9 Ocak 2021 Cumartesi

🍄🍃 İSTANBUL ANADOLU YAKASINDA HERHANGİ BİR İLÇEDE CAZİP İMKANLARLA BİR TATLI MARKASININ BAYİSİ OLMAK İSTERSENİZ! 🍃🍄

isinizikursaniza@gmail.com

 Yılların Markası 
Tatlı Üreticisi Kurumsal Bir Firma 
BAYİLİKLER VERMEYE
KARAR VERDİ!
(08.02.2021 den itibaren Bayilik Başvuruları
kabul edilmeye başlanacak...)
    Uzun yıllardır farklı markalara, marketlere, otellere, resmi ve özel kurumların tesislerine tatlı üretimi yapan ve yapmaya devam eden kurumsal bir firma perakende sektörüne kurumsal-markalı bayilikler vererek tatlı üretmeye başlayacak.
     08.02.2021 Pazartesi gününden itibaren firma ve ürünlerin tanıtımı ile Bayilik Şartları detaylıca açıklanmaya ve bayilik başvuruları alınmaya başlanacak ve devam edilecek...
     Yaklaşık 20 hamur tatlısı çeşidinden günlük binlerce kg. üretim yapan bu kurumsal firmanın kurucu yöneticisi Gönül Erleri Mail Grubumuzun üyesi... Bu kurumsal firma ilk bayiliklerini Gönül Erleri Mail Grubu üyelerimize çok özel imkanlarla verecekler (kendilerine çok teşekkür ediyoruz)...
     Eylül 2021 'e kadar sadece İstanbul ili Anadolu Yakasındaki her bir ilçenin farklı semtlerine, yani; Ataşehir, Beykoz, Çekmeköy, Kadıköy, Kartal, Maltepe, Pendik, Sancaktepe, Sultanbeyli, Şile, Tuzla, Ümraniye, Üsküdar ilçelerine en az 3, en fazla 5 er bayilik verilecek...
     Çok yakında duyurusuna başlayacağımız bayilik şartları ve fiyatlarından yukarıda belirttiğimiz her bir ilçedeki ilk bayiler için Yani ilk 20 Bayiye %50 indirim! Ayrıca; mail grubu üyelerimizin bulacakları kişilere de %25 indirim (%25 de bayi bulan üyemize prim!) sağlanacak...
havai-fisek-hareketli-resim-0030  
cizgi-hareketli-resim-0110
 Önem sıralamasının en başında; 
markanın kaliteli ürünler üretmesi ve
iyi hizmet vermesi gelmektedir...
cizgi-hareketli-resim-0110
Son hazırlıklar yapılıyor...
Bayilik için gerekli tüm ürünler;
tasarımdan, çatal-kaşık-tabak
hatta kürdanından tabelasına,
personel kıyafetine kadar tüm ürünlerin ve
kurulumun en uygun şekliyle maliyeti hesaplanıyor...
* 10-20 m2,
* 21-30 m2,
* 31-45 m2,
* 46-60 m2 ve
* 61-80 m2
büyüklükteki dükkanlar için
5 kademe bayilik planlanıyor...
Her bütçeye uygun...
Kendi işinizi kurma zamanı...
yiyecek-ve-icecek-hareketli-resim-0378  
 Kurulum bedeli kesinlikle maliyetin altında çıkarılacak.
(Üretici firma sürekli ürün satışından para kazanacak.
Kurulum maliyetlerinin uygun olması;
kurulumdaki tabelasından, mobilyasına,
buzdolabı, soğutucu, fırın vb. gerekli
büyük-küçük tüm alet-edevatın hepsinin
toplu ve yıllık anlaşmalarla alımından ötürü
normale göre bir hayli indirimli alınacak olmasından kaynaklanacak...)
 İlk 20 Bayiden franchise vs bedeli talep edilmeyecek.
 Markanın ürettiği 20 ye yakın tatlı çeşidinin fiyatları
gerçekten çok makul olacak ve
uzun yıllar da öyle devam edecek...
cizgi-hareketli-resim-0110  
 Ve farklı avantajlar ile Corona döneminde 
açılım, büyüme ve gelişmenin nasıl olacağı sergilenecek... 
 Tüm hazırlıklarını yapan firmanın 
 bayilik başvurusu duyurusuna yakında başlayacağız. 
  cizgi-hareketli-resim-0110
Üyelerimiz iş yeri açsın,
Açılan iş yerlerine personel alınsın ve
üretici üyelerimiz bayiler bulsunlar diye
duyurmaya devam edeceğiz...
cizgi-hareketli-resim-0110  
     İstanbul Anadolu Yakasında küçük imkanlarla (Yaklaşık 20-50 bin ₺ arası farklı büyüklükte ve taksitle ödeme imkanları ile) bayilikler verilecek. Kendi iş yerini açmak isteyenlere mailleri takip etmeye devam edin diyoruz...
hamur-isi-hareketli-resim-0082
     Bir süre sonra başka bölgelere, illere de bayilikler düşünülecek. 2021 Eylül sonrası Marmara bölgesindeki tüm illere birer İL ANA BAYİLİĞİ verilecek. O ildeki alt bayilere dağıtım, bayilik talep karşılanması, bayilere ürün verilmesi yetkisi de İL BAYİLERİNDE olacak.
yemek-yeme-ve-beslenme-hareketli-resim-0301
  

isinizikursaniza@gmail.com

8 Ocak 2021 Cuma

RİYÂZÜ'S SÂLİHÎN'DEN HADİS-İ ŞERİFLER ♥ ✿ܓ ♥ ANA BABAYA İYİLİK ve AKRABAYI ZİYARET * 2

RİYÂZÜ'S SÂLİHÎN
(40)
باب بر الوالدين وصلة الأرحام

ANA BABAYA İYİLİK ve
AKRABAYI ZİYARET
2

     318. Yine Ebû Hüreyre radıyallahu anh şöyle dedi:
     Bir adam Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’e gelerek:
     - Kendisine en iyi davranmam gereken kimdir? diye sordu.
Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem:
     - “Anan!” buyurdu.
Adam:
     - Ondan sonra kimdir? diye sordu.
     - “Anan!” buyurdu.
Adam tekrar:
     - Ondan sonra kim gelir? diye sordu.
     - “Anan!” dedi.
Adam tekrar:
     - Sonra kim gelir? diye sordu.
Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem:
     - “Baban!” cevabını verdi.
Buhârî, Edeb 2; Müslim, Birr 1.
Ayrıca bk. İbni Mâce, Vesâyâ 4;
Ebû Dâvûd, Edeb 120; Tirmizî, Birr 1
     Bir rivayete göre o adam:
     - Ey Allah’ın Resûlü! Kendisine en iyi davranılması gereken kimdir? diye sordu.
     Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem:
     - “Anan, sonra anan, daha sonra yine anan, sonra baban, sonra da sana en yakın olan akraban” buyurdu. Müslim, Birr 2
  • Açıklamalar:
     Peygamber Efendimiz’e bu soruyu yönelten kimsenin veya yöneltenlerden birinin Muâviye İbni Hayde adlı sahâbî olduğu anlaşılmaktadır.
     Peygamber Efendimiz kendisine en iyi davranılması gereken kimsenin ana olduğunu söylemekte, hatta onun bu iyi muameleyi, babaya nispetle üç misli daha fazla hak ettiğini belirtmektedir. Çünkü anne babaya kıyasla çocuğu karnında taşıma, dünyaya getirme ve emzirme gibi üç farklı ve pek sıkıntılı işi üstlenmiş durumdadır. Ayrıca çocuğu yetiştirip terbiye etme konusunda babadan hiç de geri kalmamaktadır. İşte bu ve benzeri sebepler, evlâdın saygısına, iyilik ve ikrâmına annenin daha fazla lâyık olduğunu göstermektedir.
     Bazı İslâm âlimleri, kendilerine iyilik yapma ve iyi davranma konusunda anne ile baba arasında fark bulunmadığını ileri sürmüşlerdir. Mâlik İbni Enes’in bu konudaki bir tavsiyesi, böyle düşünenleri cesaretlendirmiştir. Bir adam İmâm Mâlik’e sormuş:
     - Babam beni yanına çağırıyor, annem de gitmeme engel oluyor. Hangisinin sözünü tutayım?
     İmâm Mâlik de:
     - Babanın sözünü dinle, annene de karşı gelme! cevabını vermiş.
     Anne ile babaya aynı derecede iyilik edilmesi sonucunu İmâm Mâlik’in bu ifadesinden çıkarmak kolay değildir. Aynı soru İmâm Mâlik’in akrânı, hatta ondan beş yıl önce vefat eden büyük muhaddis Leys İbni Sa`d’a sorulmuş, o da:
     - Annenin sözünü dinle; çünkü o iyilik ve ikrâma üçte iki nisbetinde daha fazla hak sahibidir” cevabını vermiştir. Üçte iki dediğine göre, belliki “anan” sözünün iki defa tekrarlandığı rivayetlere bakarak böyle cevap vermiştir.
     Hadisimizin sonundaki “sonra da sana en yakın olan akraban” ifadesini nasıl anlamak gerektiğine şu rivayet bir ölçüde ışık tutmaktadır: “Annene, babana, sonra kız kardeşine ve erkek kardeşine...” (Ebû Dâvûd, Edeb 120).
     Dede ile kardeşten hangisi daha yakındır? sorusu tartışılmış, dedenin daha yakın olduğu görüşü ağırlık kazanmıştır.
  • Hadis-ş Şeriften Öğrendiklerimiz:
     1. Kendisine en fazla iyi davranılması, iyilik edilmesi gereken kimse annedir. Zira çocuğun dünyaya getirilmesinde ve büyütülmesinde en fazla çile çeken odur.
     2. Saygıya, iyilik ve itaate anneden sonra en fazla lâyık olan babadır.
     3. Akrabaya iyilik ve ikram edilirken yakından uzağa doğru bir sıra gözetilmelidir.


     319. Yine Ebû Hüreyre’den rivayet edildiğine göre Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
    “Anne ve babasına veya onlardan sadece birine yaşlılık günlerinde yetişip de cennete giremeyen kimse perişan olsun, perişan olsun, perişan olsun”
Müslim, Birr 9, 10

  • Açıklamalar:
     Anne ve baba hangi yaşta bulunursa bulunsun, evlâdın onlara karşı görevlerini yapması gerekir.
     Anne, baba varlıklı olabilir; evlâdının parasına puluna ihtiyaç duymayabilir. Hatta kendilerine bakan, işlerini gören hizmetkârları da bulunabilir. Bu durumda evlâda düşen görev, onların gönlünü almak; isteklerini yerine getirmektir. Çünkü paranın her şeye gücü yetmez. Sevgi dolu bir bakış, candan bir davranış, muhabbetle kucaklayış parayla alınabilecek şeyler değildir.
     Hadisimizde hayırsız bir evladın acıklı âkıbetinden söz edilmektedir. Anne ve babasının veya onlardan birinin ihtiyarlık zamanına yetişip de kendilerine evlâtlık vazifesini yapamadığı için cennete giremeyen bir zavallının acıklı sonu anlatılmaktadır. Böylesi bir kimse anne ve babasına veya onlardan birine şefkat ve merhamet göstermediği, elindeki imkânı onlarla paylaşmadığı için Allah Teâlâ’nın merhametini kaybetmiş, sonuç itibariyle zillete ve sıkıntıya düşmeyi, perişan olup gitmeyi hak etmiştir.
     Evlât çocukluk günlerinde güçsüzdü. Ne karnını doyurabilmek için parası, ne de yiyeceklerini ağzına götürebilecek idrâki ve kuvveti vardı. Anne ve baba sâyesinde büyüdü, gelişti, iş güç sahibi oldu. Şimdi evlat güçlendi; fakat ilâhî takdirin gereği, bu defa anne ve baba güçsüz kaldı. Sadece güçsüz kalmadı; tıpkı o evlâdın idrâkten ve anlayıştan yoksun olduğu günlerdeki gibi idrâkleri zayıfladı; büsbütün çocuklaştılar.
     Anne ve babası veya onlardan sadece biri bu durumda olan evlât, vaktiyle onların kendisine gösterdiği anlayışın yarısı kadar hoşgörülü olsaydı, şüphesiz ondan hem anne ve babası, hem de Allah Teâlâ razı olacaktı. Ne yazık ki evlâdın anlayışlı olmaması ve bu sebeple görevini lâyıkıyla yapmaması, ona, ayağına kadar gelmiş olan cenneti kaybettirdi.
     Şayet kendisinden bahsettiğimiz kimse iyi bir evlat olsaydı, nice sıkıntılarına katlanarak kendisini yetiştirenlere vefa borcunu öder, sonra da el açıp -âyet-i kerîmede tavsiye edildiği üzere- şöyle niyâz ederdi

   “Rabbim! Onlar beni küçüklüğümde nasıl koruyarak büyüttülerse, şimdi sen de onlara öyle merhamet et!”
[İsrâ sûresi (17), 24].

     Hadis-i Şeriften Öğrendiklerimiz:
     1. Anne ve baba hangi yaşta olursa olsun, onlara iyilik etmelidir.
     2. Yaşlandıkları zaman yardıma ve himâyeye daha çok muhtaç oldukları için kendilerini dâimâ kollayıp gözetmelidir.
     3. Anne ve babaya karşı gelmek, onlara fena davranmak, Cenâb-ı Hakk’ın gazabını çekecek büyük günahlardan biridir.

     320. Yine Ebû Hüreyre radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre bir adam:
     - Yâ Resûlallah! Benim akrabam var. Ben kendilerini ziyaret ediyorum, onlar bana gelip gitmiyorlar. Ben onlara iyilik ediyorum, onlar bana kötülük ediyorlar. Ben onlara anlayışlı davranıyorum, onlarsa bana kaba davranıyorlar, dedi.
     Bunun üzerine Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
     - “Eğer dediğin gibi isen, onlara sıcak kül yutturmuş oluyorsun. Sen böyle davrandıkça, Allah’ın yardımı seninledir.”
Müslim, Birr 22
  • Açıklamalar
     649 numara ile tekrar okuyacağımız bu hadîs-i şerîfte Resûl-i Ekrem Efendimiz’in teşbihle anlatımını görüyoruz. Sıcak kül yiyen bir adam, korkunç bir ıstırap çeker. Midesi yanmaya, bağırsakları kavrulmaya ve aşırı derecede susuzluk duymaya başlar. Ne kadar su içerse içsin, harareti bir türlü sönmez.
     Akrabasının anlayışsızlığına göz yuman, kötülüğünü iyilikle karşılayan, kabalığını bağışlayan bir kimse, ilâhî emre uymanın ve onu uygulamanın derin hazzını ve huzurunu tadarken, ona kötü davranan yakınları, yaptıklarından dolayı bir müddet sonra elem duymaya başlarlar. Bu asîl davranış karşısında ezilir, perişan olur, yerin dibine geçerler. Böyle bir duruma göre sıcak kül teşbihinin anlamı, sen onların yüzüne sıcak kül serpiyor ve yüzlerini kül rengine buluyorsun, demektir.
     Sıcak kül yedirme teşbihini daha farklı şekilde anlayanlar da vardır. Buna göre Peygamber Efendimiz o kimseye, senin yaptığın iyilikler ve onlara yedirdiğin nimetler, ileride sıcak kül gibi onların mide ve bağırsaklarını yakacaktır, demek istemiştir.
     Güzel dinimiz, iyilik yapana teşekkür edilmesini emretmiş, böyle davranmakla Allah Teâlâ’ya da şükredilmiş olacağını belirtmiştir. Akrabasının getirip verdiği nimetlerden faydalandığı hâlde, ona teşekkür etmek şöyle dursun, üstelik bir de fenalık yapan nankör kimse, Allah’a da şükretmiyor demektir. Böyle birinin yedikleri haramdır. Bu haram onun karnında bir ateş olup kendisini perişan edecektir.
     Demek oluyor ki, sen onlara sıcak kül yediriyorsun sözünün anlamı, sen onlara ateş yediriyorsun anlamına gelmektedir.
     Sahîh-i Müslim’deki rivayette, buraya alınmayan bir cümle daha vardır. Resûlullah Efendimiz, akrabasının vefasızlığından bahseden bu zâta şu sözleri de söylemiştir:
    “Eğer sen bu şekilde davranmaya devam edersen, onlara karşı senin yanında Allah Teâlâ’nın görevlendireceği bir yardımcı dâimâ bulunacaktır.”

     Meşhur atasözümüz ne kadar doğruymuş:
    “İyilik yap, denize at; balık bilmezse, Hâlık bilir.”
  • Hadis-i Şeriften Öğrendiklerimiz:
    1. Akrabaları ziyaret etmek, onlarla ilgiyi kesmemek dinî bir görevdir.
    2. Akrabalar bizi ziyaret etmese, iyiliklerimize cevap vermese bile onlarla bağımızı koparmamalıyız.
    3. Akrabasının iyiliklerine karşılık vermeyip onlarla ilgisini kesenler, ilâhî cezayı hak etmiş olurlar.


     321. Enes radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
     “Rızkının çoğalmasını, ömrünün uzamasını isteyen kimse, akrabasını kollayıp gözetsin.”
Buhârî, Edeb 12, Büyû` 13;
Müslim, Birr 20, 21.
Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Zekât 45
  • Açıklamalar:
     Resûl-i Ekrem Efendimiz’in bu hadîs-i şerîfte belirttiğine göre, akrabayı kollayıp gözetmenin insana sağlayacağı iki önemli fayda vardır. Bu faydalardan biri rızkın artması, diğeri ömrün uzamasıdır.
     Halbuki bildiğimize göre rızıklar da, eceller de takdir ve tâyin edilmiştir. Onların artması da azalması da mümkün değildir. Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:
    “Ecelleri gelince ne bir an geri kalırlar, ne de bir an ileri gidebilirler” 
[A`râf sûresi (7), 34].
     İlk bakışta hadisimizin bu âyete ters düştüğü sanılabilir. Fakat çelişkili görülen bu durumu birkaç şekilde açıklamak mümkündür.
     Birinci açıklama şöyle yapılabilir:
     Hadiste sözü edilen “ömür uzaması”, kinâyeli bir anlatım olabilir. O takdirde hadisi şöyle anlamak gerekir:
    Allah Teâlâ akrabalarını görüp kollayan kimseyi bol bol ibadet etmeye, hayırlı işler yapmaya muvaffak kılar. O da ömrünü boşa geçirmez; âhirette kendisine faydalı olacak işler yapar. Ölümünden sonra insanlar onu hayırla anarlar. Böylece o kimse, yaşıyormuş gibi sevap kazanmaya devam eder. Sadaka-i câriye hadisinde sözü edilen ve öldükten sonra bile insana sevap kazandıran işleri yaparak geride herkesin faydalanacağı güzel bir ilim ve değerli kitaplar bırakabilir. Veya herkesin faydalanacağı yapılar inşâ edebilir. Böylece adı sanı kolay kolay unutulmaz, uzun yıllar hayırla anılır. Uzun bir ömre sığabilecek bu şeyleri yapmasına izin vermekle Allah Teâlâ onun ömrünü uzatmış olur. Yahut o kimse hayırlı evlatlar yetiştirebilir. O evlatlar vasıtasıyla hayırları devam eder.
     İkinci açıklama:
     Rızkın artması ve ömrün uzaması ifadeleri, kinâye değil hakikat olabilir. O takdirde ömrün uzaması sözünü şöyle anlamak gerekir:
     Âyette ifade edilen “ecelin bir an geri kalmaması veya ileri gitmemesi” konusu Allah Teâlâ’nın ilmine göredir. Onun ilmi değişmez. Eceli nasıl tâyin etmişse ve bunu nasıl biliyorsa, o aynen meydana gelir. Değişecek olan ise meleğin bilgisidir. Kâinâtı melekleri vasıtasıyla yöneten Allah Teâlâ, ömür işlerini de bir meleğin sorumluluğuna vermiştir. Olabilir ki Allah Teâlâ ömürle ilgili meleğe şu tâlimâtı vermiştir:
     “Eğer falan adam akrabalarını koruyup gözetirse, ömrü yetmiş sene olsun. Akrabalarıyla ilgisini keserse, ömrü altmış sene olsun.”
     Buna göre değişen ömür, meleğin bildiği ömürdür. Çünkü melek bir kimsenin ileride akrabasıyla ilgilenip ilgilenmeyeceğini bilemez. O ancak olup biteni bilir. İşte artıp eksilecek olan, meleğin bildiği ömürdür. Şu âyet bunu göstermektedir:
     “Allah dilediğini silip yok eder. Dilediğini de olduğu gibi bırakır. Bütün kitapların aslı O’nun yanındadır” [Ra`d sûresi (13), 39]. Bütün kitapların aslı sözüyle kastedilen, Levh-i mahfûz’dur.
     Acaba Resûl-i Ekrem’in bu ifadesi kinaye mi, yoksa hakikat mıdır?
     Birçok âlime göre bu sözler kinâyedir. Öyle olunca, yukarıda da anlatıldığı üzere hadisin mânası, Cenâb-ı Hak sıla-i rahim yapan kimsenin güzel ve faydalı işler yapmasına yardım eder, demektir.
     Üçüncü açıklama:
     Bazıları bu ifadeyi, “Allah Teâlâ akrabasını gözeten kimsenin aklını ve anlayış kabiliyetini hastalıklardan korur” şeklinde anlamış; bazıları da bunu “rızkın ve ilmin bereketli, vücudun sağlam olması” tarzında izah etmişlerdir.

     Rızkın çoğalmasını, ömrün uzamasını bereket olarak kabul edenler, bunu sadaka hadisiyle açıklamaya çalışmışlardır. Bilindiği gibi sadaka malı bereketlendirmek suretiyle çoğaltır. Sıla-i rahim de bir sadaka olduğuna göre o da malı ve ömrü bereketlendirir.
  • Hadis-i Şeriften Öğrendiklerimiz
     1. Akrabayı ihmâl etmemek dinî bir görevdir.
     2. Allah Teâlâ akrabasını görüp gözetenlerin rızkını artırır, ömrünü uzatır. Diğer bir söyleyişle onlar:
   * Hayatlarını Allah’a ibadetle ve O’nun hoşnut olduğu işleri yapmakla geçirirler.
   * Zamanlarını boşa harcamazlar.
   * Mutlu ve sağlıklı olurlar; yaşamanın zevkini tadarlar.
   * Allah onlara hayırlı evlâtlar nasip eder.
   * Öldükten sonra bile hayırla anılırlar.

     322. Yine Enes radıyallahu anh şöyle dedi:
     Medine’de ensâr arasında en fazla hurmalığı bulunan Ebû Talha idi. Ebû Talha’nın en sevdiği malı da Mescid-i Nebevî’nin karşısındaki Beyruhâ adlı hurma bahçesiydi. Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem bu bahçeye girer ve oradaki tatlı sudan içerdi.
     Enes (sözüne devamla) dedi ki: “Sevdiğiniz şeylerden Allah yolunda harcamadıkça, en iyiye eremezsiniz” âyet-i kerîmesi nâzil olunca, Ebû Talha Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in yanına geldi ve:
    - Yâ Resûlallah! Cenâb-ı Hak sana “Sevdiğiniz şeylerden Allah yolunda harcamadıkça, en iyiye eremezsiniz” âyetini gönderdi. En sevdiğim malım Beyruhâ adlı bahçedir. Onu Allah rızası için sadaka ediyorum. Allah’dan onun sevabını ve âhiret azığı olmasını dilerim. Beyruhâ’yı Allah’ın sana göstereceği şekilde kullan, dedi.
     Bunun üzerine Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
    - “Âferin sana! Kârlı mal dediğin işte budur! Seni duydum, Ebû Talha. Onu akrabalarına vermeni uygun görüyorum.”
     Ebû Talha:
     - Öyle yapayım, yâ Resûlallah, dedi ve bahçeyi akrabaları ve amcasının oğulları arasında taksim etti.
Buhârî, Zekât 24, Vekâlet 14, Vesâyâ 10, 17, 26,
Tefsîru sûre (3) 5, Eşribe 13;
Müslim, Zekât 42, 43
  • Açıklamalar:
    “Sevdiği Değerli Malları İnfak Etmek” bahsinde 299 numara ile bu hadîs-i şerîf geçmiş ve orada geniş bir şekilde açıklanmıştı. Hadisimiz akrabayı koruyup gözetme konusuyla yakından ilgili olduğu için burada tekrar alınmıştır.
    Yiğitlik çeşit çeşittir. Adam hem yakaladığı rakibini bir hamlede yenecek kadar güçlü hem de varlıklı olabilir. Böyle bir yiğite “Sevdiğiniz şeylerden Allah yolunda harcamadıkça, en iyiye eremezsiniz” âyetini okuyarak “haydi bu konuda da yiğitliğini göster” dendiği zaman, malını infâk etme konusunda onun son derece güçsüz yâni cimri olduğu görülebilir.
     Ebû Talha hem bedenen yiğit hem mâlen zengin hem de canını ve malını Allah yolunda harcamaktan zevk duyan gerçek bir yiğitti. Ashâb arasında gür sesiyle tanınırdı. Öyle bir sesi vardı ki, Peygamber Efendimiz’in ifadesiyle bu ses, savaş meydanlarında bir grup insana bedeldi. Uhud savaşında göğsünü Resûlullah’a siper edenlerin başında o vardı. Medineli sahâbîler içinde en fazla hurma bahçesine sahip olan Ebû Talha idi. Allah rızası için malını harcamaya dair yukarıda geçen âyet nâzil olunca, en iyi mevkide bulunan, en verimli ve en çok sevdiği bahçesini Resûlullah Efendimiz’e sundu. Onu dilediğin şekilde kullan, dedi. Onun bu yiğitliği Resûl-i Ekrem’i pek sevindirdi. Ebû Talha’nın şahsında bu konuda bir prensip yerleştirmek isteyen Efendimiz, en sevilen malın en uygun yere verilmesi gerektiğini belirtti ve bahçeyi akrabalarına vermesini tavsiye etti.
     Demek ki bir insan, malını Allah rızası için harcamaya karar verince, öncelikle akrabalarını düşünecekti. Onların içinde korunup gözetilmeye ihtiyacı olanları öncelikle himâye edecekti. Ebû Talha da öyle yaptı. Peygamber Efendimiz’in şâiri Hassân İbni Sâbit ve Kur’an’ı en iyi bilmesiyle tanınan büyük sahâbî Übey İbni Ka`b onun yakın akrabalarıydı. Aralarında bu iki zâtın da bulunduğu diğer akrabalarına bu hurma bahçesini taksim etti.
     Bahçenin değeri hakkında bir fikir vermesi bakımından şunu belirtelim: Hassân daha sonraları bu bahçeden hissesine düşen kısmı Muâviye İbni Süfyân’a yüz bin dirheme sattı. Bu parayı bugünün râyici ile hesaplamaya çalışırsak, yirmi bin koyun ettiğini görürüz. İşte Ebû Talha, ne kadar değerli olursa olsun dünya malını Allah uğrunda harcamasını bilen böyle bir yiğitti.
     Ashâb-ı kirâm, kendilerine bakarak yolumuzu tâyin ettiğimiz yıldızlardır. Elbette onlar gibi olamayız. Ama onlar gibi olmaya gayret etmek zorundayız. Tıpkı onlar gibi, Allah’ın bize lûtfettiği imkânlardan akrabamızı faydalandırmalıyız. Böyle güzel bir hizmetin rûhumuzu yüceltmesine imkân vermeliyiz. Cenâb-ı Hakk’ın rızasını böyle fedakârlıklarla aramalıyız.
  • Hadis-i Şeriften Öğrendiklerimiz:
     1. Allah rızası için verdiğimiz şeyler iyi, kaliteli ve değerli olmalıdır.
     2. Sevap kazanmak için yapılacak harcamalarda, öncelikle akrabalar düşünülmeli; yardıma onlardan başlanmalıdır.
     3. Önemli bir hayır yapılacağı zaman, o günün şartlarına göre Allah’ı en çok memnun edecek şeyin ne olduğunu bilen kimselere danışmalıdır.

     323. Abdullah İbni Amr İbni Âs radıyallahu anhümâ şöyle dedi:
     Bir adam Peygamber aleyhisselâm’ın yanına gelerek:
    - Hicret ve cihâd etmek üzere sana bîat ediyorum. Bunların sevabını Allah’tan dilerim. dedi.
     Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem:
     - “Ana ve babandan hayatta olanlar var mı?” diye sordu.
     Adam:
    - Evet, her ikisi de hayatta, dedi.
     Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem:
     - “Allah’tan sevap kazanmak istiyorsun değil mi?” diye sordu.
     Adam:
     - Evet, deyince:
     - “Ana ve babanın yanına dön. Onlara iyi bak!” buyurdu.
Buhârî, Cihâd 138, Edeb 3;
Müslim, Birr 6

     Bu rivayet Sahîh-i Müslim’den alınmıştır. Buhârî ile Müslim’in bir başka rivayeti ise şöyledir:
     Bir adam Resûlullah’ın yanına gelerek cihâd etmek üzere ondan izin istedi. Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem:
     - “Anan, baban sağ mı?” diye sordu.
     Adam:
     - Evet, deyince:
     - “Öyleyse onlara hizmet etmeye çalış!” buyurdu.

Buhârî, Cihâd 138; Müslim, Birr 5.
Ayrıca bk. Tirmizî, Cihâd 2;
Nesâî, Cihâd 5
  • Açıklamalar:
     Peygamber Efendimiz ashâb-ı kirâmdan dinin bazı esaslarına bağlı kalacaklarına dair zaman zaman söz alırdı. Bu söz alma ve söz verme işine biat denirdi. Meselâ sahâbîlerden namaz kılmak, zekât vermek, zina ve iftira etmemek gibi konularda, kadınlardan, özellikle ölünün arkasından bağıra çağıra ağlamamak konusunda biatlar almıştı (bk. 184, 188 ve 1664 numaralı hadisler). Bazan da sahâbîler Efendimiz’e gelirler ve meselâ:
     - Yâ Resûlallah! Müslüman olmak üzere sana biat edeceğim, derlerdi. O zaman Peygamber Efendimiz bu biatı ya aynen veya bazı şartlar ileri sürerek kabul ederdi. Meselâ:
     - “Herkese iyi davranmak, herkesin iyiliğini istemek şartıyla biatını kabul ediyorum” derdi. O sahâbî de bu esaslara uyacağına dair söz vermiş yâni biat etmiş olurdu.
     Bu hadîs-i şerîfte Resûl-i Ekrem’in huzuruna gelen sahâbî, ona iki konuda biat etmek istediğini söylüyor. Biri Medine’ye hicret etmek, diğeri de Allah yolunda savaşmak.
     O devirde bütün sahâbîler, yeni kurulan İslâm devletini desteklemek üzere Medine’ye hicret etmek yâni oraya gidip yerleşmek zorunda idiler. Hicretin 8. yılında (629) Mekke fethedilinceye kadar hicret etme mecburiyeti devam etti. O tarihten sonra bu mecburiyet kalktı. Fakat cihâd yani Allah yolunda savaşma hâli devam edip gitti.
     Peygamber Efendimiz’in cihâd için izin vermeden önce bu sahâbîye “Ana veya babadan biri sağ mı?” diye sorması cihâdın hicretten farklı olduğunu göstermektedir.
     Cihâd başlıca iki türlüdür: Biri zorunlu olan cihaddır. Devlet düşmana karşı savaş açmışsa, buna herkesin katılması gerekir. Savaşa bizzat katılmak zorunda olan kimselerin anne ve babalarından izin almaları gerekmez. Hatta onlar izin vermeseler bile savaşa giderler. Bir de zorunlu olmayan cihâd vardır. Devlet düşmana savaş açmadığı hâlde, müslümanlar hudut boylarına gidip çıkabilecek bir savaşa katılmak üzere hazır kuvvet olarak bekleyebilir veya gönüllülerden oluşan birliklerle bazı ufak çapta cihadlar yapılabilir.

     Hadisimizde sözü edilen cihâdın farz olmadığı anlaşılmaktadır.
     Demek oluyor ki, anne ve babaya hizmet etmek, onlara bakıp gözetmek bir nevi cihâddır. Anne ve babasını veya onlardan birini memnun eden kimse nâfile cihâd etmiş gibi sevap kazanır. Zira cihâda giden kimse savaş masraflarının tamamını bizzat temin etmek zorundadır. Diğer bir söyleyişle cihâd hem malla hem de bedenle yapılır. Anne ve babaya hizmetin cihâd sayılmasının bir sebebi de, onlara hem bizzat bedenle hizmet etmenin hem de malını onlar uğrunda harcamanın gerekli oluşudur.
     Başka hadislerden öğrendiğimize göre, mecburi olmayan savaşlara katılarak sevap kazanmak isteyenlerin, hayatta olan anne ve babalarından izin almaları gerekir. Zira o sıralarda anne ve babanın bakıma ihtiyacı olabilir. Nitekim sahâbîlerden biri Yemen’den hicret ederek Medine’ye Efendimiz’in huzuruna gelmiş ve cihâda katılmak üzere ondan izin istemişti. Resûl-i Ekrem ile aralarında şöyle bir konuşma geçti:
     - “Yemen’de kimsen var mı?”.
     - Anam, babam var, yâ Resûlallah.
     - “Onlar sana izin verdiler mi?”
     - Hayır, vermediler.
     - “Haydi Yemen’e git; onlardan izin iste! İzin verirlerse gel, cihâd et! Vermezlerse, ananı babanı memnun etmeye çalış” (Ebû Dâvûd, Cihâd 31).
     Hicret ederken bile anne ve babanın iznini ve rızasını almak gerekir. Vaktiyle sahâbîlerden biri Efendimiz’in huzuruna geldi ve:
     - Ana ve babamı geride ağlar durumda bıraktım ve hicret etmek üzere sana biat etmeye geldim, dedi.
     Resûl-i Ekrem Efendimiz bu zâta şu son derece mânalı karşılığı verdi:
     - “Hemen onların yanına dön! Onları ağlattığın gibi yüzlerini tekrar güldür!”
Ebû Dâvûd, Cihâd 31;
Nesâî, Bey`at 10

     Hicret ve nâfile cihâd için anne ve babanın izni şart olduğuna göre, umre yapmak, nâfile haccetmek ve bazı mübarek yerleri ziyâret etmek için mutlaka onlardan izin almak gerekir.
     Bu bilgiler bize gösteriyor ki, anne ve babaya hizmet etmek, evlâdın en önemli vazifesidir. Bir kimse anne ve babasına hizmet ederek, oturduğu yerde, tıpkı cihâd etmiş gibi sevap kazanabilir.
  • Hadisten Öğrendiklerimiz:
     1. Anne ve babaya itaat etmek farz, onlara karşı gelmek büyük günahtır.
     2. İnsan anne ve babasına iyilik ve itaat ederek çok büyük sevaplar kazanır.

7 Ocak 2021 Perşembe

SAĞLIKLI HAYAT ლ🍇🌺ლ Emzirme Döneminde Beslenme

Emzirme Döneminde Beslenme

     Emzirme, bebeğin sağlıklı büyümesi ve gelişmesi için en uygun beslenme yöntemidir. Anne ile bebeğin sağlığı üzerinde biyolojik ve psikolojik bir etkiye sahiptir. Emzirme sırasındaki enerji ve besin öğeleri ihtiyacı gebelikte olduğundan daha fazladır. Anne gebelikte iyi beslenmişse, ihtiyaçlarını kısmen karşılayabilecek yağ deposuna sahiptir. Bu yağ deposunun kullanılması ile doğumu izleyen ilk haftalarda anne kilo kaybeder.

     Emziklilik döneminde süt üretimi için gerekli olan enerji iki kaynak­tan sağlanır:
     1. Gebelik süresince vücut yağı olarak depolanan enerji,
     2. Besin gruplarından gelen enerji.

     Süt veren kadın hem kendi vücudundaki besin öğeleri depolarını dengede tutmak hem de salgıladığı sütün karşılığı olan enerji, protein, mineral ve vitamin­leri almak için yeterli ve dengeli beslenmelidir. Aksi takdirde kendi vücut depolarından harcamaktadır. Bu da sağlığının bozulmasına ve yetersiz süt salgılanmasına neden olmaktadır.

     Emziklilikte Enerji ve Besin Öğeleri İhtiyacı
     Sütü ile bebeğin ihtiyacını tamamen karşılayan bir kadın günde ortalama 700-800 mL süt salgılar. Bu sütün karşılığı olan enerji ve besin öğeleri ihtiyacı emziklilik dönemi­nde de normal gereksinmeye ek yapılarak artırılmalıdır.
Yeterli düzeyde anne sütü üretimi için yeterli miktarda sıvı almaya özen gösterilmelidir. Günde en az 8-12 bardak sıvı alınması yeterlidir. Emziklilik döneminde suyun yanı sıra besin değeri yüksek süt ve meyve suyu gibi içecekler tercih edilmelidir. Süt ve meyve suyu aynı za­manda diğer besin öğelerinin tüketimini de sağlayacağından, anne sütü verimliliğini de etkileyecektir. Örneğin; süt tüketimi kalsiyum, meyve suyu ise C vitamini sağlayacaktır.
     Emziklilik döneminde zayıflama diyeti yapılmamalıdır. Bu dönemde enerji alımı günlük 1800 kalorinin altına düşerse, vücut için gerekli olan besin öğelerini yeterli düzeyde alınmamaktadır. Özellikle emziklilik döne­minin başında düşük kalorili bir diyet uygulaması süt yapımını azaltmakta ve sütün besin değerini olumsuz etkilemektedir.
     Emziklilik döneminde alkol ve sigara kullanılmamalıdır.
Soğan, sarımsak, brokoli, kabak, karnabahar, acı baharatlar veya kuru baklagiller, anne sütünün tadını değiştirebilir. Bu durum bazı bebeklerde hu­zursuzluk (gaz oluşturması, emmeyi reddetme gibi) yaratırken, bazıları hiç fark etmeyebilir. Bebeğinizde ciddi birtakım huzursuzluklar gelişirse, bu tür besinler ya daha az sıklıkla tüketilmeli ya da hiç tüketilmemelidir.

Broşür için pdftıklayınız.

Önceki Konulara
Aşağıdaki Başlıkları Tıklayıp
Bağlanabilirsiniz...

6 Ocak 2021 Çarşamba

SOSYOPSİKOLOJİ KÖŞESİ 💫 SONBAHAR DEPRESYONU * DEPRESYONA GİDEN YOL * UTANMA

GÖNÜL ERLERİ
SOSYOPSİKOLOJİ KÖŞESİ
4
* SONBAHAR DEPRESYONU
* DEPRESYONA GİDEN YOL
* UTANMA
     Hastaların yüzde 65’inin, sonbahar ve ilkbahar aylarında başvurduğu bildirildi. Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi’nde geçen yıl “depresyon” tanısıyla tedavi gören hastaların yüzde 65’inin, sonbahar ve ilkbahar aylarında başvurduğu bildirildi.
     Cinsel istek azalması, sıkıntılı, çaresiz, neşesiz ve sinirli ruh halleri, uykusuzluk çekme, yorgun ve bitkin uyanma, davranışlarda yavaşlama, geçmişe dönük pişmanlık duygusu belirtileri bulunanların bir uzman psikiyatriste başvurmaları öneriliyor.
     Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi Başhekimi Doç. Dr. Arif Verimli, sonbahar ve ilkbahar mevsimlerinde depresyon görülme sıklığının arttığını vurgulayarak, ciddi psikiyatrik rahatsızlık olan depresyon belirtileri bulunanların zaman kaybetmeden uzman psikiyatriste başvurarak tedaviye başlamaları gerektiğini bildirdi. Doç. Dr. Verimli, Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi’nde “depresyon” tanısıyla tedavi gören hastaların yüzde 65’inin, sonbahar ve ilkbahar aylarında başvurduğunu söyledi.

     BELİRTİLER: 
     Cinsel istek azalması, sıkıntılı, çaresiz, neşesiz, sinirli ruh hali, boşluktaymış hissi, uykusuzluk çekme, yorgun ve bitkin uyanma, davranışlarda yavaşlama, geçmişe dönük pişmanlık ve suçluluk duygusunun depresyon belirtileri olduğunu anlatan Doç. Dr. Verimli, özellikle sonbahar aylarında bu belirtilere daha sık rastlandığını dile getirdi. Doç. Dr. Verimli, “Sıcak, kıpır kıpır, dertsiz, tasasız yaz günlerinin geride kaldığı, sararan yaprakların ağaçlardan döküldüğü, gökyüzünün puslu olduğu sonbahar mevsiminde depresyon görülme sıklığı artar” dedi.

     BİR UZMAN PSİKİYATRİSTE BAŞVURULMALI
     Depresyonun ciddi bir psikiyatrik rahatsızlık olduğuna işaret eden Doç. Dr. Arif Verimli, “Halkımızdan beklentimiz, kendilerinde depresyon belirtileri gördüklerinde bir uzman psikiyatriste başvurarak tedaviye başlamalarıdır. Depresyon, psikiyatrik rahatsızlıklar arasında tedaviye olumlu cevap veren bir rahatsızlıktır” diye konuştu. Depresyonun tedavisinde iki ana yöntem bulunduğunu belirten Doç. Dr. Verimli, bunların ilaç tedavisi ve psikoterapi olduğunu bildirdi. Depresyonun tüm belirtilerinin saplanılmasının ardından en az 6 ay süreyle ilaç kullanmak gerektiğini ifade eden Doç. Dr. Verimli, belli zaman aralıklarıyla psikiyatristle görüşülmesini de önerdi.
     Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi Başhekimi Doç. Dr. Verimli, depresyonun uzman tedavisi yapılmadan atlatılması halinde tekrar edeceğini sözlerine ekledi.
~~~*~*~~~


     Depresyona giden yol:
ONAYLANMA İHTİYACI,
UTANÇ VE SUÇLULUK
Doç. Dr. Kemal Sayar

     Onaylanma ihtiyacı:
     Depresyonda olduğunuz zaman, değişmez bir şekilde değersiz olduğunuza inanırsınız. Bu konuda yalnız değilsiniz. Ünlü kuramcı Dr. Aaron T. Beck tarafından yapılan bir araştırma açığa çıkarmıştır ki, depresif hastaların %80′inden fazlası kendilerinden hoşlanmamaktadırlar. Bundan da fazlası, Dr. Beck’in bulgularına göre, depresif hastalar değerli buldukları alanlarda kendilerini yetersiz olarak görmektedirler; zeka, başarı, popülerlik, dikkat çekebilme, sağlık, güç gibi.
     Eğer şu anda depresyondaysanız ya da hayatınızın bir döneminde depresyona girdiyseniz, hakkınızda kötü ya da olumsuz düşünmenize yol açan düşünce kalıplarını fark etmekte zorlanabilirsiniz. Gerçekte, kendinizi değersiz ya da yeteneksiz görmeye eğilimlisinizdir. Bunun dışında ya da karşısındaki öneriler size aptalca ya da dürüst değilmiş gibi görünür.
     Maalesef, depresyondayken kendiniz hakkındaki olumsuz düşüncelerinizde yalnız olmayabilirsiniz. Pek çok vakada siz sizin kusurlu olduğunuz ve iyi olmadınız yönündeki yanlış inançlarınızda o kadar tutarlı ve ısrarcı bir tavır gösterirsiniz ki, bu durum arkadaşlarınızın, ailenizin ve hatta terapistinizin bu görüşleri kabul etmesine neden olursunuz. Klasik psikanalitik teorinin kurucusu olan Freud’un “yas ve Melankoli” kitabında bu görüşe ait örnekler vardır; bir hasta değersiz olduğunu, başarısız olduğunu vb. söylüyorsa, mutlaka ki doğru söylüyordur.
     Sonuç olarak, terapistin hastanın bu görüşlerine katılmaması imkansız gibi görülmektedir. Freud inanır ki, terapist hastanın yeteneksiz, bencil, zavallı, dürüst olmayan vb. biri olduğunu kabul etmelidir. Bu nitelikler, Freud’a göre insanın temel niteliklerini oluşturur ve hastalık süreci bu gerçeği daha görünür yapar. Aslında hasta bu gibi düşünceleri genişletmek için, umutsuzluğun ve kendinden nefret etmenin pek çok duygusal reaksiyonun yaşar. Önce ölmüş olmayı tercih edebileceğinizi söylerken daha sonra uyuşmuş ya da felç olmuş gibi hissetmeye başlarsınız ve normal yaşam akışına katılmaktan çekinirsiniz.
     Bu sert düşünce tarzınızın olumsuz duygusal ve davranışsal sonuçları nedeniyle, yapmanız gereken birinci şey; değersiz olduğunuzu kendinize söyleyip durmayı durdurmaktır. Bununla birlikte, siz bu cümlelerin gerçek dışı ve yanlış olduğunu kabul edene kadar bunu yapmanız pek mümkün olmayabilir.
     Aslına bakılırsa, depresyonda olduğumuz zamanki kişisel endişe ve çatışmaların pek çoğunun temelinde saygı duyulma, değer verilme, takdir edilme, tanınma,, istenme ve onaylanma arzuları yatar. Mükemmeliyetçilik, hayal kırıklığı, öfke, utanç gibi diğer alanları açıklamaya çalıştığımızda da eğer ön planda değilse, mutlaka arka planda “başkaları tarafından onaylanma ihtiyacı vardır.
     Bazı insanlar depresyona daha yatkın olabilirler çünkü, onlar onaylanmaya aşırı derecede ihtiyaç duyarlar ve bu kimi zaman “onaylanma bağımlılığı” olarak adlandırılır. Kişi onaylanmanın her zaman iyi ve gerekli olduğuna inanırken, onaylanmama bir felakettir. Bazı insanlar sürekli başkalarını etkileme ihtiyacı duyar ve özel görünmek isterken, diğer taraftan eleştiriyle yıkılan bireyler vardır. Eğer onaylanmazlarsa, terk edildiklerini ve sevilmediklerini düşünürler.
     Aslından onayın kaybı, kimi zaman bizleri oldukça kötü etkileyebilir çünkü başkalarının hakkımızda söylediklerini bütünüyle doğru kabul ederiz. Eğer onlar bizim işe yaramaz, aptal ya da sevilmez olduğumuzu söylerlerse, biz bunlar sanki doğruymuş gibi hissederiz – yargıları aşırı uç ve bizim olumlu yanlarımızı reddedici nitelikte olsa bile – ya da aşırı genelleme yaparak, bir kişi hakkımızda kötü düşünüyorsa diğerlerinin de öyle düşüneceğini varsayarız.
     Bazı insanlar için onaya duyulan aşırı ihtiyaç, şiddetli utanç ve yetersizlik duygularını örtmek, kapatmak ihtiyacından kaynaklanır. Eğer başkaları beni onaylıyorsa, ben o kadar da kötü olamam gibi bir inanç vardır.
     Aslında onaylanma ihtiyacı insan doğasının büyük bir kısmında olan bir duygudur. Bizim yaptığımız davranışların pek çoğu onay kazanma çabasıyla ilişkilidir. Bir sınavı geçme, bir yarışmada derece kazanmaya çalışma gibi davranışların hemen hemen hepsi, başkalarının onayını kazanmak ve kendimizi değerli hissetmek için yapılır. Konumumuzun yükselmesi için, bizleri yeterli ve yeterli görmelerini isteriz. Bir gruba ait olmak, bir ilişkiyi sürdürmek, insanlar tarafından reddedilmekten kaçınmak ihtiyaçlarımız arasındadır.
     Bu da demektir ki, tüm insanlarda temelde bir onaylanmama korkusu vardır; özellikle bu değerlendirme bizim değer verdiğimiz ve bir şekilde kendimizi bağımlı hissettiğimiz birinden geliyorsa… eğer kişiye değer vermiyorsak onaylamaması daha az sorun olur, ta ki, o kişinin üzerimizdeki gücü artana, mesela patronumuz olana kadar.
     Maalesef, bizim onaylanma ihtiyacımız, biz onu aşırı derecelere ulaştırdığımızda bir tuzağa dönüşebilir. Bu hale geliş ise, değerlendirmelerin sadece reddedilme korkusu gibi durumlarla sınırlı kalmaması, bizim kendimize yönelik her türlü değerlendirmemizi belirleyen bir konuma gelmesiyle başlar. Başkalarının onayını ya da onaylamamasını bizim bütünlüğümüze yönelik yargılamalar olarak algılayabiliriz. Onaylanmamış olma duygusuyla baş etmek, temelde sevgi duygusuyla büyümüş biri için daha kolay aşılabilir bir durum iken, sevgi konusunda yetersizlik yaşamış biri için daha zordur ve onaylanmama ile baş edebilme ve aşırı derecede olan onaylanma ihtiyacını azaltmak için öğrenebileceğiniz pek çok yol vardır.
     Genel olarak, başkalarının sizin hakkınızdaki yargılarına fazlasıyla inanç göstermemenizin doğru olacağını fark etmek faydalı olacaktır. Bu belirli eleştirilerin hiçbir zaman geçerli olmayacağı anlamına gelmez fakat “aptal”, “güçsüz” gibi yapılan genel etiketlemelerin hakkınızda olduğunuzdan daha fazlasını söylediği de bir gerçektir.
     Bu aşamada hatalı olarak işleyen üç zihinsel süreç vardır;
  1. Ya hep ya hiç düşüncesi
  2. Aşırı genelleme
  3. Kendini eleştirme – kendine saldırma.
     Onay kazanma sizin kendinizi daha iyi hissetmenize yardımcı olan bir duygu olmakla beraber bunu kazanma yollarınız kimi zaman çok çeşitli problemlere neden olabilir. Örneğin, siz, başkaları sizi nasıl görmek istiyorsa öyle olmaya çalışıyor olabilirisiniz, kendi ihtiyaçlarınızı dile getiremeyebilirsiniz, öfkenizi saklarsınız, daha uyumlu hale gelirsiniz ve bu yüzden etrafınızdakilerin sizi takdir etmesini beklersiniz. Oysa bu hal giderek umutsuz bir hal alır ve siz sürekli onay kazanmak için çabalayan bir durumda kalırsınız.
     Bunun yerine da yapmanız gereken kendi hayatınızın olumlu taraflarını hesaplamak olacaktır. Neler yapamadığınızdan çok neler yapabildiğinize odaklanın. Kendinize sürekli onay aramanın zararlı taraflarını ve kendini eleştirmeden onaylanmamış olmayı nasıl kabul edebileceğinizi öğrenmenin avantajlarını hatırlatın. Onay iyi hissettirir ancak kendinize güveninizi buna dayandıramazsınız. Kendinize bir arkadaşınıza davrandığınız gibi davranın ve başkasının hizmetçisi gibi olmak zorunda olmadığınızı hatırlayın.
     Elbette ki, onaylanma, bir işe girmenize olanak sağladığında ya da bir ilişkiyi sürdürmenizde önemlidir. Ancak onay alamadığınızda kendinize sert eleştiri ve yargılamalar yapmaya başlamanız ciddi problemler ortaya çıkaracaktır.
     Ayrıca başkalarının onayını kazanmak için aşırı çaba gösterip göstermediğiniz üzerine de düşünmeniz gerekir. Eğer böyleyse, bu durum kendi kimliğinize dair algınızın bozulması ya da kaybolmasıyla sonuçlanabilir, başkalarının onayına aşırı derecede bağımlı olmanın bir büyük zararı da, gerçekten istediğiniz şeyleri aslında yapamıyor olmanızdır.

     Utanç ve suçluluk:
     Utanç kompleks bir fenomendir, pek çok açı ve birleşeni içerir. En önemli birleşenleri ise şöyle tanımlanabilir;
     İçsel olumsuz benlik düşünceleri: bunlar yetersizlik, değersizlik düşüncelerini ve duygularını içerir kişi kendini beceriksiz, kötü ve başarısız bir olarak niteleyebilir.
     Sosyal ya da asışsal odaklı düşünceler: bunlar başkalarının bizi yetersiz ya da değersiz olarak gördüklerini varsayan inançları içerir.
     Duygusal birleşen: anksiyete, öfke, kendinden iğrenme gibi çeşitli öğeler utancım duygusal birleşeni olarak kabul edilir.
     Davranışsal birleşen: saklanma, maruz kalmaktan kaçınma uzaklaşma gibi eylemler.
     Bedensel ya da fizyolojik birleşen: utanç duygusu streslidir ve bizim sinir sistemimizi aktive eder. Utanç bizim duygu durum belirleyicilerimiz üzerinde etki eder ve olumlu pozitif duygu durumun sürdürülmesine yardımcı olmaz.

     Burada bir noktaya dikkat edilmesi gerekir, insanlar kendileri hakkında olumsuz düşüncelere sahip olabilirler, değersiz, yetersiz ve kötü oldukları gibi… bu utanç hissetmenin bir kısmıdır. Bununla birlikte, bizler başkalarının eleştirilerine ve küçük düşürmelerine zaman zaman maruz kalabilir ve bu başkaları tarafından utandırılmadır. Psikolog Kaufman göre, utancın bizde acıya sebep olabilecek en az üç boyutu olduğunu belirtir. Bunlar bedenden, yeterlilik ve becerilerden utanç duyma ve ilişkilerde utanç duyma olarak belirlenebilir. Bu listeye özellikle depresyonda belirgin bir özellik olan hissettiklerinden utanma eklenebilir.
     Bedenden utanma: bazı kişiler utanç yüzünden doktora gidemezler. Hemoroid, bağırsak hastalıkları, üriner problemler, bulimiya gibi problemlerden dolayı doktora gidemezler. Utanç, belki de pek çok duygudan daha fazla, bizim dürüst /açık davranmamızı, yardım aramamızı engelleyen duygudur. Ayrıca görüntü bozukluğu bulunana özellikle insanlar onlara gülüyorlarsa daha fazla utanç yaşamaktadırlar.
     Cinsel istismar yaşayan bireylerde akut bir şekilde bedenden utanma duygusu görülebilmektedir. Bedenlerinin kirli ve zarar görmüş olduğu duygusu yaşayabilirler. Uç vakalarda, bu kişiler bedenlerinden nefret etmeye başlayabilirler. İstismar üzerine konuşmak ise bu durumun pekiştirilmesine neden olabilir.
     Yeterlilik ve becerilerden utanç duyma: bu tip utanç fiziksel ya da zihinsel olarak gösterilen performansla ilişkilendirilir. Burada ana nokta, bir şeyler yapmaya girişme ve bunlarda başarısız olmadır. Bu bizim kendimizi kötü olarak değerlendirmemizi kolaylaştırır. Bir kural olarak, sadece utançla baş etmek, eğer başarısızlığımız yüzünden kendimize saldırmazsak daha kolaydır.

     İlişkilerde utanç: utanç ilişkilerde yaşanan problemlerden bir tanesidir çünkü kişi çatışma ve eleştirilere kötü şekilde cevap verecektir. Utanca meyilli bireyler daha kolay öfkelenebilir bir yapıya sahiptir. Eleştiriden uzak durmak ve ilişkilerini kontrol etmek ister gibidirler. Bu yapıdaki insanlar, başkaların onları fark etmeye başladıklarında zayıf ya da yetersiz olarak etiketleyecekleri korkusunu yaşarlar.

     Toplum içinde yaygın olan bir özellik ise, utancın ilişkilerde bağlılığa ait duyguların dile getirilmesi ile bağlantılıdır. Bu sadece erkekler için geçerli bir kural da değildir. Yine de bu tür davranışlar genelde “yumuşak (soft)” ve erkeksi olmayan şeklinde algılanmaktadır. Bu durum ise onların arkadaşlarına, ailelerine ve sevgililerine nasıl davranması gerektiğini bilememesine neden olmaktadır. Örneğin, çocukları sıklıkla fiziksel yakınlık isterler ve onlar yakınlık elde etmek için uğraşırken babaları tarafından uzaklaştırılmaları oldukça incitici bir durum olabilmektedir.

     Hissettiklerinden Utanma: Bazen sonuçlarından korktuğumuz için duygularımızı saklama eğilimi gösteririz. Bu duygular endişe, depresyon, öfke gibi duygulardır. Çünkü bunlar bazı şeylerin yanlış gittiğinin göstergesi olarak algılanırlar. Aynı zamanda utanç, bizim zayıf veya hatalı yanlarımızın ortaya çıkışında hissettiğimiz bir duygudur. Bu nedenle insanlar olumsuz yanlarının ortaya çıkmasını istemedikleri gibi utanç duygularını da saklamaya çalışırlar. Derin utanç duyguları kolay unutulan deneyimler değildir. Bizim içimizdeki yerlerini her an ortaya çıkmaya hazır bir şekilde sürdürürler.

     Utancın Kökenleri:
     Utanç hissetmemiz için yeterli kapasitemiz olduğundan bahsedilebilir. “Sonradan üzülüp dışlanmaktansa falanca işi yapmam” gibi değerlendirmeler yapabiliyoruz.
     Çocuklukta bizi büyütenlerin nasıl davrandığı da önemlidir, en azından bunun üç temel sonucundan bahsedilebilir;
  • yeterli ve iyi bilinmek için aşırı çaba,
  • daima uyumlu olma,
  • direkt saldırılar ve küçümseme
     (Bazı insanlar alkış ve beğeni toplayamadıkları zaman utanç hissederler.)

     Toplumun çoğunluğuna uyma ihtiyacı duyuyoruz. Erkekler duygularını göstermeyip güçlü görünmeye, kadınlar sıcak, anaç, çekici ama cinselliğe meraklı ve hırslı olmayan bir tablo çizmek zorunda hissediyorlar kendilerini. Bir gruba ait olma merakımız var aynı zamanda. Birçok kişi için, sadece kabul edilmeyip, beğenilmemek değil, direkt sözlü ve fiziksel saldırılara maruz kalmak da büyük utanç kaynağıdır. Birçokları insanoğlunun bu özelliğini kullanır.
     Depresyona yakalandığımızda, negatif düşünmeye ve davranmaya daha meyilli oluruz. Çocuklar, gençler ve ilk yetişkinliğini yaşayanlar negatif düşünmeye ve eleştiriyi bireysel almaya daha meyillidir. Kendilerinin hemen sosyal ortama kaptırırlar ve kısır döngü oluşur. Onlar kapandıkça daha çok dışlanırlar. Eleştiriyi bireysel almamayı ve kendimizi etiketlememeyi öğrenmemiz gerekir.Utançla başa çıkmanın bir yolu utanca yol açan şeyi uzaklaştırmaktır. Ancak bu yöntem uzun vadede problem olabilir. Bir başka yol ise, iyi ve yeterli olduğumuzu ispat etmek için devamlı bir uğraş içinde olmaktır.
     Tüm bunların dışında, duygularımızı, olanları, eksiklerimizi sürekli saklamak, baskı altında tutmak da bir yoldur. Gülmenin ardına da sığınılabiliyor. sıkıntıyı şakayla dışsallaştırmak ve kendimizi çok ciddiye almamak iyi ama gülmenin ardına sığınmak “hollow” oluyor. Ayrıca gizlemek uzun vadede asosyalliğe sebep olabilir. Utancı örtmek için karşı tarafı utandırmak suçu azaltmak için karşı tarafı suçlamak ise sadece bir kısır döngüye sebep olur.
     Bu noktada kullanılan en önemli savunma mekanizması yansıtmadır. Birinci türü, düşüncelerinin başkalarının da sahip olduğunu sanma şeklindedir. Siz kendinizi beceriksiz görüyorsanız, başkalarının da hakkınızda böyle düşündüğüne inanırsınız. İkinci türünde ise, kendinizdeki eksik tarafı kabul etmeyip karşı tarafta olduğunu iddia etmek. Genelde bunu kendilerinden aşağı konumda olanlara yaparlar. Irkçı ve cinsel ayırımcı şakalarla mesela…
     Bu noktada aşağılama ve utanç arasında bir ayırım da yapmak gerekir. Aşağılamayı reddederiz, utançta ise, suçlandığımız noktayı kabul ederiz. Aşağılamayı öç alma isteği izler. Kimisi için bu ayıptır bu nedenle de bastırılır. Böylesi için birinci adım, sinirlendiğini kabul etmesidir. Bazıları fazlasıyla öç almayı aklına koyar. Böylesi de aşağılama ile başa çıkmayı öğrenmelidir. Hatta profesyonel yardım alması çok olumlu sonuçlar yaratabilir. Öç alma duygusu yenilmesi gereken bir olgudur çünkü insanı yalnızlığa iter.
     Hatalı olan tarafın cezasını çekmediğini bilmek de insanda yenilmişlik hissi yapar. Bu uyku bozukluğu ve depresyona varabilir. Genelde, bu konuya takılıp kalmaktan kurtulmamız gerektiğini bilir ama yapmayız. Bu nedenle profesyonel yardıma ihtiyaç duyulur. Suçluluk duygusunu bastırmayız, utançla arasındaki fark budur. Onun yerine bu duyguyu tamir etmeye uğraşırız. Ama suçumuzdan dolayı aşırı bir suçluluk duyup da kendimizi kötü ilan etmememiz gerekir. İnsanları üzme gücümüzü ve nedenlerini samimiyetle kabullendikçe, hatalarımızı düzeltmek de daha kolay olacaktır.
     Utancın Tedavisi:

     A) Bireysel Bilinç:
kendimize fazla odaklanıp, kontrol altına almaya çalışmak yanlıştır. İnsiyatif ele almamızı ve yaşadığımızı anın tadına varmamızı engeller. Bizi suçlayan içsese kulak aldırmadan her insanın hata yapabileceğini ve önemli olanın hata ile yüzleşmek olduğunu bilmeniz gerekir. Bu nedenle utancı yok saymak yerine onun nedenlerine inmek gerekir ve onunla yüzleşmek en doğrusudur. Çevrenizdekilere neler düşündüğünüzü anlatın. Ya hep ya hiç demeyin. Tamamını anlamasalar da yardımları olabilir.
     Suçluluk duyarız çünkü karşı tarafı umursarız , tabii samimiysek umursarız. Samimi değilsek utanç kaynaklı bir umursama yaşarız. Yaşadığımız duygu genelde ikisinin karışımı olmaktadır. Bize ihtiyaç duyulduğunu bilmek doğamızda olan bir durumdur ancak abartılmaması gerekir. Çocukken anne-babası yardıma muhtaç olanlar erişkinken bu durumu abartıp “kurtarıcı” olmak isterler.
     Ama bu rolü oynayamadıklarında depresyona girerler. Çünkü suçluluk veya utanç duyarlar. Bu tipler depresyona meyillidir. Başkalarını düşünecek enerjimizin kalmadığını fark etmek kendimize verdiğimiz değeri azaltır. Anne-çocuk ilişkilerinde bu durum daha gözlemlenebilir bir hal alır. Diğerleri için bir şey yapamamak intihar düşüncelerini harekete geçirebilir. Çünkü yük olduklarını düşünürler ya da aslında iyi görünmek için iyilik yaptığını fark edenler de kendilerini samimiyetsiz ve değersiz bulabilirler. Bazen de hayatın bize çok yük getirdiğini düşünürüz. Kaçmak isteriz. Suçluluk duygusu yaratır bu da. Kaçmayıp daha çok yük alırsak daha çok sıkılıp kaçmak isteriz, kısır döngü. Bu durum gerçekleri görmemizi engeller. Tam olarak neyin yük olduğunu bulmak burada temel noktadır.
     Güzellikleri hak etmediğimizi, suçlu olduğumuzu düşünmek de depresif bir duygu ya da sahip olduğu tüm güzelliklere rağmen mutlu olamayan ve bunun suçluğunu yaşayanlar da var. Kötü giden bir noktanın diğer tüm olumlu şeylerin değerini gözümüzde azaltması normaldir. Burada işleyen yine “ya hep ya hiç” mantığıdır ve bundan kurtulmak gerekir. Ya da bir şeyden daha fazla istediğinizde bunun açgözlülük olarak agılayıp suçluluk duymayın. Diğerlerinden daha iyi durumda olduğunuz için sevindiğinizde suçluluk hissetmeyin. Buna “kurtulanın duyduğu suçluluk” denir. Ya da başarımı ya da paramı kıskanırlar, yalnız kalırım duygusuyla kendinizi baltalamayın. “Aşırı sorumluluk duygusundan kaynaklanan suçluluk” var. İnsanların hayatlarıyla ilgili her şeyden siz sorumlu değilsiniz.
     Psikotik depresyonda ise kişi çok büyük felaket durumlarında bile bir şekilde üstüne bir sorumluluk alır. Bunun kaynağı bilinçdışındaki agresif duygular olabilir. Ya da birini terk etmiş olmaktan kaynaklanan suçluluk duyguları olabilir. Örneğin: anne-babadan ayrılış. Öülm durumunda yaşanan suçluluk ise yas ile başa çıkmayı engeller. Ölene iyi davranmamış olma fikri kötüdür veya ölene çok bakılmışsa ve bu durumdan kişi sıkılmışsa “öldü de rahatladım” düşüncesi suçluluk verebilir.

     Varoluşçu Suçluluk:
     Kendimize haksızlık ettiğimiz düşüncesi, Özellikle “sigara bana zarar verir” gibi düşünceler, beden bütünlüğe tehdit, varoluşa saldırı gibi öğeler, bu duyguyu uyandırır. Bir bakıma iyidir çünkü değişimi tetikler. Ama suçluluktan daha pozitif bir tetikleyici bulmak gerekir.

     Karşı Tarafa Yüklenen Suçluluk:
     İstediğimizi kazanmak için karşı tarafın kendini suçlu hissetmesini sağlamak uzun vadede ilişkileri zedeler. ,Suçluluk tolere edilmesi gereken bir duygudur ancak kimileri bunu yapamadığı için bu duyguyu yok saymayı tercih ederler. Bazen de suçluluğumuzu kabul etmemek için sinirle üste çıkarız. Bu iletişim sağlamaz. Sakin bir anda suçluluk alanlarınız belirleyin. Objektif olun. Kendinize yüklenmeyin. Kendi kendinizi affetmeyi bilin. Kendinizi suçlu hissetmenize yol açan ve kendi eksiklerini yansıtan insanlardan uzak durun …

3 Ocak 2021 Pazar

TEFSİR DERSLERİ ✿ܓ✿ ♥ܓ✿ Âl-i İmrân Suresi 38. ve 41. Ayet-i Kerimeler Arasının Meal ve Tefsiri

Âl-i İmrân Suresi
38. ve 41. Ayet-i Kerimeler Arasının
Meal ve Tefsiri


  • Âl-i İmrân Suresi 38, 39, 40 ve 41. Ayet-i Kerimelerin Meali
     "Orada Zekeriyyâ rabbine dua edip dedi ki: "Rabbim! Bana tarafından temiz bir nesil ihsan eyle! Kuşkusuz sen duayı işitmektesin."
     "O mâbedde durmuş namaz kılarken melekler ona şöyle seslendiler: "Allah’ın bir kelimesini tasdik edici, efendi, iffetli ve sâlih kullardan bir peygamber olarak Yahyâ’yı Allah sana müjdeliyor."
     "Zekeriyyâ ise şöyle dedi: "Rabbim! Bana ihtiyarlık gelip çattığı, üstelik karım da kısır olduğu halde benim nasıl oğlum olabilir?" Buyurdu ki: "İşte böyle; Allah dilediğini yapar."
     "Rabbim, dedi, bana bir alâmet göster." Şöyle buyurdu: "Senin için alâmet insanlara üç gün ancak işaretle konuşmandır. Rabbini çok an, sabah akşam tesbih et."

  • Âl-i İmrân Suresi 38, 39, 40 ve 41. Ayet-i Kerimelerin Tefsiri
     Zekeriyyâ aleyhisselâm İsrâiloğulları’na gönderilmiş son peygamberlerden biri olup Filistin’in Roma İmparatorluğu’nun bir eyaleti olduğu dönemde Kudüs’te yaşamıştır. İslâmî kaynaklarda babasının adı bazan Barahya bazan Yuhayya olarak geçer. Nesebi Hz. Dâvûd’a kadar çıkmaktadır. Oğlu Yahyâ’nın öldürülmesi onu çok üzmüştür. Kendini de öldürmek istemeleri üzerine şehirden kaçmış, bir bahçedeki ağacın içine saklanmış, düşmanları tarafından ağacın kesilmesi suretiyle şehid edilmiştir (Ömer Faruk Harman, “Hz. Zekeriyyâ”, İFAV Ans., IV, 574-575). Kur’an-ı Kerîm’in üç sûresinde (Âl-i İmrân 3/37, 38; Meryem 19/2, 7; Enbiyâ 21/89) altı defa ismen anılan Hz. Zekeriyyâ ile ilgili bilgiler onun yaşlılık dönemine aittir.
     Luka İncili’ne göre (1/5-25) Zekeriyyâ, Yahudiye Kralı Hirodes’in günlerinde yaşayan bir kâhindir. Eşi Elizabeth kısırdır ve ikisi de çok yaşlıdır. Allah katında sâlih kişilerdendirler ve rabbin emir ve hükümlerine kusursuz uymaktadırlar. Zekeriyyâ Allah’ın huzurunda kâhinlik hizmetinde bulunduğu sıralarda buhur yakmak üzere mâbede gittiğinde melek Cebrâil bir oğlu olacağını, karısının hamile kalışının bir işareti olmak üzere de dilinin tutulacağını bildirir. Bir de Eski Ahid’de Zekeriyyâ adını taşıyan bir kitap (bölüm) bulunmaktadır ki burada söz konusu edilen, Yahyâ’nın babası olan Zekeriyyâ değil, milâttan önce VI. yüzyılda yaşamış bir peygamberdir. Kur’an-ı Kerîm’de anılan Zekeriyyâ ise miladî I. yüzyılın başlarında vefat etmiştir.
     Âyetlerdeki ifade akışı dikkate alınarak, Hz. Zekeriyyâ’nın 38. âyette değinilen duası ile onun Hz. Meryem’e verildiğini gördüğü ilâhî nimetler arasında bağ kurulur. Bir önceki âyette Meryem’in yanında görünen rızıkların olağan üstü yolla kendisine ikram edildiği yorumunu yapan bazı müfessirler bu âyeti de Hz. Zekeriyyâ’nın bu hârikulâde durumu müşahede etmesi üzerine –yaşlı haline ve karısının kısırlığına rağmen– çocuk sahibi olma duasında bulunduğu şeklinde açıklarlar. M. Reşîd Rızâ, bir peygamberin yüce Allah’ın dilediğinde olağan üstü sonuçlar yaratabileceğini bilmesini böyle bir olaya bağlamanın isabetli olmayacağı gerekçesiyle bu yorumu eleştirir. Çocukla müjdelenmesi üzerine “Rabbim! Benim nasıl oğlum olabilir?” şeklindeki hayret ifadesinin de dua ettiği hususun gerçekleşebilmesinde kuşku duyduğu yönünde anlaşılmaması gerektiğine dikkat çeker ve bu konuda en uygun yorumun Muhammed Abduh’a ait olduğunu belirtir. Bu yoruma göre Hz. Zekeriyyâ Meryem’in kâmil bir imana ve güzel hasletlere sahip olduğunu, özellikle onun basiret şualarının sebepler perdesini delip geçtiğini ve kendisine gelen nimetlerin, dilediğini sayısız şekilde rızıklandıran ulu Allah’ın ikramı olduğunun bilincine varmış bulunduğunu müşahede edince kendinden geçmiş, duygularından uzaklaşmış, dünyadan ve dünyevî bağlardan sıyrılmış, Allah’ın engin ihsanını ve rahmetini düşünmeye dalmış, işte bu sırada söz konusu dua ağzından dökülüvermişti. Vahdet âlemindeki yolculuğundan sebepler âlemine döndüğünde duasının kabul edildiği kendisine haber verilince de –tabiat kanunlarının dışında kalan– bu sonucun nasıl gerçekleşeceğini rabbine sordu (Reşîd Rızâ, III, 296). Reşîd Rızâ bununla birlikte, Hz. Zekeriyyâ’nın sorusunu ifadenin zâhir mânasına göre anlamaya yani bilinen sebepler bulunmadan bu sonucun nasıl meydana geleceğini hayret ve merak içinde sormuş olabileceğine bir engel bulunmadığını, ancak peygamberlere yaraşmayacak yorumlara başvurmanın yanlış olduğunu belirtir (III, 298). İbn Âşûr da Hz. Zekeriyyâ’nın böyle bir soru sormasının, Hz. İbrâhim’in yüce Allah’tan ölüleri nasıl dirilttiğini göstermesini istemesi ve “Yoksa inanmıyor musun?” buyurulunca “Hayır inanıyorum, fakat kalbim tam kanaat getirsin diye” cevabını vermesine (Bakara 2/260) benzetir (III, 241-242).
     Hz. Zekeriyyâ’nın eşinin hamile kaldığını bilebilmesi için rabbine dua edip bir alâmet göstermesi dileğinde bulunması üzerine ona insanlara üç gün ancak işaretle konuşacağı bildirilmiş, rabbini çok anması ve günün iki diliminde de (akşam ve sabah) O’nu tesbih etmesi istenmiştir. Tesbîh “yüce Allah’ı anma, O’nu her türlü eksiklikten uzak görme, O’na dua etme” gibi anlamlara gelir. Birçok âyet ve hadiste evrendeki bütün varlıkların O’nu tesbih ettiğine dair ifadeler bulunmaktadır.
     Zekeriyyâ’nın bu isteğini, bildirilenlerin vahiy mi yoksa şeytanın telkini mi olduğunu ayırt etme, üç gün konuşamamasının da şüpheci tavrının cezalandırılması şeklinde yorumlayanlar olmuşsa da bu yorumu Kur’an-ı Kerîm ve hadislerde yer alan esaslarla bağdaştırmak mümkün değildir. Bu yorumların Luka İncili’ndeki (1/18-20) şu ifadenin etkisinde ortaya konduğu anlaşılmaktadır:
     “Zekeriyyâ da meleğe dedi: Ben bunu nasıl bileyim? Çünkü ben yaşlı bir adamım, karım da çok yaşlıdır.
     Melek cevap verip ona dedi: Ben Allah önünde duran Cebrâilim; seninle konuşmaya ve bu şeyleri sana müjdelemeye gönderildim. İşte, dilin tutulacak, ve bu şeyler oluncaya kadar, söz söyleyemeyeceksin; çünkü vaktinde yerine gelecek olan sözlerime inanmadın.”
     Meryem sûresinin 10. âyeti de göz önüne alındığında, Hz. Zekeriyyâ’ya sapasağlam olduğu halde (konuşma melekesini kaybetmeksizin) üç gün üç gece insanlarla konuşmayacağı bildirilmiştir. Bunu, Allah’ı anma ve O’na dua etme gücü devam ettiği halde insanlarla konuşmayı başaramayacağı, sadece işaret yoluyla iletişim kurabileceği şeklinde anlayanlar olduğu gibi, lutfedilen büyük nimetin şükrü için kendisini Allah’ı zikretmeye vermesi ve kendi iradesiyle insanlarla konuşmaktan geri durması buyruğu olarak yorumlayanlar da vardır. Birinci yorum, hem Hz. Zekeriyyâ’nın duasının kabulü, yani eşinin hamile kaldığını bilmesinin alâmeti olma hem de yüce Allah’ın peygamberine bu konuda da mûcize ihsan etmesi anlamıyla daha çok bağdaşmaktadır.
     Dua kişinin Allah’ın yüce kudreti karşısında aczinin bilincine varıp engin bir sevgi ve saygı içinde O’na yalvarması, O’ndan yardım dilemesi demektir (bu konuda bilgi için bk. Bakara 2/186).
     Namaz kelimesi Türkçe’ye Farsça’dan geçmiş olup Arapça karşılığı “salât”tır. Sözlük anlamı “dua etmek, yalvarmak” olan bu kelime terim olarak bir ibadet türünü ifade eder (bu konuda bilgi için bk. Bakara 2/238-239).
     39. âyette melekler tarafından Hz. Zekeriyyâ’ya müjdelendiği bildirilen Hz. Yahyâ da İsrâiloğulları’na gönderilen son peygamberlerdendir. Hz. Îsâ’dan altı ay büyüktür. Bu bilgi esas alındığında, Hz. Îsâ’nın gerçek doğum tarihinin milâdî takvimin başlangıcından dört veya beş yıl önce olduğu da göz önünde bulundurularak (bk. “Jesus-Christ”, Nouveau dictionnaire Biblique, nşr. Rene Pache, Suisse 1979, s. 385), Hz. Yahyâ’nın milâttan önce 5. yılda dünyaya geldiği kabul edilir. Bazı eserlerde ise Hz. Îsâ’dan üç yaş büyük olduğu kaydedilmiştir.
     Luka İncili’ne göre de, Hz. Zekeriyyâ’ya melek tarafından oğlunun olacağı müjdesi verilirken onun adını Yahyâ koyacağı bildirilmiştir (1/13). Yine Luka İncili’ndeki bilgiye göre komşuları ve akrabası doğumunun sekizinci günü çocuğu sünnet etmek için gelirler ve ona babası gibi Zekeriyyâ adını vermek isterler fakat annesi adının Yahyâ olacağını söyler. Yakınları ve komşuları “Akrabandan bu isimde kimse yoktur” diye itiraz ederler ve babasına işaretle sorarlar. O da hâlâ konuşamadığı için bir levha ister ve “Adı Yahyâ’dır” diye yazar, hepsi şaşar kalırlar. Ağzı açılıp dili çözülür ve Allah’a hamdeder (Luka, 1/59-64). Yahyâ adı hakkındaki bu bilgi ile Kur’an-ı Kerîm’in “Ey Zekeriyyâ! Biz sana Yahyâ adında bir oğul müjdeliyoruz. Bu adı daha önce kimseye vermedik” (Meryem 19/7) meâlindeki âyetinde yer alan bilgi örtüşmektedir. Ancak Hz. Zekeriyyâ’nın konuşmama süresi Kur’an-ı Kerîm’de üç gün üç gece şeklinde bildirilirken, İncil’deki bilgi bu halin eşinin hamileliği süresince ve doğumdan sekiz gün sonrasına kadar devam ettiği yönündedir.
     Bu âyet-i kerîmede Hz. Yahyâ şu sıfatlarla nitelendirilmiştir: Allah’tan bir kelimeyi tasdik edici, efendi, iffetli ve sâlih kullardan bir peygamber. Meryem sûresinin 12-14. âyetlerinde ona henüz küçükken hikmet verildiği ve kendisinden kitaba (Tevrat) var gücüyle sarılmasının istendiği, Tanrı’nın lutfuyla yumuşak kalpli, temiz bir insan olduğu, yine takvâ sahibi ve ebeveynine iyi davranan bir kişi olduğu, isyankâr ve zorba olmadığı bildirilir, esenlik dileğiyle anılır. Enbiyâ sûresinin 90. âyetinde anası ve babasıyla birlikte hayır işlerinde koşuşan, hem ümit hem de korku içinde Allah’a derin saygı besleyen insanlar olarak zikredilir. En‘âm sûresinin 85. âyetinde de diğer bazı peygamberlerle birlikte adına yer verilerek Allah’ın hidayet verdiklerinden ve sâlih kişilerden olduğu belirtilir.
     Müfessirlerin çoğuna göre bu âyet-i kerîmedeki “kelime” sözcüğü ile kastedilen Hz. Îsâ’dır. Hz. Yahyâ onu ilk tasdik eden kişi olmuştur. Hz. Îsâ’nın “Allah’tan bir kelime” ve “Allah’ın kelimesi” olarak nitelenmesi hususuna 45. âyetin tefsirinde ayrıca değinilecektir. Bazı müfessirlere göre buradaki “kelime”den maksat Allah tarafından gönderilen kitap veya vahiydir.
     Hz. Yahyâ’nın efendi (seyyid) sıfatı, daha küçükken kendisine hikmet verildiğini bildiren âyetin (Meryem 19/12) ışığında, dinî konularda topluma yön veren, öncülük eden, saygı duyulan bir kişi olduğu şeklinde açıklanır. Bazı müfessirler de burada onun hilim ve benzeri erdemlerle bezenmiş üstün kişiliğine işaret bulunduğunu kaydederler. “İffetli” diye çevirdiğimiz “hasûr” kelimesiyle de Hz. Yahyâ’nın evlenmemiş olduğuna işaretle, nefsine hakim ve iffetli bir kimse özelliği vurgulanmaktadır.
     Peygamberlerin hepsi sâlih (iyi davranış sahibi) kişilerdir. Buradaki “sâlih kullardan bir peygamber” nitelemesi hakkında Hz. Yahyâ’nın peygamberler soyundan geldiğine ve ailesinin nezahetine işaret edildiği yorumu bulunduğu gibi, bu ifade ile peygamberler arasındaki derece farklılığı çerçevesinde bir üstünlüğe değinildiği yorumu da yapılmıştır (peygamberler arasındaki derece farklılıkları ve hepsine iman yükümlülüğü açısından aralarını ayırt etmeme gereği hususunda bk. Bakara 2/253 ve 285).
     Kur’an-ı Kerîm’de Hz. Yahyâ ile ilgili olarak başka bilgi verilmez. İnciller’de ise Hz. Yahyâ hakkında şu bilgiler yer alır: Yahyâ ruhta kuvvetlenerek büyümüş, İsrâil’e (İsrâil kavmi) görüneceği güne kadar çöllerde kalmıştır. Kısa ömrünü ölü denizin batısında, doğduğu yere fazla uzak olmayan bölgede geçiren Yahyâ, milâttan sonra 26 yılında “Tövbe edin, çünkü göklerin melekûtu yakındır” diyerek Yahudiye çölünde tebliğ faaliyetine başlamıştır (Matta, 3/1-2). Deve tüyünden esvabı, belinde deri kuşağı ile Hz. Yahyâ çekirge ve yaban balı ile besleniyor, halkı tövbe ederek vaftiz olmaya çağırıyordu. Yeruşalim (Kudüs), bütün Yahudiye ve Erden çevresi günahlarını itiraf ederek Erden ırmağında Hz. Yahyâ tarafından vaftiz ediliyordu. Bu arada Hz. Îsâ da vaftiz olmak için Galile’den Erden’e, Hz. Yahyâ’nın yanına gelmiş, Hz. Yahyâ’nın itiraz etmesine rağmen ısrarına binaen onun tarafından vaftiz edilmiştir (Matta, 3/1-15; Markos, 1/4-9; Luka, 1/80, 3/1-21; Yuhanna, 1/6-36).
     İnciller’e göre Hz. Yahyâ, kendisinin Mesîh veya İlyâ olmadığını belirterek, “Gerçi ben sizi su ile vaftiz ediyorum; fakat benden kudretlisi geliyor ki onun çarıklarının tasmasını çözmeye lâyık değilim. O sizi Rûhulkudüs’le ve ateşle vaftiz edecektir” diyerek Hz. Îsâ’yı müjdelemiştir (Luka, 3/16).
     Hz. Yahyâ’nın peygamberliği kısa sürmüş ve milâttan sonra 27. yılın sonunda veya 28. yılın başında, Hirodes’i, kardeşinin karısı Hirodias’la zina etmesi ve diğer kötülükleri sebebiyle tenkit ettiği için zindana atılmıştır (Luka, 3/18-20). Bu arada Hirodes, doğum gününde gösterisiyle kendisini mest eden Hirodias’ın kızına, her ne isterse vereceğini vaad eder. Hirodias da kızını bu vaadden yararlanmaya hazırlar ve ayrıca onu Yahyâ’ya karşı kışkırtır. Annesi tarafından kandırılıp tahrik edilen kız da, zindanda olan Yahyâ’nın başını ister. Bunun üzerine Hz. Yahyâ başı kesilmek suretiyle şehid edilir. Yahyâ’nın şâkirdleri ise gelip cesedi kaldırır ve defnederler (Matta, 14/1-12). İslâmî kaynaklarda Hz. Yahyâ’nın şehid edilmesiyle ilgili olarak nakledilenler, Kitâb-ı Mukaddes’tekilere benzemektedir (Ömer Faruk Harman, “Hz. Yahyâ”, İFAV Ans., IV, 470-472).

Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 1 Sayfa: 553-558

02 - 07 Temmuz İstanbul & Güneydoğu Anadolu - GAP Turu

02 - 07 Temmuz Güneydoğu Anadolu - GAP Turu 3 Gece Otel Konaklamalı 5 Gün Gezi       Mezopotamya, bazı kaynaklarda medeniyetlerin beşiği ola...