9 Aralık 2014 Salı

KELİMELER - KAVRAMLAR ✿ܓ✿ ♥ܓ SOSYALİZM

KELİMELER - KAVRAMLAR
SOSYALİZM

     Sosyal teşkilatlanmayı eşitlik ölçüsüne göre düzeltmeyi gâye güden teori.

     Sosyalizm, ferdiyetçi ve hürriyetçi (liberalist) sistemlere karşı bir tepki olarak doğmuştur. Sermaye sahipleriyle işçiler ârasındaki eşitsizliği, servet ve refah farklarını ortadan kaldırma iddiasındadır. Bu iddialar doğrultusunda Sosyalizmi önce ekonomik bir çerçeve içinde; yani servetin üretimi, tüketimi, paylaşılması ve dağıtımı açısından ele almalıdır. Bu açı, bizi Sosyalizmi meydana getiren şartları araştırmaya götürür. Liberal demokrasinin ve Kapitalizmin doğurduğu yetersizlikler ve adaletsizlikler, sanayileşme olayına; sanayileşme de, sosyal, ekonomik ve şuurlu bir şekilde teşkilatlanan işçi sınıfının siyasi bir güç halinde ortaya çıkmasına götürür.

     Sosyalizm, öncelikle liberal Kapitalist düzenin adaletsizliklerine karşı çıkmak ve isyan etmekle çağdaş niteliğini kazanmıştır. Böylece Sosyalizmin ilk temel karakteri, kurulu düzeni adaletsiz, çağ dışı ilân etmesiyle ortaya çıkmaktadır. Buna göre Sosyalizm, liberal Kapitalist düzenin mülkiyet ve çalışma kurumlarını yetersiz ve adaletsiz bulduğu için, değiştirmek ve onun yerine geçmek isteyen bir rejimin adıdır. Bu haliyle Sosyalizm, Kollektivizmin zaman içinde fiiliyata geçmesi ve uygulanmasıdır.

     Kapitalist sistemler, özel mülkiyet, piyasa ekonomisi ve kâr esasına dayanan bir sistem kurmuştur. Bu düzen, tarih olaylarının ve sanayileşmenin ürünüdür. Sosyalizm de bu düzene antitez olarak tasarladığı düzenini tarihi şartların meydana çıkardığı bir düzen olarak görür. Onlara göre, bu düzen de tıpkı Kapitalist düzen gibi ihtilâl sonucu kurulacaktır.

     Sosyalizmin ikinci esas dayanağı da, ekonomik faaliyetlerin özel sektörden kamuya, kişilerden topluma aktarılmasıdır. Bu anlamda Sosyalizm, mevcut olan üretim araçlarının tümünü, yahut büyük bir kısmını toplumun şuurlu ve yönetici durumunda olan organlarına 
bağlamaktır. Burada üretim araçları toplumun mülkiyetine geçmekte, neticede özel mülkiyet yerine kollektif ve sosyal mülkiyet kurumu oluşturulmuş olmaktadır.

     Sosyalizmin kollektif mülkiyeti sadece toplumun malı yapması da yetmez. Aynı zamanda, bu mallar toplumun hizmetinde olmalıdır. Yani kârın hizmetinden çıkarılıp çalışanın (işçinin) hayat standardını artırıcı hale getirilmelidir.

     Demek oluyor ki, Sosyalizm, objektif tarih şartları içinde Kapitalizmi takip ederek onun yerine geçecek olan bir düzendir. Sosyalist düzende şu üç unsur bulunur:

     a) Üretim araçlarının toplumun malı olması;
     b) Üretimin insan ihtiyacına göre yapılması;
     c) Bunların tamamının demokratik bir yol ile gerçekleştirilmesi.

     Buraya kadar Sosyalizmin tanımlarında bazı farklılıklar olsa da; hepsinde de ortak gâye, çalışan zümreyi (işçi sınıfını) cemiyete hakim kılmak ve emek sahiplerinin hakkını vermektir. Toplumda sınıf farklarının ortadan kaldırılması ve toplu çalışma ile elde edilen kazancın emek sahibi olan topluluğa ait olması bütün sosyalistleri birleştiren ana fikirdir.

     Sosyalistler bazı ana fikirlerde birleşseler de, bu hedeflere nasıl ve hangi yollarla ulaşacakları konusunda, yani uygulayacakları metodlar hakkında ayrılığa düşmüşlerdir. Meselâ, üretim araçları topluma nasıl mal edilecek? Bunlar kimin ihtiyacına göre ve nasıl ayarlanacak? Diğer bir ifadeyle, kapitalist düzen hangi yoldan ve nasıl değiştirilecek? İhtilâl ve şiddet yoluyla yani devrimle mi; yoksa demokratik usullerle (evrimle) mi?

     Esas problem bu sorulara verilen cevaplarda ortaya çıkar. Çünkü bu soruların cevapları kadar Sosyalizm türlerinden söz edilebilir. Bunlar arasında hayalci (ütopyacı), islâhcı (evrimci), ruhcu, maddeci ve ihtilâlci (devrimci) olmak üzere her biri kendine has özelliklere sahip birçok Sosyalizm çeşidi vardır. Sosyalizm çeşitlemeleri, değişik bakış açılarından da yapılabilmektedir. Meselâ bir başka açıdan, Ütopik Sosyalizm, Bilimsel Sosyalizm, Kürsü Sosyalizmi, Hıristiyan Sosyalizmi, Devrimci Sosyalizm, Reformcu Sosyalizm, Demokratik Sosyalizm gibi bir sınıflamaya da tabi tutulabilir.

     Sosyalizm, geniş anlamıyla çok eskilere, ta Eflatun'a kadar geriye götürülebilir. Hattâ bir takım dinî Sosyalizmlerden bile bahsetmek mümkündür. Meselâ bir "Tevrat Sosyalizmi", bir "Hıristiyan Sosyalizm"inden; hattâ doğru olmamakla beraber, bir "İslâmSosyalizmi" nden bahseden ve kendilerine "İştirakiyyü'l-Mezheb" diyenler de vardır. İlk dönem Sosyalistleri daha ziyade toprağın fertler arasında eşit bir şekilde paylaşılmasını istiyorlardı. Esas anlamıyla Sosyalizm "İşçiler Birliği" anlamına XlX. yüzyılın ilk yarısında kullanılmaya başlanmıştır. Çünkü Sosyalist akımın, işçi sınıfının meslekî teşkilatlanmaları ve siyasî partilerle şuurlu bir siyasî kuvvet olarak ortaya çıkışları XIX. yüzyılda olmuştur. Sosyalizm 1848'e kadar sadece bir kavramdan ve hayalî bir tasavvurdan (ütopyacı) ibaret sayılır. Meselâ Thomas Morus, Saint Simon, Louis Blanc, Fourier, Owen, Proudhon gibi Fransız sosyalistlerin doktrinleri sosyal adaletsizlikler karşısında tamamen idealist ve hayalci görüşlere sahipti. 1848 de Marksizmin ortaya çıkmasıyla "Bilimsel Sosyalizm"in kurulduğu kabul edilir.

     Nazarî sosyalizmin birbirine zıd birçok şekillerinin olduğunu daha önce belirtmiştik. Bunlardan bazıları şunlardır:
  1. Hıristiyan Sosyalizmi: Ketteler, Maninng, Lorin, Gorin gibi hıristiyan sosyalistlerin temsil ettiği ve daha ziyade Hıristiyanlığın sosyal cephesini işleyen sosyalizmdir.
  2. Mistik, Optimist ve Ütopyacı Sosyalizm: Ofurier, P. Leroux, Proudhon vb. nin savunduğu ve tamamen hayal ürünü olan; realite ile ilgisi olmayan ve problemlerini daha ziyade tasavvurda çözmeye çalışan kavramsal sosyalizmdir.
  3. Bilimsel Sosyalizm, Devrimci Sosyalizm veya Marksizm: İhtilâlci ve diyalektik materyalizmin temsil ettiği, Marx, Engels ve Lenin tarafından ileri sürülen sosyalizmdir. 
     Bu sosyalizm ilk defa, liberal, burjuva ve kapitalist düzenin kendi çelişmelerine terk edilip yıkılmalarının beklenemeyeceğini -Bilimsel Sosyalizm- ilkeleştirmiştir. Bunlar, işçi sınıfının (proletarya) devreye girmesi ve şiddet yoluyla (ihtilâlle) düzeni değiştirmesi metodunu ortaya atmışlardır. Daha sonra ise, Marx ve Engels demokratik ve ihtilâlsiz yolu tercih etmişlerdir.

     Bu yüzyıldan sonra Marksizm çeşitli yorumlara tabi tutulmuş, bunlar içinde E. Bernstein gibi revizyonistler çıktığı gibi, revizyonizme cephe alan Lenin gibi başka yorumcular da çıkmıştır. Bu yeni yorumla meşhur Marksizm-Leninizm doğmuştur. Lenin bunu Marksın bile hayal edemediği Çarlık Rusya'sında 1917'de uygulama plânına geçirmiştir. Marksizmi ve Leninizmi de Stalin ve onu takip edenler yorumlamış; bunun neticesinde de "Sovyet Marksizmi"doğmuştur. Daha sonra Mao Tse Tung (Mao Ze Dong) tarafından daha farklı bir yoruma tabi tutulmuştur.

     Marksizm, 1917 Rus ihtilaline kadar siyasî kurumlar meydana getiren bir düzen, rejim olmamıştır. Gerçi bir takım siyasî partiler kurulmuş, sosyalistler hükümetlere katılmış, parlamentolarda aktif rol oynamışlardır, fakat Birinci Dünya savaşı sonuna kadar sosyalist devletler kurulamamıştır. 1917'de Çarlık Rusyası tasfiye edilmiş, Üçüncü Enternasyonal kurulmuş, yeni bir Marksizm-Leninizm ortaya çıkmıştır.

     Bu yeni Marksizm-Leninizm iki özellik taşır:
  1. Az gelişmiş sayılan bir sosyal yapıya Marksizmin uygulanışı;
  2. Sosyalizm, hem bir devlet sistemi, hem de siyasî bir rejimdir. Yani yeni bir hukuk, devlet, anayasa ve siyasî kurumlar anlayışına dayanmıştır. İkinci dünya savaşından sonra ise Leninin yerini Stalin almış ve Marksizm-Leninizme birçok değişiklikler getirmiştir. 1980'li yıllarda ise M. Gorbaçov bu sistemden bazı tavizlerde bulunmak zorunda kalmış ve 1991'de de hak dağıtmak için ortaya çıkan siyasî rejim, bir zulüm düzeni haline dönüşmüş ve 75 yıllık ömrünü tamamlayarak kendi diyalektik metodları gereği antitezine dönerek senteze ulaşmıştır. Halbuki onun iddiası bütün dünya işçileri birliğini kurmak ve dünyayı sosyalist yapmaktı. Fakat bu yoldaki çabası onu başladığı noktaya hem de daha kötü şartlarda liberal Kapitalizme döndürdü.
  3. Reformcu Sosyalizm: Demokratik Sosyalizm, Aktüel Sosyalizm diye de anılan ve H. de Man tarafından temsil edilen; evrimci yolla, ihtilâlsiz yeni rejimin tesisini müdafaa eden sosyalizmdir. 
     Sosyalizm önce Orta ve Doğu Avrupa, Avrupadan sonra da Doğu Bloğunda yaygınlaşmıştır. Orta ve Doğu Avrupa, Arnavutluk, Bulgaristan, Çekoslovakya, Eski Doğu Almanya; Macaristan, Polonya, Romanya, Yugoslavyada Komünist rejimler hep 1943-1944 yıllarında başlamıştır. Daha sonra doğu ve uzak doğuda Çin Halk Cumhuriyeti, Kuzey Kore, Kuzey Vietnam, Moğolistan, Küba. vb. gibi ülkelerde yaygınlaşmıştır. Bu gün ise bu ülkelerin tümü Sosyalizmden Liberalizme dönmüştür.

     Batı ve uzak doğuyu yarım asır etkisi altında bulunduran Sosyalizm, Türkiye'de ilk defa 1910 yılında resmen boy göstermiş ve "Osmanlı Sosyalist Partisi" adıyla sosyalist Hüseyin Hilmi tarafından bir parti kurulmuştu. Bu partiyi kurduran ve partiyi perde arkasından destekleyen ise, materyalist ateist Baha Tevfik idi. 1920'den sonra çeşitli şekillerde gelişen Marksizm veya devrimci Sosyalizm, her fırsatta toplumu bölmek, sosyal düzeni yıkmak, insanları anarşiye çekmek için elinden ne geliyorsa yapmıştır. Önceleri gizli komünist partileri halinde çalışırken. Komünizmin yıkılıp yok olduğu zamanımızda ise bütün dünyada hala sosyalist parti kurma yarışı devam etmektedir. Zira millî hakimiyeti kaldırmak Sosyalizmin gerekli şartlarındandır. Sosyalizmin din ve ahlaka bakışı, çeşitlerine göre değişmektedir. Genel olarak Sosyalizm özü bakımından ne dincidir, ne de din düşmanıdır. Sosyalizm, toplum düzenini değiştirici bir siyasî akım olduğu için de dine dayalı partilerin kurulmasını kabul etmez. Din ve ahlâk konusunda hümanist bir tavır takınır. Bazı sosyalizmler dinî kaynaklı olduğu halde, Bilimsel Sosyalizm hem dine, hem de dinî ahlâka ve manevî değerlere kökten karşıdır. Bunlar Allah'a, dine ve dinî değerlere hiç bir şekilde yer vermezler. Çünkü bu sistemin uygulanış biçimi olan Komünizmin kendisi bir din haline getirilmiştir.

     Komünizm gibi Hümanizm de en büyük ahlâk düşmanlığıdır. Çünkü, bir yerde Hümanizm geliştikçe ahlâk geriler. Devamlı cezalar sınırlandığı ve azaldığı için kötülüğe teşvik edici faktörler çoğalır; sonunda kötülükler yaygınlaşır.

     Bilindiği gibi Sosyalizm doktrini, büyük sanayi devriminin tahriki sonucu XVIII. yüzyılın sonunda ve XIX. yüzyılın başında bir takım izafî ve ahlâkî fikirlerin yayılmasıyla ferdiyetçilik ve Liberalizme karşı bir tavır olarak ortaya çıkmıştır. Bu ise Sosyalizmin beynelmilelci ve milliyet düşmanı olduğunu göstermektedir.

     Sosyalizmin milliyet düşmanlığı yanında daha birçok çıkmazları vardır. Bunlardan birisi, ferdi mülkiyet fikrini kaldırmasıdır. İnsan fıtratında mevcut olan bir şeye sahip olma duygusunu ve fikrini ise kaldırmaya çalışmak insanda bir takım ruhî çatışmalara yol açar. Gerçi onlar mülkiyeti kaldırmadıklarını, ekonomik ve sosyal düzende bazı tedbirlerle
sınırladıklarını ve bu yolla kapitalizmin önüne geçtiklerini iddia ediyorlarsa da; uygulamaların bunun aksini ortaya koyduğu görülmüştür.

     Sosyalizm ve Komünizm, Liberalizme karşı bir ekonomik faaliyetle, geniş ölçüde devlet tekelciliğini, devletçi ekonomi, devlet işletmeciliği vb. ekonomik modelleri geliştirmiştir. Bu ekonomik modeller, liberalist modellerden daha çok insan fıtratına ters geldiği için de bir asır bile -her çeşit baskıya başvurduğu halde yaşayamamıştır. Günümüzde gerek batıda ve gerekse doğudaki bir çok örnekleri çok büyük ekonomik ve sosyal krizler içindedir. Türkiye'de de "KİT"ler olarak tanınan devlet eliyle yürütülen ekonomi teşekkülleri de liberalist bir ekonomi içinde olduğu halde, ayakta duramayacak kadar kötü durumda olduğundan, özelleştirilmek için her iktidarın programında yer almaktadır.

     Sosyalizmin çıkmazlarından birisi de sosyal nizamın kendi cinsinden olan kanunlarını inkâr etmesidir. Halbuki bütün sosyal olaylar gibi ekonomi olaylarında da determinizmin payını tamamen inkâr etmek doğru değildir. Bu sebeple, olaylar âleminde var olan düzeni istediğimiz gibi istediğimiz ilkelere (ekonomi ilkelerine) dayandırarak değiştirebileceğimizi iddia edemeyiz. Bu evrimi idare eden unsurları sadece ekonomik faaliyetlere ve üretime de bağlayamayız. Bütün diğer değerleri hiçe sayıp üretimin asıl öğesi olan "emek"i de tek değer olarak kabul edemeyiz. Çünkü sosyal hayatı sadece ekonomik ve maddi şartlar meydana getirmiyor. Bilindiği gibi, bunların yanında ruhî ve ahlâkî daha birçok sebepler sosyal olayları doğurur. Sosyalistler sosyal hayatta insanın bir takım maddi ihtiyaçları yanında, fikir ve inançlarının payı olduğu gerçeğini de unutmuş görünüyorlar.

     Buna karşılık ruhçu sosyalistler ise maddî ihtiyaçlar yanında fikir ve inançların, ruhî ve ahlâkî değerlerin insan hayatı için vazgeçilmez olduğu fikrini savunuyorlar. Aslında Sosyalist literatürde ruhçu Sosyalizm diye bir ayırım yoktur; ancak mistik sosyalizm (Hristiyan Sosyalizmi)'e bir benzerliği olması, yani İslâm dininin sosyal yanını anlatmak için asrımızın fikir adamlarından biri olan Nureddin Topçu "Ruhçu Sosyalizm" diye bir sosyalizmden bahseder. İşin gerçeği; her sosyal adaletsizliğe karşı her haykırış Sosyalizm değildir. Yalnız bir fikir adamının teorisini, yahut bir partinin programını Sosyalizm olarak tanımlamak da Sosyalizm kavramını çok daralttığı için, yanlıştır. Sonra İslâm dini sosyalist değil, sosyal adaletçidir.

     Sosyalizmin çıkmazlarından birisi de sosyal sınıfları kaldırmak istemesidir. Fakat Sosyalizmin ileri sürdüğü ilkeler bunu tek başına temin edecek güçte değildir. Bu sistem gerçekten işçinin refahını sağlayacak biçimde uygulanacak olsa; işçi, emeğinden ayırıp biriktirme yoluyla Kapitalist sınıfa geçebilir. Halbuki bunu önleyecek tek yol ruhî ve ahlâkî terbiyedir. Sosyalist sistemler ise herşeyden önce böyle bir ruhî ve ahlâkî terbiyeyi verecek ilkelerden yoksundur. Ayrıca uhrevî yaptırımı olmayan bir ekonomi ahlâkından yana olduğu için, dinî ahlâkın geliştirdiği kendini kontrol ve nefse hâkimiyetten de söz edilemez.

Çeşitli adaletsizlik ve zulümler karşısında kendisine çok büyük umutlar bağlanan Sosyalizm, ancak sıradan bir insan ömrü kadar yaşayabildi ve daha tam olarak şahsiyetini bile teşekkül ettiremeden her beşerî sistem gibi, o da tarihe mal oldu. Sosyalist sistemlerin yerine, ancak sosyal adaletçi nizamlar geçer de Bilimsel Sosyalizm gibi bütün kurumlarıyla işletilirse, işte o zaman ancak insanların mutlu olması beklenebilir. 

Şamil İslam Ansiklopedisi
Hüsameddin ERDEM

2 Aralık 2014 Salı

RİYAZÜS SALİHİN'DEN HADİS-İ ŞERİFLER / ✿ܓ✿ ♥ܓ \ ALLAH'IN KULLARINI KONTROL ve DENETİMİ - 1

RİYAZÜS SALİHİN
5) Allah’ın Kullarını Kontrol ve Denetimi - 1

     Bu bölümdeki beş ayet ve dokuz hadisten Allah’ın kullarını devamlı görüp gözetmekte olduğunu, nerede olursak olalım Allah’ın bizlerle beraber olduğunu, yerde ve gökte hiç birşeyin Allah’a gizli kalmayacağını her an Rabbimizin bizleri denetlemekte olduğunu, gözlerin sinsi bakışlarını ve kalplerin gizlediğini Allah’ın bildiğini, iman, islâm ve ihsan kelimelerinin tariflerini ve kıyametin alametlerinin neler olduğunu, her an Allah’a karşı sorumluluk bilinci üzere olunması gerektiğini, bir kötülüğün arkasından hemen iyilik yapılırsa o iyiliğin o kötülüğü silip süpürmüş olacağını, Allah rızasının her işin önünde tutulması gerektiğini, Allah dilerse insanların insanlara zararının dokunabileceğini, değilse hiç bir kimsenin zarar verme gücünün olmadığını, zaferin sabırla, sevincin üzüntüyle, kolaylığın zorlukla beraber olduğunu, Allah kullarının günah işlemesini istemediğini, her türlü nimetin Allah tarafından imtihan için verildiğini, Allah’ın kullarını denetiminin devamlı olduğunu, (ala tenli, kel, kör hikayesini) akıllı kişinin nefsine hakim olup ölüm sonrası için çalıştığını, aciz kişinin ise nefsine uyup kurtuluşu için Allah’tan dileklerde bulunup hayal kurduğunu, kişinin iyi müslüman olmasının kendisini ilgilendirmeyen şeylerden uzak durmasıyla mümkün olabileceğini öğreneceğiz. [1]
  • “O ki, gece namazına kalktığın zaman, seni görüyor. O’nun huzurunda saygıyla, yere kapananlar arasında yer aldığını da görmektedir.” (Şuarâ: 26/218-219)
  • “Nerede olursanız olun, O sizinle beraberdir.” (Hadîd: 57/4)
  • “Göklerde ve yerde hiçbir şey Allah’a gizli kalmaz.” (Âl-i İmrân: 3/5)
  • “Çünkü Rabbin her zaman gözetleyip durmaktadır.” (Fecr: 89/14)
  • “Çünkü Allah art niyetli bakışların ve kalplerin gizlediği düşüncenin farkındadır.” (Mü’min: 40/19)
61. Ömer İbnü’l–Hattâb radıyallahu anh şöyle dedi:
     Bir gün Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in huzurunda bulunduğumuz sırada, elbisesi beyaz mı beyaz, saçları siyah mı siyah, yoldan gelmiş bir hali olmayan ve içimizden kimsenin tanımadığı bir adam çıkageldi. Peygamber’in yanına sokuldu, önüne oturdu, dizlerini Peygamber’in dizlerine dayadı, ellerini (kendi) dizlerinin üstüne koydu ve:
     – Ey Muhammed, bana İslâm’ı anlat! dedi.
Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem:
     – “İslâm, Allah’tan başka ilah olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın resûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı (tastamam) vermen, ramazan orucunu (eksiksiz) tutman, yoluna güç yetirebilirsen Kâbe’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdu.
     Adam:
     – Doğru söyledin, dedi.
     Onun hem sorup hem de tasdik etmesi tuhafımıza gitti.
     Adam:
     – Şimdi de imanı anlat bana, dedi.
     Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem:
     – “Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine iman etmendir” buyurdu.
     Adam tekrar:
     – Doğru söyledin, diye tasdik etti ve,
     – Peki ihsan nedir, onu da anlat, dedi. Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem:
     – “İhsan, Allah’a onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdu.
     Adam yine:
     – Doğru söyledin dedi, sonra da:
     – Kıyâmet ne zaman kopacak? diye sordu.
     Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem:
     – “Kendisine soru yöneltilen, bu konuda sorandan daha bilgili değildir” cevabını verdi.
     Adam:
     – O halde alâmetlerini söyle, dedi.
     Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem:
     – “Annelerin, kendilerine câriye muamelesi yapacak çocuklar doğurması, yalın ayak, başı kabak, çıplak koyun çobanlarının, yüksek ve mükemmel binalarda birbirleriyle yarışmalarıdır” buyurdu.
     Adam, (sessizce) çekip gitti. Ben bir süre öylece kalakaldım. Daha sonra Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem:
     – “Ey Ömer, soru soran kişi kimdi, biliyor musun?” buyurdu. Ben:
     – Allah ve Resûlü bilir, dedim.
     Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem:
     – “O Cebrâil’di, size dininizi öğretmeye geldi” buyurdu. [2]

Açıklama: İman, İslâm, ihsan ve kıyamet denilen dinimizin dört direğinden bahseden bu hadîsi şerîfin “cariyenin hanım efendisini doğurması” cümlesi günümüzde çok görülen olaylardandır. Anne ve babaya koca herif ve koca karı ifadeleri; ahlakî yapıdaki bu çöküşün görüntüleridir. Ekonomik yapıda da yine çöküş devam etmekte olup bunun da görüntüsü lüks ve refah o kadar artacak ki; dünün fakirleri geçmişlerine bakmaksızın bina yapımında yarışa gireceklerdir. Günümüzde bunun da örneklerini memleketin her köşesinde görmek mümkündür.
 [3]

62. Ebû Zer Cündeb İbni Cünâde ve Ebû Abdurrahman Muâz İbni Cebel radıyallahu anhümâ’dan rivayet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
     “Nerede ve nasıl olursan ol, Allah’dan kork. Kötülük işlersen, hemen arkasından iyilik yap ki, o kötülüğü silip süpürsün. İnsanlarla güzel geçin!” [4]
Açıklama: Toplumun hangi kesiminden olursa olsun kişi daima okuyup, dinini öğrenmek durumunda olmalıdır. Yapacağı hataları öğrendiği iyiliklerle tamir etmeye çalışmalıdır. [5]

63. Abdullah İbni Abbas radıyallahu anhümâ’dan nakledildiğine göre şöyle demiştir:
     Bir gün Hz. Peygamber’in terkisinde bulunuyordum. Bana:
     “Yavrucuğum, sana bazı kaideler öğreteyim” dedi ve şöyle buyurdu: “Allah’ın buyruklarını gözet ki, Allah da seni gözetip korusun. Allah’ın (rızâsını) her işte önde tut, Allah’ı önünde bulursun. Bir şey isteyeceksen Allah’tan iste. Yardım dileyeceksen, Allah’tan dile! Ve bil ki, bütün bir ümmet toplanıp sana fayda temin etmeye çalışsalar, ancak Allah’ın senin için takdir ettiği faydayı temin edebilirler. Yine eğer bütün ümmet, sana zarar vermeye kalksalar, ancak Allah’ın senin hakkında takdir ettiği zararı verebilirler. Çünkü artık kaderi yazan kalem yazmaz olmuş, yazıları değişmeyecek şekilde kesinleşmiştir. (Bundan sonra takdirde herhangi bir değişiklik söz konusu değildir.) [6]

Dipnotlar:
[1] Abdullah Parlıyan, Açıklamalı Tam Riyazu’s-Salihin Tercümesi: 29.
[2] Müslim, Îmân 1, 5. Ayrıca bk. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16; Nesâi, Mevâkît 6; İbni Mâce, Mukaddime, 9.
[3] Abdullah Parlıyan, Açıklamalı Tam Riyazu’s-Salihin Tercümesi: 30.
[4] Tirmizî, Birr 55.
[5] Abdullah Parlıyan, Açıklamalı Tam Riyazu’s-Salihin Tercümesi: 30.
[6] Tirmizî, Kıyâmet 59.

27 Kasım 2014 Perşembe

BİNLERCE KARDEŞİM VAR Projesi, Kasım-Aralık 2014 Etkinlikleri

BU AYIN PROGRAMLARI
Her bir program 09.00 da kahvaltı ile başlıyor.
Araştırmacı-yazar Özlem NAS hanımefendinin;
Avuçlarımız Yanıyor..!
O Yangını Sönürmeliyiz...
Yaşadığımız Çağı Müslümanı mıyız..?
Kuran'ı Kerim Işığında Bir Değerlendirme...
Konulu sunumu ile devam ediyor.
             

26 Kasım 2014 Çarşamba

TEFSİR DERSLERİ / ✿ܓ✿ ♥ܓ \ Bakara Sûresi'nin 21. ve 22. Ayet-i Kerimeleri'nin Tefsiri

TEFSİR DERSLERİ
Bakara Sûresi'nin
21. ve 22. Ayeti Kerimelerinin Tefsiri
Rahmân ve Rahîm olan Allah´ın adıyla


     Ayet
     Ey insanlar! Sizi ve sizden öncekileri yaratan Rabbinize ibadet edin ki, Allah'a karşı gelmekten sakınasınız. ﴾21﴿
     Tefsir
     Bundan önceki âyetlerde iman bakımından insanlar “mümin, kâfir, münafık” olarak çeşitlendirilmiş, her bir grubun özellikleri açıklanmıştı. Bu âyette inanç durumları ne olursa olsun bütün insanlara hitap edilerek hepsi birden Allah’a kul olmaya davet edilmekte ve bu çağrı İslâm’ın şu özelliklerini ortaya koymaktadır:
a) Bu ilâhî çağrı (İslâm) din, dil, ırk, bölge, sınıf... farkı gözetmeksizin bütün insanlığa yöneltilmiştir.
b) Bu çağrıya muhatap olmak ve Allah kulluğuna kabul edilmek için bir ön şart yoktur. Daha önce neler yapmış, ne kadar büyük suç ve günah işlemiş olursa olsun bir kimse gönülden benimseyerek “Allah’tan başka ilâh yoktur ve Muhammed O’nun elçisidir” dediği anda müslüman olmuş, Allah’a kulluğa ilk adımı atmış, geçmiş günahlarını silmiş olur.
c) Kulluk edilecek varlığın yaratılmamış (varlığı zorunlu, kendinden, ebedî ve ezelî), yaratıcı ve eşyaya özelliklerini verici olması gerekir. Bu vasıfları taşıyan tek varlık kâinatın yaratıcısı ve Rabbi olan Allah Teâlâ’dır. Bu sebeple O’ndan başkasına kulluk edilemez.
d) Yukarıda verilen meâle göre “Allah’a kul olma” emri ile takvâ (sakınma) arasında bir sebep-sonuç ilişkisi kurulmuştur. Allah’a kulluk etmenin (İslâm’a özgü iman, ibadet, ahlâk ve diğer amellerin) hâsıl edeceği sonuç takvâdır. 
     Sakınma kavramı, sakınılacak alan ve varlık ile sakınma iradesini gerektirir; bu da İslâm’ın tasarladığı insanın resmini çizer: Müslüman insan her istediğini yapmayan, önce durup düşünen, belli değer ölçüleri ve sınırlara göre ölçüp biçen, bu ölçülere uygun düşmediği takdirde nefsinin isteklerini ve arzularını frenleyen; akıllı, imanlı, iradeli varlıktır.
     Allah’a kulluk olmadan sakınma (takvâ) gerçekleşemez, sakınma olmadan da kâmil insan olunamaz. Âyeti, “Sizi ve sizden öncekileri sakınsınlar diye yaratan Allah’a kulluk edin” şeklinde çevirmek de mümkündür. Buna göre de takvâ ile kulluk birbirini tamamlayan, biri bulunmadan diğeri bulunmayan, her ikisi bir bütün olarak yaratılışın amacını teşkil eden iki kavram olarak ortaya çıkmış olur; yani insanlar Allah’a kulluk edince yaratılış amaçlarını teşkil eden takvâyı gerçekleştirmiş, bunu gerçekleştirince de kulluğu yerine getirmiş olurlar (ayrıca bk. Bakara 2/197).

     Ayet
     O, yeri sizin için döşek, göğü de bina yapan, gökten su indirip onunla size rızık olarak çeşitli ürünler çıkarandır. Öyleyse siz de bile bile Allah'a ortaklar koşmayın. ﴾22﴿
     Tefsir
     Allah Teâlâ kullarını yaratıp kendi hallerine bırakmamış; onların yaratılış amaçlarına doğru ilerleyebilmeleri için maddî ve mânevî ihtiyaçlarını karşılamış; yani bunları karşılayacak bir kâinat düzeni kurmuş, “kayyûm” isminin tecellisi olarak da bir an bile ihmal etmeksizin bu düzeni korumuş, yürütmüş ve gözetmiştir. Yeryüzünü insanların burada oturmalarına, istirahat etmelerine, huzur bulmalarına ve üretim yapmalarına uygun kılmıştır. Yerkürenin her noktasından yukarıya doğru bakıldığında görülen ve görülemeyen bütün uzaklıkların ve yaratılmış varlıkların bir kısmı “sema”dır (bk. 29. âyetin tefsiri). Uzayda sağlam, ince, dengeli ve hikmetli bir düzen ve yapı oluşturulmuştur. Bu yapı hem dengeyi hem de dünyadakilerin gök cisimlerinden, gökte olup bitenlerden zarar görmemelerini sağlamaktadır. İnsanlara verilen bilgi edinme ve bilgiden yeni bilgilere ulaşma kabiliyeti doğru kullanıldığı takdirde yaratıcı Allah’ın varlık ve birliğine kolayca ulaşmak mümkündür. Kuvve halinde (potansiyel olarak) insanda mevcut olan bu bilgiye rağmen onun, Allah’a ortak koşması, O’nu bırakıp başka varlıklara tapınması veya itaat etmesi veya her şeyin kendiliğinden ve bir tesadüf sonucu oluştuğuna inanması “bile bile şirk koşmak ve inkâr etmek” sayılmaktadır. Çünkü bu inanç ve anlayış (inkâr ve şirk) insanın fıtrat ve tabiatına (potansiyel bilgisine) ters düşmektedir.

24 Kasım 2014 Pazartesi

KELİMELER - KAVRAMLAR ✿ܓ✿ ♥ܓ SOSYAL DAYANIŞMA

KELİMELER - KAVRAMLAR
SOSYAL DAYANIŞMA

     Bir toplum içerisinde yaşayan insanların aralarındaki yakınlaştırıcı bağları ve karşılıklı yardım veya işbirliği ile ilgili durumlarını gösteren bir oluşum.

     Genel olarak insanlar, bir arada yaşamak ihtiyacındadırlar. Bu husus psikolojik bir ihtiyaçtan olduğu kadar, sosyal ve iktisadî bir gereklilikten de kaynaklanmaktadır. Bundan dolayı fertler kendi çevrelerinde öyle bir düzen bulmalılar ki; bu düzen, onların kendi aralarındaki ilişkileri en iyi şekilde kuracak esaslara sahip bulunsun. İşte tarih içerisinde çeşitli milletler, farklı din, ideoloji ve sistemleri bu tür istek ve ihtiyaçlarını tatmin edebilmek gayesi ile benimsemişlerdir.

     Sistemler arasındaki farklılığa bir göz atacak olursak, herbirinin insana bakışının ve onu değerlendirişinin değişik dozajda olduğunu görürüz. Meselâ Kapitalizm; kendi sistemi içerisinde ferdi ön plâna çıkarıp, toplumun menfaatinden ileri görmektedir. Sistemin siyasî ve iktisadî temeli, ferdiyetçi bir özelliğe bürünmekte ve fert, sınırsız bir hürriyet içinde hareket etmektedir. Komünizm veya Sosyalizmde ise, toplumcu bir bakış açısı öne sürülürken, ne fert ne de toplum, serbest bir seçim yapamamaktadır. Söz; toplum adına "belirli bir yönetici zümre"nin elinde olmaktadır.

     Başta bu iki ideoloji olmak üzere, insan aklının bulduğu her ideoloji; sosyal 
dayanışma konusunda bazı isabetli kaideler tesbit ederken, bir çok yönleri göremeyerek eksik bir sistem ortaya koymuş; bunların dışında, hayatın faydalı ve huzurlu bir şekil almasında en büyük rolü üstlenen insanın düşünce ve davranışlarına uygun bir ölçü bulamamışlardır. Çünkü sosyal dayanışmanın bir toplumda oluşabilmesi için, öncelikle fertlerin diğerlerine karşı iyi niyet ve samimi bir hisle yaklaşması gerekmektedir. Genelde şahsî ihtiras ve arzuların kontrolüne giren insanoğlunun ruh ve karakterinin olgunlaştırılması, ancak onun fıtrî özelliklerinin bilinmesi ile gerçekleşebilir. Bu konuda İslâm, Allah'ın kendi yaratmış olduğu kuluna ait hayat prensiplerini içinde bulunduran ve böylece diğerlerinden farklı olan bir "hayat tarzı" ortaya koymuştur.

     "İslâm, ferdî hürriyeti en güzel şekilleriyle, insanî eşitliği en ince yönleriyle tanır. Fakat bu hürriyet ve eşitliği gelişigüzel kullanmaz. Toplumun değeri ne ise o derece hesaba katılır; insanilik ise gerektiği gibi değerlendirilir. Bu sebeple ferdi hürriyetin karşısına ferdi mesuliyetleri koyar. Bununla birlikte kişi ve toplumu içine alan sorumluluk ve yükümlülükleri de toplumâ yükletir. İslâm bütün şekil ve yönleriyle sosyal dayanışmayı ortaya koymaktadır. İslâma göre kişi ile kendisi, kişi ile yakın akrabası, kişi ile toplum, belirli toplum ile diğer toplumlar, belirli bir nesil ile ardarda gelen diğer nesiller arasında dayanışma sözkonusudur.

     Bir hadislerinde Hz. Peygamber (s.a.s) toplumun adalet, hayır ve güvenliğe ulaştırılması konusunda bütün müslümanların omuzlarına yüklenen ortak sosyal sorumluluğu tasvir etmekte ve şöyle buyurmaktadır: "Allahın koyduğu sınırlara riayet edenlerle etmeyenlerin durumu şuna benzer: Bir topluluk gemi ile yolculuğa çıkmış ve kura neticesinde bazılarına geminin alt kısmı, diğerlerine de üst kısmı düşmüştür. Alt kısımdakiler su almak istediklerinde üst kısımdakilerin yanlarından geçmekte ve kendi kendilerine "Biz kendi nasibimize düşen bu kısımdan denize açılan bir delik açsak da üstümüzdekileri rahatsız etmesek!" derler. Bu durumda eğer üst kısımdakiler onları kendi hallerine bırakırlar ve istediklerini yapmalarına imkân verirlerse, hepsi helâk olur. Ama mani olurlarsa hem kendileri hem diğerleri kurtulmuş olur" (Buhari ve Müslim).

     Bu yüzdendir ki Peygamberimiz (s.a.s), "Mü'min, mü'min için bir kısmı öbür kısmını güçlendiren bina gibidir" der (Buhari ve Müslim). Bu açıdan hareketle, sosyal yapının uğradığı herhangi bir bozukluk, bütün İslâm toplumunun gidişatında mevcut bir tehlikenin belirtisi olacaktır. Eğer bu bozukluğu giderirlerse kurtulacaklar; aksi halde sosyal yapı çözülecek, gemi, içindekilerle birlikte batacaktır.

     Bu sosyal bütünleşme meselesi, bizi İslâm'da sosyal adaletin en önemli meselelerinden birine götürür ki; bu, devletin yerine getirilmesini istediği veya toplumun gönüllü ve isteyerek ortaya koyduğu "sosyal dayanışma" prensibidir. Devlet ve toplumun arkasında Hz. Peygamberin Mekke ve Medine'de geçirdiği yaşantısı boyunca ortaya koyduğu pek çok hadis ve değer ölçüsü bulunmaktadır (İmadüddin Halil, Sosyal Adalet Üzerine, İstanbul 1987, s. 77).

     Bütün anlam ve kapsamı ile sosyal dayanışma; toplumdaki her ferdin, kendi üzerinde topluma karşı yerine getirilmesi gerekli olan bir takım görev ve sorumlulukların bulunduğunu hissetmesi demektir. Eğer onlar, bu görev ve sorumlulukların yerine getirilmesinde ihmâlci ve sorumsuz davranışlarda bulunurlarsa, toplum da binaların çöktüğü gibi kendilerinin ve başkalarının üzerine çökebilir. Toplumun fert üzerine olduğu gibi, ferdin de toplumda hakkı vardır. Toplum, her hak sahibinin hakkını tam olarak azaltmadan ve geciktirmeden vermeli, zayıfların ihtiyaçlarını gidermeli ve muhtaçların dertlerini dindirmelidir. Eğer bunlar olmazsa, toplum bünyesini bir binanın tuğlaları gibi ören fertler, birbirlerine düşerler. İşte bundan sonra çöküş ve yıkılış, kaçınılması imkânsız bir sonuç olarak karşımıza dikilir.

     İslâm, faziletli bir toplumun doğması için "kötülüklerden uzaklaştırıp, iyilikle emretmeyi" teşvik etmiştir. Buna dayanarak sapıkların sapıklıklarına son vermeleri, iyilerin de doğru yollarında yürümelerine devam etmeleri için genel irşadı gerekli kılmıştır. Allah bu konuda müslümanların sorumluluğuna şöyle işaret eder:
     "Siz insanlar için çıkarılmış en hayırlı bir ümmetsiniz. İyiliği emreder, kötülükten vazgeçirmeye çalışırsınız. (Çünkü) Allaha inanıyorsunuz" (Âlu İmran, 3/51).

     Kötülükler bütün dehşetiyle başını alıp giderken toplum buna seyirci kalır ve herhangi bir direnme göstermezse, topyekûn günahkâr olur. Bu da sorumsuzluğun cezasını bütün halkın çekeceğine dair bir işarettir. Kur'an-ı Kerim, İsrailoğullarını, aralarındaki kötü kimseleri gittikleri fena yoldan alıkoymayarak kendi fenalıkları ile başbaşa bıraktıkları, dolayısiyle toplumu ifsad ettikleri için suçlu saymaktadır.

     İslâm'da ibadetler nefisleri ıslah etmek, eşitlik duygusu ve içinde zulmün barınamayacağı birlik ve beraberlik şuurunu terbiye etmek için emredilmiştir. Hac, sosyal bir tanışma; zekât, zenginlerin mallarından fakirlere geçen sosyal bir yardımlaşmadır. İslâm, günahların keffâretini de sosyal dayanışmaya bir vesile kılmıştır. Mesela Ramazanda oruç bozan bir kimse, ya bir köle azad eder, ya altmış gün oruç tutar, ya da altmış fakir doyurur.

     İslâm dini, toplumdaki sosyal dayanışmayı belirli kuru söz ve sloganlarla ifade edip bırakmamıştır. Dini emirler, öncelikle kalplerin ıslah ve tezkiyesi gayesine yönelmiştir. Salih ve doğru istikamete yönelen kalpler, sosyal davranışları güzelleştirir. Ruhi ve kalbî ilişkiler üzerine oturmamış bir sosyal dayanışmada gerçeklik yoktur.

     Aile müessesesi, sosyal dayanışmanın en önemli unsurudur. Çünkü toplum yapısının ilk temel taşıdır. Aile, insan fıtratında var olan değişmez eğilimler, merhamet ve sevgi duyguları, ihtiyaç ve maslahatın gerekleri üzerinde kurulur.

     İslamın getirdiği miras düzeni, aynı ailenin fertleri arasında ve biribirini izleyen nesiller arasında bir yardımlaşma bulunduğunun açık bir delilidir. Üstelik bu düzen, toplumu rahatsız edecek şekilde büyümesini önlemek amacıyla servetin parçalanmasını sağlayan yollardan bir tanesidir.

     Müslüman toplum, Allah tarafından iyi ve güzel olan her konuda yardımlaşma ve dayanışma içerisine girmekle emredilmiştir: "İyilik etmek, fenalıktan sakınmak hususunda birbirinizle yardımlaşın. Günah işlemek ve haddi aşmak üzere yardımlaşmayın" (el-Maide, 5/2).

     Elbette ki iyilikler ve fenalıklar Allah'ın çizdiği hudutlar dahilindedir. Hadler ise, yine Cenabı Hakk'ın tayin ettiği ölçülerdir.

     Sonuç olarak; sosyal dayanışma, ancak, kötü yönlerini ortadan kaldırmış fert ve toplumların birbirlerine sevgi ve merhametle yaklaşmalarıyla gerçekleşecek bir husustur. Bu özellikler olmadığı takdirde, toplumda fertler birbirlerini sömürecek ve sonunda çatışma ve mücadele başlayacaktır. Halbuki sosyal dayanışma, problemlerin ortadan kalktıktan sonra huzurlu ve sakin bir toplumda ortaya çıkacak çok yönlü iyi ilişkilerin bir sonucudur.


ŞAMİL İSLAM ANSİKLOPEDİSİ
Sami ŞENER

Kitap Tanıtımı ღ💗ღ Yazar Şüheda Derya Terzi ❀💗❀ A'MAK-I ERVAH

  Kitap Özgün <kitapokuyalim@gmail.com> okunmadı, 00:18 (10 dakika önce)     alıcı gonulerleri@googlegroups.com      2007 de birkaç...