16 Ekim 2021 Cumartesi

KELİMELER ~ KAVRAMLAR / ÂB-ı HAYÂT (1)

 KELİMELER ~ KAVRAMLAR 
ÂB-ı HAYÂT
آب حيات
İçeni ölümsüzlüğe kavuşturduğuna inanılan efsanevî su.

     TASAVVUF.
     İslâm-Türk kaynaklarında ve edebî mahsullerinde aynü’l-hayât, nehrü’l-hayât, âb-ı câvidânî, âb-ı zindegî, hayat kaynağı, hayat çeşmesi, bengi su, dirilik suyu, bazan da Hızır ve İskender’e atfen âb-ı Hızır veya âb-ı İskender vb. çeşitli isimlerle anılan bu efsanevî su, aslında bütün dünya mitolojilerinde mevcut bir kavramdır. İnsanın yeryüzünde görünmesinden itibaren hemen her toplumda hayatın kısalığı, buna karşılık yaşama arzusunun çok kuvvetli oluşu, ona daima sonsuz bir hayat fikri ilham etmiştir. Bu eğilimin çeşitli toplumlarda bazı mitolojik mahsuller doğurduğu ve insanların ebedî bir hayat aramak için verdikleri mücadeleleri anlatan Gılgamış destanı ve İskender efsanesi gibi gerçekten şaheser örnekler verdiği görülmektedir. Bu örneklerde suyun önemi hemen farkedilir. Çünkü böyle bir ebedî hayat sağlayan suyun (âb-ı hayât) varlığına olan inancın doğuşunda, gerçek hayattaki suyun bütün canlılar için taşıdığı önemin rolü çok büyüktür. Onun hayat verici, diriltici, yapıcı ve canlılık kazandırıcı özelliği çeşitli inanç sistemlerinde kendini göstermiş ve ölümsüzlük kazandıran âb-ı hayât efsanesinin doğmasına uygun zemin hazırlamıştır.

     Efsanelerin dışında, âb-ı hayâta Kur’ân-ı Kerîm’de Hz. Mûsâ ve Hızır kıssası anlatılırken (bk. el-Kehf 18/60-82), dolaylı olarak temas edilmiştir. Âyet metinlerinde anlatılanlar özetlenecek olursa karşımıza şöyle bir tablo çıkmaktadır: İsrâiloğulları’nın peygamberi Hz. Mûsâ bir gün genç arkadaşıyla birlikte, kendisiyle buluşması emredilen şahsiyetle görüşmek üzere yola çıkar. Buluşma mevkii “iki denizin birleştiği yer” (mecmau’l-bahreyn)dir. Hz. Mûsâ burasını tanıyabilmek için yanına azık olarak aldığı balıktan faydalanacaktır. Çünkü balığın canlanıp denize atlaması, buluşma yerini belirleyen bir işarettir. Ancak Hz. Mûsâ’nın genç arkadaşı, deniz sahilinde uğradıkları kayanın yanında balığın canlanarak denize atladığını ona haber vermeyi unutmuştur. Yolda yemek için konakladıklarında ise durumu kendisine anlatır. Bunun üzerine Hz. Mûsâ tekrar o yere döner ve gerçekten aradığı kişinin orada bulunduğunu görür. Kendisine Allah tarafından “rahmet” ve “gizli ilim” verilen bu kulun Hızır adını taşıdığı, başta Buhârî ve Müslim olmak üzere, Ebû Dâvûd, Tirmizî ve el-Müstedrek’te yer alan bazı hadislerde bildirilmiştir. Kur’ân-ı Kerîm’de ve Buhârî dışındaki hadis kaynaklarında Hz. Mûsâ ile arkadaşının yanlarına azık olarak aldıkları tuzlu balığın nasıl dirildiğine dair herhangi bir açıklama yoktur. Sadece Buhârî’de mevcut değişik bir rivayette bu sebebin açıklandığı görülmektedir. Bu hadise göre, “Hızır’la buluşacakları kayanın dibinde bir kaynak (ayn) vardı ki buna ‘hayat kaynağı’ (aynü’l-hayât, âb-ı hayât) deniyordu. O suyun temas edip de diriltmediği hiçbir şey yoktu. İşte balığa bu sudan sıçramıştı” (Buhârî, “Tefsîr”, 18/4). Âb-ı hayât kavramına İslâm ilâhiyatı literatüründe rastlanılan ilk yer burası olmalıdır. Ancak, Buhârî bu hadisi öteki rivayetlerin ardından, isnad zincirini vermeksizin ve şüpheli bir rivayet tarzında zikrederek söz konusu rivayete güvenmediğini ortaya koymak istemiştir. Bununla birlikte bu hadis Hızır meselesinde çok önemli yeri olan mitolojik âb-ı hayât kavramının o devir Arap toplumunda gayet iyi bilindiğini belgelemiş olmaktadır.

     Balığın canlanması konusunda Kur’ân-ı Kerîm’de bilgi olmadığı için Buhârî’deki rivayet önem kazanmış, diğer hadislerde de bu konuda açıklama bulunmadığından balığın âb-ı hayâttan sıçrayan sularla canlandığı yolundaki izah tarzı hemen bütün kaynaklarda birinci derecede itibar görmüştür. Bunun bir sebebi de herhalde halk arasında âb-ı hayât ile ilgili inançların çok yayılmış bulunması olsa gerektir. Nitekim bu kavram Hızır’dan bahseden bütün klasik kaynaklarda yer bulmuş ve pek çok folklor malzemesi ile giderek zenginleştirilmiştir.

     Hz. Mûsâ ve Hızır kıssası, Kitâb-ı Mukaddes’teki benzer rivayetler dolayısıyla Kur’ân-ı Kerîm’deki peygamber kıssalarıyla ilgilenen ve bunların kaynaklarını tesbit etmeye çalışan müsteşriklerin daha ilk planda dikkatlerini çekmiştir. Wensinck’e göre bu kıssa “suyun içindeki ebedî ot” imajının yer aldığı Gılgamış destanı ile İskender ve yahudi efsanelerinin sağladığı malzemelerin oluşturduğu bir hikâyedir. I. Friedlaender bu kıssanın İskender hikâyesi ve yahudi efsanesinin isim değişikliği suretiyle adaptasyonundan ibaret olduğunu söyler. Bütün müsteşriklerin birleştikleri, ama en çok Friedlaender’in üstünde durduğu İskender hikâyesi birçok araştırma ve metin neşrinin konusu olmuştur. Onun bütün versiyonlarını en iyi inceleyen ve tahlilini yapan Friedlaender, İskender efsanesini kıssanın kaynağı olarak kabul etmek gerektiği sonucuna varmıştır. L. Massignon da ağırlığı İskender hikâyesine verir ve Kur’ân-ı Kerîm’deki Zülkarneyn kıssasını (bk. el-Kehf 18/83-98) buna delil gösterir. Gerek Friedlaender, gerekse Wensinck ve Massignon’a kıssanın İskender efsanesiyle alâkasını takviye eden ipuçlarını müfessir, muhaddis ve tarihçilerin bu efsaneden yaptıkları aktarmalarla Kur’ân-ı Kerîm’deki Zülkarneyn kıssasının sağladığı görülmektedir. Ancak Kur’an’da bu kıssanın Hızır kıssasıyla bağlantısını ima eden herhangi bir işaret yoktur. Üstelik Zülkarneyn kıssası tamamen bağımsız bir kıssadır.

     Büyük İskender’in adı etrafında teşekkül eden İskender efsanesi, yazıldığı yerlerde pek çok mahallî unsuru da alarak zenginleşmiştir. Milâttan önce teşekküle başlayan bu Grekçe efsane, milâttan sonra 300 yılları civarında tamamlanmıştır. İskender efsanesi Süryânîce’ye de aktarılmış, Süryânîce metinde İskender’e “iki boynuzlu” lakabı da eklenmiştir. Arapça’daki Zülkarneyn’in bunun tercümesi olduğu öne sürülmektedir. Bu efsanenin Grekçe ve Süryânîce metinlerinin muhtevası şöyle özetlenebilir: İskender, insana ebedî hayat bahşeden bir çeşme (âb-ı hayât) olduğunu âlimlerden öğrenir. Bunu aramak için ordusuyla yola çıkar. Yolda çeşitli olaylar sebebiyle askerlerinden ayrılmak zorunda kalır. Yanında sadece aşçısı vardır. Aşçı yemek hazırlamak için bir çeşmeye gider, orada azıkları olan tuzlu balığı yıkamak ister. Fakat balık suya değer değmez canlanır ve içine atlayıp kaybolur. Aşçı bu suyun âb-ı hayât olduğunu anlayıp bir miktar içer ve geri döner. Başına gelenleri İskender’e anlatır. İskender aşçının tarif ettiği yeri ararsa da bulamaz ve kızarak onu öldürmeye karar verir. Ancak bir türlü öldüremeyince boynuna bir taş bağlayarak denize attırır. Burada aşçı bir deniz cini olur ve ebedî hayatına devam eder.

     Ortadoğu’da gerek gayri müslimler, gerekse onlar aracılığıyla müslümanlar arasında benimsenip yazıya geçirilen İskender efsanesi, Ortaçağ İslâm dünyasında son derece yaygınlık kazanmıştır. IX. yüzyıldan itibaren müfessirler böyle bir şifahî ve yazılı malzemeyi ellerinin altında hazır bulmuşlar ve Kur’ân-ı Kerîm’deki Zülkarneyn kıssasını açıklarken geniş ölçüde kullanmışlardır. Bu efsanenin İslâmî kaynaklarda mevcut metinleri şöyle özetlenebilir: Nûh peygamberin torunu Yunan’ın soyundan gelen İskender-i Zülkarneyn, ebedî hayat veren ve insan üstü güçler kazandıran âb-ı hayâttan bahsedildiğini duyar ve bunu aramaya karar verir. Rivayete göre Allah bunu Sâm’ın soyundan birine nasip edecektir. Zülkarneyn halasının oğlu olup Hızır diye anılan Elyesa‘ ile askerlerinin refakatinde yolculuğa başlar. Âb-ı hayât, “karanlıklar ülkesi”ndedir. Yolda bir fırtına yüzünden Zülkarneyn ve Hızır askerlerden ayrı düşerler, bir müddet sonra karanlıklar ülkesine gelirler. Zülkarneyn sağa, Hızır sola giderek yollarını tayine çalışırlar. Günlerce yol aldıktan sonra Hızır ilâhî bir ses duyar ve bir nur görür. Bunların kendisini çektiği yere gidince de orada âb-ı hayâtı bulur. Bu sudan içer ve yıkanır. Böylece hem ebedî hayata kavuşur, hem de insan üstü güçler ve kabiliyetler kazanır. Sonra Zülkarneyn’le karşılaşırlar. Zülkarneyn durumu öğrenir ve âb-ı hayâtı ararsa da bulamaz, kaderine razı olur. Bir müddet sonra ölür.

     Gılgamış destanındaki “su içinde otun sağladığı ebedî hayat” kavramı ve bunun Gılgamış tarafından aranması, İskender efsanesine kaynaklık etmiş olabilir. Çünkü milâttan önce 3000-2000 yıllarına kadar inen Mezopotamya destanının, İskender efsanesinin teşekkülü sırasında, İskender’in ebedî hayat veren suyu araması epizodu olarak kullanılması, coğrafî mevki ve kültürel çevre olarak imkânsız değildir. Müsteşriklerin hiçbiri bu noktayı dikkate almamışlardır. İskender efsanesindeki aşçının, canlanıp suya atlayan tuzlu balığı ile Hz. Mûsâ’nın canlanıp denize atlayan balığı arasında bir benzerlik görülmekteyse de gerçekte Kur’ân-ı Kerîm ve sahih hadislerin naklettiği olayların bu efsane ile benzerliği yoktur. Çünkü bu olaylarda ebedî hayat bahşeden âb-ı hayâtı aramaya giden birileri söz konusu değildir. Bununla birlikte müsteşriklerin ileri sürdükleri tezler müfessir, muhaddis ve tarihçilerin kıssayı açıklarken verdikleri mâlûmat için tam anlamıyla geçerlidir. Müsteşriklerin gözden kaçırdıkları en önemli nokta budur, yani onlar meselenin tahlilini yaparken Kur’ân-ı Kerîm’in metni ile müfessirlerin metinlerini birbirinden ayırt etmemişlerdir. Efsane bu haliyle diğer İslâmî edebiyatlarda olduğu gibi Türk edebiyatında da İskendernâme denilen bir edebî türün oluşmasına yol açmıştır.

     Müslümanlığı kabul ettikten sonra Arap, Fars ve Türk milletlerinin dinî ve din dışı edebiyatlarında Hızır, Hızır-İlyas, âb-ı hayât gibi kavramlar ve bunlarla ilgili giderek zenginleşen mitolojik mahsuller sık sık işlenip yeni örnekler ortaya konulmuştur. Pek çok Arap edip ve şairi ile Attâr, Fahreddîn-i Irâkī ve Hâfız gibi İranlı mutasavvıf şairlerin bu konuları işlediği, yahut mazmun olarak kullandığı görülür. Tasavvufta âb-ı hayât, Allah’ın “el-Hay” isminin hakikatinden ibarettir. Bu ismi öz vasfı haline getiren kimse, âb-ı hayâtı içmiş olur. Artık o, Hakk’ın “hay” sıfatıyla hayatta olduğu gibi, diğer canlılar da onun sayesinde hayat kazanır. Bu mertebedeki insanın hayatı Hakk’ın hayatıdır. Âb-ı hayât, çeşitli İslâm milletlerinin halk edebiyatı mahsullerine bir motif olarak girmiş ve yüzyıllardan beri kullanılagelmiştir. İslâmî Türk edebiyatı da bu genel eğilime kayıtsız kalmamış, Orta Asya, Çağatay ve Âzerî edebiyat sahaları kadar Anadolu Türk edebiyatı da bu konularda zengin bir varlık ortaya koymuştur. Âb-ı hayât kavramının Hızır ve Hızır-İlyas’a bağlı olarak ilk işlenmeye başladığı edebî mahsuller, konunun dinî bir mahiyet arzetmesinden dolayı, dinî-tasavvufî edebiyat sahasında görülmüştür. Bu kavramların gerek kendi hakiki anlamlarında ve tasavvufî yönde, gerekse birtakım semboller olarak kullanıldığı edebî eserlerin başında tasavvufî divanlar gelir. Türk edebiyatı bu türün çok zengin örneklerine sahiptir. Bunların en güzellerinden biri Mevlânâ’ya aittir. O, Dîvân-ı Kebîr’de bu kavramları hem gerçek anlamlarıyla, hem tasavvufî remiz olarak, hem de edebî mazmun olarak kullanmıştır. Meselâ “Hızır Tanrı keremiyle âb-ı hayâta kavuştu” (II, 62) mısraı, işaret olunan gerçek anlamı yansıtmaktadır. “Sen ya baştan başa cansın, yahut zamanın Hızır’ı, yahut âb-ı hayât; onun için halktan gizlenmedesin”; “Sana nasıl Hızır demeyeyim ki âb-ı hayât içtin, sen âb-ı hayâtsın; suvar, kandır bizi” (I, 92) mısraları ise şeyhi Şems-i Tebrîzî’yi kasteden mânalardır. Yunus Emre, “Yunus Emre bu dünyada iki kişi kalır derler / Meğer Hızır, İlyas ola âb-ı hayât içmiş gibi” mısralarıyla tasavvuf ehlinin görüşlerini paylaşmıştır. Nesîmî, Eşrefoğlu Rûmî, Niyâzî-i Mısrî, Erzurumlu İbrâhim Hakkı gibi mutasavvıf şairler âb-ı hayât kavramını tasavvufî mazmun olarak kullanmışlardır. Âb-ı hayât, Bektaşî Kızılbaş nefeslerinde de geniş şekilde yer almıştır.

     Âb-ı hayât kavramı din dışı edebiyatta İskendernâmeler’de, divan ve halk edebiyatında kullanılmıştır. İskender’in yahut Zülkarneyn’in âb-ı hayâtı aramak için yaptığı yolculukları, bu yolculuklarda karşılaştığı tehlike ve tuhaf olayları, yaptığı savaşları anlatan efsanelerin daha erken devirlerde İslâm dünyasında yazılması, başta Araplar, İranlılar ve Türkler olmak üzere Hintliler, Malayalılar ve Cavalılar’a varıncaya kadar muhtelif milletlerde İskendernâmeler’in yazılmasına yol açmıştır. Türk edebiyatında özellikle Ahmedî’nin (ö. 1413) İskendernâme’si, kendinden sonra gelen bazı manzum ve mensur Türkçe İskendernâmeler’e numune olmuş ve türün en güzel örneklerinden birini teşkil etmiştir.

     Âb-ı hayât, divan edebiyatında Hızır mazmunu kadar çok kullanılmıştır (bazı örnekler için bk. A. Yaşar Ocak, Hızır-İlyas Kültü, s. 175 vd.). Türk halk edebiyatında da Hızır’ın âşıklık geleneğindeki temel yeri dolayısıyla hemen her âşık Hızır, Hızır-İlyas dolayısıyla da âb-ı hayâttan bahseder. Divan şiirinde âb-ı hayât gibi mazmun ve kavramlar kısmen bunlar etrafındaki inançları da hatırlatmakla beraber, asıl edebî bir mazmun olarak genellikle sevgili ve onun çeşitli vasıflarını sembolize etmek için kullanılmışlar; âşık edebiyatında ise halk inançlarını yansıtır biçimde ele alınmışlardır.

dikkatli bakın.gif

13 Ekim 2021 Çarşamba

RİYÂZÜ'S SÂLİHÎN (44) / ÂLİMLERE SAYGI

RİYÂZÜ'S SÂLİHÎN
(44)
- باب توقير العلماء والكبار وأهل الفضل
وتقديمهم على غيرهم ، ورفع مجالسهم ، وإظهار مرتبتهم
ÂLİMLERE SAYGI
ÂLİMLERE, BÜYÜKLERE VE
FAZİLET SAHİBİ KİŞİLERE
SAYGI GÖSTERMEK,
ONLARI BAŞKALARINA ÜSTÜN TUTMAK,
TOPLANTILARDA ÖNE GEÇİRMEK VE
ÜSTÜNLÜKLERİNİ BELİRTMEK, TAKDİR ETME

  • Âyet-i Kerime:
     1. “De ki, bilenlerle bilmeyenler hiç bir olur mu? Bunu ancak akıl sahipleri anlar.” Zümer sûresi (39),9
     İnsanları birbirinden ayıran ve farklı kılan maddî ve mânevî birtakım özellikler vardır. Kişiler toplum içinde bu özelliklere göre muamele görürler. Âyet-i kerîme, insanlar arasındaki farkın asıl sebebini ilim olarak tesbit ve ilân etmektedir. Hem de çok çarpıcı bir soru ile; “Bilenlerle bilmeyenler hiç bir olur mu?”
     “Bilenler”, ilim sahibi olup bu bilgileriyle amel edenler, yani ilimlerini yaşayanlardır. İlmiyle amel edip ondan yararlanmayanlar ise, “bilmeyenler, câhiller” gibidirler. O halde toplum içinde görecekleri itibar ve muamele de ona göre olacaktır.
     “İlim, rütbe ve ünvanların en yükseğidir.” Binaenaleyh bilenlere mevki ve rütbelerine göre saygı göstermek gerekmektedir. Böylece toplumda bilginin ve bilen insanların saygınlığı korunmuş olur.
     Aslında “bilen kişi” gerektiği şekilde itibar görmese bile pek bir şey kaybetmez. Zira “ilim” bizâtihi bir değerdir. Ancak değerin kıymetini bilmeyen toplumlar, yeni değerler üretemezler. Bu nankörlüklerini pahalıya öderler.
     İslâm toplumu değere saygı toplumudur. Herkese lâyık olduğu mevki ve yeri verir. Bilen ile bilmeyeni asla bir tutmaz. Bu sebeple İslâm toplumunda her bilgi sahibinin bir saygınlığı vardır.
     Bu âyet sırf “ilim”den kaynaklanan seviye farkının her yerde ve her zaman dikkate alınması gereğine işâret etmektedir.
~~~~~*~~~~~
  • Hadis-i Şerifler:
     349. Ebû Mes’ûd Ukbe İbni Amr el-Bedrî el-Ensârî radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre Resûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
     “Cemaata Kur’an’ı en iyi bilen ve okuyanları imam olsun. Kur’an bilgisinde eşit iseler, sünneti en iyi bilen; eğer sünnet bilgisinde de denk olurlarsa, önce hicret etmiş olan; hicret etmekte de aynı iseler, yaşca en büyükleri imam olsun. Hâkim ve yetkili olduğu yerde kişiye, izni olmadıkça bir başkası imam olmaya kalkmasın. Hiç kimse, başkasının evinde, izni olmadıkça ev sahibinin özel yerine oturmasın.”
Müslim, Mesâcid 290
     Müslim’in bir rivayetinde, “yaşca en büyük olan” yerine “ilk evvel müslüman olan” kaydı bulunmaktadır.
     Yine bir rivâyette (Müslim, Mesâcid 291), “Cemaata, Allah’ın kitabını en iyi bilen ve kıraatta en ileri gelen imam olsun. Eğer okuyuşları aynı ise, önce hicret eden imam olsun. Eğer hicrette de aynı iseler, yaşça en büyükleri imam olsun” buyurulmuştur.
  • Açıklamalar
     Bilindiği gibi namaz, dinimizde baş ibadettir. Namazda öne geçip imamlık yapacak olan kimsenin vasıfları büyük önem taşımaktadır. Bu konudaki öncelikler, diğer konularda da gözetilecek hususlardır. Yani İslâm toplumunda kişilere verilen önem, imamlık vasıflarıyla yakından ilgilidir. Hadisimiz İslâm sisteminin temelinde mevcud olan bu saygı ve takdir sıralamasına dikkatimizi çekmektedir.
     “Akrauhum li kitâbillah” ifâdesi, “Allah’ın kitabını en iyi bilen, en çok ezberlemiş olan ve en iyi anlayan” mânâsına gelmektedir. Yoksa “en güzel okuyan” demek değildir. Bunun böyle olduğunu ikinci rivayette açıkca görmekteyiz. Orada “akrauhum li kitâbillah ve akdemuhum kırâeten” buyurulmuştur. Ayrıca, ashâb-ı kirâm arasında Kur’ân-ı Kerîm’i pek güzel okuyan Übeyy İbni Kâ’b, Muâz, Zeyd İbni Sâbit ve Ebû Zeyd gibi zevât varken Peygamber Efendimiz, Hz. Ebû Bekir’in cemaata imam olmasını ısrarla emretmiştir. Bu da gösteriyor ki, özellikle namaz ibâdeti için Kur’an bilgisi, kırâat güzelliğinden önde gelmektedir. Tabiatıyla kırâat, namazın sıhhatini bozacak durumda ise, bilgili olmak hiçbir şey ifâde etmez. O takdirde kırâatı daha düzgün olan, bilgisi üstün olana tercih edilir. Mezheplerin her birinin imamlıkta tercih sistemleri ile ilgili görüşleri az-çok farklılık göstermektedir. Bu farkları belirtmenin yeri burası değildir. Fıkıh kitaplarından öğrenilebilir.
     Sevgili Peygamberimiz, Kur’an bilgisi ve kırâatından sonra sünneti en iyi bilenlerin öne geçirilmesini emretmiştir. Zirâ sünnet bilgisi İslâm’ı yaşamakta yegâne yoldur.
     Üçüncü sırada hicrette önceliği olanlar gelmektedir. Hicret ölçüsü, bugün için geçerliliğini kaybetmiş gözükmektedir. Ancak meselâ dâr-ı harbte müslüman olmuş sonra da İslâm toplumuna göç etmiş kimseler arasında bir seçim yapılsa, diğer özelliklerde eşit olmaları halinde müslümanlar arasında en çok kalan kimse tercih edilir. Ya da biri göç edip gelmiş, diğeri müslüman toplum içinde yetişmiş iki kişinin Kur’an ve Sünnet bilgisiyle ve kırâatta eşit olmaları halinde, İslâm toplumunda yetişmiş olan tercih edilir.
     Hicret’in, özellikle İslâm’ın kuruluş döneminde, yani Hz. Peygamber’in Medine’yi teşriflerinden sonra herkese farz olması, önce hicret edenlerin sonrakilere göre önde tutulmasına vesile olmaktaydı. Bu sebeple İslâm’da muhacirler, daima ensardan önde tutulmuşlar, önce zikredilmişlerdir.
     Hadisteki sıralamada “önce müslüman olmak” veya “yaşca en büyük olmak” dördüncü sırada yer almaktadır. Bu iki husus birbirinin yerine de zikredilmiştir. Aslında “önce müsülüman olmak”, daha çok asr-ı saâdet için, “yaşca en büyük olmak” da bütün zamanlar için geçerlidir. İmamlık gibi ağır bir sorumluluk için hadisimizde sayılan bu ölçülerin her birinin ne kadar önemli olduğu ortadadır. Her biri hakkında uzun uzun açıklamalarda bulunmak mümkündür. Ancak, bizim buradaki konumuz imâmet değil, toplumda âlimlere, büyüklere, fazilet sahibi kişilere saygı gösterip onları önde tutmak, toplumun onları örnek almalarını sağlayıcı davranışlarda bulunmaktır.
     Ayrıca hadisimizin son kısmında yer alan iki cümle beşerî ilişkiler bakımından oldukça önemlidir. Bir insanın, hâkim ve yetkili olduğu yerde önüne geçilmemesi lâzımdır. Bu onun, idare ettiği kişiler nezdindeki itibarı açısından pek ehemmiyetlidir. Resûl-i Ekrem Efendimiz, bu noktaya işaret etmekte, kişinin izni olmadan, sorumluluk sahasında önüne geçilmemesini, ona imamlık yapılmamasını, aynı şekilde ev sahibinin evinde oturmayı alışkanlık haline getirdiği yere oturulmamasını, izin vermedikçe evinde ona imam olmaya kalkışılmamasını tenbih etmektedir. Bütün bunlar yönetimde ve beşeri ilişkilerde hem psikolojik hem de sosyolojik bakımdan pek yerinde tavsiyelerdir. Yetkili kişinin veya ev sahibinin, kendisinden daha bilgili ve faziletli insanları gözetleyip onları öne geçirmesi ise tabiatıyla bir fazilettir. Fakat herşeyden önce kendisinin sorumluluk ve haklarına saygı gösterilmesi hakkıdır.
  • Hadis-i Şeriften Öğrendiklerimiz
1. İslâm bir değerler sistemidir. İslâm toplumu da bu değerlere ve önceliklere saygı göstermekle yükümlüdür.
2 . Kur’an bilgisi, sünnet bilgisi, hicret ve yaşca büyük olmak gibi ölçüler imamlıkta dikkate alınacak tercih sebepleridir.
3. Sultan, mescidin imamı ve ev sahibi imamlık yapmaya herkesten daha lâyıktır. Ancak bunların yetki verdikleri kimse, kendileri adına imamlık yapabilir.
4. Hz. Ebû Bekir, Kur’an ve Sünnet bilgisi, hicret, önce islâm olmak ve yaşlılık ölçülerinin tamamını nefsinde toplamış olduğu için kendisinden daha güzel Kur’an okuyanlar bulunmasına rağmen Peygamber Efendimiz tarafından imâmete geçirilmiştir.
5. İlim ve fazilet ehline, yaşlılara saygılı davranmak, kişi ve toplumların olgunluklarını gösterir.
~~~~~*~~~~~
          350. Yine Ebû Mes’ûd radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre şöyle demiştir:
         Resûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem namaza başlayacağımız zaman omuzlarımıza dokunarak şöyle buyururdu:
         - “Düz durun, karışık durmayın. Sonra kapleriniz de karmakarışık olur. Namazda benim arkama yaşlı-başlı olanlar dursun. Onların arkasına kendilerinden sonra gelenler, daha sonra da onlardan sonra gelenler dursun.”
    Müslim, Salât 122.
    Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Salât 95;
    Nesâî, Salât 54
    • Açıklamalar
        İslâm toplumu, mâbed ve ibadet toplumudur. Ondaki düzen ve dirlik de mâbed ve ibadet düzenidir. Sevgili Peygamberimiz, kalabalık toplantıların düzenine örnek olmak üzere, namazda safların düzgün tutulmasını ve imamın arkasından başlamak üzere en lâyık olanların en öne alınmasını hem sözlü olarak tavsiye etmiş hem de fiilen ortaya koymuştur. 1088 numarada tekrar gelecek olan hadisimiz ve bundan sonraki hadis, Efendimiz’in konuya verdiği önemi gözler önüne sermektedir.
         Hadisimizin burada zikredilmesine sebep son cümleleridir. Çünkü bu cümlelerde, yaşlı - başlı olanların, aklı başında olgun kişilerin öne geçirilmesi istenmektedir.
         Ülü’l-ahlâm; hilm, sükûn ve vekar sahipleri demek olup bundan maksat akıllı kişilerdir. Ahlâmı büluğ yaşına ermiş olmakla yorumlayanlar da vardır.
         Nühâ, nühye kelimesinin çoğulu olarak, çirkinliklerden men eden akıl anlamındadır. Biz, halkımızın bu tür yerlerde kullanageldiği “yaşlı-başlı“ ifâdesiyle bu iki ibâreyi karşıladık. “Yaşlı-başlı,“ aklı, hilmi, ilmi, vekârı ve olgunluğu yerinde kimseler demektir. Peygamber Efendimiz işte bu vasıftaki insanların, namazda imamın arkasına durmasını emretmektedir. Bu tavsiye herhangi bir sebeple imamlığa geçme mecburiyeti doğması ihtimaliyle de alâkalıdır.
         Toplum düzeni, toplumda herkesi lâyık olduğu yere koymak ve herkese hakettiği değeri vermekle sağlanır. Aksi halde tam bir kargaşa yaşanır. Kimin baş, kimin ayak olacağı bilinmez. Bu da hadisimizin ilk cümlesinde işâret buyurulduğu gibi “kalblerin karmakarışık, gönüllerin darmadağınık olmasına” ve toplumda değerler düzeninin bozulmasına sebep olur. Organlara hükmeden kalbtir ama, kalbi dışa yansıtan da organların hareketleridir. Bu sebeple toplumdaki kargaşa, kalblerdeki düzensizliğin işâreti sayılmıştır. Câmide ibadet saflarını düzeltmesini bilmeyen cemaatin, hayatı düzeltmesi mümkün değildir. Bu sebeple dinimizdeki değerler düzeninin evvelâ Allah huzurunda, ibâdet ederken en güzel şekilde gösterilmesi ve aynı düzen fikrinin oradan topluma taşınması gerekmektedir. Hadisimizin bizden istediği budur.
    • Hadisi Şeriften Öğrendiklerimiz
    1. Hz. Peygamber, namazda safların düzgün olmasına son derece dikkat eder, bunu sağlamak için hem sözlü olarak uyarıda bulunur hem de fiilen gayret gösterirdi.
    2. Organlarla kalb arasında karşılıklı tam bir iletişim ve etkileşim bulunmaktadır.
    3. Namazda ve diğer toplantılarda yaşlı-başlı olanların en önde bulunmaları uygun olur.
    4. İlim ve fazilet sahiplerini, ilim, danışma, hüküm ve fetvâ meclislerinde başa geçirmek gerekmektedir.
    ~~~~~*~~~~~
           351. Abdullah İbni Mes’ûd radıyallahu anh’den rivâyet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
           “Aklı başında ( ve imamlık yapacak durumda) olanlarınız ( namazda ) benim hemen arkama dursun. Sonra bu vasıflarda onları takip edenler dursunlar. ( Peygamber aleyhisselâm bu cümleyi üç defa tekrarladı. Namazda) Çarşı-pazarlardaki keşmekeş (ve kargaşaya benzemek) den sakının!”
      Müslim, Salât 123.
      Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Salât 95;
      Nesâî, Salât 54; İmâmet 23, 26;
      İbni Mâce, İkâmet 45
      • Açıklamalar
           Bu hadîs-i şerîf, camide namaz saflarının nasıl düzenlenmesi gerektiği konusunda önceki hadiste belirtilen hususları aynen tekrar etmekte, durumu iyice anlatabilmek için, çarşı-pazardaki karışıklığa benzememek gerektiğini ilâve etmektedir.
           Gerçekten de çarşı-pazar yerlerinde âlim-cahil, kadın-erkek, çoluk-çocuk karmakarışık bir haldedir. Mâbedlerde safların böylesine rastgele düzenlenmesi elbette düşünülemez. Hâdisimizdeki “sakınma“ya, çarşı-pazarlardaki gibi gürültü etmemek, bağırıp çağırmamak da dahildir. Yani cami ve mescidlerin, toplumda bulunması gerekli “i’tibar çizgisi“ni yansıtan bir düzeni ve sükûneti bulunmalıdır. İşte bu i’tibar ya da saygınlık çizgisinin başlangıç noktası, çarşı-pazarda geçerli olan ekonomi ve para değil; ilim, fazilet, yaşca büyüklük gibi dinî ve insânî meziyetlerdir.
      • Hadis-i Şeriften Öğrendiklerimiz
      1. Cami ve cemaat düzeni, dinimizdeki itibar çizgisinin göstergesidir. Toplumdaki saygınlık sıralaması, bu düzene parelel olarak düşünülmelidir.
      2. Mâbedlerde, çarşı-pazar karmaşasına yer verilmez. Çarşı-pazarda davranıldığı gibi davranılmaz.
      ~~~~~*~~~~~
             352. Ebû Yahyâ (veya Ebû Muhammed) Sehl İbni Ebû Hasme el-Ensârî radıyallahu anh şöyle dedi:
             Abdullah İbni Sehl ve Muhayyısa İbni Mes’ûd, sulh günlerinde Hayber’e gitmişlerdi. (İşlerini görmek için birbirlerinden) ayrıldılar. Neticede Muhayyısa, (buluşma yerine geldiğinde) Abdullah İbni Sehl’i kanlar içinde can çekişirken buldu. Onu defnetti ve sonra Medine’ye döndü. (Abdullah’ın kardeşi) Abdurrahman İbni Sehl (durumu öğrenince yanına) Mes’ûd’un oğulları Muhayyısa ve Huvayyısa’yı da alarak Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem’e gitti. Oradakilerin yaşça en küçüğü olan Abdurrahman, olayı anlatmaya başladı. Bunun üzerine Hz. Peygamber:
             “Sözü büyüğünüze bırak, sözü büyüğünüze bırak!” buyurdu.
             Abdurrahman sustu ve olayı ötekiler anlattı. Neticede Hz. Peygamber:
             “Kâtil üzerinde hakkınız olabilmesi için yemin eder misiniz? buyurdu.
             (Ebû Yahyâ, hadisin tamamını nakletti.)
        Buhârî, Cizye 12, Edeb 89, Diyât 22;
        Müslim, Kasâme 1,3,6.
        Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Diyât 8;
        Tirmizî, Diyât 4,22;
        Nesâî, Kasâme 3,4,5;
        İbni Mâce, Diyet 28
        • Sehl İbni Ebû Hasme:
             Ebû Yahyâ veya Ebû Muhammed künyesiyle anılan Sehl, Hazreç kabilesine mensup Medineli bir sahâbîdir. Hz. Peygamber vefat ettiği sırada sekiz yaşlarında olduğu sanılmaktadır. 15 hadis rivayet etmiştir. Hadisleri Kütüb-i Sitte’de rivayet edilmiştir. Muaviye devrinde vefat etmiştir.
             Allah ondan razı olsun.
        • Açıklamalar:
             Hadiste anlatılan olay, Hayber yahûdileri ile müslümanlar arasında sulh varken, iki sahâbînin akrabalarının hurma toplamasına yardım etmek üzere hadiste adı geçen Hayber’e gitmeleriyle başlamıştır. Arkadaşı, buluşma yerine geldiğinde Abdullah İbni Sehl’i -rivayete göre- boynu kırılmak suretiyle öldürülmüş olarak bulmuştur. Arkadaşını oraya defneden Muhayyısa, Medine’ye dönmüş, yanına öldürülmüş olan Abdullah’ın kardeşi ile kendi kardeşlerini de alarak Hz. Peygambere gidip olayı haber vermek istemiştir. Yaş bakımından en küçükleri olmasına rağmen maktulün kardeşi Abdurrahman, olayı anlatmak üzere söze başlamış, ancak Hz. Peygamber, büyüklerin hakkını gözetmek gerektiğine dikkat çekmiş ve “Sözü büyüğünüze bırak” buyurmuştur. Olayın, konumuzu ilgilendiren noktası işte burasıdır. Hukûkî bir konuda bile sözü önce büyüklere bırakmak, böylece onların haklarına riâyet etmek gerektiği ortaya çıkmış olmaktadır.
        Herhangi bir kavme ya da topluluğa ait arazide bir müslüman katledilir de, onu kimin öldürdüğü bilinemezse, öldürülen kişinin yakınlarına, o arazinin sahipleri yaptı diye elli kere yemin etmeleri teklif edilir. Onlar yemin etmezlerse, bu defa zanlılar arasından seçilen elli kişiye o cinâyeti işlemedikleri ve işleyeni de bilmediklerine dair yemin etmeleri teklif edilir. Böyle hareket etmeye İslâm hukukunda “Kasâme” adı verilir. Birinciler teklif edilen yemini yerine getirirlerse, öldürülmüş olan kişinin kan bedeli zanlıların tümü tarafından ödenir. İkinciler yemin ederlerse, bu bedeli ödemekten kurtulurlar. Sonuç itibariyle hadisimizdeki olayda ne davacılar ne de davalılar yemin etmişlerdir. Bunun üzerine Hz. Peygamber öldürülen Abdullah’ın diyetini kendisi vererek davayı halletmiştir. Hz. Peygamber böyle davranmakla Hayber yahûdilerinin müslüman olmalarını teşvik etmek istemiştir.
        • Hadis-i Şeriften Öğrendiklerimiz:
        1. Kasâme olayında kısas değil, sadece diyet gerekir.
        2. Müslüman ile kâfir arasındaki davada hüküm İslâm’a göre verilir.
        3. Dava açmakta ve savunmada sözü yaşça büyük olana bırakmak, büyüklere gösterilmesi gerekli saygının tabiî bir neticesidir.
        4. Müslümanların yakın çevrelerinde olup biten olaylara karşı duyarlı davranmaları gerekir. Aksi halde fâili meçhûl cinâyetlerin sorumluluğuna iştirak etmek zorunda kalırlar.
        ~~~~~*~~~~~
               353. Câbir radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre, Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem, Uhud Gazvesi’nde şehid düşenleri her mezara iki kişi konacak şekilde toplattı ve sonra:
               “Bunların hangisi daha çok Kur’an bilirdi?” diye sordu.
               Şehidlerden hangisi gösterilirse, önce onu kıbleden yana kordu.
          Buhâri, Cenâiz 72, 75, 78, Meğâzî 26.
          Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Cenâiz 27;
          Nesâî, Cenâiz 62; İbni Mâce, Cenâiz 28;
          Tirmizî, Cenâiz 31
          • Açıklamalar:
               Uhud Gazvesi’nde yetmiş müslüman şehid düşmüştü. Bunların defnedilmesi, bir çoğu yaralı gaziler için mesele olmuştu. Hz. Peygamber şehidlerin yıkanmalarını ve üzerlerindeki elbiselerle ikişer ikişer defnedilmelerini, yaşı küçük de olsa Kur’ân-ı Kerîm’i daha çok ezberlemiş olanın öncelikle kıble tarafına konulmasını emretmişti. Resûl-i Ekrem Efendimiz bu tavsiye ve uygulamasıyla bilginin, özellikle Kur’an bilgisinin, hem dünyada hem de ölüm sonrası muamelelerde öncelik sebebi olduğunu göstermiştir. Hadisimiz işte bu sebeple burada zikredilmiştir. İslâm anlayışına göre bilene saygı, sadece yaşarken değil, ölümden sonra da geçerli ve gereklidir.
               Bilginlerimiz, Kur’an bilgisinde eşit olanlardan yaşça büyük olanın kıble tarafına konulacağı konusunda görüşbirliği içindedirler. Çünkü yaşlılık da bir takdir ve saygı sebebidir.
          • Hadis-i Şeriften Öğrendiklerimiz:
          1. İki cenâze bir mezara defnedilebilir.
          2. Böylesi bir defn işleminde daha bilgili olan kıble tarafına konur. Bilgileri müsâvi ise, yaşça büyük olan ön tarafa konur.
          3. İlim her yerde öncelik ve saygı sebebidir.
          ~~~~~*~~~~~
                 354. İbni Ömer radıyallahu anhümâ’dan rivayet edildiğine göre Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
                 “Rüyamda dişlerimi misvaklıyordum. Yanıma biri diğerinden daha yaşlı iki kişi geldi. Ben misvakı küçüğüne vermek istedim.” Bana:
                 “Büyüğe ver denildi. Ben de büyüğe verdim.”
            Müslim, Rü’yâ 19, Zühd 70 (senedli),
            Buhârî, Vudû’ 74 (senedsiz)
            • Açıklamalar:
                 Resûl-i Ekrem Efendimiz su veya süt gibi bir şey içtiği zaman, hepsini içmez bir miktar bırakır, onu da sağ tarafında bulunana ikram ederdi. Sağ yanındaki yaşça küçük biri ise, ondan izin almak suretiyle sol yanındakilere ikram ederdi. Onun sünneti böyle idi. Burada, muhtemelen bu iki kişi aynı tarafta, belki de sol tarafta oldukları için, Efendimiz kendisine en yakın olana misvakı uzattı. Ancak kendisi Cebrâil aleyhisselâm tarafından uyarılarak, misvakı yaşça büyük olana vermesi istendiği için o da öyle yaptı. Onun böyle davranmasını isteyen olayın rüyada cereyân etmesi hiçbir şeyi değiştirmez. Çünkü peygamberlerin rüyası gerçektir.
                 Peygamber Efendimiz, günlük işlerde dahi ilim ve fazilet sahibi kimselere ve yaşca büyük olan insanlara öncelik verilmesini, bu vesile ile bir kere daha açıklamış olmaktadır.
                 Bu hadîs-i şerîf, Peygamber Efendimiz’in günlük işler, tabiî ve insânî tavır ve ilişkiler için yaptığı tercih ve tavsiye ettiği davranışlarda bile ilâhî denetim altında bulunduğunu göstermektedir. Bu sebeple Resûl-i Ekrem Efendimiz’e günlük işlerde de uymak, netice itibâriyle Sünnet’i yaşamak demektir.
                 Misvak kullanmanın önemi 1199-1208 numaralı hadislerde ele alınacaktır.
            • Hadis-i Şeriften Öğrendiklerimiz:
            1. Yaşça büyük olanlara her konuda öncelik hakkı tanımalıdır.
            2. Yeme-içme ve konuşma gibi konularda yaşca büyük olanlar öncelik hakkına sahiptir.
            3. Günlük işlerde bile Hz. Peygamber’e uymaya çalışmalı, böylece sünnet üzere yaşamalıdır.
            ~~~~~*~~~~~
                   355. Ebû Mûsâ radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
                   “Saçı-sakalı ağarmış müslümana, aşırı gitmeyip ahkâmıyla amel etmekten kaçınmayan Kur’an hâfızına ve âdil hükümdara saygı göstermek, Allah Teâlâ’ya duyulan saygı ve ta’zimden ileri gelir.”
              Ebû Dâvûd, Edeb 20
              • Açıklamalar:
                   Müslüman olarak yaşadığı bir ömrün sonlarına gelmiş, saçı-sakalı ağarmış olan kimselere saygı göstermek hem insanlık hem de İslâmlık görevidir. Hadisimiz böyle bir davranışın kaynağını Allah saygısı olarak belirtmektedir. Bu onun değerini daha da arttırmaktadır. Demek oluyor ki, içlerinden Allah’a karşı saygı duyan insanlar, yaşlı insanlara saygılı davranırlar.
                   Hadisimizde Kur’ân-ı Kerîm’i ezberlemiş olan hâfızlara hürmet göstermek de aynı şekilde değerlendirilmektedir. Ancak hâfızların, okuyuşlarında aşırıya kaçmayan, haddi aşmayan, Kur’an okumaktan ve hükümleriyle amel etmekten uzak durmayan kimseler olması istenmektedir. Tecvid kurallarını uygulamakta mübâlağaya kaçan, mânayı düşündürmeyecek kadar süratli okuyan, kırâatı mûsikiye boğan hâfızlar ile hıfzını unutan ve öğrendiği Kur’an ile amel etmekten kaçınan hâfızlar bu hükme dâhil değildirler. Kur’an’ı usulüne uygun olarak okumak ve hükümleriyle amel etmek esastır. Bu sebeple “Seni amelden men etmeyecek şekilde ilim ile; ilim öğrenmekten alıkoymayacak şekilde de amel ile meşgul ol” denilmiştir.
                   Üçüncü olarak da adaletli hükümdara gösterilecek saygının, Allah’a tazimden ileri geldiğine dikkat çekilmektedir. Mümkün olduğunca âdil olmaya çalışan yetkililer, bu dikkat ve tavırlarından dolayı saygıya lâyıktırlar. Yoksa kırk yılda bir âdil hareket edenler değil.
                   Hadisimizin saydığı sıfatları taşıyan yaşlı kimselere, hâfızlara ve hükümdarlara hürmet göstermek, onların taşıdıkları güzel sıfatların toplumda yaygınlaşmasını teşvik anlamı taşır. Allah Teâlâ’ nın muradı da insanlar arasında güzelliklerin yayılması ve hâkim olmasıdır. Bu sebeple konuya gösterilecek dikkat, Allah Teâlâ’ya karşı duyulan saygının dışa vurulması demektir.
              • Hadis-i Şeriften Öğrendiklerimiz:
              1. Allah saygısı yerinde olan kimseler yaşlı müslümanlara, Kur’an hâfızlarına ve âdil yöneticilere hürmet gösterirler.
              2. Aşırılıktan kaçınıp orta yolu tutmak her zaman ve her alanda övgüye lâyık bir harekettir.
              3. Toplum kesimleri arasında saygı bağlarının kopması, Allah Teâlâ’ya karşı beslenmesi gerekli saygının kalblerde etkinliğini kaybetmiş olmasının sonucudur. Yaşlılara saygı haftası düzenleyenlerin, insanlara, önce Allah’a karşı saygılı olmayı öğretmeleri gerekir.
              ~~~~~*~~~~~
                     356. Amr İbni Şuayb’ın, babası aracılığı ile dedesinden rivâyet ettiğine göre Resûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu.
                     “Küçüklerimize acımayan, büyüklerimizin (büyüklük) şerefini tanımayan bizden değildir.”
                Ebû Dâvûd, Edeb 58; 
                Tirmizî, Birr 15
                     Hadisin son kısmı Ebû Dâvûd’un rivayetinde “büyüklerin hakkını tanımayan” şeklindedir.
                • Açıklamalar:
                     Amr İbni Şuayb’ın babası, Şuayb İbni Abdullah; dedesi de Abdullah İbni Amr İbni Âs radıyallahu anhum’dur. Hadisimiz, Abdullah İbni Amr’ ın rivâyetidir.
                     “Küçük-büyük tanımayanlar bizden değildir” diye de tercüme edilmesi mümkün görülen hadisimiz, “küçüğe sevgi, büyüge saygı” göstermek gerektiğini, bunun müslümanların temel ahlâkî niteliği olduğunu tesbit ve ilân etmektedir. Müslüman tavrı, küçüğe sevgi, büyüğe saygıdır. Böyle davranmayanlar, müslüman tavrına sahip değildirler. “Bizden değildir” demenin anlamı budur. Hâdisimiz “büyüklerin şerefini”, bir başka rivâyete göre, “büyüklerin hakkını” gözetmek gerektiğini belirten yönüyle burada zikredilmiştir.
                     Günlük beşerî ilişkilerin her birinin dinî bir temele dayalı olduğu unutulmamalıdır. Dinî duyguların kuvvetlendirilmesi, insanlarımız arasındaki ilişkilerin düzelmesi ve seviye kazanması demek olacaktır.
                • Hadis-i Şeriften Öğrendiklerimiz:
                1. Müslüman büyüklerin şeref ve haklarına riâyet etmek, her müslümanın iman borcudur.
                2. Küçüklere merhamet ve şefkat göstermek, müslümanlığın güzelliklerindendir.
                3. Bu iki İslâmî görevi yerine getirmeyenler, müslümanların yaşayış çizgisini terketmiş sayılırlar.
                ~~~~~*~~~~~
                       357. Meymûn İbni Ebû Şebîb rahimehullah’dan rivâyet edilmiştir. Demiştir ki:
                       Birgün Hz. Âişe’ye bir dilenci geldi. Aişe radıyallahu anhâ ona bir parça ekmek verdi. Kılığı kıyâfeti düzgün bir başka adam geldi. Onu da sofraya oturtarak yemek ikram etti. Bu (farklı) davranışının sebebini soranlara Âişe şöyle cevap verdi:
                       Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem, “İnsanlara mevki, makam ve seviyelerine göre muamele ediniz” buyurmuştur.
                  Ebû Dâvûd , Edeb 20
                       Ebû Dâvûd, Meymûn İbni Ebû Şebîb’in Hz. Âişe ile görüşmediğini söylemektedir.
                       Müslim, Sahîh’inin baş kısmında (I, 6) bu hadisi senedsiz olarak nakleder:
                       Âişe radıyallahu anhâ’dan rivayet edildiğine göre Resûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem bize “İnsanlara seviyelerine göre muamele etmemizi tavsiye buyurdu” demiştir.
                       Hâkim Ebû Abdullah bu hadisi Ma’rifetü ulûmi’l-hadîs adlı eserinde (s. 49) nakletmiş ve “sahih” olduğunu söylemiştir.
                  • Meymûn İbni Ebû Şebîb:
                       Meymûn İbni Ebû Şebîb, Ebû Nasr künyesiyle bilinen Kûfeli bir tâbiîdir. Kendisi, aralarında Hz. Âişe’nin de bulunduğu bir çok sahâbîden hadis rivayet etmiştir. Ancak Ebû Dâvûd’un da işâret ettiği gibi Hz. Âişe’den hadis almamıştır. Bu yüzden onun bu rivayetinin senedinde kopukluk (inkıtâ) vardır. Kendisinin tüccar ve hayır sever bir kimse olduğu bilinmektedir. Ancak hadis râvisi olarak, hakkında değişik hatta çelişik değerlendirmeler vardır. Hicretin 83. yılında yapılan Cemâcim savaşında vefat etmiştir. Allah’ın rahmeti onun üzerine olsun.
                  • Açıklamalar:
                       Dinimize göre insanlar mevki, makam ve ünvanlarına, ırk ve renklerine, cinsiyetlerine bakılmaksızın Allah ve ilâhî kanunlar karşısında eşittirler. Meselâ bunlardan herhangi biri bir diğerinin canına kıyacak olsa, bunu kendi canıyla öder. Ancak beşerî ilişkilerde, her insanın sosyal durumuna göre muamele görmesi de hakkıdır. Bir âlime câhil gibi, bir büyüğe küçük gibi, bir yöneticiye sade vatandaş gibi davranmak doğru olmamasının yanında hakâret bile sayılır. Her insan toplumdaki yer ve mevkiine uygun şekilde muamele görmek ister. Bu onun tabiî hakkıdır. Böylesi bir tavır, ayırımcılık ve iltimas değil, insanları seviyelerine göre değerlendirmektir. Hadisimizin tavsiyesine uygundur.
                       Hz. Peygamber’in elçilere, kavim ve kabilesi arasında mevki sahibi olanlara özel itina ve ikramlarda bulunduğu bilinmektedir. Hz. Âişe annemizden nakledilen iki ayrı tavır da, Peygamber Efendimiz’in konuya ait tavsiyelerinin bir uygulamasından ibârettir. Hz. Âişe, kapısına gelen dilencilere bile, görünür durumlarına göre farklı muamelede bulunmanın belli bir bilinç ve dikkat işi olduğunu göstermiştir.
                       Unutulmamalıdır ki, insanları ayrı kabiliyet, imkân ve içtimâî durumda yaratan Allah Teâlâ’dır. Bu çeşitlilik ve tabiî farklılıkların farkında olarak ilişkileri düzenlemek de toplum düzeninin ve emniyetinin sağlanması ve devamı açısından pek ehemmiyetlidir. Aksi halde, değerlerinin kıymetini bilmeyen toplumlar, yeni değerler üretemezler. Kadir ve kıymeti bilinmeyen insanlar, toplumlarına küserler. Anarşi, biraz da toplumda herkese mevki, seviye ve sorumluluklarına göre davranma nezâketinin gösterilmemesinden doğar. Öte yandan haketmedikleri halde farklı muamelelere muhatap kılınmak suretiyle şımartılmış kişiler de bozulma ve anarşinin bir başka sebebidir.
                       Birbirlerinin haklarına, toplumdaki yerlerine göre riâyet eden hakbilir ve saygılı fertlerden oluşan toplumlar her şeyden önce mutlu toplumlardır. Onlar her açıdan ilerlemeye adaydırlar. Hadisimizin bize gösterdiği yol ve hedef budur.
                  • Hadis-i Şeriften Öğrendiklerimiz:
                  1. Toplumda herkese seviyesine göre davranmak en isâbetli tavırdır. Her hak sahibine hakkını vermek, bu isâbetli davranışın bir başka ifâdesidir.
                  2. İnsanları küstürmemek ve şımartmamak, durumlarına uygun muamele etmekle sağlanır.
                  3. Anlaşılmayan veya tereddütlere vesile olan davranışların gerekçesi ve delilini açıklamak gerekir. Âişe validemizin hareketi bunu göstermektedir.
                  4. Dinimiz insan ve toplum gerçeklerine en uygun ilke ve uygulamaları getirmiş ve tavsiye etmiştir.
                  ~~~~~*~~~~~
                         358. Abdullah İbni Abbâs radıyallahu anhümâ şöyle dedi:
                         Uyeyne İbni Hısn Medine’ye geldi ve yeğeni Hür İbni Kays’a misafir oldu. Hür, Hz. Ömer’in danışma meclisi üyelerindendi. Zaten genç olsun yaşlı olsun âlimler (Kurrâ) Hz.Ömer’in danışma meclisinde bulunurlardı. Bu sebeple Uyeyne, yeğeni Hür İbni Kays’a:
                         - Yeğenim, senin devlet başkanı yanında itibarın yüksektir. Beni kendisiyle görüştür, dedi.
                         Hür, Ömer’den izin aldı. Uyeyne Hz.Ömer’in yanına girince:
                         - Ey Hattab oğlu! Allah’a yemin ederim ki, bize fazla bir şey vermiyorsun. Aramızda adâletle de hükmetmiyorsun, dedi.
                         Ömer hiddetlendi. Uyeyne’ye ceza vermek istedi. Bunu sezen Hür:
                         - Ey mü’minlerin emiri! Allah, peygamberine “Affı seç, iyiliği emret, câhillerin kusuruna bakma” [A’râf sûresi (7), 199]buyurdu. Benim amcam da câhillerdendir, dedi.
                         (Râvi diyor ki:) Allah’a yemin ederim ki, Hür bu âyeti okuyunca Ömer, Uyeyne’yi cezalandırmaktan vazgeçti. Zaten Ömer, Allah’ın kitabına son derece bağlı idi.
                    Buhârî, Tefsîru sûre (7) 5, İ’’tisam 2
                    • Açıklamalar:
                         Sabır konusunda 51 numara ile geçmiş bulunan hadisimiz, Hz. Ömer’in yaşlı veya genç olduğuna bakmadan âlimlere gösterdiği saygıyı ve onları başkalarından önde tutmasını belgelediği için burada tekrar edilmiştir.
                         Başarılı idareciler, kendilerine danışman olarak âlimleri seçen ve onların görüşlerine değer veren kişilerdir. Hz.Ömer, Hür İbni Kays ve Abdullah İbni Abbâs gibi genç fakat bilgili zevâtı, yaşlı sahâbîlerle birlikte istişâre meclisinde üye olarak bulundururdu. Hatta o, bir konudaki yorumunu sorarak Abdullah İbni Abbas’ı genç yaşına rağmen tercih etmekteki haklılığını öteki üyelere karşı isbat da etmişti (Bk. 114 numaralı hadis ve açıklaması).
                         Bilen insanlara kıymet vermek, onları önde tutmak toplumda dirlik düzenlik ve gelişmenin temini bakımından pek önemlidir. Bilen insanların bir kenara itilip câhillerin kamu görevlerine getirilmesi, tahmin edilemeyecek şekilde değer aşınmasına ve kargaşaya sebep olur. İslâm medeniyeti, kıymeti bilinen yetişmiş kimselerin eseridir. Âlimlerini küstürmüş olan toplumlar felâketten kurtulamazlar.
                    • Hadis-i Şeriften Öğrendiklerimiz:
                    1. Halife Ömer, âlimlere büyük kıymet verir, onların görüşlerine müracaat ve itibar ederdi.
                    2. İlim yaşta değil, baştadır. Bilen insanlar, yaşları ne olursa olsun takdir edilmelidir.
                    3. Âlimlere saygı göstermeyenler kendilerini câhillere teslim ederler.
                    ~~~~~*~~~~~
                           359. Ebû Saîd Semüre İbni Cündeb radıyallânu anh şöyle dedi:
                           Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem hayattayken ben çocuk denecek yaştaydım. Bu sebeple kendisinden (duyduklarımı) ezberliyordum. Ne var ki, burada hazır bulunan yaşlı kimselere duyduğum saygı, onları söylemekten beni alıkoyuyor.
                      Buhârî, Hayz 29;
                      Müslim, Cenâiz 88
                      • Semüre İbni Cündeb:
                           Ebû Saîd, Ebû Abdurrahman, Ebû Abdullah ve Ebû Süleyman gibi bir kaç künye ile anılan Semüre, ensardan meşhur bir sahâbîdir. Uhud Gazvesi’nden itibaren Hz. Peygamber’in maiyyetinde gazvelere katılmıştır. Daha sonraları Basra’ya yerleşen Semüre, özellikle Haricîlere karşı şiddetli davranması ile bilinir. Hz. Peygamber’den 100 hadis rivâyet etmiştir. Bunlardan iki tanesini Buhârî ve Müslim müştereken rivâyet etmişlerdir. Diğer rivayetleri Kütüb-i Sitte’de yer almıştır.
                           Hicrî 58 yılında Basra’da vefat etmiştir. Allah ondan razı olsun.
                      • Açıklamalar:
                           Hadisimizin râvisi Hz. Semüre, bu açıklamayı, kadınların cenâze namazını kıldırırken imamın nerede durması lazım geldiğini anlatmak için yapmıştır. O, lohusa halinde ölen bir kadının cenâze namazını Resûlullah’ın arkasında kıldığını ve Hz. Peygamber’in, cenâzenin orta hizasında durduğunu söylemiştir. Bu gözlemini anlatmadan önce de yukarıdaki açıklamayı yapmış, kendisinden yaşça büyük kimseler olmasa, açıklayabileceği daha bir çok bilgisi olduğunu, ancak o büyüklere hürmeten sustuğunu dile getirmiştir.
                           Semüre İbni Cündeb bu sözleriyle, sahâbîlerin edebini, âlim ve büyüklerin kadir ve kıymetini nasıl bildiklerini, onların haklarını nasıl teslim ettiklerini nakletmiş olmaktadır. Bu anlayış ve uygulamanın bilhassa hadisçiler arasında hemen aynen yaşandığı da bilinmektedir. Şöyle ki, bir yörede kendisinden daha bilgili, daha güvenilir veya daha yaşlı biri varken bir başkasının hadis rivayet etmeye kalkışması çirkin bir davranış sayılmış, hadis öğrencilerinin daha bilgili ve daha yaşlı olan muhaddisten hadis öğrenmeleri tavsiye edilmiştir.
                      • Hadis-i Şeriften Öğrendiklerimiz
                      1. Ashâb-ı kirâm, âlim ve yaşlı kimselerin hatırını sayar, onlara gerekli saygıyı gösterirlerdi.
                      2. Beşerî ilişkilerde “söz büyüğün” anlayışıyla hareket etmek en uygun davranıştır.
                      ~~~~~*~~~~~
                             360. Enes İbni Mâlik radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre, Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
                             “Allah Teâlâ, yaşından ötürü bir ihtiyara saygı gösteren gence, yaşlılığında hizmet edecek kimseler lutfeder.”
                        Tirmizî, Birr 75
                        • Açıklamalar:
                             Nesiller arası münâsebetlerin önemli bir yönü bu hadîs-i şerîfte dile getirilmiştir. Bilinen bir gerçektir ki, bugün yaşlı olan dün genç idi. Bugün genç olan da yarın yaşlanacaktır. Toplumda nesiller boyu bir saygı geleneğinin yaşatılması, herkesin bir önceki nesle mensup insanlara, sırf büyük olmaları sebebiyle hürmetkâr davranmalarına bağlıdır.
                             Saygı beklenmez, kazanılır. Başkalarına hürmette kusur etmeyen, hürmet görür. Zira “hizmet eden, hizmet görür” denilmiştir.
                             Hadisimiz, yaşlı kullarına hürmet edenlere, yaşlılıklarında kendilerine hizmet edecek kimseler lutfetmek suretiyle Allah Teâlâ’nın ikramda bulunacağını bildirmektedir. Bunun anlamı, yaşlılara saygı gösteren gençlerin bu hareketinin karşılıksız kalmayacağıdır. Ayrıca hadisi yorumlayan bazı âlimler, yaşlı kişilere saygı gösterenlerin uzun ömürlü olacaklarına da hadiste işaret edildiğini söylemişlerdir.
                             O halde her müslümanın yaşlıları dikkate alması, onlara gerekli saygıyı göstermesi ve yapabileceği hizmeti sunması gerekmektedir. Böyle yapılırsa toplum kesimleri arasındaki sevgi-saygı bağları pekiştirilmiş olur. Nesiller mutlu ve sıcak bir ilgi ortamında hayatlarını sündürürler.
                        • Hadis-i Şeriften Öğrendiklerimiz:
                        1. Büyüklere ve yaşlılara saygı göstermek gençlerin ahlâkî görevidir.
                        2. Yaşlıya gösterilecek saygının karşılığı, yaşlılıkta saygı ve hizmet görmektir.
                        3. Toplum huzuru ancak fertler ve nesiller arası ilişkilerin düzeltilmesiyle sağlanabilir.
                        4. Büyüklerine saygı göstermeyenler, küçüklerinden saygı ve hizmet göremezler.
                        5. Her davranışın olumlu-olumsuz mutlaka bir sonucu ve bedeli vardır.




                        İSLÂM, SEVGİ ve AİLE / Ailede Yozlaşma ve Şiddetin Nedenleri / Sayfa: 799 - 808

                        ULUSLARARASI SEMPOZYUM
                        YANLIŞ ALGILAR ve DOĞRU İSLÂM
                        28-30 Ekim 2016
                        ŞanlıUrfa / TÜRKİYE
                        Sayfa: 799 - 808
                        İSLÂM, SEVGİ ve AİLE
                        Ailede Yozlaşma ve
                        Şiddetin Nedenleri
                        Muhammed Ali YAZIBAŞI*

                             Giriş 
                             Aile toplumun en küçük yapı taşıdır. İnsanlık tarihi boyunca varlığını sürdüren aile kurumu, yapısal ve işlevsel olarak değişikliklere uğramıştır. Yapı olarak büyük aileden çekirdek aileye geçilmiştir. Ailenin fonksiyonel değişimine gelindiğinde ise, bedenen ve ruhen sağlıklı bireylerin yetişmesinde ilk aşama görevini yapan, aile bireylerinin huzur ve sükûn bulduğu aile kurumu, huzursuzluğun ve şiddetin merkezi olmuştur.
                             Çalışmada, ailenin tanımı ve yapısı, aile çeşitleri, ailenin toplum içerisindeki yeri, önemi ile ailenin toplum içerisindeki fonksiyonlarına yer verilmiştir. Son dönemlerde aile yapısında meydana gelen yozlaşma ve şiddetin nedenlerini ortaya koymak çalışmanın temel amacını oluşturmaktadır.

                             1. Ailenin Tanımı
                             Aile kavramını ifade etmek için kullanılan ‘‘el-aile”, ‘‘el- üsra’’, ‘‘el-ehl’’, ‘‘elâl’’ aile kavramının (1) kökeni “a-v-l” ve “a-y-l”den gelmektedir. A-v-l kökü “ağır gelen ya da sıkıntı veren bir şeyde başkasına dayanmak” anlamındadır. A-y-l kökü ise ihtiyaç sahibi olmak anlamını ifade eder.(2) Aile anlamında kullanılan başka bir kavram da “e-sr” kökünden gelen “üsra” kelimesidir. E-s-r kökü “bağlamak” anlamını taşır. Aynı kökten gelen “esir” kelimesi de “tutsak alınmış” ve “bağlanmış” her şey ile ilgili kullanılmaktadır. (3) Aile anlamında kullanılan diğer kelimeler ise e-h-l kökünden gelen El-ehl ile El-âl kelimeleridir. (4)
                             Aile kurumunun ortaya çıkışı, insanlık tarihiyle eş zamanlıdır. Aile, tarih içerisinde yapısal olarak bir takım değişikliklere maruz kalmış olsa da, günümüze kadar varlığını devam ettirmiştir. Ailenin “geniş aile”, “çekirdek aile”, “ karı-koca (çocuksuz) aile”, “eşitlikçi aile”, “akraba evliliği” gibi tipleri mevcuttur. (5)
                        ~~~~ * ~~~~
                             Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
                        * Yrd. Doç. Dr. Kırıkkale Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
                        1) Hatice Ünlü,Sünnette Aile İçi İletişim, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, İstanbul, 2007, s. 18.
                        2) Râgıb el-İsfahâni, el- Müfredât Kur’an Kavramları Sözlüğü, Çeviren Yusuf Türker, 1. Basım, İstanbul, Pınar Yayınları, 2007, s. 168-169.
                        3) Râgıb el-İsfahâni, el- Müfredât Kur’an Kavramları Sözlüğü, Çeviren Yusuf Türker, 1. Basım, İstanbul, Pınar Yayınları, 2007, s. 120.
                        4) Râgıb el-İsfahâni, el- Müfredât Kur’an Kavramları Sözlüğü, Çeviren Yusuf Türker, 1. Basım, İstanbul, Pınar Yayınları, 2007, s. 152-156.
                        5) Mehmet Ali Kirman, Din Sosyolojisi Terimleri Sözlüğü, RağbetYayınları, İstanbul 2004, s. 16.
                        ~~~~ * ~~~~

                             Aileyi teşkil eden fertler devirlere göre, bölgelere, sosyal ve iktisadi yapıya göre değişmektedir.Geniş aile, bir aile reisinin başkanlığında eş, çocuk, torun, gelin, damat, amca, dayı, hala ve teyzelerden oluşmaktadır. Dar veya çekirdek aile ise bir karı koca ile çocuklardan meydana gelmektedir. Ailedeki hâkimiyetin anne veya babada oluşuna göre aileler ikiye ayrılmaktadır. Baba hâkimiyetine dayanan, onun çocuk ve yakınlarını içine alan aileye ataerkil, anne hâkimiyetine dayanan, onun çocuk ve yakınlarının teşkil ettiği aileye de anaerkil aile denir. Ataerkil aile daha yaygın olmakla birlikte insan topluluklarında her iki tip aileye de rastlanmaktadır. Ayrıca aile, eşlerin sayısına göre de tek eşliliğe dayanan aile, çok eşliliğe dayanan aile olmak üzere ikiye ayrılmaktadır. (1)
                             Her disiplin kendi bakış açısını ön plana çıkararak tanımlama yaptığı için aile ile ilgili farklı farklı tanımlar yapılmaktadır. Aile kurumunu, toplum hayatının "edebi okulu" (2) olarak tanımlayanlar olduğu gibi, toplumun en küçük birimi olarak görenler (3) , anne-baba, çocuklar ve tarafların kan akrabalarından oluşan ekonomik ve toplumsal bir birlik olarak kabul edenler de vardır. (4) Toplumbilim Terimleri Sözlüğü'nde ise aile, “evlilik ve kan bağına başka deyişle karı-koca, ana-baba-çocuklar, kardeşler vb. arasındaki ilişkilere dayalı toplumun çekirdeği” olarak ifade edilir. (5)
                             Her ne kadar aile ile ilgili farklı tanımlamalar yapılsa da, yapılan tanımalar içerik olarak analiz edildiğinde tanımların birbirlerini tamamlayıcı ve destekleyici özellikte oldukları görülmektedir. İnsanbilimciler tarafından yapılan araştırmalarda, insanlık tarihinin en eski ve önemli kurumlarından bir olarak kabul edilen ailenin bütün ilkel toplumlarda bulunduğu ifade edilmektedir. Aile, yapı olarak farklılık gösterse de bütün toplumlar için benzer fonksiyonları yerine getirmektedir.Eğer bu kurum kendisinden beklenenleri yerine getirirse sosyal, kültürel, ekonomik ve ahlaki açıdan sağlam bir toplum meydana gelir. Aile kurumunun temelini oluşturan anne ve babadır. Bu bireylerin güçlü birlikteliği sağlam bir ailenin oluşmasına imkân sağlamaktadır. Bunun için kurulduğu andan itibaren ailenin huzurlu ve mutlu olabilmesinde anne ve babanın sağlıklı birlikteliği oldukça önem arz etmektedir.

                             2. Ailenin Önemi ve Görevleri
                             İlk toplumlardan günümüze kadar varlığı insanbilimciler tarafında tespit edilen ailenin, insan hayatında önemi ve farklı fonksiyonları bulunduğu bilinen bir gerçektir. Aile, toplumu oluşturan en küçük yapı taşı olmasına rağmen yalnızca toplum için değil aynı zamanda bireyin kendi hayatı için de önemli bir yere sahiptir.
                        ~~~~ * ~~~~
                             Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
                        1) Mehmet Akif Aydın, Aile,İslam Ansiklopedisi, TDV Yayınları, C. 2, İstanbul 1989, s. 196.
                        2) Türk Ansiklopedisi, Aile Maddesi, MEB Basımevi, C. 1, İstanbul 1968, s. 228.
                        3) Amiran Kurtkan, Eğitim Yoluyla Kalkınmanın Esasları, Filiz Kitapevi, İstanbul 1982, s. 78.
                        4) Cihangir Doğan, "Ailenin Önemi ve Vazgeçilmez Fonksiyonları", Aile ve Eğitim, Ensar Neşriyat İstanbul 24-25 Nisan 2010, s. 21.
                        5) Özer Ozankaya, Toplumbilim Terimleri Sözlüğü, Türk Dil Kurumu Yayınları, Ankara, 1975.
                        ~~~~ * ~~~~

                             Birey açısından bakıldığında, insan sosyal bir varlık olduğu için toplum içerisinde yaşamaktadır. Toplumdan uzak bir şekilde bütün ihtiyaçlarını tek başına karşılayamaz. İnsan, tabiat şartlarının etkisinden korunmak için bir eve, ayakkabı için ayakkabıcıya, elbise için bir terziye, sıkıntı ve sevinçlerini paylaşmak için bir dost/arkadaşa ihtiyacı vardır. (1) Bu durum onun fıtratın olan bir özelliktir. Birey, sadece çocukluk ve bebeklik döneminde değil hayatının her aşamasında aile ortamına ihtiyaç duyar. Çünkü o her türlü sıkıntısına karşılık, huzur bulacağı, stres ve sıkıntılarını giderebileceği bir aile yuvasına ihtiyacı vardır. Toplumda ailesiz yetişen veya ailesinden yeterli maddi ve manevi desteği alamayan kimseler ise, hayatları boyunca aile desteğinin eksikliğini derinden hissederler. (2) Araştırmalar, anne sevgisi veya onun yerini tutabilecek yakın kişinin sevgisi ile büyüyen çocuklarla, böyle bir sevgiden uzak, istenmeyen çocuk olarak büyüyenleri karşılaştırmaktadır. Aile ortamında büyümeyen veya aile şefkati görmemiş çocukların gıdaları bilimsel olarak verilmiş olsa bile beden gelişiminden zihin gelişmesine, hatta bağışıklık sistemlerinin gücüne kadar farklı alanlarda problem yaşadıkları görülmektedir. (3)
                             Toplum açısından bakıldığında, uygarlıkta ileri gitmiş ne kadar millet varsa, aile ocağında iyi eğitim görmüş bireylerden meydana gelmektedir. Çünkü milletler birçok ailenin birleşmesinden meydana gelmektedir. (4) Toplumun çekirdeğini oluşturan bu en küçük yapı sağlam ve sağlıklı ise o toplum geleceğe güvenle bakma imkânı bulur. Ancak güvenli, mutlu ve huzur dolu ailelerin yetiştirmiş olduğu eğitimli bireyler ailesine, çevresine, milletine ve devletine maddi ve manevi katkı sağlayabilmektedir.
                             Ailenin temel görevlerine gelindiğinde bunların en önemlisi beden ve psikolojik olarak sağlıklı insan neslinin devamını sağlamaktır. İnsanların varlığı, devletlerin ayakta durması ailelerin bu görevini sağlıklı bir şekilde yerine getirmesi ile mümkün olabilmektedir. Aile kurumunun sarsıldığı ve boşanma oranlarının arttığı endüstrileşmiş ülkelerde devletlerin çocuk yardımı, evliliğe özendirme vb. çeşitli nüfus artırmaya yönelik politikalara başvurdukları bilinmektedir. Çünkü toplumların nüfus kaynağını oluşturan temel kurum ailedir.
                             Ailenin, çocukların biyolojik ihtiyaçlarını karşılama kadar önemli diğer bir görevi de onların psikolojik ihtiyaçlarını karşılamadır. İnsanın yeme, içme, uyuma gibi maddi ihtiyaçları olduğu gibi sevgi, güven, bağlanma ve inanma gibi manevi ihtiyaçlarının olduğu bilinen bir gerçektir. Bu ihtiyaçların karşılandığı en uygun ve sağlıklı ortam ise aile ortamıdır. Çünkü çocuk gözlerini açtığı anda ilk karşılaştığı, sıcaklığını hissettiği aile ortamıdır. Özellikle uzun bir süre hem maddi hem de manevi destek aldığı kişi annesidir. Dolayısıyla, çocuğun özgüven duygusunun gelişmesi, çocuk ile anne arasındaki ilişkinin ve etkileşimin sağlıklı olmasına bağlıdır. 
                        ~~~~ * ~~~~
                             Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
                        1) Hüseyin Öztürk, Kınalızade Ali Çelebi’de Aile, Araştırma Kurumu Başkanlığı Yayınları, Ankara, 1991, s. 97.
                        2) Mustafa Köylü, Ailede Din Eğitimi, Din Eğitimi, Gündüz Eğitim ve Yayıncılık, Ankara 2012, s.293.
                        3) Beyza Bilgin-Mualla Selçuk, Din Öğretimi Özel Öğretim Yöntemleri, Gün Yayıncılık, Ankara 1999, s. 74.
                        4) Mehmet Zeki Aydın, Ailede Din Eğitimi, Edt. Recai Doğan-Remziye Ege, Din Eğitimi El Kitabı, Grafiker Yayınları, Ankara 2012, s. 288.
                        ~~~~ * ~~~~

                             Ailenin önemli görevlerinden birisi de kültürel değerleri yeni nesillere aktararak kültürel taşıyıcılık rolünü üstlenmesidir. Çünkü aile örf, adet, gelenek-görenek, yardımlaşma, inanç ve ahlak gibi toplumun temel değerlerinin korunduğu ve çocuklara ilk öğretildiği yerdir. Aileye yeni katılan bireyler, içerisinde doğup büyüdüğü ortamın değerlerini kendilerinden sonraki nesillere aktardıkları için aile hem değerleri koruyan hem de değerleri genç kuşaklara aktaran kültürel taşıyıcılık özelliği taşımaktadır. Genç nesiller gerek biyolojik bakımdan gerekse kültürel özellik bakımından kendi ailelerinin karakteristik özelliklerini taşır. Böylelikle aileler ait olduğu toplumun kültürel değerlerini kuşaktan kuşağa aktarırlar. (1)
                             Ailenin en önemli ve temel fonksiyonlarından bir diğeri de eğiticilik ve öğreticilik görevidir. Çocuğun ilk eğiticisi ve öğretmeni anne-babası sayıldığı için, aile en önemli ve ilk eğitim kurumudur. Kişisel tecrübeler ve kontrollü gözlemlere dayalı bulgular, bebeklerin ilk birkaç günden itibaren alışkanlık kazanmaya başladıklarını göstermektedir. Sosyal öğrenme kuramına göre, insan öğrenmelerini daha çok izleyerek ve duyarak gerçekleştirmektedir. İlk çocukluk döneminde sosyal öğrenme kuramına uyguladığımızda, öğrenmenin çocuğun sadece bizzat yaşadığı değil, etrafında olup bitenleri gözleyerek ya da duyarak da gerçekleştirdiğini ortaya koyar. Modelleyerek ya da etrafında olup bitenleri gözleyerek, çocukların en hızlı öğrenme şekillerine ulaştıkları, günümüzde de kabul edilen bir sonuçtur. (2) Bu demektir ki, çocuklar gözlerini dünyaya açtıkları andan itibaren kısa bir süre sonra öğrenmeye başlamıştır. Bu durum "çocuktur bir şey anlamaz" anlayışının yanlış olduğunu ortaya koymaktadır. (3)
                             Bu bağlamda çocukların hayata gözlerini açtığı aile ortamı oldukça önemlidir. Çünkü çocukların bilişsel, duyuşsal, psiko-motor, sosyo-kültürel gelişiminin temellerinin atıldığı yer ailedir. Araştırmalar çocukluk yıllarında kazanılan davranışların büyük bir kısmının, yetişkinlikte bireyin kişilik yapısını, alışkanlıklarını, inanç ve değerlerini biçimlendirdiğini, sağlıklı bir kişiliğin çocukluk yıllarında atılabileceğini göstermiştir. (4) Bunun için çocuk okulda öğrenemediği birçok bilgi, beceri, davranış ve yeteneği ailesinden öğrenebilir.
                        ~~~~ * ~~~~
                             Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
                        1) Mustafa Köylü, Ailede Din Eğitimi, Din Eğitimi, Gündüz Eğitim ve Yayıncılık, Ankara 2012, s. 294.
                        2) Nuray Senemoğlu, Gelişim Öğrenme ve Öğretim, Gazi Kitapevi, Ankara 2001, s. 221-222; Kemal Sayar-Mehmet Dinç, Psikolojiye Giriş, Dem Yayınları, İstanbul 2011, s. 45-46.
                        3) Abbas Çelik, Çocuk, Oyun ve Din Eğitimi, Kazım Karabekir Eğitim Fakültesi Dergisi, 2004 S. 9, s. 188.
                        4) Marielene Leist, Neue Wege der religiösen Erziehung, 7. Baskı, Verlag München 1974, s. 9.
                        ~~~~ * ~~~~


                             3. Ailede Yozlaşma ve Huzursuzluklar
                             19. yüzyılda meydana gelen Sanayi Devrimi, savaşlar, çeşitli fikir akımları tüm dünya ülkelerinde aile hayatında çok ciddi değişikliklere neden olmuştur. Bu gelişmelerden Türk aile yapısının da etkilenmiştir. Ayrıca söz konusu etkenler toplumların ve insanların yaşam tarzında da değişikliklere neden olmuştur. İnsanlar köylerden şehirlere göç ettikleri için tarım toplumundan sanayi toplumuna geçiş yaşanmıştır. Gerek savaşlardan dolayı erkek nüfusunun azalması gerekse hayat şartlarından dolayı kadınlar çalışma hayatına katılmak durumunda kalmışlardır. Sanayileşmenin de etkisiyle birlikte şehir yaşam tarzı, başta aile hayatı olmak üzere, cinsel özgürlükler, cinsiyet rollerinin değişmesi, evlilik dışı beraberlikler; geleneksel aile fonksiyonunun kaybı, bireyselcilik, çoğulculuk ve yalnızlaşma gibi pek çok sosyokültürel değişikliğe neden olmuştur.(1)
                             Günümüzde de hala ailelerin yozlaşması, aile içi huzursuzluklar ve şiddet her geçen gün artarak devam etmektedir. Bu yozlaşmanın nedenlerinin başında evlenecek bireylerin gerek erkek gerekse bayan olsun kendilerini tam anlamda tanımamaları gelmektedir. İnsanın kendini tanıması, güçlü ve zayıf yönlerini, imkânlarını, yeteneklerini, fırsatlarını ve tehditlerini doğru değerlendirebilmesidir. (2) Bireyin kendisini tanıması, doğru eş seçiminde oldukça önemli bir eylemdir. Çünkü kendisini tanıyan kişi evlilik kararı, evliliğe yüklemiş olduğu anlam ve evlilikten neler beklediği hususlarında oldukça kararlıdır. Ayrıca, ben kiminle evleniyorum, onunla anlaşabilecek miyim? şeklindeki sorulara kişinin vereceği cevaplar, önce kendini tanımasına bağlıdır. (3)
                             Ailelerdeki huzursuzluğun nedenlerden bir diğeri yanlış eş seçimidir. Oysaki Hz. Peygamber “Eş dört şey için; malı, soyu, güzelliği ve dindarlığı için nikâhlanır. Sen dindar olanı seç ki mutlu ve huzurlu olasın.” (4) hadisi ile aslında eşlerin birbirlerini tercih ederken dikkat etmesi gereken hususları açık bir şekilde ortaya koymaktadır. Mal-mülk, güzellik, soy ve dünya menfaati için yapılan evlilikler ailelere mutluluktan çok huzursuzluk getirdiği aşikârdır.
                             Günümüz ailelerindeki yozlaşmanın önde gelen nedenlerinden birisi de eşler arasındaki denklik (küfüv) meselesidir. Hz. Peygamber, “Kadınların en hayırlılarıyla evlenmeye bakın. Denginiz olan kadınlarla evlenin ve emsalinizin kızlarını isteyin.” (5) Evlenecek eşler arasında aranan denklik “kefaet” terimi ile ifade edilir. İslam hukukunda denklik “evlenecek eşler arasında dini, iktisadi ve sosyal bakımdan bir uyumu” ifade etmektedir. (6)
                        ~~~~ * ~~~~
                             Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
                        1) (Jack Balswick and Judith Balswick, “The Future of Religious Education of Family”, Handbook of Family Religious Education, edt. Blake J. Neff and Donald Ratcliff, Alabama: REP, 1995, s. 257.)
                        2) Nevzat Tarhan, Evlilik Psikolojisi, Timaş Yayınları, İstanbul 2008, s. 11.
                        3) Nevzat Tarhan, Evlilik Psikolojisi, Timaş Yayınları, İstanbul 2008, s. 29-30.
                        4) Buhari, Nikah, 15
                        5) İbni Mace,Nikâh, 48.
                        6) M.Akif Aydın, Aile Hayatı, İlmihal II İslam ve Toplum, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, Ankara 2006, s. 214.
                        ~~~~ * ~~~~

                              Mevlana kadın-erkek denkliğine kâinattan fıtrî misaller vererek şu benzetmelerle vurguda bulunmaktadır:
                             “Eşlerin birbirine benzemesi lâzım; ayakkabı ve mestin çiftlerine bir bak!
                             Ayakkabının bir teki ayağa biraz dar gelirse ikisi de işe yaramaz.
                             Kapı kanadının biri küçük, diğeri büyük olur mu?
                             Ormandaki aslana, kurdun eş olduğunu hiç gördün mü?
                             Bir gözü bomboş, öbürü tıka basa dolu olsa hurç bineğin üstünde doğru duramaz.” (1)
                             Mevlana yeryüzünün her yerinde hatta ayağa giyilecek ayakkabının çiftlerinden, kapının kanatlarına varıncaya kadar bir uyum olduğunu ifade ederken söz konusu uyumun yalnızca boyutlarda değil, kullanılan malzemede de olduğunu:
                             “Kapının bir kanadı tahtadan, öbürü fildişinden...
                             Böyle şey olur mu hiç?
                             Aslanın eşi de bir aslan olmalı, kim görmüş aslanın bir kurtla evlendiğini?
                             Öyle ise, Nikâhta iki çiftin birbirine eşit ve denk olması lâzım, yoksa iş bozulur, geçim olmaz.” (2) sözleriyle dile getirmektedir.
                             Burada insanları ayrıştırma ve insanları küçük görme anlaşılmamalıdır. Çünkü toplumlar eğitim, kültür, ekonomi, düşünce ve inanç yönüyle farklı bireylerden oluşmaktadır. Söz konusu farklı özelliklere sahip bireylerin ortak noktası ne kadar fazla ise mutluluk ve huzur o kadar fazla olur. Eğer evlenecek kişilerin üzerinde konuşup paylaşacakları fikir ve düşünce yelpazesi az olursa ailede huzursuzluk ve yozlaşma kaçınılmaz olur.
                             İletişim Eksikliği aile içi huzursuzluk ve şiddetin önde gelen sebeplerinden bir diğeridir. İnsanı diğer varlıklardan ayıran en önemli özelliklerin birisi de konuşarak iletişim kurabilmesidir. İnsan bu özelliği sayesinde kendisini başkalarına tanıtabilir ve başkalarını anlayabilir, dolayısıyla iletişim kurmuş olur. Bu bakımdan iletişim hem bedenen ve ruhen hem de toplumsal açıdan birey için bir ihtiyacıdır. Çünkü insan çevresiyle kurmuş olduğu sağlıklı iletişim sayesinde fiziki ve manevi ihtiyaçlarını gidermiş olur. Aynı zamanda insan toplumsal bir varlık olduğu için başarılarını, duygularını ve hayatı iyi bir iletişim sayesinde çevresiyle paylaşabilir.
                        ~~~~ * ~~~~
                             Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
                        1)  Mevlânâ Celaleddin Rûmî, Mesnevi, Çeviren Adnan Karaismailoğlu, Akçağ Yayınları, Ankara 2004, III, 2309-2311.
                        2) Mevlânâ Celaleddin Rûmî, Mesnevi, Çeviren Adnan Karaismailoğlu, Akçağ Yayınları, Ankara 2004, 4/196-197.
                        ~~~~ * ~~~~

                             Aile içerisinde de bireylerin bedenen ve ruhen ihtiyaçlarını karşılama, duygularını paylaşma, karşılaştığı problemlerin üstesinde gelme konusunda en etken yollardan birisi sağlıklı bir aile içi iletişimdir. İnsanın başkalarını anlaması, kendini başkalarına anlatması ruhsal ve toplumsal açıdan bir ihtiyaçtır. (1) Eğer eşler birbirleriyle, anne-baba çocuklarıyla ve çocuklar da kendi aralarında iyi bir iletişim kurarlarsa o ortamda huzur, sükûnet ve mutluluk kendiliğinden gelir. Aksi takdirde aile bireylerinin birbirlerini dinlemediği, düşünce ve fikirlerine değer vermediği ortamda şiddet ve kavga kaçınılmaz olur.
                             Medya geniş anlamıyla ele alındığında başta televizyon olmak üzere gazete, sinema günümüz insanın ve aile bireylerinin hayatlarında vazgeçilmez unsurların başında gelmektedir. En yaygın kitle iletişim aracı olan televizyonlarda gerek içerik gerekse görüntü olarak bizlerin dini inanç, kültür, gelenek ve göreneklerimizle bağdaşmayan dizilerin yayınlanması ailelerin yozlaşması hatta dağılmasına etki etmektedir. Ayrıca televizyon gibi artık günlük hayatın ayrılmaz bir parçası haline gelen internettin bilinçsizce kullanılması günümüz aile yapısını olumsuz yönde derinden etkileyen unsurlardan biridir.
                             Geçmişten günümüze kadar ailelerdeki yozlaşma, aile içi huzursuzluk ve şiddetin sebeplerinden biri manevi değerlerin aile yaşamındaki yerinin her geçen gün azalmasıdır. Oysaki “Allah’a iman ve itaat, doğruluk, sabır, takva, cömertlik (sadaka vermek), nefis terbiyesi (oruç tutmak), namuslu olmak (iffet), Allah’ı anma” gibi değerleri yaşayan inananlar için “bağışlanma ve büyük bir mükâfat” (2) ayeti ile Allah manevi değerlere önem veren ister kadın olsun ister erkek olsun huzurlu hayat vereceğine dair söz vermektedir.
                             Değerleri yaşayan insan, Kur’an’ın ifadesiyle en şerefli potansiyelini gerçekleştirmiş varlık haline gelir. Gerek insanlar arası iletişimde, gerek eşler arası iletişimde manevi değerleri yaşamak bireyin kendisini gerçekleştirmesine katkı sağlar. Bu değerler, eşler arası iletişimde sinerjiyi ortaya çıkarır. Böylece eşler yaratılış amaçlarına uygun bir yaşam tarzı ortaya koyarak birbirlerinin gelişmesine olanak sağlar. Özellikle takva, hilm, doğruluk ve dürüstlük, iffet, adalet, ma’ruf, hoşgörülü olma ve bağışlama gibi değerler aile içerisinde iletişim, bağlılık, sevgi, saygı ortamının oluşmasına büyük katkı sağlayacaktır. (3)

                             4. Sonuç ve Değerlendirme
                             Her disiplin kendi bakış açısını ön plana çıkararak tanımlama yaptığı için aile ile ilgili farklı farklı tanımlar yapılmaktadır. Aile kurumunun ortaya çıkışı, insanlık tarihiyle eş zamanlıdır. İnsanbilimciler tarafından yapılan araştırmalarda, insanlık tarihinin en eski ve önemli kurumlarından bir olarak kabul edilen ailenin olmadığı hiçbir ilkel toplum olmadığı ifade edilmektedir.
                        ~~~~ * ~~~~
                             Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
                        1) Remziye Ege, Din Eğitimi El Kitabı, Edt. Recai Doğan-Remziye Ege, Grafiker Yayınları, Ankara 2012, s. 374.
                        2) Ahzab suresi, 33/35.
                        3) Fatıma Zeynep Belen, Aile İçi İletişime Manevi Psiko-Sosyal Yaklaşım, Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Ankara 2010, s.66-72. 
                        ~~~~ * ~~~~

                             Toplumun çekirdeği olarak ifade edilen ailenin beden ve psikolojik olarak sağlıklı insan neslinin devamını sağlama, onların psikolojik ihtiyaçlarını karşılama, kültürel değerleri yeni nesillere aktarma ve çocukları eğitme gibi önemli görevleri vardır. Eğer aile kendinden beklenen söz konusu görevleri yerine getirirse her yönüyle gelişmiş bir toplum ortaya çıkar.
                             Aile, İslam dini ve diğer dinler tarafından önem verilen önemli bir kurumdur. Çünkü bir toplumu oluşturan bedenen ve ruhen sağlıklı bireylerin yetiştiği mektep ailedir. Eğer ailede ahlak, manevi değerler, sevgi ve saygı, bireylerin görüşlerine değer verme varsa oradan yetişen bireylerden oluşan toplumunda huzur ve mutlu bir ortam oluşma ihtimali oldukça yüksektir. Onun aile bir toplum için hayati öneme sahiptir.
                             On dokuzuncu yüzyılda meydana gelen Sanayi devrimi, savaşlar, çeşitli fikir akımları tüm dünya ülkelerinde olduğu gibi bizim aile hayatında yozlaşma, aile içi şiddet gibi problemlere neden olmuştur. Söz konusu tarihten itibaren ailelerde meydana gelen yozlaşmanın nedenleri, evlilik yaşının gecikmesi, boşanma olaylarının artması, aile rollerinin değişmesi, aile bireylerinin sayısının azalması, çocuk sahibi olmada karşılaşılan zorluklar, aile reisliği sorunu, ailenin yaşlanması, ekonomik sorunlar, iletişim eksikliği, evlilik dışı yaşamanın normal olarak algılanmaya başlanması, manevi değerlerin eksikliği, eşler arasındaki denkliğin gözetilmemesi, eşlerin kişilik ve karakter olarak kendilerini tanımamaları, evlenecek kişilerin evlilikten beklentilerini ve evliliğe hangi anlam yüklediklerini bilmemeleri vb. şeklinde sıralamak mümkündür.

                             Kaynakça:
                        * Ahzab suresi, 33/35.
                        * Aydın M. Akif, Aile Hayatı, İlmihal II İslam ve Toplum, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, Ankara 2006.
                        * Aydın Mehmet Akif, Aile, İslam Ansiklopedisi, TDV Yayınları, C. 2, İstanbul 1989.
                        * Aydın Mehmet Zeki, Ailede Din Eğitimi, Edt. Recai Doğan-Remziye Ege, Din Eğitimi El Kitabı, Grafiker Yayınları, Ankara 2012.
                        * Balswick Jack and Balswick Judith, “The Future of Religious Education of Family”, Handbook of Family Religious Education, edt. Blake J. Neff and Donald Ratcliff, Alabama: REP, 1995.
                        * Belen Fatıma Zeynep, Aile İçi İletişime Manevi Psiko-Sosyal Yaklaşım, Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Ankara 2010.
                        * Bilgin Beyza-Selçuk Mualla, Din Öğretimi Özel Öğretim Yöntemleri, Gün Yayıncılık, Ankara 1999.
                        * Buhari, Nikah, 15
                        * Çelik Abbas, Çocuk, Oyun ve Din Eğitimi, Kazım Karabekir Eğitim Fakültesi Dergisi, S. 9, 2004.
                        * Doğan Cihangir, "Ailenin Önemi ve Vazgeçilmez Fonksiyonları", Aile ve Eğitim, Ensar Neşriyat İstanbul 24-25 Nisan 2010.
                        * Ege Remziye, Din Eğitimi El Kitabı, Edt. Recai Doğan-Remziye Ege, Grafiker Yayınları, Ankara 2012.
                        * el-İsfahâni Râgıb, el- Müfredât Kur’an Kavramları Sözlüğü, Çeviren Yusuf Türker, Pınar Yayınları, İstanbul 2007.
                        * İbni Mace,Nikâh, 48.
                        * Kirman Mehmet Ali, Din Sosyolojisi Terimleri Sözlüğü, Rağbet Yayınları, İstanbul 2004.
                        * Köylü Mustafa, Ailede Din Eğitimi, Din Eğitimi, Gündüz Eğitim ve Yayıncılık, Ankara 2012.
                        * Kurtkan Amiran, Eğitim Yoluyla Kalkınmanın Esasları, Filiz Kitapevi, İstanbul 1982.
                        * Leist Marielene, Neue Wege der religiösen Erziehung, 7. Baskı, Verlag München 1974.
                        * Ozankaya Özer, Toplumbilim Terimleri Sözlüğü, Türk Dil Kurumu Yayınları, Ankara 1975.
                        * Öztürk Hüseyin, Kınalızade Ali Çelebi’de Aile, Araştırma Kurumu Başkanlığı Yayınları, Ankara, 1991.
                        * Rûmî Mevlânâ Celaleddin, Mesnevi, Çeviren Adnan Karaismailoğlu, Akçağ Yayınları, Ankara 2004.
                        * Senemoğlu Nuray, Gelişim Öğrenme ve Öğretim, Gazi Kitapevi, Ankara 2001;
                        * Kemal Sayar-Mehmet Dinç, Psikolojiye Giriş, Dem Yayınları, İstanbul 2011.
                        * Tarhan Nevzat, Evlilik Psikolojisi, Timaş Yayınları, İstanbul 2008.
                        * Tural Sadık, Tarihten Destana Akan Duyarlılık, Atatürk Kültür Merkezi Başkanlığı Yayınları, Ankara, 2000.
                        Türk Ansiklopedisi, Aile Maddesi, MEB Basımevi, C. 1, İstanbul 1968.
                        * Ünlü Hatice, Sünnette Aile İçi İletişim, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, İstanbul, 2007.
                         
                        bus

                        Kitap Tanıtımı ღ💗ღ Yazar Şüheda Derya Terzi ❀💗❀ A'MAK-I ERVAH

                          Kitap Özgün <kitapokuyalim@gmail.com> okunmadı, 00:18 (10 dakika önce)     alıcı gonulerleri@googlegroups.com      2007 de birkaç...