13 Kasım 2014 Perşembe

KELİMELER - KAVRAMLAR ✿ܓ✿ ♥ܓSOSYAL ADÂLET

KELİMELER - KAVRAMLAR

SOSYAL ADÂLET

 
    Ekonomik değerlerin dağılımındaki dengesizliklerin giderilmesini, sosyal planda imtiyazlı durumlara meydan veren sebeplerin ortadan kaldırılmasını öngören ilke; sosyo-ekonomik hayatta sağlıklı, dengeli bir düzenin kurulup işleyebilmesi için adalet idealine atıf yapılarak gerçekleştirilmesi istenilen tedbirlerin ana ilkesi.


     Batıda Sanayi devrimini izleyen teknolojik ve ekonomik gelişme sürecinde insanlığın daha önce şahit olmadığı bir servet birikimi ve zenginlik ortaya çıkmış; buna karşılık sosyal ve ekonomik dengesizlikler büyük boyutlara varmıştır. Bilhassa sanayi devriminin erken döneminde zengin ile fakir arasındaki fark büyümüş; zenginlerin artan refahına ve gelişen teknolojinin hizmetlerine sunduğu yepyeni imkan ve standartlardan faydalanmalarına karşılık, büyük halk kitleleri için sefalete varan bir mahrumiyet hali ortaya çıkmıştır. Çalışan ve emeği ile geçinenler için çeşitli zorluklar, ekonomik, sosyal ve siyasi planda mahrumiyetler söz konusu olmuştur. Bu durumun düzeltilmesi, içinden çıkılmaz bir buhrana dönüşmemesi ve ortaya çıkan ihtilafların giderilmesi konusu da böylece batı düşünce dünyasının öncelikli bir meselesi haline gelmiştir.

     Kollektivizm, bilimsel Sosyalizm ve Komünizm adı ile anılan siyasi akım, bu şartlarda ortaya çıkmıştır. Ateist ve materyalist felsefenin ürünü olan bu akım, Kapitalizmin bütünüyle ortadan kaldırılmasını, üretimin ve tüketimin merkezî planlamayla düzenlenmesini, özel mülkiyetin ilga edilmesini, üretim araçlarının kollektifleştirilmesini ön gören ve aynı zamanda geleneksel, hatta kadim değerlerin (bozuk düzenle, Kapitalizm ile ve burjuva kültürüyle bütünleştikleri ve onlarla beslendikleri iddia edilerek) horlandığı ve yok edilmeye çalışıldığı bir programla ortaya çıkmıştır. Metod olarak parti diktatörlüğünü ve ihtilalci (devrimci) usulleri benimsemişlerdir. Netice itibariyle, pratikte kanlı ihtilaller, terör ve tedhiş tabloları ortaya çıkmış; kaba bir parti diktatörlüğü ve bütün insanî değerleri alabildiğine ezen ve tahrib eden bir devlet yapısı olmuştur.














     Böyle radikal bir dönüşümü düşünmeyen ve kapitalist yapıyı esas itibariyle benimseyen, Sosyal Demokrasi veya Demokratik Sosyalizm gibi akımlar ise, liberal çerçeveye ve Batının geleneksel demokrasi anlayışına sadık kalmakla beraber; bu yapı içinde sosyal adâlet ilkesini ve eşitliği hedef alan tedbirlerin ve politikaların gerçekleştirilmesini ön görmüşlerdir. Onlar için refahı yaymak, sosyal güvenliği sağlamak, çalışanların haklarını geliştiren sosyal programları gerçekleştirmek, başlıca hedeflerdi. Böylece daha munis ve insanî boyut kazanmış bir Kapitalizm gerçekleştirilmek isteniyordu.     Bu hedefler ve sosyal adâlet ilkesi çerçevesinde düşünülen sosyal muhtevalı ve eşitlik gayesine yönelik politikalar, demokratik sol veya sosyal demokrat partilerin inhisarında da kalmamıştır. Batıda zamanla muhafazakâr, liberal ve hatta daha da sağda yeralan partiler dahi bu doğrultuyu değişik ölçülerde ve farklı tarz ve üslûblar içinde benimser hale gelmişlerdir. Seçim yoluyla bu farklı tarzlar, üslûblar ve anlayışlar farklı partiler eliyle iktidara getirilmişler; zaman içinde hemen hepsi bilfiil tecrübe edilmiştir.
Bu suretle en iyinin elde edilmesi için sürekli bir arayış içinde bulunulmuş; ancak nihaî bir çözüm için herkesi ikna eden bir sonuçtan söz edilecek noktaya gelinememiştir.
Bilgi birikiminin en üst düzeye ulaştığı; kilise felsefesinin ve lâik düşüncenin en yoğun gelişmişlik düzeyinde rol oynadığı Batı toplumlarında durum eskiye göre hayli munis hale gelmiş olmakla beraber, meselenin insanî boyutu kendileri için dahi tatmin edici sosyo-ekonomik ve estetik hüviyet kazanamamıştır.

     Son yıllarda sosyal politikaların ağır maliyeti, toplum için bir başka çeşit haksızlık teşkil eder hale gelmiş; suistimâllere yol açmış; ekonomik faaliyetlerin dinamizmini baltalayan bir rol oynamış ve netice itibariyle izafî olarak refah hedefiyle çelişen bir durum ortaya çıkmıştır. Bu gün için genel bir eğilimden söz etmek gerekirse, serbest piyasa ekonomisi prensibinin sosyal politikaların önüne geçtiğinden bahsedilebilir.     Kapitalist batı toplumlarında doğan bu düşünce ve akımlar Dünya'nın diğer bölgelerini ve bu arada İslâm dünyasını da etkilemiştir. Gelişmekte olan ülkelerde sosyal adâlet prensibi, fırsat eşitliğini ve kalkınmada bölgeler arası denge esasını hatıra getiren bir ilke olarak algılanmıştır. Bizde,1961 ve 1982 anayasalarına dahil edilen sosyal adâlet ilkesi, bazen bir slogan ve propaganda aracı derecesine indirilerek o zamanlar milletler arası yayılma hedefi güden solun istismar ettiği ideallerden biri halinde kalmış; bazen de batı demokrasilerindeki örneklerine uygun bir yapılanmanın esası olarak değerlendirilmeye çalışılmıştır.

     Modern siyasî yapılarını batıda geçerli esas ve usullerden ilham alarak ve Batıda şekillenmiş kurumları model edinerek kuran İslâm ülkeleri, bu meyanda gündemlerine dahil olan sosyal adalet ilkesini de, Batı menşeli diğer kavram ve kurumlarda olduğu gibi İslâm açısından yorumlayıp değerlendirme çalışmalarına da sahne olmuşlardır.

     Gerçekten de İslâmiyet nasıl bir toplum hayatı öngörmüş; insanlar arasında sosyo-ekonomik, kültürel ve idarî ilişkilerin bir düzene konulması mevzuunda ne gibi esaslar vaz etmişti? Modern çağda, sanayi devrimini takib eden dönemde Batıda ortaya çıkan sosyo-ekonomik problemler için komünistlerin; sosyal adalet ilkesini gerçekleştirmek iddiasında olan sosyal demokratların ve Batı toplumlarında ortaya çıkan diğer akımların dışında kendine has bir görüş ve teklifi var mıydı? Bu sorular müslüman aydınlar arasında oldukça sık tartışılmış ve araştırmalara konu olmuştur.

     Şurası muhakkak ki; İslâmiyeti kendi bütünlüğü içinde ele almadan, onun belirli bir konu için nasıl bir düzen ön gördüğünü doğru bir değerlendirmeye tabi tutmak mümkün değildir. İslâm dini açısından meseleye bakıldığı zaman; sosyal adalet konusunun bir parti programı, bir ideolojik görüş, bir felsefi ekol veya temayül söz konusu imiş gibi incelenemeyeceği ortadadır. İnsan hayatının maddî ve manevî bütün yönlerini en ince teferruatına kadar bütün hüviyeti ile kapsamı içine alan bir anlayış ve düzenleme ve aynı zamanda varlık meselesinin bütününü açıklayan bir iman manzumesi olan din, her konuda olduğu gibi, bu konuda da gerek temsil ettiği anlayış ve gerekse öngördüğü tedbirler itibariyle kıyas kabul etmez bir genişliğe ve derinliğe sahiptir.


     İnsanı, kendisini yaratan Rabbi ile sürekli ilişki içinde gören İslâm dini, yalnız Allah'a 
kulluk etmeyi; sadece ve ancak O'na boyun eğmeyi öğretmektedir. Böylece İslam'ın dışında kalan her şeye karşı manen ve vicdanen hür hale gelen insan, gerçek konumunun Allah'a kulluktan ibaret olduğu şuuru içinde yaşar. O bir "homo-ekonomikus" değil; Allah'ın kulu, O'nun yeryüzünde halifesi ve O'nun emir ve yasakları çerçevesinde yaşayan bir varlıktır. Kulluğunun farkına vararak ibadet boyutunu hayatına mihver edinmiş; nefsini ve dünya hayatına ait eğilimlerini aşan bir hayat görüşünü benimsemiştir.

     Böyle manevî bir temel, adalet kültürü için metafizik bir zemin oluşturur ki; sosyal adaletin ibadet kavramıyla ilişkili hale getirilmesiyle sonuçlanan böyle bir anlayış, ancak İslâm dini ile olgun bir seviye kazanmıştır.

     İnsanın topraktan yaratıldığını açıklayan Kuran-ı Kerim, insanlar arasında üstünlüğün ancak takva ile, yani Allah'tan korkup sakınmakla ve O'nun rızasını elde etmek için emir ve yasaklarına uymak konusunda gayret göstermekle ilgili olduğunu bildirmektedir. Bunun dışında insanlar arasında mevcut farklar değerlendirilmez; nihaî bir üstünlük veya eksiklik ifade etmediği için toplum hayatında nazarı itibara alınmaz. (Fizikî farklar, renk ve ırk farkları gibi) takvaya bağlı olan üstünlük ise, Allah katında söz konusudur.

     Şu halde, kul olmak itibariyle insan cinsi kendi aralarında farksızdır; başka bir ifadeyle eşittir. Soy-sop farklarını, kabile ve kavim üstünlüğüne ilişkin iddia ve saplantıları ortadan kaldıran bu temel; toplumda zengin fakir ayırımı yapılmaması, zümre ve sınıf imtiyazlarına meydan verilmemesi yönünde kollektif bir şuura yol açar. Kuran-ı Kerim, iman edenlerin kardeşliği prensibini vaz etmiş; beşerî ilişkilerde adaleti ve onun yanısıra ve onun da ötesinde "ihsan"ı emretmiştir (en-Nahl, 16/90).

     Bu esaslar adaletin ve sosyal adalet kavramının üzerinde, o çerçeveyi aşan bir dayanışma anlayışını sergilemektedir. İnsanları hayra davet etmek, "marufu emredip münkerden nehyetmek", dini bir vazifedir. Haksızlığa, zulüm ve kötülüğe karşı mücadele, müslümanın kayıtsız kalamayacağı bir görevdir. Fertlerin toplumda meydana gelen kötülüklerden, o kötülüğe bilfiil katılmasalar bile sorumlu oldukları; kötülüğe karşı sessiz kalmanın helâke yol açacağı; zayıfları himaye etmenin bir vazife olduğu, kuvvetle vurgulanmış; mü'minlerin sıkı bir dayanışma içinde bulunmaları telkin edilmiştir.

     Ekonomik hayatta, başta faiz olmak üzere, ihtikâr, kumar ve benzerleri gibi istismar kapıları kapatılmış; bir tarafta karzı hasen (faizsiz ödünç) teşvik edilirken diğer tarafta ödünç verme işlerinin bir amme hizmeti olarak devlet tarafından organize edilmesi ön görülmüş; gene sigorta hizmetlerinin kâr gayeli özel kuruluşlar yerine bir kamu hizmeti olarak devlet tarafından karşılanması benimsenmiş; servetin sadece belli ellerde birikmesini önleyen tedbirler ve kurumlar geliştirilmiştir. Sosyal gayesi öncelikli olan zekat müessesesiyle, yoksulluk tablosunu ortadan kaldırma yönünde köklü bir adım atılmış; infak ve sadaka geniş bir şekilde teşvik edilerek bir tarafta sosyal dayanışma sağlanırken; diğer tarafta özellikle varlıklı kesimlerdeki mal bağımlılığı kırılmıştır. Bu esprinin somut bir sonucu olarak İslâm toplumlarında vakıf müessesesi genişlik, çeşitlilik ve etkinlik kazanarak toplumda yaygınlaşan bir kurum olmuştur.

     Ekonomik değerlerin makûl dengeler gözetilerek intikalini sağlayan miras hükümleri ve bırakılan miras üzerinde keyfiliğe varacak şekilde tasarrufu engelleyen vasiyet nisabı, İslamın sosyal adalete hizmet eden bir başka özelliğidir. Bundan başka çalışma hayatında emeğe büyük değer verilişi ve işçinin "alın teri kurumadan ücretinin ödenmesi" esasının ön görülüşü İslamın temsil ettiği prensiplerdir. İsrafın yasaklanması; fantezilere ve lükse yer vermeyen sade bir hayatın tavsiye ve telkin edilişi ve içki yasağı ile birlikte sefahat ve o çizgiye varan eğlencelerin kınanması sonucu ortaya çıkan sosyo-ekonomik ve kültürel tablonun, İslâm cemiyetini sosyal adalet için diğerlerine göre hayli elverişli bir ortam haline getirdiği ayrıca ve özellikle kaydetmek gerekir.

     Şurası muhakkak ki, Batıdaki anlamıyla Kapitalizm ve onun sonucu olan karışıklıklar, İslam'a yabancı olan vakıalardır. Ancak müslüman ülkelerin çok önemli bir kısmı, tarihin yakın döneminde, maalesef sömürgeci Batılıların eline geçmiş; siyasî bağımsızlıklarını kazandıktan sonra da onların etkilerini henüz tamamiyle bertaraf edememişlerdir. Bu şartlar altında sanayileşmelerini ve kalkınma çabalarını sürdürürlerken İslâmı bir bütün olarak yaşamaları ve somut olarak gerçekleştirmeleri de herhalde söz konusu olamazdı.

Şamil İslam Ansiklopedisi
Mahmud Rifat KADEMOĞLU
   

9 Kasım 2014 Pazar

RİYAZUS SALİHİN'DEN HADİS-İ ŞERİFLER / SABIR (Sabrın Fazileti) - 4

RİYAZÜS SALİHİN
4) Sabır (Sabrın Fazileti)

42. Ebû Abdullah Habbâb İbni Eret radıyallahu anh şöyle dedi:
   "Hırkasını başının altına yastık yapmış Kâbe’nin gölgesinde dinlenirken Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’e (müşriklerden gördüğümüz işkencelerden) şikayette bulunduk ve :
   – Bize yardım dilemeyecek, Allah’a bizim için dua etmeyecek misiniz? dedik. Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle cevap verdi:
   – “Önceki ümmetler içinde bir mü’min tutuklanır, kazılan bir çukura konulurdu. Sonra da bir testere ile başından aşağı ikiye biçilir, eti–kemiği demir tırmıklarla taranırdı. Fakat bütün bu yapılanlar onu dininden döndüremezdi. Yemin ederim ki Allah mutlaka bu dini hâkim kılacaktır. Öylesine ki, yalnız başına bir atlı, Allah’tan ve sürüsüne kurt saldırmasından başka hiç bir şeyden endişe etmeksizin San’a’dan Hadramut’a kadar emniyetle gidecektir. Ne var ki, siz sabırsızlanıyorsunuz.”

* Buhârî’nin bir başka rivayetinde ifade, “Peygamber aleyhisselâm hırkasına bürünmüştü. Bizler müşriklerden çok işkence görüyorduk” şeklindedir. [28]

* İslâm’ı hayata hakim kılmak için sabretmenin ne önemli bir iş olduğunu bu hadisten öğreniyoruz. Çünkü semâvî din dediğimiz Allah’ın şeriatı yani müslümanlık sabırla ve pek çok fedakarlıklarla Hz. Âdem’den bu güne kadar gelmiştir, kıyamete kadar da yine aynı fedakarlık ve sıkıntılara sabretmek ve şehidler verilmek suretiyle toplumların hayatına hakim olacaktır. Cihad etmeksizin, sıkıntılara göğüs germeksizin yattığımız yerden biz de müslümanız demekle bu din yayılmaz ve cihana hakim olmaz. Çünkü cennetin yolu sıkıntılara göğüs germekte ve kılıçların gölgesi altındadır. [29]

43. Abdullah İbni Mes’ud radıyallahu anh şöyle dedi:
   "Huneyn Savaşı ganimetlerini taksim ederken Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem bazı kişilere diğerlerinden fazla hisse verdi. Akra’ İbni Hâbis’e yüz deve, Uyeyne İbni Hısn’a da bir o kadar verdi. Arapların ileri gelenlerine de o günkü taksimde biraz fazla pay verdi. Bunun üzerine bir kişi:
   – Vallahi bu taksimde hakkâniyet yoktur, Allah rızâsı da gözetilmemiştir! dedi.
   Ben de:
   – Allah’a yemin ederim ki bunu ben Resûlullah’a söyleyeceğim, dedim. Gittim, adamın söylediklerini anlattım.
   Bunun üzerine, kızgınlığından Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in yüzü kıpkırmızı kesildi. Sonra şöyle cevap verdi:
   – “Allah ve Resûlü de adâlet etmezse, hiç kimse adâlet etmez.” Daha sonra da şöyle buyurdu:
   - “Allah, Mûsâ’ya rahmet etsin. O bundan daha ağır bir ithama maruz kalmıştı da sabretmişti.”
   Ben (kendi kendime), “Bundan sonra kimsenin sözünü Resûlullah’a iletmeyeceğim” diye karar verdim. [30]
* Bu konuda Musa’ya yapılan eziyetler için bkz. (Bakara: 2/55-56, Maide: 5/24, Ahzab: 33/69) [31]

44. Enes İbni Mâlik radıyallahu anh’den rivâyet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
   “Allah, iyiliğini dilediği kulunun cezasını dünyada verir. Fenalığını dilediği kulunun cezasını da, kıyamet günü günahını yüklenip gelsin diye, dünyada vermez.”
   Nebî sallallahu aleyhi ve sellem (yine) şöyle buyurmuştur:
   “Mükâfâtın büyüklüğü, belânın şiddetine göredir. Allah, sevdiği topluluğu belâya uğratır. Kim başına gelene rızâ gösterirse Allah ondan hoşnut olur. Kim de rızâ göstermezse, Allahın gazabına uğrar.” [32]

* Şu içinde bulunduğumuz imtihan dünyasında başımıza gelecek her türlü hadise ve sıkıntılara karşı Allah’tan geliyor diyerek sabretmemiz ve dirençli davranmamız gerekiyor. [33]

45. Enes İbni Mâlik radıyallahu anh şöyle dedi:
   Ebû Talha radıyallahu anh’ın hasta bir erkek çocuğu vardı. Ebû Talha evde değilken çocuk öldü. Eve döndüğü zaman:
   – “Oğlumun durumu nedir?” diye sordu.
   Çocuğun annesi Ümmü Süleym:
   – O şimdi eskisinden daha rahat, dedi. Akşam yemeğini hazırlayıp getirdi. Ebû Talha yemeğini yedi sonra da hanımıyla yattı. Daha sonra hanımı ona “Çocuğu defnediniz” dedi.
   Ebû Talha sabahleyin Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’e gitti ve olup biteni anlattı. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem:
   – “Bu gece ilişkide bulundunuz mu?” diye sordu.
   Ebû Talha:
   – Evet, dedi. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem:
   – “Allahım, bu ikisine mübârek kıl” diye dua etti.
   (Zamanı gelince) Ümmü Süleym bir erkek çocuk doğurdu. Ebû Talha bana:
   – “Çocuğu al, Peygamber’e götür” dedi. Ümmü Süleym de bir miktar hurma verdi, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem:
   – “Çocuğun yanında herhangi bir şey var mı?” diye sordu. Ben:
   – Evet, bir kaç hurma var, dedim. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem hurmaları ağzına alıp çiğnedi. Sonra çıkarıp çocuğun ağzına koydu ve damağını hafifçe oğdu, adını da Abdullah koydu. [34]

* Buhârî’nin bir rivayetine göre Süfyân İbni Uyeyne; “Ensardan bir kişi (İbâye İbni Rifa’a) Abdullah’ın dokuz çocuğunu gördüğünü, hepsinin de Kur’an’ı okuyan ve mânasını anlayan kimseler olduğunu söylemiştir.” [35]

* Müslim’in rivâyetinde ise, olay şöyle anlatılmaktadır:
   Ebû Talha’nın, Ümmü Süleym’den olma bir oğlu vefat etti. Ümmü Süleym, ev halkına:
   – Ebû Talha’ya ben haber vermedikçe, oğlu hakkında hiç biriniz bir şey söylemeyiniz! diye tenbihledi. Sonra Ebû Talha eve geldi. Ümmü Süleym akşam yemeğini getirdi. Ebû Talha yemeğini yedi. Yemekten sonra Ümmü Süleym, eskiden olduğundan daha güzel süslendi. O da hanımıyla yattı. Ebû Talha’nın karnı doyup tatmin olduğunu görünce Ümmü Süleym ona:
   – Ey Ebû Talha, bir millet, bir aileye emânet bir şey verseler de, sonra emânetlerini isteseler, iade etmeyebilirler mi, ne dersin? dedi.
   Ebû Talha:
   – Hayır, (vermemezlik edemezler) dedi.
   Ümmü Süleym:
   – O halde oğlunu geri alınmış böyle bir emânet bil, dedi.
   Ebû Talha kızdı ve:
   – Mademki öyle, niçin hiç bir şey olmamış gibi davrandın? Şimdi de tutmuş, oğlumun durumunu bana haber veriyorsun, öyle mi? dedi. Derhal kalkıp Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’e gitti ve olanı biteni olduğu gibi haber verdi. Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem:
   – “Geçen gecenizi Allah hakkınızda bereketli kılsın” buyurdu.
   Ümmü Süleym hâmile kaldı.
   Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem bir sefere çıkmıştı. Ümmü Süleym de bu sefere iştirak etmişti. Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem seferden döndüğünde Medine’ye gece girmezdi. Medine’ye yaklaştıklarında Ümmü Süleym’i doğum sancıları tuttu. Bu sebeple Ebû Talha onun yanında kaldı, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem yoluna devam etti. Ebû Talha şöyle demeye başladı:
   – Rabbim! Sen çok iyi bilirsin ki ben, Resûlün ile beraber Medine’den çıkmaktan, onunla beraber Medine’ye girmekten son derece memnun olurum. Fakat bu defa bildiğin sebepten takılıp kaldım.
   Bunun üzerine Ümmü Süleym:
   – Ebû Talha! Şimdi artık sancım kalmadı. Sen git, dedi.
   (Enes diyor ki) Biz yolumuza devam ettik. Medine’ye geldiklerinde Ümmü Süleym’i yine doğum sancısı tuttu ve bir erkek çocuk doğurdu. Annem (Ümmü Süleym) bana:
   – Enes, bu çocuğu sen sabahleyin Resûlullah’a götürmeden kimse emzirmesin, dedi. Sabahleyin ben çocuğu alıp Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’e götürdüm. Resûlullah’ın elinde bir dağlama âleti vardı. Beni görünce:
   – Herhalde Ümmü Süleym doğum yaptı, buyurdular.
   – Evet, dedim. Hemen elindeki dağlama âletini bıraktı. Ben de çocuğu kucağına verdim. Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem, Medine’ye has acve hurmasından bir tane istedi. Onu ağzında iyice çiğnedi, sonra da çocuğun ağzına çaldı. Çocuk yalanmaya başladı. Bunun üzerine Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem:
   – “Medinelilerin hurma sevgisine bakın!” buyurdu. Çocuğun yüzünü okşadı ve ona Abdullah adını verdi. [36]

* Bu hadîs-i şerîften bir annenin çocuğunun ölümüne karşı ne kadar sabırlı ve metanetli olduğunu öğreniyoruz. Dolayısıyla müslüman verilen her nimete karşı veren de alan da Allah’tır, güldüren de ağlatan da Allah’tır inancı ve şuurunda olmalıdır. Her şeyin yani mal, mülk, karı, koca, sıhhat, evlat, göz, kulak, makam, mevki, zenginlik bizlere emanet olarak verilmiş olup bir gün elimizden alınacaktır inancında hayatımızı sürdürmeliyiz. [37]

46. Ebû Hüreyre radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
   “Gerçek babayiğit, güreşte rakibini yenen değil, öfkelendiği zaman nefsine hâkim olan kimsedir.” [38]

* Kişinin kendi istekleriyle mücadelesi her türlü mücadelenin en zorudur. Kişisel ve toplumsal zararlarını düşünerek Müslüman öfkelenmeme ye çalışmalı ve bu uğurda çok gayret etmelidir. [39]

47. Süleyman İbni Surad radıyallahu anh şöyle dedi:
   Bir gün Nebi sallallahu aleyhi ve sellem’in yanında oturuyordum. İki kişi birbirine sövüp duruyordu. Bunlardan birinin yüzü öfkeden kıpkırmızı olmuş, boyun damarları şişmiş, dışarı fırlamıştı.
   Bunu gören Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
   “Ben bir söz biliyorum, eğer bu kişi onu söylerse, üzerindeki bu kızgınlık hali geçer. Eğer o, “Eûzü billâhi mine’ş–şeytânirracîm = İlâhi rahmetten kovulmuş şeytandan Allah'a sığınırım” derse, üzerindeki hâl kaybolur.”
   Oradakiler Nebî sallallahu aleyhi ve sellem’in ona “İlâhî rahmetten kovulmuş şeytandan Allah’a sığın!” tavsiyesinde bulunduğunu ilettiler. [40]

* Bu hadisin daha iyi anlaşılması için Fussilet: 41/36 ve A’râf: 7/200 ayetlerine bakınız. [41]

48. Muâz İbni Enes radıyallahu anh’den rivâyet edildiğine göre Nebî sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
   “Gereğini yapmaya gücü yettiği halde öfkesini yenen kimseyi Allah, Kıyamet günü herkesin gözü önünde çağırır, hûriler arasından dilediğini seçmekte serbest bırakır.” [42]

49. Ebû Hüreyre radıyallahu anh’den rivâyet edildiğine göre, bir adam Nebî sallallahu aleyhi ve sellem’e:
   – Bana öğüt ver, dedi. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem de ona:
   – “Kızma!” buyurdu.
   Adam dileğini bir kaç kez tekrar etti. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem de (her defasında ısrarla):
   – “Kızma!” buyurdu. [43]

* Öfkenin büsbütün yok edilmesi mümkün değildir. Abdullah ibn Mubârek’e güzel ahlak nedir? Anlat demişlerdi de O da öfkelenmemekten ibaret olduğunu söylemiştir. Kişi öfkelenmeyi doğuran sebeblerden uzak durmalı her zaman ve her yerde öfkelenmemelidir. Öfke ancak dînî değerlerin korunmasında olursa hoş karşılanabilir. Değilse öfkelenen kimse şeytanın avucuna düşmüş olur ve şeytan ona her türlü kötülüğü yaptırabilir. [44]

50. Ebû Hüreyre radıyallahu anh’den rivâyet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
   “Erkek olsun, kadın olsun mü’min, Allah’a günahsız olarak kavuşuncaya kadar kendisinden, çoluk çocuğundan, malından belâ eksik olmaz.” [45]

* Bu dünya imtihan dünyasıdır. İnsanlar değişik ve rengarenk şekillerle Allah tarafından imtihana çekilirler. Kişi imtihanı kazanabilmek için başına gelecek her türlü sıkıntıya karşı sabırlı ve dirençli olmalıdır. [46]

51. Abdullah İbni Abbâs radıyallahu anhümâ şöyle dedi:
   Uyeyne İbni Hısn (Medine’ye) geldi ve yeğeni Hurr İbni Kays’a misafir oldu. Hurr, Hz. Ömer’in danışma meclisi üyelerindendi. Zaten genç olsun yaşlı olsun âlimler (kurrâ), Hz. Ömer’in danışma meclisinde bulunurlardı. Bu sebeple Uyeyne, yeğeni Hurr İbni Kays’a:
   – Yeğenim, senin devlet başkanı yanında önemli bir yerin vardır. Beni kendisiyle görüştür, dedi.
   Hurr, Ömer’den izin aldı. Uyeyne Ömer’in yanına girince:
   – Ey Hattâb oğlu, Allah’a yemin ederim ki, bize fazla bir şey vermiyorsun. Aramızda adâletle de hükmetmiyorsun, dedi.
   Ömer hiddetlendi, Uyeyne’ye ceza vermek istedi.
   Bunun üzerine Hurr:
   – Ey Müminlerin emiri, Allah, Peygamberine “Affı seç, iyiliği emret, cahilleri cezalandırmaktan vazgeç!” (A’raf: 7/199) buyurdu. Benim bu amcam da câhillerdendir, dedi.
   Allah’a yemin ederim ki, Hurr bu âyeti okuyunca Ömer, Uyeyne’yi cezalandırmaktan vazgeçti. Zaten Ömer, Allah’ın kitabına son derece bağlı idi. [47]

52. Abdullah İbni Mes’ûd radıyallahu anh’den rivâyet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem:
   – “Hiç şüphesiz, benden sonra, adam kayırmalar ve yadırgayacağınız bazı işler olacaktır” buyurdu. Ashâb–ı kirâm:
   – Ey Allahın Resûlü! O zaman nasıl davranmamızı tavsiye edersiniz? dediler.
   Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem de:
   – “Siz üzerinize düşen görevleri yapar, kendi hakkınızı ise, Allah’tan beklersiniz” buyurdu.[48]

* Sabrın toplum ve sistemle ilgili yönünü ortaya koyan bu hadîs-i şerîfte de yönetenlerin yönetilenlerin kabalık ve cahilliklerine ceza vermek suretiyle karşılık vermemeleri gerektiğini zekat, cihad gibi görevlerin yerine getirilirken mahrum edilen kimselerin bu haklarını Allah’tan beklemeleri gerektiğini, bu tür basit şeylerden dolayı İslâmî idareye baş kaldırarak hak almak için kargaşa çıkarılmaması ve sabredilmesi gerektiğini öğrenmekteyiz. Allah Rasûlü (s.a.v.): “Allah’a isyan olunan yerde kula itaat yoktur.” [49] hadisiyle de bunun sınırını çizmiş olmaktadır. [50]

53. Ebû Yahyâ Üseyd İbni Hudayr radıyallahu anh’den rivâyet edildiğine göre Medinelilerden bir adam:
   – Ey Allahın Resûlü, falan kişi gibi beni de vâli tayin etmez misiniz? dedi.
   Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem:
   – “Siz, benden sonra adam kayırma olayları göreceksiniz. Havuz başında bana kavuşuncaya kadar sabrediniz!” buyurdu. [51]* İşler ehil olmayan kimselere geçince pekçok yanlışlıklar yapılacaktır. Bu hadîs-i şerîfte de her sahada yapılacak olan bu yanlışlıklara müslümanın sabretmesi gerektiği hatırlatılmaktadır. [52]

54. Ebû İbrahim Abdullah İbni Ebû Evfâ radıyallahu anhümâ’dan rivayet edildiğine göre, düşmanla karşılaştığı gazalardan birinde Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem güneş tepe noktasından batıya doğru meyledinceye kadar bekledi, sonra kalktı ve:
   – “Ey müslümanlar! Düşmanla karşılaşmayı arzu etmeyiniz; Allah’tan âfiyet dileyiniz. Fakat düşmanla karşılaşınca da sabrediniz ve biliniz ki, cennet kılıçların gölgesi altındadır” buyurdu. Sonra Nebi sallallahu aleyhi ve sellem şöyle dua etti:
   “Ey kitab’ı (Kur’an’ı) indiren, bulutları gökyüzünde gezdiren ve düşman saflarını darmadağın eden Allah’ım, şu düşmanı perişan et ve bizi onlara karşı muzaffer kıl!” [53]

Dipnotlar:
[28] Buhârî, Menâkıb 25. Ayrıca bk. Buhârî, İkrâh 1, Menâkıbu’l–ensâr 29, Ebû Dâvûd, Cihâd 97.
[29] Abdullah Parlıyan, Açıklamalı Tam Riyazu’s-Salihin Tercümesi: 23.
[30] Buhârî, Edeb 53; Müslim, Zekât 145.
[31] Abdullah Parlıyan, Açıklamalı Tam Riyazu’s-Salihin Tercümesi: 23.
[32] Tirmizî, Zühd 57. Ayrıca bk. İbnî Mâce, Fiten 23.
[33] Abdullah Parlıyan, Açıklamalı Tam Riyazu’s-Salihin Tercümesi: 23.
[34] Buhâri, Cenâiz 42, Akîka 1; Müslim, Edeb 23; Fezâilü’s–sahâbe 107.
[35] Buhâri, Cenâiz 42.
[36] Müslim, Fezâilü’s–sahâbe 107.
[37] Abdullah Parlıyan, Açıklamalı Tam Riyazu’s-Salihin Tercümesi: 24.
[38] Buhârî, Edeb 102; Müslim, Birr 106–108.
Bu hadis 647 numarada tekrar gelecektir.
[39] Abdullah Parlıyan, Açıklamalı Tam Riyazu’s-Salihin Tercümesi: 24.
[40] Buhârî, Bed’ü’l–halk 11, Edeb 44, 76; Müslim, Birr 109.
[41] Abdullah Parlıyan, Açıklamalı Tam Riyazu’s-Salihin Tercümesi: 25.
[42] Ebû Dâvûd, Edeb 3 ; Tirmizî, Birr 74; Kıyâmet 48. Ayrıca bk. İbni Mâce, Zühd 18.
[43] Buhârî, Edeb 76. Ayrıca bk. Tirmizî, Birr 73.
Bu hadis 639 numarada tekrar gelecektir.
[44] Abdullah Parlıyan, Açıklamalı Tam Riyazu’s-Salihin Tercümesi: 25.
[45] Tirmizi, Zühd 57.
[46] Abdullah Parlıyan, Açıklamalı Tam Riyazu’s-Salihin Tercümesi: 25.
[47] Buhârî, Tefsîru sûre (7), 5, İ’tisâm 2
Bu hadis ileride 358 numarada gelecek ve gerekli açıklama orada verilecektir.
[48] Buhâri, Menâkıbu’l–enbiyâ 8; Fiten 2 ; Müslim, İmâre 45, 48.
[49] Buhârî, Cihad 109.
[50] Abdullah Parlıyan, Açıklamalı Tam Riyazu’s-Salihin Tercümesi: 26.
[51] Buhârî, Fiten 2, Menâkıbü’l–ensâr 8; Müslim, İmâre 48, Fedâil 27, 28.
[52] Abdullah Parlıyan, Açıklamalı Tam Riyazu’s-Salihin Tercümesi: 26.
[53] Buhârî, Cihâd 112; Müslim, Cihâd 20.
Bu hadis ileride 1325 ve 1352 numaralarda tekrar gelecektir.

6 Kasım 2014 Perşembe

TEFSİR DERSLERİ / ✿ ♥ ✿ \ Bakara Sûresi'nin 3., 4. ve 5. Ayet-i Kerimeleri'nin Tefsiri

TEFSİR DERSLERİ
Bakara Sûresi'nin 3., 4. ve 5. Ayet-i Kerimeleri'nin Tefsiri
Rahmân ve Rahîm olan Allah´ın adıyla

   Ayet
   Onlar gaybe inanırlar, namazı dosdoğru kılarlar, kendilerine rızık olarak verdiğimizden de Allah yolunda harcarlar. ﴾3﴿
   Tefsir
   Gayba iman etmek, namaz kılmak ve Allah rızâsına uygun harcama yapmak; İslâm’ın fert ve topluluk olarak insana getirdiklerinin ve ondan istediklerinin güzel bir özetidir. Gayba iman, iman esaslarına; namaz kılmak, özel duygu ve davranışlarla Allah’a ibadet etmeye; Allah rızâsına uygun harcamada bulunmak (infak) ise dayanışmaya, düzen ve adalete, yani muâmelâtın ruhuna ve amacına işaret etmektedir.
   İman akıl ve vicdanın doğrulaması (tasdik), dilin bunu itiraf edip söylemesi (ikrar) ve davranışların da bunlara uygun olmasıyla gerçekleşip tamamlanmaktadır. Yalnızca tasdik bulunur, fakat söz ve davranış buna aykırı ve tutarsız olursa iman zayıf demektir. Böyle bir imanla gerçek mânasıyla İslâm yaşanmış ve temsil edilmiş olmayacağı gibi, İslâm’ın insanlara vaad ettiği mutluluğa da erişilemez. Söz ve uygun davranış bulunur da kalbin tasdiki bulunmazsa ya şuursuz, rastgele bir dış uygunluk ya da ikiyüzlülük (münafıklık), durumu gizleme (takıyye) söz konusudur.
   Her ne kadar âhirette zerre kadar imanın bile insana fayda vereceği ve sonunda onu cehennemden çıkararak cennete sokacağı sahih hadislerde bildirilmişse de (Buhârî, “Îmân”, 15; Müslim, “Îmân”, 320, 325) dinin vaad ettiği dünya ve âhiret saadeti ancak “tasdik, ikrar ve tutarlı amel” unsurlarının birlikte var oluşu halinde gerçekleşir.
   Gayb “gözle görülmeyen; akıl, duyular vb. beşerî bilgi vasıtalarıyla bilinemeyen varlıklar, ilişkiler ve oluşlar”dır. Allah, vahiy, kader, yaratılış, ruh, kıyametin zamanı, kabirde olacaklar, yeniden dirilme, toplanma, sırat, terazi, cennet, cehennem... hep gayb âlemine dahildir. Bunlar hakkında bilgi alınabilecek iki kaynak vardır: Vahiy ve ilham. Akıl, ancak bu iki kaynaktan alınacak bilgiler üzerine tefekkür yoluyla açıklamalar getirebilir. Keşif, kalp gözünün açılması, Allah tarafından haber verilmek (tahdîs) gibi çeşitleri veya isimleri bulunan ilham, ancak İslâm’a sağlam iman ve onun esaslarını samimiyetle (ihlâs) yaşama sonucu elde edilmiş bulunursa muteber olur. Yine de ilham objektif ve herkes için geçerli, üzerine genel hüküm bina edilebilecek bir bilgi kaynağı değildir, kime gelmişse onu ilgilendirir, umumi ve kesin delillere (vahiy) aykırı olmamak şartıyla onu bağlar.
   “Namaz kılarlar” (yüsallûne) yerine “namazı ikame ederler” (yukîmûne’s-salâte) ifadesinin kullanılmış olması, namaza önem verilmesi, onun devamlı ve şartlarına uyularak eda edilmesi gerektiğini anlatmak içindir. Namaz dinin direği, ibadetlerin özü ve özetidir, Allah’ın Resulü, mutluluğu namazda bulduğunu, onunla yaşama sevinci kazandığını ifade buyurmuştur (Nesâî, “Nisâ”, 1; namaz hakkında ayrıca bk. Bakara 2/238-239; Mâide 5/6).
   “Kendilerine verdiklerimizden harcayanlar” nitelemesi iki önemli konuya ışık tutmaktadır:
   1. Allah Teâlâ’nın bütün verdikleri harcanmayacak, yeteri ve gereği kadarı harcanacak, geri kalanı yine iyi maksatlarla tasarruf edilecektir.
   2. Harcama Allah’ın rızâsına uygun olacaktır. Bu da kişinin kendisi, ailesi, yakınları ve diğer ihtiyaç sahipleri için yapacağı harcamaları, vakıf, tesis, hayrat vb. yatırımları kapsamaktadır.
   Dünya nimetleri, yer altı ve yer üstü servetleri mülk olarak yaratıcısına aittir. İnsanlar meşrû yollardan onlara sahip olduklarında bu sahiplik mecazidir ve sınırlanmıştır; asıl sahibinin izin verdiği kadar ve O’nun gösterdiği yerlere, belirlediği şekillerde sarfedilebilir. Bir zerresi yersiz, faydasız ve gereksiz sarfedildiğinde Allah’ın mülküne, O’nun halen yaşayan ve gelecekte yaratacağı kullarının haklarına tecavüz edilmiş olur. Bu tecavüzlerin yaptırımı dünyada sosyal ve ekonomik krizlerdir, tabiatın tahrip edilmesi, çevrenin içinde yaşanamaz hale gelmesidir; âhirette ise mutlak âdil olan hâkimin vereceği cezalardır.

   Ayet
   Onlar sana indirilene de, senden önce indirilenlere de inanırlar. Ahirete de kesin olarak inanırlar. ﴾4﴿

   Tefsir
   Allah bir olduğuna, din de Allah’ın gönderdiği, kendisiyle kulları arasında bir bağ, kulları için bir irşad, bir hayat düzeni olduğuna göre gerçek bir peygamberin aracılığı ile Allah’ı tanıyan ve O’na iman edenlerin diğer peygamberlere ve hak dinlere de iman etmesi kaçınılmazdır. Ancak böyle bir imanla tevhide ulaşılır: Allah birdir ve bütün insanlar bir tek, eşi ve ortağı olmayan Allah’ın kullarıdır, bütün peygamberler bir Allah’ın elçileridir, bütün hak dinler bir Allah’tan gelmiş ve aynı esasları getirmiştir.
   Kültür ve medeniyet geliştikçe insanlar bu bakımdan değiştikçe Allah Teâlâ yeni peygamberler ve dinler göndererek nihaî dini tamamlamış, eskiyen kısımları (önceki ümmetlerin ihtiyaçlarını karşılamaya yönelik amelî hükümleri, öğretileri) yenilemiştir. Hak dinin adı İslâm’dır, bütün semavî dinler ardarda gelerek İslâm binasını tamamlamıştır. Son peygamber Hz. Muhammed’den sonra yeni bir peygamber ve din gelmeyeceği bildirilmiştir. Son kitabın ışığı altında işletilecek olan insan aklı, yeni ihtiyaçları karşılamak için yeterli hale gelmiştir. Müslümanlar tarihe ve dünyaya bu iman, düşünce ve duyguyla bakıp böyle değerlendirirler. İnsanları tek Allah’ın ve tek dinin sevgi, rahmet ve kardeşlik bayrağı altında toplayabilecek başka bir iman ve düşünce de mevcut değildir. Bütün hak dinlerde âhirete şeksiz ve şüphesiz inanma esası vardır. Âhirete iman unsuru bulunmadan ne din olur ne de sağlıklı bir dünya düzeni kurulabilir. Dünya gelip geçicidir, âhiret ise ezelî ve ebedîdir. Dünyada kesintisiz mutluluk ve ölümsüzlük arayanlar hüsrana uğramış, asıl mutluluk ve sonsuzluğu da kaybetmişlerdir. Bütün dinlerin âhiret inancı üzerinde ısrar etmesinin hikmeti bu ziyanı ve hüsranı önlemektir.

   Ayet
   İşte onlar Rab'lerinden (gelen) bir doğru yol üzeredirler ve kurtuluşa erenler de işte onlardır. ﴾5﴿

   Tefsir
   Allah Teâlâ’dan vahiy yoluyla geldiğinde ve takvâ sahipleri için doğru yolun kılavuzu olduğunda şüphe bulunmayan Kur’ân-ı Kerîm’i kendilerine rehber edinen müttakilerin (âyet ve hadislerde açıklanan iman, ibadet ve ahlâk yolunu benimseyenlerin, yaşayanların) doğru yolda olmaları mantık gereği ve tabiidir. “Rablerinden gelen doğru yol üzerinde olanlar ancak onlardır” cümlesi bu tabii ve mantıkî sonucu açıklamakta ve teyit etmektedir. Her yolun ulaştığı bir son, bir menzil, bir hedef vardır; burası yolu takip edenlerin ulaşmak istedikleri yerdir, yolu seçenler buraya ulaşmak için seçmişlerdir. Dünyada her bir yolun, oradan gideni nereye götüreceği bellidir, bilenlerden sorulur, öğrenilir ve yol takip edilerek istenilen yere ulaşılır. Fert ve topluluklar olarak davranışlarımızın, yapıp ettiklerimizin ne sonuç vereceği, bizi nereye götüreceği, hem geçici hem de ebedî âlemde bize neleri kazandırıp neleri de kaybettireceği konusunu bilmek için yalnızca insanî bilgi kaynakları yeterli değildir.
   Bu sebepledir ki, girilen yollar çok kere çıkmaz olmuş, iyi sanılıp umulan sonuçlar elde edilememiş, elde edilenlerin iyi olmadığı anlaşılmış, fertler ve gruplar mutsuz olmuş; sıkıntılar, krizler, olumsuzluklar birbirini kovalamıştır. İnsanın Allah, kâinat ve diğer insanlarla ilişkisinde tutacağı doğru yol-dinin rehberliğinin dışlandığı durumların çoğunda bulunamamıştır, bulunamayacaktır. Yalnız takvâ sahiplerinin bu yolda olduklarını bildiren âyet işte bu gerçeği dile getirmektedir. Yol doğru seçilmişse ve insanlar o yolda usulünce yürüyorlarsa hedefe ulaşılacaktır, bu hususta şüpheye yer yoktur.
   Dünya hayatı bir yolculuk olarak düşünülürse yolcunun amacı mutluluktur; korktuklarından kurtulup umduklarına nâil olmaktır. İşte kurtuluş budur, zafer ve felâh buna denir. İslâm, her gün beş kere ezanda “haydin felâha!” diyerek insanları kurtuluşa, iki cihan saadetine çağırmaktadır. Kur’ân-ı Kerîm’i rehber edinenlerin buna erişecekleri müjdesini ise birçok benzeri gibi konumuz olan âyet de en güçlü üslûpla açıklamaktadır: “Kurtuluşa erenler ancak onlardır.” Bakara sûresinin bu ilk beş âyetinin hüküm ve mâna bakımından büyük önemi yanında, hadislerde mânevî özellik ve şifa hususiyetlerinin bulunduğu da bildirilmiştir (meselâ bk. Dârimî, “Fezâilü’l-Kurân”, 13-15).

3 Kasım 2014 Pazartesi

KELİMELER - KAVRAMLAR ✿ܓ✿ ♥ܓSORUMLULUK

KELİMELER - KAVRAMLAR
SORUMLULUK

   Kişinin kendi istek ve iradesi ile yaptığı ve yüklendiği işlerin hesabını vermesi bundan dolayı hesaba çekilmesi.
   İslâm, her insanın bir iradesi ve seçme hürriyeti bulunduğunu ve bu iradesini kullanmak suretiyle yapacağı işlerin tamamından sorumlu olduğunu bildirmiştir. Bundan dolayı insanlar ve özellikle müslümanlar, yapacakları her işte, söyleyecekleri her sözde dikkatli olmak durumundadırlar. Kur'ân-ı Kerîm'de Yüce Rabbımız şöyle buyurur: "De ki; herkes kendi (hali) ne uygun yolda hareket eder. Rabbimiz, kimin en doğru yolda olduğunu daha iyi bilir" (el-İsrâ, 17/84).
   Şayet insan yaptığı her işten ve davranıştan, söylediği her sözden sorumlu olmasaydı, dinimizdeki farzlar, haramlar, mübahlar olmaz ve emirlerle yasakların bir anlamı kalmazdı. İyi işler yapanlarla, kötü işler yapanların aralarında bir fark olmazdı. İslâmda insan, kendi hür iradesini kullanarak yapacağı işlerden sorumlu tutulmuştur:
   "Her kim zerre kadar iyilik yapmışsa onu görür, kim de zerre kadar kötülük yapmışsa onu görür" (Zilzâl, 99/7-8);
   "O (Allah) yaptığından sorumlu değildir. Onlar ise, sorumlu tutulacaklardır" (el-Enbiyâ, 21/23).
   Dînimiz, insanlara iyi yolu da, kötü yolu da göstermiştir (el-Beled, 90/10). İnsan kendi yolunu kendisi seçer ve belirler. Fakat yapacağı her iyi ve kötü hareketin sorumlusu kendisidir. Çünkü, yaptığı her fiili kendi niyeti ve isteğiyle yapmıştır. İnsanları hayvanlardan ayıran başlıca fark; insanların akıl sahibi oluşu, bunun tabii neticesi olarak da sorumluluk yüklenmiş olmasıdır. Çünkü Cenabı Allah, verdiği akıl sayesinde insanları diğer varlıklardan üstün ve güçlü kılmış, onların idaresini insanlara vermiştir. İdareci durumunda sorumlu olması ise kaçınılmazdır.

   Dünya ve âhiret sorumluluğu:
   İslâm, hem dünya ve hem de âhiret nizamı olduğu için insanların, yaptıkları işlerinden dolayı yalnız bu dünyada değil, âhiret hayatında da sorumlu olacaklarını bildirmiştir. Ölmekle her şeyin sona ermeyeceğini, aksine yeni ve sonsuz bir hayatın başlayacağını ve Allah'ın huzurunda hesaba çekileceğini düşünen ve buna inanan bir insan, dünyanın geçici zevklerine kanmaz. Ahiret için hazırlığını, dünyada iken yapar. Çünkü o, ahiret hayatında yalnız kendi çalışma ve gayretinin karşılığını bulacağına inanır. İyi ve kötü yapacağı her işten sorumlu olacağını aklından çıkarmaz.
   İslamın sorumluluk anlayışına göre her insan, hattâ peygamberler bile yaptıklarından sorumludurlar. Kur'ân-ı Kerim'de Yüce Rabbımız buyuruyor ki: "Ândolsun ki, kendilerine peygamber gönderilenlere soracağız. Peygamberlere de soracağız" (el-A'raf, 7/6). Peygamber Efendimiz ise, Vedâ hutbesinde yer yer konuşmasını keserek, kendisini dinleyen Ashabına üçer defa: "Tebliğ ettim mi?" diye sorarak, her defasında "Evet!.' cevabını aldıkça: "Şahid ol yâ Râb!. " demiştir. Peygamber Efendimiz bu ifade ve tavrıyla, âyette belirtilen sorumluluktan kurtulma arzusunu izhar etmiştir.
   Dînimize göre insan bir imtihan dünyasındadır. Başıboş ve sorumsuz olarak bırakılmamıştır. Dünyada ektiğini, âhirette biçecektir. Sağlığından, gençliğinden, gücünden, güzelliğinden, zenginliğinden, fakirliğinden... kısaca her şeyinden sorumluluk altındadır. Kendisine bahşedilen nimetleri nerelerde ve nasıl kullandığından, elde ettiği serveti nereden ve nasıl elde ettiğinden, nerelere ve nasıl sarfettiğinden sorguya çekilecektir (Tirmizi, Kıyame, 9). Onun için sorumluluk, bir bütün olarak düşünülmelidir. Çünkü İslâm hem dünya, hem âhiret nizamı olmakla birlikte bir bütün teşkil etmekte ve dünya hayatıyla, ahiret hayatı birbirlerinden ayrı düşünülmemektedir.
   Hz. Peygamber (s.a.s)'in: "İnsan öldüğü zaman amelinin arkası kesilir; yalnız şu üç şeyden dolayı kesilmez: Biri; sadaka-i câriye (yani uzun süre ayakta kalan bir hayır eseri), diğeri; kendisinden faydalanılan ilim, üçüncüsü ise; kendisine hayır duâ eden sâlih bir çocuk..." (Müslim, Kitâbül-Vasıyye, 3) hadisi önemli bir gerçeği yansıtır. Demek ki, bu dünyada yapılan işlerin sorumluluğu, ahiret aleminde de devam edecektir. O halde dünya sorumluluğu ile ahiret sorumluluğunu kesin çizgilerle birbirinden ayırd etmek mümkün değildir.
   İnsanın dünya ve ahiretteki sorumluluğu birkaç yönde olur: İnsan, yaratanına karşı, kendi cinsine yani insanlığa karşı, emri altındakilere, âmirlerine ve topluma karşı sorumluluklar yüklenen bir yaratıktır. Bu durumu Peygamber Efendimiz şöyle açıklar:
   "Her biriniz bir yöneticisiniz ve her biriniz yönetiminizdekilerden sorumlusunuz: Devlet adamı bir yöneticidir ve halkından sorumludur; erkek, ailesinin yöneticisidir ve onları gözetmekten sorumludur; kadın, kocasının evinin muhafızıdır ve bundan sorumludur; hizmetçi efendisinin malının bekçisidir ve bundan sorumludur. Her biriniz bir yöneticisiniz ve yönetiminizdekilerden sorumlusunuz " (Buhârî, Cenâiz, 32; Ahkam, 1).

   Kişisel ve toplumsal sorumluluğa gelince;
   İslâm dini, öncelikle şahsî (kişisel) sorumluluğu benimseyen bir dindir. İslâm dinine göre her fert, kendi yaptıklarından sorumludur. Başkalarının yaptıklarından sorumlu değildir. Halbuki Hıristiyanlık inancına göre, "bütün insanlar Hz. Âdem'in işlediği ilk suçun cezasını çekecektir. Hz. İsa kendi kanını feda etmek suretiyle bu lanet ve azaptan insanları kurtarmıştır". İşte İslâm dîni, atalarının günâhlarından çocuklarını sorumlu tutan bu Hıristiyanlık inancını red ederek ortadan kaldırmış, onun yerine şahsi sorumluluk prensibini koymuştur.
   "Hiç bir günahkâr, başkasının günahını çekmez. Eğer yükü ağır gelen kimse onu taşımak için (başkalarını çağırsa) onun yükünden hiç bir şey (alınıp) taşınmaz. Akrabası dahi olsa (kimse onun yükünü taşımaz)" (Fâtır, 35/18).
   "De ki; Âllah'a itaat edin! Peygambere itaat edin! Eğer yüz çevirirseniz, bilin ki o peygamber; kendisine yükletilenden ve siz de kendinize yükletilenden sorumlusunuz" (En-Nûr, 24/54);
   "Ey iman edenler! Rabbinize karşı gelmekten sakının! Babanın oğlu, oğulun da babası için bir şey ödeyemeyeceği günden korkun!..." (Lokman, 31/33) hükümleri bu sorumluluk prensiplerini yansıtmaktadır.
   Ancak bazı durumlarda sorumluluğun -iyilik yahut kötülük olsun- başkalarına da geçtiği olur. Yapılan amel (iş) hayır ve iyilik ise, bunun sevabı; şer veya kötülük ise, günâhı; hem o işi yapana, hem de onu yapmasına sebep olduğu kimselere ulaşır.
   Bir âyette Yüce Rabbımız (c.c.) şöyle buyuruyor:
   "Böylece kıyamet günü kendi günahlarını tam olarak, bilmeden saptırdıkları kimselerin günahlarını (ise) kısmen yüklenirler. Dikkat edin, yüklendikleri yük ne kötüdür!" (en-Nahl, 16/25).

   Peygamber Efendimiz ise, hadislerinin bazılarında şöyle buyuruyor:
   "Her kim, İslam içinde güzel bir çığırı açarsa ve bu güzel çığır kendisinden sonra da tatbik edilip sürdürülürse, kendi sevaplarından hiç birşey eksilmeksizin, onu sürdürenlerin sevaplarının benzeri, kendisi lehine yazılır. Ve her kim de İslâm içinde kötü bir âdet çıkarır ve bu kötü âdet kendisinden sonra da sürdürülürse, kendi günahlarından hiçbir şey eksilmeksizin onu sürdürenlerin günahlarının benzeri de o kimse üzerine yazılır" (Müslim, İman, 15; Tirmizi, İlm, 14).
   İslâmi anlayışta sorumluluk her yaş, her mevki ve seviyedeki insan için söz konusudur.
   Demek ki, İslâma göre insanların yaptıkları işler, ya sadece kendilerini ilgilendirmekte veya yapılan işin özelliğine ve mahiyetine göre, o işten başkaları da faydalanmakta veya zarar görmektedirler. Bu duruma göre, başkalarının yaptıkları işlerden sevap veya günâh kazanacak kimselerin olması da tabiidir. Çünkü bu şahıslar, her şeyden önce kendi sorumlulukları altında kalan iyilik veya kötülük cinsinden bir şeyler yapmaktadırlar. Yapılan bu işlerin etkileri ise, bazan uzun süre devam etmektedir.
   İşte bu anlayış doğrultusunda hareket eden mü'min, bütün organları ile yaptıklarından sorumlu tutulacağını bilir. Bu inancı, onu daha kontrollü bir hayat yaşamaya zorlar.
   Nitekim Hz. Peygamber (s.a.s) şöyle buyurur:
   "Mü'min, günahı tepesine çökecek bir dağ gibi hisseder; münafığa gelince, o da günahını, burnunun üzerine konmuş ve hemen uçabileceği bir sinek gibi kabul eder" (Tirmizi, Kıyâmet, 9).

Şamil İA.
Mustafa ÖCAL

29 Ekim 2014 Çarşamba

RİYAZUS SALİHİN'DEN HADİS-İ ŞERİFLER / SABIR (Sabrın Fazileti) - 3

RİYAZÜS SALİHİN
3) Sabır (Sabrın Fazileti)

32. Enes İbni Mâlik radıyallahu anh’den rivâyet edildiğine göre Nebî sallallahu aleyhi ve sellem, (çocuğunun) mezarı başında (bağıra-çağıra) ağlayan bir kadının yanından geçti.
   Ona:
– “Allah’dan kork ve sabret!” buyurdu.
   Kadın:
– Çek git başımdan; zira benim başıma gelen felâket, senin başına gelmemiştir, dedi.
   Kadın Hz. Peygamber’i tanıyamamıştı. Kendisine, onun Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem olduğunu söylediler. Bunu duyar duymaz Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in kapısına koştu, orada kapıcılar yoktu. (Özür beyân etmek üzere Hz. Peygamber’e):
– Sizi tanıyamadım, dedi.
Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem de:
– “Sabır dediğin, felâketle karşılaştığın ilk anda dayanmaktır” buyurdu. [12]

   * Bu hadisten de Peygamberimiz (s.a.v.)’in burada yaptığı ve bize de pek çok hadislerde tavsiye ettiği üzere iyiliği emir ve kötülükten sakındırma işi her zaman ve zeminde yapılmalıdır. Yapılan nasihat esnasında gösterilecek tepkilere hazır olmalı ve onlara göğüs germeli, kırıcı davranışlara döndürmemelidir.
   İyi bir davetçi ve eğitimci yaptığı hizmetlerden dolayı şahsına yapılan hakaretlere bile soğukkanlı davranıp aldırmamalı ve gündeme bile getirmemelidir. [13]

33. Ebû Hüreyre radıyallahu anh’den rivâyet edildiğine göre, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem, “Allah Teâlâ şöyle buyurdu demiştir.
   “Dünyada sevdiği bir dostunu aldığım zaman, (sabredip) ecrini Allah’tan bekleyen mü’min kulumun katımdaki karşılığı cennettir.” [14]

   * Bu kudsî hadisten de gerçekten kişinin dünyada sıkıntılara sabretmesi karşılığında derecelerin en büyüğü olan cennete kavuşacağını öğrenmekteyiz. [15]

34. Âişe radıyallahu anhâ’dan rivâyet edildiğine göre, kendisi Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’e tâun hastalığını sormuş, o da şöyle buyurmuştur:
   “Tâun hastalığı, Allah Teâlâ’nın dilediği kimseleri kendisiyle cezalandırdığı bir çeşit azaptı. Allah onu mü’minler için rahmet kıldı. Bu sebeple tâuna yakalanmış bir kul, başına gelene sabrederek ve ecrini Allah’tan bekleyerek bulunduğu yerde ikâmete devam eder ve başına ancak Allah ne takdir etmişse onun geleceğini bilirse, kendisine şehit sevabı verilir.” [16]
   * Tâûn yani veba hastalığı hem bulaşıcı hem de çabucak ölüme götüren bir hastalık olup buna yakalanan kimse gerekli çarelere başvurduktan sonra başkalarına bulaştırmamak ve mükafatını da sadece Allah’tan bekleyerek sabredip bulunduğu yerde oturursa, hem karantina dediğimiz şeyi gerçekleştirmiş hem de sabrından dolayı şehid sevabı almaya hak kazanmıştır. Çünkü müslümanın namazdan başka bir silahı da sabırdır. (Bakara: 2/45) ayetinde olduğu gibi. [17]

35. Enes İbni Mâlik radıyallahu anh Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’i şöyle buyururken dinlediğini söylemiştir:
   “Allah Teâlâ buyuruyor ki: “Kulumu, iki gözünü kör etmekle imtihan ettiğim zaman sabrederse, gözlerine karşılık olarak cenneti veririm.” [18]

   * Bu kudsî hadiste de kaybedilen nimetler ve onların yokluğuna sabretmekle cennetin kazanılabileceği bildirilmektedir. Çaresizlikten dolayı hadiselere katlanmak sabır sayılmaz, müslümanca yaşantıya devam etmekle birlikte başına gelen her şeye sabreden mü’min Allah tarafından çok üstün ve değerli nimetlere kavuşturulacaktır. [19]

36. Atâ İbni Ebî Rebâh’dan şöyle dediği rivâyet edilmiştir:
   Abdullah İbni Abbâs radıyallahu anhümâ bana:
– Sana cennetlik bir kadın göstereyim mi? dedi. Ben:
– Evet, göster, dedim.
   İbn Abbâs şöyle dedi:
– Şu (iri yarı) siyah kadın var ya! İşte bu kadın (birgün) Nebî sallallahu aleyhi ve sellem’e geldi ve:
– Beni sar’a tutuyor ve üstüm başım açılıyor. İyileşmem için Allah’a dua ediniz, dedi.
Nebî sallallahu aleyhi ve sellem:
–”Eğer sabredeyim dersen, sana cennet vardır. Ama yine de sen istersen, sana şifa vermesi için Allah’a dua ederim” buyurdu.
Bunun üzerine kadın:
– Ben (hastalığıma) sabrederim. Ancak sar’a tuttuğu zaman üstümün başımın açılmaması için dua buyurunuz, dedi.
   Nebî sallallahu aleyhi ve sellem de ona dua etti. [20]

   * Bu hadiste de cennetle sağlıklı bir hayat arasında tercih yapan imanlı bir hanımın durumu sergilenmektedir. [21]

37. Ebû Abdurrahman Abdullah İbni Mes’ud radıyallahu anh şöyle dedi:
   Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in, gönderildiği kavim tarafından dövülüp yüzü kanatılan, bir taraftan yüzündeki kanı silen bir taraftan da “Ey Allahım, halkımı bağışla, çünkü onlar bilmiyorlar” diyen bir peygamberi anlatması hâlâ gözlerimin önündedir. [22]

   * Sabrın peygamberlerin hayatındaki yerini gösteren bu hadis peygamberlerin tavsiye ettikleri şeyi önce kendilerinin yaşadıklarını bize göstermektedir. Davetçi ve lider durumunda olanların ümmetten herhangi bir farklarının olmadığını da bu hadisten anlıyoruz. Uhud ve benzeri savaşlarda geri hizmetlere kaçmayıp bizzat savaşta ön saflarda yer alan Peygamber (s.a.v.)’in durumu da bunun canlı bir örneğidir. [23]

38. Ebû Saîd ve Ebû Hüreyre radıyallahu anhümâ’dan rivâyet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
   “Yorgunluk, sürekli hastalık, tasa, keder, sıkıntı ve gamdan, ayağına batan dikene varıncaya kadar müslümanın başına gelen her şeyi, Allah, onun hatalarını bağışlamaya vesile kılar.” [24]

39. Abdullah İbni Mes’ûd radıyallahu anh şöyle dedi:
   Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in huzûruna vardım. Kendisi sıtmaya yakalanmıştı.
– Ey Allah’ın Resûlü! Gerçekten şiddetli bir sıtma nöbetine tutulmuşsunuz, dedim.
– “Evet, sizden iki kişinin çekebileceği kadar ızdırab çekmekteyim” buyurdu.
– (Herhalde) bu iki kat sevap kazanmanız içindir, dedim.
– “Evet, öyledir. Allah, ayağına batan bir diken veya başına gelen daha büyük bir sıkıntıdan dolayı müslümanın günahlarını bağışlar. O müslümanın günahları ağaç yaprakları gibi dökülür” buyurdu. [25]

40. Ebû Hüreyre radıyallahu anh’den rivâyet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
   “Allah, hayrını dilediği kişiyi sıkıntıya sokar.” [26]

41. Enes İbni Mâlik radıyallahu anh’den rivâyet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
   “Başına bir musibet geldi diye hiç biriniz ölümü temenni etmesin. Mutlaka böyle bir şey temenni etmek zorunda kalırsa: ‘Allahım, benim için yaşamak hayırlı olduğu sürece beni yaşat, hakkımda ölüm hayırlı olduğu zaman da beni öldür’ desin.” [27]

Dipnotlar:
[12] Buhârî, Cenâiz 32, 43; Ahkâm 11; Müslim, Cenâiz l4–l5. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Cenâiz 23; Tirmizî, Cenâiz 13; Nesâî, Cenâiz 22.
[13] Abdullah Parlıyan, Açıklamalı Tam Riyazu’s-Salihin Tercümesi: 21.
[14] Buhârî, Rikak 6.
Bu kudsî hadis ileride 923 numarada tekrar gelecektir.
[15] Abdullah Parlıyan, Açıklamalı Tam Riyazu’s-Salihin Tercümesi: 21.
[16] Buhârî, Tıb 31; Ayrıca bk. Buhârî, Enbiyâ 54; Kader 15; Müslim, Selâm 92–95.
[17] Abdullah Parlıyan, Açıklamalı Tam Riyazu’s-Salihin Tercümesi: 21.
[18] Buhârî, Merdâ 7; Ayrıca bk. Tirmizî, Zühd 58.
[19] Abdullah Parlıyan, Açıklamalı Tam Riyazu’s-Salihin Tercümesi: 21.
[20] Buhârî, Merdâ 6; Müslim, Birr 54.
[21] Abdullah Parlıyan, Açıklamalı Tam Riyazu’s-Salihin Tercümesi: 21.
[22] Buhârî Enbiyâ, 54. Ayrıca bk. Buhârî, Mürteddîn 5; Müslim, Cihâd 104; İbni Mâce, Fiten 23.
Bu hadis 646 numarada tekrar gelecektir.
[23] Abdullah Parlıyan, Açıklamalı Tam Riyazu’s-Salihin Tercümesi: 22.
[24] Buhârî, Merdâ 1, 3; Müslim, Birr 49.
[25] Buhârî, Merdâ 3, 13, 16; Müslim, Birr 45.
Bu hadis kısa bir şekilde 914 numarada tekrar gelecektir.
[26] Buhârî, Merdâ 1.
[27] Buhârî, Merdâ 19; Daavât 30; Müslim, Zikir 10, 13. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Cenâiz 9; Nesâî, Cenâiz 1; İbni Mâce Zühd 31. (Bu hadis 586 numarada tekrar gelecektir.)

26 Ekim 2014 Pazar

27 Ekim / 2 Aralık 2014 Etkinlikler...

1337705285_may_2012_annular_solar_eclipse__timelapse.gif
Siz hiç "güneş tutulması" görmüşmüydünüz?
İsvireden_manzara.jpg
  
  
gul_ve_papatyalar.jpg
  
  
  Etkinlik Duyuruları...  
  
  
  
  
  
  
  
  
  
  

Programlarımıza
Bekleriz...

TEFSİR DERSLERİ / ✿ ♥ ✿ \ Bakara Sûresi'nin 1. ve 2. Ayet-i Kerimeleri'nin Tefsiri

TEFSİR DERSLERİ
Bakara Sûresi'nin 1. ve 2. Ayet-i Kerimeleri'nin Tefsiri
Rahmân ve Rahîm olan Allah´ın adıyla

   Nüzûl
   Mushafta ikinci, nüzûl sıralamasında 87. sûredir, Medine’de nâzil olmuştur. Kur’an’ın en uzun sûresidir. Tamamının bir nüzûl sebebi olmamakla birlikte birçok âyeti için özel iniş sebepleri vardır. O âyetler açıklanırken nüzûl sebepleri hakkında da bilgi verilecektir.

   Adı/Ayet Sayısı
   Adını, 67-71. âyetlerdeki kıssadan almıştır. Buna göre Allah Teâlâ, Hz. Mûsâ (a.s.) aracılığı ile İsrâiloğulları’na bir inek (bakara) kesmelerini emretmiş, onlar ise çeşitli bahaneler ileri sürerek bu emri sürüncemede bırakmışlardı.

   Fazileti
   Bakara sûresinin değerini ve özelliklerini anlatan sahih hadisler vardır:
   “Evlerinizi (içinde Kur’an okumayarak) kabirlere çevirmeyiniz. Şeytan, içinde Bakara sûresi okunan evden ürker ve uzaklaşır” (Müslim, “Müsâfirîn”, 212).
   “Kur’an’ı okuyunuz; çünkü o, kıyamet gününde kendisini okuyanlara şefaat edecektir. İki nur yumağını, yani Bakara ve Âl-i İmrân sûrelerini okuyunuz; çünkü onlar, kıyamet gününde iki büyük bulut veya gölgelik ya da kuş sürüsü gibi gelerek kendilerini okuyanları savunacak ve koruyacaklardır. Bakara sûresini okuyunuz; çünkü ona sahip olmak bereket, terketmek ise hasret ve pişmanlık sebebidir; ona sihirbazların güçleri yetmez” (Müslim, “Müsâfirîn”, 252).
   “Bakara sûresinin sonundaki iki âyeti her kim gece vakti okursa bu iki âyet –o gece– ona yeter” (Buhârî, “Fezâil”, 10).
   Sahâbeden Üseyd b. Hudayr (r.a.) bir gece hurma yığınının yanında Kur’an-ı Kerim (Bakara sûresi) okurken atı birkaç kere ürküp heyecanlanmıştı. Üseyd (ra.) atın, çocuğu çiğnemesinden kaygılanarak kalktığında başının hizasında (gökte), ışıklarla donatılmış bir tavan gördü. Tavan gözünün alabildiğine, semanın derinliklerine doğru uzayıp gidiyordu. Üseyd (ra.), Resûlullah (sav.)’a gelerek durumu anlattı. Resûlullah (sav.) ondan Bakara sûresini okumaya devam etmesini istedi. Fakat çocuğuna bir şey olmasın diye okumaya ara verdi. Sabahleyin durumu Hz. Peygamber (sav.)’e söyleyince şöyle buyurdular:
   “Onlar seni dinlemeye gelmiş meleklerdi. Eğer okumaya devam etseydin sabah olunca onları herkes görecekti, kendilerini halktan gizlemeyeceklerdi” (Müslim, “Müsâfirîn”, 242).

   Rahmân ve rahîm olan Allah’ın adıyla...
1. Elif-lâm-mîm. 2. Bu kitap, hiç şüphe yok, sakınanlar için bir rehberdir.

   Ayet
   Elif Lâm Mîm. ﴾1﴿
   Tefsir
   Çoğu Mekke’de nâzil olan yirmi dokuz sûrenin başında ya bir âyet ya da bir âyetin başlangıcı olarak, kelime oluşturmayan bazı harfler yer almakta olup bunlara hurûf-ı mukattaa (ayrı ayrı harfler) denir. Bunlar Arap alfabesinin on dört harfidir ve bazı sûrelerin başında tek harf olarak, bazılarının başında ise birden fazla harfin yan yana dizilişi şeklinde yer almışlardır. Bu harflerin Kur’ân-ı Kerîm’den bir âyet veya âyet parçası olduğunda şüphe yoktur. Mânaları ve hikmetleri üzerinde ise farklı görüşler ve yorumlar ileri sürülmüştür. Sıradan insanların bilgi vasıtalarıyla mânalarını ve kullanılış maksatlarını (hikmet) bilmek ve anlamak mümkün olmayan bu harflere, kezâ lügat mânalarında kullanılmamış olup ne mânaya geldikleri de açıklanmamış bulunan bazı kelimelere müteşâbihat adı verilmektedir.
   Selef denilen ilk devir din bilginleriyle onların yolundan giden sonraki bazı âlimler müteşâbihatı yorumlamazlar, oldukları gibi benimseyip iman ederler. “Kur’an’da bulunmasının elbette bir hikmeti vardır, Allah (cc.) ve Resulü (sav.) bunları açıklamadığına göre aklımıza dayanarak açıklamaya kalkışmak bizim işimiz değildir, yetki sınırımızı aşar” derler.
   Kelâm, felsefe ve tasavvuf ehli bazı âlimler ise tefekkür veya ilham yoluyla müteşâbihatın mânalarının anlaşılabileceğini ileri sürmüş ve her biri için çeşitli yorumlar yapmışlardır. Bakara sûresinin ilk âyetini teşkil eden “elif-lâm-mîm”in mânasıyla ilgili olarak yirmiden fazla yorum vardır. Bunlardan şu üçü nisbeten daha tutarlı görünmektedir:    a) Bunlar, mânaları olmayan alfabe harfleridir, Kur’ân-ı Kerîm’in vahiy yoluyla Allah (cc.) ’dan geldiğine inanmayanlara meydan okumak ve âciz olduklarını ortaya çıkartmak için bazı sûrelerin başına konmuştur ve “Bu Kur’an, şu gördüğünüz harflerden yapılan kelime ve cümlelerden oluşmaktadır. Siz harfleri de biliyorsunuz. O halde haydi yapabiliyorsanız siz de böyle kelime ve cümlelerden oluşan ve Kur’an’a benzeyen bir kitap yazın!” denilmek istenmiştir.
   b) Başında bulundukları sûrelerin muhtevalarına dikkat çekmek için yemin olarak gelmiştir.
   c) Başlarında bulunan sûrelerin isimleri olarak indirilmiştir (İbn Aşûr, I, 216).
   İmâm-ı Rabbânî önce Selef âlimleri gibi düşünürken bilâhare Allah Teâlâ (cc.) ’nın kendine, bu harflerin mâna ve sırlarından bir kısmını açtığını; böylece “müteşâbihatın mânalarının, Allah (cc.)’ın bildirmesiyle bilinebileceğini ve bunların, açık mânalı âyetlerin (muhkemât) özü ve amacı olduğunu” anladığını ifade etmiştir (Mektûbât, I, 296).
   Şah Veliyyullah, “Arap dilinde tek başına veya kelimelerin başlarına gelen harflerin özellikleriyle kelimelerin mânaları arasında bir ilişkinin bulunduğu” tesbitinden yola çıkarak sûrelerin başlarında bulunan harflerin de muhtevalarına delâlet ve onların özünü ihtiva ettiğini ileri sürmüştür. Buna göre “elif-lâm-mîm”in mânası, “Yaratılmışların çeşitli oluşlar ve ilişkilerle belirlenmiş hayatlarının gerekli kıldığı, ihtiyaç duyduğu irşadlar gayb âleminden gelerek onların hayatlarına girmekte ve yollarına ışık tutmaktadır” demektir (el-Fevzü’l-kebîr, s. 64; hurûf-ı mukattaa konusunda genişbilgi için bk. M. Zeki Duman-Mustafa Altundağ, “Hurûf-ı Mukattaa”, DİA, XVIII, 401-408; müteşâbihat konusunda bk. Âl-i İmrân 3/7).

   Ayet
   Bu, kendisinde şüphe olmayan kitaptır. Allah'a karşı gelmekten sakınanlar için yol göstericidir. ﴾2﴿
   Tefsir
   Bakara sûresi Medine’de nâzil olduğuna göre daha önce birçok sûrenin gelmiş olması gerekir. Bu sûrelerle önemli bir kısmı tamamlanmış bulunan metne “kitap” demek uygun görülmüştür. “Şüphe yok” ifadesi, hem kitabın Allah (cc.)’dan geldiği, anlatmak istediğini açıkça anlatabildiği hem de onun bir kılavuz, rehber, ışık olmasıyla ilgilidir; her iki konuda da şüpheye yer yoktur. “Rehber” diye çevirdiğimiz hüdâ hidâyetle aynı kökten olup Allah (cc.)’ın razı olduğu hayat tarzında, iman, ibadet ve ahlâk yolunda ilâhî rehberliği ifade etmektedir. Bu rehberlikten yararlanabilmek için kişide yukarıdaki âyetlerde nitelikleri açıklanan bilincin bulunması gerekir (geniş bilgi için bk. Yusuf Şevki Yavuz, “Hidâyet”, DİA, XVII, 473-477).
   Müttaki (takvâ sahibi) ve takvâ dilimizde de kullanılan Arapça asıllı kelimelerdendir. Müttakiler kelimesinin lügat mânası, “sakınılması gereken şeylerden sakınanlar” demektir. Kur’an’da ve özellikle bu âyette geçen takvânın mânası onu takip eden âyetlerde açıklanmıştır. Buna göre takvâ sahibi kimselerde şu beş vasıf vardır: Gayba iman etmek, namazı doğru ve devamlı kılmak, Allah (cc.)’ın verdiklerinden bir kısmını O’nun rızâsı için harcamak, Kur’an’a olduğu gibi diğer peygamberlere gönderilen kitaplara da inanmak ve âhiret konusunda kesin inanç sahibi olmak.
   Bu vasıfları kendinde gerçekleştirmiş olan mümin takvâ sahibidir, müttakidir. Böylece takvâ sahibi olan müminlerde hâsıl olan şuur, duygu ve davranışlarla ilgili başka açıklamalar da yapılmıştır.
   Konuyla ilgili birkaç hadisi şerifin anlamı şöyledir: “Kul, sakıncalı olana düşmemek için sakıncasız olandan da çekinmedikçe takvâ sahibi olamaz” (Tirmizî, “Kıyâme”, 19; İbn Mâce, “Zühd”, 24).
   “Kul, vicdanını rahatsız eden şeyi terketmedikçe takvâ derecesini elde edemez (Buhârî, “Îmân”, 1).
   Ebû Hüreyre (ra.)'ye nisbet edilen bir benzetme, “Yolda yürürken dikenler görürsen ya yolu değiştirirsin ya da dikene dokunmadan geçmenin bir yolunu arar ve bulursun; işte takvâ da budur; hayatı Allah Teâlâ (cc.)’nın yasakladığı kötülüklere bulaşmadan yaşamaya çalışmaktır”
   (takvâ hakkında ayrıca bk. Bakara 2/197).

02 - 07 Temmuz İstanbul & Güneydoğu Anadolu - GAP Turu

02 - 07 Temmuz Güneydoğu Anadolu - GAP Turu 3 Gece Otel Konaklamalı 5 Gün Gezi       Mezopotamya, bazı kaynaklarda medeniyetlerin beşiği ola...