5 Eylül 2021 Pazar

FELSEFE ve DİN BİLİMLERİ / İbn Haldûn’a Göre (732 - 808 / 1332 - 1406) Hilafetin Saltanata Dönüşmesinin Anlamı / Sayfa 619 - 633

ULUSLARARASI SEMPOZYUM
YANLIŞ ALGILAR ve
DOĞRU İSLÂM
28-30 Ekim 2016
ŞanlıUrfa / TÜRKİYE
Sayfa: 619 - 633
FELSEFE ve DİN BİLİMLERİ
İbn Haldûn’a Göre
(732 - 808 / 1332 - 1406)
Hilafetin
Saltanata Dönüşmesinin Anlamı
Kasım ŞULUL *

     Biz bu tebliğimizde İbn Haldûn’a göre (732 - 808 / 1332 - 1406) hilafetin saltanata dönüşmesinin anlamı üzerinde durmaya gayret edeceğiz. Bunun için de evvela konu ile ilgili bazı temel ıstılahlar ve meseleler üzerinde durmamız gerekir. Bu istılahlardan en önemlisi hilafet kavramıdır.
     Hilâfet (الخالفة) Kavramı
     Hilâfet kelimesi, sözlükte; “birinin yerine geçmek, bir kimseden sonra gelip onun yerini almak, birinin ardından gelmek/gitmek, yerini doldurmak, vekalet veya temsil etmek” gibi anlamlara gelir. Terim olarak İslâm devletlerinde Hz. Peygamber’den (s.a.v.) sonraki devlet başkanlığı kurumunu ifade eder. Halîfe de (çoğulu hulefâ, halâif) “bir kimsenin yerine geçen, onu temsil eden kimse” demektir ve devlet başkanı için kullanılır. (1)
     Hilâfet, dinin korunması ve din ile dünya işlerinin yönetilmesi konusunda Hz. Peygamber’e (s.a.v.) vekâlettir. Bu makama hilâfet ve imâmet, bu makama gelenlere ise halîfe ve imâm denir. Tâbi olunması ve örnek alınması bakımından namaz kıldıran imâma benzemesinden dolayı halîfeye imâm denmiştir. Bu yüzden hilâfete, büyük imâmet (imâmet-i kübrâ/imâmet-i uzmâ) denir. Halîfe denilmesi ise İslâm toplumunda Hz. Peygamber’e (s.a.v.) halef ve vekil olmasındandır. Bu kişiye, genel olarak halîfe veya “Halîfetu Resûlillah” (هللا رسوـ خليفة : Resûlullah’ın halîfesi) denir. Aslında bu unvan devlet başkanlığına; yani emîrliğe tekabül eder.
     Bu makama gelene, “Allah’ın halîfesi” (هللا خليفة (denilmesi konusunda iki görüş bulunmaktadır:
     I- Bazı âlimler, insanın yeryüzündeki genel hilâfetini bildiren: “Ben yeryüzünde bir halîfe yaratacağım…”, (2) “… sizi yeryüzünün halîfeleri yapan...” (3) ve 
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
* Prof. Dr.,Harran Ü. İlahiyat F. İslâm Tarihi Ve Sanatları Anabilim Dalı Başkanı.
1) Z. Kazıcı, İslâm Medeniyeti ve Müesseseleri Tarihi, İstanbul 1999, s. 79-94; C. Avcı, “Hilâfet”, DİA, XVII,539.
2) el-Bakara Sûresi 2/30.
3) el-En’âm Sûresi 6/165.
~~~~ * ~~~~

“… Biz seni yeryüzünde halife yaptık. O halde insanlar arasında adaletle hükmet. Hevâ ve hevese uyma, sonra bu seni Allah'ın yolundan saptırır…” (1) meâlindeki âyetlere dayanarak bu isimlendirmeyi câiz görmüştür.
     II- Ulemânın çoğunluğu ise âyetlerin bu manaya gelmediğini ifade ederek bu isimlendirmeyi câiz görmemiştir. Hz. Ebû Bekir (r.a.) kendisine bu şekilde hitap edilmesini yasaklayarak şöyle demiştir: “Ben Allah’ın halîfesi değil, Allah’ın elçisinin halifesiyim. (لست خليفة هللا ولكني خليفة رسوـ هللا صلى هللا عليإ وسلم) “Zira gâib/hazır olmayana halef olunur, hazır bulunana halef olmak söz konusu değildir.
     Evet, Hz. Peygamber’e (s.a.v.) vahiy geliyor ve insanlar o vahiy ile birlikte ona itaat ediyordu. Hz. Peygamber’den (s.a.v.) sonra başta Hulefâ-yi Râşidîn olmak üzere iktidara gelenlerin siyasî otoritesi ise böyle bir metafizik bilgi temeline değil, insanların seçimine dayanıyordu. İnsanlık tarihinde böyle bir geçişi gerçekleştirebilen ikinci bir dinî gelenek yoktur.
     Bu bakımdan, Hz. Ebû Bekir’in (r.a.) iki yıllık liderliği, İslâm tarihinin; hatta insanlık tarihinin en kritik dönemini ve yönetimin kaynağı ve meşruiyeti meselesinde kırılma noktası teşkil eder. Hz. Ebû Bekir (r.a.) döneminde yapılan savaşlar da böyle bir geçişin temellendirilmesine yöneliktir. Hz. Ebû Bekir’in (r.a.) yalancı peygamberlerle savaşı, artık metafizik bilgi temeline dayalı/teokratik nitelikli bir siyasî otoritenin iddia edilemeyeceğini, Hz. Peygamber’le (s.a.v.) birlikte bunun sona erdiğini tescil etmiştir.
     Zekât vermeyenlerle yapılan savaş ise Hz. Peygamber’in (s.a.v.) beşeri otoritesinin seçimle işbaşına gelmiş olan Hz. Ebû Bekir’de (r.a.) aynen devam etmekte olduğunu ve bundan sonra gelecek olanların da bu rasyonel temel üzerinde meşruiyet iddia edebileceklerini bir anlamda garanti altına almıştır. Bu geçişin doğru idrak edilebilmesi İslâm Dünyası’ndaki siyasî meşruiyet meselesinin anlaşılabilmesi açısından özel bir önem taşımaktadır. (2)
     Hilâfet’in Hakikati veya İslâm ve Devlet Devletin hakikati, insanların zorunlu olarak bir araya gelmeleridir. Devleti gerektiren şey de insanın öfke ve hayvanî tarafının eserleri olan tagallüp ve tahakküm kurmak olduğuna göre, genellikle iktidardakilerin yönetimi de haktan uzak olur ve yönetimi altındaki insanları yoksullaştırır. Çoğu zaman iktidar sahipleri, kendi amaç ve arzuları uğruna, takati aşan işleri tebaaya yükler. Bu işler, hükümdarların amaçlarının değişmesine bağlı olarak farklılaşır ve sonuçta onlara itâat etmek zorlaşır. Böylece kaos ve katliamlara yol açan bir asabiyet (3) gelir.
     Onun için herkesin kabul edip itâat edeceği siyasî kanunların olması bir zorunluluktur. Devlet böyle bir siyasetten yoksun kalırsa işler düzene girmez ve hâkimiyeti tam olarak gerçekleşmez. 
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
1) Sâd Sûresi 38/26.
2) Ahmet Davutoğlu, “Küreselleşme, Zihniyet Bunalımı ve Demokrasi”, İSAV: İlmî Toplantılar Dizisi: “İslâm ve Demokrasi”, İstanbul 2000, s. 127-128.
3) Sözlükte, akrabalık, hısımlık, taraftarlık gibi anlamlara gelmektedir. Genel olarak bir kişinin kan bağıyla bağlı olduğu kabîlesi ve kavmini ifade eder. İbn Haldûn üzerine yapılan yeni çalışmalarda bazen bu kavramın kendisi aynen kullanılmış, bazen ise “dayanışma duygusu”, “komünal ruh”, “sosyal bağlılık”, “grup dayanışması”, “sosyal dayanışma”, “dayanışma” ve “grup duygusu” gibi ifadelerle çevirisi yapılarak kullanılmıştır (M. Çağrıcı, “Asabiyet”, DİA, II,453-455). İslâm’dan önce Araplar, bir kişinin “asabesi” dediğinde, haklı veya haksız, başkalarına karşı onun yanında yer alıp onu destekleyen akrabalarını ve kabîlesini kastederdi. İbn Haldûn’a göre, genel olarak asabiyet, toplum içinde güç ve kuvvet sahibi olmak, toplumda güçlü bir tabanı ve taraftarı olmaktır. Bu güç, temelde kan bağına yani kabîle ve kavim bağına dayanır. Özellikle devletin kuruluş veya iktidarın ele geçiriliş aşamasında kabîle bağları veya güçlü bir kabîleye sahip olmak çok önemlidir. Zira dayanışmanın kaynağı temelde nesep bağına yani kabîleciliğe dayanır. Hatta peygamberlik görevinde bile asabiyetin yani güçlü bir kabîleye sahip olmanın çok büyük önemi vardır. Çünkü toplumda yeni fikir ve inançlara karşı bir direnç olacağından, eğer peygamber bu direnci kıracak güçlü bir kabîleden değilse, başarılı olamaz. Fârûkîler, asabiyetçiliği Kur’ân-ı Kerîm ve Hz. Peygamber’in kesin şekilde yasakladığı İslâm öncesi bir alışkanlık olarak niteler ve “güç devleti” teorisinden dolayı İbn Haldûn’u eleştirirler. Oysa İbn Haldûn, asabiye, hatta devlet gibi havâdîs âlemine ait unsurların tek yönlü olmadığını iyi-kötü şeklinde iki veçhesi olduğunun farkındadır ve bunu açıkça ifade etmiştir [İbn Haldûn (732-808/1332-1406), Kitâbu’l-İber ve Dîvânü’l-Mübtedâ ve’l-Haber fî Ayyâmi’l-Arab ve’l-’Acem ve’l-Berber ve men ‘Âserehum min Zevi’sSultâni’l-Ekber, Dârü’l-kutubi’l-İlmiyye Neşri, Beyrut 1413/1992, I,213-214]. 
~~~~ * ~~~~

     Kanunlar, toplumun akıllı, basiretli ve ileri görüşlüleri tarafından konursa, “akılcı siyaset”, Yüce Allah’ın koyduğu hükümlerle belirlenirse, o zaman dünya ve âhiret hayatı için faydalı olan “dinî siyaset” söz konusu olur. İnsanın var edilişinin gayesi, sadece dünyevî maişeti güzelce temin değildir. Aksi takdirde dünya hayatının sonu ölüm ve yokluk olduğu için, her şey boş ve saçma olur. Bunun için Yüce Allah: “Sizi boş yere yarattığımızı mı sandınız?” (1) buyurmuştur.
     İnsanın yaratılmasının esas amacı, -âhiret saâdetine ulaştıran, Yaratıcı’ya itaat ve yaratılana şefkatten ibaret olan- dinin emir ve yasaklarına göre yaşamaktır.
     Dinî hükümler, ibâdet, günlük yaşayış ve -toplumsal hayat için tabiî bir durum olan- devlet gibi hayatın bütün tezâhürlerinde insanı doğruya ulaştırmak için gelmiştir. Böylece her şey dine göre yürür ve Yüce Allah’ın gözetiminde olur.
     Yüce Allah, kulların maslahatlarını en iyi bilendir. Kullar ise gaybı bilmedikleri için âhirete ilişkin durumları bilemez. Kulların yaptıkları bütün işler -ister devlet yönetimine, ister diğer durumlara ilişkin olsun- âhirette kendilerine döndürülecek ve hesabı sorulacaktır. Buna dair Hz. Peygamber (s.a.v.): “Bütün bunlar, sizin yaptığınız işlerdir ve ahirette size döndürülür (إنما هي أعمالكم ترد عليكم) (2) buyurmuştur.
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
1) el-Mü’minûn Sûresi 23/115.
2) Allâme Ebu’l-Mekârim Necmeddîn Muhammed b. Muhammed el-Âmirî el-Gazzî ed-Dımaşkî (977- 1061/1570-1651), İtkân Mâ Yahsunu Mine’l-Ahbâri’d-Dâire Ale’l-Elsine ( الدائرة األخبار من يحسن ما إتقان األلسن على (adlı eserinde yukarıda zikredilen hadîsi Ebû Nuaym’in Hasan b. Atiyye’den rivâyet ettiğini kaydetmiştir. Hasan b. Atiyye’ye nakledildiğine göre: “Yüce Allah, kiyâmet günü şöyle buyurur: ‘Ey Âdem oğulları! Sizi yarattığımızdan beri sizi dinledik. Bugün siz susup bizi dinleyin! (Dünya hayatında) yapıp ettiklerinizi/amellerinizi size okuyacağız. Kim hayır bulursa Allah’a hamd etsin! Kim de şer bulursa sadece kendi nefsini kınasın! Okunanlar yalnızca sizin amelleriniz olup size döndürüldü!’. Yüce Allah’ın Kitâb’ında/Kur’ân’da şöyle buyrulmuştur: ‘O gün hiçbir kimse en ufak bir haksızlığa uğramaz. Siz orada ancak yaptıklarınızın karşılığını alırsınız’ (Yâsîn Sûresi 36/54)” (Aclûnî, I,249 (eş-Şâmile). Hz. Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: “(Dünya hayatında) yapıp ettikleriniz/amelleriniz, yakınlarınızdan vefat etmiş kimselere arz edilir. Amelleriniz hayırlı olduğunda onlarla sevinirler, amelleriniz başka türlü olduklarında: “Allah’ım bizi hidâyete erdirdiğin gibi onları da hidâyete erdirmeden vefât ettirme” diye dua ederler”: ( َ ْع َمالَ ُكْم تُ ْعَر ُض َعلَى أ َ ِ َّن أ ِ إ ْن َُا َن َخْيراً إ ْم َوا ِت فَ ُكْم َو َع َشائِ ِر ُُْم ِم َن األَ ِ ِرب ا قَ َما َهَدْيتَنَا ِم ْت ُه ْم َحتَّى تَ ْهِديَهُ ْم َُ الُوا اللَّهُ َّم ْلَ تُ لِ َك قَ ْن َُا َن َغْي َر ذَ ِ ِ ِه َوإ ,Müsned-el, Hanbel. b Ahmed. Bkz). ا ْستَ ْب َش ُروا ب XXVII,53 (eş-Şâmile). 
~~~~ * ~~~~

     “Onlar (sadece) dünya hayatının görünen yüzünü bilirler” (1) âyetinde ifade edildiği gibi, kulların koydukları siyâsî hükümler, sadece dünyevî fayda ve çıkarları gözetir. Yüce Allah’ın insanlar için gözettiği esas amaç ise onların âhiret mutluluğudur ve onun için herkesin, dünya ve âhiret işleri de dinin hükümlerine göre hareket etmeye yönlendirilmesi gerekir. Bu tür bir yönetim, peygamberlerin ve onların yerine bu görevi icra eden halîfelerin işidir.
     Devlet, toplumsal hayat için tabiî bir durumdur. Devlet, insanları dünyevî amaç ve arzularını gerçekleştirmeye yöneltir. Siyaset ise akılcı bir yaklaşımla insanların dünyevî menfaatlerini gerçekleştirmek ve zararları onlardan uzaklaştırmaktır. Buna karşılık hilâfet, dinî bir yaklaşımla insanları âhiret maslahatlarını ve -sonuçları yine âhirette kendilerine dönecek olan- dünya menfaatlerinin gereklerine göre hareket etmeye yönlendirir. Çünkü dünyaya ait bütün durumlar, Yüce Allah’ın yanında, âhiret maslahatlarıyla olan ilişkileri açısından değerlendirilir.
     Netice itibariyle hilâfet, dini korumak ve dinin gereklerine göre dünyayı yönetmek/siyaset yapmak konusunda Hz. Peygamber’e (s.a.v.) vekâlet/hilâfet etmektir.(2)
    İslâm Dini, devletin kendisini yermemiş ve yasaklamamıştır. İslâm Dini, devletten kaynaklanan baskı, zulüm ve dünya zevklerine dalmak gibi kötülükleri yermiştir. Şüphesiz bunlar yasaklanmış olan kötülüklerdir ve devlette görülen şeylerdir. İslâm Dini, adaleti, dinî hükümleri tatbik etmeyi ve dini korumayı övmüştür ve bunlar devletin yerine getirdiği hususlardır. Dolayısıyla yerilen sadece devletin içine düştüğü bazı durumlardır. Yoksa devletin kendisi yerilmediği gibi, terk edilmesi de istenmemiştir. Tıpkı insanlardaki şehvet ve kızgınlığın yerilmesi gibi. Bununla istenen onların tamamen terk edilmesi değil -çünkü onları karşılamak zarurîdir-, hakkın gerektirdiği ölçüler içerisinde tatmin edilmeleridir.
     Hz. Davud ve Hz. Süleyman (a.s.), hiç kimseye nasip olmayan bir hükümdarlığa sahipti. Üstelik onlar, Yüce Allah katında kulların en üstünü olan iki peygamberdi.
     Devleti yadsımanın ve hilâfet makamının gerekli olmadığını söylemenin hiçbir faydası yoktur. Çünkü bütün Müslümanlar, din hükümlerinin tatbik edilmesinin farz olduğunu kabul eder. Dinin tatbiki asabiyet ve güç ile mümkün olur. Asabiyet ise tabiatı gereği devlet olmayı gerektirir. Dolayısıyla bir imâm/halîfe tayin edilmemiş olsa da devlet ortaya çıkmış olur.
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
1) er-Rûm Sûresi 30/7.
2) İbn Haldûn I,200-202. 
~~~~ * ~~~~

     Hilâfet Tartışmaları
     Ehl-i Sünnet'e göre, Hz. Peygamber (s.a.v.) vefat ettiğinde ardında yaşanmış, (*1) uygulanmış ve tesbit edilmiş bir din, (*2) “siyasî bir yapı” niteliğini de kazanmış bir İslâm ümmeti ve -hukuku (*3)korunması, sevilip sayılması gereken- Ehl-i Beyt'ini bıraktı, "siyasi bir hanedan" değil. (1) Dinin devamlılığı, her bakımdan sarihtir/bedihidir. Ashab, ümmetin “siyasî yapı” niteliğinin de devam etmesi konusunda icmâ’ etmiştir. Bu nedenle ashab, ilk iş olarak Peygamber Efendimiz'in (s.a.v.) teçhiz ve tekfinine değil, ona (s.a.v.) halef seçme işine yönelmiştir.
     Adına devlet denilsin veya denilmesin, İslâm ümmetinin “siyasî yapı” niteliği, Hulefâ-yi Râşidîn döneminde istikrar kazanmış, yönetenler değişse de temel niteliği "hilafet devleti" olarak onlarca asır varlığını sürdüre gelmiştir. Şöyle ki: Bir halîfenin/imâmın bulunması farzdır. Dinî olarak bunun farz oluşu, ashâbın ve tabiînin icmâ’ı/görüş birliği ile sâbittir. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.v.) vefat edince, ashap hiç vakit kaybetmeden Hz. Ebû Bekir’e biat etmiş ve din ile devlet işlerinin idaresini ona teslim etmiştir. Daha sonraki dönemlerde de hep aynı şey olmuştur. Hiçbir dönemde insanlar, halîfesiz olarak başı boş bırakılmamıştır. Böylece bir imâmın/halîfenin tayin edilmesinin farz oluşuna işaret eden icmâ’ yerleşip sâbit olmuştur.
     Hilâfetin farziyeti ve bunun kaynağına dair görüşler şöyledir:
     I- Bütün İslâm mezhepleri ve fırkaları hilâfetin (devlet başkanlığının) farziyeti konusunda ittifak etmişlerdir.
     II- Halîfeliğin farz olmadığını söyleyenler ise çok küçük bir grup olup bunlar, Haricîler’in –sekiz kolundan biri olan- Necedât kolu (2) ile Mu’tezile’den Ebû Bekr Abdurrahmân b. Keysân el-Esam’dır (األصم :v. 200/816): Bunlar, “ashâb ve tabiînin icmâ’ı ile bir halîfenin bulunması farzdır” ilkesine aykırı bir yol tutmuşlardır. Bu kimselere göre farz olan, sadece dinî hükümleri tatbik etmektir. İslâm toplumu işlerini adâlet üzere yürütür ve Yüce Allah’ın kanunlarını tatbik ederse bir imâma ihtiyaç duyulmayacağı gibi, bir imâmın tayin edilmesi de farz olmaz. Bu konuda sâbit olan icmâ’ onların söylediklerini geçersiz kılmaktadır. Aslında onları bu görüşü kabul etmeye sevk eden, hükümdarlıktan/devletten ve onda görülen zulüm, baskı ve dünya nimetlerine dalmaktan kaçınmaktır. Çünkü İslâm Dini, bu hususları yeren, bu durama düşenleri tehdit eden ve bütün bunların reddedilmesini teşvik eden hükümlerle doludur. 
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
*1- Sünnî Siyaset Teorisi: Seçilmiş Monarşi,
*2- Şiî Siyaset Teorisi,
*3- Harîcî Cumhuriyetçiliği, başlıkları. Konuyla ilgili geniş bir değerlendirme için bkz. M. İkbal, İslâm Düşüncesi, s. 17-32: 
1) Hem Kur'ân-ı Kerîm: "…Deki: Ben buna karşılık sizden akrabalık sevgisinden başka bir ücret istemiyorum. Kim bir iyilik işlerse onun sevabını fazlasıyla veririz. Şüphesiz Allah bağışlayan, şükrün karşılığını verendir" (eş-Şûrâ Sûresi 42/23) meâlindeki âyetle hem Hz. Peygamber (s.a.v.), Ehl-i Beyti’nin maddi-manevi hukukunun muhafazasını İslâm ümmetine tavsiye etti. Peygamberler, vehbî olan peygamberlik vazifesini yerine getirip her türlü meşakketine katlanmaları nedeniyle: "Ey kavmim! Allah'ın emirlerini bildirmeye karşılık sizden herhangi bir mal istemiyorum. Benim mükâfatım ancak Allah'a aittir. Ben iman edenleri kovacak değilim; çünkü onlar Rablerine kavuşacaklardır. Fakat ben sizi, bilgisizce davranan bir topluluk olarak görüyorum" meâlideki âyette (Yunus Sûresi 10/72; Hûd Sûresi 11/29,51; eş-Şuara Sûresi 26/109,127,145,180; Sebe' Sûresi 34/47) dile getirildiği gibi bir ücret istemezler. İslâm ümmetinin Hz. Peygamber'in (a.s.) Ehl-i Beyti’nin hukukunu muhafaza ettiği, -bir kesime ve tarafa mahsus olmayan iktidar mücadelesinin acımasız tabiatının sonuç verdiği bazı elim istisnalar dışında- aşikardır. İslâm ümmetinin kahir ekseriyetini oluşturan Sünnî İslâm Dünyası’nda ortaya çıkan ve gelişen Nikâbetü’l-Ensâblık ve Nikâbetü’lEşrâflık gibi müesseseler bunun kanıtlarındandır. İnsanlık aleminde özde iktidar mücadelesi olan girişimlerin sûret-i hakla ortaya çıkması, hak olan bazı meşru taleplerin ise yöneticiler tarafında iktidar mücadelesi olarak telakki edilmesi ve elim olaylara neden olması nadir ve belirli bir çevreye mahsus durumlar değildir.
2) Bkz. Ebu’l-Vefa el-Taftazânî, Kelam İlminin Belli Başlı Meseleleri, Şerafeddin Gölcük, Kayhan Yayınları, Ankara 1980, s. 45. Hâricîlerin sekiz kolundan biri olan Necedât, Necde b. Âmir el-Hanefî tarafından kurulmuştur. Bkz. E. R. Fığlalı, “Hâricîler”, DİA, XVI,173.
~~~~ * ~~~~

     Hilâfetin gerekli olmadığını söylemenin hiçbir faydası yoktur. Çünkü Müslümanlar, dinî hükümlerin uygulanmasının farz olduğunu kabul eder. Dinin tatbiki asabiyet ve güç ile mümkün olur. Asabiyet ise tabiatı gereği devlet olmayı gerektirir. Dolayısıyla bir halîfe tayin edilmese da devlet ortaya çıkar.
     Halîfeliği gerekli görenler de ikiye ayrılır:
     I- Akla dayanarak halifeliği gerekli görenler: Bunlara göre, hilâfetin farzlığı aklın gereğidir ve akılla bilinir. Bu konuda sâbit olan icmâ’, aklın hükmüdür: Bir halîfenin tâyin edilmesinin, aklen zorunlu olmasının sebebi, insanların toplu halde yaşamak zorunda olmaları, hayatlarını ve varlıklarını tek başlarına sürdürebilmelerinin imkânsız olmasıdır. Toplu halde yaşayan insanların amaçlarının çok farklı olmasından dolayı, aralarında anlaşmazlık ve çatışma çıkar. Düzeni sağlayan bir idareci olmazsa, bu durum nesillerin yok olup kesintiye uğramasına sebep olur, kargaşaya yol açar. Oysa insan neslinin korunması İslâm Dini’nin temel ve zorunlu bir hedefidir. (1)
     II- Halîfeliği nakle göre gerekli görenler, Ehl-i Sünnet’in hepsi, Mutezile’nin çoğunluğudur.

     Halîfeliği akla dayanarak gerekli görenler de ikiye ayrılır:
     I- Kimine göre, halîfenin tayinini Yüce Allah gerekli kılmıştır: Bunlar İmâmiye mezhebinin mensuplarıdır.
     II- Kimi de halîfeyi halkın tayin etmesini gerekli görmüştür: Bunlar hepsi Mu’tezile âlimlerinden olan: -Arap edebiyatının en büyük nesir yazarlarından- Ebû Osman Amr b. Bahr b. Mahbûb el-Câhiz el-Kinânî (v. 255/869), -Mu’tezile’nin Ka’biyye fırkasının reisi- Ebu’l-Kâsım Abdullah b. Ahmed b. Mahmûd el-Belhî elKa’bî (الكعبى :273-319/886-931) ve –el-Mu’temed adlı eseriyle tanınan kelam ve fıkıh âlimi- Ebu’l-Hüseyin Muhammed b. Ali b. Tayyib el-Basrî’dir (v. 436/1044). (2)
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
1) Kulların zarurî maslahatları olan: 1- Din/inanç, 2- can, 3- akıl, 4- nesil ve 5- malı korumak, dinin temel maksad ve gayelerindendir.
2) Bkz. Fahreddîn er-Râzî, Kelam’a Giriş:el-Muhassal (Muhasssalu Efkâri’l-Mutekaddimîn ve’lMute’ahhirîn mine’l-‘Ulemâ ve’1-Hukemâ ve’l-Mütekellimîn), çev. Hüseyin Atay, Ankara 2002, Kültür Bakanlığı: Kültür Eserleri, s. 271
~~~~ * ~~~~

     Kısacası bu makamın farz oluşu icmâ’ ile sâbit olmuştur. Bu iş, farz-ı kifâye (1) olup, halîfenin/imâmın seçilmesi ehlü’l-hâl ve’l-akdin görevidir. Diğer insanlara: “Allah’a itâat edin, peygambere itâat edin, sizden olan emir sahiplerine (idarecilere) de” (2) meâlindeki Yüce Allah’ın kelâmının gereği olarak, ehlü’1-hâl ve’lakdin seçtiği halîfeye/imâma itâat etmek düşer.

     Asabiyet ve İktidar: Olumluluklar-Olumsuzluklar
     İktidar, toplumsal dayanışmanın ve gücün tabiî bir gayesi ve sonucudur. Asabiyetten bir hükümdarlığın/devletin doğması isteğe bağlı bir şey değil, zorunlu bir durumdur. Halkın/büyük kalabalıkların yönetilmesinde, mutlaka asabiyet/toplumsal güç gereklidir. Çünkü elde edilmek istenen haklara ancak asabiyet ile ulaşılır.
     Asabiyet, din için de zarurîdir ve Yüce Allah’ın emri onunla yerine getirilip tamamlanabilir. Hz. Peygamber’in (s.a.v.): “Allah, ondan (Lût’dan –as-) sonra, ancak kavmi/toplumu içinde koruma sahibi birini peygamber olarak göndermiştir” (3) buyurduğu sahîh bir rivâyetle nakledilmiştir.
     “Dediler ki: Ey Şuayb! Söylediklerinin çoğunu anlamıyoruz ve içimizde seni cidden zayıf (âciz) görüyoruz! Eğer kabilen olmasa, seni mutlaka taşlayarak öldürürüz. Sen bizden üstün değilsin” (4) meâlindeki âyetin “Eğer kabilen olmasa” ibaresi, mana olarak, zikredilen hadîsi desteklemektedir.
     Buraya kadar anlatılanlarla İbn Haldûn, asbiyetle, toplumsal dayanışma, toplumsal güç ve toplumsal desteğe sahip olmak ve bunun meşru amaçlara yöneltilmesini kastetmektedir. İbn Haldûn’un kastettiği –İslâm’ın yasakladığı- ırkçılık değildir. Zira Yüce Allah, meâlen şöyle buyurmuştur: “Allah katında en üstününüz, en takvalı olanınızdır (O’nun emir ve yasaklarına en fazla uyanınızdır)”. (5)
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
1) Farz, Şâri’ tarafından mükelleften yapılması kesinlikle istenen fiil anlamında fıkıh usûlü ıstılahıdır. Farzlar, farz-ı ayn ve farz-ı kifâye diye ikiye ayrılır. Her Müslüman’ın yerine getirmesi kesinlikle istenen namaz ve oruç gibi fiiller, farz-ı ayndır. Yerine getirilmesi kesinlikle istenmekle birlikte, bir çevredeki Müslümanlardan bir kısmının yerine getirmesiyle ötekilerin sorumluluktan kurtuldukları fiiller ise farz-ı kifâyedir. Mesela, bir Müslüman’ın cenaze namazını kılmak veya geçimini sağlama imkânını yitirmiş bir Müslüman’ı barındırmak, ilgili çevredeki bütün Müslümanlara farz olmakla birlikte, bu tür mükellefiyetler bir grup Müslüman tarafından yerine getirildiği takdirde, öteki Müslümanlar sorumluluktan kurtulur; aksi takdirde o muhitteki bütün Müslümanlar günahkâr ve mesûl/sorumlu sayılır.
2) en-Nisâ Sûresi 4/59; İbn Haldûn I,202-204.
3) Bkz. Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, II,533 (hadîs no: 10916) (eş-Şâmile). Hadisin: “Allah, ancak (kabîlesi ve) ما بعُ ّللا نبيا إْل في ثروة من قومه) :“göndermiştir olarak peygamber olanı zengin ve varlıklı) bakımından “Allah, ancak (neseb bakımından) kavminin zirvesinden birini peygamber olarak göndermiştir” ( ُللا َُ َّّعَ َب ماَ ْو ِم ِه ِْلَّ فِى ِذْر َو ٍة ِم ْن قَ ًا إ ِي بَن هِدِعَ ْب ن ْم (ِşeklindeki rivayetleri de mevcuttur. Bkz. Tirmîzî, Tefsîr, 13 (Yusuf Sûresi); el-Hâkim, el-Müstedrek ale’s-Sahîheyn, IX,309 (eş-Şâmile).
4) Hûd Sûresi 11/91.
5) el-Hucurât Sûresi 49/13.
~~~~ * ~~~~

     Hz. Peygamber (s.a.v.), asabiyeti (kavmiyetçiliği) yermiş, onu terk etmeye çağırmış ve şöyle buyurmuştur: “Ey İnsanlar! Allah, sizden Câhiliye kibrini ve Câhiliye atalarıyla övünmeyi giderdi. Artık insanlar iki sınıftır:
     (1) İyilik sahibi, Allah’tan korkan, Allah katında değerli kimseler,
     (2) Günahkâr, bedbaht, Allah tarafından hor görülen kimseler. Bütün insanlar, Âdem’in çocuklarıdır ve Allah, Âdem’i topraktan yaratmıştır”
     Hadîsin diğer bir rivâyet şekli şöyledir: “Bir takım topluluklar, ölen atalarıyla övünmekten mutlaka vazgeçmelidirler. Çünkü onlar, ancak cehennem kömürüdürler. Aksi takdirde ağzıyla fışkı yuvarlayan cuâl böceğinden (2) Allah katında daha değersiz olacaklardır. Allah, Cahiliye gururunu ve atalarıyla övünmeyi sizden gidermiştir. Artık ya takva sahibi mümin veya bedbaht günahkâr kimseler vardır. Bütün insanlar Âdem’in çocuklarıdır. Âdem ise topraktan yaratılmıştır”
     Hz. Peygamber (s.a.v.), hükümdarlığı ve hükümdarları yermiş, doğrudan sapma kastı olmasa bile, içine daldıkları lüks, sefahat ve israftan dolayı onları kınamış, bunun yerine Müslümanları din kardeşi olmaya teşvik etmiş, anlaşmazlığa ve ayrılığa düşmekten sakındırmıştır.
     Yüce Allah katında, dünya ve ona ait her şey âhiret için bir vasıtadır. Bu vasıtayı kaybeden kişi ona ulaşma imkânını da kaybeder. Hz. Peygamber’in (s.a.v.) hükümdarlıktan sakındırmasının, fiillerini yermesinin veya hükümdarlığı terk etmeye davet etmesinin anlamı, onu tamamen reddetmek; devletin temelini teşkil eden gücü/asabiyeti tamamen işlevsiz hale getirmek değildir. Aksine bunları güç yettiği oranda hak için kullanmaktır. Ta ki bütün yönelişler hakta birleşsin.
     Hz. Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: “Ameller niyete göredir. Binaenaleyh kimin hicreti Allah’a ve Peygamberi’ne yönelmişse, onun hicreti (sevap ve karşılık olarak) Allah’a ve Peygamberi’nedir. Kimin hicreti elde etmek istediği bir dünyalık veya evlenmek istediği bir kadın için olursa, onun hicreti de uğruna hicret ettiği şey için olur” (4) ( َم  ِنَّ َم إ ا ِنَّ ِة َوإ النِّيَّ ِ ْن ْع َما بـ ب لَى َّهللاِ َو َر بسولِ ِإ َو َم ا األَ ِ ِه ْج َرتبإب إ لَى َّهللاِ َو َر بسولِ ِإ فَ ِ َم ْن َكانَ ْت ِه ْج َرتبإب إ َوى فَ ِ ٍئ َما نَ ِال ْمر ِص يَا يب لَى بدنْ ِ ْي ِإ َكانَ ْت ِه ْج َرتبإب إ لَ ِ لَى َما هَا َج َر إ ِ ِه ْج َرتبإب إ ٍة يَتَ َز َّو بجهَا فَ َ ا ْم َرأ ِ َو ) (5)
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
1) Tirmîzî, “et-Tefsîr”, el-Hucurât Sûresi 49/3486.
2) Dışkıyla beslenen böcek.
3) Tirmîzî, “el-Menâkib”, “Sakîf ve Hanîfe oğulları hakkında”, 4212,4213.
4) Yani, Allah katında bir karşılığı ve sevabı olmaz.
5) Buhârî, “el-İmân”, 1/41.
~~~~ * ~~~~

     Hz. Peygamber (s.a.v.), öfkeyi yererken onun insandan tamamen sökülüp atılmasını kastetmemiştir. Çünkü öfke hissi insandan tamamen çıkartılıp atılırsa, zulme karşı hakkı savunmak ve Yüce Allah sözünü yüceltmek (i’lây-ı kelimetullah) için cihâd ortadan kalkar. Yerilen öfke şeytanî ve kötü amaçlar için olandır. Yüce Allah için ve O’nun uğruna öfkelenmek övgüye değerdir ve Hz. Peygamber’in (s.a.v.) bir özelliğidir.
     Şehvetlerin yerilmesindeki durum da aynıdır. Şehevî duyguların tamamen ortadan kalkması, kişi için bir eksikliktir. Öyleyse buradaki yergiden kasıt, bu duyguların maslahatlara uygun olacak şekilde helâl yollardan tatmin edilmesidir. Helâl yollardan tatmin, insanı ilâhî emirlere itaat eden bir kul konumuna getirir.
     Asabiyetin yerilmesindeki durum böyledir. “Kıyamet günü, yakınlarınız ve çocuklarınız size hiçbir faydası olmayacaktır. Çünkü Allah aranızı ayırır. Allah, yaptıklarınızı görendir” 1meâlindeki âyette kastedilen, asabiyetle Câhiliye döneminde olduğu gibi, -mesela kan bağını esas alarak- bâtıl ve kötü şeyler için yardımlaşmak ve bununla övünmektir. Akıllı bir kimse bunu yapmayacağı gibi, ebedî yurt olan âhirette de faydası yoktur. Asabiyet, hak için ve Yüce Allah’ın emrini tesis etmek için olursa, bu istenilen bir şeydir. Asabiyet tamamen ortadan kalkar ise ilâhî dinler ortadan kalkar. Çünkü dinlerin ayakta tutulması ve uygulanması ancak asabiyet ile mümkündür.
     Hükümdarlık için de aynı şey geçerlidir. İktidarın gücünü, bâtıl ve kötü şeyler için kullanmak ve onunla insanları şahsî çıkarlara ve şehvetlere alet etmek yerilmiştir. Hükümdar gücünü insanları iyiliğe, Yüce Allah’a kulluğa yöneltmek ve O’nun düşmanlarıyla cihâd için kullanırsa, bunda yerilecek bir durum yoktur. Hz. Süleyman (s.a.v.): “Rabbim! Bana benden sonra kimsenin ulaşamayacağı bir hükümrânlık ver” (2) diye dua etmiştir. Çünkü o, peygamberlik ve hükümdarlığında, batıl şeylerden uzak olacağı konusunda kendinden emindi.
     Ashabın, hükümdarlığın gelenek ve alışkanlıklarını reddetmesinin sebebi de onunla batıla düşmekten sakındırmak içindir.
     Hulefâ-yi Râşidîn ve İktidar Hz. Peygamber (s.a.v.) vefatından önce, Hz. Ebû Bekir’i (r.a.) namazları kıldırması için vekil tayin etti. Namaz din işlerinin en önemlisidir. Bu sebeple insanlar hilâfete Hz. Ebû Bekir’i (r.a.) seçtiler. O zaman hükümdarlığın sözü bile geçmemişti. Çünkü o dönemde hükümdarlık kâfirlerin ve din düşmanlarının yaşayış ve yönetim şekliydi. 
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
1) el-Mümtehine Sûresi 60/3.
2) Sâd Sûresi 38/35.
~~~~ * ~~~~

     Bu yüzden Hz. Ebû Bekir (r.a.), Yüce Allah’ın dilemesiyle, dostu Hz. Peygamber’in (s.a.v.) Sünnet’ine tâbi oldu ve Araplar İslâm üzere birleşip bir araya gelene kadar dinden dönenlerle ridde hareketleriyle (1)  savaştı.
     Hz. Ebû Bekir (r.a.), halîfeliğe Hz. Ömer’i (r.a.) vasiyet etti. Hz. Ömer (r.a.) de onun (r.a.) yolunu izledi. Diğer milletlerle savaştı, onlara üstün geldi. Ardından hilâfet Zü’n-nûreyn Hz. Osman’a (v. 35/656), Hz. Ali’ye (v. 40/661) geçti. Hepsi hükümdarlıktan kaçındı ve ona götüren araçlardan uzak durdu.
     Yüce Allah’ın lütfüyle Hz. Muhammed’in (s.a.v.) peygamberliği sayesinde Araplar güçlerini/asabiyetlerini, İslâm Dini’yle birleştirince, Farsların/İranlıların ve Rumların/Bizans Devleti’nin üzerine yürüdüler. Yüce Allah’ın Müslümanlara takdir ettiği toprakları talep ettiler. Böylece onların ülkelerini ve servetlerini ellerinden alıp bolluğa ve refaha kavuştular. Hatta bazı savaşlarda bir süvarinin payına otuz bin veya buna yakın altın düşüyordu. Sayılamayacak kadar servet ele geçirdiler. Buna rağmen lükse dalmayıp zorluk içinde yaşamaya devam ettiler.
     Hz. Ömer (r.a.), elbiselerindeki yırtıkları deriyle yamalıyordu.
     Hz. Ali (r.a.): “Ey altınlar ve gümüşler! Benden başkasını baştan çıkartın” diyordu.
     Başlangıçta hilâfet idaresinde, din sayesinde herkes kendi nefsi üzerinde gözetici ve hâkimdi. Tek başlarına kalsalar ve yok olmalarına sebep olsa bile dinlerini, bütün dünyalıklardan üstün tutup ona tercih ederlerdi.
     Hz. Osman’ın (r.a.) evi asiler tarafından sarıldığında, Hasan b. Ali b. Ebî Tâlib (3-49/624-669), Hüseyin b. Ali b. Ebî Tâlib (v. 61/680), Abdullah b. Ömer b. Hattâb (v. 73/692) ve Abdullah b. Cafer b. Ebî Tâlib (v. 80/699-700) gibi pek çok şahsiyet, asilere karşı onu savunmak istemiştir. Ancak o, ölümüyle neticelense bile, Müslümanların ayrılığa düşüp birliklerinin dağılmasından korktuğu için, Müslümanlar arasında kılıçların çekilip kan akıtılmasını hoş görmemiş ve bundan sakındırmıştır.
     Hz. Ali’nin (r.a.) hilâfetinin başlangıcında Mugîre b. Şu’be b. Ebî Âmir b. Mes’ûd es-Sekafî (v. 50/670), insanlar kendisine biat edip birlik sağlanıncaya kadar Zübeyr b. Avvâm b. Huveylid el-Esdî (586-656), Talha b. Ubeydillah et-Teymî (v. 36/656)2 ve Muâviye b. Ebî Süfyân’ı (v. 60/680) görevlerinde bırakması, ondan sonra ise dilediği şekilde hareket etmesini teklif etti. Hz. Ali, hükümdarların siyaseti ve İslâm’ın yasakladığı bir hile olması nedeniyle böyle davranmayı kabul etmedi.
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
1) Sözlükte “dönmek; geri çevirmek, kabul etmemek” anlamlarındaki redd kökünden türeyen ridde ve irtidâd, fıkıh terimi olarak Müslüman bir kişinin kendi iradesiyle İslâm Dini’nden çıkmasını ifade eder. İrtidad eden erkeğe mürtet, kadına mürtedde denilir. Bkz. İ. İnce – M. Fayda, “Ridde”, DİA, XXXV,88-93.
2) Ashabın ileri gelenlerinden Zübeyr b. Avvâm (r.a.) ve Talha b. Ubeydillah (r.a.) aşere-i mübeşşeredendir.
~~~~ * ~~~~

     Mugîre b. Şu’be, ertesi gün: “Dün sana bir görüş bildirmiştim. Ancak onu tekrar gözden geçirdiğimde doğru ve iyi bir nasihat olmadığını anladım. Doğru olan senin görüşündür” dedi.
     Hz. Ali (r.a.): “Hayır! Vallahi. Biliyorum ki dün samimi olarak bana öğüt vermiştin. Bu gün ise beni aldatıyorsun. Ancak hak olanı gözetmem senin görüşünü uygulamama engel oldu” diye cevap verdi. İşte ashabın, dünyalarını mahvetmek pahasına dine/hakka bağlı kalmak konusundaki tutumları böyleydi. (1)

     Veliahtlık
     Veliaht (2) terkibi, bir sıfatı müşebbehe olan ism-i fâilin meful konumunda olan masdara izafesidir (izafetu’ş-şeyi ila mefulihi). Şöyle ki: “ولي ,“ mübalağa bildiren faîl (فعيل ) vezninde ve “mütevelli’l-ahd” manasında bir ism-i fâildir, “عهد “ise masdardır. Vilâyetu’l-ahd ise veliahtlık manasında müesseseyi ifade eden bir tabir (3) olup “العهد “mastarı ile “اليةِ و “isminden oluşan bir izafedir. Sibeveyh’e (133- 179/750-795) göre, “الوالية “kelimesi fetha ile okunursa mastar, esre ile okunursa –elimâret (إلمارةِ ا ,(en-nikâbet (قابةِّالن (kelimeleri gibi- isim olur4 ve kurumu ifade eder.
     Hilâfetin özü, İslâm toplumunun din ve dünya maslahatlarını/yarar ve çıkarlarını koruyup gözetmektir. Halîfe hayattayken İslâm toplumunun işlerinin idaresini üstlenmiş emîn bir kişidir. O, kendinden sonraki dönemde de İslâm toplumunun maslahatlarını gözetmesi ve işlerini üstlenecek birisini (veliaht) tayin etmesi gerekir. İslâm toplumu, halîfe iktidardayken görüşlerine güvendiği gibi, kendinden sonraki dönem hakkındaki görüşlerine de itimat etmelidir.
     Halîfenin, kendisinden sonraki halîfeyi seçmesinin ve ona itâat edilmesinin câiz olduğu ümmetin icmâ’ı/görüş birliği ile sâbittir. Çünkü Hz. Ebû Bekir (r.a.), bazı sahabelerin huzurunda Hz. Ömer’i (r.a.) halîfe olarak vasiyet etmiş, onlar da bunu câiz görmüş ve Hz. Ömer’e (r.a.) itâat etmiştir.
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
1) İbn Haldûn, kendi dönemindeki insanların hallerini şâirin şu mısrada ifade ettiği duruma benzetir: Dinimizi (âhiretimizi) parçalayarak dünyamızı onarıyoruz. Ancak geriye ne dinimizi (âhiretimiz) kalıyor, ne de dünyamız.
2)  َي الميثا َق الذي ي ْؤخذ على من بايع الخليفة نه ول ُّي العهد ألَ و
3 Mesela ez-Zeccâc konuyla ilgili olarak şöyle demiştir: ِإلمار ] التي بمنزلة ا ِوْليةُ َوْليتِهم و ِوْليَتِهم بفتح الواو وُسرها فمن فتح جعلها من النصرة والنسب قال: وال ُ وقال الزجاج: يقرأ ة مكسورة ليفصل بين المعنيين وقد يجوز ُسر الوْلية ألَن في تولي بعض القو ِۜ بعضاً جنساً من ال ِّصناعة والعمل وُل ما ُان من .(Şâmile-eş (405,XV, Arab-l’Lisânu, Manzûr İbn. Bkz]. جنس ال ِّصناعة نحو القِصارة وال ِخياطة فهي مكسورة 4 Sibeveyh’in ifadesi şöyledir: ( لما اسم نه ِإلمارة والنِّقابة ألَ ِوْلية بالكسر اْلسم مثل ا َوْلية بالفتح المصدر و ال وقال سيبويه: ال َرادوا المصدر فتحوا ِذا أ ْمت به فإ ُوق يتهَّول َت .(Bkz. İbn Manzûr, Lisânu’l-Arab, XV,405 (eş-Şâmile); ayrıca bkz. el-Halîl b. Ahmed el-Ferâhîdî (100-175/718-791), Kitâbu’l-Ayn, VIII,365 (eş-Şâmile).
~~~~ * ~~~~

     Hz. Ömer (r.a.), vefatından önce, halîfe seçilmesi işini, aşere-i mübeşşereden (1) hayatta kalan altı kişilik bir heyete (2) havâle etmiştir. Heyet meseleyi görüşmüş ve son sözü Abdurrahman b. Avf’a (r.a.) bırakmıştır. Abdurrahman b. Avf (r.a.), mesele üzerinde iyice düşünmüş, Müslümanlarla görüş alış verişinde bulunmuş ve insanların Hz. Osman (r.a.) ve Hz. Ali’yi (r.a.) bu işe layık gördükleri sonucuna ulaşmıştır. Abdurrahman b. Avf (r.a.), hilâfet görevinin yürütülmesinde kendi içtihatlarını değil, Hz. Ebû Bekir’i (r.a.) ve Hz. Ömer’i (r.a.) örnek almaları gerektiği teklifine Hz. Osman’dan (r.a.) onay aldığı için, halîfe olarak onu seçmiştir. Böylece hilâfet Hz. Osman’a (r.a.) tevdi edilmiş ve insanlar da ona itaat etmeyi gerekli görmüşlerdir. Ashâbın ileri gelenleri, Hz. Ebû Bekir’in (r.a.) ve Hz. Ömer’in (r.a.) vasiyetinde hazır bulunmuş ve kimse bunu reddetmemiştir. Bu durum onların, bir sonraki halîfeyi vasiyet etmenin meşru olduğunda icmâ’ ettiklerini göstermektedir. İcmâ’ ise dinî bir delildir. (3)
     Muâviye b. Ebî Süfyân’dan (i.y. 41-60/661-680) sonra Emevîlerden Abdülmelik b. Mervân (i.y. 65-86/685-705) ve Süleyman b. Abdilmelik (i.y. 96-99/715- 717), Abbâsilerden Ebu’l-Abbâs es-Seffâh (v. 136/754), Ebû Cafer el-Mansûr (i.y. 136- 158/754-775) ve Hârûn er-Reşîd b. Muhammed el-Mehdî b. Abdillah el-Mansûr elAbbâsî (i.y. 170-193/786-809) gibi haktan ayrılmadıkları bilinen halîfeler de veliaht tayin etmiştir. Adaletle, Müslümanların işlerini en güzel idare etmekle ve hakları gözetmekle bilinen diğer halîfeler de böyle davranmıştır.
     Bu halîfeler, veliaht tayini meselesinde ilk dört halîfenin uygulamasından ayrıldıkları ve halîfeliğe kendi oğulları ve kardeşlerini seçmelerinden dolayı kınanmaz. Çünkü onların durumları ilk dört halîfenin durumundan farklı idi. İlk dört halîfe zamanında yönetimde hükümdarlık karakteri yoktu. Temel yönlendirici unsur dindi ve herkes kendi gözetleyicisi ve yanlıştan sakındırıcısıydı. Başka hiçbir denge gözetilmeden sadece dinin razı olacağı birini vasiyet edebilir ve onu diğerlerine tercih edebilirlerdi. Ancak Muâviye b. Ebî Süfyân’dan (r.a.) itibaren, devlet yönetiminde asabiyet son derece güçlenmiş, kişiler üzerinde dinin yönlendiriciliği zayıflamış ve hükümdarlığın ve asabiyetin yönlendiriciliğine ve otoritesine ihtiyaç duyulmuştur. Böyle bir durumda asabiyetin kabul etmeyeceği birisi vasiyet edilse, bu reddedilir, o kişinin yönetimi hemen yıkılır, Müslümanlar ayrılığa ve anlaşmazlığa düşer.
     Birisi, Hz. Ali’ye (r.a.): “Müslümanlara ne oldu ki Ebû Bekir ve Ömer’in hilâfetleri hususunda anlaşmazlığa düşmediler de seninkinde düştüler?” diye sordu. Hz. Ali (r.a.): “Çünkü Ebû Bekir ve Ömer benim gibilerin, ben ise senin gibilerin idarecisiyim” diye cevap verdi. Hz. Ali (r.a.), bu sözüyle insanlar üzerindeki dinin etkisi ve yönlendiriciliğini ifade etmek istemiştir.
     Halîfeliğe biri vasiyet edilirken bunların dikkate alınması gerekir. Dönemler birbirinden farklıdır. -Yüce Allah’ın kullarına bir lütfü olarak- her dönemin kendine özgü bir hükmü vardır. 
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
1) Hz. Peygamber (s.a.v.) tarafından cennete girecekleri daha hayatta iken kendilerine müjdelenen on sahabe: Hz. Ebû Bekir (r.a.), Ömer (r.a.), Osman b. Affân (r.a.), Ali b. Ebî Tâlib (r.a.), Talha b. Ubedillâh (r.a.), Zübeyr b. Avvâm (r.a.), Abdurrâhmân b. Avf (r.a.), Sa’d b. Ebî Vakkâs (r.a.), Ebû Ubeyde b. Cerrâh (r.a.), Saîd b. Zeyd (r.a.).
2) Heyet üyeleri: Hz. Osman (r.a.), Hz. Ali (r.a.), Abdurrahmân b. Avf (r.a.), Sa’d b. Ebî Vakkâs (r.a.), Talha b. Ubeydillah (r.a.) ve Zübeyr b. Avvâm’dır (r.a.).
3) el-Mâverdî, s. 11-17.
~~~~ * ~~~~

     Veliahtlıkla hedeflenen, hilâfetin bir miras şeklinde kendilerinde kalmasını sağlamaksa, böyle bir şey dinî amaçlarından değildir. Çünkü o Yüce Allah’tan gelen bir husustur ve Yüce Allah onu kullarından dilediğine verir. Onun için bu konuda iyi niyetli olmak ve dinî makamlar konusunda mümkün olduğu kadar yanlışa düşmekten korkmak gerekir. (1)
     Hilafetin Saltanata Dönüşmesinin Anlamı Evvela şunu hatırlatmakta yarar vardır: Hilâfetin saltana dönüşmesi ile kast edilen halîfenin seçilme yönteminin değişmesidir. Yoksa dinin belirleyiciliğinin ortadan kalkması demek değildir. İslâm tarihi ve medeniyeti boyunca, hayatın her alanında dinin birincil derecede belirleyiciliği, 19. asırda, Batı’nın İslâm Dünyası’nı istila etmesiyle zayıflamaya başlamış; ulus ve laik devletlerin İslâm Dünyası’nda boy göstermesiyle de hayatın dışına itilmiştir. Mesela Türkiye’de Saltanat’ın kaldırılması (1 Kasım 1922), Hilafet’in ilgası (3 Mart 1924)2 ve laikliğin kabulüne (5 Şubat 1937) kadar bütün Türkİslâm devletlerinde İslâm Dini hayatın her alanında en etkin ve birincil belirleyici biricik güç idi. Hulefâ-i Raşidîn döneminde halîfenin seçilmesi ile ilgili esaslar şura, ehl-i hal ve’l-akdin seçimi özgür biat gibi ilkeler iken, hilâfetin saltanata dönüşmesi sürecinde İbn Haldûn’un da dile getirdiği gibi halifenin belirlenmesinde belirleyici ilke asabiyet; yani kan bağına dayalı toplumsal dayanışma ve destek oldu. Bu durm akaitkelam kitaplarında: Hulefâ-i Raşidîn dönemi “hilâfet-i kâmile”, sonrasındaki hilâfet ise “hilâfet-i nâkısa” diye açık/sarih bir şekilde ifade edilmiştir. Bu gün gibi aşikar tespit göz ardı edilerek, maalesef yıllarca –kasıtlı olarak- “Osmanlı saltanattır, at çöpe” karikatürize ifadesinin özetlediği propagandalarla “İslâm tarihi ve medeniyeti” denilen her bakımdan muazzam tecrübeden insanımızın istifadesinin önü tıkandı.
     Hilâfet dinî bir görev olup, hükümdarlık şeklindeki yönetimle hiçbir ilişkisi yoktur. İlk dört halîfe zamanında yönetimde hükümdarlık karakteri de yoktu. Temel yönlendirici unsur dindi ve herkes kendi gözetleyicisi ve yanlıştan sakındırıcısıydı.
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
1) İbn Haldûn I,221-228.
2) 3 Mart 1924 (1340) - Hicri 26 Recep 1342 tarihli “Hilafetin kaldırılmasına ve Osmanlı hanedanının Türkiye Cumhuriyeti ülkesi Dışına çıkarılmasına dair kanun, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde kabul edildi. 6 Mart 1924'te ise Resmi Gazete'de yayınlanarak yürürlüğe girdi. 431 sayılı bu kanun toplam 13 maddeden oluşmaktaydı. Kanun ilk maddesi şöyledir: “Halife görevinden alınmıştır. Halifelik, hükümet ve Cumhuriyet’in anlam ve kavramı içinde esasen mevcut bulunduğundan hilafet makamı kaldırılmıştır”. Hilafetin kaldırıldığı 3 Mart 1924 günü, bir diğer kanunla da Şer'iye ve Evkaf Vekaleti (Bakanlığı) kaldırılmıştır (http://www.dunyabulteni.net/belge-tarih/149762/halifeliginkaldirilmasina-yonelik-kanunun-maddeleri).
~~~~ * ~~~~

     Sonra yönetim, hilâfetten hükümdarlığa dönüşmüş, (1) ancak hilâfetin dinin emirlerine ve hakkın ölçülerine bağlılık özelliği korundu. Değişen sadece yönetim ilişkilerindeki yönlendirici unsur oldu. Hulefâ-yi Raşidîn döneminde denetleyici ve yönlendirici unsur din idi. (2) Hilâfetin, hükümdarlığa dönüşmesinden sonra, denetleyici ve yönlendirici unsur asabiyet ve kılıç oldu. Muâviye b. Ebî Süfyân (r.a.), Ebû Abdilmelik Mervân b. el-Hakem b. Ebi’l-’Âs b. Ümeyye (2-65/632-24-685) ve oğlu Abdülmelik b. Mervân (26-86/646-47-705) döneminde durum böyleydi.
     Arapların asabiyetleri ortadan kalkınca, hilâfetin nüfuzu kaybolmuş ve yönetim katıksız bir hükümdarlık şeklini almıştır. Hükümdarlar, halîfeye saygıyla bağlıydı. Ancak yetki ve güç hükümdarların elindeydi.
     Özetle hilâfet ilk önce hükümdarlıktan uzak bir şekilde mevcut olmuş, sonra her ikisi birbirine karışmış, daha sonra ise hükümdarlığın asabiyeti; yani fiilen yönetimi elinde bulunduranların güçleri, hilâfetin asabiyetinden ayrılınca, iş tek başına hükümdarlığa dönüşmüştür. (3)
     Evet, hilâfet, yönetime gelme biçimi bakımından saltana dönüşmüş; ancak İslâm Dünyası’nda İslâm Dini’nin hayatta birinci derecede etkinliği, belirleyiciliği, egemenliği, İslâmî değerlerin tarz oluşturucu kılavuzluğu, hayata katılma ve şekillendirme özelliği 19. yüzyılda ulus-laik (seküler) devletler kuruluncaya kadar devam etmiştir. (4)
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
1) Çeşitli hadîslerde, âdil devlet başkanı övülür, onun kıyamet günü Allah tarafından gölgelendirilmek suretiyle mükâfatlandırılacağı belirtilir (Buhârî, “Zekât”, 16; Müslim, “Zekât”, 91; Tirmizî, “Ahkâm”, 4). Zalim devlet başkanı yerilir (Tirmizî, “Ahkâm”, 4). Devlet başkanının tıpkı bir çoban gibi emri altındakilerinin sorumluluğunu taşır (Buhârî, “Cum’a”, II; Müslim, “İmâre”, 20). O bir koruyucudur ve mâsiyeti emretmediği sürece kendisine itaat edilir (Buhârî, “Cihâd”, 108-109, 164; Müslim, “Îmâre”, 43; İbn Mâce, “Cihâd”, 40). Gerçek anlamda hilâfet (hilâfetü’n-nübüvve) otuz yıl sürecektir ve daha sonra saltanata dönüşecektir (Ebû Dâvûd, “Sünnet”, 8; Tirmizî, “Fiten”, 48).
2) Yani ilk dört halîfe zamanında ise yönetimde hükümdarlık karakteri ortaya çıkmamıştı. Temel yönlendirici unsur henüz dindi ve herkes kendi gözetleyicisi ve yanlıştan sakındırıcısıydı. Başka hiçbir denge gözetilmeden sadece dinin razı olacağı birini vasiyet edebilir ve onu diğerlerine tercih edebilirlerdi.
3) فقد رأيت ُيف صار األمر إلى الملك وبقيت معاني الخَلفة من تحري الدين ومذاهبه والجري على منهاج الحق، ولم يظهر التغير إْل ) .220-213,I Haldûn İbn) في الوازع الذي ُان ديناً ثم انقلب عصبية وسيفاً
4) Bediüzzâmna’ın ifadeleriyle 19. asırda: “Kur’ân etrafındaki surlar kırılacak. Doğrudan doğruya Kur’ân kendi kendini müdafaa edecek. Ve Kur’ân’a hücum edilecek; i’câzı onun çelik bir zırhı olacak.” Kur’ân-ı Kerîm’in etrafındaki surlar, İslâm dünyasının vahdetini/birliğini, bağımsızlığını ve egemenliğini temsil eden hilafet, İslâm eğitim-öğretim sistemleri ve kurumları, kazâ/yargı, vakıf ve hisbe gibi pek çok müessesedir. Bunun dışında şehir yapıları, sosyal ilişkiler ağı ve sosyal örgütlenme tipleri, tavassufi oluşumlar, vakıflar vs pek çok kurumlar da sayılabilir. Bunlar, İslâm toplumunu ayakta tutan örgütlü unsurlardır ve İslâm Medeniyeti’nin maddi-manevi tezahürlerinden bazılarıdır. Çoğu kasıtlı ve sistematik bir şekilde tahrip edilmektedir. İslâm toplumunu ayakta tutan, asırlar boyu süre gelen ve yüksek medeniyet tezahürleri olan ahlaklar, adabı muaşeret kuralları, sahih gelenekler, hayat tarzları vs. yok edilmektedir. Paha biçilemez sayısız tarihi yapılar, yazma eserler tahrip edilmeye ve çalınmaya devam etmektedir.
~~~~ * ~~~~

     Hilâfetin saltana dönüşmesiyle değişen yönetime gelme biçimi olmuştur. Râşid Halifeler döneminde yönetime gelme biçimi ehliyet, kifayet, âdalet, istişâre, ehlü’l-hal ve’l-akd’ın seçimi, Müslümanların yapılan seçime hiçbir ikrah; yani baskı olmaksızın yöneticinin yöneticiliğini biat ile onaylaması ve ona Müslümanların yönetim işlerini emanet etmesi, yönetimin meşruiyetini halkın onayından alması gibi esaslara dayanıyordu. Hilâfet saltana dönüşmesiyle, bütün dünyada eski çağlardan beri uygulana gelen verasete dayalı aile iktidarı düzenine geri dönülmüş oldu. Eskiye dönüşe, imânı ve İslâm’ı içselleştirmiş ve bunlara derin bir şekilde vakıf, herkesin kendi gözetleyicisi ve yanlıştan sakındırıcısı olan sahabe kuşağının son bulması, henüz beşeriyetin Râşid Halifeler döneminde yönetime gelme ilkelerini devam ettirip kurumsallaştıracak düzeye ve niteliğe sahip olmaması gibi unsurlar neden olmuştur denilebilir.

     Sonuç
     İlk dört halîfe zamanında yönetimde hükümdarlık karakteri yoktu. Temel yönlendirici unsur dindi ve herkes kendi gözetleyicisi ve yanlıştan sakındırıcısıydı. Başka hiçbir denge gözetilmeden sadece dinin razı olacağı birini vasiyet edebilir ve onu diğerlerine tercih edebilirlerdi. Ancak Muâviye b. Ebî Süfyân’dan (r.a.) itibaren, devlet yönetiminde asabiyet son derece güçlenmiş, kişiler üzerinde dinin yönlendiriciliği zayıflamış ve hükümdarlığın ve asabiyetin yönlendiriciliğine ve otoritesine ihtiyaç duyulmuştur. Böyle bir durumda asabiyetin kabul etmeyeceği birisi vasiyet edilse, bu reddedilir, o kişinin yönetimi hemen yıkılır, Müslümanlar ayrılığa ve anlaşmazlığa düşer.
 
bus

3 Eylül 2021 Cuma

GÖNÜL ERLERİ (ZOOM) PSİKOLOJİ KURSU KAYDI

 

120 Kişilik bir sınıf oluşuyor.
İlk duyuruyu dün yaptık.
65 kişi kaydoldu. 55 kişilik yer kaldı.
Kaydolacaklar geç kalmasınlar.
1-2 güne kontenjan dolar...

2 Eylül 2021 Perşembe

FELSEFE ve DİN BİLİMLERİ / Modern Düşüncenin Verilerinden Yola Çıkarak Yapılan Yanlış Din Yorumları Üzerine Bir İnceleme / Sayfa 615 - 618

ULUSLARARASI SEMPOZYUM
YANLIŞ ALGILAR ve
DOĞRU İSLÂM
28-30 Ekim 2016
ŞanlıUrfa / TÜRKİYE
Sayfa: 615 - 618
FELSEFE ve DİN BİLİMLERİ
Modern Düşüncenin Verilerinden
Yola Çıkarak Yapılan
Yanlış Din Yorumları Üzerine
Bir İnceleme
Ruhattin YAZOĞLU *

     Özet
     Dinin anlaşılıp yorumlanmasında kültürün çok büyük bir önem arz ettiği bilinen bir gerçektir. Nitekim Kur’an-ı Kerim, nüzul aşamasında mevcut kültürel yapıyı dikkate almıştır. Tevhidî geleneğe uygun olan unsurlara dokunmamış, bu geleneğe aykırı düşen unsurları ise ortadan kaldırmıştır. Daha sonraki dönemlerde de Müslüman düşünürler, mevcut sosyal ve kültürel yapıyla din arasında dengeyi gözeterek, dönemin problemlerine yönelik cevaplar üretmişlerdir. Ancak modern dönemde buna aykırı düşen birtakım yaklaşımların ortaya konulduğu da bir gerçektir. Burada modern düşüncenin etkisinde kalınarak din yorumları yapılmaya çalışılmıştır. Daha önceki dönemlerde dinî verilerden yola çıkarak sosyal ve kültürel hayat arasında bir denge oluşturulup problemlere çözüm üretilirken, modern dönemde modern kültürün verilerinden hareket edilmekte ve dinî veriler bu düşüncenin baskınlığı doğrultusunda yorumlanmaktadır.
     Biz de, bu tebliğimizde, modern düşüncenin etkisinde kalınarak ortaya konulan din yorumlarının yanlışlığı üzerinde durmaya çalışacağız.

     Anahtar Kelimeler: Din, kültür, Kur’an-ı Kerim, modern dönem, tevhid.

     Modern düşüncenin etkisinde kalınarak ortaya konulan din yorumlarına geçmeden önce, modern düşünce hakkında ana hatlarıyla da olsa bilgi vermenin faydalı olacağı kanaatindeyiz. Bilindiği gibi modernlik, Batı Avrupa’da 17. ve 18. yüzyılda ortaya çıkmaya başlayan, örnek tezahürünü Kuzey Amerika’da bulan ve o zamandan bu yana dünyanın geri kalanına dayatılan toplum biçimi diye tanımlanmaktadır. Bu toplum biçimini oluşturan düşünceye de, modern düşünce adı verilmektedir. (1) Buna göre diyebiliriz ki modern düşünce, her şeyden önce öğretici olan ve Tanrı tarafından yaratılan evrendeki olguları nitelikleri ekseninde ereksel bir açıklamaya tabi tutan önceki dönemlerden farklı bir biçimde evreni, harici referanslara başvurmadan, zaman ve mekânla sınırlı olan varlık alanına müracaat etmek suretiyle açıklamaya çalışan bir karaktere sahiptir. Modern dönemde tanımlar, tanımladıkları şeylerin yerine geçtiği için bilimsel açıklama olarak bilinen bu yaklaşımın merkezinde deney ve gözleme dayalı nesnel bir bilgi arayışı yer alır. Modern dönemdeki düşünce biçimi, hakikati, düşünen öznenin aklına indirgeyen karakteri sebebiyle, rasyonalist ve tam anlamıyla hümanist bir düşünce tarzı görünümündedir. (2)
     Diyebiliriz ki, bu düşünce tarzında beşerî kültürün değerlerle normlarını da içine alan ideal yönlerinin tamamı, öznel alana hapsedilmiştir. Hakikatin kendisi fiilen yararlılık kategorisi altında sınıflandırılarak aşkınlık ve sembolizmden uzaklaşılmış, aşkınlık ve sembolizmden uzaklaşma ise, beraberinde mutlaklıkları ve kesinlikleri ortadan kaldırmıştır. Modern dönemde hayatın daha yüksek yanına, sanata, ahlâka ya da dine özgü ne varsa öznel olarak algılanmıştır. Bu da, insanın kendisini her şeyin ölçüsü yerine koyduğu büyük bir sofistlik olmuştur. Öznelleştirme merkeze alınınca, kültürün tüm unsurları değişimin etkenleri için bir meşru hedef haline gelmiştir. Bundan böyle hiçbir şey kutsal olarak görülmemiştir. Her zaman var olmuş akıl biçimleri modern dönemde başat hale gelerek, tarihsel olarak akıl statüsünde olma iddiası taşıyan diğer biçimler, marjinalleştirilmiş ve irrasyonel konuma itilmiştir. Araçsal, bilişsel ya da bilimsel akıl diye nitelendirilen bu akılcılığın uygulama noktası, tevekküle boyun eğmeyi vaz eden bir din yerine, doğmakta olan kapitalizmin ayırt edici kudret arzusunu yerleştirmiştir. Bu başat akıl, kendi aydınlattığı şeylerin dışında kalanları yanlış, hurafe ve efsane olarak nitelendirip, her türlü özden ve iç tutarlılıktan yoksun bırakmıştır. Onun yanlış ve efsane olarak gördüğü din vb. şeyleri ötelemesi, kendi efsanelerini, özellikle de akla dayalı düzen efsanesini üretmeye yol açmıştır. 
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
* Prof. Dr., Atatürk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi
1) Tuncay İmamoğlu, Modern Batı Düşüncesinin Felsefî Temelleri, İz Yayıncılık, İstanbul, 2013, s.60.
2) Kasım Küçükalp, Ahmet Cevizci, Batı Düşüncesi, İsam Yayınları, İstanbul, 2009, s.109; ayrıca bkz. İmamoğlu, Modern Batı Düşüncesinin Felsefî Temelleri, s.60-61. 

     Burada akıl, gerçeğin ta kendisi sayıldığı için, kendisini tanrılaştırmıştır. Bu akıl da, hayatın içinde olan ve hayatı anlamaya çalışıp yorumlayan bir akıl değil, tam tersine hayatı içine alan ve onu kendine göre şekillendiren soyut ve mutlak bir akıldır. (1) Kanaatimizce böyle bir akıl, kaynağını yaşamdan almadığı ve ondan beslenmediği için bize yaşam gerçeğini tam olarak veremez. Hayatın bir fonksiyonu olan akıl, hayatla ve insanla sıkı bir ilişki içinde olduğundan, fizikî akıl, gerçeğin bütün yönlerini keşfeden bir akıl olarak görülmemelidir.
     Modern düşüncede başat olan böyle bir aklın kullanımı, son dönem İslâm düşüncesinde de görülmeye başlanmıştır. Böyle olunca İslâm dini ve kültür dünyasında var olan bazı şeyler, bu aklın baskınlığı doğrultusunda izah edilmiş, bu akla aykırı düşen şeyler de hurafe ve uydurma olarak nitelendirilmiştir.
     Örneğin, Fazlur Rahman’ın Cibril hadisiyle ilgili yapmış olduğu izah bunu güzel bir şekilde yansıtmaktadır. Bilindiği gibi İslâm kültüründe Cibril hadisi çok meşhurdur. Bu hadiste, Cebrail’in, Sahabe tarafından fiziksel güzelliğiyle bilinen Dihle suretinde görünerek Hz. Peygambere, iman, İslâm, ihsan ve kıyametin ne zaman kopacağına dair sorular sorarak cevaplar aldığı anlatılmaktadır. Sözü edilen bu hadisi yorumlayan Fazlur Rahman, Cebrail’in, insan şekline bürünmesinin aklen imkânsız olduğunu söyleyerek, İslâm kültür dünyasında meşhur olan bu hadisi adeta yok saymıştır. Burada görüldüğü gibi modern düşüncenin baskınlığı, Cebrail’in insan şekline bürüneceği görüşünü bir hurafe olarak nitelendirmektedir. Yine, Fazlur Rahman, Peygambere vahiy getiren vahiy meleğini de, vahyin muhtevası olarak ifade etmektedir. “İşte böylece sana emrimizle bir Ruh vahyettik” (2) ve yine “Allah, emrinden olan Ruh’u kullarından dilediğine indirir” (3) âyetlerini yorumlarken, herhalde Ruh, Peygamberin kalbinde oluşan ve ihtiyaç olduğu zaman vahiy şekline dönüşen bir kuvve, bir duyu veya bir araç olarak nitelenebileceğini ifade etmektedir. Burada, Fazlur Rahman, yaptığı yorumu bir hadise dayandırmaktadır. Bu hadise göre “Kur’an’ın tümü ilk önce semavatın en alt tabakasına indirilmiş ve sonra ihtiyaç olduğu zaman o ihtiyaca cevap verecek sözler şekline dönüşmüştür". Gazâlî ve Şah Veliyullah ed-Dehlevî gibi düşünürlerin, bu hadisteki “Semavatın en alt tabakasını”, Peygamberin kalbi olarak yorumladıklarını ifade eden Fazlur Rahman (4) , burada da, Peygambere, vahiy getiren ve Ruh olarak nitelendirilen vahiy meleğini dışsal bir varlık olarak değil, Peygamberin kalbi olarak ifade edip, İslâm kültüründe var olan izahlardan farklı bir anlayış ortaya koymuştur. 
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
1) Bkz. İmamoğlu, Modern Batı Düşüncesinin Felsefî Temelleri, s.60-62.
2) Şûrâ, 42/52.
3) Mü’min, 40/15.
4) Fazlur Rahman, Ana Konularıyla Kur’an, çev. Alpaslan Açıkgenç, Fecr Yayınları, Ankara, 1993, s.196- 197.
~~~~ * ~~~~

     Burada, Fazlur Rahman’ın, modern Batı düşüncesinde kolektif bilinç-altı olarak bilinen ve Jung tarafından ortaya konulan bir kuramın etkisi altında kaldığı söylenebilir.1 Aynı kanaatin, W. Montgomery Watt’ın Modern Dünyada İslâm Vahyi adlı eserinde ortaya konulduğu görülmektedir.2 Jung’un ileri sürmüş olduğu bu modern kolektif bilinç-altı kuramından hareketle vahyi yorumlamaya çalışan gerek Fazlur Rahman gerekse W. Montgomery Watt’ın görüşlerinden yola çıktığımızda, bu bizi, vahye beşerî şeylerin karıştığı şeklinde bir sonuca götürür ki, bu da, vahyi, ilâhî boyuttan beşerî boyuta indirgemek olur.
     Günümüz İslâm dünyasında, modern düşüncenin etkisiyle İslâm düşüncesinde var olan mucizelere yönelik de çok farklı argümanlar ortaya konulmuştur. Örneğin, Mehmet Azimli, Siyeri Farklı Okumak adlı eserinde, savaşlarda meleklerin Müslümanlara yardım ettiğini gösteren âyetlerin mecazî anlamlar ifade ettiğini, meleklerin savaşmalarını fiilî savaşma olarak değil, mecaz olarak yorumlamanın en makul açıklama türü olacağını dile getirerek3 , kanaatimizce, meleklerin fiilî savaşa katılmalarını modern başat aklın verilerine uygun düşmediği sonucuna ulaşmaktadır. Yine, Muhammed Abduh’un, Fil suresindeki Ebabil kuşlarının, müşrik ordusuna atmış olduğu taşların, fiili olarak gerçekleşen olaylar değil, sembolik olduğunu ve bunun, çiçek hastalığına işaret ettiğini söylemesi de, bu olayın, modern başat aklın verilerine uygun düşmediğinden, böyle bir neticeye ulaştığı kanaatindeyiz.
     Mucizelerin sembolik olduğuna dair günümüzde birçok fikir ileri sürülmüştür. Bu kanaatlerin tamamının modern düşüncenin etkisiyle ortaya konulduğunu düşünmekteyiz. Kur’an’da geçen mucize vb. şeyleri, sembolik olarak yorumlamanın birçok probleme sebebiyet vereceği, zahirî anlamları göz ardı edip, bâtınî birtakım anlamlara neden olacağı, bunun da, göreceliği ortaya çıkaracağı kanaatini taşımaktayız.
     Mucizelere yönelik bu tür düşüncelerin, Batı dünyasında David Hume ile birlikte tartışıldığı bilinen bir gerçektir. Hume, Kutsal Kitaplarda anlatılan mucizelere, şahit olan insanların azlığını, mucizelerin olmadığına kanıt olarak göstermektedir. Hâlbuki bir olayın çok insan tarafından aktarılması, o olayın doğru olduğunu göstermez. Hume’un ileri sürdüğü bu vb. düşüncelerin, Batılı düşünür ve teologlar tarafından oldukça haklı gerekçelerle çürütüldüğünü görmekteyiz.4 Bunlara, bizim konumuzun dışında kaldığı için, sadece işaret etmekle yetiniyoruz.
     Sonuç olarak diyebiliriz ki, İslâm dininin verileriyle alakalı ortaya konulacak yorum ve değerlendirmelerin arka planında, modern düşüncenin baskınlığı değil, İslâm düşüncesinin sahih kaynakları olmalıdır. Bu sahih kaynaklardan yola çıkılarak yapılacak değerlendirmelerin, yanlış din algısını ortadan kaldıracağını düşünmekteyiz.
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
1) Bkz. Tuncay İmamoğlu, W. Montgomery Watt’ta Dinî Düşünce, (Basılmamış Yüksek Lisans Tezi), Atatürk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Erzurum, 1996.
2) W. Montgomery Watt, Modern Dünyada İslâm Vahyi, çev. Mehmet Aydın, Hülbe Yayınları, Ankara, 1982, s.148 vd.
3) Mehmet Azimli, Siyeri Farklı Okumak, Ankara Okulu Yayınları, Ankara, 2010, s.252-275.
4) Tuncay İmamoğlu, Tanrının Doğası ve Mucizenin İmkânı, İz Yayıncılık, İstanbul, 2007, s.83 vd.
~~~~ * ~~~~
 
bus

02 - 07 Temmuz İstanbul & Güneydoğu Anadolu - GAP Turu

02 - 07 Temmuz Güneydoğu Anadolu - GAP Turu 3 Gece Otel Konaklamalı 5 Gün Gezi       Mezopotamya, bazı kaynaklarda medeniyetlerin beşiği ola...