9 Aralık 2014 Salı

KELİMELER - KAVRAMLAR ✿ܓ✿ ♥ܓ SOSYALİZM

KELİMELER - KAVRAMLAR
SOSYALİZM

     Sosyal teşkilatlanmayı eşitlik ölçüsüne göre düzeltmeyi gâye güden teori.

     Sosyalizm, ferdiyetçi ve hürriyetçi (liberalist) sistemlere karşı bir tepki olarak doğmuştur. Sermaye sahipleriyle işçiler ârasındaki eşitsizliği, servet ve refah farklarını ortadan kaldırma iddiasındadır. Bu iddialar doğrultusunda Sosyalizmi önce ekonomik bir çerçeve içinde; yani servetin üretimi, tüketimi, paylaşılması ve dağıtımı açısından ele almalıdır. Bu açı, bizi Sosyalizmi meydana getiren şartları araştırmaya götürür. Liberal demokrasinin ve Kapitalizmin doğurduğu yetersizlikler ve adaletsizlikler, sanayileşme olayına; sanayileşme de, sosyal, ekonomik ve şuurlu bir şekilde teşkilatlanan işçi sınıfının siyasi bir güç halinde ortaya çıkmasına götürür.

     Sosyalizm, öncelikle liberal Kapitalist düzenin adaletsizliklerine karşı çıkmak ve isyan etmekle çağdaş niteliğini kazanmıştır. Böylece Sosyalizmin ilk temel karakteri, kurulu düzeni adaletsiz, çağ dışı ilân etmesiyle ortaya çıkmaktadır. Buna göre Sosyalizm, liberal Kapitalist düzenin mülkiyet ve çalışma kurumlarını yetersiz ve adaletsiz bulduğu için, değiştirmek ve onun yerine geçmek isteyen bir rejimin adıdır. Bu haliyle Sosyalizm, Kollektivizmin zaman içinde fiiliyata geçmesi ve uygulanmasıdır.

     Kapitalist sistemler, özel mülkiyet, piyasa ekonomisi ve kâr esasına dayanan bir sistem kurmuştur. Bu düzen, tarih olaylarının ve sanayileşmenin ürünüdür. Sosyalizm de bu düzene antitez olarak tasarladığı düzenini tarihi şartların meydana çıkardığı bir düzen olarak görür. Onlara göre, bu düzen de tıpkı Kapitalist düzen gibi ihtilâl sonucu kurulacaktır.

     Sosyalizmin ikinci esas dayanağı da, ekonomik faaliyetlerin özel sektörden kamuya, kişilerden topluma aktarılmasıdır. Bu anlamda Sosyalizm, mevcut olan üretim araçlarının tümünü, yahut büyük bir kısmını toplumun şuurlu ve yönetici durumunda olan organlarına 
bağlamaktır. Burada üretim araçları toplumun mülkiyetine geçmekte, neticede özel mülkiyet yerine kollektif ve sosyal mülkiyet kurumu oluşturulmuş olmaktadır.

     Sosyalizmin kollektif mülkiyeti sadece toplumun malı yapması da yetmez. Aynı zamanda, bu mallar toplumun hizmetinde olmalıdır. Yani kârın hizmetinden çıkarılıp çalışanın (işçinin) hayat standardını artırıcı hale getirilmelidir.

     Demek oluyor ki, Sosyalizm, objektif tarih şartları içinde Kapitalizmi takip ederek onun yerine geçecek olan bir düzendir. Sosyalist düzende şu üç unsur bulunur:

     a) Üretim araçlarının toplumun malı olması;
     b) Üretimin insan ihtiyacına göre yapılması;
     c) Bunların tamamının demokratik bir yol ile gerçekleştirilmesi.

     Buraya kadar Sosyalizmin tanımlarında bazı farklılıklar olsa da; hepsinde de ortak gâye, çalışan zümreyi (işçi sınıfını) cemiyete hakim kılmak ve emek sahiplerinin hakkını vermektir. Toplumda sınıf farklarının ortadan kaldırılması ve toplu çalışma ile elde edilen kazancın emek sahibi olan topluluğa ait olması bütün sosyalistleri birleştiren ana fikirdir.

     Sosyalistler bazı ana fikirlerde birleşseler de, bu hedeflere nasıl ve hangi yollarla ulaşacakları konusunda, yani uygulayacakları metodlar hakkında ayrılığa düşmüşlerdir. Meselâ, üretim araçları topluma nasıl mal edilecek? Bunlar kimin ihtiyacına göre ve nasıl ayarlanacak? Diğer bir ifadeyle, kapitalist düzen hangi yoldan ve nasıl değiştirilecek? İhtilâl ve şiddet yoluyla yani devrimle mi; yoksa demokratik usullerle (evrimle) mi?

     Esas problem bu sorulara verilen cevaplarda ortaya çıkar. Çünkü bu soruların cevapları kadar Sosyalizm türlerinden söz edilebilir. Bunlar arasında hayalci (ütopyacı), islâhcı (evrimci), ruhcu, maddeci ve ihtilâlci (devrimci) olmak üzere her biri kendine has özelliklere sahip birçok Sosyalizm çeşidi vardır. Sosyalizm çeşitlemeleri, değişik bakış açılarından da yapılabilmektedir. Meselâ bir başka açıdan, Ütopik Sosyalizm, Bilimsel Sosyalizm, Kürsü Sosyalizmi, Hıristiyan Sosyalizmi, Devrimci Sosyalizm, Reformcu Sosyalizm, Demokratik Sosyalizm gibi bir sınıflamaya da tabi tutulabilir.

     Sosyalizm, geniş anlamıyla çok eskilere, ta Eflatun'a kadar geriye götürülebilir. Hattâ bir takım dinî Sosyalizmlerden bile bahsetmek mümkündür. Meselâ bir "Tevrat Sosyalizmi", bir "Hıristiyan Sosyalizm"inden; hattâ doğru olmamakla beraber, bir "İslâmSosyalizmi" nden bahseden ve kendilerine "İştirakiyyü'l-Mezheb" diyenler de vardır. İlk dönem Sosyalistleri daha ziyade toprağın fertler arasında eşit bir şekilde paylaşılmasını istiyorlardı. Esas anlamıyla Sosyalizm "İşçiler Birliği" anlamına XlX. yüzyılın ilk yarısında kullanılmaya başlanmıştır. Çünkü Sosyalist akımın, işçi sınıfının meslekî teşkilatlanmaları ve siyasî partilerle şuurlu bir siyasî kuvvet olarak ortaya çıkışları XIX. yüzyılda olmuştur. Sosyalizm 1848'e kadar sadece bir kavramdan ve hayalî bir tasavvurdan (ütopyacı) ibaret sayılır. Meselâ Thomas Morus, Saint Simon, Louis Blanc, Fourier, Owen, Proudhon gibi Fransız sosyalistlerin doktrinleri sosyal adaletsizlikler karşısında tamamen idealist ve hayalci görüşlere sahipti. 1848 de Marksizmin ortaya çıkmasıyla "Bilimsel Sosyalizm"in kurulduğu kabul edilir.

     Nazarî sosyalizmin birbirine zıd birçok şekillerinin olduğunu daha önce belirtmiştik. Bunlardan bazıları şunlardır:
  1. Hıristiyan Sosyalizmi: Ketteler, Maninng, Lorin, Gorin gibi hıristiyan sosyalistlerin temsil ettiği ve daha ziyade Hıristiyanlığın sosyal cephesini işleyen sosyalizmdir.
  2. Mistik, Optimist ve Ütopyacı Sosyalizm: Ofurier, P. Leroux, Proudhon vb. nin savunduğu ve tamamen hayal ürünü olan; realite ile ilgisi olmayan ve problemlerini daha ziyade tasavvurda çözmeye çalışan kavramsal sosyalizmdir.
  3. Bilimsel Sosyalizm, Devrimci Sosyalizm veya Marksizm: İhtilâlci ve diyalektik materyalizmin temsil ettiği, Marx, Engels ve Lenin tarafından ileri sürülen sosyalizmdir. 
     Bu sosyalizm ilk defa, liberal, burjuva ve kapitalist düzenin kendi çelişmelerine terk edilip yıkılmalarının beklenemeyeceğini -Bilimsel Sosyalizm- ilkeleştirmiştir. Bunlar, işçi sınıfının (proletarya) devreye girmesi ve şiddet yoluyla (ihtilâlle) düzeni değiştirmesi metodunu ortaya atmışlardır. Daha sonra ise, Marx ve Engels demokratik ve ihtilâlsiz yolu tercih etmişlerdir.

     Bu yüzyıldan sonra Marksizm çeşitli yorumlara tabi tutulmuş, bunlar içinde E. Bernstein gibi revizyonistler çıktığı gibi, revizyonizme cephe alan Lenin gibi başka yorumcular da çıkmıştır. Bu yeni yorumla meşhur Marksizm-Leninizm doğmuştur. Lenin bunu Marksın bile hayal edemediği Çarlık Rusya'sında 1917'de uygulama plânına geçirmiştir. Marksizmi ve Leninizmi de Stalin ve onu takip edenler yorumlamış; bunun neticesinde de "Sovyet Marksizmi"doğmuştur. Daha sonra Mao Tse Tung (Mao Ze Dong) tarafından daha farklı bir yoruma tabi tutulmuştur.

     Marksizm, 1917 Rus ihtilaline kadar siyasî kurumlar meydana getiren bir düzen, rejim olmamıştır. Gerçi bir takım siyasî partiler kurulmuş, sosyalistler hükümetlere katılmış, parlamentolarda aktif rol oynamışlardır, fakat Birinci Dünya savaşı sonuna kadar sosyalist devletler kurulamamıştır. 1917'de Çarlık Rusyası tasfiye edilmiş, Üçüncü Enternasyonal kurulmuş, yeni bir Marksizm-Leninizm ortaya çıkmıştır.

     Bu yeni Marksizm-Leninizm iki özellik taşır:
  1. Az gelişmiş sayılan bir sosyal yapıya Marksizmin uygulanışı;
  2. Sosyalizm, hem bir devlet sistemi, hem de siyasî bir rejimdir. Yani yeni bir hukuk, devlet, anayasa ve siyasî kurumlar anlayışına dayanmıştır. İkinci dünya savaşından sonra ise Leninin yerini Stalin almış ve Marksizm-Leninizme birçok değişiklikler getirmiştir. 1980'li yıllarda ise M. Gorbaçov bu sistemden bazı tavizlerde bulunmak zorunda kalmış ve 1991'de de hak dağıtmak için ortaya çıkan siyasî rejim, bir zulüm düzeni haline dönüşmüş ve 75 yıllık ömrünü tamamlayarak kendi diyalektik metodları gereği antitezine dönerek senteze ulaşmıştır. Halbuki onun iddiası bütün dünya işçileri birliğini kurmak ve dünyayı sosyalist yapmaktı. Fakat bu yoldaki çabası onu başladığı noktaya hem de daha kötü şartlarda liberal Kapitalizme döndürdü.
  3. Reformcu Sosyalizm: Demokratik Sosyalizm, Aktüel Sosyalizm diye de anılan ve H. de Man tarafından temsil edilen; evrimci yolla, ihtilâlsiz yeni rejimin tesisini müdafaa eden sosyalizmdir. 
     Sosyalizm önce Orta ve Doğu Avrupa, Avrupadan sonra da Doğu Bloğunda yaygınlaşmıştır. Orta ve Doğu Avrupa, Arnavutluk, Bulgaristan, Çekoslovakya, Eski Doğu Almanya; Macaristan, Polonya, Romanya, Yugoslavyada Komünist rejimler hep 1943-1944 yıllarında başlamıştır. Daha sonra doğu ve uzak doğuda Çin Halk Cumhuriyeti, Kuzey Kore, Kuzey Vietnam, Moğolistan, Küba. vb. gibi ülkelerde yaygınlaşmıştır. Bu gün ise bu ülkelerin tümü Sosyalizmden Liberalizme dönmüştür.

     Batı ve uzak doğuyu yarım asır etkisi altında bulunduran Sosyalizm, Türkiye'de ilk defa 1910 yılında resmen boy göstermiş ve "Osmanlı Sosyalist Partisi" adıyla sosyalist Hüseyin Hilmi tarafından bir parti kurulmuştu. Bu partiyi kurduran ve partiyi perde arkasından destekleyen ise, materyalist ateist Baha Tevfik idi. 1920'den sonra çeşitli şekillerde gelişen Marksizm veya devrimci Sosyalizm, her fırsatta toplumu bölmek, sosyal düzeni yıkmak, insanları anarşiye çekmek için elinden ne geliyorsa yapmıştır. Önceleri gizli komünist partileri halinde çalışırken. Komünizmin yıkılıp yok olduğu zamanımızda ise bütün dünyada hala sosyalist parti kurma yarışı devam etmektedir. Zira millî hakimiyeti kaldırmak Sosyalizmin gerekli şartlarındandır. Sosyalizmin din ve ahlaka bakışı, çeşitlerine göre değişmektedir. Genel olarak Sosyalizm özü bakımından ne dincidir, ne de din düşmanıdır. Sosyalizm, toplum düzenini değiştirici bir siyasî akım olduğu için de dine dayalı partilerin kurulmasını kabul etmez. Din ve ahlâk konusunda hümanist bir tavır takınır. Bazı sosyalizmler dinî kaynaklı olduğu halde, Bilimsel Sosyalizm hem dine, hem de dinî ahlâka ve manevî değerlere kökten karşıdır. Bunlar Allah'a, dine ve dinî değerlere hiç bir şekilde yer vermezler. Çünkü bu sistemin uygulanış biçimi olan Komünizmin kendisi bir din haline getirilmiştir.

     Komünizm gibi Hümanizm de en büyük ahlâk düşmanlığıdır. Çünkü, bir yerde Hümanizm geliştikçe ahlâk geriler. Devamlı cezalar sınırlandığı ve azaldığı için kötülüğe teşvik edici faktörler çoğalır; sonunda kötülükler yaygınlaşır.

     Bilindiği gibi Sosyalizm doktrini, büyük sanayi devriminin tahriki sonucu XVIII. yüzyılın sonunda ve XIX. yüzyılın başında bir takım izafî ve ahlâkî fikirlerin yayılmasıyla ferdiyetçilik ve Liberalizme karşı bir tavır olarak ortaya çıkmıştır. Bu ise Sosyalizmin beynelmilelci ve milliyet düşmanı olduğunu göstermektedir.

     Sosyalizmin milliyet düşmanlığı yanında daha birçok çıkmazları vardır. Bunlardan birisi, ferdi mülkiyet fikrini kaldırmasıdır. İnsan fıtratında mevcut olan bir şeye sahip olma duygusunu ve fikrini ise kaldırmaya çalışmak insanda bir takım ruhî çatışmalara yol açar. Gerçi onlar mülkiyeti kaldırmadıklarını, ekonomik ve sosyal düzende bazı tedbirlerle
sınırladıklarını ve bu yolla kapitalizmin önüne geçtiklerini iddia ediyorlarsa da; uygulamaların bunun aksini ortaya koyduğu görülmüştür.

     Sosyalizm ve Komünizm, Liberalizme karşı bir ekonomik faaliyetle, geniş ölçüde devlet tekelciliğini, devletçi ekonomi, devlet işletmeciliği vb. ekonomik modelleri geliştirmiştir. Bu ekonomik modeller, liberalist modellerden daha çok insan fıtratına ters geldiği için de bir asır bile -her çeşit baskıya başvurduğu halde yaşayamamıştır. Günümüzde gerek batıda ve gerekse doğudaki bir çok örnekleri çok büyük ekonomik ve sosyal krizler içindedir. Türkiye'de de "KİT"ler olarak tanınan devlet eliyle yürütülen ekonomi teşekkülleri de liberalist bir ekonomi içinde olduğu halde, ayakta duramayacak kadar kötü durumda olduğundan, özelleştirilmek için her iktidarın programında yer almaktadır.

     Sosyalizmin çıkmazlarından birisi de sosyal nizamın kendi cinsinden olan kanunlarını inkâr etmesidir. Halbuki bütün sosyal olaylar gibi ekonomi olaylarında da determinizmin payını tamamen inkâr etmek doğru değildir. Bu sebeple, olaylar âleminde var olan düzeni istediğimiz gibi istediğimiz ilkelere (ekonomi ilkelerine) dayandırarak değiştirebileceğimizi iddia edemeyiz. Bu evrimi idare eden unsurları sadece ekonomik faaliyetlere ve üretime de bağlayamayız. Bütün diğer değerleri hiçe sayıp üretimin asıl öğesi olan "emek"i de tek değer olarak kabul edemeyiz. Çünkü sosyal hayatı sadece ekonomik ve maddi şartlar meydana getirmiyor. Bilindiği gibi, bunların yanında ruhî ve ahlâkî daha birçok sebepler sosyal olayları doğurur. Sosyalistler sosyal hayatta insanın bir takım maddi ihtiyaçları yanında, fikir ve inançlarının payı olduğu gerçeğini de unutmuş görünüyorlar.

     Buna karşılık ruhçu sosyalistler ise maddî ihtiyaçlar yanında fikir ve inançların, ruhî ve ahlâkî değerlerin insan hayatı için vazgeçilmez olduğu fikrini savunuyorlar. Aslında Sosyalist literatürde ruhçu Sosyalizm diye bir ayırım yoktur; ancak mistik sosyalizm (Hristiyan Sosyalizmi)'e bir benzerliği olması, yani İslâm dininin sosyal yanını anlatmak için asrımızın fikir adamlarından biri olan Nureddin Topçu "Ruhçu Sosyalizm" diye bir sosyalizmden bahseder. İşin gerçeği; her sosyal adaletsizliğe karşı her haykırış Sosyalizm değildir. Yalnız bir fikir adamının teorisini, yahut bir partinin programını Sosyalizm olarak tanımlamak da Sosyalizm kavramını çok daralttığı için, yanlıştır. Sonra İslâm dini sosyalist değil, sosyal adaletçidir.

     Sosyalizmin çıkmazlarından birisi de sosyal sınıfları kaldırmak istemesidir. Fakat Sosyalizmin ileri sürdüğü ilkeler bunu tek başına temin edecek güçte değildir. Bu sistem gerçekten işçinin refahını sağlayacak biçimde uygulanacak olsa; işçi, emeğinden ayırıp biriktirme yoluyla Kapitalist sınıfa geçebilir. Halbuki bunu önleyecek tek yol ruhî ve ahlâkî terbiyedir. Sosyalist sistemler ise herşeyden önce böyle bir ruhî ve ahlâkî terbiyeyi verecek ilkelerden yoksundur. Ayrıca uhrevî yaptırımı olmayan bir ekonomi ahlâkından yana olduğu için, dinî ahlâkın geliştirdiği kendini kontrol ve nefse hâkimiyetten de söz edilemez.

Çeşitli adaletsizlik ve zulümler karşısında kendisine çok büyük umutlar bağlanan Sosyalizm, ancak sıradan bir insan ömrü kadar yaşayabildi ve daha tam olarak şahsiyetini bile teşekkül ettiremeden her beşerî sistem gibi, o da tarihe mal oldu. Sosyalist sistemlerin yerine, ancak sosyal adaletçi nizamlar geçer de Bilimsel Sosyalizm gibi bütün kurumlarıyla işletilirse, işte o zaman ancak insanların mutlu olması beklenebilir. 

Şamil İslam Ansiklopedisi
Hüsameddin ERDEM

2 Aralık 2014 Salı

RİYAZÜS SALİHİN'DEN HADİS-İ ŞERİFLER / ✿ܓ✿ ♥ܓ \ ALLAH'IN KULLARINI KONTROL ve DENETİMİ - 1

RİYAZÜS SALİHİN
5) Allah’ın Kullarını Kontrol ve Denetimi - 1

     Bu bölümdeki beş ayet ve dokuz hadisten Allah’ın kullarını devamlı görüp gözetmekte olduğunu, nerede olursak olalım Allah’ın bizlerle beraber olduğunu, yerde ve gökte hiç birşeyin Allah’a gizli kalmayacağını her an Rabbimizin bizleri denetlemekte olduğunu, gözlerin sinsi bakışlarını ve kalplerin gizlediğini Allah’ın bildiğini, iman, islâm ve ihsan kelimelerinin tariflerini ve kıyametin alametlerinin neler olduğunu, her an Allah’a karşı sorumluluk bilinci üzere olunması gerektiğini, bir kötülüğün arkasından hemen iyilik yapılırsa o iyiliğin o kötülüğü silip süpürmüş olacağını, Allah rızasının her işin önünde tutulması gerektiğini, Allah dilerse insanların insanlara zararının dokunabileceğini, değilse hiç bir kimsenin zarar verme gücünün olmadığını, zaferin sabırla, sevincin üzüntüyle, kolaylığın zorlukla beraber olduğunu, Allah kullarının günah işlemesini istemediğini, her türlü nimetin Allah tarafından imtihan için verildiğini, Allah’ın kullarını denetiminin devamlı olduğunu, (ala tenli, kel, kör hikayesini) akıllı kişinin nefsine hakim olup ölüm sonrası için çalıştığını, aciz kişinin ise nefsine uyup kurtuluşu için Allah’tan dileklerde bulunup hayal kurduğunu, kişinin iyi müslüman olmasının kendisini ilgilendirmeyen şeylerden uzak durmasıyla mümkün olabileceğini öğreneceğiz. [1]
  • “O ki, gece namazına kalktığın zaman, seni görüyor. O’nun huzurunda saygıyla, yere kapananlar arasında yer aldığını da görmektedir.” (Şuarâ: 26/218-219)
  • “Nerede olursanız olun, O sizinle beraberdir.” (Hadîd: 57/4)
  • “Göklerde ve yerde hiçbir şey Allah’a gizli kalmaz.” (Âl-i İmrân: 3/5)
  • “Çünkü Rabbin her zaman gözetleyip durmaktadır.” (Fecr: 89/14)
  • “Çünkü Allah art niyetli bakışların ve kalplerin gizlediği düşüncenin farkındadır.” (Mü’min: 40/19)
61. Ömer İbnü’l–Hattâb radıyallahu anh şöyle dedi:
     Bir gün Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in huzurunda bulunduğumuz sırada, elbisesi beyaz mı beyaz, saçları siyah mı siyah, yoldan gelmiş bir hali olmayan ve içimizden kimsenin tanımadığı bir adam çıkageldi. Peygamber’in yanına sokuldu, önüne oturdu, dizlerini Peygamber’in dizlerine dayadı, ellerini (kendi) dizlerinin üstüne koydu ve:
     – Ey Muhammed, bana İslâm’ı anlat! dedi.
Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem:
     – “İslâm, Allah’tan başka ilah olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın resûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı (tastamam) vermen, ramazan orucunu (eksiksiz) tutman, yoluna güç yetirebilirsen Kâbe’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdu.
     Adam:
     – Doğru söyledin, dedi.
     Onun hem sorup hem de tasdik etmesi tuhafımıza gitti.
     Adam:
     – Şimdi de imanı anlat bana, dedi.
     Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem:
     – “Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine iman etmendir” buyurdu.
     Adam tekrar:
     – Doğru söyledin, diye tasdik etti ve,
     – Peki ihsan nedir, onu da anlat, dedi. Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem:
     – “İhsan, Allah’a onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdu.
     Adam yine:
     – Doğru söyledin dedi, sonra da:
     – Kıyâmet ne zaman kopacak? diye sordu.
     Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem:
     – “Kendisine soru yöneltilen, bu konuda sorandan daha bilgili değildir” cevabını verdi.
     Adam:
     – O halde alâmetlerini söyle, dedi.
     Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem:
     – “Annelerin, kendilerine câriye muamelesi yapacak çocuklar doğurması, yalın ayak, başı kabak, çıplak koyun çobanlarının, yüksek ve mükemmel binalarda birbirleriyle yarışmalarıdır” buyurdu.
     Adam, (sessizce) çekip gitti. Ben bir süre öylece kalakaldım. Daha sonra Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem:
     – “Ey Ömer, soru soran kişi kimdi, biliyor musun?” buyurdu. Ben:
     – Allah ve Resûlü bilir, dedim.
     Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem:
     – “O Cebrâil’di, size dininizi öğretmeye geldi” buyurdu. [2]

Açıklama: İman, İslâm, ihsan ve kıyamet denilen dinimizin dört direğinden bahseden bu hadîsi şerîfin “cariyenin hanım efendisini doğurması” cümlesi günümüzde çok görülen olaylardandır. Anne ve babaya koca herif ve koca karı ifadeleri; ahlakî yapıdaki bu çöküşün görüntüleridir. Ekonomik yapıda da yine çöküş devam etmekte olup bunun da görüntüsü lüks ve refah o kadar artacak ki; dünün fakirleri geçmişlerine bakmaksızın bina yapımında yarışa gireceklerdir. Günümüzde bunun da örneklerini memleketin her köşesinde görmek mümkündür.
 [3]

62. Ebû Zer Cündeb İbni Cünâde ve Ebû Abdurrahman Muâz İbni Cebel radıyallahu anhümâ’dan rivayet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
     “Nerede ve nasıl olursan ol, Allah’dan kork. Kötülük işlersen, hemen arkasından iyilik yap ki, o kötülüğü silip süpürsün. İnsanlarla güzel geçin!” [4]
Açıklama: Toplumun hangi kesiminden olursa olsun kişi daima okuyup, dinini öğrenmek durumunda olmalıdır. Yapacağı hataları öğrendiği iyiliklerle tamir etmeye çalışmalıdır. [5]

63. Abdullah İbni Abbas radıyallahu anhümâ’dan nakledildiğine göre şöyle demiştir:
     Bir gün Hz. Peygamber’in terkisinde bulunuyordum. Bana:
     “Yavrucuğum, sana bazı kaideler öğreteyim” dedi ve şöyle buyurdu: “Allah’ın buyruklarını gözet ki, Allah da seni gözetip korusun. Allah’ın (rızâsını) her işte önde tut, Allah’ı önünde bulursun. Bir şey isteyeceksen Allah’tan iste. Yardım dileyeceksen, Allah’tan dile! Ve bil ki, bütün bir ümmet toplanıp sana fayda temin etmeye çalışsalar, ancak Allah’ın senin için takdir ettiği faydayı temin edebilirler. Yine eğer bütün ümmet, sana zarar vermeye kalksalar, ancak Allah’ın senin hakkında takdir ettiği zararı verebilirler. Çünkü artık kaderi yazan kalem yazmaz olmuş, yazıları değişmeyecek şekilde kesinleşmiştir. (Bundan sonra takdirde herhangi bir değişiklik söz konusu değildir.) [6]

Dipnotlar:
[1] Abdullah Parlıyan, Açıklamalı Tam Riyazu’s-Salihin Tercümesi: 29.
[2] Müslim, Îmân 1, 5. Ayrıca bk. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16; Nesâi, Mevâkît 6; İbni Mâce, Mukaddime, 9.
[3] Abdullah Parlıyan, Açıklamalı Tam Riyazu’s-Salihin Tercümesi: 30.
[4] Tirmizî, Birr 55.
[5] Abdullah Parlıyan, Açıklamalı Tam Riyazu’s-Salihin Tercümesi: 30.
[6] Tirmizî, Kıyâmet 59.

27 Kasım 2014 Perşembe

BİNLERCE KARDEŞİM VAR Projesi, Kasım-Aralık 2014 Etkinlikleri

BU AYIN PROGRAMLARI
Her bir program 09.00 da kahvaltı ile başlıyor.
Araştırmacı-yazar Özlem NAS hanımefendinin;
Avuçlarımız Yanıyor..!
O Yangını Sönürmeliyiz...
Yaşadığımız Çağı Müslümanı mıyız..?
Kuran'ı Kerim Işığında Bir Değerlendirme...
Konulu sunumu ile devam ediyor.
             

26 Kasım 2014 Çarşamba

TEFSİR DERSLERİ / ✿ܓ✿ ♥ܓ \ Bakara Sûresi'nin 21. ve 22. Ayet-i Kerimeleri'nin Tefsiri

TEFSİR DERSLERİ
Bakara Sûresi'nin
21. ve 22. Ayeti Kerimelerinin Tefsiri
Rahmân ve Rahîm olan Allah´ın adıyla


     Ayet
     Ey insanlar! Sizi ve sizden öncekileri yaratan Rabbinize ibadet edin ki, Allah'a karşı gelmekten sakınasınız. ﴾21﴿
     Tefsir
     Bundan önceki âyetlerde iman bakımından insanlar “mümin, kâfir, münafık” olarak çeşitlendirilmiş, her bir grubun özellikleri açıklanmıştı. Bu âyette inanç durumları ne olursa olsun bütün insanlara hitap edilerek hepsi birden Allah’a kul olmaya davet edilmekte ve bu çağrı İslâm’ın şu özelliklerini ortaya koymaktadır:
a) Bu ilâhî çağrı (İslâm) din, dil, ırk, bölge, sınıf... farkı gözetmeksizin bütün insanlığa yöneltilmiştir.
b) Bu çağrıya muhatap olmak ve Allah kulluğuna kabul edilmek için bir ön şart yoktur. Daha önce neler yapmış, ne kadar büyük suç ve günah işlemiş olursa olsun bir kimse gönülden benimseyerek “Allah’tan başka ilâh yoktur ve Muhammed O’nun elçisidir” dediği anda müslüman olmuş, Allah’a kulluğa ilk adımı atmış, geçmiş günahlarını silmiş olur.
c) Kulluk edilecek varlığın yaratılmamış (varlığı zorunlu, kendinden, ebedî ve ezelî), yaratıcı ve eşyaya özelliklerini verici olması gerekir. Bu vasıfları taşıyan tek varlık kâinatın yaratıcısı ve Rabbi olan Allah Teâlâ’dır. Bu sebeple O’ndan başkasına kulluk edilemez.
d) Yukarıda verilen meâle göre “Allah’a kul olma” emri ile takvâ (sakınma) arasında bir sebep-sonuç ilişkisi kurulmuştur. Allah’a kulluk etmenin (İslâm’a özgü iman, ibadet, ahlâk ve diğer amellerin) hâsıl edeceği sonuç takvâdır. 
     Sakınma kavramı, sakınılacak alan ve varlık ile sakınma iradesini gerektirir; bu da İslâm’ın tasarladığı insanın resmini çizer: Müslüman insan her istediğini yapmayan, önce durup düşünen, belli değer ölçüleri ve sınırlara göre ölçüp biçen, bu ölçülere uygun düşmediği takdirde nefsinin isteklerini ve arzularını frenleyen; akıllı, imanlı, iradeli varlıktır.
     Allah’a kulluk olmadan sakınma (takvâ) gerçekleşemez, sakınma olmadan da kâmil insan olunamaz. Âyeti, “Sizi ve sizden öncekileri sakınsınlar diye yaratan Allah’a kulluk edin” şeklinde çevirmek de mümkündür. Buna göre de takvâ ile kulluk birbirini tamamlayan, biri bulunmadan diğeri bulunmayan, her ikisi bir bütün olarak yaratılışın amacını teşkil eden iki kavram olarak ortaya çıkmış olur; yani insanlar Allah’a kulluk edince yaratılış amaçlarını teşkil eden takvâyı gerçekleştirmiş, bunu gerçekleştirince de kulluğu yerine getirmiş olurlar (ayrıca bk. Bakara 2/197).

     Ayet
     O, yeri sizin için döşek, göğü de bina yapan, gökten su indirip onunla size rızık olarak çeşitli ürünler çıkarandır. Öyleyse siz de bile bile Allah'a ortaklar koşmayın. ﴾22﴿
     Tefsir
     Allah Teâlâ kullarını yaratıp kendi hallerine bırakmamış; onların yaratılış amaçlarına doğru ilerleyebilmeleri için maddî ve mânevî ihtiyaçlarını karşılamış; yani bunları karşılayacak bir kâinat düzeni kurmuş, “kayyûm” isminin tecellisi olarak da bir an bile ihmal etmeksizin bu düzeni korumuş, yürütmüş ve gözetmiştir. Yeryüzünü insanların burada oturmalarına, istirahat etmelerine, huzur bulmalarına ve üretim yapmalarına uygun kılmıştır. Yerkürenin her noktasından yukarıya doğru bakıldığında görülen ve görülemeyen bütün uzaklıkların ve yaratılmış varlıkların bir kısmı “sema”dır (bk. 29. âyetin tefsiri). Uzayda sağlam, ince, dengeli ve hikmetli bir düzen ve yapı oluşturulmuştur. Bu yapı hem dengeyi hem de dünyadakilerin gök cisimlerinden, gökte olup bitenlerden zarar görmemelerini sağlamaktadır. İnsanlara verilen bilgi edinme ve bilgiden yeni bilgilere ulaşma kabiliyeti doğru kullanıldığı takdirde yaratıcı Allah’ın varlık ve birliğine kolayca ulaşmak mümkündür. Kuvve halinde (potansiyel olarak) insanda mevcut olan bu bilgiye rağmen onun, Allah’a ortak koşması, O’nu bırakıp başka varlıklara tapınması veya itaat etmesi veya her şeyin kendiliğinden ve bir tesadüf sonucu oluştuğuna inanması “bile bile şirk koşmak ve inkâr etmek” sayılmaktadır. Çünkü bu inanç ve anlayış (inkâr ve şirk) insanın fıtrat ve tabiatına (potansiyel bilgisine) ters düşmektedir.

24 Kasım 2014 Pazartesi

KELİMELER - KAVRAMLAR ✿ܓ✿ ♥ܓ SOSYAL DAYANIŞMA

KELİMELER - KAVRAMLAR
SOSYAL DAYANIŞMA

     Bir toplum içerisinde yaşayan insanların aralarındaki yakınlaştırıcı bağları ve karşılıklı yardım veya işbirliği ile ilgili durumlarını gösteren bir oluşum.

     Genel olarak insanlar, bir arada yaşamak ihtiyacındadırlar. Bu husus psikolojik bir ihtiyaçtan olduğu kadar, sosyal ve iktisadî bir gereklilikten de kaynaklanmaktadır. Bundan dolayı fertler kendi çevrelerinde öyle bir düzen bulmalılar ki; bu düzen, onların kendi aralarındaki ilişkileri en iyi şekilde kuracak esaslara sahip bulunsun. İşte tarih içerisinde çeşitli milletler, farklı din, ideoloji ve sistemleri bu tür istek ve ihtiyaçlarını tatmin edebilmek gayesi ile benimsemişlerdir.

     Sistemler arasındaki farklılığa bir göz atacak olursak, herbirinin insana bakışının ve onu değerlendirişinin değişik dozajda olduğunu görürüz. Meselâ Kapitalizm; kendi sistemi içerisinde ferdi ön plâna çıkarıp, toplumun menfaatinden ileri görmektedir. Sistemin siyasî ve iktisadî temeli, ferdiyetçi bir özelliğe bürünmekte ve fert, sınırsız bir hürriyet içinde hareket etmektedir. Komünizm veya Sosyalizmde ise, toplumcu bir bakış açısı öne sürülürken, ne fert ne de toplum, serbest bir seçim yapamamaktadır. Söz; toplum adına "belirli bir yönetici zümre"nin elinde olmaktadır.

     Başta bu iki ideoloji olmak üzere, insan aklının bulduğu her ideoloji; sosyal 
dayanışma konusunda bazı isabetli kaideler tesbit ederken, bir çok yönleri göremeyerek eksik bir sistem ortaya koymuş; bunların dışında, hayatın faydalı ve huzurlu bir şekil almasında en büyük rolü üstlenen insanın düşünce ve davranışlarına uygun bir ölçü bulamamışlardır. Çünkü sosyal dayanışmanın bir toplumda oluşabilmesi için, öncelikle fertlerin diğerlerine karşı iyi niyet ve samimi bir hisle yaklaşması gerekmektedir. Genelde şahsî ihtiras ve arzuların kontrolüne giren insanoğlunun ruh ve karakterinin olgunlaştırılması, ancak onun fıtrî özelliklerinin bilinmesi ile gerçekleşebilir. Bu konuda İslâm, Allah'ın kendi yaratmış olduğu kuluna ait hayat prensiplerini içinde bulunduran ve böylece diğerlerinden farklı olan bir "hayat tarzı" ortaya koymuştur.

     "İslâm, ferdî hürriyeti en güzel şekilleriyle, insanî eşitliği en ince yönleriyle tanır. Fakat bu hürriyet ve eşitliği gelişigüzel kullanmaz. Toplumun değeri ne ise o derece hesaba katılır; insanilik ise gerektiği gibi değerlendirilir. Bu sebeple ferdi hürriyetin karşısına ferdi mesuliyetleri koyar. Bununla birlikte kişi ve toplumu içine alan sorumluluk ve yükümlülükleri de toplumâ yükletir. İslâm bütün şekil ve yönleriyle sosyal dayanışmayı ortaya koymaktadır. İslâma göre kişi ile kendisi, kişi ile yakın akrabası, kişi ile toplum, belirli toplum ile diğer toplumlar, belirli bir nesil ile ardarda gelen diğer nesiller arasında dayanışma sözkonusudur.

     Bir hadislerinde Hz. Peygamber (s.a.s) toplumun adalet, hayır ve güvenliğe ulaştırılması konusunda bütün müslümanların omuzlarına yüklenen ortak sosyal sorumluluğu tasvir etmekte ve şöyle buyurmaktadır: "Allahın koyduğu sınırlara riayet edenlerle etmeyenlerin durumu şuna benzer: Bir topluluk gemi ile yolculuğa çıkmış ve kura neticesinde bazılarına geminin alt kısmı, diğerlerine de üst kısmı düşmüştür. Alt kısımdakiler su almak istediklerinde üst kısımdakilerin yanlarından geçmekte ve kendi kendilerine "Biz kendi nasibimize düşen bu kısımdan denize açılan bir delik açsak da üstümüzdekileri rahatsız etmesek!" derler. Bu durumda eğer üst kısımdakiler onları kendi hallerine bırakırlar ve istediklerini yapmalarına imkân verirlerse, hepsi helâk olur. Ama mani olurlarsa hem kendileri hem diğerleri kurtulmuş olur" (Buhari ve Müslim).

     Bu yüzdendir ki Peygamberimiz (s.a.s), "Mü'min, mü'min için bir kısmı öbür kısmını güçlendiren bina gibidir" der (Buhari ve Müslim). Bu açıdan hareketle, sosyal yapının uğradığı herhangi bir bozukluk, bütün İslâm toplumunun gidişatında mevcut bir tehlikenin belirtisi olacaktır. Eğer bu bozukluğu giderirlerse kurtulacaklar; aksi halde sosyal yapı çözülecek, gemi, içindekilerle birlikte batacaktır.

     Bu sosyal bütünleşme meselesi, bizi İslâm'da sosyal adaletin en önemli meselelerinden birine götürür ki; bu, devletin yerine getirilmesini istediği veya toplumun gönüllü ve isteyerek ortaya koyduğu "sosyal dayanışma" prensibidir. Devlet ve toplumun arkasında Hz. Peygamberin Mekke ve Medine'de geçirdiği yaşantısı boyunca ortaya koyduğu pek çok hadis ve değer ölçüsü bulunmaktadır (İmadüddin Halil, Sosyal Adalet Üzerine, İstanbul 1987, s. 77).

     Bütün anlam ve kapsamı ile sosyal dayanışma; toplumdaki her ferdin, kendi üzerinde topluma karşı yerine getirilmesi gerekli olan bir takım görev ve sorumlulukların bulunduğunu hissetmesi demektir. Eğer onlar, bu görev ve sorumlulukların yerine getirilmesinde ihmâlci ve sorumsuz davranışlarda bulunurlarsa, toplum da binaların çöktüğü gibi kendilerinin ve başkalarının üzerine çökebilir. Toplumun fert üzerine olduğu gibi, ferdin de toplumda hakkı vardır. Toplum, her hak sahibinin hakkını tam olarak azaltmadan ve geciktirmeden vermeli, zayıfların ihtiyaçlarını gidermeli ve muhtaçların dertlerini dindirmelidir. Eğer bunlar olmazsa, toplum bünyesini bir binanın tuğlaları gibi ören fertler, birbirlerine düşerler. İşte bundan sonra çöküş ve yıkılış, kaçınılması imkânsız bir sonuç olarak karşımıza dikilir.

     İslâm, faziletli bir toplumun doğması için "kötülüklerden uzaklaştırıp, iyilikle emretmeyi" teşvik etmiştir. Buna dayanarak sapıkların sapıklıklarına son vermeleri, iyilerin de doğru yollarında yürümelerine devam etmeleri için genel irşadı gerekli kılmıştır. Allah bu konuda müslümanların sorumluluğuna şöyle işaret eder:
     "Siz insanlar için çıkarılmış en hayırlı bir ümmetsiniz. İyiliği emreder, kötülükten vazgeçirmeye çalışırsınız. (Çünkü) Allaha inanıyorsunuz" (Âlu İmran, 3/51).

     Kötülükler bütün dehşetiyle başını alıp giderken toplum buna seyirci kalır ve herhangi bir direnme göstermezse, topyekûn günahkâr olur. Bu da sorumsuzluğun cezasını bütün halkın çekeceğine dair bir işarettir. Kur'an-ı Kerim, İsrailoğullarını, aralarındaki kötü kimseleri gittikleri fena yoldan alıkoymayarak kendi fenalıkları ile başbaşa bıraktıkları, dolayısiyle toplumu ifsad ettikleri için suçlu saymaktadır.

     İslâm'da ibadetler nefisleri ıslah etmek, eşitlik duygusu ve içinde zulmün barınamayacağı birlik ve beraberlik şuurunu terbiye etmek için emredilmiştir. Hac, sosyal bir tanışma; zekât, zenginlerin mallarından fakirlere geçen sosyal bir yardımlaşmadır. İslâm, günahların keffâretini de sosyal dayanışmaya bir vesile kılmıştır. Mesela Ramazanda oruç bozan bir kimse, ya bir köle azad eder, ya altmış gün oruç tutar, ya da altmış fakir doyurur.

     İslâm dini, toplumdaki sosyal dayanışmayı belirli kuru söz ve sloganlarla ifade edip bırakmamıştır. Dini emirler, öncelikle kalplerin ıslah ve tezkiyesi gayesine yönelmiştir. Salih ve doğru istikamete yönelen kalpler, sosyal davranışları güzelleştirir. Ruhi ve kalbî ilişkiler üzerine oturmamış bir sosyal dayanışmada gerçeklik yoktur.

     Aile müessesesi, sosyal dayanışmanın en önemli unsurudur. Çünkü toplum yapısının ilk temel taşıdır. Aile, insan fıtratında var olan değişmez eğilimler, merhamet ve sevgi duyguları, ihtiyaç ve maslahatın gerekleri üzerinde kurulur.

     İslamın getirdiği miras düzeni, aynı ailenin fertleri arasında ve biribirini izleyen nesiller arasında bir yardımlaşma bulunduğunun açık bir delilidir. Üstelik bu düzen, toplumu rahatsız edecek şekilde büyümesini önlemek amacıyla servetin parçalanmasını sağlayan yollardan bir tanesidir.

     Müslüman toplum, Allah tarafından iyi ve güzel olan her konuda yardımlaşma ve dayanışma içerisine girmekle emredilmiştir: "İyilik etmek, fenalıktan sakınmak hususunda birbirinizle yardımlaşın. Günah işlemek ve haddi aşmak üzere yardımlaşmayın" (el-Maide, 5/2).

     Elbette ki iyilikler ve fenalıklar Allah'ın çizdiği hudutlar dahilindedir. Hadler ise, yine Cenabı Hakk'ın tayin ettiği ölçülerdir.

     Sonuç olarak; sosyal dayanışma, ancak, kötü yönlerini ortadan kaldırmış fert ve toplumların birbirlerine sevgi ve merhametle yaklaşmalarıyla gerçekleşecek bir husustur. Bu özellikler olmadığı takdirde, toplumda fertler birbirlerini sömürecek ve sonunda çatışma ve mücadele başlayacaktır. Halbuki sosyal dayanışma, problemlerin ortadan kalktıktan sonra huzurlu ve sakin bir toplumda ortaya çıkacak çok yönlü iyi ilişkilerin bir sonucudur.


ŞAMİL İSLAM ANSİKLOPEDİSİ
Sami ŞENER

21 Kasım 2014 Cuma

İŞ İLANLARI

İ Ş   İ L A N L A R I


1) Merkezi İstanbul'da olan www.ozkardeslermakina.com firmasına Muhasebe personeli alınacak...
     Aranan Şartlar:
  • ETA bilen,
  • 30 yaş altı,
  • Muhasebe ve banka işlerini yürütebilecek bay personel alınacaktır... 
     Verilecek İmkanlar:
  • 1.400 TL. Maaş (yaş, eğitim, aile durumu ve tecrübeye göre daha yüksek olabilir, memnun kalınır anlaşılırsa birkaç ay sonra da artacaktır),
  • Yemek,
  • Sigorta,
  • Ulaşım.
     İş Başvurusu İçin:
bilal@ozkardeslermakina.com
adresine cv. veya detaylı tanıtım sayfası gönderin...



2) Merkezi, İstanbul-Üsküdar ilçesinde bulunan bir derneğin 2 ayrı birimine, 2 bayan personel alınacak...
İstanbul - Üsküdar İlçesi Bulgurlu Mahallesinde bulunan ve
yaklaşık 6 yıldır faaliyette olan
MUTLU AİLE MUTLU ÇOCUK
EĞİTİM KÜLTÜR ve YARDIMLAŞMA DERNEĞİ'ne

  • Sekreter (1 kişi, bayan)
  • Gençlik Koordinatörü (1 kişi, bayan) alınacak.
     Sekreterde Aranan Özellikler ve Verilecek İmkanlar
  • Bilgisayar Kullanabilen (İnternet, Mail, Word, Excel, PowerPoint vs.)
  • En az lise mezunu
  • 23 - 35 yaş aralığında
  • Anadolu Yakasında ve en fazla 1 otobüs-minübüs ile gidilebilecek uzaklıkta ikamet eden
  • Sabah 09.00, Akşam 18.00 (Pazar hariç hergün çalışacak, haftada 1-2 gün 19.00 da çıkılabilecek.)
  • 1000 TL. Maaş (başlangıçta böyle, birkaç aylık deneme süresinden sonra artacaktır) + Yemek
     Gençlik Koordinatöründe Aranan Özellikler ve Verilecek İmkanlar
  • Herhangi bir Üniversitenin, herhangi bir bölümünden mezun olmuş
  • 23 - 35 yaş aralığında
  • Şehir dışı gezileri için engeli olmayan
  • Organizatörlük-Yöneticilik yapabilen
  • Anadolu Yakasında ve en fazla 1 otobüs-minübüs ile gidilebilecek uzaklıkta ikamet eden
  • Sabah 09.00, Akşam 18.00 (Pazar hariç hergün çalışacak, haftada 1-2 gün 19.00 da çıkılabilecek.)
  • 1300 TL. Maaş (başlangıçta böyle, birkaç aylık deneme süresinden sonra artacaktır) + SGK + Yemek
     İletişim Bilgileri
MUTLU AİLE MUTLU ÇOCUK
Eğitim Kültür ve Yardımlaşma Derneği
Bulgurlu Mah. Aşağı Bulgurlu Cad.
Üçler İş Merkezi No:132 / 2
Üsküdar İSTANBUL
Telefon: 0216 443 91 86
Fax: 0216 443 91 87

     İş Başvurusu İçin E-mail Adresi:
İş başvurusunda bulunmak isteyenler
lütfen yukarıdaki mail adresine cv. lerini göndersinler.
Değerlendirilip, uygun görülenler görüşmeye davet edilecekler...


3) Merkezi, İstanbul-Üsküdar ilçesinde bulunan bir yayınevine 1 bayan personel alınacak...

     Aranan Şartlar:
  • Deneyim sahibi
  • Bilgisayar ve ofis programlarını kullanabilen (Word, Excel vb.)
  • İnsan ilişkilerinde başarılı
  • İkna kabiliyeti yüksek
  • İyi iletişim ve sunum becerilerine sahip
  • Esnek çalışma saatlerine uyum sağlayabilecek
  • 25-40 yaş arası, üniversite mezunu
     Verilen İmkanlar:
  • Ücret 1.500 TL. (2 aylık bir deneme süresi sonrası değerlendirme yapılacaktır.)
  • Yemek
  • SGK
  • Ulaşım
Bu ilana iş başvurusu yapmak isteyenler,
aşağıdaki mail adresimize;
mailin konusuna YAYINEVİNE İŞ BAŞVURUSU yazarak
CV. göndersinler...
mgilanlar@hotmail.com



Not: Bu sayfada yayında olan ilanlarımız geçerlidir, personel alımı olduğu zaman yayından kaldırılır.)

20 Kasım 2014 Perşembe

RİYAZÜS SALİHİN'DEN HADİS-İ ŞERİFLER / ✿ܓ✿ ♥ܓ \ SIDK (Doğru Sözlülük)

RİYAZÜS SALİHİN
4) Sıdk (Doğru Sözlülük)

     Bu bölümdeki üç Ayet-i Kerime ve altı Hadis-i Şerif'den; doğru sözlü olmanın gerekliliğini, doğrulara verilecek mükafat ve bağışlanmayı, doğruluğun iyiliğe, iyiliğin de cennete götüreceğini, yalanın da yoldan çıkmaya sebeb olacağı sonucunda da cehenneme götüreceğini, müslümanın şüpheli şeylerden uzak durması gerektiğini, tüm peygamberlerin ümmetlerine doğruluğu emrettiklerini, bütün kalbiyle şehid olmayı isteyen kişinin yatağında ölse bile şehidler mertebesine ulaşacağını, ganimetin önceki peygamberlere helal olmayıp sadece bizim peygamberimiz (sav)’e ve biz ümmetine helal olduğunu, alışverişte malın vasıflarını ve paranın ödeme durumlarını doğruca söyleyenlerin alışverişlerinin bereketli olacağını, değilse bereketin kalmayacağını öğreneceğiz. [1]
  • “Ey iman edenler! Yolunuzu Allah’ın kitabıyla bulmaya çalışın; doğrulardan olun ve hem de doğrularla beraber olun.” (Tevbe: 9/119)
  • “Gerçek şu ki, Allah’a teslim olmuş bütün erkekler ve kadınlar, inanan bütün erkekler ve kadınlar, kendini ibadet ve taata vermiş erkekler ve kadınlar, niyet ve davranışlarında doğru ve samimi olan erkekler ve kadınlar, sıkıntılara göğüs geren erkekler ve kadınlar, gönülden saygı ile Allah’tan korkan erkekler ve kadınlar, sadaka veren erkekler ve kadınlar, nefislerini kontrol edip herşeyden kaçınarak oruç tutan erkekler ve kadınlar, iffet ve namuslarını koruyan erkekler ve kadınlar, Allah’ı durmaksızın çokça anan erkekler ve kadınlar var ya; işte Allah onlara bağışlanma ve büyük bir mükafat hazırlamıştır.” (Ahzâb: 33/35)
  • (Onların vazifesi) Allah’ın çağrısına uymak (Allah'a itaat etmek) ve güzel söz söylemektir. İş ciddiye bindiği zaman, cihad işlerinde Allah’a karşı verdikleri sözde dursalardı, elbette kendileri için daha iyi olurdu.” (Muhammed: 47/21)
55. Abdullah İbni Mes’ud radıyallahu anh’den rivâyet edildiğine göre Nebî sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
     “Şüphesiz ki sözde ve işde doğruluk, hayra ve üstün iyiliğe yöneltir. İyilik de cennete iletir. Kişi doğru söyleye söyleye Allah katında sıddîk (doğrucu) diye kaydedilir. Yalancılık, yoldan çıkmaya (fücûr) sürükler. Fücûr da cehenneme götürür. Kişi yalancılığı meslek edinince Allah katında çok yalancı (kezzâb) diye yazılır.” [2]

     * Müslüman hayatı boyunca hata edebilir, yanılabilir, şeytana uyabilir, günah işleyebilir ama asla yalancı olamaz. Her işinde ve her hareketinde doğru ve dürüsttür, yalana asla bulaşmaz. Pek çok kötülüklere sebebiyet verecek yalan sözlülük müslümana yakışmaz, dürüstlük kişiyi cennete götüren amellerden biridir. Yalancılık ise; her türlü kötülüğün başı olup, sonu cehennemdir. Allah’ı, Allah’tan geleni ve peygamberi tasdik etmek anlamında sadık ve sıddîkla alakalı olarak: (Âl-i İmrân: 3/17; Mâide: 5/119; Tevbe: 9/119; İsra: 17/80; Meryem: 19/41, 56; Zümer: 39/33; Hadîd: 57/19; Leyl: 92/6) ayetlerine bakılabilir. [3]

56. Ebû Muhammed Hasan İbni Ali İbni Ebû Tâlib radıyallahu anhümâ şöyle dedi:
     Ben Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’den:
     “Şüpheliyi bırak, şüphe vermeyene bak. Zira gönül; (sözde ve işde) doğrudan huzur, yalandan kuşku duyar” buyurduğunu belledim. [4]

     * Peygamber (s.a.v) efendimiz hicretin 6. ve 7. yıllarında komşu hükümdarlara birer mektup gönderek onları İslâm’a davet etmişti. Bizans Kralı Herakliyus’a da, Dıhye ibn Halîfetü’l-Kelbî ile bir mektup göndermişti. Kral mektubu alınca durumu tetkik için Mekke’li kimi bulursanız yanıma getirin diye emir vermişti. O günlerde henüz müslüman olmamış olan Ebû Süfyân başkanlığında otuz kişilik bir kafile ticaret maksadıyla Şam’a giderken Gazze’ye uğramışlardı. Kralın adamları bunları alıp Kudüs’teki imparatorun huzuruna çıkarmışlardı. Buhârî (Bed’ül Vahy 6) da geçtiğine göre, Kral ile Ebû Süfyân arasında pek uzun konuşmalar geçmiştir. Bu hadiste sadece ilgili bölüm aktarılmıştır. Hadisin bu bölümünde henüz iman etmemiş, fakat yanındaki arkadaşlarından korkması dolayısıyla doğruyu söylediğini hatırlatan Ebû Süfyân’ın doğruluğu için bu hadis buraya alınmıştır. [5]

57. Ebû Süfyân Sahr İbni Harb radıyallahu anh, Bizans Kralı Herakliyus ile aralarında geçen uzun konuşmayı naklederken şöyle dedi:
     Herakliyus:
– O (peygamber olduğunu söyleyen) adam size neleri emrediyor? diye sordu. Ben de:
– Sadece Allah’a kulluk ediniz, O’na hiç bir şeyi ortak koşmayınız. Atalarınızın iman ettiklerini söyledikleri şeyleri terkediniz, diyor ve bize namaz kılmayı, sözde ve işde doğruluğu, iffetli yaşamayı ve akraba ile ilgilenmeyi emrediyor, dedim. [6]

58. Ebû Sâbit, Ebû Saîd ve Ebû Velîd künyeleriyle tanınan ve Bedir mücâhidlerinden olan Sehl İbni Huneyf radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre Nebî sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
     “Bütün kalbiyle şehid olmayı isteyen kişiyi, Allah; yatağında ölse bile şehidler mertebesine ulaştırır.” [7]

59. Ebû Hüreyre radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
     “Allah’ın salât ve selâmı üzerlerine olsun, önceki peygamberlerden biri düşmanla savaşmaya (cihada) çıktı. (Hareketinden önce) ümmetine şöyle seslendi:
– Bir hanımla evlenmiş olup onunla henüz gerdeğe girmemiş olan, yaptığı evin henüz çatısını çatmamış olan, gebe koyun veya deve alıp yavrulamasını bekleyen kimse peşime düşmesin! Bu sözleri söyledikten sonra yola çıktı. İkindi sularında (düşman) yurduna vardı.

     Güneşe hitâben:
– Sen de ben de emir kuluyuz dedi; sonra:
     Allah’ım onun batmasını geciktir, diye dua etti. Bunun üzerine orayı fethedinceye kadar güneşin batması geciktirildi. (Nihayet) ganimetler bir araya getirildi. Onları yakmak için gökten ateş indi fakat yakmadı.
     Bunun üzerine Peygamber:
– İçinizde ganimetten mal aşırmış olanlar var. Haydi her kabileden bir temsilci benimle tokalaşıp bîat etsin! dedi. Tokalaşma esnasında bir kişinin eli peygamberin eline yapıştı. O zaman Peygamber:
– İhânet eden sizdedir. Derhal senin kabilene mensup kişiler gelip bana bîat etsinler! dedi.
     Bîat esnasında iki ya da üç kişinin eli peygamberin eline yapıştı. Bu defa onlara:
– Aşırılmış olan mal sizde! dedi.
     Adamlar, sığır kafasına benzer altından yapılmış bir baş getirdiler. Peygamber onu öteki ganimetlerin içine koydu. Ateş de hepsini yaktı, kül etti. Zira ganimet bizden önce hiç bir peygamber (ve ümmetin)e helâl değildi. Allah Teâlâ zaaf ve aczimizi bildiği için onu bize helâl kıldı.” [8]

60. Ebû Hâlid Hakîm İbni Hizâm radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
     “Satıcı ve alıcı (söz kesip) pazarlığı bitirdikten sonra birbirlerinden ayrılmadıkça alış–verişi bozup bozmamakta serbesttirler. Eğer onların her biri karşılıklı olarak doğru söyler (mal ile paranın durumunu olduğu gibi) açıklar ise, alış–verişleri bereketli olur. Yok eğer gizler ve yalan beyânda bulunurlarsa, alış–verişlerinin bereketi kalmaz.” [9]

Dipnotlar
[1] Abdullah Parlıyan, Açıklamalı Tam Riyazu’s-Salihin Tercümesi: 27.
[2] Buhâri, Edeb 69; Müslim, Birr 103–105. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Edeb 80; Tirmizi, Birr 46; İbni Mâce, Mukaddime 7; Duâ 5. Bu hadis ileride 1543 numarada tekrar gelecektir.
[3] Abdullah Parlıyan, Açıklamalı Tam Riyazu’s-Salihin Tercümesi: 27.
[4] Tirmizî, Kıyâmet 60. İleride 593 numarada tekrar gelecek olan bu hadisin açıklaması orada verilecektir.
[5] Abdullah Parlıyan, Açıklamalı Tam Riyazu’s-Salihin Tercümesi: 28.
[6] Buhârî, Bed’u’l–vahy 6, Salât 1, Sadakât 28; Müslim, Cihâd 74. Bu hadis ileride 329 numarada tekrar gelecek.
[7] Müslim, İmâre 157. Ayrıca bk. İbni Mâce, Cihâd 15. Bu hadis ileride 1322 numarada gelecek olup gerekli açıklama orada verilecektir.
[8] Buhârî, Humus 8; Müslim, Cihâd 32.
[9] Buhârî, Büyû’ 19, 22, 44, 46; Müslim, Büyû’ 47. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Büyû’ 1; Tirmizî, Büyû’ 6, 26; Nesâî, Büyû’ 4, 8, 11.

16 Kasım 2014 Pazar

TEFSİR DERSLERİ / ✿ܓ✿ ♥ܓ \ Bakara Sûresi'nin 6. ile 20. Ayet-i Kerimeleri'nin Arasının Tefsiri

TEFSİR DERSLERİ
Bakara Sûresi'nin 6 Ayet-i Kerimesi'nden
20. Ayeti Kerimesi'ne Kadar Olan Bölümün Tefsiri
Rahmân ve Rahîm olan Allah´ın adıyla
     Ayet
     Küfre saplananlara gelince, onları uyarsan da, uyarmasan da, onlar için birdir, inanmazlar. ﴾6﴿
     Tefsir
     Küfür (küfr) kelimesinin lugat mânası “örtme”dir, kâfir de “örten” demektir. Ektiği tohumun üzerini toprakla örttüğünden dolayı çiftçi için de kâfir kelimesi kullanılmıştır. Din dilinde küfür, “hak dinin getirdiği gerçekleri kabul etmemek, onların üstünü örtmek, yok saymak”tır. Dilimizdeki “inkâr etmek” tabiri bu mânaya, diğer kelimelerden daha uygun düşmektedir. Ayrıca Türkçe’de küfür kelimesi terim anlamı yanında “sövme, hakaret etme” mânasına da geldiği için gerek burada gerekse meâl ve tefsirin diğer yerlerinde çoğunlukla “küfür” yerine “inkâr”, “kâfir” yerine de “inkârcı” veya “inkâr eden” kelimeleri tercih edildi.
     Fâtiha sûresinde doğru yolda olanlar, doğru yoldan sapanlar ve Allah’ın gazabına uğrayanlardan söz edilmişti. Bakara sûresinin ilk âyetlerinde doğru yolda olanların (müttaki müminler) en önemli özellikleri dile getirildi. Bu âyetlerden itibaren de doğru yoldan sapanların, Allah’ın gazabına uğrayanların ahlâk ve tutumlarıyla âkıbetleri anlatılıyor. Âyetin niteliklerini verdiği “inkâr edenler”, hak din karşısındaki olumsuz düşüncelerini ve tutumlarını gizlemeyen, tercihlerini açıkça inançsızlık ve red yönünde kullanan, zaman geçtikçe inkârcılıkla şartlanan, başka düşüncelere ve inançlara (bu arada hak dine) kulaklarını, göz ve gönüllerini kapayan kimselerdir. Kulakları, dikkat ve idrakleri ilâhî irşada kapalı olan inkârcılara nasihat ve uyarının fayda vermeyeceği, uyarıların ancak gerçeği arayan ve Allah kelâmını dinleyenler üzerinde etkili olacağı açıktır. Hz. Peygamber inkârcılarla çok meşgul olmuş, onların iman ehline katılmalarını istemiş, gayretlerinin fayda vermediğini gördükçe de üzülmüştür. Bu sebeple Allah Teâlâ zaman zaman peygamberine iman-küfür gerçeğini anlatarak onu teselli ve teskin edip âdeta şöyle demiştir: “Habîbim! Bütün gayretlerine rağmen onların inkârdan vazgeçip imana gelmemelerinin kusuru sende ve tebliğ ettiğin dinde değildir, kusur kendi irade ve tercihleriyle inkârlarında ısrar eden, kulaklarını hak söze kapalı tutanlardadır. Sen ne kadar uğraşırsan uğraş böyle kâfirler iman etmeyeceklerdir.”

     Ayet
     Allah, onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir. Gözleri üzerinde de bir perde vardır. Onlar için büyük bir azap vardır. ﴾7﴿
     Tefsir
     Kur’ân-ı Kerîm’de insanların doğru yoldan sapmaları (dalâlet) veya doğru yolu bulmaları (hidayet), iyilik veya kötülük yapmaları, bunlardan birini tercih etmeleri (irade, meşîet); hakikate his, düşünce ve idrak kapılarını kapamaları (mühürleme, perdeleme) sonucunu doğuran fiiller birçok âyette Allah’a nisbet edilmekte, Allah’ın onlara böyle yaptığı, yaptırdığı ifade edilmektedir. Allah Teâlâ ilim, hikmet ve adalet sahibi olduğuna göre hem kullarına, onların irade ve etkileri olmadan günah işletmesi, onları doğru yoldan saptırması, kalplerini mühürlemesi hem de bunlardan dolayı kullarını ayıplaması, cezalandırması düşünülemez. Ayrıca pek çok âyet ve hadiste kulların iradelerinden, belli alanlarda hürriyete sahip olduklarından ve serbest tercihleriyle yapıp ettiklerinin iyi veya kötü sonucunu elde edeceklerinden söz edilmektedir. Aklın hükmünü ve naklin (vahiy) rehberliğini birlikte değerlendiren Ehl-i sünnet âlimleri şöyle bir sonuç çıkarmışlardır: Kader Allah’ın ezeldeki bilgisi ve hükmü, kazâ ise yaratılmışlar âleminde kaderin icrasıdır, yerini bulması ve uygulanmasıdır. Allah Teâlâ, kulların hür ve serbest bulundukları alanda ne yapacaklarını, neyi tercih edeceklerini ezelde bildiğinden, O’nun o alandaki kader ve kazâsı ile kulun hür tercihi birbirine uygun düşmüştür. Bu düzeni kuran güç ve irade, varlıklara mahiyet ve özelliklerini veren yaratıcıdır.
     Bu noktadan bakıldığında kulun serbest iradesiyle yaptığı fiiller de dahil olmak üzere her şey O’nun ilim ve iradesine uygun olarak oluşmakta ve gerçekleşmektedir. O istemeseydi kul irade ve tercih sahibi olamazdı; hayrı veya şerri, doğruyu veya yanlışı, küfrü veya imanı tercih edemezdi; kulağını hak davetine açamaz veya tıkayamazdı. Bu anlamda “hidayete erdiren, saptıran, mühürleyen, hayrı veya şerri işleten Allah’tır.” Bu makro düzeyden mikro düzeye inilerek kulun hayatı, idrak ve şuuru içinde olup biten davranışlara bakıldığında, kula ait hürriyet, irade ve tercih ortaya çıkmakta, etkili olmaktadır. Davranışları değerlendirmeye, aidiyeti tesbite böyle yaklaşıldığında, doğru veya yanlış yola giren, hayır veya şer işleyen, mümin veya kâfir olan, idrakini sınırlayıp karartanın kulun kendisi olduğu anlaşılmaktadır.
     Âyet ve hadisler farklı üslûplarla bu iki bakış açısını da dile getirmekte, gerçeğin her iki yönden de görünüşünü vermektedir. Nitekim Nisâ sûresinin 155. âyetinde kâfirlerin kalplerinin kılıflanması veya mühürlenmesi, onların irade ve tercihlerini bu yönde kullanmış olmalarına bağlanmıştır. Yûsuf sûresinin 105. âyetinde de kâfirlerin yer ve göklerde mevcut olup Allah’ın varlık ve birliğini gösteren nice delili (âyet) görmemek için yüzlerini çevirip geçtikleri ifade edilmiş, böylece “kalplerin kılıflanması ve mühürlenmesi”nin mânasına, sebebine ve bu oluşta kulun tesirine ışık tutulmuştur. Bu hadîs-i şerif de konuya bir başka yönden açıklık getirmektedir: Mümin bir günah işlediğinde onun kalbinde bir nokta oluşur. Kul tövbe eder, günahı terkeder ve pişmanlık duyarsa kalbinden o lekeyi siler; aksine günaha devam eder ve arttırırsa leke de artar, sonunda bütün kalbini kaplar ve kilitler.
     Allah’ın; “Hayır! Doğrusu şudur ki, yapıp ettikleri kalplerini kaplayıp karartmıştır” (Mutaffifîn 83/14) buyruğundaki “karartma”dan maksat budur (Tirmizî, “Tefsîr”, 5; İbn Mâce, “Zühd”, 29). Sonuç olarak insanların ceza ve azap görmelerine yol açıcı günahları işleten, onları buna mecbur bırakan Allah değildir. Onlara irade, tercih, güç gibi imkânları ve kabiliyetleri veren Allah’tır. Bunları O’nun rızâsı veya gazabı yönünde kullanan, sarfeden –ki, bu sarfa “kesb” denilmiştir– insandır.
     Dünyadan göçüp giderken insanın elinde ya cennetin anahtarı ya da cehennemin ateşi vardır. Bunları o kesbetmiştir. Dünya hayatı, sermayesi ömür olan bir ticarettir, bunlar da kulun elde ettiği kazanç veya uğradığı zarardır (ayrıca bk. Bakara 2/286)

     Ayet
     İnsanlardan, inanmadıkları halde, "Allah'a ve ahiret gününe inandık" diyenler de vardır. ﴾8﴿
     Tefsir
     Hak dine inananlarla bunu açıkça inkâr edenlerden sonra üçüncü bir inanç ve davranış grubu olarak münafıklara geçilmiştir. Münafık “gönülden inanmadığı halde Allah’ı, Peygamber’i ve onun bildirdiği diğer iman ilkelerini benimsediğini söyleyen, müslümanmış gibi görünen kimse” demektir. Bu grubun en belirgin özelliği ikiyüzlü oluşlarıdır; inanmadıkları halde inanır görünmeleri ve akıllarınca müminleri kandırmalarıdır. Açık inkârcılardan ve bilinen İslâm düşmanlarından, gizli olanlar daha tehlikeli oldukları ve bunların doğru yolu bulma ihtimalleri daha zayıf bulunduğu için kâfirlerin en aşağı tabakada olanları bunlardır.
     Münafıkların ebedî âlemdeki cezaları da diğer inkârcılardan daha ağır olacaktır (Nisâ 4/145). Her ümmet, cemaat ve topluluk içinde, inancı farklı olduğu halde bunu açığa vurmayan, inanmış görünerek durumu idare eden ve amacına ulaşmayı hedefleyen insanlar vardır. Nifak denilen bu davranış biçiminin sebebi ya kişinin ve grubun zayıf olması veya bir taktik ve yöntem olarak bunu tercih etmesidir.
     Hz. Peygamber ve müslümanlar Mekke döneminde müşriklerle mücadele etmişlerdi. Medine’ye göç edince müşriklere iki sınıf inkârcı daha katıldı: Yahudiler ve münafıklar. Müslümanlar Medine’ye gelmeden önce oradaki ahaliye üstünlük sağlamış bulunan ve onları sömüren yahudiler, Hz. Peygamber ve ashabının oraya intikalinden sonra üstünlüklerini kaybedip giderek tâbi bir azınlık haline gelmişlerdir. Bu statüyü kendileri veya menfaatleri için uygun bulmayan bir kısım yahudiler, sözle müslüman olduklarını ifade etmiş, İslâm cemaatinin içine girmiş, cemaate zarar vermek ve onu içeriden çökertmek için ellerinden geleni de geri koymamışlardır.
     Resûlullah’ın Medine’ye geldiği sıralarda buranın yöneticiliğine hazırlanan Abdullah b. Übey de benzer bir beklenti içerisine girmiş, ancak bu beklentisi gerçekleşmeyince Hz. Peygamber’e ve müslümanlara kin beslemiş, fakat inkârcı olarak kalması halinde onlara fazla zarar veremeyeceğini anlayıp Bedir Savaşı’nı takiben müslüman olduğunu açıklamıştır. Ölünceye kadar (h. 9. yıl) nifak hareketinin başını çeken Abdullah b. Übey müslümanlar aleyhine türlü entrikalar çevirmiştir (ayrıca bk. Münâfikun 63/1-8).
     Allah Teâlâ Hz. Peygamber’e münafıkları bildirdiği halde, bunlar görünürde müslüman oldukları, çevre onları müslüman bildiği için Hz. Peygamber, “Muhammed arkadaşlarını da öldürüyor” (Buhârî, “Tefsîr”, 63/5, 7) şeklinde bir propagandanın yayılmasını önlemek için münafıkları teşhir etmemiş ve –belli suçları sabit olmadıkça– cezalandırmamıştır.
     İman yönünden münafıklık yanında bir de ahlâk bakımından münafıklık vardır ve Hz. Peygamber müminlerin bundan da sakınmalarını istemiştir. “Münafığın üç belirtisi vardır: Haber ve bilgi verdiğinde yalan söyler, söz verdiğinde yerine getirmez ve kendisine bir şey emanet edildiğinde hıyanet eder” (Buhârî, “Şehâdât”, 28; Müslim, “Îmân”, 25) meâlindeki hadis bu konuda yapılmış önemli bir uyarıdır.

     Ayet
     Bunlar Allah'ı ve mü'minleri aldatmaya çalışırlar. Oysa sadece kendilerini aldatırlar da farkında değillerdir. ﴾9﴿
     Tefsir
     İnkârlarını gizleyen, müminlerin yanında inanmış gözüken münafıklar bu davranışlarıyla hem müminleri hem de Allah’ı aldattıklarını zannederler; halbuki asıl aldananlar kendileridir. Çünkü Allah onların durumunu bilmekte, fakat imtihan için fırsat vermektedir. Müminlerin birçoğu onları teşhis etmekle birlikte, göründükleri gibi kabul edip ona göre davranmaktadırlar. İkiyüzlüler bütün bunlardan habersiz oldukları, kendilerini gülünç duruma düşürdükleri, irşad ve davetin kendilerine yönelmesinden de mahrum kaldıkları için asıl aldananlar kendileri olmaktadır.

     Ayet
     Kalplerinde münafıklıktan kaynaklanan bir hastalık vardır. Allah da onların hastalıklarını artırmıştır. Söyledikleri yalana karşılık da onlara elem dolu bir azap vardır. ﴾10﴿
     Tefsir
     Kalbi bozuk olan münafıklar, Allah Teâlâ’nın Hz. Peygamber’e ve müminlere çeşitli lutuflarını gördükçe, İslâm’ın adım adım tamamlanarak yerleştiğini müşahede ettikçe haset ve kinleri artmakta, bu da bozuk kalplerini daha bozuk hale getirmektedir. Ruh ve beden sağlığı bakımından kalp çok önemli bir organdır; o sağlıklı olunca bütün vücut sağlıklı olur. Kur’an dilinde kalp daha ziyade vicdan, iman ve ahlâkın merkezi mânasında kullanılmaktadır. Münafıklık, ikiyüzlülük bir ahlâksızlıktır; vicdanda, ahlâk merkezinde mevcut bir bozukluğun acı meyvesidir, nifak devam ettikçe bozukluk da nicelik ve nitelik yönünden artarak devam eder.

     Ayet
     Bunlara, "Yeryüzünde fesat çıkarmayın" denildiğinde, "Biz ancak ıslah edicileriz!" derler. ﴾11﴿
     Tefsir
     Her insan kendi aklını beğenir ve tuttuğu yolun doğru olduğunu iddia eder. Sıra iddianın deliline gelince müminle kâfirin farkı ortaya çıkar. Müminin delili, aklının yanında, hatta önünde bulunan ve doğru bilginin kaynağı olan vahiydir, Kur’ân-ı Kerîm ve hadislerde yer alan bilgiler ve açıklamalardır. Hz. Peygamber’e inanmayanlar ise yalnızca beşerî bilgi kaynaklarıyla yetinmek durumundadırlar. Beşerî bilgi kaynakları birçok konuda, tek başına doğruyu bulmaya, bilmeye yeterli olmadığından bununla yetinenler hataya düşerler, yanlış yollara saparlar; ancak gerçeği bilmedikleri için kendi bildikleri ve yaptıklarının doğru olduğunu savunmakta ısrar ederler. Hak dine inanmayanlar, akıl üstü konularda yanıldıklarını ancak çıkmaza saplandıkları, sistemleri tıkandığı, bunalımlar baş gösterdiği zaman kısmen anlarlar, çoğu defa yine anlamaz, yanlış yorumlara girişirler, gerçeğin bilgisi âhirete kalır ki bunun da artık dünyada onlara faydası olmaz.

     Ayet
     İyi bilin ki, onlar bozguncuların ta kendileridir. Fakat farkında değillerdir. ﴾12)
     Tefsir
     Biline ki, gerçekten bozanlar onların ta kendileridir, ama farkında olmuyorlar.

     Ayet
     Onlara, "İnsanların inandıkları gibi siz de inanın" denildiğinde ise, "Biz de akılsızlar gibi iman mı edelim?" derler. İyi bilin ki, asıl akılsızlar kendileridir, fakat bilmezler.﴾13﴿
     Tefsir
     İman ve inkâr yalnızca akıl ve bilgi işi olsaydı bütün akıl ve bilgi sahipleri inanır veya inanmazlardı. Halbuki tarih boyunca ileri düzeyde akıl ve ilim sahibi kişiler arasında hem iman edenler hem de inkâr edenler bulunmuştur. Bu sebeple iman edenler akıllarıyla övünmezler; hidayeti, imana kavuşmayı, kendi irade ve tercihleri yanında Allah’ın hidayet ve yardımına da bağlarlar, O’na şükrederler. İnkârcılar ise yalnız akıllarına güvenir, akıl üstü varlıklara inanmaktan kurtulduklarını düşünür, iman ehlini akılsızlıkla, saflıkla, ekonomik ve kültürel yönlerden geri kalmışlıkla vasıflandırırlar, imanı bu etkenlere bağlarlar. 13. ve yukarısındaki âyetler işte bu tavır ve psikolojiyi açığa çıkarmakta; asıl akılsızların, aklını doğru kullanmayanlar, tercihlerini iman ve İslâm yönünde yapmayanlar olduklarını ilân etmektedir.

     Ayet
     İman edenlerle karşılaştıkları zaman, "İnandık" derler. Fakat şeytanlarıyla (münafık dostlarıyla) yalnız kaldıkları zaman, "Şüphesiz, biz sizinle beraberiz. Biz ancak onlarla alay ediyoruz" derler. Gerçekte Allah onlarla alay eder (alaylarından dolayı onları cezalandırır); azgınlıkları içinde bocalayıp dururlarken onlara mühlet verir. İşte onlar, hidayete karşılık sapıklığı satın almış kimselerdir. Bu yüzden alışverişleri onlara kâr getirmemiş ve (sonuçta) doğru yolu bulamamışlardır. ﴾14-16﴿
     Tefsir
     “Alay etmek, aldatmak, tuzaklara karşılık vermek” gibi fiillerin Allah’a nisbet edilmesi, bunları yapanları, fiillerine uygun bir şekilde cezalandırması, kazdıkları kuyuya kendilerini düşürmesi sebebiyledir; nisbet bu mânaya yöneliktir. Münafıklar durumlarını gizlediklerini ve müminleri aldattıklarını zannederek işlerini yürütürken ve bunda başarılı olduklarını düşünerek kendi aralarında müminleri alay konusu edinirken, Allah her şeyi bildiği ve Hz. Peygamber’e durumu bildirdiği için –yaptıkları, gizli kameradan ekrana aktarılan kimseler gibi– kendilerini alay konusu haline getirmektedirler. İkiyüzlülüğün dünyadaki cezası bununla da kalmamakta; kendilerini akıllı, iman edenleri de akılsız ve ahmak sananlar, kendilerine emanet edilen hayat, akıl ve irade sermayesiyle hidayet yerine sapkınlığı aldıkları için hayat ticaretini de iflasla kapatmaktadırlar. İnsanoğlunun hayat çizgisini belirleyen âmiller yalnızca onun kendi akıl ve iradesi, kendi çabasıyla elde ettiği bilgiler değildir; bunların ve daha başka âmillerin yanında eğitim çevresinin, rahmân veya şeytandan gelen yönlendirici etkilerin önemli tesirleri vardır. Şeytanın cin türünden yardımcıları olduğu gibi insanlar arasından edindiği işbirlikçileri de vardır. 14. âyet “şeytanlarıyla başbaşa kaldıklarında...” diyerek bu saptırıcı etkiye işaret etmekte ve insanları, kimlerle beraber olduklarına, kimlerin tesiri altında kaldıklarına dikkat etmeleri konusunda uyarmaktadır.

     Ayet
     Onların durumu, (geceleyin) ateş yakan kimsenin durumuna benzer: Ateş tam çevresini aydınlattığı sırada Allah ışıklarını yok ediverir de onları göremez bir şekilde karanlıklar içinde bırakıverir. Onlar, sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler. Artık (hakka) dönmezler. Yahut onların durumu, gökten yoğun karanlıklar içinde gök gürültüsü ve şimşekle sağanak halinde boşanan yağmura tutulmuş kimselerin durumu gibidir. Ölüm korkusuyla, yıldırım seslerinden parmaklarını kulaklarına tıkarlar. Oysa Allah, kâfirleri çepeçevre kuşatmıştır. Şimşek neredeyse gözlerini alıverecek. Önlerini her aydınlatışında ışığında yürürler. Karanlık çökünce dikilip kalırlar. Allah dileseydi, elbette onların işitme ve görme duyularını giderirdi. Şüphesiz Allah her şeye hakkıyla gücü yetendir. ﴾17-20﴿
     Tefsir
     Benzetmeler yaparak, misaller vererek, ilgili hikâyeler ve geçmiş vakalardan istifade ederek anlatma usulü çok eski zamanlardan beri bütün milletlerde olduğu gibi İslâm’ın ilk muhatabı olan Araplar’da da kullanılmıştır. Kur’ân-ı Kerîm de bu usul ve üslûba sık sık başvurmuş, eğitim öğretimde sesli ve görüntülü yayınlardan istifade edercesine bunlardan yararlanmıştır. Münafıkların durumunu misallerle tasvir eden bu âyetleri tefsir edenler çeşitli yorumlar yapmışlar; ışığı İslâm’ın nuru, karanlığı imansızlık, yağmuru rahmet, ganimet vb., gök gürültüsünü ve şimşeği inkârcıları tehdit eden âyetler olarak açıklamışlardır.
     Biz bu iki âyetteki ışığı ve aydınlığı “güdüler, duyu organları, akıl” gibi beşerî bilgi kaynakları ve araçları; karanlık, yağmur, gök gürültüsü, yıldırım, şimşek ve bunlar arasında ilerlemeye, yol almaya çalışan insanı da “bütün iniş ve çıkışlarıyla, maddî ve mânevî meseleleriyle insanın dünya hayatı” olarak anlıyoruz. İnsanoğlu dünyada problemleriyle başa çıkmaya çalışırken ya sadece beşerî güç ve imkânlarıyla yetinir veya bunlara ilâhî yardım ve irşadı da ekler, Kur’an’ın ve Sünnet’in rehberliğinden faydalanır. İnkârcılar dini hayatlarının dışına attıkları için akıl, duyular ve tecrübelerle –daha çok ve kısmen– maddî problemlerini çözüyorlar, bu alanda hayatlarını düzene koyabiliyorlar. Beşerî bilgilerin yeterli olmadığı ilişkiler, varlıklar, olaylar ve oluşlar alanına gelince karanlıklar içinde kalıyor, meçhuller arasında bocalıyorlar.
     Bu alana karşı idrak kanallarını kapatmak, görmezlikten gelmek, düşünmemeye çalışmak, yok saymak fayda vermiyor. Şuur altının derinliklerinde fırtınalar kopuyor, şuurda huzursuzluklar su yüzüne çıkar gibi oluyor, bunları bastırmak, madde ötesini ve beşerî gücün çözümden âciz kaldığı problemleri unutmak için başvurulan tedbirler (zevku safa âlemleri, iş, sanat, spor vb. alanlardaki faaliyetler, içki, uyuşturucu...) fayda vermiyor, faydası şimşek hızıyla gelip geçiyor.
     Bunlar insanı bir müddet oyalasa bile kaçınılmaz sonla karşı karşıya gelindiğinde gerçek anlaşılıyor, fakat artık çok geç oluyor, iş işten geçmiş bulunuyor. Allah Teâlâ’nın kullarına verdiği beşerî bilgi araçları, hem geçerli ve yeterli oldukları alanlarda kullanılmaları hem de insanın içindeki ve dışındaki işaretleri (âyetler) okuyarak rabbini bulması, O’nun irşadına kulak vermesi içindir. Bunları yerli yerinde ve amacına uygun olarak kullanmayan insan, bunlardan mahrum bulunan yaratıkların seviyesine inmiş olur. Ancak her nimetin bir hesabı olacağı için, o yaratıklardan farklı olarak insan sorumlu bulunuyor, emanetten hesaba çekiliyor. Münafıklar da bir yandan akılları, diğer yandan zâhiren uyum gösterdikleri müslümanların dinden gelen bilgileri sayesinde dünya hayatlarını kısmen düzgün götürebiliyorlar. Fakat sıra iç dünyalarına, madde ve ölüm ötesi âleme ve ilişkilere gelince karanlıklar ve ıstıraplar içinde kalıyor, bocalıyor ve çıkmaza saplanıyorlar. Kesintisiz ilâhî irşad ve ışıkla desteklenmediğinde bir yakımlık ateşin, bir kibritin, bir şimşeğin ışığı kadar kısa ve yetersiz olan akıl ve beşerî bilgiler onları bu çıkmazdan kurtaramıyor.

Kitap Tanıtımı ღ💗ღ Yazar Şüheda Derya Terzi ❀💗❀ A'MAK-I ERVAH

  Kitap Özgün <kitapokuyalim@gmail.com> okunmadı, 00:18 (10 dakika önce)     alıcı gonulerleri@googlegroups.com      2007 de birkaç...