22 Ekim 2018 Pazartesi

KELİMELER ~ KAVRAMLAR: YARDIMLAŞMA

KELİMELER ~ KAVRAMLAR
YARDIMLAŞMA

     İnsanın sosyal bir varlık olması ve toplu halde yaşaması, toplu halde yaşayan insanların da birbirlerinin yardımına ihtiyaç duyması sebebiyle İslâmî literatürde yardım ve yardımlaşmaya dair çok sayıda kavram bulunmaktadır. “Yardım etmek” anlamındaki avn kökünden türeyen teâvün ve muâvene “yardımlaşma” mânasında en sık rastlanan kelimelerdendir. İâne ve maûnet kelimeleri de “yardım etmek” mânasında kullanılır.
     Yardım eden kimseye ve genellikle işe yarayan her şeye muîn, birinden yardım istemeye istiâne, kendisinden yardım istenen kişiye müsteân denir (Lisânü’l-Arab, “avn” md.). Yine aynı kökten gelen mâûn insanlara faydalı olan şeyleri anlatır (Taberî, XII, 709). Modern Arapça’da kooperatif için teâvüniyye kelimesi kullanılır. “Birine yardımcı olup yükünü sırtlama, yükünü paylaşma” anlamındaki zahr kökünden türeyen tezâhür ve müzâhere “birbirine destek olmak, yardımlaşmak”, zâhir ve zahîr de “yardım eden” demektir (Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât, “zahr” md.; Lisânü’l-Arab, “zahr” md.). “Yardım etmek” mânasına gelen bir başka kelime de nasrdır. Nasr “mazluma yardım etmek”, nusret ise “yardım etmenin güzelliği (hüsnü’l-maûne)” diye açıklanır. Aynı kökten nâsır ve nasîr “yardım eden”, tenâsur “yardımlaşma”, müstansır “yardım isteyen” mânasındadır. Nasîrin çoğulu olan ensâr kelimesi Mekke muhacirlerine yardım eden Medineli müslümanlar hakkında kullanılmıştır (Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât, “nsr” md.; Lisânü’l-Arab, “nsr” md.). Bunların yanında sözlükte “birinin bakımını, ihtiyaçlarını üzerine almak” anlamındaki “kefl” kökünden türeyen “tekâfül” “birbirine kefil olmak, birbirinin ihtiyacını karşılamak” demektir. Bir kimsenin bakımını üzerine alana kâfil ve kefîl denir. Modern Arapça’da “et-tekâfülü’l-ictimâî” sosyal dayanışmayı ifade eder. İslâmî kaynaklarda ayrıca “teâdud, tesânüd, tevâsul, ülfet/teâlüf, ihsan, infak” gibi kavramlar da yardımlaşma bağlamında kullanılmaktadır.

     Kur’ân-ı Kerîm’de "iâne" kavramı iki âyette yer alır (el-Kehf 18/95; el-Furkan 25/4). Dört âyette istiâne masdarından gelen fiiller özellikle “Allah’tan yardım isteme” anlamında, iki âyette müsteân “yardımı umulan” mânasında Allah’ın sıfatı olarak geçer (Yûsuf 12/18; el-Enbiyâ 21/112).
     Teâvün kavramının iki defa zikredildiği Mâide sûresinin 2. âyetinde, kötülük edenlere karşı hissedilen öfkenin intikamcı ve saldırgan tutumlara yol açmaması gerektiği belirtildikten sonra, “İyilik ve takvâda yardımlaşın, kötülük ve düşmanlık yolunda yardımlaşmayın” buyurulmak suretiyle Câhiliye asabiyetinin beslediği, hiçbir ahlâkî ölçü tanımayan kabileci dayanışma ve yardımlaşma reddedilir. Şevkânî buradaki yardımlaşmanın bütün iyilikleri, yardımlaşma yasağının da bütün kötülükleri kapsadığını söyler (Fethu’l-ķadîr, II, 10).
     Kurtubî’ye göre iyilik ve takvâda yardımlaşmanın çeşitli yolları vardır ve herkesin yardımı kendi yetenek ve imkânlarına göredir; meselâ âlim bilgisiyle, zengin malıyla başkasına yardım eder (el-Câmi, VI, 46-47). Mâverdî bu âyette insanlara yardımlaşma emredilirken iyilik ile takvânın birlikte zikredilmesinin sebebini şöyle açıklar: “Çünkü Allah’ın hoşnutluğu takvâ ile, insanların hoşnutluğu iyilikle kazanılır; bu ikisine sahip olan kimse tam mutluluğa ve sonsuz nimete sahip olur” (Edebü’d-dünyâ ve’d-dîn, s. 184).
     Kur’an’da zahr ve türevleri de sıkça geçmektedir (M. F. Abdülbâki, el-Mucem, “zhr” md.). Üç âyette müzâhere (et-Tevbe 9/4; el-Ahzâb 33/26; el-Mümtehine 60/9), üç âyette de tezâhür (el-Bakara 2/85; el-Kasas 28/48; et-Tahrîm 66/4) masdarından fiil kalıpları bulunur. Mâide sûresinin 2. âyetindeki teâvün yerine Bakara sûresinin 85. âyetinde tezâhür masdarından bir fiil kullanılır ve yahudileri eleştiri bağlamında, “Sonra siz ... kötülük ve düşmanlık yolunda onlarla yardımlaşıyorsunuz” ifadesi geçer.
     Tezâhür ve müzâhere kavramının yer aldığı diğer âyetlerde de haklı ve meşrû olmayan yardımlaşmalar nehyedilir. Beş âyette zahîr kelimesi yer alır (M. F. Abdülbâki, el-Mucem, “zahr” md.). Nasr masdarının türevleri de hem Allah’a hem insanlara nisbet edilerek birçok âyette kullanılmıştır (a.g.e., “nsr” md.). Bir âyette, “Allah size yardım ederse artık sizi hiç kimse yenemez; sizi yardımsız bırakacak olursa O’nun dışında size yardım edebilecek kim vardır? Müminler yalnız Allah’a güvensinler” buyurulmuştur (Âl-i İmrân 3/160).
     Kur’ân-ı Kerîm’de ilk müslümanların müşriklerle savaşlarında Allah’ın onlara yardım ettiği (meselâ bk. Âl-i İmrân 3/123; et-Tevbe 9/25; el-Feth 48/3), buna karşılık inkârcıların dünyada da âhirette de ilâhî yardımdan mahrum kalacakları (meselâ bk. Âl-i İmrân 3/22, 56; en-Nahl 16/37; Fussılet 41/16) bildirilir. Dua mahiyetindeki bazı âyetlerde peygamberlerin ve müminlerin Allah’tan yardım diledikleri anlatılır (meselâ bk. el-Bakara 2/250, 286; el-Mü’minûn 23/26). Dört âyette müminlerin Allah’a yardımından söz edilmiş (el-Hac 22/40; Muhammed 47/7; el-Hadîd 57/25; el-Haşr 59/8), bu tür ifadeler “Allah’ın dinine, peygamberine, kullarına yardım etme; Allah’ın koyduğu kurallara uyma, ahde bağlı kalma” şeklinde açıklanmıştır (Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât, “nsr” md.; Taberî, IX, 166-167; XI, 310; Şevkânî, III, 515; V, 37).
     Zekât ve kefâretle ilgili âyetlerin amacı müslümanlar arasında yardımlaşmayı sürekli kılmak ve yardımı bir kurum haline getirmektir. Ayrıca sadaka, ihsan, in‘am, it‘am, infak, îsâr, ikram, bezl gibi kavramlarla yardımlaşmayı teşvik eden çok sayıda âyet vardır. Fecr sûresinde (89/17-26) Mekke müşriklerinin bencillik ve maddeperestlikleri, yetimlerin ve muhtaçların sıkıntıları karşısındaki duyarsızlıkları ağır biçimde eleştirilmekte, bu yüzden büyük cezaya çarptırılacakları bildirilmektedir. Yâsîn sûresinde (36/47) muhtaçlara yardım etmeye çağırılan Mekke müşriklerinin, “Allah’ın doyurmadıklarını biz mi doyuracağız” demeleri açık bir sapkınlık olarak nitelendirilmektedir.
     Haşr sûresinde (59/9) Mekke muhacirlerine kucak açan Medineli müslümanlardan söz edilirken, “Onlar kendileri darlık içinde olsalar bile muhacirleri kendi öz canlarına tercih ederler” buyurulmaktadır. Bu âyet, bir müslümanın din kardeşini gerektiğinde kendisine tercih etmesinin yüksek bir ahlâkî erdem olduğuna işaret eder. Medineli ilk müslümanların Kur’an’da ensar adıyla onurlandırılması ve hatıralarının ebedîleştirilmesi (et-Tevbe 9/100, 117) onların bu yardım severliklerinden kaynaklanmıştır. Kur’an’da ensar kelimesi Hz. Îsâ’nın havârileri için de kullanılmakta (Âl-i İmrân 3/52; es-Saf 61/14) ve bir yoruma göre Kur’an’da hıristiyanlara verilen nasârâ ismi buradan gelmektedir (Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât, “nśr” md). Mümtehine sûresinde (60/8-9) müslümanların kendilerine zarar vermeyen gayri müslimlere iyilik etmelerine izin veren âyetler din farkının yardımlaşmaya engel oluşturmadığına işaret eder.
     Hadislerde de yardımlaşmayla ilgili çok sayıda kavram geçmektedir; birçok hadis mecmuasında bu konuya özel bablar ayrılmıştır. Bir kutsî hadiste, “Yalnız benim rızam için birbirine yardım edenler sevgimi hak etmiştir” buyurulur (Müsned, IV, 386). Buhârî’nin müslümanlar arasındaki yardımlaşmaya (teâvün) ayırdığı babda yer alan bir hadise göre (“Edeb”, 36) Resûlullah, “Müminler aralarındaki ilişkiler bakımından taşları birbirine kenetlenmiş binaya benzer” demiş, ardından bunu iki elinin parmaklarını birbirine kenetleyerek göstermiştir.
     “Sadaka her müslümanın vazifesidir” ifadesiyle başlayan bir hadiste maddî yardımın yanında hayır amaçlı çalışmanın, bedenle yardım etmenin, iyiliğin yayılması ve kötülüğün önlenmesi çabalarına katılmanın, nihayet kötülükten uzak durmanın bile sadaka olduğu bildirilir (Müsned, IV, 395, 411; Buhârî, “Zekât”, 30, “Edeb”, 33; Nesâî, “Zekât”, 56). Bu hadise göre, günümüzde anlamı çok basitleştirilen sadaka İslâmî anlayış açısından her türlü meşrû yardımlaşmayı kapsayan bir kavramdır. “Güçlü isen gücünü zayıflara yardım için kullan ki bu senin sadakan olsun” mânasındaki hadiste de (Müsned, V, 154) bu husus görülmektedir. “Kardeşinin ihtiyacını gideren kimsenin ihtiyacını da Allah giderir” (Müsned, IV, 104; Buhârî, “Mezâlim”, 3; Müslim, “Birr”, 58); “Bir kimse kardeşine yardım ettiği müddetçe Allah da ona yardımını sürdürür” (Müsned, II, 274) meâlindeki hadisler yardımlaşmanın hem dinî değerine hem toplumsal yararına işaret etmektedir. Hadislerde zulme uğrayana yardım etme hususu da sıkça geçer (Wensinck, el-Mucem, “avn”, “zlm”, “nsr” md.leri), bu arada zalime yardım etmekten de söz edilir. Hz. Peygamber, “Zalime yardım iki elini yakalayıp zulmünü engellemekle olur” buyurmuştur.
     Müslüman âlim ve düşünürler, hem insanın sosyal bir canlı olduğu şeklindeki Aristocu görüşe (Aristote, s. 461-463) hem de ilgili âyet ve hadislere (el-Enfâl 8/63; Müsned, II, 400; V, 335) atıfta bulunarak insanların tek başlarına üstesinden gelemeyecekleri ihtiyaçlarla kuşatıldıklarını, toplumsal hayatın, devlet ve hukuk gibi kurumların bu ihtiyaçları yardımlaşarak karşılama zaruretinden doğduğunu söylemişlerdir. Fârâbî, el-Medînetü’l-fâżıla’nın “İhtiyâcü’l-insân ile’l-ictimâ‘ ve’t-teâvün” başlığı altında (s. 117-119), her bireyin kendisine gerekli şeyleri tek başına elde etmesi mümkün olmadığından insanların topluluklar oluşturmayı ve birbiriyle yardımlaşmayı sağlayacak bir fıtratta yaratıldığını belirtir ve buradan hareketle kendi toplum ve devlet felsefesini kurar.
     Fârâbî’ye göre erdemli toplumun üyeleri kendi yeteneklerini en iyi biçimde kullanarak mükemmel bir toplum kurabilirler. İnsan tabiatı hakkında kötümser bir anlayış taşıyan Mâverdî’ye göre insan muhtaç olmadığını gördüğü zaman doğası gereği azgınlaşır, saldırganlık onun hâkim özelliğidir. İnsanı uysallaştıran şey kendi başına yetersizliğinin farkına varmasıdır, İlâhî irade onu canlılar arasında en âciz varlık olarak yaratmıştır. Dolayısıyla insan fıtrî eksikliğinden dolayı hemcinsinden yardım bekler (Edebü’d-dünyâ ve’d-dîn, s. 132).
     Bütün insanlar eşit yetenek ve imkânlarla dünyaya gelselerdi hiç kimse diğerinden yardım alamayacak, sonuçta ihtiyaçların karşılanamaması yüzünden insanlık helâk olacaktı. İnsanların değişik yeteneklerle donatılması ve farklı imkânlara kavuşturulmasıyla onların aralarında iletişim kurmaları, birbirleriyle kaynaşmaları, dayanışma ve yardımlaşma içinde bulunmaları ve bu suretle eksiklerini gidermeleri amaçlanmıştır.
     Âyetlerde belirtildiği üzere (Hûd 11/118; en-Nahl 16/71) bu durum insanlık için Allah’ın bir lutfudur (a.g.e., s. 135). Râgıb el-İsfahânî de insanların hayatlarını sürdürebilmeleri için yardımlaşmak zorunda olduklarını belirttikten sonra bir topluluğun (sûfîlerin), “Cinleri ve insanları yalnız bana ibadet etsinler diye yarattım” meâlindeki âyete (ez-Zâriyât 51/56) dayanarak dünya işlerini terk etmeyi fazilet saymalarını eleştirmiştir. Çünkü Allah’ın kullarına faydalı olacak işler yapmak da büyük bir ibadettir. Nitekim, “Bütün insanlar Allah’ın ailesidir, insanların en hayırlısı Allah’ın ailesine en çok faydası dokunandır” anlamındaki hadis (Ebû Ya‘lâ, VI, 65; Taberânî, VI, 252-253) bunu göstermektedir (Râgıb el-İsfahânî, eź-Zerîa, s. 387-388, 402-403).
     Bu görüşlere Gazzâlî ve İbn Haldûn gibi sonraki düşünürler de katılmıştır. Gazzâlî’ye göre siyaset de toplumsal zaruretin bir neticesidir. İnsanların çeşitli tehlikelere karşı birbirinden güç ve yardım almaya ihtiyaç duymaları yerleşim birimlerinin doğmasını sağlamış, ancak toplumsal hayat sürtüşmeleri de beraberinde getirmiştir. Nihayet bütün bu zaruretler insanlar arasında barış, adalet, sosyal dayanışma ve yardımlaşmayı gerçekleştirecek siyasî kurumların ortaya çıkmasına vesile olmuştur. (İhyâ, I, 12-13, 55; II, 193-194; III, 10, 281; el-İktisâd, s. 235; el-Maķsadü’l-esnâ, s. 70).
     İbn Haldûn da insanlar için toplu yaşamanın zorunluluğunu filozofların, “İnsan doğası gereği medenîdir” şeklinde ifade ettiklerini belirttikten sonra, insanların en zorunlu ihtiyacı olan besinlerin üretilmesinden yenmeye hazır duruma getirilmesine kadar birçok alete, iş ve işlemlere ihtiyaç bulunduğunu, bir kişinin tek başına bunları başarmasının düşünülemeyeceğini söyler (Mukaddime, s. 41-43). İbn Haldûn medeniyet teorisini bu temel düşünce üzerine kurmaktadır. İhvân-ı Safâ topluluğunun dost tanımı, onların yardımlaşma ve dayanışmaya ne kadar üstün bir meziyet olarak baktıklarını gösterir. Buna göre hakiki dost düşmanlarına karşı dostuna yardım eder, sıkıntı ve belâlar karşısında dostuna dayanak, zor zamanlarında destek olur. Dost dostun arkasında kaledir; dostu onu andığında yardımına koşar, unutulsa da unutmaz. Dostuna iyilik etmesini öğütler ve bu hususta ona öncü olur; malını ve canını dostuna adar. Aydınlık dostlar din ve dünya hayatının huzuru için birbirine yardım ederler; zengin âlime malıyla, âlim zengine bilgisiyle yardımcı olur; böylece herkes herkesin kurtuluşuna katkı sağlar, diğerinden de bir karşılık beklemez (er-Resâil, IV, 44-45, 55-56).
     Ahlâk ve fıkıh kitaplarında yardımlaşmayla ilgili çeşitli ilkelerden söz edilir. Öncelikle herkes kendi ihtiyacını yine kendi imkânlarıyla karşılamaya çalışmalı, başkasının eline bakmamalıdır; çünkü birinden yardım almak bir tür esirliktir; özgür kalmak isteyen kişi hiç kimseden yardım beklemez; asıl zenginlik ve onur bundadır. Yardım eden kimse de karşılık beklememeli, yardım alan ise imkân ölçüsünde bunun karşılığını vererek iyilik sahibine teşekkür etmelidir. Ebû Hâtim el-Büstî’ye göre akıllı kişi özellikle düşmanına, aptal, günahkâr ve yalancılara, kendisinden bir beklentisi bulunanlara ihtiyacından söz etmez (Ravzatü’l-ukalâ, s. 142, 144, 250; Mâverdî, s. 199, 205-206). İbn Hazm iyilik yapana teşekkür etmenin farz olduğunu belirtir, yapılan iyiliğe aynıyla veya daha fazlasıyla karşılık vermeyi öğütler. Bununla birlikte iyilik edenin kötü işlerine yardımcı olmak bir teşekkür sayılmaz. Yanlış ve haksız işlerde yardımlaşanlar gerçekte birbirlerine kötülük etmiş sayılırlar (el-Ahlâk ve’s-siyer fî müdâvâtü’n-nüfûs, s. 88).
     Fıkıh kitaplarında ilgili âyet ve hadislerden hareketle muhtaçlara yardım etmenin öncelikle onların yakınlarının görevleri arasında yer aldığı belirtilir. Bu yükümlülüğü yerine getirmekten kaçınan akraba aleyhinde dava açılabilir (M. Ebû Zehre, s. 69-74). İbn Hazm iyilik ve takvâyı emreden, kötülük, aşırılık ve saldırganlığı yasaklayan âyetlerle Hz. Ömer’in uygulamasını delil göstererek susuzluk, açlık, yılan sokması gibi bir tehlike ile karşılaşan birine elinden geldiği halde yardım etmediğinden onun ölümüne yol açan kimseye eğer bu sonucun doğacağını önceden biliyorsa taammüden, bilmiyorsa hataen adam öldürme cezasının uygulanması gerektiğini söyler (el-Muhallâ, X, 522-523). İmam Mâlik, Ebû Yûsuf ve Muhammed b. Hasan eş-Şeybânî gibi birçok fakih de aynı görüştedir (Teckânî, s. 264-265).
     Dinin ve dindarlığın yardımlaşmaya etkisi üzerine yapılan araştırmalarda dindarlığını içine sindirmiş, özümsemiş bireylerde yardım etme iradesinin bu durumda bulunmayanlara göre daha güçlü olduğu tesbit edilmiştir (geniş bilgi için bk. Ayten, s. 94-120). İslâm’da hayır yapma ve sevap kazanma niyetine dayanan zekât, sadaka-i fıtır, kurban, nezir, karz, kefâret, vakıf vb.ne dair hüküm ve uygulamaların temel hedefi toplumda yardımlaşmanın kurumsallaşmasını sağlamaktır. Başta vakıflar olmak üzere bütün İslâm beldelerinde erken dönemlerden itibaren muhtaçlara hizmet vermek amacıyla kurulan aşevi, dârülaceze, yetimler evi, imaret, hastahane gibi pek çok kurum müslümanların dayanışma ve yardımlaşma ruhunu ortaya çıkaran hayır müesseseleridir (ayrıca bk. CÖMERTLİK; İHSAN; İN‘ÂM; İNFAK; TESÂNÜD).

Mustafa Çağrıcı 
TÜRKİYE DİYANET VAKFI
İSLAM ANSİKLOPEDİSİ
İlgili resim

15 Ekim 2018 Pazartesi

RİYÂZÜ'S SÂLİHÎN'DEN HADİS-İ ŞERİFLER ♥ ✿ܓ ♥ MÜSLÜMANLARIN DOKUNULMAZ HAKLARI . 1

RİYÂZÜ'S SÂLİHÎN
27
باب تعظيم حُرمات المسلمين
 وبيان حقوقهم والشفقة عليهم ورحمتهم
MÜSLÜMANLARIN
DOKUNULMAZ HAKLARI

MÜSLÜMANLARIN DOKUNULMAZ HAKLARINA
SAYGI GÖSTERMEK
HAKLARININ AÇIKLANMASI VE ONLARA KARŞI
ŞEFKAT VE MERHAMETLİ OLMA GEREĞİ

  • Âyet-i Kerimeler:
1. “Kim Allah’ın hürmet edilmesini emrettiği şeylere saygıda bulunursa bu, kendisi için Rabbi nezdinde mutlaka hayırlıdır.” Hac sûresi (22), 30

     Allah’ın hürmet edilmesini emrettiği şeyler, O’nun Kur’an’da bildirdiği ahkâmı, emirleri ve yasaklarıdır. Özellikle bu âyetle kastedilen ise, hac esnasında riâyet edilmesi gereken esaslardır. Bunların her biri farz, vâcip ve sünnet cinsinden olabilir. Bu esasları bilip öğrenerek gereğini yerine getirenler ve bu davranışlarını Allah’a saygı olarak yapanlar, âhiret hayatında bunun karşılığını görürler. Bu karşılık ise hayırdan ibarettir.

2. “Kim Allah’ın işaretlerine saygı gösterirse, şüphesiz bu kalplerin takvâsındandır.”  Hac sûresi (22), 32

     Allah’ın işaretlerinden maksat, dininin alâmetleri, özellikle bu âyette haccın farzları, hacda kesilen kurbanlar, hac farizasında hürmet gösterilmesi gereken mekânlardır. Bunlar Allah’ın işaretleri ve saygı gösterilmesini istediği esaslardır. Bu saygı ise, kalblerin takvâsı sebebiyledir. Çünkü takvâ, Allah’a karşı saygı ve hürmet, öncelikle kalble ilgili bir iş olup, tezâhürleri yaşayışımıza akseden uygulamalardır. Her türlü iyiliğin ve kötülüğün kaynağı öncelikle kalbdir.

3. “Mü’minlere şefkat ve tevazu kanadını indir.” Hicr sûresi (15), 88

     Âyet-i kerîmenin baş tarafının anlamı şöyledir: “Sakın onlardan bazı şahıslara verdiğimiz dünya malına göz dikme, onlardan dolayı üzülme.” Dünya malı, bazı insanlar için bir övünme ve gurur vesilesidir. Oysa bu son derece yanlış bir yöneliştir. Çünkü dünya malı geçici olup, insana bir şeref ve üstünlük kazandırmaz. Mü’minlere karşı şefkatli ve merhametli olmak, mütevazi davranmak, Allah’ın Peygamber Efendimiz’e talimatıdır. Mü’minlerin de kendi aralarında birbirlerine karşı aynı şekilde şefkatli, merhametli ve tevazu sahibi olmaları istenilmiştir. Kur’an ve Sünnet inananları sürekli olarak buna teşvik eder.

4. “Kim bir cana kıymamış, ya da yeryüzünde bozgunculuk yapmamış olan bir canı öldürürse, sanki bütün insanları öldürmüş gibidir. Kim de onu yaşatırsa, bütün insanları yaşatmış gibi olur.” Mâide sûresi (5), 32

     Haksız yere bir insanı öldüren kimse, bir insanın en kutsal hakkı olan hayat hakkını tanımamış, kan dökmenin haramlığını, kişilerin can dokunulmazlığını gözetmemiş olur. Böylece haksız yere kan dökülmesine yol açmış, kötü bir çığır açmış ve yeni kanlar dökülmesine zemin hazırlamış, başkalarına bu yönde cesaret vermiş sayılır. Bundan dolayı, bir kimseyi haksız yere öldüren Allah’ın gazabına ve en büyük cezaya hak kazanır; kendisine hayat hakkı tanınmaz ve öldürülmesi vâcip olur. Böyle hareket edilmediği takdirde, toplumda kan davaları yaygınlaşır, herkes ihkâk-ı hak, yani kendi hakkını alma peşinde koşar. Bunun neticesinde cemiyetler büyük bir fitneye sürüklenir, öldürmeler ve intikam alma yolları yaygınlaşmış olur. Böyle bir yolun açılması, toplumları ardı arkası kesilmeyen karışıklıklara, anarşiye sürükler.
     Kim bir insanı yaşatır, affetmek veya öldürülmesine mani olmak ya da onu ölümden kurtarmak suretiyle hayatını devam ettirmesine sebeb olursa, sanki bütün insanları yaşatmış gibi olur. Bunun içindir ki, İslâm dini insan hayatına çok büyük bir değer verir ve bu yönde bütün çarelere başvurur.

  • Hadis-i Şerifler:
224. Ebû Mûsâ el-Eş’arî radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
     “Mü’minin mü’mine karşı durumu, bir parçası diğer parçasını sımsıkı kenetleyip tutan binalar gibidir.”
     Hz. Peygamber bunu açıklamak için, iki elinin parmaklarını birbiri arasına geçirerek kenetledi.
Buhârî, Salât 88, Mezâlim 5; Müslim, Birr 65.
Ayrıca bk. Tirmizî, Birr 18; Nesâî, Zekât 67

  • Açıklamalar:
     Pek çok hadis-i şerifte şahit olduğumuz gibi, Hz. Peygamber, bazı konuları anlatırken teşbihler, benzetmeler yapardı. Bu hadiste de, mü’minlerin birbirlerine yardımcı olmalarını, aralarında yardımlaşmalarını, bir binanın unsurlarının birbirini sımsıkı tutması, kenetlenmesi haline benzetmiştir. Böyle bir bina sağlam ve dayanıklı olur. Aksi takdirde ayakta duramaz, yıkılır. Şayet müslümanlar birbirlerine yardımcı olmaz, birlik ve beraberlik içinde bulunmaz, birbirlerine sımsıkı kenetlenmezlerse, güçlerini ve kuvvetlerini kaybeder, ayakta duramaz, yıkılırlar. Nitekim, İslâm tarihi, bunun hem müsbet hem de menfi tecrübeleriyle doludur.

     Mü’minler arasındaki yardımlaşma kavramını, sadece maddî cihetiyle ele almak doğru olmaz. Maddî cihet, yardımlaşmanın unsurlarından sadece biridir. Manevî yöndeki kardeşlik, dostluk ve samimiyet, birbirini sevmek, saymak, hak ve hukuka saygı, neticede maddî yardımlaşmayı da doğuran temel unsurlardır. İslâm dini’nin emir ve yasakları, ibâdetler, farzlar, birtakım yasaklar ve haramlar bu kardeşliği ve yardımlaşmayı sağlayan esaslardır.

     Müslümanlar, niteliklerinden bahsettiğimiz yapıyı gerçekleştirmek için, gerekli olan her çareye baş vurmalı, yaşadıkları zamanın ve mekânın gerektirdiği teşkilâtları kurmalı, sağlam bir bina gibi olmalıdırlar. Aksi takdirde tek başına İslâm’ı yaşayamaz ve ayakta kalamazlar.
  • Hadisten Öğrendiklerimiz
1. Mü’minler, maddî ve manevî yönden birbirlerine yardımcı olmalı, bir binânın birbirine sımsıkı kenetlenmiş taşları ve tuğlaları gibi bir berâberlik oluşturmalıdırlar.
2. Fert olarak, tek başına İslâm’ı yaşamak ve yaşatmak mümkün olmaz. Fertler, dıştan gelen baskılara mukavemet edemezler. Baskı ve şiddete mukâvemetin şartı birlik ve beraberliktir.
3. Birlikteliğini kaybeden toplumlar ayakta duramaz, yıkılırlar.

225. Ebû Mûsâ radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

     “Yanında ok varken mescidlerimize veya çarşı-pazarımıza uğrayan kimse, müslümanlardan herhangi birine onlardan bir zarar gelmemesi için, okunun ucunun demirlerini eliyle tutsun.”
Buhârî, Salât 66, Fiten 7; Müslim, Birr 120-124.
Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Cihâd 65;
Nesâî, Mesâcid 26; İbn Mâce, Edeb 51
  • Açıklamalar
     Gösterilen kaynaklarda, çeşitli ifadelerle aynı mahiyette zikredilen hadisimiz, insanların toplu olarak bulunduğu mescid, çarşı-pazar ve yol-sokak gibi yerlerde riâyet edilmesi gereken ahlâk ve edep kâidelerinden birini öğretmektedir. Buna göre, müslüman, kimseye zarar vermemenin, başkalarından da zarar görmemenin tedbirini almalı ve toplumun huzurunu bozucu davranışlardan sakınmalıdır. Bu şekildeki bir davranış, müslümanların haklarına saygı göstermenin, fitne ve fesada vesile olmamanın gereğidir.
     Ok, o günün önemli silahlarından biri idi. Bugünkü tabancanın veya av tüfeklerinin yerini tutuyordu. Günümüzde bu silahları bazı özel mahallerde taşımanın, üzerinde bulundurmanın yasaklığının sebebi de belirtilen veya benzeri olan mahzurlarından dolayıdır.
  • Hadisten Öğrendiklerimiz
1. Müslümanların toplu olduğu mahallere silah ve benzeri öldürücü, yaralayıcı aletlerle gelinilmemesi, gelinilmişse emniyet tedbirini bunları taşıyan kimselerin alması gerekir.
2. Peygamber Efendimiz, müslümanların selâmetini sağlayıcı tavsiyelerde bulunmuş, onlara olan rahmet ve şefkatini ortaya koymuştur.
3. Müslümanları fitneye düşürecek davranışlardan sakınmak gerekir.

226. Numân İbni Beşir radıyallahu anhümâ’ dan rivayet edildiğine göre, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
     “Mü’minler birbirlerini sevmekte, birbirlerine acımakta ve birbirlerini korumakta bir vücuda benzerler. Vücudun bir uzvu hasta olduğu zaman, diğer uzuvlar da bu sebeple uykusuzluğa ve ateşli hastalığa tutulurlar.”
Buhârî, Edeb 27; Müslim, Birr 66
  • Açıklamalar
     Bu hadîs-i şeriften, mü’minlerin, sevgi, merhamet ve yekdiğerini esirgeyip koruma gibi son derece üstün nitelikli işlerde birbirlerine yâr ve yardımcı olmaları gerektiğini öğreniyoruz. Buna göre, mü’minler birbirlerini sevmeli, birbirlerine merhamet etmeli, acımalı ve birbirlerine şefkat edip yardımcı olmalıdırlar. Çünkü hem müslümanların salâhı hem ümmetin felâhı, gönüllerini ve kafalarını bu engin fazilet hisleriyle doldurmuş ve hayatlarına bu duygular yön veren kadrolarla sağlanabilir. Bu güzel duyguların karşıtı olan sevgisizlik, merhametsizlik, şefkatsizlik ve ilgisizlik hastalıklarından kurtulmak gerekir. Mü’minler, sadece kendi iç bünyelerinde değil, başka din mensupları veya herhangi bir dine mensup olmayanlara karşı da tam bir insânî yaklaşım sergilemekle emrolunmuşlardır.
     Efendimiz’in üstün nitelikli teşbihleriyle belirttikleri gibi, uykusuzluğun sebebi, vücudun bir uzvunda hissedilen acılardır. Hummâ yani ateşli hastalıklar ise uykusuzluk sebebiyle daha da artar. Sevgisizlik, merhamet yoksulluğu ve şefkatsizlik, acı veren ve insanı ateşler içinde yakıp kavuran bir hastalık gibidir. Hummâ tabiri dilimizde, sıtma kelimesiyle ifade edilir; aynı zamanda bütün ateşli hastalıkların da genel adıdır. Sıtma, diğer ateşli hastalıklar arasında en ağır olanı ve bütün vücudu sarsan bir hastalıktır. Bu sebeple Peygamberimiz’in teşbihi çok dikkat çekicidir. Birimizin parmak ucundaki küçücük bir sivilce nasıl bütün vücudumuzun ıstırap içinde kalmasına ve acı duymasına sebep oluyorsa, yeryüzünün herhangi bir yerindeki mü’minin acı ve ıstırabı bizi ilgilendirir ve rahatsız eder.
     Mü’minler fert ve cemiyet olarak acılardan, ıstıraplardan ve hastalıklardan kurtulmak için, İslâm’ın sunduğu reçetelere bağlı kalmalıdırlar.
     Sevgi, merhamet, şefkat ve yardımlaşma iyi mü’min olmanın ve Allah’ın kul olarak yarattığı insana saygının birer simgesi ve önemli göstergeleridir. Bütün insanlara karşı anlayışlı ve tüm yaratılmışlara karşı merhametli olmak, İslâm’ın insanı ulaştırmak istediği kemâlin esasıdır. Bu ise, önce mü’minlerin kendi aralarında başlar, sonra insanlığı ve bütün yaratılmışları içine alır.
  • Hadisten Öğrendiklerimiz:
1. Mü’minler sevgi, merhamet, şefkat ve yardımlaşmada bir vücut gibi olmalıdırlar.
2. İnananlar, birbirlerinin sevinç ve kederine ortak olmak zorundadırlar.
3. İslâm toplumu bir vücut gibidir; bir uzvun hastalığının bütün vücudu rahatsız etmesi gibi, bir müslümanın başına gelen belâ ve musibetleri, bütün müslümanlar kendilerine dert edinmelidir.

227. Ebû Hüreyre radıyallahu anh şöyle dedi:
     Nebî sallallahu aleyhi ve sellem, Ali radıyallahu anh’in oğlu Hasan’ı öpmüştü. O sırada Akra İbni Hâbis de Peygamberimiz’in yanında bulunuyordu. Akra:
     Benim on tane çocuğum var, onlardan hiç birini öpmedim, dedi. Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem ona hayretle bakıp:
     “Merhamet etmeyen kimseye merhamet olunmaz” buyurdular.
Buhârî, Edeb 18; Müslim, Fezâil 65.
Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Edeb 145; Tirmizî, Birr 12
  • Açıklamalar
     Hz. Ali’nin oğlu Hasan, Peygamberimiz’in sevgili kızı Fâtımâ’nın çocuğu, yani Efendimiz’in torunu idi. Peygamberimiz, kendi torunlarına ve genelde bütün çocuklara karşı sevgi, şefkat ve merhamet hisleriyle doluydu. Onları çok sever, öper, okşar ve bütün ashâbına, ümmetine de çocukları sevmeyi, onlara şefkat ve marhametle muamele etmeyi tavsiye ederdi. Çocukları öpmek ve okşamak, sevginin, şefkatin ve merhametin en belirgin alâmetlerinden sayılır. Efendimiz, bu davranışı hiç ihmal etmez, ashabına da göstererek, en güzel örneği sergilerdi. O sıralarda, Arap toplumu bu üstün insânî vasıflardan çoğunlukla mahrum bulunmaktaydı. Peygamberimiz, onları bu yönde eğitmeyi ve kendilerine bu seçkin insânî değerleri kazandırmayı hedeflemişti. Nitekim, onlardan bazıları, Rasûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem’in bu davranışlarını hazmedemeyerek, duygu ve düşüncelerini açığa vurmaktaydı. Akra İbni Hâbis’in buradaki tepkisi, örneklerinden sadece biridir. Onun bu davranışı, katı kalpli oluşun, şefkat ve merhametten yoksun bulunuşun bir göstergesi kabul edilir. Çünkü bir insanın, sevgi, şefkat ve merhametli oluşunun en belirgin şekilde görülebileceği alan, yakın aile çevresidir. On çocuğa sahip olduğu halde, onlardan hiçbirini bir kere bile öpmediğini söyleyen kimsenin durumu apaçık ortadadır. Bu tavra karşı, Peygamber Efendimiz, merhamet etmeyene merhamet edilmeyeceğini söyleyerek, dünyada başkalarına karşı sevgi, şefkat ve acıma hissi taşımayanlara, âhirette de Allah’ın acımayacağını bildirmişler ve üstün insânî değerlere sahip olunması gereğini bu sözleriyle sistemleştirmişlerdir.
     Bu gerçek Kur’ân-ı Kerîm’de de şöyle ifade edilir:
     “İyiliğin karşılığı, yalnız iyilik değil midir?” [Rahmân sûresi (55), 60].
     İmam Nevevî, kişinin küçük çocuğunun yanağını ve öpülmesi meşru olan yerlerini öpmesinin vâcip olduğunu söyler. Erkek olsun kız olsun, şefkat, merhamet, sevgi ve lütufla çocuğu öpmenin sünnete uygun bir davranış olduğunu, şehvetle öpmenin ise kesinlikle haram sayıldığını belirtir. Dost ve arkadaşların çocuklarıyla, diğer küçükleri öpmek de aynı hükme tabidir.
     Bu Hadis-i Şerif 895 numara ile de gelecektir.
  • Hadisten Öğrendiklerimiz:
1. Küçük çocukları öpmek, sevgi, şefkat ve merhametin gereğidir.
2. Şefkat ve merhametten mahrum olanlar, bunlardan hasıl olan sevaptan da mahrum kalırlar.
3. Dünyada insanlara merhamet etmeyenlere, Allah da kıyamet gününde merhamet etmez.

228. Âişe radıyallahu anhâ şöyle dedi:
     Çölde yaşayan bedevîlerden bir grup Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’ in huzuruna geldiler ve:
- Siz çocuklarınızı öpüyor musunuz? diye sordular. Peygamberimiz:
– “Evet” buyurdu. Onlar:
- Fakat biz, Allah’a yemin ederiz ki, onları öpmüyoruz, dediler. Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem:
– “Allah sizin kalblerinizden merhamet duygusunu çıkarıp almışsa, ben ne yapabilirim ki!” buyurdu.
Buhârî, Edeb 18; Müslim, Fezâil 164.
Ayrıca bk. İbni Mâce, Edeb 3
  • Açıklamalar:
     Çölde yaşayan ve medenî davranışlardan uzak olan, katı kalpli, kaba tavırlı kimselere a’râbî veya çöle mensup kişi anlamında bedevî denilir. Bunlar zamanla Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem’ in huzuruna gelerek müslüman olmuşlar ve İslâm’ın getirdiği üstün değerleri benimseyerek medenî bir hayata kavuşmuşlardır. Ancak bu değişim ve gelişimin herkeste bir anda olduğu düşünülemez. Çünkü insanın alışık olduğu âdetlerden, edindiği huylardan ve ahlâk haline getirdiği davranışlardan bir anda vazgeçmesi mümkün olmayabilir.
     Peygamber Efendimiz’in yanına gelen bir grup bedevî, müslümanların küçük çocuklarını öptüklerini ve sevip okşadıklarını görünce, buna şaşarak:
     Yoksa siz çocuklarınızı öpüyor musunuz? diye sormaktan kendilerini alamamışlardır. Bu soruyu soranın Uyeyne İbni Hısn veya Akra İbni Hâbis olduğuna işaret eden rivayetler vardır. Onlar, kendilerinin bunu hiçbir şekilde yapmadıklarını, yemin ederek belirtmişlerdir. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem ise, bu davranışın, Allah’ın insanın kalbine, gönlüne koyduğu merhamet hissinin bir tezâhürü, belirtisi olduğunu onlara hatırlatmış, bunun aksini düşünüp yapanların kalbinden Allah’ın bu duyguyu çıkarıp almış olduğunu söylemiştir. Allah’ın aldığını kulların verme yetkisi ve gücünün olmadığını, peygamber de olsa bir beşerin buna muktedir olamayacağı gerçeğini kendilerine bildirmiştir. Bunun gerçekleşmesi için, insanın Allah’a yönelmesi, rahmet ve şefkat duygusuna sahip olmaya niyetlenmesi, buna uygun davranışlar sergilemesi gerekir. Peygamberimiz onlara bu hususları hatırlatmış olmaktadır.
  • Hadisten Öğrendiklerimiz:
1. Küçük çocukları öpmek, şefkat ve merhametin alâmetidir.
2. Bedevîler, katı kalpli, kaba saba kimseler olup bu nitelikleri sebebiyle hoş karşılanmazlar.
3. Merhamet duygusu, Allah Teâlâ’nın seçkin kullarına nasip ettiği bir fazilettir.
4. Allah’ın vermediği bir şeyi, kulların vermesi söz konusu olmaz.

229. Cerîr İbni Abdullah radıyallahu anh’den rivâyet edildiğine göre, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
     “İnsanlara merhamet göstermeyen kimseye Allah da merhamet etmez.”
Buhârî, Edeb 18, Tevhîd 2; Müslim, Fezâil 66.
Ayrıca bk. Tirmizî, Birr 16, Zühd 48
  • Açıklamalar:
     Bu hadis, öncekilerden daha şümullü olup, bütün insan cinsini içine alır. Yani, mü’min olsun, kâfir olsun bütün insanlara karşı adil olmak ve merhamet hissi içinde davranmak, dinimizin temel prensipleri arasında yer alır. Çünkü insan, Allah Teâlâ’nın en mükemmel ve en üstün yarattığı varlıktır. Allah’a iman etmekle yücelir, küfürde kalmakla kıymetini kaybeder. Ama yine de insanca muamele görmesi gerekir. İşte bu insanca muamele, müslümanda var olan merhamet ve şefkat duygusuyla sağlanır. Müslüman, hiç kimseye karşı kin, nefret ve düşmanlık duygularıyla dolu olmaz. Herkese karşı adâletle muamele eder ve haksızlıktan uzak durur. Onu bu davranışa sevkeden imanı ve bu imanın kendisine kazandırdığı değerlerdir. İslâm’ın evrensel mesajını, insanlığa ulaştırırken en başta gelen vasfımız bu üstün değerlere sahip oluşumuzdur. Rahmet veya merhamet kelimesinin ifade ettiği mâna, bütün canlıları kapsayıcı bir niteliğe sahiptir. Bunun gereğini yerine getirmeyerek, insanlara merhametli davranmayanlara, Allah da kıyamet gününde, merhamete en çok ihtiyaç duyulan günde merhamet etmeyecektir. O halde, bu hadis bizi âlemşümul bir merhamete teşvik etmektedir.
  • Hadisten Öğrendiklerimiz:
1. İnsanlara merhametli davranmak, müslümanlığın temel prensiplerindendir.
2. Allah, müslümanları merhametli olmaya teşvik eder.
3. Dünyada, insanlara merhametli davranmayanlara, Allah da kıyamet gününde merhamet etmeyecektir.
riyazüs salihin ile ilgili görsel sonucu
harika ayıraç ile ilgili görsel sonucu

6 Ekim 2018 Cumartesi

Bakara Sûresi 243, 244 ve 245. Ayet'i Kerimelerinin Mealleri ve Tefsirleri

Bakara Sûresi'nin
243, 244 ve 245. Ayet'i Kerimelerinin
Mealleri ve Tefsirleri
  • Bakara Suresi 243. Ayet-i Kerimenin Meali:
     "Sayıca binleri buldukları halde ölüm korkusuyla yurtlarından çıkanları görmedin mi? Bunun üzerine Allah onlara "ölün!" dedi. Sonra kendilerine hayat verdi. Şüphesiz Allah’ın insanlar üzerinde büyük lutufları vardır ama insanların çoğu şükretmezler."
  • Yukarıdaki Ayet-i Kerime'nin Tefsiri:
     Sûrenin ana konularından biri de indiği dönemin şartlarına uygun olarak müslümanları, varlıklarını ve değerlerini korumak için savaşa hazırlamak ve teşvik etmektir. Bu âyette değinilen bir kıssa veya temsilden sonra müteakip âyette yine “Allah yolunda savaşın” emrinin gelmesi, daha sonra İsrâiloğulları’nın savaş karşısındaki tutumlarının anlatılması da bunu göstermektedir. Hangi zamanda hangi peygamberin devrinde ve nerede olduğunu bildirmeden Allah Teâlâ “sayıca binleri buldukları halde kendilerini savunmak yerine ölüm korkusuyla yurtlarını terk eden, fakat yine de ölümden kurtulamayan, sonra Allah’ın lutfuyla yeniden hayata dönen ve yaptıklarının yanlış olduğu kendilerine, onların şahsında da bütün insanlığa ve özellikle müslümanlara bildirilen bir topluluğun başından geçenleri” özetliyor. Bunun bir temsil olduğunu söyleyen tefsirciler yanında tarihî bir vâkıa olduğunu, hatta –Eski Ahid’in Hezekiel bölümünde (37) anlatılan bu peygambere ait bir rüyaya atıf yaparak– onun kastedildiğini ileri sürenler de olmuştur. İbn Âşûr buradaki ölümü mecazen “ölüme yaklaşmak, öleyazmak, ölümle burun buruna getiren felâketlerle karşılaşmak”, diriltmeyi de “bundan kurtulmak” mânasında anlamıştır (II, 478).
Bize göre üslûp, bir mecaz veya temsilden çok gerçekleşmiş bir olayın anlatımını yansıtmaktadır. Allah Teâlâ öldürmeye ve diriltmeye kadirdir. Kıssadan hisse ise “korkunun ölüme fayda vermeyeceği, yeterli sayı ve güce sahip olanların kaçmak yerine savunmayı tercih etmelerinin gerektiğidir.”

  • Bakara Suresi 244. Ayet-i Kerimenin Meali:
     "Allah yolunda savaşın ve bilin ki, Allah her şeyi işiten ve bilendir."
  • Yukarıdaki Ayet-i Kerime'nin Tefsiri:
     Yurtlarını ve değerlerini savunacak yerde düşmandan korkarak kaçanların misali veya kıssası hatırlatıldıktan sonra asıl maksada geçilerek “Allah yolunda savaş” emredilmekte; insanların söylediklerini de söylemeyip zihinlerinden geçirdiklerini de Allah Teâlâ’nın bildiğine, O’ndan bir şey gizlemenin mümkün olmadığına, “bilici ve işitici” sıfatları zikredilerek işarette bulunulmaktadır.
  • Bakara Suresi 245. Ayet-i Kerimenin Meali:
     Kim Allah’a güzel (karşılık beklemeden) bir borç verirse Allah da bunu kat kat fazlasıyla öder. Daraltan da genişleten de Allah’tır ve O’na döndürüleceksiniz."
  • Yukarıdaki Ayet-i Kerime'nin Tefsiri:
     İnfak, sadaka, karz-ı hasen Kur’ân-ı Kerîm’in müminleri teşvik ettiği üç yardım ve dayanışma şeklidir. İnfak öncelikle akrabaya ve bazan ihtiyaç gözetilmeden yapılır, sadaka yahut tasadduk daha ziyade muhtaç durumdaki akraba olmayanlara yönelik malî bir ibadettir. Bu ikisi bağıştır geri dönmez, ecrini Allah verir. Karz-ı hasen ise Allah rızâsından başka bir menfaat beklenmeden verilen borçtur. Bu borç karşılığında borçludan menfaat beklenmez, yalnızca ödeme imkânına kavuştuğunda borcun aslını ödemesi istenir. Kutsî hadislerden öğrendiğimize göre Allah Teâlâ, nerede ve hangi davranışta rızâsı bulunuyorsa orada kendi bulunuyormuş gibi bir ifade kullanarak kullarını hayırlı işlere, güzel davranışlara, yardımlaşma ve dayanışmaya teşvik etmektedir. Bu cümleden olarak “hasta ziyaretini kendini ziyaret, aç bir kimseyi doyurmayı kendini doyurmak” olarak ifade buyurmuştur (Müslim, “Birr”, 43). Burada da güzel borç vereni kendisine borç veren gibi kabul ederek yardım sever mümine şereflerin en büyüğünü bahşetmiş, onu dinî heyecanın doruğuna yükseltmiştir. Ne yazık ki maddeci ahlâkın etkisine giren müslümanlar, geleneğimizde mevcut bulunan bu güzel davranışı büyük ölçüde terketmişlerdir. Terkedilen sünnetleri, İslâmî gelenekleri ihya eden, yeniden uygulama alanına koyan müminlere büyük müjdelerin bulunduğu unutulmamalıdır.
     Cihad emrinden sonra müminlere, yine geçmiş kavimlerden ibretli kıssalar anlatarak onları cihada sevkeden âyetler ileride gelecektir. Bunlardan önce “güzel borç” verme teşvikinin araya sokulması, savaşa katılan müminlerin buna ihtiyaç duymaları vâkıasına dayanmaktadır. Gerçi güzel borç yalnızca savaşa gidenlere verilen borç değildir, ihtiyacı olan herkese Allah rızâsından başka bir menfaat beklemeden verilen borç karz-ı hasendir. Ancak bu ihtiyaç bir de kişinin savaşa katılma arzusundan doğmuş olursa ödünç verme ecrinin katlanacağında şüphe yoktur.

Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 1 Sayfa: 381-386
[​IMG]
    Kur'an-ı Kerim - Diyanet İşleri Başkanlığı
    kuran yolu tefsiri ile ilgili görsel sonucu
    Ä°lgili resim

    10 Nisan 2018 Salı

    Bakara Sûresi 240. ve 242. Ayet'i Kerimelerinin Mealleri ve Tefsirleri

    Bakara Sûresi'nin
    240, 241 ve 242. Ayet'i Kerimelerinin
    Mealleri ve Tefsirleri
    • Bakara Suresi 240. Ayet-i Kerimenin Meali:
         "İçinizden vefat edip de geride eşler bırakanlar, bir yıla kadar evlerinden çıkarılmaksızın eşlerinin geçimliğini vasiyet etsinler. Onlar çıkar giderlerse kendiliklerinden yaptıkları uygun şeylerde sizin için bir vebal yoktur. Allah izzet ve hikmet sahibidir."
    • Yukarıdaki Ayet-i Kerime'nin Tefsiri:
         234. âyette kocası vefat eden kadınların dört ay on gün bekleyecekleri (iddet), bu müddet içinde evlenmelerinin câiz olmadığı ifade buyurulmuştu. Mushaf sırasında daha sonra gelen, fakat farklı bir hüküm getiren bu âyetle onu bağdaştırma konusunda farklı yorumlar yapılmıştır. Çoğunluğa göre bu âyet, nüzûlü daha sonra olan 234. âyet veya miras âyetiyle neshedilmiştir. Nitekim Abdullah b. Zübeyr, mushafı yeniden yazdıran Hz. Osman’a, “Bunu bir başka âyet neshetti, hükmünü kaldırdı, buraya niçin yazdırıyorsun?” demiş, Hz. Osman da ona, “Kur’an’da bulunan hiçbir şeyin yerini değiştiremem” cevabını vermişti (Buhârî, “Tefsîr”, 2/41). Mücahid’in, nesih iddiasını kısmen ortadan kaldıran farklı bir yorumu vardır. Buna göre Allah Teâlâ kocası vefat eden kadının, evinden çıkmadan dört ay on gün iddet beklemesini farz kılmıştır. Sonra 240. âyet gelmiş, müddetin bir yıla çıkarılması kocanın vasiyetine bağlı olarak meşrû kılınmış, kadın da bu vasiyete uyup uymamakta serbest bırakılmıştır. Buna göre âyet dört ay on gün koca evinde iddet geçirme hükmünü kaldırmış değildir. Buna ek olarak ihtiyarî bir iddet ve oturma hakkı getirmiştir.
         İbn Abbas’a göre bu âyet, koca evinde iddet geçirme mecburiyetini kaldırmıştır. Kadın iddetini dilediği yerde geçirebilir (Buhârî, “Tefsîr”, 2/41). Şah Veliyyullah’ın yorumuna göre kocanın –ölmeden önce– eşinin bir yıl evinde kalmasını ve nafakasının teminini vasiyet etmesi câiz veya müstehaptır, karısı ise bu vasiyeti uygulama konusunda serbesttir (el-Fevzü’l-kebîr, s. 24).
         Bu yoruma göre burada, sonra gelen âyet ve hadislerin, “öncekilerin hükmünü tamamen yürürlükten kaldırması” şeklinde bir nesih söz konusu olmayıp “geneli özelleştirme, vâcibi müstehaba çevirme...” kabilinden bir tâdil (bu mânada değiştirme) vardır.
         Âyetlerle yukarıda nakledilen rivayetlerden bizim çıkardığımız sonuç şudur: 234. âyet, kocası vefat eden kadının iddetini bir yıldan dört ay on güne indirmiştir. Meşrû ve mâkul bir mazeret bulunmadıkça kadın bu iddeti kocasının hânesinde geçirecektir. Miras âyeti ona mirastan hak verdiği için ve tereke de vârislere intikal etmiş bulunduğu (kocasının mülkiyetinden çıktığı) için iddet esnasında terekeden nafaka hakkı yoktur. Kadının malî durumu müsait olmazsa nafakası genel kurallara göre ilgili ve borçlu yakınları tarafından karşılanacaktır. Kocasının “zevcesinin bir yıl evinden çıkarılmamasını” vasiyet etmesi teşvik edilmiş (müstehap), kadın da dört ay on günden sonraki kısmı koca evinde geçirip geçirmeme konusunda serbest bırakılmıştır.
    • Bakara Suresi 241. Ayet-i Kerimenin Meali:
         "Boşanmış kadınlara faydalanacakları uygun bir şeyler verilmesi, Allah’ın rızâsını gözetenlerin borcudur."
    • Yukarıdaki Ayet-i Kerime'nin Tefsiri:
         Zifaf yapılmadan boşanmış kadınlara nikâh akdi yapılırken mehir belirlenmemişse bunun yerine geçecek bir şeyin verilmesi 236. âyette emredilmişti ve bu emri birçok müctehid bağlayıcı (vücûb için) olan bir emir olarak yorumlamışlardı. Burada bütün boşanan kadınlara, takvâ sahibi (Allah’ın rızâsını gözeten, azabından sakınan) kocaların, gönül alıcı bir şeyler vermesinin borç olduğu ifade buyurulmuştur. 236. âyette geçen borcun bağlayıcı olmayan, iyilik severlerin yapacağı bir vicdan borcu olduğunu düşünen müctehidler buradaki borcu da öyle anlamış ve bunu, kısa veya uzun bir müddet hayatı paylaştığı kadına onu boşayan kocası tarafından bir şeyler verilerek gönlünü almasının, iyi duygularla ayrılmayı sağlamasının güzel olacağı gerekçesine bağlamışlardır. Bunu mehir dışında ödenmesi gerekli bir boşama tazminatı olarak anlayanlar da vardır.
    • Bakara Suresi 242. Ayet-i Kerimenin Meali:
          "Aklınızı kullanasınız diye Allah size âyetlerini işte böyle açıklıyor."
    Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 1 Sayfa: 379-380
      Kur'an-ı Kerim - Diyanet İşleri Başkanlığı
      kuran yolu tefsiri ile ilgili görsel sonucu
      Ä°lgili resim

      2 Nisan 2018 Pazartesi

      RİYÂZÜ'S SÂLİHÎN'DEN HADİS-İ ŞERİFLER ♥ ✿ܓ ♥ ZULÜM . 3

      26- باب تحريم الظلم والأمر بردِّ المظالم
      ZULÜM . 3
      ZULMÜN HARAMLIĞI VE
      HAKSIZ OLARAK ELDE EDİLEN ŞEYLERİ
      SAHİPLERİNE GERİ VERME GEREĞİ

      216. Ebû Ümâme İyâs İbni Sa’lebe el-Hârisî radıyallahu anh’ den rivayet edildiğine göre Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
           “Yemin ederek bir müslümanın hakkını alan kimseye, Allah cehennemi vâcip kılar, cenneti de haram eder.”
           Bir adam dedi ki:
      - Ya Resûlallah! Şayet o küçük ve değersiz bir şey ise?
           Bunun üzerine Peygamber efendimiz:
      “Misvak ağacından bir dal bile olsa böyledir” buyurdu.

      Müslim, Îmân 218. Ayrıca bk. Nesâî, Kudât 30;
      İbni Mâce, Ahkâm 8

           Ebû Ümâme İyâs İbni Sa’lebe:
           Ensârdan olan bir sahâbîdir. Daha çok, künyesi olan Ebû Ümâme adıyla meşhurdur. Hz. Peygamber, Bedir Gazvesi’ne giderken, Ebû Ümâmê’nin annesi çok hasta idi. Buna rağmen Bedir’e gitmek istemiş, ancak Peygamberimiz onun cihada çıkmasına izin vermeyerek annesine bakmasını istemişti. Hz. Peygamber, Bedir’den döndüğünde, Ebû Ümâme’nin annesi ölmüştü. Allah Resûlü, defnedilmiş olduğu halde onun üzerine cenaze namazı kıldı.
           Ebû Ümâme, Peygamberimiz’den üç hadis rivayet etmiştir. Onun hadislerini oğlu Abdullah, Mahmûd İbni Lebîd ve Abdullah İbni Ka’b İbni Mâlik rivayet etmişlerdir.
           Allah ondan razı olsun.

           Açıklamalar:     Hadiste geçen yemin, yalan yere edilen yemindir. Yalan yemin ile veya helâl olmayan herhangi bir yolla, bir müslümanın hakkını almak, zulümdür. Yalan yere yemin eden kimse, bu hareketinin helâl olduğuna inanarak böyle davranırsa, dinden çıkar, kâfir olur. Bu takdirde ebediyyen cehennemde kalır. Yemini helâl görmez, fakat bile bile yalan yere yemin ederse, o takdirde de bu yalancılığının ve zulmünün cezasını cehennemde çeker. Ancak, ebediyyen cehennemde kalmaz.Allah Teâlâ’nın, böyle bir kimseye cehennemi vâcip, cenneti haram kılmasının sebepleri bunlardır.
           Bir müslümanın alınan hakkını sadece maddî haklardan biri olarak düşünmek doğru olmaz. Müslümana yapılan iftira, haksız yere verilen ceza, namus ve haysiyetine söz söylemek gibi şeyler de birer haktır. Hatta bunlar, maddî şeylerden daha önemli ve önceliklidir.
           Hadiste “müslümanın hakkı” diye özellikle belirtilmesi, gayr-ı müslimin hakkının helâl sayıldığı gibi bir düşünceyi akla getirebilir. Oysa gayr-ı müslimin hakkı da aynı şekilde haramdır. Müslümanın hakkını almanın hükmü ne ise, gayr-ı müslimin hakkını almanın hükmü de aynıdır. Bu hakkın az veya çok, küçük veya büyük olması da haksızlığın hükmünde bir değişiklik meydana getirmez.
           Bu hadis-i şerif 1717 numara ile tekrar gelecektir.

           Hadis-i Şeriften Öğrendiklerimiz:1. Başkalarının hakkını gaspetmek haramdır. Hakkın azı da çoğu da müsâvîdir.
      2. Helâl olduğuna inanarak yalan yere yemin eden ve başkasının malını gasbeden kimse, iman dairesinin dışına çıkar ve ebediyen cehennemde kalır. Ancak helâl saymayan ve tövbe eden böyle değildir.
      3. Kul hakkının azı da çoğu da haramdır.

      217. Adî İbni Amîre radıyallahu anh şöyle dedi:
           Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’ in şöyle buyurduğunu duydum:
           “Mal tahsili için memur tayin ettiğimiz bir kimse, bizden bir iğneyi veya ondan daha küçük bir şeyi gizlese, bu hıyanet olur ve o şeyi kıyamet günü getirir.”
           Bunun üzerine ensardan siyah tenli bir adam ayağa kalktı, -ben sanki onu görüyor gibiyim-:
      – Ya Resûlallah! Benden görevlendirmeni geri al, dedi.
          Peygamberimiz:
      – “Sana ne oldu?” buyurdu. Adam:
      – Senin söylediklerini işittim, dedi.
           Peygamber efendimiz:
      – “Ben o sözü şimdi de söylüyorum: Sizden kimi mâlî bir göreve tayin edersek, o malın azını da çoğunu da getirsin. O maldan kendisine verileni alır, yasaklanandan ise vaz geçer.”
      Müslim, İmâre 30.
      Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Akdiye 5

           Adî İbni Amîra el-Kindî    Sahâbîdir. Ebû Zürâre diye künyelidir. Dedesinin adı Ferve’dir. İbnü’l-Esîr, Adî İbni Ferve diye anılan sahâbînin de aynı kişi olduğunu, yani Adî İbni Amîra İbni Ferve olduğunu söyler. İbni İshâk’ın naklettiğine göre, onun müslüman oluşu şöyle gerçekleşmiş: İbni Şehlâ isimli bir yahudi âlimi, Allah’ın kitabı Tevrat’ta cennetlik bir kavimden bahsedildiğini ve onların özelliğinin yüzleri üzerine Allah’a secde etmeleri olduğunu belirterek, bunun ancak yahudiler olabileceğini ve onların içinden Yemen’den bir peygamber çıkacağını söylemiş. Adî, Benî Hâşim’den bir peygamber çıktığını duyunca, İbni Şehlâ’nın kendisine söylediklerini hatırlayarak kalkıp Resûl-i Ekrem’e gelmiş ve onun ashâbını yüzleri üzerine secde eder vaziyette namaz kılarken görüp beklenen peygamberin Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem olduğunu anlayarak İslâm’ı kabul etmiş. Adî, Kûfe’de yerleşmişti. Hz.Osman’ın öldürülmesinden sonra Kûfe’den ayrılıp Cezîre’ye yerleşti. Tarihçi İbni Hayseme onun Cezîre’de vefat ettiğini söyler. Vâkidî ise 40 (660) senesinde Kûfe’de vefat etti der. Bazı kaynaklar ölümünün Ruhâ’da olduğunu da söyler. Adî’den hadis rivayet edenler arasında kendi oğlu ve kardeşi Urs vardır.
           Allah ondan razı olsun.

           Açıklamalar     Hz. Peygamber, devletin mâlî işlerini tanzim için bir takım kimseleri memur olarak görevlendiriyordu. Bu görevliler, zekât toplama, ganimet malını muhafaza etme, vergi alma ve benzeri vazifeleri yerine getirirdi. Toplanan bu malların her birinin sarf yerleri de farklı idi. Devlet, bunları toplamak ve dağıtmakla yükümlüydü. Bu görevler yapılırken, son derece dikkatli ve dürüst olmak gereklidir. Bunlar, âmmeye ait mallar olduğu için, en küçük bir haksızlık bile hıyanet sayılır ve büyük günahlardan addedilir. Kıyamet gününde, devlet malını çalan kimsenin o malla birlikte gelmesi, şiddetli bir tehdît olup, sahibinin cehennemlik olduğunun delili kabul edilir. Çalınan malın az veya çok olması arasında bir fark yoktur.
           Devlette memuriyet görevi almaya düşkün olmamak, ancak vazife verilmişse bunu en iyi ve en dürüst biçimde yerine getirmek, İslâm dininde önemli prensiplerdendir. Görevli memur, kendisi için tayin edilmiş olan ücretin dışında hiçbir şey alma hakkına sahip değildir. Ayrıca, görevli olduğu sürece hediye kabul etmesi de câiz görülmemiştir.

           Hadisten Öğrendiklerimiz1. Az olsun çok olsun, devlet malına ihanet büyük günahlardandır ve kişinin cehenneme girmesine sebep olur.
      2. Topluma ait bir görev kendisine emanet edilen kimse, vazifesini hakkıyla yerine getirmeli, emanete hıyanet etmemeli ve kendi şahsî çıkarını ön plana geçirmemelidir. Hakkı olmayan bir şeyi almamalı, almışsa geri vermeli ve tövbe etmelidir.
      3. Kendine güveni olmayan devlette görev almamalı, memuriyete aşırı derecede düşkün olunmamalı, vazife istenilmez verilir, prensibine riâyet esas olmalıdır.
      4. Devlette görevli olan kimse, hak ve vecibelerinin, selâhiyetinin bilincinde olmalıdır.

      218. Ömer İbni Hattâb radıyallahu anh şöyle dedi:
           Hayber Gazvesi günü idi. Nebî sallallahu aleyhi ve sellem’in ashabından bir grup geldi ve:
      – Falanca şehittir, falanca da şehittir, dediler.
           Sonra bir adamın yanından geçtiler:
      – Falanca kimse de şehittir, dediler. Nebî sallallahu aleyhi ve sellem:
      – “Hayır, ben onu, ganimetten çaldığı bir hırka -veya bir abâ- içinde cehennemde gördüm” buyurdu.
      Müslim, Îmân 182.
      Ayrıca bk. Dârimî, Siyer 48

           Açıklamalar     Hayber Gazvesi, hicretin altıncı yılında oldu. Şehitlik, dünyada ulaşılabilecek mertebelerin en üstünü olduğu için, sahâbe-i kirâm gazvelerde şehit olanlara gıbta ederlerdi. Burada, şehit olanları Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’ e haber vermelerinin sebebi de bu imrenme duygusudur. Çünkü sahâbe, Allah Teâlâ’nın şu âyetini çok iyi biliyor ve bu âyetteki ölümsüzlerden olmak istiyordu:
          “Allah yolunda öldürülenlere “ölüler” demeyin; hayır, onlar diridirler, ama siz farkında olmazsınız” [Bakara sûresi (2), 154].
           Şehitlik, kişinin bir çok günahına keffâret olduğu halde, âmmenin malına hıyaneti ve kul haklarını ortadan kaldırmaz. Bu sebeple, Peygamber Efendimiz, şehid olduğu haber verilen bir kişinin, ganimetten çaldığı bir hırkadan dolayı cehennemde olduğunu bildirmiş, âmme malına ihânetin ve kul hakkının affedilmeyeceğini ümmete öğretmiştir.
           Hz. Peygamber’in bir kimsenin âhiretteki âkibeti hakkında verdiği bilgi, O’nun gayb ile ilgili verdiği haberler cinsindendir. Çünkü Allah, Rasûlüne gelecekle alâkalı bir çok şeyi bildirmiş, Peygamberimiz de onlardan bazısını ümmete açıklamıştır.

           Hadisten Öğrendiklerimiz1. Âmmenin malına, ganîmet malına hiyânet büyük günahlardandır.
      2. Şehitlik, âmme malına ihânete ve kul hakkına keffâret olmaz.

      219. Ebû Katâde Hâris İbni Rib’î radıyallahu anh’ den rivayet edildiğine göre, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem ashâbın arasında ayağa kalkarak, onlara, Allah yolunda cihadın ve Allah’a imanın amellerin en üstünü olduğundan bahsetti.
           Ashâbdan bir kişi ayağa kalkarak:
      - Ya Resûlallah! Eğer ben Allah yolunda öldürülürsem, bu şehitlik benim günahlarıma keffâret olur mu, ne dersiniz? diye sordu. Bunun üzerine Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem:
           “Evet, eğer sabrederek, karşılığını sadece Allah’tan umarak, cepheden kaçmaksızın Allah yolunda öldürülürsen, günahlarına keffâret olur” buyurdu.
           Sonra Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem :
      – “Nasıl demiştin?” diye sordu. Adam:
      - Eğer ben Allah yolunda öldürülürsem, bu şehitlik benim günahlarıma keffâret olur mu, ne dersiniz? demiştim.
           Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem:
      – “Evet, eğer sen sabrederek, ecrini sadece Allah’tan bekleyerek ve cepheden kaçmaksızın, Allah yolunda öldürülürsen, günahlarına keffâret olur. Ancak borçların bunun dışındadır. Bunu bana Cibrîl söyledi” buyurdu.
      Müslim, İmâre 117

           Ebû Katâde Hâris İbni Rib’î     Ebû Katâde, sahâbenin meşhurları arasında yer alır. Hazrec kabilesine mensup olup, ensardandır. Rasûl-i Ekrem Efendimiz’in at bakıcısı idi. Bedir Gazvesi’ne katılıp katılmadığı konusunda ihtilaf edilmişse de, bazıları onu Bedir ehlinden sayarlar. Uhud dahil olmak üzere, bütün gazvelere iştirak etti. Zûkarad gününde, yüzüne isabet eden bir okun yarasını Allah Resûlü bizzat tedavi etti. Ebu Katâde, o andan itibaren kendisine kimsenin vurmadığını ve yüzünün de kanamadığını söyler. Ayrıca Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem, Allah’ın onu koruması için dua da etmişti. Daha sonraki seferlerden birinde Ebû Katâde’ye “Allah Nebîsini koruduğu gibi, seni de korudu” buyurarak iltifat etmiştir. Ebu Katâde, Rasûl-i Ekrem’den 170 hadis rivayet etmiştir. Buhârî ve Müslim bu rivayetlerden 11 tanesini kitaplarında ittifakla naklederler.
           Ebû Katâde, Hz. Ali’nin hilafeti zamanında, 54 (674) senesinde 72 yaşında iken Medine’de vefat etti. Kûfe’de vefat ettiği de söylenir. Cenaze namazını Hz. Ali kıldırmıştır.
           Allah ondan razı olsun.

           Açıklamalar:
           Peygamber Efendimiz, çeşitli vesilelerle, hangi amellerin daha faziletli olduğunu sahâbe-i kirâma haber verirlerdi. Bu faziletli amellerin, duruma, şarta, zamana, kişiye ve benzer sebeplere göre farklılıklar arzettiğini görürüz. Çünkü her faziletli amele herkesin gücü yetmeyebilir. Ama herkesin gücünün yeteceği bir faziletli amel vardır.
           Allah yolunda cihad, “i’lâ-yı kelimetullah”ı yani Allah’ın adını yüceltmek ve hak din olan İslâm’ı bütün insanlara ulaştırmak için yapılan savaşları, dini tebliğ fâliyetlerini, İslâmî ilimler alanındaki her türlü çalışma ve gayretleri içine alır. Onu, sadece cephede yapılan savaş olarak anlamak ve kabullenmek doğru bir yaklaşım olmaz. Fakat, cephede yapılan savaş cihadın en zoru ve en üstünü olduğu için, böyle bilinegelmiştir.
           Allah’a iman, bütün amellerin temelidir. Çünkü iman olmadan yapılan amel, doğru ve isabetli bile olsa, sâlih amel ve itaat sayılmaz. Cihad, Allah’ın dinini, diğer bütün dinlere, inançlara, sistem ve düzenlere üstün kılmanın vasıtası kabul edilir. İslâm’ın esaslarını, temellerini korumak, hâkimiyetini sağlamak, cihadla mümkün olur. Bu sebeple, imanla birlikte en üstün amelin cihad oluşu, üzerinde hassasiyetle durulması ve kavranılması gereken önemli bir konudur.
           Allah yolunda cihad ne kadar faziletli bir amelse, cihadı yaparken şehitlik mertebesine ulaşmak da, dünyada ulaşılabilecek en yüksek mertebedir. Bu mertebeye ulaşan kimse, cennette de en üstün mükâfata nâil olur. Ancak şehitlik, alelâde bir ölüm kabul edilemez. Kişinin, şehitlik mertebesine ulaşabilmesi için, cihadın bütün zorluklarına göğüs germesi, sabretmesi, yaptığı cihadın ecrini ve mükâfatını sadece Allah’tan beklemesi, harp meydanından kaçmaması ve bu şekilde canını feda etmesi gerekir. Böylece şehit olan kimsenin günahları affolunur. Ancak, kişinin uhdesinde bulunan kul hakları, borçları şehitlikle de ortadan kalkmaz. Peygamber Efendimiz, bu gerçeği kendisine Cebrâil aleyhisselâm’ın Allah katından bildirdiğini haber vererek, ümmete tebliğ etmiştir. Bu hadis 1316 numara ile tekrar gelecektir.

           Hadisten Öğrendiklerimiz:1. Allah’ın dinini yüceltmek için cihad etmek en faziletli amellerdendir.
      2. Allah yolunda cihad esnasında şehitlik, kişinin kul hakları dışındaki bütün günahlarına keffâret olur.
      3. Amme hukukuna hıyanet ve kul hakları, borçlar, şehitlikle ortadan kalkmaz.
      4. Cihadda bütün güçlüklere sabır, ecrini sadece Allah’tan beklemek, cepheden kaçmamak şartıyla canını feda edenler gerçek mânada şehit kabul edilir.
      5. Kul hakkına çok riâyet etmek şiârımız olmalıdır.
      6. Cihadın yegane gayesi, Allah’ın en son ve tek hak dini olan İslâm’ı yüceltmek, onu bütün dinlere, inançlara ve sistemlere üstün kılmaktır.

      220. Ebû Hüreyre radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem:
           “Müflis kimdir, biliyor musunuz?” diye sordu. Ashâb:
      - Bizim aramızda müflis, parası va malı olmayan kimsedir, dediler. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem:
           “Şüphesiz ki ümmetimin müflisi, kıyamet günü namaz, oruç ve zekât sevabıyla gelip, fakat şuna sövüp, buna zina isnâd ve iftirası yapıp, şunun malını yiyip, bunun kanını döküp, şunu dövüp, bu sebeple iyiliklerinin sevabı şuna buna verilen ve üzerindeki kul hakları bitmeden sevapları biterse, hak sahiplerinin günahları kendisine yükletilip sonra da cehenneme atılan kimsedir” buyurdular.
      Müslim, Birr 59.
      Ayrıca bk. Tirmizî, Kıyâmet 2

           Açıklamalar:     İnsanlar arasında müflis, parası ve malı bulunmayan veya pek az olan kimse diye bilinirse de, Peygamber Efendimiz, hakiki müflisin bunlar olmadığını açıklamıştır. Çünkü bu durum, daha sonra zengin olmakla ortadan kalkabilir veya ölümle sona erebilir. Gerçek müflis ise hadiste bildirilendir. Böyle kimseler tamamen mahvolmuş, helâk olmuş, âhirete götürdüğü hayır ve hasenattan elinde hiç bir şeyi kalmamıştır. Bunların bütün iyilik ve sevapları, üzerlerinde hakları olanlara ve alacaklılarına ve-rileceği gibi, günahları da onların üzerlerine yüklenecek, sonra da cehenneme atılacaklardır. Gerçek zarar ve ziyan, hakiki iflâs işte budur. Böyleleri âhiret yoksulu sayılırlar.
           Hz. Peygamber’in “müflis kimdir?” tarzındaki sorusu, toplum tarafından onun kelime olarak bilinen mânasını açıklamak değil, onları irşâd etmek, aydınlatmak gayesi taşımaktadır. Nitekim, Allah Resûlü’nün müflisin âhiret hayatıyla ilgili olan gerçek anlamını onlara açıklamasından bunu anlamak mümkün olmaktadır.
           Kişinin namazı, orucu, zekâtı ve benzeri ibadet ve taatları onun iyilik kazanmasını ve sevap elde etmesini sağlar. Ancak, cennete girmek için bunlar yeterli olmaz. Emredilen ibadet ve taatlarla birlikte, hatta bunlardan daha önemli olarak dinin haram kıldığı, nehyettiği şeylerden sakınılması icab etmektedir. Özellikle maddî ve manevî yönü itibariyle, kulların haklarına tecavüz, amme mallarına hıyanet, Allah’ın affetmeyeceğini bildirdiği büyük günahlar arasındadır. Bu nevi günahları işleyenler, dünyada hak sahipleriyle helâlleşip tevbe etmedikleri takdirde, âhirette hak sahipleri onlardan haklarını alacak ve Allah’ın huzurunda hesaplaşacaklardır.
           Başkasına sövmek, hakaret etmek, kötü söz söylemek, iftira etmek, namuslu insanların namusuna dil uzatmak, haksız yere birinin malını yemek, kanını dökmek, insanları dövmek, her nevi zulüm ve haksızlık, iyilikleri ve onlardan elde edilen sevabı ortadan kaldırır, sahibini cehenneme sürükler.
           Kıyamet gününde ödenecek bir mal ve mülk yoktur. Dolayısıyla haksızlıkların karşılığı haksızlık yapanın iyi amellerinin sevaplarının alınması, üzerinde hakkı olanların günahlarının haksızlık yapanların üzerine yükletilmesi şeklinde olacaktır. Orada hiçbir hak zayi olmayacak, kimseye en küçük bir zulüm ve haksızlık yapılmayacaktır.

           Hadis-i Şeriften Öğrendiklerimiz:1. Kul hakları başta olmak üzere, her türlü haramdan sakınmak gerekir.
      2. Kul hakları, maddî ya da manevî olabilir.
      3. Kişinin ibadet ve taatleri, üzerinde bulunan kul haklarını affettirmez.
      4. Kul hakları, ibadet ve taatin ve her çeşit iyiliğin sevabını ortadan kaldırabilir.
      5. Gerçek müflis, ibadet ve taatı olduğu halde, üzerinde bulunan haklar sebebiyle, bu amellerin sevabı hak sahiplerine verilince, kıyamet gününde cehenneme girmeyi hak edenlerdir.

      221. Ümmü Seleme radıyallau anhâ’ dan rivayet edildiğine göre, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
           “Ben sadece bir beşerim. Sizler bana yargılanmak üzere geliyorsunuz. Belki sizin biriniz, delilini getirmekte diğerinizden daha becerikli ve daha üstün anlatımlı olabilir. Ben de dinlediğime göre o kimsenin lehinde hüküm veririm. Kimin lehine kardeşinin hakkını alıp hüküm vermişsem, ona cehennemden bir parça ayırmış olurum.”
      Buhârî, Şehâdât 27, Hıyel 10, Ahkâm 20;
      Müslim, Akdiye 4. Ayrıca bk.
      Ebû Dâvûd, Akdiye 7, Edeb 87;
      Tirmizî, Ahkâm, 11,18;
      Nesâî, Kudât 12,33; İbni Mâce, Ahkâm 5

           Açıklamalar:
           Hz. Peygamber, bir çok vesileyle kendisinin bir beşer olduğunu hatırlatmıştır. Kur’ân-ı Kerîm de, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’ e bunu bildirmesini emreder:
           “De ki: “Ben de sizin gibi bir insanım” [Kehf sûresi (18), 110].
           Hz. Peygamber’in sözünün hemen başlangıcında beşer, insan olduğunu söylemesi, insan olmanın bir sonucu olarak, hata ve nisyandan tamamen uzak kalmasının söz konusu olmayacağını tenbih içindir. Beşerî konular, işlerin görünürdeki şekline göre hükmetmeyi gerektirir. İnsan, Allah Teâlâ bildirmedikçe, gaybı ve olayların arka planını bilemez. Peygamber Efendimiz’in de, başkaları gibi görünürdeki hale göre hükmetmesi gerekmektedir. O halde, şahitlerin ifadesi, gösterilen deliller ve yemin gibi esaslara dayanarak hüküm vermekle mükellef kılınmıştır. Bu yönde ümmete örnek olması da ancak böylece mümkün olabilir.
           Bu hadisten anlaşıldığına göre, Rasûl-i Ekrem Efendimiz, zâhire göre verdiği hükümde bazı kere isabetli olmayabilir. Oysa İslâm âlimleri, özellikle fıkıh usulü ulemâsı, ahkâm konusunda Hz. Peygamber’in hata üzerine bırakılmayacağını söylerler. Burada bir zıtlık, bir çelişki yoktur. Çünkü âlimlerin, fıkıh usulcülerinin bu sözleriyle kasdettikleri, Hz. Peygamber’in kendi ictihadı ile verdiği hükümlerle ilgilidir. Oysa bu hadiste söz konusu edilen hükümler, ictihadla ilgili olmayıp, bir kimsenin, mahkemede davasını iyi anlatması, dinlenilen şahitlere veya verdirilen yemine itibar etmesi gibi delillere dayanan hükümlerdir. Böyle bir hükme hata denilmesi söz konusu olamaz. Çünkü insanlar arasında hükmetmenin yol ve yöntemleri kullanılarak âdil bir tarzda bu hükme varılmıştır. Bu niteliği itibariyle de, insanlar arasında nasıl hüküm verilmesi gerektiğinin misâlini teşkil eder.
           Bu konunun, Hz. Peygamber’in sözlerinde, hareketlerinde ve diğer hallerinde ma’sum oluşu, yani günahlardan korunmuşluğu ile de alâkası bulunmamaktadır. Çünkü ma’sumiyet, günah sayılan ve kasıt aranan şeylerle ilgilidir. Oysa burada günah işleme ve maksadlı davranma söz konusu olamaz. Allah Teâlâ, hakkında vahy indirmediği ve bütün toplumu ilgilendirmeyen iki kişi arasındaki bir dava konusunda tamamen mevcut delillere dayanarak verdiği hükümde yaptığı hata sebebiyle peygamberini mükellef tutmaz. Nitekim Ümmü Seleme’nin rivayet ettiği bir hadiste Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur: “Ben, bana vahy indirilmeyen konularda, aranızda kendi re’yimle hükmederim” (Ebû Dâvûd, Akdiye 7). Hz. Peygamber’in re’yiyle hükmederken, bir takım delillere dayandığını yukarıda açıklamıştık. Şu kadar var ki, Hz. Peygamber din ile ilgili bir hükümde yanılırsa, bu Cenâb-ı Hak tarafından düzeltilir ve hata üzere bırakılmaz. Ümmetin fertlerine düşen görev, bu yönde Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in metot ve usûlüne uymaktır.
           Hadis-i Şeriften Öğrendiklerimiz:1. Peygamber Efendimiz de bir beşerdir.
      2. Hz. Peygamber, risaletin tebliği, haramları işlememe ve günaha düşmemede masumdur.
      3. Peygamberimiz, kendisine vahiy nazil olmayan konularda zâhire göre ve şeriatın öngördüğü kâidelere riâyet ederek hüküm verir. Bu hüküm, zâhirî kâidelere uygun ve âdil bir hükümdür. Kişi veya şahitler yalan söylemiş, yalan yere yemin etmişlerse, hüküm veren hükmünde hata etmiştir denilemez.
      4. Haksız yollardan biriyle başkasının hakkını gasbeden âhirette cehennemi hak eder.

      222. İbni Ömer radıyallahu anhümâ’ dan rivayet edildiğine göre, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
           “Haram kan dökmediği müddetçe mü’min, Allah’ın rahmetini ummaya devam eder.”
      Buhârî, Diyât 1

           Açıklamalar:     Haksız yere bir cana kıymak, bir insanın hayatına son vermek, İslâm nazarında en büyük günahların başında gelir. Böyle bir cinayeti işleyen kimse, Allah’ın rahmetinden ümidini kesenler arasında yer alır. Nitekim Ebû Hüreyre’den rivayet edilen bir hadiste, Peygamber Efendimiz şöyle buyurur:
           “Bir mü’minin katline yarım bir söz ile yardımcı olan kimse, iki gözünün arasında “Allah’ın rahmetinden ümid kesendir” yazılmış olarak Allah’a kavuşur” (Süyûtî, el-Fethu’l-kebîr, III, 164).
           İslâm dini, kişinin işlediği günah ne kadar büyük de olsa, onu ümitsizliğe sevketmez. Çünkü tövbe kapısı kıyamete kadar açıktır ve Allah’ın rahmeti de tahminlerimizin ötesinde geniştir. Tövbe etmenin şartlarını yerine getirmek kaydıyla, Allah bütün günahları affeder. Bu şartların neler olduğu bu kitabın tövbe ile ilgili kısmında açıklanmıştı. Şu kadar var ki, bazı büyük günahların cezası cehennemdir. Allah onları işleyenleri affetmeyeceğini haber vermiştir. Kasden adam öldürmek de bunlardan biridir. Âyet-i kerîmede şöyle buyurulur:
           “Her kim bir mü’mini kasden öldürürse, onun cezası içinde ebedi kalmak üzere cehennemdir. Allah ona gazabetmiş, lânet etmiş ve onun için büyük bir azâb hazırlamıştır” [Nisâ sûresi (4), 93].

           Hadis-i Şeriften Öğrendiklerimiz:1. Haksız yere bir insanı öldürmek en büyük günahlardan biri olup, bu cinayeti işleyen cehennemle cezalandırılır.
      2. Dinimiz, Allah’tan ümit kesmeyi yasaklamış olup, tövbe kapısının her an açık olduğunu müjdelemiştir.

      223. Hamza’nın eşi Havle Binti Sâmir el-Ensârîye radıyallahu anhümâ şöyle dedi:
           Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’ in şöyle buyurduğunu işittim:
          “Şüphesiz ki, haksız olarak Allah’ın malını kullanan kimseler, kıyamet gününde cehennemi hak ederler.”
      Buhârî, Hums 7

           Havle Binti Sâmir:
           Hanım sahâbîlerden biridir. Peygamber Efendimiz’in amcası Hamza’nın eşidir. Babasının adının Kays İbni Kahd olduğu söylenir. Sâmir ise onun lakabıdır. Ümmü Muhammed diye künyelenir. Bazı kaynaklar, Ümmü Habîbe denildiğini naklederler. Kocası Hamza’nın Uhud Gazvesi’nde şehid olmasından sonra, Ensar’dan Nu’man İbni Aclân’la evlenmiştir. İbnü’l-Cevzî onu Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’den sekiz hadis rivayet eden sahâbîler arasında sayar. Havle hakkında daha fazla bilgiye sahip değiliz. Allah ondan razı olsun.

           Açıklamalar:     Allah’ın malı, müslümanlara ait olan amme mallarıdır. Beytü’l-mâl denilen devlet hazinesini teşekkül ettiren zekât, harac, cizye, ganîmet ve benzeri gelirler, Allah’ın malı kabul edilir. Bunları haksız yere ve meşru olmayan yollarla sarfetmek, en büyük günahlardan sayılır. Bu mallarda haksızlık, onu imamdan yani devlet başkanından izinsiz kullanmak, hakkı olan ücretten daha fazlasını almak, hissesine düşen paydan daha çoğunu sahiplenmek gibi haram olan yollarla yapılır. Devlette görev yapanların, hangi şekilde olursa olsun, elde ettikleri haksız kazançlar, haramdır. Allah’ın malı sayılan amme mallarına, devlet hazinesine ihanetin cezası ise cehennemdir. Çünkü kamunun mallarında toplumun her ferdinin hakkı vardır, dolayısıyla bunlar kul hakkıdır.

           Hadis-i Şeriften Öğrendiklerimiz:1. Müslümanların hepsine ait olan devlet mallarını keyfince, uygun olmayan bâtıl yollarla harcamaktan, özel işlerinde kullanmaktan sakınmak gerekir.
      2. Devlete ait olan amme malları, kul hakkıdır. Bunlardaki haksız tasarruf büyük günahlardan sayılır. Cezası ise, kıyamet günü cehenneme girmektir.
      riyazüs salihin ile ilgili görsel sonucu
      harika ayıraç ile ilgili görsel sonucu

      02 - 07 Temmuz İstanbul & Güneydoğu Anadolu - GAP Turu

      02 - 07 Temmuz Güneydoğu Anadolu - GAP Turu 3 Gece Otel Konaklamalı 5 Gün Gezi       Mezopotamya, bazı kaynaklarda medeniyetlerin beşiği ola...