitap yazın!” denilmek istenmiştir.
   b) Başında bulundukları sûrelerin muhtevalarına dikkat çekmek için yemin olarak gelmiştir.
   c) Başlarında bulunan sûrelerin isimleri olarak indirilmiştir (İbn Aşûr, I, 216).
   İmâm-ı Rabbânî önce Selef âlimleri gibi düşünürken bilâhare Allah Teâlâ (cc.) ’nın kendine, bu harflerin mâna ve sırlarından bir kısmını açtığını; böylece “müteşâbihatın mânalarının, Allah (cc.)’ın bildirmesiyle bilinebileceğini ve bunların, açık mânalı âyetlerin (muhkemât) özü ve amacı olduğunu” anladığını ifade etmiştir (Mektûbât, I, 296).
   Şah Veliyyullah, “Arap dilinde tek başına veya kelimelerin başlarına gelen harflerin özellikleriyle kelimelerin mânaları arasında bir ilişkinin bulunduğu” tesbitinden yola çıkarak sûrelerin başlarında bulunan harflerin de muhtevalarına delâlet ve onların özünü ihtiva ettiğini ileri sürmüştür. Buna göre “elif-lâm-mîm”in mânası, “Yaratılmışların çeşitli oluşlar ve ilişkilerle belirlenmiş hayatlarının gerekli kıldığı, ihtiyaç duyduğu irşadlar gayb âleminden gelerek onların hayatlarına girmekte ve yollarına ışık tutmaktadır” demektir (el-Fevzü’l-kebîr, s. 64; hurûf-ı mukattaa konusunda genişbilgi için bk. M. Zeki Duman-Mustafa Altundağ, “Hurûf-ı Mukattaa”, DİA, XVIII, 401-408; müteşâbihat konusunda bk. Âl-i İmrân 3/7).

   Ayet
   Bu, kendisinde şüphe olmayan kitaptır. Allah'a karşı gelmekten sakınanlar için yol göstericidir. ﴾2﴿
   Tefsir
   Bakara sûresi Medine’de nâzil olduğuna göre daha önce birçok sûrenin gelmiş olması gerekir. Bu sûrelerle önemli bir kısmı tamamlanmış bulunan metne “kitap” demek uygun görülmüştür. “Şüphe yok” ifadesi, hem kitabın Allah (cc.)’dan geldiği, anlatmak istediğini açıkça anlatabildiği hem de onun bir kılavuz, rehber, ışık olmasıyla ilgilidir; her iki konuda da şüpheye yer yoktur. “Rehber” diye çevirdiğimiz hüdâ hidâyetle aynı kökten olup Allah (cc.)’ın razı olduğu hayat tarzında, iman, ibadet ve ahlâk yolunda ilâhî rehberliği ifade etmektedir. Bu rehberlikten yararlanabilmek için kişide yukarıdaki âyetlerde nitelikleri açıklanan bilincin bulunması gerekir (geniş bilgi için bk. Yusuf Şevki Yavuz, “Hidâyet”, DİA, XVII, 473-477).
   Müttaki (takvâ sahibi) ve takvâ dilimizde de kullanılan Arapça asıllı kelimelerdendir. Müttakiler kelimesinin lügat mânası, “sakınılması gereken şeylerden sakınanlar” demektir. Kur’an’da ve özellikle bu âyette geçen takvânın mânası onu takip eden âyetlerde açıklanmıştır. Buna göre takvâ sahibi kimselerde şu beş vasıf vardır: Gayba iman etmek, namazı doğru ve devamlı kılmak, Allah (cc.)’ın verdiklerinden bir kısmını O’nun rızâsı için harcamak, Kur’an’a olduğu gibi diğer peygamberlere gönderilen kitaplara da inanmak ve âhiret konusunda kesin inanç sahibi olmak.
   Bu vasıfları kendinde gerçekleştirmiş olan mümin takvâ sahibidir, müttakidir. Böylece takvâ sahibi olan müminlerde hâsıl olan şuur, duygu ve davranışlarla ilgili başka açıklamalar da yapılmıştır.
   Konuyla ilgili birkaç hadisi şerifin anlamı şöyledir: “Kul, sakıncalı olana düşmemek için sakıncasız olandan da çekinmedikçe takvâ sahibi olamaz” (Tirmizî, “Kıyâme”, 19; İbn Mâce, “Zühd”, 24).
   “Kul, vicdanını rahatsız eden şeyi terketmedikçe takvâ derecesini elde edemez (Buhârî, “Îmân”, 1).
   Ebû Hüreyre (ra.)'ye nisbet edilen bir benzetme, “Yolda yürürken dikenler görürsen ya yolu değiştirirsin ya da dikene dokunmadan geçmenin bir yolunu arar ve bulursun; işte takvâ da budur; hayatı Allah Teâlâ (cc.)’nın yasakladığı kötülüklere bulaşmadan yaşamaya çalışmaktır”
   (takvâ hakkında ayrıca bk. Bakara 2/197).

21 Ekim 2014 Salı

KELİMELER - KAVRAMLAR / ✿ ♥ ✿ \ SİYER

KELİMELER - KAVRAMLAR
SİYER

     Hz. Muhammed (s.a.s)'in hayat hikâyesi:
     "Siyer", Arapça "sîre" sözcüğünün çoğulu olup Peygamber (s.a.s)'in hayatını (hal tercümesini) anlatmak için kullanılır. Zaman içinde: Soy dizini, doğumu, çocukluğu, gençlik yılları, peygamberliği, Mekke ve Medine'de meydana gelen olaylar ve gerçekleşen savaşları da içine alacak şekilde, doğumundan ölümüne kadar Hz. Peygamber (s.a.s)'in hayatından sözeden kitaplara "Siyer-i Nebî", "es-Siretü'n-Nebeviyye" veya kısaca "Siyer" adı verilmiştir.
     Siyer ile sıkça beraber kullanılan ve savaş, savaş yeri, savaş menkıbesi anlamlarını ihtiva eden "Meğâzi" kelimesi vardır. Hz. Muhammed (s.a.s)'in savaşlarının anlatıldığı kitaplara da aynı ad verilmiştir.
     İzahlardan da anlaşılacağı üzere siyer, daha genel, meğâzî ise daha dar anlamı ifade eder. Ancak bu iki isim sık sık karıştırılmış ve birbirini ifade edecek tarzda kullanılmıştır. Bazı meğâzi türü eserler, siyer kaynakları gibi, Hz. Peygamber (s.a.s)'in hayatından bütünüyle bahseder ve yazıları bu tür meğâzi kitapları Siyer-i Nebî türü eserleri andırırlar. Ancak çoğunlukla meğâzî türü eserler, Peygamberimizin savaşlarını asıl olarak ele almışlardır.
     Siyer, bir yönüyle Hadis'e bir yönüyle de İslâm tarihinin içine girmiştir. Gerçekten siyer, Hz. Peygamber (s.a.s)'in söz ve davranışlarından bahseden Hadis ilminin bilinmesini gerekli kıldığı gibi; O'nun hayatının her safhasından bilgi vermesi itibariyle de İslam tarihinin bir bölümünü oluşturur.
     Nitekim İslâm âlimlerinin çoğu, siyerden itibaren İslâm tarihini bir bütün halinde ele almışlar ve eserlerinde, Hz. Peygamber (s.a.s)'in hayatından -hattâ öncesinden- başlayarak İslâm tarihi ile ilgili olayları, yaşadıkları döneme kadar anlatmışlardır.
     Siyer'in kaynakları arasında ilk sırayı, nüzulünden itibaren hiçbir tahribat ve tahrifata uğramamış olan Kur'ân-ı Kerim alır. Herhangi bir olay konusunda Kur'ân'da âyet ve işaretler varken başka bir kaynak aramaya ihtiyaç yoktur. Kaynaklarda ikinci sıra hadis-i şeriflerindir. Özellikle Hz. Peygamber'in Medine'de geçirdiği hayata ait bilgiler, hadislerde bütün ayrıntılarıyla bulunabilir. Bu iki kaynak, İslâmî ilimlerin her dalında olduğu gibi, Siyer için de vazgeçilmez kaynaklar durumundadır. Siyerin kaynakları arasında sahabe'den gelen rivâyetlerin yeri oldukça önemlidir. Hz. Peygamber (s.a.s)'den gördüklerini, duyduklarını kendilerinden sonraki nesle sözlü olarak aktaran bu güzide topluluğun anlattıkları, Emeviler devrinden itibaren yazılı belgeler olarak ortaya konmuş ve bunlar ilk Siyer ve Meğâzi kitaplarına kaynaklık teşkil etmiştir.
     Siyer-i Nebî, bir süre şifâhi nakil olarak devam ettikten sonra, tedvin edilmeye başlandı. Siyer'i ilk tedvin eden, İbn Şihâb ez-Zühri (öl. 122/739)'dir. Siyer alanında İslam tarihinde büyük şöhrete ulaşmış dört eser vardır. Bunlar "Siyer-i erbaa" (En ünlü dört siyer) adını almışlardır. Bunlar; İbn Hişam'in "es-Siretü'n-Nebeviye"si; İbn Seyyidin-Nâs'ın "Uyûnül-Eser' ı; Muhammed b. Yusuf ed-Dımaşki'nin "Sebilül-Hedyi ve'r-Reşâd "ı ve Ali b. Burhaneddin el-Halebî'nin "İnsânül-Uyün"udur.


Şamil İslam Ansiklopedisi
Mefail HIZLI

17 Ekim 2014 Cuma

RİYAZUS SALİHİN'DEN HADİS-İ ŞERİFLER / SABIR (Sabrın Fazileti) - 2

RİYAZÜS SALİHİN
3) Sabır (Sabrın Fazileti)

28. Ebû Yahyâ Suheyb İbni Sinân radıyallahu anh’den rivâyet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
     “Mü’minin durumu gıbta ve hayranlığa değer. Çünkü her hâli kendisi için bir hayır sebebidir. Böylesi bir özellik sadece mü’minde vardır. Sevinecek olsa, şükreder; bu onun için hayır olur. Başına bir belâ gelecek olsa, sabreder; bu da onun için hayır olur.” [6]

29. Enes İbni Mâlik radıyallahu anh şöyle dedi.
     Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in hastalığı ağırlaşınca sıkıntıları çoğaldı. Durumu gören Fâtıma radıyallahu anhâ:
Vah babacığım, ne büyük sıkıntın var! dedi. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem:
“(Kızım), bugünden sonra babanın sıkıntısı olmayacak” buyurdu.
     Resûl–i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem vefat edince, bu defa Fâtıma radıyallahu anhâ:
Allah’ın çağrısına icâbet eden babacığım vah, mekânı Firdevs cenneti olan babacığım vah, kara haberini ancak dostu Cebrail’le paylaşacağımız babacığım vah, diye ağladı.
     Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in defninden sonra da Hz. Fâtıma duygu ve üzüntülerini şöyle dile getirdi:
Resûlullah’ın üzerine (çarçabuk) toprak atmaya eliniz nasıl vardı, gönlünüz nasıl râzı oldu?[7]
     * Bu hadîs-i şerîften de alemlere rahmet olarak gönderilen Peygamber (s.a.v.)’in ölüm acılarına nasıl sabrettiğini, kızı Fâtıma (r.anha)’nın da babasının vefatına nasıl sabrettiğini görmekteyiz. Her ikisi de insan gücü üzerinde bir dayanıklılıkla nasıl sabrettiler ve bize örnek oldular. [8]

30. Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in azadlısı, dostu ve dostunun oğlu olan Ebû Zeyd Üsâme İbni Zeyd İbni Hârise radıyallahu anhümâ’dan nakledildiğine göre o şöyle dedi:
     Kızı (Zeynep), Nebî sallallahu aleyhi ve sellem’e:
Oğlum ölmek üzeredir, lütfen bize kadar geliniz, diye haber gönderdi. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem:
“Alan da, veren de Allah’tır. O’nun katında her şeyin belli bir vakti vardır. Sabretsin ve ecrini Allah’tan beklesin”, buyurarak kızına selâm gönderdi.
     Bunun üzerine Kızı, Nebî sallallahu aleyhi ve sellem’e;
Ne olur, mutlaka gelsin, diye tekrar haber yolladı.
     Bu defa Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem yanında Sa’d İbni Ubâde, Muâz İbni Cebel, Übeyy İbni Kâ’b, Zeyd İbni Sâbit ve başka bazı sahâbîler olduğu halde kalkıp kızına gitti. Çocuğu Hz. Peygamber’e verdiler, kucağına aldı. Yavrucak pek zor nefes almaktaydı. Resûlullah’ın gözlerinden yaşlar boşandı.
     Durumu gören Sa’d İbni Ubâde:
Ey Allah’ın Resûlü, bu ne haldir? dedi. Nebî sallallahu aleyhi ve sellem de:
“Bu, Allah’ın, kullarının kalbine koymuş olduğu merhamet duygusudur” buyurdu.
     Hadisin bir başka rivâyetinde Hz. Peygamber, “Bu, dilediği kullarının kalbine Allah’ın koyduğu bir rahmettir. Zaten, Allah ancak merhametli kullarına rahmet eder” buyurmuştur.[9]

31. Suheyb (–i Rûmî) radıyallâhü anh’den rivâyet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
     “Sizden önceki ümmetler içinde bir padişah, bir de onun sihirbazı vardı. Bu sihirbaz yaşlanınca, padişaha:
“Ben yaşlandım, bana genç birini göndersen de ona sihirbazlığı öğretsem” dedi.
     Padişah da ona bir genç gönderdi. Gencin yolu üzerinde bir rahip bulunmaktaydı. Genç ona uğradı, yanında oturdu ve konuşmalarını dinledi, beğendi. Sihirbaza her gittiğinde, rahibe uğrar ve yanında bir süre kalırdı. Sihirbaz ona “niçin geç kaldın?” diye kızar ve döğerdi. Delikanlı bu durumu rahibe şikâyet etti. O da şöyle dedi:
Sihirbazdan korktuğunda, “evdekiler alıkoydular”de; âilenden çekindiğinde de “sihirbaz alıkoydu” de.
     Genç, durumu böylece idare edip giderken, bir gün yolda insanların gelip geçmesine engel olan büyük ve yırtıcı bir hayvana rastladı ve kendi kendine “Sihirbazın mı, yoksa râhibin mi daha üstün olduğunu işte şimdi öğreneceğim” diyerek bir taş aldı ve “Ey Allahım, rahibin yaptıklarını sihirbazın yaptıklarından daha çok seviyorsan, şu hayvanı öldür ki insanlar yollarına devam etsinler” dedi ve taşı hayvana doğru fırlatıp onu öldürdü. Halk da geçip gitti. Daha sonra delikanlı râhibe gelip olayı anlattı. Râhip ona:
Delikanlı! Şimdi artık sen benden daha üstünsün. Zira, sen bu gördüğüm mertebeye erişmişsin. Öyle sanıyorum ki, sen yakında bir belâya uğratılacaksın. Böyle bir şey olursa, sakın benim bulunduğum yeri kimseye gösterme! dedi.
     Delikanlı, körleri, alaca hastalığına tutulmuş olanları kurtarır ve diğer hastalıkları da tedâvî ederdi. Padişahın o sıralarda kör olmuş bir yakını bunu duydu, değerli hediyelerle birlikte delikanlıya gitti ve:
Eğer beni tedâvî edersen, bütün bunlar senin olacak dedi.
     Delikanlı:
Ben kendiliğimden kimseye şifâ veremem. Şifayı ancak Allah Teâlâ verir. Eğer sen Yüce Allah’a inanırsan, ben ona dua ederim, o da (dilerse) sana şifa verir, dedi.
     Adam iman etti. Allah Teâlâ da ona şifa verdi. Adam eskiden olduğu gibi padişahın yanına gelip meclisteki yerini aldı.
     Padişah:
Senin gözünü kim iyi etti? diye sordu. O da:
Rabbim, dedi.
     Bu defa Padişah:
Senin benden başka rabbin mi var? diye gürledi.
     Adam:
Benim de senin de rabbin Allah Teâlâ’dır, dedi.
     Bunun üzerine sinirlenen padişah adamı tutuklattı ve gencin yerini gösterinceye kadar ona işkence ettirdi. Sonuçta adam gencin yerini söyledi. Delikanlı getirildi. Padişah ona:
Delikanlı, demek senin sihirbazlığın körleri ve alacaları iyi edecek dereceye ulaşmış. Duydum ki sen epeyce işler yapıyormuşsun, öyle mi? diye sordu.
     Delikanlı:
Hayır, ben kimseye şifa veremem. Şifa veren Allah Teâlâ’dır, dedi.
     Padişah delikanlıyı tutuklattı ve rahibin yerini gösterinceye kadar ona işkence ettirdi. Neticede râhip getirildi ve kendisine “dininden dön!” denildi. Râhip bu teklife yanaşmadı. Bunun üzerine padişah bir testere getirtip başının tam ortasından rahibi ikiye biçtirdi. Rahibin parçalarının her biri bir yana düştü. Sonra Padişahın adamı getirildi ona da “dininden dön!” denildi. Ancak o da kabul etmedi. Padişah onu da parçalarının her biri bir tarafa düşünceye kadar testere ile başının ortasından ikiye biçtirdi. Daha sonra delikanlı getirildi ve “dininden dön (yoksa öleceksin)” diye tehdid edildi, fakat delikanlı direndi. Padişah delikanlıyı adamlarından bir gruba teslim etti ve onlara şu tâlimatı verdi:
Bunu şu dağın tepesine çıkarın, dininden dönerse ne âlâ, değilse, aşağıya yuvarlayın gitsin.
     Delikanlıyı götürdüler, dağın tepesine çıkardılar.
     Delikanlı:
     “Allahım, beni bunların elinden nasıl dilersen öylece kurtar!” diye dua etti. Bunun üzerine dağ sarsıldı ve onlar aşağı yuvarlandılar. Delikanlı sapasağlam yürüyerek padişahın yanına döndü. Padişah ona:
Yanındakiler ne oldu? dedi.
     Delikanlı da :
Allah beni onların elinden kurtardı, dedi.
     Bunun üzerine padişah, delikanlıyı adamlarından bir başka gruba teslim etti ve:
Bunu Kurkur denilen bir gemiye bindirip denizin ortasına götürün. Dininden dönerse ne âlâ, değilse, denize atın gitsin, dedi.
     Delikanlıyı alıp götürdüler. O:
     “Allah’ım, beni bunların elinden dilediğin şekilde kurtar!” diye dua etti.
     Gemi içindekilerle beraber ala–bora oldu, hepsi boğuldu. Delikanlı sağ–sâlim padişahın yanına döndü.
     Padişah onu görünce:
Yanındakiler ne oldu? diye sordu.
     Delikanlı da:
Allah beni onların elinden kurtardı, dedi ve ilâve etti: "Benim sana söyleyeceklerimi yapmadıkça beni öldüremezsin."
     Padişah:
Neymiş onlar? dedi.
     Delikanlı :
Halkı geniş bir meydanda topla. Beni de bir hurma kütüğüne bağla. Okdanlığımdan bir ok al, yayın tam ortasına koy. Sonra da “Delikanlının rabbinin adıyla de ve at. İşte ancak bunu yaparsan beni öldürebilirsin” dedi.
     Padişah halkı geniş bir meydanda topladı. Delikanlıyı hurma kütüğüne bağladı. Sonra delikanlının sadağından bir ok aldı, yayına yerleştirdi. “Delikanlının rabbi olan Allah adıyla” deyip oku fırlattı. Ok, delikanlının şakağına isabet etti. Delikanlı elini şakağına koydu ve oracıkta öldü.
     Bunun üzerine halk:
Biz, delikanlının rabbine iman ettik, dediler.
     Daha sonra durumu padişaha ileterek:
Gördün mü çekindiğin şey nihâyet başına geldi; halk iman etti, dediler.
     Bunun üzerine padişah, sokak başlarına büyük hendekler kazılmasını emretti. Hendekler ateşle doldurulmuştu.
     Padişah:
Bu yeni dinden dönmeyen herkesi, zorla ateşe atın, (yahut “onları ateşe girmeye zorlayın”) dedi.
     Emri yerine getirdiler. En sonunda kucağında çocuğu ile bir kadın geldi, bir ara ateşe girmemek ister gibi yaptı, sendeledi. Çocuk:
“Anneciğim, sık dişini, sabret, çünkü sen hak din üzeresin!” de(mek suretiyle annesini cesaretlendir)di. [10]
* Bu hadîs-i şerîfi daha iyi anlayabilmek için Kuranı Kerimde 85. Sûre olan Bürûc sûresi birkaç tefsirden mutlaka okunmalıdır. [11]

Dip Notlar:
[6] Müslim, Zühd 64.
[7] Buhârî, Meğâzî 83. Ayrıca bk. İbni Mâce, Cenâiz 65.
[8] Abdullah Parlıyan, Açıklamalı Tam Riyazu’s-Salihin Tercümesi: 18.
[9] Buhârî, Cenâiz 33, Müslim, Cenâiz, 9, 11. Ayrıca bk. Buhârî, Eymân 9, Merdâ 9, Tevhîd 25; Ebû Dâvûd, Cenâiz 24, Edeb 58; Nesâî, Cenâiz 22; İbni Mâce, Cenâiz 53.
Bu hadis kısa olarak 924 numarada tekrar gelecektir.
[10] Müslim, Zühd 73.
[11] Abdullah Parlıyan, Açıklamalı Tam Riyazu’s-Salihin Tercümesi: 20.

15 Ekim 2014 Çarşamba

TEFSİR DERSLERİ / ✿ ♥ ✿ \ FÂTİHA SÛRESİ'nin Tefsiri

Fâtiha Sûresi

     Ayet
     Hamd, Âlemlerin Rabbi, Rahmân, Rahîm, hesap ve ceza gününün (ahiret gününün) maliki Allah'a mahsustur. ﴾2﴿
     Tefsir
     Dilimizde övme ve teşekkür etme, Arapça’da medih ve şükür kelimelerinin hamd kelimesine yakın mânaları bulunmakla birlikte bunlar arasında birtakım ince farklar da vardır. Methetme (övme) bir iyilik ve güzellik karşısında yapılır; bu iyilik ve güzelliğin sahibi, kendisinin bunda iradesi ve etkisi olsun olmasın methedilebilir. Kişi kendi iradesinin eseri olmayan güzelliği sebebiyle övüldüğü gibi cömertlik ve cesaret gibi erdemlerinden dolayı da övülür. Halbuki hamd ancak irade ve istekle hâsıl olan iyilik ve güzellik karşısında yapılır. Şükür ve teşekkür “isteyerek yapılmış (ihtiyarî) bir iyilik ve ihsana karşı dille veya başka şekillerde uygun mukabelede bulunmak”tır. Bu, hem Allah’tan hem de insanlardan gelen iyilikler karşılığında yerine getirilmesi beklenen ahlâkî bir ödevdir. Hamdetmek de dil ile yapılır; “hamdolsun, elhamdülillâh...” denir, ancak bunun sebebi yalnızca nimet ve ihsan değil, irade ve ihtiyara dayalı bütün güzellik ve iyiliklerdir. Bu mânada hamd yalnızca Allah’a mahsustur. Çünkü başkalarına ait olan iyilik ve güzellikler, gerçek ve kâmil mânasıyla onların isteklerine bağlı değildir. İnsanların kendi isteklerine bağlı iyilik ve güzelliklerde Allah’ın da iradesi vardır. Onların irade ve isteklerine bağlı olmayan iyilik, güzellik ve hizmetler ise doğrudan yaratıcının, fıtrat ve özellikleri takdir edip yaratarak insanlara bahşeden kudretin eseridir.
     Dolayısıyla bu mânada hamdin tamamı Allah’a mahsustur, O’na aittir. Âlem maddî ve mânevî, görülen ve görülemeyen, dünyada ve âhirette Allah Teâlâ’nın yarattığı her şeydir. Görülen, hissedilen, insan bilgisinin ulaşabildiği maddî varlıklara “mülk ve şehâdet âlemi”, madde ötesi varlıklara da “gayb ve melekût âlemi” denilir. Gayb ve melekût âleminin tek sahibi Allah’tır. Mülk ve şehâdet âleminin ise gerçek sahibi Allah olmakla beraber görünürde ve mecazen başka sahipleri de olabilir. Vahiy yoluyla gelen bilgilere göre şehâdet ve mülk âlemi, gayb ve melekût âlemine nisbetle denizden bir damla, sahradan bir kum tanesi kadardır.
     Günümüze kadar insan bilgisinin ulaşabildiği uzay akıllara hayret verecek büyüklüktedir. Fakat bu büyüklük gayb âleminin yanında bir kum tanesi kadar kaldığına göre gayb âleminin azametini akıl terazisi çekemez. Konuya bu açıdan bakıldığında evrenin büyüklüğüne ve ondaki düzenin inceliklerine dair ulaşılan her yeni bilgi, Allah’ın insana bahşettiği aklın nerelere kadar ulaşabileceğini ortaya koymasının yanında, erişeceği sırların enginliğini tasavvur edebilmesi için bir ölçü de oluşturmaktadır.
     Şu halde gayb âleminin bu büyüklüğü iman ve irfanla kavranmakta, oradan da bütün âlemlerin Rabbi (sahibi, mâliki, takdir edip yaratanı, koruyanı, geliştireni) olan Allah’ın azamet ve büyüklüğü karşısında kula yakışan hayret haline ulaşılmakta; bu azamet karşısında kul secdeye kapanınca onun hayret hali, “huzur, güven, sevgi, yakınlık ve tatmin”e dönüşmektedir.
     Rab kelimesi tek başına söylendiği zaman bundan yalnızca “Allah” kastedilir, O’nun güzel isimlerinden biridir, “sahiplik ve terbiye edicilik” özelliğini ifade eder. Bu kelime “rabbü’d-dâr” (ev sahibi) gibi tamlama şeklinde başkaları için de kullanılır.

     Ayet
     Hamd, Âlemlerin Rabbi, Rahmân, Rahîm, hesap ve ceza gününün (ahiret gününün) maliki Allah'a mahsustur. ﴾3﴿
     Tefsir
     Rahmân ve rahîm.

     Ayet
     Hamd, Âlemlerin Rabbi, Rahmân, Rahîm, hesap ve ceza gününün (ahiret gününün) maliki Allah'a mahsustur. ﴾4﴿
     Tefsir
     “Ödül ve ceza (din) gününün hâkimi” diye çevirdiğimiz tamlamada geçen mâlik “malın, mülkün sahibi” demektir. Kıraat âlimlerince “hükümdar, iktidar sahibi” anlamında “melik” şeklinde de okunmuştur. İnsanlar için kullanıldığında mâlik ile melik arasında güç, yetki ve tasarruf hakkı bakımlarından önemli farklar vardır. Mal ve mülkün sahibi (mâlik) kişinin başkalarına hükmü geçmez, başkalarına hükmü geçen hükümdar (melik) ise her malın ve mülkün sahibi değildir. Allah Teâlâ hakkında mâlik ve melik sıfatları kullanıldığı zaman mâna çerçevesinde bir eksiklik olamaz; çünkü O hem âlemlerin sahibidir hem de herkese ve her şeye hükmü geçer; O’nun iktidarı üstünde bir iktidar tasavvur bile edilemez.
     Melik O’nun zâtına, mâlik ise fiiline ait sıfatlardır. “Ödül ve ceza (din) günü”nün âhiretteki hesaba çekme ve hüküm verme günü olduğu, bunu açıklayan başka âyetlerden anlaşılmaktadır (meselâ bk. İnfitâr 82/17-19).
     Allah Teâlâ bütün zamanlarda ve zaman kavramına bağlı olmaksızın mutlak hâkim, sahip, melik ve mâliktir. Ancak Allah Teâlâ dünya hayatında, imtihan için kullarına da sahiplik ve iktidar vermiş; imanı olduğu halde gaflet içinde bulunan kimseler –zaman zaman da olsa– Allah’ın sahipliği ve iktidarının bilincinde olmaya özen göstermemişler; imanı olmayanlar ise bunun şuurundan tamamen yoksun kalıp inkâr etmişlerdir.
     Âhiret âleminde kulun, bu görünürdeki ve geçici iktidarı da ortadan kalkacağı için Allah’ın melik ve mâlik sıfatı bütün azametiyle ortaya çıkacak, belli olacaktır. Bunun için âhirette O, gerçekte ve görünürde “melik ve mâlik”tir.

     Ayet
     (Allahım!) Yalnız sana ibadet ederiz ve yalnız senden yardım dileriz. ﴾5﴿
     Tefsir
     Besmeleden buraya kadar kendisi ve sıfatları, kulları ve kâinat ile kesintisiz ilişkisi, dünya hayatının sonu ve hesap günü hakkında önemli açıklamalar yapan Allah Teâlâ, bunları iman içinde dinleyip anlayan ve şuuruna yerleştiren kullarında hâsıl olacak duygu ve düşünceye, davranış biçimine tercüman olarak “Ancak sana kulluk eder ve yalnız senden yardım dileriz” buyuruyor.
     Şu halde yukarıda sıralanan eşsiz ve benzersiz sıfatlar Allah’a mahsus olduğuna göre ibadetin ve yardım dilemenin O’na özgü kılınması da –kul açısından– tabii hale gelmektedir.
     İbadet “kulluk ve tapınma” olarak anlaşılmıştır. Bu kavramın içinde kâmil mânada “sevgi, korku ve boyun eğme” vardır; bu üç tavır ve duygunun birlikteliği ibadetin temelini oluşturur. İnsanların yaratılış gayesi ibadettir; ancak onlar buna mecbur tutulmamışlardır; yani terim anlamıyla ibadet, iradeye bağlı olmayan hareketler ve oluşlar gibi hâsıl olmamakta; ilâhî emri kul, –dünya hayatında bir imtihan olarak– serbest iradesiyle yerine getirmekte veya ihmal etmektedir.
     Dünyanın bütün nimetleri ve imkânları insanın, insanca (yalnız Allah’a kulluk ederek) yaşaması için verilmiş araçlardır. Bunları amaçlarına uygun olarak kullanmayanlar nimetin kıymetini bilmemiş ve israfa sapmış olurlar. İnsanın sınırlı gücü ve iradesi her zaman maddî ve mânevî ihtiyaçlarını karşılamaya ve kendisinden beklenenleri yerine getirmesine yeterli olmamaktadır. Bu sebeple insanlar hem diğer insanlardan hem de insan üstü güçlerden yardım istemeye ve almaya kendilerini mecbur hissetmişlerdir.
     Fakat onların bu iki kaynaktan yardım istemek ve almak için tuttukları yollar, benimsedikleri sistem ve usuller, ilâhî irşada kulak asmadıkları zamanlarda şirke ve bedbahtlığa düşmelerine sebep olmuş; dolayısıyla birçok bâtıl din, işe yaramaz sistem ortaya çıkmıştır.
     Bu âyet; ibadet ederken ve yardım isterken yöneleceğimiz doğru adresi bize göstermekte ve tevhidi (bir Allah’a ibadeti, sığınmayı ve yönelmeyi) getirmektedir. Âyette “ederim, dilerim” yerine “ederiz, dileriz” şeklinin seçilmiş olması tevhid ehli müminlerin bir bütün teşkil ettiklerini, bu sebeple “sen ben değil, biz varız” ilkesi doğrultusunda hareket etmelerini, fert-toplum arasındaki dengeyi korumalarını işaretlemektedir.
     Burada “biz”i oluşturan bağ imandır, bir Allah’a kulluktur; “Allah’ın kulları! Kardeş olun” (Buhârî, “Nikâh”, 45; Müslim, “Birr”, 23, 28-32) meâlindeki hadis de bu mânaya açıklık getirmektedir. Müminler kardeşçe yardımlaşırlar, fakat kimin elinden gelirse gelsin gerçekte her nimetin Allah’tan geldiğini, O dilemedikçe kimsenin bir şey veremeyeceğini bilirler.

     Ayet
     Bizi doğru yola, kendilerine nimet verdiklerinin yoluna ilet; gazaba uğrayanlarınkine ve sapıklarınkine değil. ﴾6﴿
     Tefsir
     İnsanlar maddî ve mânevî hayatlarını düzenlerken doğrunun yanında yanlış da yapmışlar; hatalı, çıkmaz, saptırıcı yollara da yönelmişlerdir. Sapmanın ve yanılmanın baş sebebi insanın kendini yeterli sanması, bilgi ve güç almak için Allah’a yönelmeyi reddetmesidir. “Gerçek şu ki insan, kendini kendine yeterli görerek ille de azgınlaşmaktadır! Oysa (kuldaki) her şey yalnız rabbine aittir (O’na dönecektir)” (Alak 96/6-8). “Bize doğru yolu göster” duası aynı zamanda Rabbin, kullarına bir irşad ve uyarısıdır; eğer insan kendine yeterli olsaydı, doğru yolu görmesi ve bulması için bir başkasına ihtiyacı olmazdı. Yaratıcı bu tâlimatı verdiğine göre kula düşen, ilâhî irşada kulak vermek, insanî bilgi ve kabiliyetlerini bu irşad doğrultusunda kullanarak her adımını doğru atması için O’nun tarafından sağlanan imkânları gerektiği gibi kullanmaktır.
     “Doğru yol” (sırât-ı müstakîm) İslâm’dır. Allah’ın peygamberleri ile kullarına gönderdiği dinlerin genel adı da İslâm’dır. Yaratan ile yaratılan, Allah ile kul, akıl ile vahiy, hürriyet ile cebir, haksızlık ile adalet, iyi ile kötü... ancak İslâm’da yerli yerine konmuş, doğru ilişkiler ve dengeler kurulmuş, kurulma yolları gösterilmiştir.
     Hadiste yer alan bir örnekle açıklanacak olursa dosdoğru bir yol, yolun iki tarafında iki duvar, duvarlarda açılmış perdeli kapılar ve yolun başında da bir çağırıcı var ve O, “Ey insanlar! Hepiniz doğru yola giriniz, dağılıp parçalanmayınız!” diye sesleniyor. Birisi perdeli kapılardan birine girmek istediğinde yukarıdan bir başka çağırıcı sesleniyor: “Sakın o perdeyi kaldırma! Kaldırırsan girer gidersin!” (Müsned, IV, 182-183; Şevkânî, I, 20).
     Bu örnekteki yol İslâm’dır, duvarlar Allah’ın koyduğu sınırlardır, kapılar haramlardır, yolun başındaki çağırıcı Allah’ın kitabıdır, yukarıdaki çağırıcı ve uyarıcı, her müminin kalbindeki ilâhî öğütçüdür. Böylece İslâm’da vahiy, vicdan ve akıl birlikte işletilerek doğru yol bulunmaktadır. Ne irfandır veren ahlâka yükseklik, ne vicdandır, Fazilet hissi insanlarda Allah korkusundandır.

     Ayet
     Bizi doğru yola, kendilerine nimet verdiklerinin yoluna ilet; gazaba uğrayanlarınkine ve sapıklarınkine değil. ﴾7﴿
     Tefsir
     Burada tarihe bir atıf yapılarak yolun doğrusu ve eğrisi hakkında bir başka ölçüt ve delil daha verilmektedir. İslâm yalnızca Allah kitabında böyle buyurduğu için doğru yol değildir, aynı zamanda tarih boyunca ilâhî irşadı reddedenlerin tecrübeleri de doğru yolun İslâm olduğunu göstermektedir. Bu sebeple doğru yolu arayanlar ve üzerinde bulundukları yolun sağlamasını yapmak isteyenler, dönüp tarihe bakmak, gerçek mutluluğu bulanlarla sapanlar ve Allah’ın gazabına uğrayanların yol ve yöntemlerini incelemek durumundadırlar.
     Tarihte hem örnekler hem de ibretler vardır. Örnekler, peygamberlerin izlerinden giden fert ve ümmetlerde, ibretler ise onlara cephe alan ve Cenâb-ı Hakk’a meydan okuyanlarda görülmektedir. Bazı rivayetlerde sapanların “hıristiyanlar”, ilâhî gazaba uğrayanların da “yahudiler” olarak açıklanması (meselâ bk. Müsned, IV, 378; Tirmizî, “Tefsîr”, 2), yalnızca zaman ve mekân itibariyle yakın birer örnek olmalarından dolayıdır.
     Müslim’in rivayet ettiği bir kutsî hadiste (bk. “Salât”, 38) Allah Teâlâ’nın, “Namazı (Fâtiha’yı) kulumla kendi aramda yarı yarıya paylaştım ve kulum dilediğini alacaktır” buyurduğu ifade edildikten sonra şöyle devam edilmiştir:
     Kul (namazda Fâtiha’yı okurken) “Hamd âlemlerin Rabbi Allah’a mahsustur” deyince Allah, “Kulum bana hamdetti” buyurur.
     Kul “Rahmân ve Rahîm” deyince Allah, “Kulum beni övdü” der.
     “Ceza gününün tek sahibi” deyince “Kulum benim yüceliğimi dile getirdi” der.
     “Ancak sana ibadet eder ve yalnız senden yardım dileriz” deyince “Bu, kulumla benim aramda ortak olan kısımdır ve istediği kulumun olacaktır” buyurur.
     Kul “Bizi dosdoğru yola ilet; nimetine erdirdiklerinin yoluna; gazaba uğramışların yoluna da, doğrudan sapmışların yoluna da değil!” deyince Allah, “İşte bu, yalnızca kuluma aittir ve kuluma istediği verilecektir” buyurur.
     “Duamızı kabul buyur, böyle olsun, bizi eli boş çevirme” mânasına gelen “âmin” sözü, dilleri ne olursa olsun bütün müslümanların, hatta semavî din mensuplarının ortak ifadeleri haline gelmiştir. Bu cümle Fâtiha sûresine dahil olmadığı gibi âyet de değildir. Birçok hadiste Resûlullah’ın Fâtiha’dan sonra “âmin” dediği ve böyle denilmesini öğütlediği ifade edilmiştir (meselâ bk. Müslim, “Salât”, 72-76).
     Namazda veya namaz dışında Fâtiha’yı okuyan veya dinleyen kimse, sûrenin sonunda “âmin” deyince aynı zamanda meleklerin de “âmin” dedikleri, hem şehâdet hem de gayb âlemlerinde aynı anda dile getirilen bu duanın Allah tarafından kabul buyurulacağı hadislerde açıklanmıştır (bk. Buhârî, “Ezân”, 112-113; Müslim, “Salât”, 72-76).
     Yine sahih hadisler, Fâtiha sesli okunduğunda “âmin” duasının da sesli yapılacağı bilgisini getirdiği için fıkıh mezheplerinin çoğu bunu benimsemişlerdir (Şevkânî, Neylü’l-evtâr, II, 229-232). Hanefîler’e göre bu cümle namazda daima sessiz söylenir.

14 Ekim 2014 Salı

İSTANBUL'DA Kİ LİSELİ GENÇLERİN DİKKATİNE..!

DÜNYANIN DÖRT BİR YANINA YAYILMIŞ
BÜYÜK BİR AİLEYİZ
     GENÇLİK VE SPOR BAKANLIĞI'nın Proje Desteği ile, GÖNÜLDER Eğitim Araştırma ve Yardımlaşma Derneği olarak organize ettiğimiz bu projeye; İstanbul'da ikamet eden ve her hangi bir lisenin 1., 2. veya 3. sınıfında öğrenci olan gençler katılabilecekler...
     Başvurular 25 Ekime kadar devam edecek. Şimdiye kadar 80 gencin başvurusu kabul edildi. 1 Kasımdan itibaren de projeye kabul edilen gençler ile İstanbul Anadolu Yakasında Üsküdar Belediyesi'nin Çamlıca yakınındaki Üsküdar Gençlik Merkezi'nde, Avrupa Yakasında da Eyüp'deki İMH - İnsan ve Medeniyet Hareketi Genel Merkezi'nde ayda bir defa cumartesi günleri bir araya gelecek... (4 ayrı gruba, her ay 1 'er program).

     Başvurusu kabul edilen her bir gencin, ayda 1 defa katılacağı ve Haziran 2015 e kadar devam edecek olan bu programlarımız; kahvaltı ile başlayacak, farklı yazarlar ile söyleşi ortamında devam edecek. Şubat tatilinde 5 gün kızların, 5 gün de erkeklerin tatil-eğitim kampı, zaman zaman da geziler-kültür turları ve sosyal etkinlikler düzenlenecek...

Şubat tatilinde bir hafta (4 gece, 5 gündüz) kızlar,
bir hafta da erkekler
İzmit Yuvacıktaki
Karaaslan Kamping tesisinde tatil kampı yapacaklar.
Tatil Kampında da hergün sabah ve akşamları
farklı bir yazar ile farklı konularda söyleşi olacak.
Bir gün paintbol, diğer günler de farklı oyunlar oynayacaklar.
Hayatları boyunca unutamayacakları bir şubat tatil kampı olacak...




     Haziran 2015 e kadar sürecek programlarımızda, projemize katılan gençler; değerli yazarlar, araştırmacılar ile yuvarlak masa sohbeti ortamında, sıcak-samimi bir havada fikir alış-verişi yapacaklar, hasbihal edecekler ve çok samimi olabileceği onlarca arkadaşı, güzel bir sosyal çevreleri olacak...
     2015 yılı Ramazan-ı Şerifinde de bir iftar programı organize edilecek, ödüllerin ve sertifikaların takdimiyle program sona erecek... (Muhtemelen güzel bir gemiyle, boğaz gezili iftar programı organize edeceğiz, çok zaman olduğu için henüz netleştirmedik.)

     Genç kardeşlerimize; şimdiden, "bu büyük ailenize" hoş geldiniz diyoruz...
     Projemize başvuru talebinde bulunmak için; ekteki formu doldurup aşağıdaki mail adresimize göndermeniz gerekiyor.
Eğitim programlarının da, tatil kampının da,
kapanış (iftar) programının da tüm masrafları bakanlıkca karşılanacak.
Hiçbir katılımcı, hiç bir etkinlik için, hiç bir ödeme yapmayacak.

     Gelen tüm başvurular, değerlendiriliyor ve cevaplanıyor. İstanbul dışında ikamet edenler lütfen başvuru yapmasınlar. Duyurularımızı, sadece internet ortamında ve GÖNÜL ERLERİ MAİL GRUBU'muzdan yapıyoruz. Şuana kadar başvuruları kabul edilenlerin listesine aşağıdaki mavi renkli başlığa tıklayıp, sitemize bağlanıp görebilirsiniz... (Başvurunuz kabul edilmiştir mesajı yazmamıza rağmen listede adı olmayanlar varsa lütfen bize hatırlatma yapsınlar.)


     * www.binlercekardesimvar.com    adresimizden projemizin internet sitesine ulaşabilirsiniz.      * www.facebook.com/groups/1454146711534892/members   adresimizden bu projenin facebook grubuna katılabilirsiniz...

     Başvurular mail yoluyla yapılacak. Değerlendirme sonucunda, katılımları uygun görülen gençler, velisi ile birlikte 25 Ekim Cumartesi günü düzenleyeceğim tanıtım ve kayıt programımımıza velileri ile birlikte davet edilecekler...
     1 Kasım Cumartesi gününden itibaren de programlarımız başlayacak... Programlarımız; İstanbul Avrupa yakasında İMH - İnsan ve Medeniyet Hareketi Genel Merkezi'nde, Anadolu Yakasında da Üsküdar Belediyesi'nin, Üsküdar Gençlik Merkezinde olacak. 25 er kişilik gruplar ile ayda bir defa buluşulacak. Programlar; seminer düzeninde değil, yuvarlak masa, sohbet-hasbihal düzeninde ve öncesinde kahvaltı, sonrasında ikramlar ile devam edecek. Yazarların sunumları kadar, gençlerin birbiriyle tanışmaları, kaynaşmaları da birinci önceliğimiz...
     Şuana kadar;
     Anadolu Yakasından 12 kız, 16 erkek
     Avrupa Yakasından 34 kız, 18 erkek liseli gencin başvurusu kesin kabul edildi...
     Kız-erkek ayrı ayrı 4 grup olacak, çok yoğun talepler olursa, grup sayıları 35 i kesinlikle geçmeyecek.


Haydi Gençler, Sizi Bekliyoruz..!
BİNLERCE KARDEŞİM VAR Projesi
Genel Sekreter
Derya Terzi

Not: Başvuru Formu Ektedir...

02 - 07 Temmuz İstanbul & Güneydoğu Anadolu - GAP Turu

02 - 07 Temmuz Güneydoğu Anadolu - GAP Turu 3 Gece Otel Konaklamalı 5 Gün Gezi       Mezopotamya, bazı kaynaklarda medeniyetlerin beşiği ola...