12 Mart 2015 Perşembe

KELİMELER ~ KAVRAMLAR //✿\\ ULÛHİYET

KELİMELER ~ KAVRAMLAR
ULÛHİYET

     Kulluk etme, birini koruma, himaye etme, hayranlık duyma, korkudan birine sığınma; üstün bir güç, olağanüstü bir varlık karşısında aciz kalma, gizlenme, saklanmak maksadıyla başkalarına karşı kendini göstermeme, örtünme, ibadet etme, kulluk etme manasına gelen "alehu" fiili, ismi mef'ul olarak alındığında kendisine ibadet edilen varlık, mabud anlamında Kur'ânî ve İslâmî bir terim. Uluhiyet, kelime olarak yukarıdaki değişik anlamları bir arada toplayan "ilah"ın, masdar halidir ve "ilahlık, tanrılık" anlamına gelir.

     İslâm inancının temeli olan "La ilâhe illallah" cümlesi Allah(cc.) 'ın dışında hiçbir ilah ve tanrı kabul etmez; ancak, insanların Allah(cc.) 'tan başka varlıkları da kendilerine "ilahlar" edinmeleri bir realite olduğundan, insanların kendi kafalarından doğan bu düzmece ilahların ilahlıklarını inkar masadıyla Kur'ân-ı Kerîm'de Allah(cc) onlardan "sahte ilahlar" olarak söz etmiştir.
     Sahte ulûhiyetin iki yönü vardır.
     Birincisi; kendileri de diğer varlıklar gibi bir yaratık oldukları halde Allah(cc.) 'ın yarattığı, hiç bir güçlerinin olmadığını, ölümlü olduklarını bile bile diğer canlılar üzerinde üstünlük iddiasıyla onları kendisine boyun eğdirmeye çalışan, Allah(cc.) 'ın yeryüzündeki egemenliğini kendinde toplamayı hedefleyen ve ikna ya da hile, korkutma, baskı veya daha başka metodlarla kendisinin yeryüzünde itaat edilmeye layık "ilah" olduğunu kabul ettirdiği insanlara ilahlık taslayan kişiler uluhiyetin özneleridir.
     İkincisi; kendileri ilahlık taslamayıp, Allah(cc.) 'ın yeryüzündeki egemenliğini gaspeden sahte ilahlara boyun eğerek onların ilahlıklarını onaylayan veya cinlere, şeytanlara, meleklere, gök cisimlerine, ateşe, değişik hayvanlara, üstün insanlara, kahramanlara, peygambere, atalarına, din adamlarına, bilginlerine, siyasetçilerine ibadet edercesine tapan; onları sanki Allah(cc.) 'ın sıfatlarını kendilerinde topluyormuşçasına ululayan; Allah(cc.) 'ı bırakıp söz konusu varlıklara veya kendi heva ve heveslerine uyan kişiler, uluhiyeti Allah(cc.) 'tan başkalarına vermekle "müşrik (çok tanrıcı)" konumuna düşmekte; bir tek Allah(cc.) 'ın hakkı olan ulûhiyyet sıfatını çeşitli varlıklara layık görmektedir.

     Kendilerini Allah(cc.) yerine koyan kişiler ile Allah(cc.) 'tan başka varlıkları, Allah(cc.) 'ın yerine geçiren insanlar, uluhiyetin gerçek anlamının daralmasına neden olmuşlardır. Çünkü Allah(cc.) 'ın yanında başka ilahlar edinip ibadet veya itaat eden insanlar bu yaptıklarının Allah(cc.) katında suç olmadığını, o ilahların Allah(cc.) ile kendileri arasında birer aracı ve kendilerini Allah(cc.) 'a yaklaştıran şefaatçi durumunda olduklarını iddia ederler. Onlara göre, yeryüzünde insanlar arasında hiç bir sözü dinlenmemesine, indirdiği dinlerin, hayat düzenlerinin rafa kaldırılmasına rağmen gerçek ilah yine Allah(cc.) 'tır; ona inanırlar, daraldıkları zaman yalnızca ona dua ederler, ama günlük hayatlarındaki işlerine Allah(cc.) 'ı karıştırmazlar. Hatta onların bazıları namaz, oruç gibi ibadetleri yalnız Allah(cc.) 'ın huzurunda yapar, heykelden ilahlara tapınmaz, putların önünde saygı duruşunda bulunmaz; böylece kulluğu yalnız Allah(cc.) 'a yaptıkları inancıyla kendilerini Müslüman sayarlar.

     Diğer bir kısmı Allah(cc.) 'ı, Kur'ân'ı Kerim'i, İslâm'ı, Hz. Muhammed (sav.) 'i çok sevdiğini, onların saygı değer olduklarını ama yaşanan çağda o kuralların uygulanma şanslarının olmadığını iddia ederler, ama bu dine saygılı olmaları onların Müslüman kalmaları için yeterli bir sebep olduğunu zannederler. Böyle düşüncelerin yaygınlaştığı toplumlar Kur'ân-ı Kerim'e göre çok tanrıcı (müşrik) oldukları halde, onlar kendilerini hâlâ Müslüman kabul ederler. Kur'ânî bir deyimle "dinlerini parça parça yapıp" bazı alanlarda Allah(cc.) 'ın haklarına riayet ederken, genellikle dünya hayatına yönelik işlerinin bir çoğunda Allah(cc.) 'ın yerine başkalarını veya kendi düşüncelerini ilah edinirler, ama bu onlara göre Müslümanlıklarına zarar vermez. Çünkü; "Biliyorsanız söyleyin, kimindir yeryüzü ve içindekiler?" sorusuna cevap olarak "Allah"ındır diyeceklerdir." (el-Mü'minun, 23/84, 85).
     Onlar; Yedi göğün Rabbi kimdir diye sorulunca, "Allah" derler. Her şeyin kaderini elinde bulunduranın Allah(cc.) olduğunu, yeri ve göktekileri Allah(cc.) 'ın yârattığını, kuruyan toprağı gökten indirdiği yağmurla canlandırıp onunla çeşitli yiyecekler bitirenin Allah(cc.) olduğunu; vadilerden ırmaklar akıtanın O, üzerine sapasağlam dağlar yerleştirip iki denizin arasına bir engel koyanın O, darda kalmış olanın yakarışını işitip yardım edenin O, denizin ve karanın karanlıklarında yolunun kaybedenlere yol gösterinin O, rüzgarları, güneşi, ayı insanların yararına sunanın O, yaratanın da öldürenin de O; kısacası, insanların "tabiat olayları" adını verdiği herşeyin yaratıcısının yöneticisinin Allah(cc.) olduğuna inanırlar.

     Evrenin bir yaratıcısı olmadığını, her şeyin tesadüf eseri olduğunu kabul eden insan sayısı hiç bir dönemde öyle propaganda yapıldığı gibi büyük rakamlara varmamıştır. İnsanlar tek kelimeyle mükemmel olan bu kainatın mutlak bir yaratıcısının olduğunu her zaman zorunlu olarak kabul etmiştir. Ateizme bağlananların bir çoğu ya akıl hastasıdır, ya da bunalımlıdır veya kendi benliğindeki olumlu duygulara rağmen inatla Allah(cc.) 'ın olmadığını söylemektedir. Ateizm önderlerinin bir çoğu da zaten Allah(cc.) duygusundan yoksun olarak yaşamayı beceremediğinden intiharı seçmiştir. Durum böyleyken, yani dengesini kaybetmemiş insan yaratılışı, kainattaki bu düzenin her şeye gücü yeten bir varlık (Allah) tarafından idare edildiğini onayladığı halde, her şeye egemen olan Allah(cc) 'ın bu dünyaya da egemen olmasına tahammül edemeyip onun gösterdiği kurallarla yaşayamazlar. İşte Allah(cc.) 'ın dışında ilahlar edinme olayı bu noktada başlar.
     Göklerde ilah olarak kabul ettikleri Allah(cc.)'ı, sosyal yaşantılarında, ekonomide, ahlakta, insan-insan, insan-hayvan, insan-tabiat ilişkilerinde yok sayarlar. Onun bu konular hakkında indirdiği kuralları uygulamayıp, büyüklerinin, din adamlarının, politikacılarının, o da olmazsa kendi havalarının görüşlerini kanun yapıp, onlara uyarlar. Hatta bazıları daha da ileri gidip hiç bir kuralı olmayan, isteyenin istediğini yapabileceğini düşünen-inanan bu insanlar, artık kendilerine itaat edenlerin ilahları haline gelmiştir. Onlar düzmece ilahlar, onlara uyanlarsa müşrikler ve sahte ilahların kulları olurlar.
     Bu tip insanlara Allah(cc.) soruyor:
     "Peki, Allah geceyi üzerinizde kıyamete kadar uzatsa, söyleyin, Allah'tan başka hangi ilah ışık getirebilir size? Hâlâ dinlemeyecek misiniz? Sor (onlara); Peki, Allah gündüzü üzerinizde kıyamete kadar uzatsa, söyleyin Allah'tan başka hangi ilah getirebilir bağrında dinleneceğiniz geceyi. Hâlâ görmüyor musunuz?" (el-Kasas, 28/71-72);
     "Sor (onlara); Peki, Allah işitme duyunuzu ve gözlerinizi alsa ve kalplerinizi de mühürlese (aklınızı alsa) söyleyin Allah'tan başka hangi ilah (geri) verebilir size bunları?" (el-Enâm, 6/46);
     "De ki: Çağırın Allah'tan başka kimleri çağırıyorsanız, göklerde ve yerde zerre kadar birşeye sahip olamaz onlar; göklerde ve yerde ne onların bir payları vardır, ne de Allah'ın onların arasında bir yardımcısı. O'nun katında, O'nun izin verdiği kimsenin dışında kimse için şefaatin yararı yoktur" (es-Sebe, 34/22-23);
     "...Sizi, analarınızın karnından üç (evreli) karanlık içinde yaratılıştan yaratılışa çevire çevire var ediyor. İşte Rabbiniz Allah bu; mülk O'nun; O'ndan başka ilah yok; öyleyse nasıl döndürülüyorsunuz?" (ez-Zümer, 39/6).

     Peki onların Allah(cc.)'ın yerine koydukları ne yapmıştır, ne yapabilir?
     Kendileri yaratılmış olan bu sahte ilahların şu hayatın devamında ne gibi katkıları vardır? onların ne kendilerine ne de başkasına faydası yoktur. Allah(cc.) 'tan başkalarını ilah edindikleri için helak edilen toplumların sahte ilahları yardım edebildi mi onlara?
     "Hani kendilerine Allah'tan başka yakınlar, ilahlar olarak seçtikleri (şeyler veya kişiler) yardımlarına koşsaydı ya! Tersine bunlar berikilerden uzaklaştı, yok olup gittiler: Onların yalan ve iftiralarını açıkta bırakarak" (el-Ahkaf, 46/27-28).

     Allah(cc.) 'ın yanında, kendilerine şefaat ederler ümidiyle atalarının heykellerinin önünde ibadet eden ve bununla Allah(cc.) 'a yakınlaştıklarını zanneden Mekkeli müşrikler, bugün değişik kılıklarda ve görüntülerde Müslüman sıfatıyla aramızda dolaşmakta ve saygı görmekteler. Atalarının dinini tehdit ediyor diye Hz. Muhammed(sav.)'e düşman olan, ona her türlü işkenceyi yapan müşrikler atalarının izinden gitmeyen Müslümanlara karşı Mekkeliler sokak ortasında işkence yaparken, bugünkü müşrikler binaların bodrum katlarında en gelişmiş işkence aletleriyle konuşturmaya çalışıyorlar Müslümanları. Onlar Müslümanı "Ata" dinine döndürmeye çalıştıkça; O, Allah(cc.)'tan başka ilah, O'ndan başka ilke koyacak hiç bir ilah yoktur, La ilahe illallah diyerek diyerek Allah(cc.)'a sığınıyor. Ama atalarının izinde yürüyeceğine and içen işkenceciler hâlâ kendilerinin de Müslüman olduğunu, kendilerinin karşı çıktıkları şeyin saf İslâm değil, her şeye karışan şeriat olduğunu söylerler. Ama karşı çıktıkları şeriatın Allah(cc.)'ın mü'minlerden uymalarını istediği İslâm hukuku olduğunu anlamak istemezler.

     Onların yaptıkları diğer bir hile de, başlarında peygamberin sarığını taşıyan sahte "din adamları"nı kiralayıp, para karşılığında kendi isteklerine göre konuşturmaktır. Hem kendi dinleri ideolojilerini İslâm'a uygun gösterip Müslümanların dostluğunu kazanıyorlar, hem de kiralık din adamları kanalıyla Allah(cc.) 'ın indirdiği açık hükümleri Müslümanlardan gizliyor, İslâm'ı ahlak ve ibadet dini olarak gösteriyorlar. Camide namaz kıldığı, arada bir mevlit dinlediği zaman dindar bir Müslüman olacağına inandırdıkları toplumun başına geçen bu Firavun'un çağdaş temsilcileri, yeryüzündeki mülkün idaresini kendi ellerinde tutmak için halkı gruplara bölerler: Şehirli-köylü, zengin-fakir, işçi-işveren, kadın-erkek, ilerici-gerici, sivil-asker-polis. İktidarı elinde bulunduran Firavun kafalı politikacılar, Haman ve Karun'un izinden giden zengin sanayici ve işadamlarını, bir de Bel'am kılıklı din adamlarını yanına alarak halkı köleleştirirler; ama bunu yaparken de sürekli olarak onların dostu olduklarını vurgularlar. Firavun pozisyonundaki yöneticiler aslında Karunların keselerini doldurmak için seçilmiş "meşru" yöneticilerdir. Sevimli politikacıların arkasına gizlenen Karun'lar, Allah(cc.)'ın insanlar için yarattığı zenginlikleri, kurdukları hileli düzenleriyle kendi kasalarına doldururlar. Kiraladıkları din adamları ise ahiret karşısında bu dünya nimetlerinin ne kadar değersiz olduğunu anlatarak bu sömürü çarkının daha güçlü dönmesine katkıda bulunurlar.
     Köleleştirdikleri halka karşı ittifak kuran bu Firavun-Karun-Bel'am üçlüsü kendi ilahlıklarını kabul etmeyen Musa'lar çıktığında toplantılar, "zirve"ler yaparlar ki bu çatlak ses toplumda fazla yankı uyandırmadan susturulsun. Firavun'un düzeninde suçluları yargılayacak olan mahkemeler vardır; karşılaşılan problemleri çözüme kavuşturacak kanunlar, yasalar çıkaran meclisleri vardır. Atalarının dinine göre oluşturduklarını söyledikleri ama daha çok kendi çıkarları doğrultusunda hazırlanmış anayasaları vardır. Müslümanlar için Kur'ân ne kadar değerliyse onlar için o yasalar o kadar değerlidir.

     Müslümanlar Kur'ân'ın tek harfinin nasıl ki değiştirilemeyeceğine inanıyor, bunu yapanın kâfir olup Allah(cc.) 'ın cezasına uğrayacağına inanıyorsa; onlar da bu yasada hiçbir zaman değiştirilemeyecek maddelerin varlığına inanır ve bunu teklif edecek bir Musa çıktığında da Atalarının dinini inkar suçundan zindana atarlar ve sorarlar ona: Biz izin vermeden, yasalarımız müsaade etmeden nasıl propaganda yapabiliyorsun? Cezasını bilmiyor musun? Yoksa sen Atamızın dininden değil misin? İşte bu şekilde bir toplum oluşturanlar, kurdukları şeytan üçgenine devlet adı verirler. Ki Allah(cc.) 'ın indirdikleriyle hükmetmezler, kendilerini ilahlaştırırlar, köleleştirdikleri halka da kendilerine itaat etmeleri gerektiğini emrederek kul edinirler. Onlar ilah, halk kuldur. Bu halkın arasından çıkan Musa'lar, Allah(cc.) 'ın katında kendilerini kurtarırlar; ama hayatlarını bu düzene adayan köleler, Firavun'u ve ortaklarını kendilerine ilah olarak benimsemekle hem bu dünyalarını hem de ahiret hayatını kendileri için yaşanmaz hale getirmiş olurlar.

     Allah(cc.)'ın ulûhiyyet sıfatını "kutsal" saydıkları din adamlarına, şeyhlere, efendilere, seyyidlere, kutblara ya da ölülere, türbelerde yatan babalara layık gören budalalar da kendilerinin hâlâ Müslüman olduklarını sanırlar; hatta daha da ileri giderek kendileri gibi inanmayanları sapıklıkla suçlarlar; bu konuda Hz. Peygamber(sav.) 'in hadislerini destek yaparlar. "Allah(cc.)'ın kitabındaki açık ayetleri akledemeyen bu tip insanlar, Allah(cc.)'ın kendileri gibi adî, değersiz kulların dualarına cevap vermeyeceğini, ama şeyhin kendileri adına yapacağı ricaların bir değeri olduğunu" sanarak şeyhin eteğini bir türlü bırakmazlar. Onlara göre şeyh, Allah(cc.)'ın sevgili kuludur; yeryüzünde o olmasa Allah(cc.) bir gün içinde kıyameti koparır. O olmasa ne yağmur yağar, ne otlar biter. Bütün insanlar onun yüzü suyu hürmetine rızıklandırılıyorlar. Şeyh, insanın kalbinden geçen düşünceleri bilir; onun için onun yanında kalbinden kötü düşünceler geçirmeyeceğin gibi, onsuz geçirdiğin her an sanki seni gözlüyormuşçasına onun buyruklarını yerine getireceksin derler. Şeyhi olmayanın şeytan olduğunu sürekli olarak geveleyen bu insanlar Allah(cc.)'ın kitabında bu özelliklerin hiç bir insana verilmediğini, Hz. Muhammed(sav.)'in bile Allah(cc.)'ın izni olmadan insani özelliklerin dışına çıkamayacağını bilmiyorlar mı acaba?
     "Ve Allah'tan başkalarını tanrı yerine koydular ki, (güya bunlar) kendilerine (üstünlük, kuvvet ya da destek sağlayıcı) olsunlar" (Meryem, 19/81);
     "Âllah'tan başka, kendilerine ne zarar ne de yarar eriştiremeyecek olan şeylere (ya da kişilere) kulluk ediyor ve bunlar bizim Allah katındaki kayırıcılarımız (şefaatçilerimiz)dir diyorlar" (Yunus, 10/18);
     "...Sizi gökten ve yerden rızıklandıran, bir başka tanrı mı Allah 'la beraber? Eğer doğru sözlü kimselerseniz Haydi getirin delilinizi de (onlara)" (en-Neml, 27/64);
     "Onların hepsi kıyamet günü O'na tek başına gelecektir" (Meryem,19/95).

     Onlar, şeyhlerine Allah(cc.)'ın sıfatlarını vermekle Rasûlüllah(sav.)'ın tarihe gömdüğü cahiliye putperestliğini tekrar diriltmektedirler. Tek Allah(cc.)'a kulluğu emreden İslâm insanların birbirlerini ilah edinmemelerini, Allah(cc.)'a yaklaşmak için aracılara gerek olmadığını bildirir. Günahkâr, hatta kafir bir insan, gerçek bir tevbeyle Allah(cc.)'a dua ettiği zaman ona kucak açan Allah(cc.)'ın, kendisine yönelen bu insandan "kul" olma şerefini esirgemez. Tarih boyunca değişik görüntülerde ortaya çıkan şirk, Mekke cahili düzeninde taştan yontulma putları aracılar sayarken, Hristiyan dünyasında papazlar ve rahipleri insanlarla Allah(cc.)'ın arasında aracı kılmış, bu inanç İslâm'a da şeyhleri, ölüleri kutsallaştıranlar tarafından sokulmuştur.

     Allah(cc.)'a oğullar, kızlar yakıştırmakla O'nu insan seviyesine düşüren hristiyanlar, yahudiler ve müşrikler uluhiyette Allah(cc.)'ın tek olmadığını, oğul ve kızlarının kendisinin yardımcıları olduğunu iddia etmektedirler. Onların bu delilsiz iddialarını Allah(cc.) Kur'ân-ı Kerim'de cevap vermektedir:
     "Gökleri ve yeri yoktan var edenin, nasıl çocuğu olabilir ki, hem de eşi (zevcesi) yokken?..." (el-En'am, 6/101);
     "Yahudiler 'Üzeyr Allah'ın oğludur' dediler, Hristiyanlar da '(İsa) Mesih Allah'ın oğludur' dediler. Bu onların ağızlarıyla geveledikleri sözlerdir. (Sözlerini) önceden inkar etmiş (olan müşrik)lerin sözlerine benzetiyorlar. Allah onları kahretsin, nasıl da (haktan) çevriliyorlar" (et-Tevbe, ' 9/30);
     "Hiç bir insana yakışmaz ki, Allah ona kitab, hüküm ve peygamberlik versin de, sonra (o kalkıp) insanlara Allah'ı bırakıp bana kullar olun desin; fakat o "öğrettiğiniz kitab ve okuduğunuz şeyler gereğince Rabb'a halis kullar olun der" (AI-u İmran, 3/79).
     "Rabbiniz oğulları size seçti de kendisine meleklerden kadınlar mı edindi? Gerçekten siz büyük (çok tehlikeli) söz söylüyorsunuz" (el-İsra, 17/40)

     Müslüman olduğunu dilleriyle söyleyen insanlar, Allah(cc.)'tan başka güçlerin koyduğu ilkelere uymanın insanın imanına zarar vermeyeceğini iddia ediyorsa, ya da Allah(cc.)'a bir takım aracılar vasıtasıyla ibadet etmenin şirk olmadığını söylüyorlarsa; onlara, Allah(cc.)'ın daha önceki toplulukları hangi suçlarından cezalandırdığını sor'mak gerekmez mi? Nuh (a.s)'ın gönderildiği kavim niçin suda boğuldu?
     "Ey kavmim, Allah'a kulluk edin; sizin O'ndan başka ilahınız yok." (el-A'raf, 7/59) diye tek Allah(cc.)'a çağıran! Nuh'a karşı güç birliği yapıp,
     "sakın ilahlarınızdan vazgeçmeyin..." (Nur, 71/23) dedikleri için boğuldular; halbuki Allah(cc.)'a inanıyorlardı onlar.
     Âd kavmi, "Âllah'a kulluk edin, O'ndan başka ilahınız yok" diyen kardeşleri Hud'a "Ya, demek sen, sadece Allah'a kulluk edelim ve atalarımızın taptıklarını bırakalım demeye geldin öyle mi?" (el-A'raf, 7/65, 70) deyip kendilerini yöneten "İnatçı zorbanın buyruğuna boyun eğdikleri" (Hud, 11/59) için kökleri kazındı.
     Hz. Salih de aynı mesajla gönderildiği Semud kavmi tarafından, "Rabbimiz dileseydi, (senin yerine) melekler indirirdi" denilerek yalanlandı; onlar Hz. Salih'e düşman oldular da o had-di aşanların (yöneticilerinin) sözüne uydular; halbuki "Onlar yeryüzünde ıslah değil bozgunculuk yaparlar(dı)" (eş-Şuara, 26/151-152).

     Allah(cc.) tarafından kendisine yeryüzünde yöneticilik verilen Nemrud ve adamları, Allah(cc.)'ın bir süreliğine verdiği bu yetkiyi aşarak insanlara ilahlık taslamaya başlayınca kendilerine Hz. İbrahim gönderildi ki tek Allah(cc.)'a kulluk etsinler; Nemrud Allah(cc.)'ın hakkını kendinde görmesin, halkı da, Nemrud'un ilkelerine değil Allah(cc.) 'ın kanunlarına uysun.

     Medyen halkına da Şuayb gönderildi ki, tek Allah(cc.)'a kul olsunlar, ölçü ve tartıda bencil davranarak insanların mallarını haksız yere yemesinler. Fakat onlar atalarının izinden gitmekte vahşi kapitalizmi uygulamakta kararlı idiler; ama Allah(cc.)'a inandıklarını söylüyorlardı devamlı. Onlar serveti Allah(cc.)'ın verdiği bir nimet olarak değil, istedikleri gibi tasarruf hakkına sahip oldukları kendi mülkleri olarak görüyor, her türlü hile yöntemi ile artırıyorlardı. Irkçılık yaparak, kendi kabilelerinin daha güçlü olmasından da yararlanarak Şuayb'a zulmettiler. Allah(cc.)'ın, Şuayb (as.) tarafından olduğunu ise unutmalarının cezası olarak, Allah(cc.)'ın emri gelince; ".... Şuayb'ı ve onunla beraber olanları bizden bir rahmetle kurtardık; zulmedenleri de o korkunç ses yakaladı, yurtlarında çöküp kaldılar. Sanki orada hiç şenlik kurmamışlardı. İyi bilin, Semud kavmi nasıl uzaklaşıp gittiyse Medyen halkı da öyle uzaklaşıp gitti" (Hud, 11/94, 95).

     Yanına servet sahiplerini, din adamlarını ve çıkarcı grupları toplayarak halkı üzerinde egemenlik kuran Firavun bir ilah gibi insanlara hükmediyor, her şeyi izne bağlıyordu; bir yanda efendiler diğer yanda işçiler, köleler. Firavun hazırlattığı anayasayla kendini ilah olarak benimsetmişti halkına; Firavun'u sevmeyenler cezalandırılıyordu. Çünkü; "Ben diyordu, sizi doğru yoldan başkasına yöneltmiyorum" (el-Mü'min, 40/28). Kendisini ve halkı gerçeğe yöneltmek için Allah(cc.) tarafından gönderilen Musa(as.) 'yı tehdit etti: Ülkede yürürlükte olan benim kanunlarıma uymaz, devleti getirdiğin dini kurallara göre yönetmek için benimle mücadele edersen, ve "Eğer benden başka ilah edinirsen, seni hapse atacağımdan şüphen olmasın" (eş-Şuara, 26/29). Musa'nın mesajının ülkede yayılmaya başladığını gördükleri an çıkarları tehlikeye düşen Firavun ve yandaşları sorunu görüşmek için bir danışma meclisi oluşturdular ve karar aldılar. Hükümet sözcüsü alınan kararı açıkladı:
     "Musa ve kardeşi Harun'un büyücü oldukları belli; (insanların beyinlerini yıkadıkları) büyüleriyle sizi yurdunuzdan çıkarmak, benimsemediğiniz düzeni ortadan kaldırmak istiyorlar" (Tâhâ, 20/63);
     "Bırakın da Musa'yı öldüreyim, Rabbini çağırsın bakalım. Bunu yapmazsam (getirdiği güçlü mesajla) dininizi değiştirmesinden ya da ülkede karışıklık (anarşi) çıkmasından korkuyorum" (el-Mü'min, 40/26) diye ordularıyla birlikte Musa'nın peşine düşen Firavun, Musa ve inananlar geçsin diye yol olarak açılan denize yürüdüğünde, üzerine kapanan dalgalarla boğuşurken; "Musanın Rabbine inandım" dedi, ama artık çok geç olmuştu.

     Yahudiler ve hristiyanlar da tek Allah(cc.)'a kulluk yapmakla emrolunmuşken Allah(cc.)'ın peygamberlerini ilah edinip, Allah(cc.) ile kendileri arasında aracılar yapıp, ardından bununla da yetinmeyerek "bilginlerini ve rahiplerini (din adamlarını) rab yerine koydular" (et-Tevbe, 9/31); uyulan bu kişiler ise "Kendilerine kitaptan (ilimden) bir pay verilenler oldukları halde, (hurafelerle uğraşan) cibte ve (Allah'ın kanunlarını yasaklayıp kendi kafalarına göre yasalar-ilkeler yapan ve bunu halka zorla kabul ettiren) tağuta inanıyor ve Allah'ın ilkelerinden sapmış bu gibi kafirler için, "Bunlar, inananlardan daha doğru bir yol üzerindedirler diyorlar(dı)" (en-Nisa, 4/51)

     Kendilerinden önce hiç bir toplumun işlemediği çirkinliğe bulaşıp, "kadınları bırakıp erkeklere şehvetle yaklaşıyor, yol kesiyor ve özel toplantılarınızda (her türlü) çirkin şeyleri yapıyorsunuz öyle mi?" (e/-Ankebut, 29/28) diyerek bu fuhuşu terketmeleri için kendilerine gelen kardeşleri Lut(as.) 'u şehirden çıkarmakla tehdit eden kavmi, temiz olarak kalmak isteyen Lut(as.) gibi insanların varlılığına tahammül edemiyorlardı. Allah(cc.) ise onların "üzerine bir (taş) yağmuru yağdırdı ki" (el-A'raf, 7/84) köklerini kazıdı.

     Kur'ân'da ibret olarak zikredilen azaba çarptırılmış kavimlerin yaptıklarıyla bu günkü insanların yaptıkları arasında her hangi bir fark yoktur. Helak edilen milletlerin bütün özelliklerini bir arada toplayan günümüz toplumları cezalandırılmaya onlardan daha layık değil midir? Bugün yeryüzünde Allah(cc.)'ın kanunları yerine insanların kendi heva ve heveslerinden çıkan kanunlar yürürlüktedir. Allah(cc.)'ın dışında sayısız ilahlar edinilmiştir. İnsanlar da ya bu sahte ilahlara boyun eğmekte, ya kendi hevalarına uymaktadırlar. Medyen halkının benimsediği kapitalizm tüm dünyada en acımasız bir şekilde yürürlüktedir. Güçlülerin güçsüzleri ezmesi için kanûnlar vardır. Bel'am kılıklı din adamları bütün İslâm dünyasında iktidarı elinde bulunduran çağdaş Firavunlara destek olmakta ve Müslüman halka onların şirk düzenlerinin İslâm'a uygun olduğunu anlatmaktadırlar.
     Gerçek Müslümanlar ise tıpkı Musa (as.) gibi, İbrahim (as.) gibi takip edilmekte, zindanlara doldurulmakta, öldürülmektedirler. Daha önce hiç bir topluluğun işlemediği Lut kavminin fıtrata aykırı fiili bugün bütün dünyada yaygındır. Artık erkek erkeğe, kadın kadına veya hayvanlarla cinsel yakınlaşmalar, kanunların himayesinde yapılmaktâdır. Mekke müşriklerinin putlara tapma geleneği ise bütün dünyada resmen yürürlüktedir. Her devletin bir veya bir kaç putu vardır, önünde saygı duruşları yapıldığı. Müslüman olduğunu söyleyen insanlar ise Allah(cc.)'ın düşmanları olan, Allah(cc.)'ın egemenlik hakkını gasbeden yöneticilerine gönüllü olarak itaat etmekle onları ilah edinmektedir.
     Ayrıca aynı Mekke müşrikleri gibi kendilerini Allah(cc.)'a daha da yakınlaştırsınlar diye çeşit çeşit insanları, şeyh, hoca efendi, mürşit adı altında kendilerine ilah edinmekte; Allah(cc.)'tan daha çok onlardan korkmakta, onların ağızlarına bakmaktadırlar. Yine türbeler, mezarlıklar, ölülerden şifa, merhamet dileyen insanların akınına uğramaktadır.
     Böyle bir dünyada hâlâ Allah(cc.)'ın uluhiyetinin yürürlükte olduğundan bahsedilebilir mi? İnsanlar her alanda yalnız Allah(cc.)'a boyun eğmedikleri sürece O'nun uluhiyetine inanmış olmazlar, her ne kadar "la ilahe illallah", deseler de. Lâilahe illallah, ancak nefislerde, ailede, caddede, sokakta, pazarda, camide, devlet dairelerinde, ekonomide hukukta ve ahlakta; kısaca her yerde Allah(cc.)'ın kitabı Kur'ân'ı Kerim'i yürürlüğe koymakla gerçekleşir. İnsan başıboş bırakılmadığını, yeryüzünde sorumsuz bir varlık değil, Allah(cc.) 'ın temsilcisi, halifesi olduğunu anladığı ve O'nun ilkelerini gözönünde bulundurduğu an yeryüzünde Allah(cc.)'ın ilahlığı gerçekleşir, ulûhiyyet yalnız ona mahsus olur.

Şamil İslam Ansiklopedisi
Fedakâr KIZMAZ

11 Mart 2015 Çarşamba

RİYAZÜS SALİHİN ♥ ✿ ♥ 9) TEFEKKÜR

RİYAZÜS SALİHİN
9) TEFEKKÜR

     YÜCE ALLAH'IN YARATTIKLARININ BÜYÜKLÜĞÜNÜ,
     DÜNYANIN BİR SONU OLDUĞUNU,
     ÂHİRETİN DEHŞETLİ DURUMLARINI,
     DÜNYA VE ÂHİRETİN ÖTEKİ HALLERİNİ,
     NEFSİN KUSURLU OLUŞUNU,
     ONU ARINDIRMAYI VE DOĞRULUĞA YÖNLENDİRMEYİ DÜŞÜNMEK

     Âyetler
     قُلْ اِنَّمَآ اَعِظُكُمْ بِوَاحِدَةٍ اَنْ تَقُومُوا لِلَّهِ مَثْنَى وَفُرَادَى ثُمَّ تَتَفَكَّرُوا
1. "De ki; size sâde bir tek öğüt vereceğim: Allah için ikişer iki­şer, birer birer kalkıp (huzurunda) durun, sonra iyi düşünün!" (Sebe' Sûresi (34), 46)

     Hz. Peygamber, müşrik muhataplarına tek tek veya topluca Allah'a kulluk etmelerini, Allah Teâlâ'nın ve yarattıklarının azametini iyi düşün­melerini öğütlüyor. Sade bu bir tek öğüdü tutmaları halinde bile gerçek­leri kavrayacaklarını ve nasıl davranmaları gerektiğini anlayacaklarını ha­tırlatıyor. Yani işin, kulluk ve derin bir tefekkürde odaklaştığını belirtiyor.
     Nevevî, âyetin bundan sonraki bölümünü, bu kısımla ilgili bulmamak­ta, ayrı ve yeni bir cümle olarak kabul etmektedir. Bazı müfessirler ise, "sonra iyi düşünün" tavsiyesinin, daha sonraki kısım ile alâkalı olduğu görüşündedirler.
     Tefekkür, dürüstlüğün fikrî yönünü yani temelini teşkil etmektedir.

     اِنَّ فِى خَلْقِ السَّمَوَاتِ وَاْلاَرْضِ وَاخْتِلاَفِ اللَّيْلِ وَالنَّهَارِ لاَيَاتٍ لاُولِى اْلاَلْبَابِ
     اَلَّذِينَ يَذْكُرُونَ اللهَ قِيَامًا وَقُعُودًا وَعَلَى جُنُوبِهِمْ وَيَتَفَكَّرُونَ فِى خَلْقِ السَّمَوَاتِ
     وَاْلاَرْضِ رَبَّنَا مَا خَلَقْتَ هَذَا بَاطِلاً سُبْحَانَكَ فَقِنَا عَذَابَ النَّارِ

2. "Göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ar­dınca gelip gidişinde akıl sahipleri için (Allah'ın birliğine, yüce kudreti­ne delâlet eden) âyetler vardır. Onlar ki ayakta iken, otururken, yan­ları üzerine yatarkan Allah'ı zikrederler, göklerle yerin yaratılışını dü­şünürler de, 'Rabbimiz, bunu boş yere yaratmadın, sen (tüm kusurlar­dan) münezzehsin, bizi cehennem azabından koru' derler." (Âl-i İmrân sûresi (3), 190-191)

     Göklerin ve yeryüzünün yaratılışında, gece ile gündüzün değişiminde aklı tam olanlar yani iyi düşünebilenler için Allah Teâlâ'nın yüce kudreti­ni gösteren işaretler vardır. Bu gerçeği yakalayabilmek için kâinatı tanı­maya yönelik ilmî araştırmalar gerekir. Yani ilim ile dini birlikte götür­mek lâzımdır.
     Kulluğu en mükemmel şekilde yaşayanlar, Allah'ı her zaman anarlar, göklerin ve yerin yaratılışını düşünürler, bütün bunların boşuna olmadığı­nı itiraf ederek yüce yaratıcıyı her türlü noksanlıktan tenzih ederler. So­nunda da o kudret ve kemal sahibi Allah'tan kusurlarını bağışlamasını ve kendilerini cehennemden korumasını dilerler.
     Kâinattaki akıllara durgunluk veren nizâm fevkalâde ince hesaplara bağlıdır. Böylesine bir hesabın olağanüstü işleyişi kesinlikle tesadüf eseri olamaz. Bu gerçekleri, akılları sağlam olan insanlar anlar ve Allah'a ina­nırlar. Bilimsel tetkikler de insanı aynı sonuca götürür.
     Bu iki âyetten ilki ulûhiyetin kemâlini, ikincisi ise, kulluğun kemâlini belirtmektedir. Zira "Allah'ı zikrederler" ifadesi dilin kulluğunu; "ayak­tayken, otururken ve yatarken" ifadesi organların kulluğunu; "göklerin ve yerin yaratılışını düşünürler" cümlesi de, kalbin, dimağın ve ruhun kulluğunu ifade etmektedir.

   اَفَلاَ يَنْظُرُونَ اِلَى اْلاِبِلِ كَيْفَ خُلِقَتْ ,وَاِلَى السَّمَآءِ كَيْفَ رُفِعَتْ,وَاِلَى الْجِبَالِ كَيْفَ نُصِبَتْ
   وَاِلَى اْلاَرْضِ كَيْفَ سُطِحَتْ ,فَذَكِّرْ اِنَّمَآ اَنْتَ مُذَكِّرٌ

3. "Onlar, devenin nasıl yaratıldığına, göğün nasıl yükseltildiğine, dağların nasıl dikildiğine, yerin nasıl yayıldığına bak(ıp ibret al)mazlar mı? Sen hatırlat. Zira sen sâde bir hatırlatıcısın." (Gâşiye sûresi (88), 17-21)

     İnsanoğlunun en yakın çevresinden gökyüzüne kadar, deve gibi bini­tinden göklere ser çekmiş dağlara kadar ibretle bakıp bunların nasıl yara­tıldığını, yaratılışlarındaki hikmet ve harikuladelikleri düşünmesi, böylece yüce yaratıcının büyük kudretini anlaması pek normaldir. Ancak insan her zaman böylesi bir uyanıklık içinde olamamaktadır. O halde bu tür noktalara dikkat çekmek, dikkat edilmesini istemek, gaflet içindekilerin uyanmasına vesile olacaktır. Her kişi günlük hayatında en yakından te­masta bulunduğu varlıkların yaratılışlarındaki fevkalâdelikleri düşünecek olursa, kendisinin ve Allah Teâlâ'nın konumunu idrak edecektir. İbret gö­zünü kapayıp gezenlerin herhangi bir şeyin farkına varmaları ise, zaten mümkün değildir.

     Çöl ortamında deveden semâya, dağlardan yeryüzüne dikkat çekile­rek insanların düşünceye davet edilmesi fevkalâde etkili bir çağrıdır. Yal­nız başına devesiyle yolculuk yapmakta olan bir Arabın, böylesine bir dü­şünce havası içinde gece-gündüz yol aldığı tasavvur edilince o insanın ka­inatla nasıl bütünleşeceği, Allah'ın yüce kudretiyle nasıl çepeçevre kuşa­tılmış olacağı kolaylıkla anlaşılacaktır. Önemli olan düşünebilmektir. Zira yaratıcının kudreti konusunda en ciddi uyarıcı kâinattır. Peygamber'in as­lî görevi de hatırlatmaktan ibarettir.

     اَفَلَمْ يَسِيرُوا فِى اْلاَرْضِ فَيَنْظُرُوا كَيْفَ كَانَ عَاقِبَةُ الَّذِينَ مِنْ قَبْلِهِمْ دَمَّرَ اللهُ عَلَيْهِمْ وَلِلْكَافِرِينَ اَمْثَالُهَا
4.   "Yeryüzünde dolaşıp kendilerinden önce yaşayanların kötü sonlarına bakmazlar mı? Allah onları yerle bir etmiştir. Kâfirleri de aynı azab beklemektedir." Muhammed sûresi (47), 10

     Yüce yaratıcının kudretini gösteren kâinatta, inkarcıların acı sonlarını gösteren kalıntılar, insanlara uyarıcı mesajlar sunmaktadır. Yeryüzünü gezip dolaşanların bu mesajları alması, onlara ibret nazarıyla bakabil­melerine bağlıdır. Her yaratığın ve her kalıntının insanı uyarıp yaratanını tanımasını istediği bir ortamda herşeye gözlerini kapatıp, kulaklarını tıkayıp imansız dolaşmak kesinlikle bir kurtuluş değil, tam bir felâkettir. Bu tutum, önceki inkarcıların başına gelenlere razı olmaktır. Uyanmak is­teyen, inanmak isteyen, kurtulmak isteyen, düşünmek, iyi düşünmek zorundadır.

     Konu ile ilgili pek çok âyet vardır. Hadislerden bir örnek için, Mura­kabe mevzuunda67 numara ile geçen "Akıllı kişi kendisini bilen ve ölümden sonrası için çalışandır" hadisine bakılabilir.


6 Mart 2015 Cuma

TEFSİR DERSLERİ ✿ܓ✿ ♥ܓ Bakara Sûresi 47 ve 48. Ayeti Kerimeler...

TEFSİR DERSLERİ
Bakara Sûresi'nin 47 ve 48. Ayeti Kerimeler Arasının Tefsiri
Rahmân ve Rahîm olan Allah´ın adıyla


  • Ayet

     Ey İsrailoğulları! Size verdiğim nimetimi ve (bir zamanlar) sizi cümle âleme üstün kıldığımı hatırlayın. ﴾47﴿

  • Tefsir
     İsrâiloğulları’nın “cümle âleme üstün kılınması”ndan maksat, onların kendi dönemlerinde küfür ve dalâlet içinde yaşayan milletlere karşı ilâhî dini benimsemeleri sebebiyle kazandıkları üstünlükleridir; buna karşılık, yine Kur’an’ın açıklamasına göre müslümanlar “en hayırlı ümmet”tir (Âl-i İmrân 3/110).
     Başka bir görüşe göre Benî İsrâil’in bu üstünlüğü, peygamberler atası olan Hz. İbrâhim’in soyundan gelmeleri ve içlerinden birçok peygamber çıkmasından ileri geliyordu (İbn Atıyye, I, 138-139; II, 448; Râzî, XIV, 225; İbn Âşûr, IX, 84).
     Âyette dolaylı olarak onların bu üstünlüklerinin, tevhid geleneğine sahip olmalarından kaynaklandığına ve bununla kayıtlı olduğuna da bir işaret vardır. Nitekim onların, tevhid dininin ilke ve kurallarından sapmaları sebebiyle bu üstünlüklerini kaybettiklerini, Hz. Mûsâ’nın onları “fâsık” olarak nitelediğini, sonuçta türlü şekillerde cezalandırıldıklarını bildiren âyetler de vardır (meselâ bk. Mâide 5/20-26, 77-82; İsrâ 17/4-7).
     Tevrat’ta da yer yer İsrâiloğulları’nın basit arzuları veya çıkarları sebebiyle ahdi bozdukları, yoldan çıktıkları, başka tanrı veya tanrılar edindikleri, şeriatın hükümlerini ihlâl ettikleri belirtilerek onlara lânetler yağdırıldığı görülmektedir (meselâ bk. Tesniye, 28, 29, 30, 31. bablar; daha ayrıntılı bilgi için bk. Bakara 2/159 ve tefsiri). Buradan, dolaylı olarak, müslümanların “en hayırlı ümmet” niteliğini korumalarının da “Allah’a itaat edip emirlerine uymalarına, yasaklarından sakınmalarına” bağlı olduğu anlaşılmaktadır (Taberî, I, 265).
  • Ayet
     Öyle bir günden sakının ki o gün hiç kimse bir başkası adına bir şey ödeyemez. Hiçbir kimseden herhangi bir şefaat kabul olunmaz, fidye alınmaz. Onlara yardım da edilmez. ﴾48﴿

  • Tefsir
     Şefaat “bir kimsenin bağışlanması için onun adına af dileme, maddî veya mânevî bir imkânı elde etmesi için yetkilisi nezdinde aracılık yapma”, özellikle dinî bir terim olarak “günahkâr bir müminin affedilmesi veya yüksek derecelere ulaşması için Allah nezdinde mertebesi yüksek olan birinin O’na dua etmesi, dilekte bulunması” anlamına gelmekte ve daha çok bu yüksek mertebeli kulların, âhirette günahkârların bağışlanması yönünde vuku bulacak dileklerini ifade etmektedir.
     Mu‘tezile bilginleri bu âyete dayanarak âhirette günahkârlara şefaat edilmesinin söz konusu olmayacağını, ancak sadece sevaba müstahak olanlara mükâfatlarının arttırılması yönünde şefaat edilebileceğini ileri sürmüşlerdir. 
     Ehl-i sünnet bilginleri ise her iki durumda da şefaatin mümkün olduğunu, günahkâr kullara peygamberler ve Allah nezdinde itibarı yüksek olan diğer seçkin insanlar tarafından şefaat edilebileceğini savunurlar (genişbilgi için bk. Râzî, III, 55-66). Ancak Allah’ın izin vermediği hiçbir kimse şefaat edemeyecektir (meselâ bk. Bakara 2/255; Meryem 19/87; Tâhâ 20/109).
     Kur’an’ın ilgili âyetlerinin üslûbundan, âhirette şefaat mümkün olmakla birlikte bunun son derece sınırlı tutulacağı ve insanların şefaate bel bağlamadan, kendi kurtuluşları için yine kendilerinin çaba göstermesi gerektiği anlaşılmaktadır. Bu durum karşısında insan için gerekli olan şey, zaman kaybetmeden tevhid inancına sarılarak, Allah’a karşı kulluk görevlerini yerine getirmek ve ahlâkını düzeltmek, geçmişteki günahlarından dolayı da tövbe etmektir. Çünkü gerek Kur’ân-ı Kerîm’de gerekse hadislerde içtenlikle yapılacak tövbelerin geri çevrilmeyeceğine dair çok açık ve kesin açıklamalar vardır.
     Kur’an’ın şefaat konusundaki ümit kırıcı üslûbu, şefaat beklentisinin insanları dinî ve ahlâkî hayatlarında gevşekliğe sürüklemesinden; yine Kur’an’ın tövbelerin kabul buyurulacağına dair çok net ve ümit verici ifadeleri ise, tövbenin kişiye hatalı inanç ve davranışlarını terkettirmesinden, böylece düzeltici ve ıslah edici bir fonksiyon icra etmesinden ileri gelmektedir.
     İşte, peygamberlerinin kendilerine şefaat edeceklerine güvenerek İslâm’ı kabul etmemekte ve Hz. Muhammed’e inanmamakta direnen yahudileri uyarmakta olan bu âyet, aynı zamanda bütün insanlar ve müslümanlar için de bir ikaz anlamı taşımakta; insanın asıl kurtuluşunun, yanlışlardan dönmesine başta imanı olmak üzere, dünya hayatında kendisinin yaptığı hayırlı işlere bağlı olduğunu vurgulamaktadır.

2 Mart 2015 Pazartesi

KELİMELER ~ KAVRAMLAR //✿\\ UĞURSUZLUK

KELİMELER ~ KAVRAMLAR
UĞURSUZLUK

     Herhangi bir şeyde bulunduğu zannedilen ve işlerin ters gitmesine sebep olarak ileri sürülen hal.
     Değişik çağlarda pek çok kişi ve toplumlar çevrelerinde gördükleri bir takım eşyalarda, hayvanlarda ve tabiat olaylarında uğursuzluk bulunduğuna inanmıştır. Çağımızda bu uğursuzluk anlayışını üzerinden atamamış pek çok insan görülür. Bu tipteki insanlar, uğursuz olarak niteledikleri şeylerden, kendilerine bir kötülük ve zarar geleceği inancındadır. Daima bu tür şeylerden uzak durmağa çalışırlar. Hiç bir dinî ve ilmî kaynağı olmayan "uğursuzluk" anlayışına sahip olsalar, hayatların her safhasında korku ve endişe içinde bulunurlar.
     Aslında hiç bir şeyde uğursuzluk yoktur. Hiç bir şey doğuştan uğurlu değildir. Uğursuzluk olsa olsa herkesin kendisinde, kendi yorumunda ve anlayışındadır. Halk arasında sık sık kullanılan "uğurlu geldi" veya "uğursuz geldi" gibi sözler birer zan ve kuruntudan ibarettir.
     Hz. Peygamber (s.a.s) bir hadis-i şerifinde, "İslâm'da taşe'üm (uğursuz sayma, kötüye yorma) yoktur; en iyisi tefe'ül (iyiye yorma) dır" (Buharî, Tıb, 54) buyurarak, bu zararlı anlayışın İslam'da bulunmadığını ifade etmiştir.
     Diğer bir hadiste ise: "Eşya da uğursuzluk yoktur, safer ayında uğursuzluk yoktur, baykuşun ötmesinde bir uğursuzluk yoktur" (Müslim, Selâm, 102) buyurulmuştur.
     Bütün bunlardan sonra şöyle denebilir: Ay ve güneş tutulması, köpek havlaması, baykuş ötmesi, kedi ve köpeğin yolda yürüyen bir kişinin önünden geçmesi, merdiven altından geçmek, on üç rakamı, salı günü işe başlamak veya yola çıkmak, gece aynaya bakmak veya tırnak kesmek vb. gibi pek çok şeyde uğursuzluk bulunduğuna inanmak, batıldır. Zira böyle şeylerde, ne iyilik ne de kötülük vardır. Bir eşyayı bir olayı mutlaka bir şeye yormak gerekiyorsa, Peygamber Efendimizin tavsiyesi doğrultusunda, iyiye yormak icab eder.

Şamil İslam Ansiklopedisi
Mefail HIZLI

25 Şubat 2015 Çarşamba

RİYAZÜS SALİHİN *** 8) Allah’ın Çizdiği Doğru Yolda Olmak

RİYAZÜS SALİHİN
8) Allah’ın Çizdiği Doğru Yolda Olmak
(Hayırlı İşlere Koşmak, Hayra Yönelmiş Kişiyi Ciddi ve
Tereddütsüz Şekilde Onu İşlemeye Teşvik Etmek)

     Buradaki üç Ayet-i Kerime ve iki Hadîs-i Şerîften, Allah’ın emrettiği gibi dosdoğru olunması gerektiğini, Rabbimiz Allah (cc.)’tır diyerek, dosdoğru olan Allah (cc.) yolunu tutup ve o yolda yaşayanlara meleklerin cenneti müjdelediklerini, bunlar için ne dünyada ne de ahirette korku ve endişenin olmadığını, İslâm’ın Rasûlullah (sav)’in dilinden gerçek tarifinin Allah (cc.)’a inandım deyip dosdoğru Allah (cc.)’ın yolunda devam etmek olduğunu ve her türlü işlerde orta yolun tutulması gerektiğini öğreneceğiz. [1]

   * “O halde sen ve beraberinde tevbe edenler, emrolunduğunuz şekilde, doğru yolu tutun. Sizden hiçbiriniz büyüklenip, Allah tarafından konulmuş sınırları aşmayın; çünkü unutmayın yaptığınız her şeyi O görüyor.” (Hûd: 11/112)

   * “Gerçekten Rabbimiz Allah’tır dedikten sonra da, dosdoğru hareket edenlere melekler indiririz de melekler onlara şöyle derler: “Korkmayın ve üzülmeyin, işte alın size vaadedilmiş olan cennet müjdesini. Biz dünya hayatında da, ahirette de sizin yakın dostlarınızız. O ahiret yurdunda canınızın çektiği herşeye sahip olacak ve istediğiniz herşeye kavuşacaksınız. Çok bağışlayan ve merhamet eden Allah’tan bir konukluktur bu.” (Fussılet: 41/30 32)

   * “Rabbimiz Allah’tır deyip, dosdoğru yol üzerinde durmaya devam edenler için, korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir. Onlar cennetliklerdir, işlediklerinin karşılığı olarak, orada ebedi kalırlar.” (Ahkâf: 46/13-14)

86. Ebû Amr (veya Ebû Amre) Süfyân İbni Abdullah radıyallahu anh şöyle dedi:
   – Yâ Resûlallah! Bana İslâmı öylesine tanıt ki, onu bir daha senden başkasına sormaya ihtiyaç hissetmeyeyim, dedim.
     Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem:
   – “Allah’a inandım de, sonra da dosdoğru ol!” buyurdu. [2]

   * İnanmak ve inandıktan sonra dosdoğru olmak demek; kişinin kendini yaratan Allah’ın gönderdiği sisteme ve gönderdiği peygambere inanıp onların direktifine göre hareket etmesi demektir. Bu da hayatın her yönünü kapsar. Yemede, içmede, ticarette, düğünde, nikahta, ahlakta, siyasette, ekonomide, kazanmada ve harcamada, tahsilde ve terbiyede, biriktirme ve dağıtmada, her yönde Allah’tan gelene göre yaşayıp o yolda olma ve hareket etme demektir. Müslüman bunlara uymak suretiyle hayatını yaşayacaktır. Başka çıkış yolu yoktur, dosdoğru olmak bu demektir. [3]

87. Ebû Hüreyre radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
   “(İşlerinizde) orta yolu tutunuz, dosdoğru olunuz. Biliniz ki, hiç biriniz ameli sâyesinde kurtuluşa eremez.” Dediler ki:
   – Sen de mi kurtulamazsın, ey Allah’ın elçisi?
   – “(Evet) ben de kurtulamam. Şu kadar var ki Allah rahmet ve keremi ile beni bağışlamış olursa, o başka!” [4]

   * Yaptığımız ameller kurtuluşun bedeli değil, bahanesidir. Çünkü; insanları yaptığı işlere muvaffak kılan da, onları kabul edecek olan da Allah’tır. Kişi hayatı boyunca paraya, makama, kadına-erkeğe, menfaata, ata ve arabaya eğilmemeli, Allah’a itaate devam etmelidir. Çünkü Allah pek çok ayet-i kerîmesinde bana ve elçime itaat edin yani benim ve elçimin dediğini yapın demektedir. Biz de buna uyarak hayatı devam ettireceğiz, müslümanın hedefi olan cennete ulaşabilmenin bahanesi bunlardır. Bu iki hadîs-i şerîfi daha iyi anlayabilmemiz için şu ayetler okunmalıdır:
   Fâtiha: 1/6; Bakara: 2/142, 213; Âl-i İmrân: 3/50, 101; Mâide: 5/16; En’âm: 6/39, 87, 161; A’raf: 7/29; Yûnus: 10/25, 105; Hûd: 11/112; Rûm: 30/30, 43; Fussılet: 41/30; Şûrâ: 42/13, 15; Ahkâf: 46/13. [5]

Dipnotlar:
[1] Abdullah Parlıyan, Açıklamalı Tam Riyazu’s-Salihin Tercümesi: 39.
[2] Müslim, İmân 62. Ayrıca bk. Tirmizî, Zühd 61; İbni Mâce, Fiten 12.
     Bu hadisin bir benzeri ileride 1518 numarada tekrar gelecektir.
[3] Abdullah Parlıyan, Açıklamalı Tam Riyazu’s-Salihin Tercümesi: 39.
[4] Müslim, Münâfikîn 76, 78. Ayrıca bk. Buhârî, Rikak 18, Merdâ 19; İbni Mâce, Zühd 20.
[5] Abdullah Parlıyan, Açıklamalı Tam Riyazu’s-Salihin Tercümesi: 39.

19 Şubat 2015 Perşembe

TEFSİR DERSLERİ ✿ܓ✿ ♥ܓ Bakara Sûresi 40 - 46. Ayeti Kerimeler...


TEFSİR DERSLERİBakara Sûresi'nin
40 - 46. Ayeti Kerimeler Arasının Tefsiri

Rahmân ve Rahîm olan Allah´ın adıyla
  • Ayet
     Ey İsrailoğulları ! Size verdiğim nimeti hatırlayın. Bana verdiğiniz sözü yerine getirin ki ben de size verdiğim sözü yerine getireyim. Yalnız benden korkun.  ﴾40﴿
  • Tefsir
     Sûrenin buraya kadar olan bölümünde müşrikler ve münafıklar hakkında açıklamalar yapılıp uyarılarda bulunulduktan sonra buradan itibaren 123. âyete kadar devam eden bölümünde, yer yer başka konulara da değinilmekle birlikte, ağırlıklı olarak İsrâiloğulları’nın eski durumlarıyla dinî ve ahlâkî bakımdan bozulmaları, İslâm’a karşı tutumları hakkında buyruklar, bilgi ve eleştiriler yer almaktadır.
     Arap yarımadasındaki yahudilerin önemli bir kısmı Medine ve civarında yaşadığı için Medine’de inen uzun sûrelerin ilki olan Bakara sûresinde Allah (cc.) onları İslâm’a davet etmekte, İslâm’ın hak din olduğunu kanıtlayan deliller göstermekte; bu arada onların dinlerinin mahiyeti ve atalarının tarihi hakkında bilgi vermektedir.
     Yahudilik, İslâm’dan önceki semavî dinler arasında –tahrife uğramış da olsa– şeriatı ve kutsal kitabı halen yaşamakta olan en eski dindir. Hıristiyanlık’tan farklı olarak bir şeriat dini olması da Kur’ân-ı Kerîm bakımından bu dinin önemini arttırmaktadır. Ayrıca Medine ve çevresinde, Romalılar’ın baskısı sebebiyle milâdî I. yüzyıldan itibaren Filistin’den buralara göç etmiş olan geniş bir yahudi topluluğu yaşamakta ve doğal olarak bunlarla müslümanlar arasında ilişkiler bulunmaktaydı. Bu sebeplerle Kur’an’da Hz. Mûsâ’nın ismi otuz dört sûrede 136 defa anılmış; birçok sûrede Yahudilik ve Tevrat hakkında bilgiler verilmiş; özellikle Bakara sûresinin bu bölümüyle A‘râf (7/103-176), Yûnus (10/75-93), Tâhâ (20/9-97), Şu’arâ (26/10-66), Kasas (28/3-44) ve Mü’min (40/23-54) sûrelerinde Hz. Mûsâ’nın öğretileri, tebliğ faaliyetleri, İsrâiloğulları’nın ve başta Firavun olmak üzere Kårûn ve Hâmân’ın bu faaliyet karşısındaki olumsuz tutumları gibi konulara ilişkin olarak ayrıntılı açıklamalar ve değerlendirmeler yapılmıştır.
     Kur’ân-ı Kerîm’de İsrâil kelimesi iki âyette (Âl-i İmrân 3/93; Meryem 19/58) Hz. İbrâhim’in Hz. İshak’tan torunu olan Hz. Ya‘kub’un ismi olarak geçmekte; kırk âyette ise yahudiler “Benî İsrâil” (İsrâiloğulları) diye anılmaktadır (bk. M. F. Abdülbâkî, Mu‘cem, “İsrâil” md.). Kelimenin etimolojisinin ve asıl anlamının belirsiz olduğu ileri sürülmekle birlikte (bk. A. Haldar, “Israel, Names and Associations of”, The Interpreter’s Dictionary of the Bible, II, s. 765-766) “Allah’ın güçlü kıldığı” anlamının kuvvetle muhtemel olduğu kabul edilmektedir. İslâmî kaynaklarda da İsrâil kelimesinin Hz. Ya‘kub için kullanıldığı ifade edilmekle birlikte, yahudi kaynaklarında bu kelimenin anlamı konusunda verilen bilgiler İslâm’ın ulûhiyyet ve peygamberlik inancıyla bağdaşmadığı için müslüman bilginler bu hususta farklı açıklamalar getirmişlerdir. Meselâ Taberî’nin Tarîhu’lümem ve’lmülûk’ünde (I, 192) İsrâil kelimesinin “gece vakti Allah’a giden” anlamına geldiği ifade edilir. Aynı ismin İbrânîce’de “Allah’ın kılıcı”, “Allah yolunda cihad eden”, “Allah’ın seçkin kıldığı insan” veya “Allah’ın kulu” anlamına geldiği de bildirilmektedir (bk. Taberî, I, 248; Zemahşerî, I, 64-65; Elmalılı, I, 334; Reşîd Rızâ, I, 289). On iki yahudi kabilesi de İsrâil adıyla anılır. Hz. Süleyman’dan sonra yahudi ülkesinin ikiye bölünmesi üzerine İsrâil kelimesi, kuzeyde kalan bölümü oluşturan kabilelerin krallığını nitelemek üzere kullanılmıştır. Bununla birlikte sonraları İsrâil tabiri, yahudilerin tamamını ifade eden etnik bir kavram haline gelmiştir.
     Yahudi inancına göre Hz. Ya‘kub’a İsrâil ismi Tanrı tarafından verilmiştir; Yahudilik millî bir din, Yahova da millî bir tanrı kabul edilmiştir. Aynı telakkiye göre İsrâiloğulları da seçkin bir kavimdir. Söz konusu kavim, Filistin’e yerleşmeden önce İbrânî, Filistin’de İsrâilî, sürgünden sonra ise İsrâiloğulları diye anılmaktaydı. Bununla birlikte bu kavim için İbrânî ve yahudi terimlerinin kullanımı da yaygındır (bk. Günay Tümer-Abdurrahman Küçük, Dinler Tarihi, s. 178-179).
     Kur’ân-ı Kerîm’de Benî İsrâil isminin ilk defa geçtiği konumuz olan âyette özellikle, başta din bilginleri olmak üzere, Hz. Peygamber dönemindeki yahudilere hitap edilmekte ve Allah’ın (cc.) kendilerine verdiği nimet hatırlatılmakla beraber bu nimetin ne olduğu o zamanki yahudilerce bilindiği için bu hususta açıklama getirilmemektedir. Taberî bu nimeti, Allah Teâlâ’nın geçmişte İsrâiloğulları arasından peygamberler göndermesi, onlara kitaplar indirmesi, onları Firavun ve onun zalim halkından çektikleri pek çok sıkıntı ve belâlardan kurtararak mukaddes topraklara yerleştirmesi vb. şeklinde sıralamıştır (I, 249). Bunlara daha başka nimetleri ekleyenler de vardır (bk. Zemahşerî, I, 65; İbn Âşûr, I, 451-452). Bu nimetleri anmaktan maksat, onlara şükretme görevlerini hatırlatmaktır.
     “Bir şeyin yerine getirilmesini emretmek, söz vermek” veya “ittifak, anlaşma, sözleşme” gibi mânalara gelen ahid kelimesi Kur’an’da yerine göre, hem insanların birbirine söz vermesi hem de Allah (cc.) ile kulları arasındaki bir tür sözleşme için kullanılmaktadır. Ahid kelimesinde “söz verme”nin yanında “yemin” anlamı da vardır. Kur’an’da yer yer aynı anlamda mîsâk, vaad gibi başka kelimelerin kullanıldığı da görülür. Tanrı ile İsrâiloğulları arasındaki anlaşmanın hükümlerini, Allah (cc.) tarafından belirlenen yükümlülükleri ihtiva ettiği için yahudi ve hıristiyan kutsal kitaplarına Eski Ahid ve Yeni Ahid denilmiştir.
     Bu iki kutsal kitapta Allah’ın (cc.) muhtelif peygamberler ve ümmetlerle ahidleştiğine, bu arada İsrâiloğulları’ndan da söz aldığına dair bilgiler bulunmaktadır (geniş bilgi için bk. Abdurrahman Küçük, “Ahid”, DİA, I, 532-533). Kur’ân-ı Kerîm’in çeşitli âyetlerinde de Allah’ın (cc.) İsrâiloğulları’ndan değişik konularda, meselâ Tevrat’a sımsıkı sarılacaklarına (Bakara 2/63), namazı kılacaklarına, zekâtı vereceklerine, peygamberlere inanacaklarına, muhtaçlara Allah (cc.) rızası için borç vereceklerine (Mâide 5/12), kendilerine indirilen kitabı gizlemeyip insanlara okuyacaklarına (Âl-i İmrân 3/187) dair söz aldığı bildirilmektedir.
     Müfessirlerin çoğu konumuz olan âyetteki ahdi genel anlamda yorumlamışlardır. Taberî ise buradaki ahdi, özellikle Allah’ın (cc.) yahudilere, onların kutsal kitaplarında kendisi hakkında bilgi verilmiş bulunan Hz. Muhammed’in (sav.) peygamberliğini tanıyıp ona inanmalarını, bu gerçeği insanlara da açıklamalarını emretmesi ve bu hususta onlardan söz almış olması şeklinde yorumlamaktadır (I, 250).
     Ancak bu ahid hakkında el-Menâr’da (Reşîd Rızâ, I, 290) verilen bilgiler daha mâkul görünmektedir. Buna göre Allah (cc.) İsrâiloğulları’ndan “Allah’a kulluk edip O’na ortak koşmayacaklarına, doğru olduklarına ilişkin kanıtlar getiren peygamberlere iman edeceklerine, Allah’ın hükümlerine ve kanunlarına boyun eğeceklerine”, özellikle kendi milletlerinden olan Hz. İsmâil’in soyundan gelen Hz. Muhammed’e (sav.) inanacaklarına ilişkin söz almıştır.
     Ayrıca buradaki ahdin içine, fıtratın gereği olarak bütün beşerden alınmış olan “aklın ölçülerine göre düşünme ve hareket etme sorumluluğunu yerine getirme vaadi” de girer. Âyetin, “Ben de size vaad ettiklerimi vereyim” kısmındaki vaad ise tefsirlerin çoğunda (meselâ bk. Taberî, I, 250; İbn Âşûr, I, 453) Allah’ın (cc.) onlara yardım edeceği, iyiliklerine karşı sevap verip cennetine kabul edeceği yönünde vaadde bulunması şeklinde açıklanmıştır.

  • Ayet
     Elinizdeki Tevrat'ı tasdik edici olarak indirdiğimize (Kur'an'a) iman edin. Onu inkâr edenlerin ilki olmayın. Âyetlerimi az bir karşılığa değişmeyin ve bana karşı gelmekten sakının. ﴾41﴿
  • Tefsir
     “Elinizdeki” ifadesinden maksat Tevrat, onu “tasdik edici” olan da Kur’ân-ı Kerîm’dir. Kur’an’ın Tevrat’ı tasdik etmesinin anlamı, tevhid inancı, geçmiş peygamberlere iman, iyiliklerin yapılması, kötülüklerin terkedilmesi gibi Tevrat’ta yer alan temel öğretilerin Kur’an tarafından da tanınmasıdır. Bunun mantıkî sonucu, Kur’an’ın da Tevrat gibi Allah’tan (cc.) geldiğini kabul edip ona inanmak olduğu için yahudiler ve özellikle kutsal kitabın muhtevası hakkında geniş bilgisi olan yahudi din bilginleri Kur’an’a inanmaya, böylece müslüman olmaya davet edilmekte; Kur’an’ı herkesten önce alelacele inkâr etmek yerine, öğretilerinin kendi kutsal kitaplarıyla ne kadar uyuştuğunu iyi düşünmeleri gerektiğine işaret edilmektedir.
     Bunu yaptıklarında, müşrikler gibi hemen onu inkâr etmeyip, tam tersine, ellerindeki kutsal kitabı tasdik ettiği için vakit kaybetmeden ona inanıp müslüman olmaları gerektiğini anlayacaklardır. İbn Abbas’a nisbet edilen bir rivayete göre Medineli bazı yahudi bilginlerine fakir halktan hediyeler geliyor, onlar bu hediyelerden mahrum kalacakları korkusuyla İslâm’ı kabul etmekten kaçınıyorlardı (Râzî, III, 42). Ancak tefsirlerin çoğunda yer alan daha genel bir açıklamaya göre âyette yahudilerden, nimetlerin en büyüğü olan hak dini reddedip âhiret kurtuluşundan mahrum kalma pahasına, bunlarla mukayese edildiğinde hiçbir değer ve anlam ifade etmeyen dünya malı, dünyevî mevki ve itibar peşinde koşmamaları istenmektedir.
     Ayrıca “Âyetlerimi az bir karşılık ile satmayın” meâlindeki ifade, Allah’ın (cc.) yüce ve kutsal kitabını ve dinini kişisel ve maddî çıkarlar için kullanıp yanlış yorumlayanlara, haramları helâl, helâlleri haram göstermeye kalkışanlara karşı kesin bir uyarıdır. Bazı bilginler, âyetin söz konusu bölümüne dayanarak, Kur’an öğretme karşılığında para almanın câiz olmadığını ileri sürmüşlerse de bu para, Kur’an’ın değil, harcanan emek ve zamanın bedeli olduğu için, İslâm bilginlerinin çoğu bu görüşe itibar etmemişlerdir (genişbilgi için bk. Ateş, I, 155-156; İbn Âşûr, I, 467-469).
     İbadet olan fiillere karşılık ücret almak câiz olmamakla beraber bu hüküm konumuz olan âyetten çıkarılmış değildir.
 
  • Ayet
     Hakkı bâtılla karıştırıp da, bile bile hakkı gizlemeyin. Namazı kılın, zekatı verin. Rükû edenlerle birlikte siz de rükû edin. ﴾42-43﴿
  • Tefsir
     Yukarıda, yahudiler Kur’ân-ı Kerîm’e iman etmeye çağırıldıkları için burada da, bu imanın gereklerinden olmak üzere, onlara Kur’an’ın önem verdiği prensiplerden söz edilmekte; özellikle hakkı tanımaları ve korumaları, namaz kılıp zekât vermeleri emredilmektedir. Böylece Kur’an yahudilere ve dolaylı olarak müslümanlara, hatta bütün insanlığa, maddî ve dünyevî menfaatlerin, egoist arzu ve eğilimlerin etkisine kapılarak doğru ve gerçek olan ile eğri, yanlış ve asılsız olanı kasıtlı olarak birbirine karıştırmamaları, hakkı örtüp saklamaktan kaçınmaları gerektiği yönünde son derece önemli bir uyarıda bulunmuştur.
     Yahudiler de dahil olmak üzere muhatap kitle bakımından temel gerçek Kur’an-ı Kerim'in hak kitap ve Hz. Muhammed’in (sav.) hak peygamber olduğudur. Bu sebeple âyette öncelikle bu husus kastedilmiş; inkârcıların hak ile bâtılı birbirine karıştırıp hakkı gizlemekten vazgeçmeleri, müslümanlarla birlikte namazı kılıp zekâtı vermeleri, Allah’ın (cc.) hükmüne boyun eğmeleri istenmiştir.
     Burada, pek çok dinî hükümler içinden özellikle namaz ve zekâtın emredilmesi, bunlardan ilkinin bedenî ibadetlerin, ikincisinin de malî ibadetlerin en önemlisi olmasından ileri gelmektedir (Râzî, III, 44). 42. âyette yahudilerin gerçek Tevrat’a onda bulunmayan ilâveler yapmalarına (bk. Taberî, I, 255) veya Hz. Muhammed’in (sav.) geleceğinin Tevrat’ta haber verildiği gerçeğini saklamalarına (Reşîd Rızâ, I, 292) işaret edildiği de söylenmiştir.
  • Ayet
     Siz, kitabı (Tevrat'ı) okuyup durduğunuz halde, kendinizi unutup başkalarına iyiliği mi emrediyorsunuz? (Yaptığınızın çirkinliğini) anlamıyor musunuz? ﴾44﴿
  • Tefsir
     Sözlükte “iyilik, doğruluk” anlamına gelen birr kelimesinin, dinî ve ahlâkî bir terim olarak, iman ve ibadetten başlamak üzere her türlü iyilik, ihsan, itaat, doğruluk, günahsızlık gibi mânalarda kullanıldığı görülür (ayrıntılı bilgi için bk. Bakara 2/ 177; Âl-i İmrân 3/92).
     Bu âyetten, asıl muhatapların yahudi din bilginleri olduğu anlaşılmaktadır. Başka benzerleri gibi yahudi din bilginleri de halka kutsal kitaba inanıp onunla amel etmelerini, gerek sözleri gerekse davranışlarıyla Allah’ın (cc.) rızâsına uygun şekilde yaşamalarını emrederlerdi. Ancak âyet bize, başkalarına iyiliği emrederken kendilerini unuttuklarını yani onların kendi yaşayışlarının bilgileri ve sözleriyle çeliştiğini, sonuç olarak samimi dindarlık hislerini kaybettiklerini göstermekte; “Aklınızı kullanmıyor musunuz?” ifadesiyle bu çelişkili tutumlarının, yalnızca dinin hükümlerine değil, akla da aykırı olduğuna işaret etmektedir.
     Kur’an’ın geçmiş ümmetlerin tarihine ilişkin verdiği bilgilerde de sonraki nesiller için mesajlar ve dersler vardır. Bu bakımdan, söz-davranış uyumu şeklinde özetlenebilecek evrensel ahlâk kurallarından birini ihlâl etmeleri sebebiyle yahudileri eleştiren söz konusu âyet, bir yandan yahudi din bilginlerinin bu çelişkili tutumları ve samimiyetsizlikleri hakkında bilgi verirken, bir yandan da genel olarak İslâm ümmeti, özellikle müslüman din önderleri ve bilginleri için de bir uyarı anlamı taşımaktadır.
     Şu halde kendilerini din bilgini, din adamı ya da din önderi konumunda görenlerin veya öyle tanımlananların bu uyarıyı hiçbir zaman hatırdan çıkarmamaları gerektiği açıktır. Zira başkalarına iyiliği öğütleyenlerin kendi yaşayışlarında bunun aksine davranmaları Kur’an’ın kesinlikle reddettiği bir tutumdur. Nitekim Saf sûresinde “Ey iman edenler! Yapmayacağınız şeyleri niye söylersiniz? Yapmayacağınız şeyleri söylemeniz Allah katında çok sevimsiz bir davranıştır!” (61/2-3) buyurulmaktadır.
  • Ayet
     Sabrederek ve namaz kılarak (Allah'tan) yardım dileyin. Şüphesiz namaz, Allah'a derinden saygı duyanlardan başkasına ağır gelir. Onlar, Rablerine kavuşacaklarını ve gerçekten ona döneceklerini çok iyi bilirler. ﴾45-46﴿
  • Tefsir
     Ahlâkın ve tasavvufun temel kavramlarından olan sabır, “acıya katlanma, sıkıntıya göğüs germe; Allah’a(cc.) tevekkül ederek O’ndan gelen sıkıntılara katlanma; insanın kendisini, aklın ve dinin yapılmasını gerekli gördüğü işleri yapmaya veya yapılmasını yasakladığı, uygun bulmadığı davranışlardan uzak durmaya zorlaması; kişinin hayırlı amacına ulaşma yönündeki direnci” gibi anlamlarda kullanılır (Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât, “sbr” md.).
     Gazzâlî, sabrı “inanç gücünün bencil istek ve tutkulara karşı koyması” şeklinde oldukça kapsamlı bir ifadeyle tanımlar. İnkârcılık da bir tür inançtan kaynaklandığı için inkârcılarda görülen sabrı da, bu anlamda değerlendirmek mümkündür.
     Buna göre sabrın değeri arkasındaki inancın keyfiyetine göre değişir. Gazzâlî bu erdemin, bütün yaratılmışlar içinde sadece insana verilmiş bir ayrıcalık olduğunu belirtir. Çünkü hayvanlar akıl gücüne sahip olmayıp sadece içgüdüleriyle davrandıkları; melekler de –zaten yetkin varlıklar olmaları sebebiyle– sabrı gerektiren bir durumla karşılaşmadıkları için, sabır gösterme imkânları ve buna ihtiyaçları yoktur (İhyâ, IV, 56).
     Kur’ân-ı Kerîm’de, rahatlık ve bolluk kadar sıkıntı ve darlık da bir hayat gerçeği olarak gösterilmiş (Bakara 2/155), Hz. Peygamber’e hitaben, “Azim sahiplerinin sabrettiği gibi sen de sabret” buyurulmuş (Ahkåf 46/35); Allah (cc.) yolunda cihad eden müminlerin yiğit, sebatkâr ve kararlı tutumlarından verilen örnekle (Bakara 2/249-250) sabrın, zorluklar karşısında âcizlik gösterip sıkıntılara teslim olmak anlamına gelmediğine; aksine, Allah’ın (cc.) inâyetine güvenerek güçlükleri aşma iradesini göstermek olduğuna işaret edilmiştir.
     Yukarıdaki âyetlerde yahudiler ve özellikle onların din önderleri, eski anlayış ve yanlışlarını terkederek Allah’a (cc.) verdikleri sözü tutmaya,Hz. Muhammed’in (sav.) risâletini tanımaya, Kur’an’a inanmaya, dolayısıyla İslâmiyet’i kabul etmeye davet edilmiş; hakka saygı duyup onu bâtılla karıştırmamaları, namazı kılıp zekâtı vermeleri, başkalarına buyurdukları iyilikleri kendilerinin de yapmaları istenmiştir. Fahreddin er-Râzî’ye göre yahudilerin, gerektiğinde mallarını ve itibarlarını tehlikeye atma pahasına, eski inanç ve alışkanlıklarından sıyrılarak bu yeni inanç ve hayat düzenini yani İslâmiyet’i kabul edip uygulamaları onlara güç ve meşakkatli geldiği için âyette bu güçlüğü sabredip namaz kılarak yenmeleri öğütlenmiştir (III, 48-49).
     Kuşkusuz bu isabetli tesbit, her zaman için ve aynı konumda bulunan her kişi veya zümre hakkında da geçerlidir. Zira insanların din değiştirmek gibi çok önemli kararlarında sadece aklî olarak bu dinin doğruluğunu kavramaları yeterli değildir. Bunun yanında pek çok psikolojik ve hâricî baskılar insanların eski yanlış inanç ve tutumlarını sürdürmelerinde etkili olmaktadır.
     Kur’an-ı Kerim; bu güçlüğün aşılmasında belirtilen baskılara sabır denilen psikolojik ve ahlâkî irade ile direnmeyi, ayrıca bu iradeyi namazla da fiilî olarak destekleyip güçlendirmeyi öğütlemektedir. Namaz, Allah (cc.) ile kul arasındaki ilişkiyi bir ömür boyu amelî olarak sürdüren en canlı ve sürekli bir ibadet olduğu için âyette bu ibadetin, insanın inancını ve inancı doğrultusunda oluşturacağı kararlarını güçlendirip eylemlerini dinî ve ahlâkî hükümler çerçevesinde geliştirmesine yardımcı olacağına işaret edilmektedir.
     Nitekim “Kuşkusuz namaz hayasızlık ve kötülükten meneder” meâlindeki âyette de (Ankebût 29/45) namazın bu tesiri açıkça ifade edilmiştir. Terim olarak huşû “Allah’a gönülden saygı duyup bağlanmak, boyun eğip itaat etmek” demektir. Sabrın ve özellikle namazın yukarıdaki olumlu tesirinden nasibini alacak olanlar, ancak Allah’a (cc.) huşû ile bağlanan, boyun eğenlerdir. 46. âyete göre onların Allah’a (cc.) olan bu içten bağlılık ve saygılarının en başta gelen sebebi ise rablerine kavuşacaklarına, sonunda mutlaka O’na döneceklerine olan kesin inançlarıdır.
     Ancak bu inanç sayesindedir ki insan, rabbine kavuşmayı ve dolayısıyla âhiret kurtuluşunu dünyanın bütün nimetlerinden daha önemli görür ve bu uğurda her türlü meşakkate rıza gösterir. Esasen İslâm akaidinde, âhiret inancının, Allah’a (cc.) iman ve peygamberlere imanla birlikte– “usûl-i selâse” (üç ilke) denilen en önemli itikad esasları arasında yer alması da bu inancın belirtilen dinî ve ahlâkî fonksiyonundan ileri gelmektedir.



17 Şubat 2015 Salı

KELİMELER ~ KAVRAMLAR //✿\\ UCB

KELİMELER ~ KAVRAMLAR
UCB

     Bir insanın kendisini üstün ve faziletli sanıp başkalarını daha aşağıda görmesine "kendini beğenme" ya da dinî tabirle "ucb" denir. Çok kötü bir huy olan kendini beğenme, kibir ve gururun sonucudur; sahip olduğu nimetlerin Allah'tan geldiğini ve yine bir gün yok olup gidebileceğini düşünmemektir; insanın, aciz ve zayıf bir kul olduğunu unutmasıdır.
     Kendini beğenenler, diğer insanların aklını, fikir ve düşüncelerini, davranışlarını, hatta giyim ve kuşamlarını beğenmez, nefislerinden başka bir şey düşünmez, inatçılıktan da geri kalmaz. Onlara göre kendileri değerli, başkaları değersizdir. Her yaptıkları iyi, her eksiklikleri fazilettir. Her yüksek makama onlar layıktır.
     Kendini beğenmek, kibirle aynı anlamda gibi görünüyorsa da aralarında bir fark vardır. Mesela, bir adam dünyada tek başına kalsa, bu kişinin kibirlenmesi düşünülemez, ancak kendini beğenmesi düşünülebilir.
     Kendini beğenme ilk defa şeytanın yaptığı bir iştir. Bu yüzden cennetten kovulmuş ve rahmetten uzaklaştırılmıştır. Halbuki Hz. Âdem (a.s) tövbesi ve tevazuu sebebiyle Allah Teâla'nın merhametine nail olmuş ve övgüsünü kazanmıştır.
     Kendini beğenenlerin yaptıkları akıl dışı davranışlardan biri de, bol bol öğünmeleridir. Böyle bir huya yakalananların, bu durumdan kurtulmalarI için, faziletli ve ahlaklı kişiler ile düşüp kalkmaları gerekir. Öyle kişileri kendilerine ayna edinerek, kusurlarını görmek ve güzel huylar kazanmaya çalışmak zorundadır. Kendi kusurlarını görmeyen bir kişinin, olgun bir ahlaka sahip olması çok zordur. Bu durumu ifade eden şöyle bir söz söylenmiştir: "Kişinin irfanını noksanını bilmesi ile olur."
     Kur'an-ı Kerim'de bu konuyla ilgili olarak şöyle bir olay anlatılmaktadır: "And olsun ki Allah size birçok yerlerde ve çokluğunuzun sizi böbürlendirdiği fakat bir faydası da olmadığı, yeryüzünün geniş olmasına rağmen size dar gelip de boğularak arkanıza, döndüğünüz Huneyn gününde yardım etmişti. Bozgundan sonra Allah, peygamberine, müminlere güvenlik verdi ve görmediğiniz askerler indirdi; inkar edenleri azaba uğrattı. İnkarcıların cezası budur" (Tevbe, 9/25-26)
     Bu ayetlerde anlatılan olay, şu şekilde geçekleşmiştir: Hz. Peygâmber (a.s), Mekke'yi fethettikten sonra, bazı Arap kabileleri duydukları, endişe ve korkudan dolayı kıpırdanmaya başlamışlar ve birleşerek güçlü bir ordu kurmaya teşebbüs etmişlerdi. Bunun üzerine Resulullah (a.s) 12.000 kişilik bir ordu hazırlamış ve düşmana karşı yola çıkılmıştı. Ordu içinde bulunan bazı kişiler, düşmanların teşkil ettikleri sayıların azlığı ve kendilerinin çokluğu sebebiyle böbürlenmişler, yani kendilerini beğenmişler ve gerçek kudret ve kuvvetin Allah'ın olduğunu bir an unutmuşlardı. Bu düşüncelerle savaşa girişen İslâm ordusu, ilk anda yenilgiye uğramış, ancak Hz. Peygamber (a.s)'in duası ve askerî dehası kısa sürede, dağılan İslâm ordusunu toparlamaya yetmişti. İlk anlarda mağlub olan ordu, kısa zamanda savaşın kaderini değiştirmiş ve üstünlük sağlamıştı. Bu arada, Allah (cc.); peygamberi (sav.) ve müminler üzerine sükunet, güven, kalp yatışkanlığı indirmişti.
     Ahlâk kitaplarının birinde, kendini beğenme ile ilgili şöyle bir olay anlatılır: Hükümdarlardan Muizüddevle Ahmed b. Tüveyh'in veziri Mihleb, bir gün güzel bir elbise giymiş ve kendini beğenmişlik edası içinde iki tarafı süzerek yoluna devam ederken, bir kişi yanına gelip:
     "Allah (cc.) ve Resulunun (sav.) sevmediği biçimde yaptığın bu yürüyüş, nasıl bir yürüyüştür?" diye sorunca,
     Mihleb; "Sen benim kim olduğumu biliyor musun?" demiştir.
     Bunun üzerine diğeri; "Bilirim, senin evvelin (yani yaratılışın) bir damla bulanık su, sonun ise bedeninin kurtlara gıda olmasıdır" diye cevap vermişti ve Mihleb, bir söz bulamayıp çekip gitmişti...
     Kendini beğenmenin bir takım sebepleri vardır. Bunlardan en önemlisi, kişinin münafıklığı âdet haline getirmiş olması ve etrafındakilerin övgüleri ile şişirilip uçurulmasıdır.
     İnsan; kendini beğenmeyi terkederse ve onun sebeplerinden uzak durursa, onun yerine tevazu gönlüne yerleşir. Bu ise, insanların sevgisine ve samimi teveccühlerine en kuvvetli vesiledir.

Şamil İslam Ansiklopedisi
Mefail HIZLI

Kitap Tanıtımı ღ💗ღ Yazar Şüheda Derya Terzi ❀💗❀ A'MAK-I ERVAH

  Kitap Özgün <kitapokuyalim@gmail.com> okunmadı, 00:18 (10 dakika önce)     alıcı gonulerleri@googlegroups.com      2007 de birkaç...