23 Ekim 2021 Cumartesi

RİYÂZÜ'S SÂLİHÎN (45) / FAZİLET SAHİPLERİNİ ZİYARET ETMEK

RİYÂZÜ'S SÂLİHÎN
(45)
باب زيارة أهل الخير
FAZİLET SAHİPLERİNİ
ZİYARET ETMEK
ومجالستهم وصحبتهم ومحبتهم وطلب زيارتهم والدعاء منهم وزيارة المواضع الفاضلة
FAZİLET SAHİPLERİNİ ZİYARET,
ONLARLA BERABER OLUP SOHBET ETMEK,
ONLARA SEVGİ BESLEMEK,
DUALARINI İSTEMEK VE
MÜBÂREK YERLERİ
ZİYARET ETMEK
  • Âyet-i Kerimeler:
     1) “Hani Mûsâ, adamına senelerce yürüsem de iki nehrin birleştiği yere ulaşıncaya kadar gideceğim demişti. İki nehrin birleştiği yere varınca onlar orada balıklarını unuttular. Balık bir delikten süzülüp denizi boyladı. Oradan uzaklaştıklarında Mûsâ, adamına;
     - Azığımızı çıkar, gerçekten biz bu yolculuğumuzda yorgun düştük dedi. O da;
     - Gördün mü, o kayanın yanında konakladığımızda balığı unutmuşum. Onu söylemeyi bana ancak şeytan unutturdu. Balık, şaşılacak şekilde denizde yolunu tutup gitmişti dedi.
     Musa;
     - Aradığımız zaten buydu dedi.
     Hemen, izlerini takip ederek gerisin geriye döndüler. Derken kayanın yanına geldiklerinde orada kullarımızdan birini buldular. Ki biz ona tarafımızdan bir rahmet (peygamberlik) vermiştik ve katımızdan bir ilim öğretmiştik.
     Mûsâ ona; sana öğretilenden, doğruyu bulmama yardımcı olacak bir bilgiyi öğretmen için senin peşinden gelebilir miyim? dedi.
Kehf sûresi (18), 60-66

     Bu âyet-i kerimeler, yüce kitabımızda Mûsâ aleyhisselâm ile Allah Teâlâ’nın, kendisine rahmet ve ilim vermiş olduğu bir kul -ki birçok âlim onun Hızır aleyhisselam olduğu görüşündedir- arasında geçen olayın baş kısmıyla ilgilidir. Olayın tamamı Kehf sûresinin 60-82. âyetlerinde anlatılmaktadır. Müellif Nevevî, bu âyetleri burada zikretmek suretiyle, Hz. Mûsâ gibi bir peygamberin, ilim ve fazilet bakımından kendisinden üstün olan bir Allah kulu ile buluşmak için yollara düştüğünü, onunla beraber olup bir şeyler öğrenmeye çalıştığını hatırlatarak böyle davranmak gerektiğini vurgulamak istemiştir.

     2)
“Sabah-akşam Rablerine dua ve niyaz edip hoşnutluğunu kazanmaya çalışanlarla beraber (bütün güçlüklere ve düşmanların baskı ve telkinlerine karşı) dişini sık, katlan.
Kehf sûresi (18), 28
     Sabah-akşam yani sürekli olarak Allah’a, sırf onun rızâsını kazanmak maksadıyla dua edip yalvaran insanlar hayır ehli kişilerdir. Onların bu yaptıkları gerçekten güzel ve hayırlı bir iştir. Sosyal ve ekonomik durumları ne olursa olsun, bu insanlar hayır ehlidirler. Bu insanların görünüşlerine ve toplumun onların kıymetini yeterince takdir edememesine bakmadan onlarla beraber olmaya çalışmak, onların temsil ettikleri hayırı arttırabilmek için gerekli sabrı göstermek lâzımdır.
     Âyet-i kerîme doğrudan Sevgili Peygamberimiz’e hitâb etmektedir. Bir yanda Mekke’nin müşrik kodamanları, öbür yanda müslüman fakirler. Mekkenin ileri gelenlerinden bazıları Hz. Peygamber’e, fakir müslümanları etrafından uzaklaştırmasını, o takdirde kendisiyle oturup konuşabileceklerini söylerlerdi. Âyet, Hz. Peygamber’e Allah’ın hoşnudluğunu kazanmak için sürekli O’na yalvaran bu fakir müslümanlarla birlikte toplumun baskılarına sabretmesini, onları tercih ederek onlarla birlikte bulunmasını emretmektedir. Nitekim âyetin devamında da şöyle buyurulmaktadır:
     “Dünya hayatının süsüne kapılarak onlardan gözlerini ayırma. Kalblerini bizi anmaktan mahrum ettiğimiz, hevâ ve hevesine uymuş, işi gücü aşırılıktan ibâret olan kimselere boyun eğme!”
     Bu da göstermektedir ki hayır ve fazilet, dış görünüşte ve sosyal konumda değil, insanın iç dünyasında ve imana dayalı davranışlarındadır.
  • Hadis-i Şerifler: 
     361. Enes radıyallahu anh şöyle dedi:
     Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in vefâtından sonra Ebû Bekir, Ömer’e:
     - Kalk, Ümmü Eymen radıyallahu anhâ’ya gidelim, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in yaptığı gibi biz de onu ziyâret edelim, dedi. (Kalkıp gittiler.)
     Yanına vardıklarında Ümmü Eymen ağladı. Onlar:
     - Niçin ağlıyorsun? Allah katındaki nimetin Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem için çok daha hayırlı olduğunu bilmiyor musun? dediler. Ümmü Eymen:
     - Ben onun için ağlamıyorum. Ben Allah katındaki nimetlerin Peygamber aleyhisselâm için elbette daha hayırlı olduğunu biliyorum. Ben, vahyin kesilmiş olmasından dolayı ağlıyorum, dedi; Ebû Bekir ve Ömer’i de duygulandırdı. Ümmü Eymen ile birlikte onlar da ağlamaya başladılar.
Müslim, Fezâilü’s-sahâbe 103.
Ayrıca bk. İbni Mâce, Cenâiz 65
  • Açıklamalar:
     İyi hal ve fazilet sahiplerini kadın-erkek ayırımı yapmaksızın ziyâret etmek sahâbe-i kirâmın âdetiydi. Onu da Hz. Peygamber’den öğrenmişlerdi. Bu hadîs-i şerîf, Hz. Ebû Bekr ve Hz. Ömer tarafından gerçekleştirilen böylesi bir ziyâreti bize haber vermektedir.
     Aslen Habeşistanlı olan Ümmü Eymen, Peygamber Efendimiz’in babası Abdullah’ın câriyesi idi. Efendimiz daha 4-5 yaşlarında iken annesi Âmine’nin bir Medine dönüşü Ebvâ denilen yerde vefat etmesi üzerine Ümmü Eymen onu dedesine getirmiş ve daima Efendimiz’in hizmetinde bulunmuştur. Daha sonra Hz. Peygamber onu câriyelikten âzâd etmiş ve Zeyd İbni Hârise ile evlendirmiştir. Üsâme İbni Zeyd’in annesidir. Kendisi yalnız başına Mekke’den Medine’ye hicret etmiş bir hanımdır. Peygamber Efendimiz’den beş ay kadar sonra vefat etmiştir.
     Hz. Peygamber onun hakkında “Ümmü Eymen benim annemdir” der, ona annesi gibi saygı gösterir, sık sık ziyâretine giderdi. O da Hz. Peygamber’e karşı tam bir anne gibi davranır, hatta bazan ona çıkışır gibi yüksek sesle konuşurdu.
     Halife Hz. Ebû Bekir’in, Ümmü Eymen’i ziyâret etmesi, öncelikle ondaki, Hz. Peygamber’in yaptıklarını aynen yapma eğiliminin göstergesidir. Buna ilâveten, dostların dostlarını ziyâret etmenin de bir dostluk görevi olduğunu göstermektedir.
     Hz. Ebû Bekr ve Ömer’i görünce Ümmü Eymen’in ağlaması, Resûlullah’ı ve ziyâretlerini hatırlaması ve dolayısıyla onu kaybetmiş olmasından duyduğu üzüntüden olabilirdi. Ancak o, kendi ağlamasının sebebi sorulunca, bunun ümmeti ilgilendiren bir yönü olduğunu, ümmet için en büyük hayır kaynağı olan vahyin kesildiğini düşünerek ağladığını söylemiştir. Ümmü Eymen, böylesi yüce duygularıyla gerçekten halifenin ziyâretine lâyık, yüksek ve olgun bir kişiliğe sahip olduğunu göstermiştir. Hadis 453 numara ile bir kere daha gelecektir.
  • Hadis-i Şeriften Öğrendiklerimiz:
     1. Fazilet sahiplerini ziyâret etmek İslâm edebinin bir gereğidir.
     2. Dostluk, dostların dostlarını arayıp sormayı gerektirir.
     3. Hadîs-i şerîf, Hz. Ebû Bekir ve Ömer’in tevazularını ve dolayısıyla faziletlerini, Ümmü Eymen’in de takdire şayan kemâlini göstermektedir.
     362. Ebû Hüreyre radıyallahu anh’den, Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in şöyle buyurduğu nakledilmişt “Adamın biri, bir başka köydeki (din) kardeşini ziyâret etmek için yola çıktı. Allah Teâlâ, adamı gözetlemek için onun yolu üzerinde bir meleği görevlendirdi. Adam meleğin yanına gelince, melek:
   - Nereye gidiyorsun? dedi. Adam,
   - Şu (ileriki) köyde bir din kardeşim var, onu ziyârete gidiyorum, cevabını verdi. Melek:
   - O adamdan elde etmek isteğidin bir menfaatin mi var? dedi. Adam:
   - Yok hayır, ben onu sırf Allah rızası için severim, onun için ziyâretine gidiyorum, dedi. Bunun üzerine melek:
   - Sen onu nasıl seviyorsan Allah da seni öylece seviyor. Ben, bu müjdeyi vermek için Allah Teâlâ’nın sana gönderdiği elçisiyim, dedi.”
Müslim, Birr 38
  • Açıklamalar:
     380 numarada tekrarlanacak olan hadîs-i şerîf, sevdiği din kardeşini iyi bir niyetle ziyâret etmenin, Allah’ın rızâsını kazanmaya vesile olduğunu ortaya koymaktadır.
     Bilindiği gibi sevgili Peygamberimiz, ashâb ve ümmetini eğitmek için zaman zaman eski millet ve ümmetlerin hayatından misaller verirdi. Böylece meselenin daha iyi kavranmasını sağlamaya çalışırdı. Burada da şahıs ve yer ismi belirtmeden, “Sevginin karşılığı sevgidir” fikrini verecek bir olay zikretmektedir.
     Olayda dikkat çeken yön, din kardeşini ziyârete giden kişi ile bir meleğin yolda karşılaşıp konuşmalarıdır. Olay, çok tabiî bir zeminde ve pek sade şekilde cereyan etmektedir. Yolda karşılaştığı bir insan, kendisine nereye gittiğini soruyor. Ziyâretçi de nereye niçin gittiğini söylüyor. Ancak “o zatın yanında herhangi bir menfaatin mi var”, yani gerçekten ziyaret için mi yoksa ticaret için mi gidiyorsun sorusu, farklı bir durumun söz konusu olduğu izlenimini veriyor. Dostunu ziyârete giden insan, saf ve samimi bir niyetle hareket ettiği için bu sorunun altında başka bir maksat aramıyor. Açıkça ve çok sade biçimde “ticaret için değil, ziyâret için gidiyorum. Çünkü ben onu gerçekten Allah rızası için seviyorum” cevabını veriyor. Onun bu samimi halini tesbit eden melek, ona dünyaların en büyük müjdesini vermekte gecikmiyor: “Sen o dostunu nasıl seviyorsan Allah da seni öylece seviyor, senden razıdır.”
     Herhalde en büyük ticaret bu olsa gerektir. Ziyaretin ticârete dönüşmesi deyince böylesini anlamak ve aramak gerekir.
     Aslında bir insanın bir dostunu ziyaret etmesi, dışarıdan bakıldığında, hasret giderip biraz sohbet etmek ve gönül eğlendirmekten ibaret gibi görünür. Yeme-içme, hal-hatır sorma ağırlıklı bir ziyaretin, Allah’ın sevgi ve rızasını kazanmaya vesile olacak nesi vardır, gibi bir sual akla gelebilir. Allah için sevdiği bir dostunun gönlünü hoş etmek maksadıyla köyünden kentinden kalkıp bir başka köye veya kente gitmek, her şeyden önce Allah sevgisiyle hareket etmek demektir. Bu ise, âdetlerin ibadete dönüşmesini sağlayan güzel bir niyetin ürünü ve sonucudur. Günümüzde maddî bir çıkarı olmadan yerinden kıpırdamayan, başkası için bir adım bile atmayan insanların çoğaldığını hepimiz bilmekte ve görmekteyiz. Böylesi bir ortamda, sırf sevdiği için bir arkadaşını ziyarete gitmek, İslâm’ın aradığı beşerî ilişkileri canlandırma cihad anlamına gelir. Çünkü bu, bir müslümanın gönlünü hoş etme gayesine yönelik karşılıksız bir davranıştır. Bir başka hadîs-i şerîfe göre (Ebû Dâvûd, Sünnet 15), olgun bir imanın varlığını gösteren bir davranıştır.
     Yaşlı bir hoca efendinin ziyâretine gittiğimizde söylediği şu sözleri hiç unutamadık:”Güzel dinimizin sıla-i rahim üzerinde niçin bu kadar çok durduğunun hikmetini şimdi anlıyorum evladım. İnsan, arayıp soranı kalmayınca, ziyaretin ne demek olduğunu anlıyormuş. Bir kişinin gelip selâm vermesinin, ziyaret etmesinin ne demek olduğunu benim kadar kimse bilemez.”
  • Hadis-i Şeriften Öğrendiklerimiz:
     1) Allah için sevmek, dostları Allah için ziyaret etmek büyük fazilettir.
     2) Allah’ın rızasını kazanmak, günlük işler ve beşeri ilişkilerle de mümkündür. Yeterki niyet güzel olsun.
     3) Melekler insan kılığına girip insanlarla konuşabilirler.

     363. Yine Ebû Hüreyre radıyallahu anh’den nakledildiğine göre, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
     “Bir insan, bir hastanın halini hatırını sormaya gider veya Allah için sevdiği bir kişiyi ziyâret ederse, ona bir melek şöyle seslenir:
     Sana ne mutlu! Güzel bir yolculuk yaptın. Kendine cennette barınak hazırladın!”
Tirmizî, Birr 64.
Ayrıca bk. İbni Mâce, Cenâiz 2
  • Açıklamalar:
     Hadisimiz bir önceki hadîs-i şerîfte olduğu gibi, Allah rızâsı için sevdiği bir kişiyi ya da her hangi bir hastayı ziyarete giden kimsenin mânevî kazancını gözler önüne sermektedir. Her iki hadiste de, ziyarete giden kimseyi birer meleğin kutlaması dikkat çekmektedir. Bu demektir ki, yapılan işin maddî bir karşılığı görülmemesine rağmen, mânevî mükâfatına melekler şehâdet etmektedir.
     Hasta ziyaretinin dinimizdeki yeri, beşerî ilişkiler açısından, “bir gönül yapmak” bakımından fevkalâde ehemmiyet arzetmektedir. Hatta hastalandığında ziyâretine gitmek mü’minin, mü’min kardeşi üzerindeki haklarındandır. Sıkıntı ve hastalık anında ziyâret edilmekten hoşlanmayacak kimse tasavvur etmek mümkün değildir. Hastalığın verdiği ızdırap eş-dost ve akrabanın gelip gitmesiyle, hal-hatır sorup sabır tavsiye etmesiyle hafifler. Zira üzüntüler paylaşıldıkca küçülür, sevinçler paylaşıldıkça büyür. Her insan sevdiklerini ve dostlarını gördükçe rahatlar. Bu, tabiî ve beşerî bir durumdur.
     Hasta yatağında yatan bir kimsenin ya da sırf Allah rızâsı için sevdiği bir kimsenin ziyaretine giden kişi gerçekten iyi bir iş, gıbta edilecek bir yolculuk yapmıştır. Bu hareketinin bir melek tarafından tebrik edilmesi, yaptığı ziyaretle cennette bir barınak kazandığının müjdelenmesi, Allah rızâsı için yapılan işlerin mutlaka bir karşılığının bulunduğu fikrini pekiştirmektedir. “İyiliğin karşılığı iyiliktir”, [Rahman sûresi (55), 60] âyetinde belirtildiği gibi, bir hastayı ve dostunu mutlu edeni, Allah Teâlâ, bir mutluluk ülkesi olan cennetinde barındıracaktır.
  • Hadis-i Şeriften Öğrendiklerimiz:
     l) Hasta ziyareti, Allah’ın rızâsını kazanmaya vesile olan güzel bir harekettir.
     2) Dostlarını Allah için ziyaret etmek de aynı şekilde güzel bir davranıştır.
     3) Allah rızâsı için yapılan işler, isterse bu bir kişiyi ziyaret etmek olsun, karşılıksız kalmaz.
     4) Allah Teâlâ, kullarını memnun edenleri memnun eder.

     364. Ebû Mûsâ el-Eş’arî radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
     “İyi ve kötü arkadaşın hali, güzel koku satanla körük çekenin haline benzer: Misk satan, ya sana güzel kokusundan bir miktar meccanen verir ya sen satın alırsın, ya da (hiç değilse onunla beraber olduğun sürece) güzel koku koklamış olursun. Körük çeken kimse ise, ya elbiseni yakar ya da (en azından) körüğün kötü kokusundan rahatsız olursun.”
Buhârî, Zebâih 31, Büyû’ 38;
Müslim, Birr 146. Ayrıca bk.
Ebû Dâvûd, Edeb 16
  • Açıklamalar:
     İnsanın, düşüp kalktığı kimselerden, gezip dolaştığı yerlerden yani çevresinden etkilenmemesi mümkün değildir. İyilerle beraber olma, onları ziyaret edip hayır dualarını alma konusu işlenirken, iyi ya da kötü arkadaşın insana ne tür tesirlerinin olacağını çok açık bir örnekle ortaya koyan bu hadîs-i şerîfi hatırlamamak olmazdı. Bu sebeple Nevevî merhum, daha çok “arkadaş seçimi” konusuna dikkat çeken bu hadisi tesir-teessür (etki-tepki) noktasından burada zikretmiştir.
     Beraberlik süresinin uzunluk veya kısalığına göre değişeceği muhakkak olan bu karşılıklı etkileşme durumunun asla gözardı edilmemesi gerekmektedir. Hz. Peygamber’in maksadı, hiç bir zaman ekmek parası kazanmak için demircilik yapan ya da körük çeken kimseleri kötülemek değildir. Efendimiz burada hayır ve fazilet sahipleri ile düşüp kalkmak ile, kötü ve zararlı kimselerle düşüp kalkmanın insana en azından nasıl tesir edeceğini görünür bir misal ile ortaya koymak istemiştir. Netice itibariyle de iyi kimselerle arkadaşlık etmenin, en küçük faydasının, güzel koku koklamak gibi bir zevki olacağını haber vermektedir. “Ey iman edenler, Allah’a karşı saygılı olun ve sadıklarla beraber bulunun!” [Tevbe sûresi (9),119] âyet-i kerîmesi de bu konuda çok güçlü bir uyarıda bulunmaktadır.
     Kötü kimselerle düşüp kalkanlar başka hiçbir zarara uğramasalar bile, bir nevi kötü koku teneffüs etmenin rahatsızlığını hissederler. Burada da “İçinizden sadece zâlimlere isâbet etmeyecek (hepinizi saracak) olan fitneden sakının” [Enfâl sûresi (8), 25 ] âyeti ile “Zâlimlere yakın ve yandaş olmayın, ateş size de dokunur” [Hûd sûresi (11), 113] âyetlerini hatırlamak yerinde olacaktır. Hadisimizdeki körük çeken kimse teşbihi bu noktadan bakıldığı zaman, tehlike ile yüz yüze gelme açısından oldukca anlaşılır ve dikkat çekici bir nitelik arzetmektedir.
  • Hadis-i Şeriften Öğrendiklerimiz:
     1. Arkadaşın iyisinin de kötüsünün de kişiye mutlaka iyi veya kötü etkisi olur.
     2. İyi insanlarla düşüp kalkan, hiçbir fayda temin etmese bile, güzel koku satanın yanında bulunduğu sürece o kokudan istifade eden kişi gibi mutlu olur.
     3. Kötüleri arkadaş edinenler onlardan zarar görmediklerini zannetseler bile, en azından körük kokusundan rahatsız olanlar kadar zarar görürler. “Körle yatan şaşı kalkar” atasözü bu etkilenmeyi anlatır.
     4. Maddî-mânevî iyilik ve güzelliklere kavuşmak için fazilet sahipleriyle düşüp kalkmak gereklidir.
     365. Ebû Hüreyre radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
     “Kadın dört sebepten biri için alınır: Malı, soyu, güzelliği ve dindarlığı. Sen (diğerlerini geç), dindar olanı seç. (Aksi halde) sıkıntıya düşersin.”
Buhârî, Nikâh 15, Müslim, Radâ 53.
Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Nikâh 2;
Nesâî, Nikâh 13; İbni Mâce, Nikâh 6
  • Açıklamalar:
     Fazilet sahipleriyle beraber olmak konusuyla hadisimiz arasında irtibat kurmak ilk anda pek mümkün değil gibi gözükmektedir. Oysa, biraz düşünüldüğü zaman, geçici arkadaşlıklarda bile iyileri ve hayırlı kimseleri tercih etmeyi tavsiye eden hadislerden sonra, bir hayat boyu beraber olacağı eşini seçerken aynı noktaya dikkat etmesi etbette kişinin mutluluğu için fevkalâde ehemmiyet taşımaktadır. İyi ve hayırlı kişi olmak, elbette “dindar” olmakla mümkündür.
     Hiç kuşkusuz eş seçimi, dost seçiminden çok daha önemlidir. İnsanın en çok etkisinde kaldığı kişilerin başında eşi gelir. Böyle olunca dünya ve âhiret mutluluğu peşinde olanlar için eş seçimi, iyilerle beraber olma niyetinin ilk ve en ciddi göstergesidir. Eş seçiminde dikkatli davranmayanın dost seçiminde dikkatli olacağını düşünmek mümkün değildir.
     Hadisimiz, toplumdaki bir gerçeği tesbit etmektedir. Hemen hemen her devirde evlenecek kimselerin eş seçiminde ölçüleri aynıdır: Güzellik, soy-sop, mal ve dindarlık... Önce gerçeği böylesine ortaya koyan Sevgili Peygamberimiz, bütün sonuçlarıyla birlikte meseleyi değerlendirdikten sonra, “Sen dindar olanını seç!” tavsiyesinde bulunmaktadır.
     Hadisimizin aile kurumuna yönelik tarafı üzerinde de durmakta fayda vardır. Zira hadîs-i şerîf Riyâzü’s-sâlihin’de başka yerde geçmemektedir.
     Aile kuruluşunda hemen her toplum kesiminde dikkate alınan, eşin malı, soyu-sopu, güzelliği ve dindarlığı gibi hususlar arasında, ilk üçünün sona ereceği, ya da geçerliliğini kaybedeceği zamanlar olabilir. Mal, biter ya da bir felâketle yok olup gider. Güzellik, geçicidir, günün birinde ortadan kalkar. Soy-sop, hasep-nesep bu da hiç akla gelmedik sıkıntılara vesile olabilir. Eşler arasında huzursuzluğa yol açabilir. Tarafsız ve etraflıca düşünüldüğü zaman, dinî duygu ve iman gücünün, yani dindarlığın, sürekli mutluluk ve olumluluk kaynağı olduğu anlaşılacaktır.. Çoğu kimse dindarlığı, zor zamanlarda, kara günlerde aranan, mutluluk anlarında kendisine o kadar ihtiyaç duyulmayan bir nitelik sanmaktadır. Oysa dindarlık tasa ve kıvanç zamanlarında, her zaman her yerde ve her türlü şart altında etkisi büyük, insanı kulluk çizgisinde tutabilen, olayları ve dünyayı inançlara göre değerlendirme imkânı veren üstün ve her zaman geçerli bir meziyettir.
     Diğer taraftan bilinen bir gerçektir ki insan, iki halde, sevinç ve üzüntü hallerinde tehlike ile karşı karşıya gelir. Sevincini ve üzüntüsünü herhangi bir günaha vesile kılmadan yaşayabilmesi büyük ölçüde dindarlığına bağlıdır. Nitekim bir hadîs-i şerîflerinde Sevgili Peygamberimiz bu duruma şöyle işâret buyurmuşlardır:
     “Mü’minin durumu gıbta ve hayranlık vesilesidir. Çünkü her hâli kendisi için bir hayırdır. Böylesi bir özellik sadece mü’minde vardır: Sevinecek olsa, şükreder; bu onun için hayır olur. Başına bir belâ gelecek olsa, sabreder; bu da onun için hayır olur” (Bk. 28. hadis).
     Hayat, sevinçler ve üzüntüler halinde devam ettiğine göre, her halde ve her olayda dindarlığa ihtiyaç olacaktır. Bu sebeple, dindar bir eşin tercih edilmesi, hayatta kulluk çizgisinde yıkılmadan devam edebilmenin ve çevreye yararlı olabilmenin ilk ve temel şartıdır.
     Giderek zorlaşan hayat şartları içinde daha dindar insanlara ve onların meydana getirdiği ailelere ihtiyaç olduğu gün gibi âşikârdır.
  • Hadis-i Şeriften Öğrendiklerimiz:
     1. Dindar eş seçmek, iyilerle beraber olma niyetinin bir göstergesi ve mutluluğun temel şartıdır.
     2. Hz. Peygamber toplumdaki eğilim ve gerçekleri görür ve onlar içinden müslümana en faydalı olanı tavsiye eder.
     3. Ümmetinin mutluluğu, Hz. Peygamber’e de mutluluk verir.
     4. Fazilet ve hayır sahipleriyle beraber olma ilkesi, eş seçme, aile kurma noktasından başlamalıdır.
     5. Aile, sadece dünya hayatıyla ilgili bir yaşama biçimi değildir. Onun olumlu olumsuz sonuçları âhirete de uzanır.

     366. Abdullah İbni Abbas radıyallahu anhümâ’dan rivayet edildiğine göre, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Cebrâil aleyhisselâm’a:
   – “Bizi daha sık ziyaret etmeni engelleyen nedir?” diye sordu. Bunun üzerine:
   – “Biz ancak senin Rabbinin emriyle ineriz; önümüzde, arkamızda ve bunların arasında ne varsa hepsi Rabbinindir” [ Meryem sûresi (19), 64] âyeti indi.
Buhârî, Tefsîru sûre (19), 2
  • Açıklamalar:
     Hadisimizde Hz. Peygamber’in Cebrâil aleyhisselâm ile ne kadar çok beraber olmak istediğine dair bilgi bulmaktayız. Fazilet ve hayır ehlini ziyâret etmek, onlarla beraber olmakta bizzat Peygamber Efendimiz’in tavrını belgeliyen bu hadîs-i şerîf son derece dikkat çekicidir.
     Tabiatıyla Hz. Peygamber istediği zaman Cebrâil aleyhisselâm’ın yanına gitme imkanına sahip değildir. Cebrâil’in kendisine daha sık gelmesini ve kendisiyle uzun süre beraber olma imkânı bulmayı arzu etmektedir. Burada önemli olan nokta Hz. Peygamber’in kendisine vahy getiren Cebrâil aleyhisselâm ile daha sık görüşme ve daha çok bir arada bulunma arzusudur. Bu arzu ve niyet, fazilet sahiplerini ziyaret etmek konusunda ümmeti ciddi şekilde teşvik etmek demektir.
     Cebrâil aleyhisselâm’ın bir ara kırk gün kadar gelmediği, Ashâb-ı Kehf ile ilgili olarak Hz. Peygamber’e sorulan bir sualin cevabını onbeş gün aradan sonra getirdiği, bunun üzerine Hz. Peygamber’in kendisinden böylesi bir istekte bulunduğu, mezkur âyetin sebeb-i nüzûlü olarak zikredilmektedir.
     Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz’in isteğine cevap olarak inen âyet, Cebrâil aleyhisselâm’ın kendi isteğiyle değil, emirle hareket ettiğini, her şeyin Allah Teâlâ’nın emir ve müsaadesiyle olduğunu bildirmektedir. Bu âyet, hem Cebrâil aleyhisselâm’ın konumunu belirliyor ve hem de onun Hz. Peygamber’den özür dilemesi anlamına geliyor.
  • Hadis-i Şeriften Öğrendiklerimiz:
     1. Hz. Peygamber Cebrâil aleyhisselâm ile daha çok beraber olmayı arzu ederdi.
     2. Fazilet ve hayır sahipleriyle beraber olmayı istemek ve buna gayret göstermek sünnet-i seniyye gereğidir.
     3. Melekler de ilâhî iradeye bağlıdırlar. Allah’ın emir ve müsaadesi çerçevesinde hareket ederler.
     367. Ebû Said el-Hudrî radıyallahu anh’den Nebî sallallahu aleyhi ve sellem’in şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:
     “Mü’minden başkasını dost tutma, yemeğini müttakîlerden başkasına tattırma!”
Ebû Dâvûd, Edeb 16;
Tirmizî, Zühd 56
  • Açıklamalar:
     Beşerî ilişkilerin bir yönünü dostlar ve dostluklar oluşturur. Her insan kendisine başkalarından daha yakın hissettiği kişileri dost edinir, onlarla daha samimi ilişkiler kurar. Başkalarına açmadığı sırlarını, dertlerini ve düşüncelerini onlara açar. Onlarla beraber olmaktan zevk alır, bunun için fırsat kollar. İşte hadisimiz, böylesine yakınlık hissedilen kişi ya da kişilerin en açık vasfının mü’min olması gerektiğini ortaya koymaktadır. Müslümana, olgun mü’minlerle dostluk kurmak yaraşır.
     Hemen işaret edelim ki, dostluk, normal beşeri ilişkilerin ileri derecesidir. Herkesle iyi geçinme, mümkünse herkese faydalı olma müslümanın görevleri arasındadır. Burada kendisine hemdem ve dost tutacağı, yani daha yakın ve sıcak ilgisine mazhar kılacağı kimsenin olgun mü’min olması tavsiye edilmektedir. Çünkü hemen her insanın “dost hatırına” yaptığı bir çok şey bulunur. Dostun olgun mü’min olması, kişinin yanlış yollara düşmemesi, ya da altından kalkamayacağı sorumluluklar yüklenmemesi bakımlarından pek ehemmiyetli bir husustur. “Rabbimiz, bizi müttakîlere lider yap” [Furkân sûresi (25), 74] âyeti de dikkatlerimizi bu yöne çekmektedir.
     Birlikte olmak, beraberce düşüp-kalkmak için arkadaş seçmek bir tercih meselesidir. Müslüman da tercihlerinde mü’minlere öncelik vermekle yükümlüdür. Hadisimizin bu ilk cümlesinin öncelikli mânası,“Kâfir ve münâfıklarla sıkı fıkı olma, onlarla sohbete düşkünlük gösterme” demektir. Mü’mini dost edinmenin herhalde ilk adımı budur. Yani mü’minlerden dost bulamazsan onlardan da edinebilirsin demek değildir.
     “Yemeğini müttakîden başkasına tattırma” diye tercüme ettiğimiz ikinci kısmın lafız olarak anlamı, “Yemeğini ancak müttakî olanlar yesin” demektir. Hadisin bir rivayetinde, “Sen de ancak müttakîlerin yemeğini ye!” tavsiyesi geçmektedir. Hadisimizin ikinci cümlesinin muhâtabı müttakîlermiş gibi görünüyorsa da, asıl muhatap yemek yedirecek kimse, yani hadisteki ilk cümlenin muhâtabıdır. Bu sebeple cümleyi biz, bu duruma uygun düşecek tarzda tercüme ettik.
     Acaba yemek yedirmek ya da daha geniş anlamıyla iyilik yapmak için iyi kimseleri mi bulmak gerekir? O takdirde kötü ya da hatalı kimseleri nasıl düzeltme imkânı bulunacaktır? Hadisi açıklarken Hattâbî (ö.388 / 998) merhumun da belirttiği gibi, burada söz konusu olan yemek, özel davet yemeğidir. “Onlar seve seve fakir, yetim ve esirlere yemek yedirirler [İnsan sûresi (76), 8] âyeti bunu göstermektetir. Zira esirlerin takvâ sahibi olmaları bir yana, bir çoğu müslüman bile değildir. Bu demektir ki, ihtiyaç değil, ikram faslından olan yemeklere Allah saygısı yerinde müttakî kimselerin çağırılması, iyilerle beraber olma cümlesindendir, yoksa iyilik yapmak için mutlaka iyileri aramak gerekmemektedir.
  • Hadis-i Şeriften Öğrendiklerimiz:
     1. Müslüman, müslümanla oturup kalkmalıdır. Çünkü müslümanın gerçek dostu yine müslümandır.
     2. Özel ikramlarda dindar olan insanları tercih etmek, toplumda bu tür insanların artmasını teşvik etmek demektir.
     3. İyi ve fazilet sahibi olanlar ile beraber olmak için davet ve ziyâfetler de birer vesiledir. Yani gerektiğinde iyilerle beraber olabilmek için davet bile verilmelidir.
     368. Ebû Hüreyre radıyallahu anh’den rivâyet edildiğine göre Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
     “İnsan, dostunun yaşayış tarzından etkilenir. O halde her biriniz dost edineceği kişiye dikkat etsin!”
Ebû Dâvûd, Edeb 16;
Tirmizî, Zühd 45
  • Açıklamalar:
     Fazilet sahiplerini ziyaret, onlarla beraber olma ve onların kendisini ziyâret etmelerini ve dualarını isteme gibi dostca ve sıcak insanî ilişkilerin ele alındığı bir konuda, elbette insanın kendisine sırdaş ve yakın arkadaş edineceği kişilerden bahsedilmesi gerekecektir. Halîl insanın en yakın dostu, hemen her fırsatta beraber olduğu kişi demek olduğuna göre, böylesine uzun ve samimi görüşmelerden karşılıklı etkilenmemek düşünülemez. Hadisimiz bu etkilenmenin neticesine dikkat çekmekte ve “Kişi, dostunun gidişâtı ve dini üzeredir” tesbitini yapmaktadır. Zaten gerçek dostluk, ancak dinî uyumluluk ile gerçekleşir. Ya da en azından dostluklar neticede dostları aynı dinî duygu ve yaşayışı paylaşmaya götürür.
     Bir kere daha ifade edelim ki duygu, düşünce, zevk, tavır ve dünya görüşü olarak dostlar birbirlerini şu veya bu ölçüde ama mutlaka etkiler. Atalarımız da bu gerçeğe “Kır atın yanında duran ya huyundan ya suyundan”diyerek dikkat çekmişlerdir.
     Dostluğun, etkilenmeyi ve bu etkilenmenin sonuçta yaşayış biçimi ve din edinmeyi bile kapsadığı sosyal bir gerçek olunca, alınacak tedbir bir ölçüde kendiliğinden ortaya çıkmaktadır. O da hadisimizde “O halde herkes, dost edineceği kişiye dikkat etsin!” şeklinde belirlenmiş bulunmaktadır.
     Dost seçimi, insanın en ciddi tercihlerinden biridir. Bu yüzden gerek yüce kitabımız Kur’ân-ı Kerîm’de gerekse sevgili Peygamberimiz’in hadîs-i şerîflerinde konuya yeterince ışık tutulmuştur.
     Dostların ve dostlukların sadece dünyada değil âhirette de insanın mutluluğuna veya mutsuzluğuna sebep olduğu duyurulmuştur. Meselâ bir âyette şöyle buyurulmaktadır:
     “O gün zâlim olan kimse ellerini ısıracak, ah keşke ben de peygamberle beraber bir yol tutsaydım. Vay bana!. Keşke falanı dost edinmeseydim. Bana Kur’an gelmişken, gerçekten beni ondan o saptırdı. Şeytan insanı yapayalnız, yardımcısız bırakır” diyecektir [Furkân sûresi (25), 27-29]
     “Ben falanca ile dostum ama ondan hiç etkilenmiyorum” gibi boş savunmalarla avunmak yerine, insanın beğendiği kişilere benzeme ve onları taklid etme eğilimine sahip olduğu gerçeğini göz önünde bulundurarak, dostları iyi kimselerden seçmeye özen göstermek gerekmektedir.
  • Hadis-i Şeriften Öğrendiklerimiz:
     1. İnsan, inançlarının ve dostlarının etkisi altında yaşar. İnsanı, en çok dostları etkiler. Sonuçta inançları bile dostlarının etkisi altında şekillenir.
     2. Dost edinilecek kişiyi, başlangıçta inanç ölçüleri içinde ince bir tetkikten geçirmek gerekir.
     3. İnsanın kimlerle birlikte olduğu, nasıl bir yaşayışı tercih ettiğinin göstergesidir.
     4. Müslümana, müslümanları dost edinmek yaraşır.
     369. Ebû Mûsâ el-Eş’arî radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
     “Kişi sevdiği ile beraberdir.”
Buhârî, Edeb 96; Müslim, Birr 165.
Ayrıca bk. Tirmizî, Zühd 50; Daavât 98
     Bir başka rivayette Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’e :
     Bir kişi bir topluluğu sevdiği halde onların seviyesine erişemezse, böyle biri hakkında ne buyurursunuz? diye sorulduğu, onun da:
     “Kişi, sevdiği ile beraberdir” buyurduğu nakledilmiştir.
     Bu hadis, 370 ve 371 nolu hadislerle birlikte açıklanacaktır.
     370. Enes radıyallahu anh’den şöyle dediği rivayet olunmuştur:
     Bir bedevi Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’e:
   - Kıyamet ne zaman kopacak? diye sordu. Efendimiz:
   - “Kıyamet için ne hazırladın?” buyurdu.
   - Allah ve Resûlünün sevgisini, dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber:
   - “O halde sen, sevdiğin ile berabersin” buyurdu. Buhârî, Edeb 96; Müslim, Birr 161,163
     Bu rivâyet Müslim’indir. Buhârî (Edeb 96) ve Müslim’in (Birr 164) rivâyetlerinde, bedevînin cevabı, “Âhiret için öyle çok oruç, namaz ve sadaka hazırlayabilmiş değilim. Ancak ben Allah’ı ve peygamberini seviyorum” şeklindedir.
     371. Abdullah İbni Mes’ûd radıyallahu anh şöyle dedi:
     Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’e bir adam geldi ve:
   - Ey Allahın Resûlü, bir topluluğu seven fakat onların işlediği amelleri işleyemeyen bir insan hakkında ne buyurursunuz? dedi. Hz. Peygamber de:
   - “Kişi, sevdiği ile beraberdir” cevabını verdi.
Buhârî, Edeb 96; Müslim, Birr 165.
Ayrıca bk. Tirmizî, Zühd 50, Daavât 98
  • Açıklamalar:
     Hayır ehlini ziyaret edip onlarla beraber olmanın, mutlaka onların yaptıklarını yapmaya bağlı olduğu sanılabilir. Yukarıdaki üç hadis ve rivâyet farklılıkları, fazilet sahibi kişilerle beraber olabilmenin bir başka yolunu göstermektedir: Sâlihleri ve iyileri sevmek..
     Hadîs-i şerîflerin her üçünde de “kişinin, sevdikleriyle beraber olduğu” genel bir kaide ve ifade ile anlatılmaktadır. Öncelikle buradaki beraberlik, hiç şüphesiz her bakımdan yani, fazilet ve derece bakımından beraberlik demek değildir. Aynı yerde veya mecliste bulunan insanlar, beraberdirler ama gerçek durumları, imkânları ve mânevî değerleri farklı farklıdır. Hz. Peygamber’i sevdiği için onunla beraber olacağı belirtilen kimse, Peygamber aleyhisselâm ile aynı seviyede olacak demek değildir. Ama onunla cennette bulunma ve onu görebilme imkânına sahip olacak demektir.
     Öte yandan “Kişi sevdiği ile beraberdir” beyânında iyilik-kötülük ayırımı yapılmamış, genel bir kaide olarak durum ortaya konulmuştur. Bundan iyileri seven iyilerle, kötüleri seven de kötülerle beraberdir, anlamı çıkar. Zaten insan, sevdiği kimselerle olmayı onların yakınında bulunmayı ister. Sevmediği kimselerle birlikte vakit geçirmek, başlı başına azap vesilesidir. Kimse de böyle bir beraberliğin peşinde olmaz. Birlikte olma arzusunun temelinde sevgi yatar.
     Burada dile getirilmiş olan endişe, amel noksanlığı ya da sevdiklerinin yaptıklarını yapamama gibi durumların, sonuçta sevilen kimselerden ayrı kalmaya sebep olabileceği düşüncesinden kaynaklanmaktadır. Onun için de “Bir topluluğu sevdiği halde onların yaptıklarını yapamayan, dolayısıyla onların seviyelerine ulaşamayan kimsenin durumu” Peygamber Efendimiz’e sorulmuştur. Efendimiz’in cevabı, bu endişenin yersiz olduğunu ortaya koymuştur. Beraberlik için aynı seviyeyi paylaşmanın ya da aynı şeyleri yapmanın şart olmadığını, iyiliklerinden dolayı sevilen insanlarla beraber olabilmek için onlara duyulan sevginin yeteceğini müjdelemiştir. Çünkü niyet çoğu kere amelden önde gelir. Hadisin râvilerinden Enes İbni Mâlik radıyallahu anh, buraya alınmamış olan bir sözünde, ashâb-ı kirâmın, Hz. Peygamber’den duydukları bu müjdeli beyan üzerine, müslüman oldukları gün dışında hiçbir gün bu derece sevinmediklerini kaydetmektedir [Bk. Müslim, Birr 163]. Hatta bizzat kendisi, “Ben de Allah ve Resûlünü ve Ebû Bekir ile Ömer’i seviyorum. Onların amelleri gibi amel edemediysem de, onlarla beraber olmayı umuyorum” demiştir.
     Burada, kıyametin ne zaman kopacağını soran bedevîye Hz. Peygamber’in “Kıyamet için ne hazırladın?” diye karşı soru yöneltmesi, asıl merak edilmesi gerekli olan konuya dikkat çekmek ve böylece ümmetini eğitmek içindir. Kıyamet nasıl olsa bir gün kopacaktır. Önemli olan herkesin o gün için ne hazırladığını düşünmesidir.
     Bedevînin zikre değer önemli bir hazırlığının bulunmadığını, farzlar dışında fazlaca bir ibâdetinin, hayır ve hasenâtının olmadığını, ancak Allah’a ve Resûlü’ne karşı derin bir muhabbet ve sevgi duyduğunu söylemesi, hem bir samimiyetin ifadesi, hem de gönlündeki sevgiye güvendiğinin belirtisidir. “Sen, sevdiğinle berabersin” cevabı da, gerçekten güvenilecek şeyin, gönülden duyulan sevgi olduğunu gözler önüne sermektedir.
     “Sevgi, itaati ve sevilenin yaptıklarını yapmayı gerektirmez mi?” diye aklımıza bir soru gelebilir. Elbette insan, sevdiği kimseleri üzmek istemez, onların emirlerini yerine getirmeye çalışır, onlara itaattan zevk alır. Ama bütün bunların yeterince yapılamadığı hallerde bile eğer gerçekten “sevgi” varsa, sırf o sevgi, kişiyi sevdikleriyle buluşturabilir. Yani bir anlamda iyileri sevmek, insanı pişman etmez. O halde “Amelim az, durumum pek iyi değil” diyerek, insan sevdiği iyi kişiler, fazilet ve hayır sahipleriyle beraber olmaktan uzak kalmamalıdır. Onların meclislerine devam etmeli, ziyâretlerine gitmelidir. Zira sâlihlerle sohbet, hayırların doğmasına vesiledir. Âhirette ise, zaten “Kişi, sevdiğiyle beraberdir.”
     Yüce Rabbimizden bizleri, sevdikleriyle beraber haşretmesini dileriz. 20 numaralı hadiste de konuyla ilgili açıklamalar geçmiştir.
  • Hadis-i Şeriflerden Öğrendiklerimiz:
     1. Sâlihleri ve fazilet sahiplerini sevmenin faydasını görmek için onların yaptıklarını aynen yapmak şart değildir.
     2. Sevgi beraber olmanın temel şartıdır.
     3. İyileri seven, onlarla beraber olmayı da sever.
     4. Sevdikleriyle beraber olması, kişinin her bakımdan onlara eşit olması demek değildir.
     5. Müslüman, kimlere karşı sevgi duyduğuna dikkat etmelidir. Çünkü işin sonunda onlarla beraber olmak vardır.
     372. Ebû Hüreyre radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
     “İnsanlar, altın ve gümüş madenleri gibidir. İslâm öncesi dönemde hayırlı olanlar, İslâm döneminde de İslâm’ı kavramak kaydıyla hayırlıdırlar. Ruhlar, askerî birlikler gibidir. Birbirleriyle tanışan ruhlar, birbirleriyle kaynaşırlar, tanışmayanlar da ayrılığa düşerler.”
Buhârî, Enbiyâ 2
(Sadece ruhlar ile ilgili kısım Hz. Âişe’den rivayet edilmiştir.);
Müslim, Birr 159, 160. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Edeb 16
  • Açıklamalar:
     İnsanların fıtratan işlenmeye müsait muhtelif kıratta maden yataklarına benzetilmesi, onların iyi huy ve güzel ahlâk bakımından farklı seviyelerde olduklarını göstermektedir. Soy sop olarak da insanlar değişik kabilelerden gelmekte, farklı kabiliyet ve ahlâkî değerlere sahip bulunmaktadırlar. Aslında insanların madenlere benzetilmesinden maksat, onlardaki kabiliyetlerin farklılığına, kimilerinin bu açıdan fazla bir şey vadetmediğine, kimilerinin ise, eğitim-öğretimle yani işlenmekle daha da gelişeceklerine işaret etmektir. İslam öncesi Câhiliye döneminde neseb yönünden hayırlı olanlar, İslâm’ı kavramaları halinde İslam döneminde de hayırlılıklarını devam ettirirler. Yani ahlâkî bakımdan Câhiliyede üstün sayılanlar, İslâmî anlayış ve kavrayışa sahip olmaları halinde müslüman olarak da ahlâkî üstünlüklerini devam ettirirler. İman, onların değerlerine yeni değerler katar, zenginleştirir, o yöndeki kabiliyetlerini geliştirir. Bir başka ifade ile, Câhiliye döneminde iyi olabilenler, iyilikler nizâmı demek olan İslâm’da, İslâmî bakış açısını idrak ettikleri takdirde iyi olmaya devam ederler. Zira onlar zaten iyiliklere yatkın kimselerdir. Yoksa İslâm’ın tasvip etmediği câhilî ahlâk ilkelerini İslâm’a taşıyarak onları o dönemde de yaşama şans ve hakları asla söz konusu değildir. Câhilî değerlerle İslâmî değerlerin aynı şeyler olduğu anlaşılmamalıdır. Burada iyiliklere, güzelliklere kabiliyetli olan insanların her dönemde bu meyillerini geliştirebilecekleri ve onun faydasını görebilecekleri üzerinde durulmaktadır.
     Belli ölçülere göre bölüklere ayrılmış askerî birliklere benzeyen ruhların birbirleriyle tanışmış olanları, dünyada da uyum içinde yaşarlar. Ruhlar dünyasında aynı özelliklere sahip olmadıkları için tanışamamış olanlar ise, dünyada biribiriyle kaynaşamazlar. Birbirlerine asla ısınamazlar. Bu, birbirine ısınan veya nefret eden insanların, farklı mizaçtaki insanların farklı davranışları benimsemelerinin, farklı gruplar oluşturmalarının, insan yapısındaki bazı özelliklerden ileri geldiği gerçeğini ortaya koymaktadır. Hayır ve fazilet sahipleriyle beraber olmayı sevenlerin, yapı olarak iyiliklere, onlardan kaçanların ise kötülüğe meyilli oldukları ortaya çıkar.
     O halde iyilere ve iyiliklere meyilli kimselerin adedini eğitim ve öğretim yoluyla arttırmak, toplumların iyiliği ve mutluluğu açısından önem arzetmektedir. Müslümanlar da kendilerini bu bakımdan kontrol etmeli, içlerindeki meyil ve arzuları güzelliklere ve iyiliklere yönlendirmelidirler.
  • Hadis-i Şeriften Öğrendiklerimiz:
     1. İnsanlar değerli madenlere benzerler. İşlenmeleri halinde bu değerleri daha da artar.
     2. İslâm, insanların özündeki değerleri arttırma imkânlarını getirmiş bir dindir.
     3. Birbirleriyle kaynaşabilen insanlar, mizaç ve psikoloji olarak birbirlerine yakın olanlardır. Bu yakınlık hadiste, ruhlar âleminde yekdiğeriyle tanışmış olmak şeklinde ifade edilmiştir.
     4. İhtilaflar içinde yaşayanlar ise, mizaç ve psikoloji bakımından birbirlerine benzemeyenlerdir.
     5. Yaratılıştan sahip olunan değerleri, hayır ve fazilet sahipleriyle düşüp kalkmak suretiyle geliştirmek mümkündür.
     373. İbni Câbir diye de bilinen Üseyr İbni Amr şöyle demiştir:
     Ömer İbnü’l-Hattâb radıyallahu anh, Yemen’den destek bölükleri geldikçe:
   - Üveys İbni Âmir içinizde mi? diye sorardı. Sonuçta Üveys’i buldu ve ona:
   - Sen Üveys İbni Âmir misin? diye sordu. O da:
   - Evet, dedi.(Sonra aralarında şu konuşma geçti):
   - Murad kabilesi Karen kolundan mısın?
   - Evet.
   - Sende alaca hastalığı vardı. Hastalığın geçti, ancak bir dirhem büyüklüğünde bir yerde kaldı öyle mi?
   - Evet.
   - Annen var mı?
   - Evet.
   - Ben Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’i; “Üveys İbni Âmir size Yemenli destek bölükleri içinde gelecektir. Kendisi Murad kabilesinin Karen kolundandır. Alaca hastalığına tutulmuşsa da iyileşmiştir. Sadece bir dirhem mikdarı bir yerde kalmıştır. Onun bir annesi vardır, ona son derece iyi bakar. O, (bir şeyin olması için) Allah’a dua etse, Allah onun duasını kabul eder. Senin için mağfiret dilemesini temin edebilirsen, fırsatı kaçırma, bunu yap!” buyururken işittim. Şimdi benim için istiğfar ediver.
     Üveys, Ömer için istiğfar etti.
     Daha sonra Hz. Ömer :
   - Nereye gitmek istiyorsun? diye sordu. O:
   - Kûfe’ye, dedi. Ömer:
   - Senin için Kûfe valisine bir mektup yazayım mı? dedi. O:
   - Fakir-fukara halk arasında olmayı tercih ederim, diye cevap verdi.
     Aradan bir yıl geçtikten sonra Kûfe eşrafından bir kişi hacca geldi. Ömer radıyallahu anh’a rastladı. Ömer, kendisine Üveys’i sordu. O da:
   - Ben buraya gelirken o, tamtakır denecek yıkık-dökük bir evde oturmakta idi, dedi. Ömer:
   - Ben Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’i:
     “ Üveys İbni Âmir size Yemenli destek bölükleri içinde gelecektir. Kendisi Murad kabilesinin Karen kolundandır. Alaca hastalığına tutulmuşsa da iyileşmiştir. Sadece bir dirhem mikdarı bir yerde kalmıştır. Onun bir annesi vardır, ona son derece iyi bakar. O, (bir şeyin olması için) Allah’a dua edecek olsa, Allah onun duasını kabul eder. Senin için mağfiret dilemesini temin edebilirsen, fırsatı kaçırma, bunu yap!” buyururken işittim, dedi.
     O Kûfe’li adam hac dönüşü Üveys’e uğrayıp:
   - Benim için mağfiret dile! diye ricada bulundu. Üveys:
   - Sen, güzel mübârek bir yolculuktan yeni geldin. Benim için sen dua et! dedi. (Adam, dua isteğinde ısrar edince) Üveys:
   - Sen Ömerle mi karşılaştın? dedi. Adam:
   - Evet, dedi.
     Bunun üzerine Üveys, o kişi için af ve bağışlanma dileğinde bulundu.
     Bu olay üzerine halk Üveys’in kim olduğunu anladı. O da başını alıp gitti (Kûfe’yi terketti).
Müslim, Fezâilü’s-sahâbe 225
     Müslim’in yine Üseyr İbni Câbir’den yaptığı bir rivayete göre ( Birr 223), içlerinde Üveys ile alay eden eşraftan bir kişinin de bulunduğu Kûfeli bir grup Ömer’e geldiler. Ömer :
   - Burada Karenîlerden kimse var mı? diye sordu. Hemen o alaycı adam Ömer’in yanına geldi. Ömer radıyallahu anh şöyle dedi:
   - Şüphesiz ki Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem, “Yemenden size Üveys adında bir adam gelecek. Annesinden başka kimsesi olmayan bu adam (sadece, anasına hizmet maksadıyla) Yemenden ayrılmıyordu. O, alaca hastalığına tutulmuştu. Allah’a dua etti de, dinar veya dirhem büyüklüğündeki bir yer dışında, Allah onu hastalığından kurtardı. Ona hanginiz rastlarsa, sizin için istiğfar ediversin!” buyurdu.
     Yine Müslim’in bir başka rivâyetinde (Birr 224) Hz. Ömer’in şöyle dediği nakledilmiştir:
     Ben, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’i şöyle buyururken işittim:
     “Hiç şüphesiz tâbiîlerin en hayırlısı Üveys adındaki bir kimsedir. Onun bir anası vardır, alaca hastalığı geçirmiştir.(Ona rastlarsanız), sizin için istiğfar etmesini isteyiniz!”
  • Üseyr İbni Amr:
     Dedesine nisbetle İbni Câbir diye de bilinen Üseyr, Hz. Peygamber’in vefâtında 10-11 yaşlarında bulunuyordu. Hz. Peygamber’den iki hadis rivâyet etmiştir. Hz. Ömer’den rivâyetleri vardır. Kendisinden Kütüb-i Sitte sahiplerinden sadece İmam Müslim hadis nakletmiştir. Hakkında fazlaca bir bilgi bulunmayan Üseyr’in Haccac zamanına kadar yaşadığı sanılmaktadır. Allah ondan razı olsun.
  • Açıklamalar:
     Hadisimiz, hayır ve fazilet sahiplerini ziyâret edip dualarını almak konusunda Peygamber Efendimiz’in sözlü tavsiyesini ve o tavsiyenin Hz. Ömer tarafından nasıl yerine getirildiğini, yani konuya ait sahâbe uygulamasını gözler önüne sermektedir. Hatta hayır ve fazilet sahiplerinin dış görünüşleri, nereli ve hangi kabileden, hangi soydan soptan oldukları, nasıl bir yerde ve hangi şartlarda yaşadıkları önemli değildir. Toplumun pek kıymet vermediği belki de küçük gördüğü kimseler arasında da gerçek fazilet sahipleri bulunabilir. Önemli olan onları bulmak ziyaret edip kendilerinden yararlanmaktır.
     Hz. Peygamber, kendi zamanında yaşamış ve müslüman olmuş olmasına rağmen, annesine hizmette kusur etmemek maksadıyla Yemen’den ayrılamayan ve gelip kendisiyle görüşüp sahâbî olma imkanına kavuşamayan ve fakat Allah katında duası makbul olan Üveys el-Karenî, halkımızın söyleyişi ile Veysel Karânî hazretlerini ashâbına tanıtmış ve onunla karşılaşanların kendisinden dua istemelerini tavsiye etmiştir. Bu durum, fazilet sahiplerine karşı nasıl davranılacağı konusunda ümmetin eğitilmesi demektir. Üstelik sahâbîler, sahâbî olmayanlardan üstün kabul edildikleri halde Hz. Peygamber’in böyle bir tavsiyede bulunması, dua istemekte ast üst ayırımı olmadığını da göstermektedir.
     Hadîs-i şerîfte öncelikle Hz. Peygamber’in kendisiyle görüşmediği halde Üveys el-Karenî hazretleri hakkında verdiği bilgilerin bütünüyle doğru çıkmış olması, onun geleceğe yönelik verdiği diğer bilgilerin de doğru olduğunun delilidir. Zaten Peygamber Efendimiz’in verdiği herhangi bir haberde yanıldığı şimdiye kadar tesbit edilebilmiş değildir.
     Şu da bir gerçektir ki, şayet Hz. Peygamber tanıtmasaydı Üveys el-Karenî hazretleri, Allah katında duası makbul bir halis kul olmasına rağmen tanınmayacaktı. O, öylesine bir mahviyet sahibi idi. Hz. Ömer’e fakir halk arasında olmayı tercih edeceğini söylemesi, daha sonra durumunun farkına varılması üzerine Kûfe’yi terkedip gitmesi ondaki olgunluk ve kemâlin işâretleridir.”Üveysîlik” denilince herhalde böylesi bir mahviyet anlaşılmalıdır.
     Yine hadîs-i şerîfte Hz. Ömer’in, Hz. Peygamber’den öğrendiği bir bilginin peşine nasıl düştüğü, onun tavsiyesine nasıl uyduğu, fazilet sahiplerine nasıl sahip çıktığı görülmektedir. Bu da Hz. Ömer’in fazilet ve olgunluğunu göstermektedir.
     Pek tabiî olarak hadîs-i şerîf, Üveys el-Karenî hazretlerinin faziletini gözler önüne sermekte ve onun tâbiîn neslinin en faziletlisi olduğunu Peygamber sözüyle ortaya koymaktadır. Aynı hadisleri Müsned adlı büyük hadis kitabında ( I, 38; III,180 ) rivâyet etmiş bulunan İmam Ahmed İbni Hanbel’in, Saîd İbnü’l-Müseyyeb’i tâbiîlerin en üstünü olarak tanıtması, onun şer’î ilimlerdeki üstünlüğü sebebiyledir. Allah katındaki mevki ve hayırlılık itibariyle bir değerlendirme olmasa gerektir.
  • Hadis-i Şeriften Öğrendiklerimiz:
     1. Dua isteyen daha faziletli olsa da, hayır ve fazilet sahiplerinden dua ve istiğfar talebinde bulunmak müstehaptır.
     2. Üveys el-Karenî hazretleri tabiîlerin en faziletlisidir.
     3. Anne ve babaya itaat etmek, eriştiği mânevî dereceyi herkesten gizlemek güzel hareketlerdir.
     4. İnsanları dış görünüşe bakarak değerlendirmemek, hele onlarla asla alay ve istihza etmemek gerekir.
     374. Ömer İbnü’l-Hattâb radıyallahu anh’den şöyle dediği rivayet olunmuştur:
     Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’den umre yapmak için izin istedim, verdi ve:
     “Sevgili kardeşim, bizi de duadan unutma!” buyurdu.
     Bu sözüyle Hz. Peygamber bana öyle bir şey söylemiş oldu ki, benim için dünyaya bedeldir.
     Bir rivâyette (Ebû Dâvûd, Vitr 23; Tirmizî, Daavât 109) Hz. Peygamber, “Sevgili kardeşim, bizi de duana ortak et!” buyurmuştur.
Ebû Dâvûd, Vitr 23;
Tirmizî, Daavât 109.
Ayrıca bk. İbni Mâce, Menãsik 5
  • Açıklamalar:
     Hz. Ömer’in, daha önceleri adamış olduğu bir umreyi yerine getirmek için Hz. Peygamber’den izin istediğini görüyoruz. Bu, talebenin hocasından, müridin şeyhinden edeben izin istemesi gibi bir şeydir. Zaten ashâb-ı kirâm Resûlullah’tan izin almadan bir şey yapmazlardı. Resûl-i Ekrem Efendimiz Hz. Ömer’e izin verdikten sonra, ondan umre yaparken kendisine de dua etmesini istedi. Bir önceki hadiste Hz. Ömer’e Üveys el-Karenî’den dua niyazında bulunmasını tavsiye etmişti.
     Hz. Peygamber’in, Ömer de olsa herhangi bir sahâbîden dua istemeye ihtiyacı olmadığını unutmamak gerekir. Ancak o, hayır ve fazilet sahibi olduğu bilinen insanlardan, özellikle mübarek yer ve makamlarda bulunacak kimselerden dua istemenin gerektiğini ümmetine bizzat öğretmektedir. Öte yandan Hz. Peygamber’in “Bizi de duana ortak et” buyurması Hz. Ömer için son derece büyük bir iltifat ve duasının makbul olacağı yönünde büyük bir müjdedir. O da zaten bunu anlamakta hiç geçikmemiş ve “Hz. Peygamber’in bu sözünün kendisini mutlu ettiği kadar hiç bir şeyin mutlu etmeyeceğini, bu sözün kendisi için dünyalara bedel olduğunu” söylemiştir. Şimdi düşünelim, Hz. Peygamber’den böylesine bir iltifat görmüş olan Hz. Ömer, onun,”Üveys el-Karanî’den kendine dua etmesini dile!” tavsiyesine dört elle sarılmaz mı? “Ben sahâbiyim, o değil” gibi bir değerlendirme yapar mı?
     O halde herkes hayır ve fazilet sahibi olduğuna inandığı kimselerden kendisi için dua etmesini istemelidir. Bu hadis sefere çıkma edebi konusunda 715 numarayla tekrar gelecektir.
  • Hadis-i Şeriften Öğrendiklerimiz:
     1. Hz. Peygamber’in yaptıklarıyla tavsiyeleri tam bir uyum içindedir.
     2. Hac ve umreye gidenleri uğurlayanların onlardan, kutsal topraklarda kendileri için dua etmelerini istemeleri yerinde bir harekettir.
     3. Müminin gıyâbında yapılan dua makbüldür.
     375. Abdullah İbni Ömer radıyallahu anhümâ şöyle dedi:
     Nebî sallallahu aleyhi ve sellem binekle veya yaya olarak Kubâ Mescidi’ni ziyâret eder ve orada iki rek’at namaz kılardı.
Buhârî, es-Salât fî mescidi Mekke ve’l-Medîne 4;
Müslim, Hac 516
     Bir rivayette (Buhârî, es-Salât fî mescidi Mekke ve’l-Medîne 3; Müslim, Hac 521) Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem her cumartesi günü binekle veya yaya olarak Mescid-i Kubâ’ya giderdi. Abdullah İbni Ömer de böyle yapardı, denilmektedir.
  • Açıklamalar:
     Mübarek yer ve makamları ziyâret etmenin dinen uygun ve hatta gerekli olduğunu gösteren bu hadîs-i şerîf, konu başlığındaki “faziletli yer ve makamları ziyâret” faslı ile ilgilidir.
     Kubâ ve Kubâ Mescidi, Medine’de oluşan İslâm toplumunun daha ilk günden beri bildikleri bir yerdir. O günlerde Medîne’ye üç mil kadar bir uzaklıkta bulunan Kubâ bugün şehrin içinde bir semt olmuştur. Hz. Peygamber’in oraya zaman zaman yaya olarak gitmesi, Kubâ’nın Mescid-i Nebevî’ye yakınlığını gösterir. Efendimiz’in özellikle cumartesi günleri Kubâ’yı ziyâret edip orada iki rek’at tahiyyetü’l-mescid veya nâfile namaz kılması, hiç şüphesiz oraya verdiği önemi gösterir. Nitekim Kubâ Mescidi’nde kılınacak iki rek’at namazın bir umre yerine geçeceğine dair rivâyetler kaynaklarımızda yer almaktadır (bk.Tirmizî, Salât 125). Sa’d İbni Ebû Vakkas da ,“Kubâ Mescidinde kılacağım iki rek’at namaz benim için, Mescid-i Aksa’ya iki kez gidip gelmekten daha sevimlidir. Kubâ’daki fazileti insanlar bilselerdi, çok uzaklardan da olsa oraya bineklerle ulaşmaya çalışırlardı” demiştir.

Hadisin râvisi olarak Abdullah İbni Ömer’in Hz. Peygamber’den gördüğü şekilde amel etmesi, onun sünneti yaşamaya gösterdiği titizlik ve hassasiyetin bir sonucudur.
  • Hadis-i Şeriften Öğrendiklerimiz:
     1. Faziletli yerleri ziyâret etmek sünnettir.
     2. Kubâ mescidini cumartesi günleri ziyaret edip orada iki rek’at namaz kılmak sünnettir.
     3. Ashâb-ı kirâm, sebep ve hikmetini kestiremeseler bile Hz. Peygamber’den gördüklerini yapmakta tereddüt etmezlerdi.

21 Ekim 2021 Perşembe

TEFSİR DERSLERİ ✿ܓ✿ ♥ܓ✿ Âl-i İmrân Suresi 77. ve 78. Ayet-i Kerimelerinin Meal ve Tefsiri

Âl-i İmrân Suresi
77. ve 78. Ayet-i Kerimeler Arasının
Meal ve Tefsiri

  • Âl-i İmrân Suresi 77. Ayet-i Kerimenin Meali:
     "Allah’a verdikleri sözü ve yeminlerini az bir bedelle satanlara gelince, işte onların âhirette hiç nasipleri yoktur. Kıyamet günü Allah onlarla konuşmayacak, onlara bakmayacak ve onları temize çıkarmayacaktır. Onlar için elem veren bir azap vardır."
  • Âl-i İmrân Suresi 77. Ayet-i Kerimenin Tefsiri:
     Râzî âyetin yahudiler hakkında olduğunda tereddüt bulunmadığı kanaatindedir. Zira ona göre yahudiler hakkında olduğunda şüphe bulunmayan 78. âyet bu âyete atfedilmiştir (VIII, 106-107).
     Tefsir ve hadis kaynaklarında bu âyetin nüzûl sebebi açıklanırken, Ehl-i kitap’tan bazılarının, yeminin kutsallığını hiçe sayarak menfaat elde etmeye çalıştıklarını ortaya koyan olaylara yer verilir (meselâ bk. İbn Atıyye, I, 459-460). Bu olaylar âyetin anlaşılmasında canlı birer örnek teşkil etmekle beraber, esasen burada âhiret inancına sahip olan herkese, Allah’ı kendi sözüne kalkan yaparak hak gasp etmeye çalışmanın ağır sonuçları üzerinde düşünme çağrısı yapılmaktadır. Bu âyette Allah’a verilen sözü ve O’nun yüce adı ortaya konarak yapılan beyanları dünyevî çıkarlar uğruna satma eylemi hakkında yer alan ifadeler dikkatle incelenirse, bunun haram kılınan diğer birçok fiile göre çok daha vahim sonuçları olduğu anlaşılır. Gerçekten, insanoğlu nefsinin tutkularına esir düşerek günah ve cezayı mûcip olduğunu bildiği halde bazı yasak eylemlerden uzak duramasa bile, bu âyetteki ikaza rağmen, âhiret hayatının varlığına inanan hiçbir akıl ve iz’an sahibi geçici bazı dünyevî çıkar ve hazlar uğruna ebedî âhiret nimetlerinden yoksun kalmayı, üstelik Allah’ın kendilerini muhatap kabul etmeyip yüzüne bile bakmayacağı kimselerden olmayı, dolayısıyla O’nun engin af ve mağfiretinin kapılarını kendi eliyle kendi suratına kapatmayı, sonunda da elem verici bir azaba çarptırılmayı göze alma anlamına gelen bu çirkin yola tevessül etmez.
     Allah’ın bu kimselerle konuşmaması ve onlara bakmamasından maksat, onların Allah Teâlâ nezdinde hiçbir değerlerinin ve itibarlarının olmaması, O’nun gazabına müstahak olmaları; Allah’ın onları temize çıkarmaması (“tezkiye” etmemesi), onları bağışlamaması ve günahlardan arındırmaması ya da sâlih kullarına lâyık gördüğü övgüden onları yoksun bırakmasıdır ki bunlar kulluk bilincine sahip kişi için gerçekten çok vahim sonuçlardır (İbn Atıyye, I, 460; Zemahşerî, I, 197).
     Kurtubî bu âyetten, –bazı hadislerde de açıkça belirtildiği üzere– lehine hüküm verilen kişinin gerçeği bilmesi halinde, hâkimin objektif delillere binaen verdiği kararın haksız kazancı helâl hale getirmeyeceği hükmünün çıktığını belirtir (IV, 120).

  • Âl-i İmrân Suresi 78. Ayet-i Kerimenin Meali:
     Onlardan bir grup, kitapta olmayanı ondan sanasınız diye kitabı okurken dillerini eğip bükerler ve Allah katından olmadığı halde, “Bu Allah katındandır” derler. Onlar bile bile Allah hakkında yalan uydurmaktadırlar.
  • Âl-i İmrân Suresi 78. Ayet-i Kerimenin Tefsiri:
     Bu ve devamındaki âyetlerde Ehl-i kitap’tan bir grubun kendi kitaplarındaki bilgileri çarpıtmalarına özel olarak değinildikten sonra, her akıl sahibinin kabul edeceği hakikatleri göz önüne almamalarının müslümanlarla kendi aralarındaki diyaloga engel teşkil ettiğine dikkat çekilmektedir.
     Yukarıda 69-74. âyetlerde Ehl-i kitap’tan bazılarının, müslümanların Kur’an-ı Kerîm’e olan güvenlerini sarsmaya yönelik şaşırtma taktiklerine yer verilmiş ve onların gerçekte sadece kendilerini aldattıkları belirtilmişti. 78. âyette ise bir de kendi kitaplarındakileri yanlış aksettirmeyi hedefleyen bir şaşırtma taktiği uyguladıkları ve bile bile yüce Allah hakkında yalan uydurdukları bildirilmektedir.
     Müfessirler genellikle 78. âyetin bir kısım yahudiler hakkında olduğu kanaatindedirler. Kur’an-ı Kerîm’in birçok âyetinde yahudilerin Tevrat’ı aslî hüviyetine aykırı biçimde göstermek için değişik yollar denediklerine işaret edilir (bu yollar hakkında bk. Âl-i İmrân 3/ 3-4; özellikle “tahrîf” hakkında bk. Bakara 2/75). İşte bunlardan biri olan ve bu âyette belirtilen dili eğip bükme diye ifade edilen bu davranışın başka bir âyette (Nisâ 4/46) açıkça yahudilere nisbet edilmiş olması bu kanaati destekleyici niteliktedir. Âyette geçen bu deyim ağzı eğip bükerek okumak suretiyle metni anlaşılmaz veya yanlış anlaşılır hale getirmeyi ifade eder; ancak bunun icra tarzı hakkında farklı açıklamalar yapılmıştır. Zemahşerî, doğru şekli yerine tahrif edilmiş şeklini okumanın ya da kitapta olmayan ifadeleri ondakilere benzeterek okumanın kastedilmiş olabileceğini belirtir (I, 197). Kaffâl’den nakledilen bir yoruma göre, nasıl ki Arapça’da kelimelerin harekelerinde yapılan değişiklikle anlam değişikliği sağlanabiliyorsa aynı şeyin İbrânîce açısından düşünülmesi uzak ihtimal değildir. Yanlış bilginin ne olduğunu açıklarken ise müfessirler daha çok Ehl-i kitabın kendi kutsal kitaplarında özellikle Hz. Muhammed’in geleceğini ve onun sıfatlarını haber veren kısımları değiştirmeleri, anlaşılmaz hale ya da yanlış anlaşılacak bir şekle getirmeleri üzerinde dururlar. Bazı müfessirler de bu âyeti İbn Abbas’tan gelen şu rivayetin ışığında yorumlarlar: “Kıyamet gününde Allah’ın kendileriyle konuşmayacağı ve kendilerine bakmayacağı kimseler, Muhammed hakkındaki bilgileri karmaşık hale getiren bir kitap yazıp onu Hz. Muhammed’i anlatan kutsal kitaba karıştıran, sonra da: ‘İşte bu Allah katındandır’ diyenlerdir.” Bununla birlikte sonraki iki âyetin içeriği dikkate alınırsa burada, Ehl-i kitap’tan bir kısım din adamlarının Kitâb-ı Mukaddes’teki –“baba” kelimesinin “evrenin sahibi, koruyan, gözeten” anlamında olmak üzere yüce Allah hakkında kullanılması gibi– bazı mecazi ifadeleri çarpıtmalarından ve açıkça tek tanrı inancını ihlâl eden bir yola girmelerinden söz edildiği sonucu çıkarılabilir.
     “Kitapta olmayanı ondan sanasınız diye” ifadesiyle “Allah katından olmadığı halde, ‘Bu Allah katındandır’ derler” ifadesinin aynı anlama geldiğini ve ikincinin birinciyi teyit için olduğunu söyleyenler varsa da, konunun inceliklerine inen bilginler bunların arasındaki farkı şöyle açıklarlar: Kitapta olmayan her şey için “Bu Allah katından değildir” denemez; zira dinî hüküm kitapla sabit olabileceği gibi sünnet, icmâ ve kıyasla da sabit olabilir (Râzî, VIII, 108). Bu izahta dinî hükümlerin bilinmesi ve kaynaklardan çekip çıkarılması açısından İslâmî metodoloji ve terminolojiden yararlanılmışsa da, bunu şu şekilde anlamak uygun olur: Kutsal kitaba izâfeten yanlış bilgi veya izlenim vermeleri iki yönde cereyan ediyordu: a) Kitaptaki ifadeleri değiştirme, b) kitabı kendi kişisel arzularına ve eğilimlerine göre yorumlama. Kanaatimizce de konu yahudilerin ilâhî kelâma sadakatsizliklerini anlatan diğer Kur’an âyetleri ışığında incelendiğinde, bu iki ifade arasında böyle bir anlam farklılığının bulunduğu anlaşılmaktadır. Ayrıca bu ayırım dikkate alındığında, âyette müslümanlara da şöyle bir ikazın bulunduğu düşünülebilir: Ehliyetsiz veya kötü niyetli kişilerin gerek hadis uydurmak gerekse nasları keyfî yoruma tâbi tutmak suretiyle “Bunlar Allah katındandır” iddiasında bulunabileceklerine ve dini aslî hüviyetinin dışına çıkarmaya çalışabileceklerine dikkat edilmelidir. Nitekim müslümanlar asırlar boyu bu tür menfur çabaların acı sonuçlarını görmüş, bunun sıkıntısını yaşamışlardır.
    Bu iki ifade arasındaki farklılıkla ilgili diğer bir yorum da şöyledir: Çarpıtarak verdikleri bilgileri, Tevrat’ı bilmeyenlere “Bunlar Tevrat’tandır” diye takdim ederlerken, Tevrat hakkında bilgisi olanlara da bunların Hz. Mûsâ’dan sonra gelen peygamberlere vahyedilenlerden yani yine Allah katından olduğunu söylüyorlardı (Râzî, VIII, 108).

Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 1 Sayfa: 609-613

18 Ekim 2021 Pazartesi

İSLÂM, SEVGİ ve AİLE / İslam Diniyle İlgili Yanlış Algılar Bağlamında Ailede Yozlaşma ve Şiddet / Sayfa: 809 - 827

ULUSLARARASI SEMPOZYUM
YANLIŞ ALGILAR ve DOĞRU İSLÂM
28-30 Ekim 2016
ŞanlıUrfa / TÜRKİYE
Sayfa: 809 - 827
İSLÂM, SEVGİ ve AİLE
İslam Diniyle İlgili
Yanlış Algılar Bağlamında
Ailede Yozlaşma ve Şiddet
Nazım BAYRAKDAR * 

     Bu bildiride ailede yozlaşma ve şiddet problemi, din eğitimi perspektifinden ele alınmıştır. Bildirinin temel iddiası, insanlara yeterli ve nitelikli bir din eğitimi hizmeti sunulamamasının ailede yozlaşma ve şiddet probleminin temelinde yatan en önemli nedenlerden birisi olduğu; örgün ve yaygın din eğitimi faaliyetlerinin bilimsel bir temel üzerine bina edilmesinin, söz konusu problemin çözümüne büyük bir katkı sunabileceğidir. Bildiri, öğretime konu edilecek olan İslam dininin, işin ehli olan kişiler tarafından, temel ilke ve esaslardan taviz verilmeksizin, günümüzün ihtiyaçlarına cevap verecek şekilde yorumlanıp güncellenmesinin gerekliliği ön kabulünden hareketle kaleme alınmıştır. Bildiride ailede yozlaşma ve şiddet probleminin, aile fertlerinin birbirlerine yönelik bakış açılarındaki çarpıklıkla ve sevgi duygusundaki yozlaşma ile doğrudan ilişkisi olduğu vurgulanmıştır. Bu bağlamda İslam dininin temel kaynaklarında yer alan hükümler esas alınarak aile fertlerinin birbirlerine bakış açılarının ne olması ve birbirlerine yönelik hissettikleri sevginin hangi nitelikleri taşıması gerektiği hususunda değerlendirmelerde bulunulmuştur. Bildiri genel itibariyle; aile fertlerinin birbirleri için huzur kaynağı oldukları zamanlarda nimet; sıkıntı ve huzursuzluk kaynağı oldukları zamanlarda ise emanet oldukları gerçeğine uygun hareket etmeleri durumunda aile içi şiddet probleminin büyük ölçüde çözüme kavuşacağı iddiasını temellendirme gayesi ile yazılmıştır.
     Yüce Allah katında yegâne din olan İslam’ın doğru anlaşılması ve yaşanması, öteden beri var olan önemli bir problemdir. İslam dininin kıyamete kadar varlığını koruyacağına dair -bu dinin inanırları olarak- en ufak bir kuşkumuz yoktur. Günümüzde sorumluluk bilincine sahip her Müslümanın endişe duyması gereken asıl mesele, İslam dininin özüne ve evrensel niteliğine uygun şekilde yorumlanıp yorumlanmadığıdır. Çünkü Müslümanlar, söz konusu endişeyi haklı ve gerekli kılan iki önemli tehditle karşı karşıyadır. Bunlardan birincisi, halka din hizmeti yapıyor görüntüsü vererek ortaya çıkıp gelişen, büyüyen, yayılan ancak asıl amacı dine hizmet değil, nefse ve dış güçlere hizmet olan gruplara liderlik eden kişilerin İslam dininin temel esaslarıyla bağdaşmayan yorumlarının halkta bir karşılık bulabilmesidir. Diğeri ise, insanların ayetleri ya da hadisleri, etkisi altında kaldıkları popüler kültür ile uyumlu şekilde yorumlama çabası içerisinde olmalarıdır. Müslümanların bu iki tehdide karşı kendilerini koruya bilmelerinde en büyük sorumluluk elbette ki İlahiyat ve Diyanet camiasına düşmektedir. Bu nedenle bugün burada yapılan sempozyumun, bu sorumluluğun ifası bakımından büyük bir önemi haiz olduğu kanaatindeyim.
~~~~ * ~~~~
Yukarıdaki Bölümdeki Dipnot:
* Yrd. Doç. Dr. Uşak Ün. İlahiyat Fak.

~~~~ * ~~~~

     İslam dininin çeşitli konularla ilgili ortaya koyduğu hükümlerin anlaşılması noktasında yaşanan problemin, Hz. Peygamberin vefatından sonra ortaya çıktığı rahatlıkla söylenebilir. Zira Hz. Peygamber hayattayken Müslümanlar arasında O’nun sözünün üstüne söz söyleyecek bir kimse olamazdı. O vefat ettiğinde ise durum değişti. Müslüman olmuş ama iman henüz kalplerine yerleşmemiş bazı kimseler, Efendimizin vefatını bir fırsat olarak görmüşlerdi. Bu bakımdan Hz. Peygamberin vefat etmesi, İslam dininin anlaşılması ve yorumlanması noktasında ortaya çıkacak ciddi bir tehlikenin kapısının ardına kadar açıldığı anlamına geliyordu. Nitekim münafık olarak nitelendirilen insanlar böylesine elverişli bir ortamı kendi çıkarları adına değerlendirmek üzere hemen harekete geçmişler ve işe fitne faaliyetlerine hız vermekle başlamışlardı. Onlar bütün enerjilerini kabilecilik zihniyetini körükleme üzerine yoğunlaştırmışlardı. Onların bu faaliyetleri kısmen de olsa amacına ulaşmış ve Müslümanlar arasındaki kardeşlik duygularının zayıflamasına, bütünlüğün zarar görmesine yol açmıştı. Buna bağlı olarak Müslümanların bir kısmı, ana gövdeden kopmuş ve farklı oluşumlar altında bir araya gelmişlerdi. Bu oluşumlar, İslam dininin temel kaynakları olan Kur’an’ı ve Hz. Peygambere ait söz ve uygulamaları farklı şekilde anlama eğilimine girerek adeta kendi farklarını ortaya koymak istemişlerdi. Temelinde akl-ı selimden ziyade kin ve husumet bulunan böyle bir yaklaşımla İslam dininin ortaya koyduğu hükümlerin, özüne sadık kalınarak doğru bir şekilde anlaşılıp uygulanması zaten mümkün değildi.
     İlk dönemlerde ortaya çıkan anlayış farklılıkları, ana gövdeyi temsil eden yapı içerisinde de ortaya çıkmıştır. Ancak bu farklılıklar çoğunlukla esasa müteallik meseleler olmadığı için yadırganmamış / anlayışla karşılanmıştır. Esasen bu tür farklılıkların ortaya çıkmasında birçok faktörle birlikte, o dönemde yaşamış âlimlerin içerisinde yaşadıkları yerleşim bölgelerine ait koşullar da etkili olmuştur. Bu nedenle ben bu noktada önemli gördüğüm bir hususa değinmek istiyorum. Dört büyük mezhep imamının yaklaşık aynı dönemde ve birbirine birçok yönden benzeyen toplumsal koşullarda yaşamalarına rağmen ortaya koydukları fetvaların farklılaşabildiği ve bu farklılaşmanın genel itibariyle yadırganmadığı bir gerçektir. Bu durumda, söz konusu âlimlerimizin yaşadığı dönemden oldukça farklı toplumsal koşullarda yaşadığımız şu asırda, ilk dönemlerde ortaya konulmuş yorumların ve fetvaların günümüz ihtiyaçlarına cevap vermekte yeterli olduğu, yeni yorumlara ve fetvalara gerek olmadığı iddiasının sağlam bir temele dayanmadığını belirtmemiz gerekir.
     İslam dininin anlaşılması ve hayata tatbik edilmesi ile ilgili problemin, tarihsel süreçte daha da derinleşmesine yol açan çeşitli faktörlerden söz edilebilir. Fetihler sayesinde Müslümanların farklı kültürlere sahip topluluklarla karşılaşmaları ve onlarla yaşadıkları etkileşim, yeni Müslüman olmuş toplulukların atalarından tevarüs ettikleri kültürün etkisinden kurtulamamış olmaları, eğitim siteminde yaşanan aksamalar bu faktörler arasında sayılabilir. Ancak meseleye günümüz açısından bakılacak olursa, Müslümanların değer yargılarındaki, hayata bakış açılarındaki ve yaşam tarzlarındaki yozlaşmanın büyük ölçüde, kapitalist odaklar tarafından küresel ölçekte estirilen değişim rüzgârından kaynaklandığı söylenebilir.
     İnsan, fıtratı gereği etkilenen ve etkileyen yani fiziki ve sosyal çevresi ile sürekli etkileşim halinde bulunan bir varlıktır. İnsanın eğitiminde, kişiliğinin oluşumunda, sosyal, dini, ahlaki ve zihinsel gelişiminde söz konusu etkileşimin rolü oldukça büyüktür. İnsanın etkileşim halinde olma özelliği doğal olarak insanlardan oluşan toplumlara da sirayet etmiştir. Günümüzde hiçbir toplum, hiçbir kültür kendini diğer toplumların / kültürlerin etkisinden soyutlama kabiliyetine sahip değildir (Taylan,1991:139). Bu durumda yapılması gereken şey diğer toplumlarla etkileşimi önlemeye çalışmak değil, bu etkileşimi başarılı bir şekilde yönetmektir. Denizde yolculuk yapan bir geminin fırtınadan ve dalgalardan etkilenmemesi düşünülemez. Önemli olan duruma uygun tedbirler alarak dezavantajlı gibi görünen durumları en az hasarla atlatabilmek ve hatta mümkünse avantaja dönüştürebilmektir. Tabi ki bu, gemiyi yöneten kişilerin ilgili alanda yeterli donanıma sahip olmalarını gerektirir.
     Toplumlar ve kültürler arası etkileşimin hızı, küreselleşme olgusu ile birlikte iyice artmıştır. Teknolojik araçların ve özellikle de kitle iletişim araçlarının gelişip yaygın olarak kullanılmaya başlaması ve hızlı ulaşım imkânlarının artması ile birlikte dünyamız adeta küçük bir köy haline gelmiştir (Çalık, Sezgin, 2005: 57). Küreselleşme adı verilen bu olgunun insanlar için bir nimet mi yoksa bir tehdit mi olduğu tartışılabilir. Ticari kuruluşlar yönüyle ele alındığında küreselleşmenin özellikle de büyük sermayedarlar açısından cazip fırsatlar sunduğu ortadadır. Diğer yandan geleneksel dini ve milli değerler açısından bakıldığında hâlihazırdaki durumun hiç de iç açıcı olmadığı rahatlıkla söylenebilir. Zira toplumlar ve kültürler arası etkileşimin giderek artması ile birlikte insanlar, farklı kültürlerle sıkça karşılaşmaya başlamışlardır. Bu karşılaşma sürecinde kendi kültürünü daha etkili / başarılı şekilde sunabilen / pazarlayan toplumlar doğal olarak diğer kültürlerin dönüşümüne ya da yozlaşmasına neden olabilmektedirler. O halde burada önemli bir gerçeğe işaret etmekte fayda vardır: Küreselleşme olgusu ile birlikte hızı artan kültürler arası etkileşim sürecinde her kültürün etki gücü eşit değildir. Kültürlerin etki gücü, yaşandığı toplumların gelişmişlik ve refah düzeylerinin yanı sıra kitle iletişim araçlarını etkili şekilde kullanma durumları ile doğru orantılıdır (Avcıoğlu, 2013: 23-25). Bu açıdan bakıldığında İslam kültürünü temsil ettiği düşünülen toplumların söz konusu etkileşim sürecinde daha çok, “etkilenen” konumda bulunmaları doğaldır. Hayat anlayışı ve yaşam tarzı başta olmak üzere Müslüman toplumların hal ve hareketlerinin her geçen gün daha fazla batılı tarza bürünmesi, daha çok “etkilenen” konumda bulunduklarının açık göstergelerinden birisidir. Bugün gençlerimizin, küreselleşme denilen değişim rüzgarının önünde adeta bir yaprak gibi savrulmaları, popüler kültürün elinde şekillenen bir kuklaya dönüşmeleri gibi acı realiteler ile karşı karşıya isek, toplumlar arası etkileşim sürecinde “etkileyen” konumda bulunduğumuzu iddia etmemiz mümkün değildir.
     Toplumlar ve kültürler arası etkileşim sürecinde daha çok ‘etkilenen’ konumda bulunmamız, Müslüman bilginlerin İslam dinini evrensel niteliğine uygun şekilde yorumlayıp öğretime konu edemediklerine işaret etmektedir. İslam dininin evrensel niteliğine uygun şekilde yorumlanamaması ve sağlıklı şekilde öğretime konu edilememesi, küreselleşme denilen değişim rüzgârının etkisinde kalan Müslümanları şu üç yoldan birine yönelmeye mahkûm etmektedir. Birinci yol, tepkisel bir yaklaşımı benimseyerek radikalleşmektir. Yani bireyin, kendisi ile aynı inançları ve yorumları paylaşmayan kişi ya da grupları düşman olarak görmesi ve hatta onları yok etmenin en doğru yol olduğuna dair bir inanç geliştirmesidir. Anlayış bu olunca, ayetlerin ve hadislerin buna göre yorumlanması kaçınılmaz hale gelmektedir. İkinci yol, insanların din ile aralarındaki gönül bağlarını zayıflatmalarıdır. Üçüncü yol ise, dini bilginin -özünden uzaklaşılarak- popüler kültür ile uyumlu şekilde yorumlanmasıdır.
     Dikkat edilirse bu üç yol, bilinçli hiçbir Müslümanın arzu edebileceği nitelikte değildir. Bu durumda özellikle de İlahiyat ve Diyanet camiasına önemli bir sorumluluk düşmektedir. Bu sorumluluk, insanlara dördüncü bir yolun da var olduğunu ve bu yolun kendileri için en isabetli seçenek olduğunu göstermektir. Bir diğer ifadeyle; İslam dininin gerçekten evrensel bir din olduğu, her toplumda ve her dönemde yaşanabileceği ve yaşandığı takdirde kendileri için hayat kaynağı olacağı konusunda insanları ikna edebilmektir. Bu ikna çabasının başarıya ulaşması, İslam dininin yanlış algılanması probleminin çözüme kavuşması açısından oldukça önemlidir.
     Küresel düzeyde yaşanan kültürler arası etkileşim ve toplumsal değişim sürecinden en çok etkilenen kurumların başında aile gelmektedir. Bireysel ve toplumsal açıdan saymakla bitirilemeyecek kadar çok yararları olan aile, yeri başka hiçbir şeyle doldurulamayacak bir kurumdur. Neslin devamında, toplumun geleceği için ihtiyaç duyulan nitelikli bireylerin yetiştirilmesinde, aile fertlerinin huzura kavuşup ahlaksızlıklara karşı kendilerini korumalarında, toplumda huzur ve güvenin sağlanmasında ailenin rolü yadsınamaz. Bu açıdan bakıldığında, aile kurumundaki yozlaşmanın toplumumuzun geleceği açısından ciddi bir tehdit unsuru olduğu rahatlıkla söylenebilir.
     Her toplumsal yapı gibi aile de belli değerler, normlar etrafında teşekkül etmektedir. Söz konusu norm ve değerler aile içerisindeki rolleri belirleyen ve ilişkilere yön veren temel unsurlar arasındadır. (Yazıcı, 2013: 1490). Bununla birlikte günümüz toplumlarında yaşanan hızlı değişme, bireyler arası ilişkilere yön veren geleneksel / dini norm ve değerlerin aşınmasına, içlerinin boşaltılmasına, yozlaştırılmasına yol açmıştır / açmaktadır. Kitle iletişim araçları başta olmak üzere çeşitli yollar ve araçlar kullanılarak bireylere dayatılan yeni yaşam tarzları karşısında özellikle de çocuklarımız ve gençlerimiz kendilerini yeterince savunabilme / koruyabilme imkânı bulamamaktadır.
     Bugün ailede yozlaşma, aile içi şiddet ve İslam dininin ortaya koyduğu hükümlerin yanlış anlaşılması gibi problemlerle karşı karşıya isek ve bu problemler toplumun geneline sirayet etmişse, bunun tek bir izahı vardır. Demek ki biz insanımıza yeterli ve nitelikli bir din eğitimi hizmeti sunamadık. Demek ki Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi dersinin 1982’den bu yana okullarda zorunlu olarak okutulması, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın, sayısı yüz bini aşan öğretici kadrosu ile yaygın din eğitimi hizmeti sunması toplumda İslam dini ile ilgili var olan cehaletin yok edilmesinde yetersiz kalmıştır. Bu yetersizliğin nedenleri ile ilgili elbette birçok faktöre vurgu yapılabilir. Ancak şunu vurgulamakta yarar vardır ki, ülkemizde din eğitimi faaliyetlerinin bilimsel bir temel üzerine bina edilmesinin önemi ve gerekliliği oldukça geç fark edilmiştir. Cumhuriyet dönemi boyunca din eğitimi meselesi çoğunlukla siyasi ve ideolojik kaygılarla ele alınmıştır. Din eğitimine yönelik bakış açısındaki bu çarpıklık doğal olarak örgün ve yaygın din eğitimi hizmetlerinin niteliğini olumsuz etkilemiştir.
     Dini bilgiler, inançlar ve değerler kalplere tam olarak yerleşip kişiliğin bir parçası haline gelememişse, bireyin duygularına, düşüncelerine, davranışlarına istikamet veremez. 1 Özellikle de günümüz şartları dikkate alındığında bu tür bilgilerin, inançların ve değerlerin bireyi çevrenin olumsuz etkisine karşı yeterince koruması da düşünülemez. Bu nedenle çocuklarımızın ve gençlerimizin kendi dinlerine ve kültürlerine yabancılaşmasından rahatsızlık duyan her aydınımızın, din eğitimi meselesi üzerinde ciddiyetle durması gerektiği kanaatindeyim.
     Cumhuriyet dönemi boyunca din eğitimi meselesinin ihmal edilmesi ve halka nitelikli bir din eğitimi hizmeti sunulamamasının bir bedeli elbette olacaktı. Çağın doğru okunamamasının, tehlikelerin zamanında fark edilememesinin, toplumlar ve kültürler arası etkileşim sürecinin başarılı şekilde yönetilememesinin, çarenin yanlış yerlerde aranmasının bedelini ne yazık ki acı bir şekilde ödemek durumunda kaldık / kalmaktayız. Bu bedelin ne kadar ağır olduğunu görebilmek için toplumun temelini oluşturan aile kurumunda yaşanan huzursuzluklara / problemlere bakmak zannediyorum yeterli olacaktır.
     Çok yakın bir zamana kadar belirli bir yaşa gelmesine rağmen evlenmeyip bekâr kalmak, nikâhsız bir şekilde karşı cinsle aşk birlikteliği yaşamak, evliliğin üzerinden epey bir zaman geçmesine rağmen çocuk sahibi olmayı düşünmemek, sudan sebepler ileri sürerek boşanmaya kalkışmak toplumun büyük bir kesimi tarafından yadırganan ve hatta kınanan durumlardı. Ancak günümüzde bu tür durumlar, toplumun önemli bir kesimi tarafından alternatif yaşam tarzları olarak görülmeye ve normal karşılanmaya başlamıştır. Bu anlayış değişikliği, evlenip aile kurmanın ve çocuk sahibi olmanın toplumdaki değerinin giderek azaldığını ortaya koyması yönüyle oldukça düşündürücüdür (Şentürk, 2008: 8). Nitekim son yıllarda evlenme yaşının kademeli bir şekilde yükselmesi, boşanma oranının –özellikle de bazı bölgelerde- evlenme oranından daha hızlı bir şekilde artması bu anlayış değişikliğinin bir ürünü olarak görülebilir. 
~~~~ * ~~~~
Yukarıdaki Bölümdeki Dipnot:
1) M.Şevki Aydın, “Din Öğretiminde Öğrenci Merkezlilik”, Diyanet Aylık Dergi, Haziran 2011, Sayı 46, s. 28 
~~~~ * ~~~~

     Küreselleşme sürecinin bireylere dayattığı öyle değer yargıları ve hayat anlayışları vardır ki, bunlardan bazıları ailenin yozlaşmasını ve aile içerisindeki şiddetin artmasını doğrudan etkilemektedir. Bunlar arasında bireycilik, bencillik, farklı ve görünür olmaya teşvik, imaja ve gösterişe aşırı önem verme, özgürlüğe aşırı vurgu, geleneksel değerleri insanlar için ayak bağı olarak nitelendirme, tüketime teşvik, sübjektifliği ön plana çıkarma, hiçbir değer vazgeçilmez değildir anlayışı, hedonizme teşvik ilk akla gelenlerdir.
     Bireycilik, özgürlük, hazcılık gibi popüler kültürün insanlara dayattığı anlayışlar, evlenip aile kurmanın özgürlükleri kısıtlayıcı bir durum olarak nitelendirilmesine ve evliliğe karşı olumsuz bir tutum geliştirilmesine yol açabilmektedir (Bayer, 2013: 112). Birey için ailenin değersizleşmesi, ailesi ile arasındaki bağların zayıflaması anlamına gelir. Ailesi ile arasındaki bağları zayıflayan bireyin, aile içi sorumluluklarını yeterince ciddiye alması oldukça zordur. Bu durumun, ailenin huzuru açısından önemli bir tehdit oluşturacağı açıktır.
     Günümüzde ailenin yozlaşmasını hızlandıran en önemli faktörlerden birisini, küresel güçlerin aile mahremiyetini ortadan kaldırmaya yönelik çalışmaları oluşturmaktadır (Bayer, 2013: 105). Söz konusu güçler bu çalışmalarını büyük ölçüde görüntülü araçlar üzerinden yapmaktadır. Bu araçlar kullanılarak aile içindeki en mahrem durumlar bile bütün dünyaya dizi filmler, sinema filmleri, yarışma ve magazin programları yoluyla servis edilmektedir. Bu tür programların etkisiyle, aile içerisinde gizli olarak yapılması gereken birçok davranış, toplum huzurunda alenen yapılır hale gelmiştir. Toplumun önemli bir kesiminin yüzünün kızarmasına neden olsa da, bu tür davranışların zamanla kanıksanıp normal karşılanır hale geldiğini ve bireysel özgürlükler kapsamında değerlendirildiğini de belirtmek gerekir.
     Peki, küreselleşme sürecinde popüler kültür çeşitli araçları kullanarak insanların kalplerine kendi değerlerini ve anlayış tarzını yerleştirmeye çalışırken, dini inançların bireyler üzerinde koruyucu etkisini yeterince gösterememesi nasıl izah edilebilir?
     Kendi değerler sistemini sağlam temeller üzerine bina etmiş yani ahlaki gelişimini sağlıklı bir şekilde tamamlamış kimseler için inançlar, söz konusu değişim rüzgârına karşı bireylerin direncinin artmasına önemli bir katkı sunabilir. Ancak içinde yaşadığımız toplumu ele aldığımızda, dini ve ahlaki değerleri öğrenip içselleştirmiş, bu değerleri kişiliğinin bir parçası haline getirebilmiş insanların oranının maalesef oldukça düşük olduğu gözlenmektedir. Kendi değerler sistemini sağlam temeller üzerine bina etmeyi başaramamış insanların, değişim rüzgârının yıkıcılığına karşı yeterli direnci göstermeleri zordur. Bu bakımdan tekrar vurgulamakta fayda vardır ki, çocuklarımıza nitelikli bir din ve ahlak eğitimi hizmeti sunulması ve böylelikle onların dini / ahlaki açıdan sağlıklı şekilde gelişmelerinin sağlanması, kültürel kimliğin korunması, ailede yozlaşma ve şiddet probleminin çözüme kavuşması açısından bir zarurettir.
     Bireyin dini / ahlaki gelişiminde en büyük sorumluluğun aile büyüklerine ait olduğu açıktır. Bu durumda, dinin yozlaştırılmasından sonra en tehlikeli olan ikinci yozlaşma alanının, aile kurumundaki yozlaşma olduğu rahatlıkla söylenebilir. Aile kurumundaki yozlaşmanın önlenebilmesi için İslam dininin aile kurumu ile ilgili ortaya koyduğu hükümlerin net bir şekilde ortaya konulup sağlıklı bir şekilde yorumlanması ve bu hükümlerin birer ayak bağı / sıkıntı kaynağı değil, hayat ve huzur kaynağı olduğu hususunda insanların ikna edilmeleri oldukça önemlidir. Bu noktada yüce Rabbimizin, “Ey iman edenler! Allah ve resulü sizi hayat verecek şeylere davet ettiğinde bu davete icabet edin…” (Enfal Suresi 8/24) buyruğunu zikretmekte fayda görüyorum.
     Bazı Müslümanların aile fertlerine uyguladıkları şiddet içeren davranışlara kılıf olarak bazı ayet-i kerimeleri ya da hadis-i şerifleri kullanmaya kalkışmaları, oldukça ibret verici bir durumdur. Aklı selimle telif edilemeyecek bu tür yaklaşımların esasen, İslam dininin anlaşılması / yorumlanması sürecinde yapılan şu iki yanlıştan kaynaklandığı değerlendirilmektedir:

     Birinci Yanlış: Her din gibi İslam dininde de kişiler arası ilişkilerin hangi esaslara göre yürütülmesi gerektiğini belirten çeşitli hükümler bulunmaktadır. Bu hükümlerin hayata tatbik edilmesi sürecinde işe en yakınlardan başlamak aklın ve dinin gereğidir. Örneğin kendisine iyilik yapılmaya en çok layık olan kişiler başta anne olmak üzere aile fertleridir (Bkz. Buhari, Edeb 2; Müslim, Birr 1). En çok sevilmesi, korunması, gözetilmesi, affedilmesi, anlayışla karşılanması, vefalı olunması, fedakârlık yapılması, güler yüz gösterilmesi gereken kişiler aile fertleridir. Bu bakımdan genel olarak insanlara, özel olarak da Müslümanlara iyi / güzel davranılması gerektiğini ifade eden çok sayıda ayetin ve hadis-i şerifin bulunması, Müslümanların aile fertlerine güzel davranmaları için yeterli bir sebeptir.
     Aile fertleri ile ilişkilerinde İslam’ın temel esaslarına riayet etmeyen kişilerin, aile dışındaki fertlerle ilişkilerinde nezakete, kırıcı olmamaya dikkat etmeleri samimiyetsizliklerini ya da cahilliklerini gösterir. Çünkü bir insanın sorumluluk sahası, dışarıdan içeriye doğru artış gösterir. Yani sorumluklar önem ve büyüklük derecesine göre nefisten başlar; aile, akrabalar, komşular… şeklinde azalarak devam eder. Onun içindir ki; kendine sürekli zulmeden insanın, başkalarına adaletli davranması zordur; kendine hayrı olmayan insanın başkalarına hayrı olmaz; aile fertlerine güven vermeyen insan, komşularına güven veremez. Kendi çocuklarına sürekli zulmeden bir ebeveynin, başkasının çocuklarına sürekli şefkatle yaklaşmasında; bir bayanın kocasına göstermediği güler yüzü, iş yerindeki erkek çalışma arkadaşlarına göstermesinde, bir erkeğin iş yerindeki bayan arkadaşlarına gösterdiği nezaketi kendi eşinden esirgemesinde; mahallesindeki fakirlere zerre kadar ilgi göstermeyen bir Müslümanın dünyanın öbür ucundaki fakir insanlar için adeta yardım seferberliği ilan etmesinde sizce bir gariplik yok mu kıymetli hocalarım? Bence bu tür davranışlar İslam’ın doğru anlaşılmadığını göstermesinin yanı sıra, bireylerin kişilik yapıları yönüyle de ciddi problemleri olduğuna işaret etmektedir.

     İkinci Yanlış: İslam dininin temel kaynaklarında, farklı anlaşılmaya / yorumlanmaya kapı aralamayacak ölçüde net, herkesin anlayabileceği nitelikte, herkesi bağlayan genel geçer hükümler mevcuttur. Müslümanların öncelikle sarılmaları ve hayata tatbik etmeleri gereken ayetler bunlardır. Ancak yapılan gözlemlerde durumun böyle olmadığı açık bir şekilde görülebilmektedir. Bazı Müslümanlar, İslam’ın net hükümlerini görmezden gelebilmekte, özel bazı durumlar için, dönemin toplumsal koşulları dikkate alınarak konulmuş istisnai hükümlere, genel geçer hükümlermiş gibi dört elle sarıla bilmektedir. Peki onlar bunu ne adına yapmaktadırlar? Elbette ki, kendi zaaflarından kaynaklanan olumsuz davranışlarına kılıf bulabilmek için. Örneğin eşine karşı sorumluluklarını yerine getirmeyen ve ona şiddet uygulayan bir koca, “falanca ayette Allah, bana hanımımı dövme yetkisi vermiştir” diyebilmektedir. Ya da çocuğuna ibadet konusunda sağlıklı bir eğitim hizmeti sunamayan ve bu nedenle çocuğunu ibadetlerden nefret eder hale getiren bir baba, “falanca hadis-i şerifte bana, ibadetlerini yerine getirmeyen çocuklarımı dövme yetkisi verilmiştir” diyebilmektedir. Bu insanların, İslam’ın herkesi bağlayan net hükümlerini ıskalayıp, istisnai hükümlerine kurtarıcı bir simit gibi sarılmalarının, İslam dinini doğru anlamamalarının da ötesinde bir mantık zafiyeti içerisinde bulundukları açıktır.
     Herhangi bir ailenin huzur dolu bir ortam haline gelmesi ve bu huzurun devamlı olmasının hiç kimsenin itiraz edemeyeceği netlikte bazı ön şartları vardır. İslam dininin temel kaynaklarında bu şartlar açık bir şekilde ortaya konulmuştur. Meselenin özünü oluşturan bu esasları ıskalayıp yok efendim “Bir kocanın, hanımını dövmesi caiz midir, caizse hangi hallerde nasıl dövmelidir?” gibi meseleler üzerinde yoğunlaşmanın hayırlı bir netice vermeyeceği açıktır. Herhangi bir ailede eşler arasında, “aile ile ilgili kararlarda kimin dediği olacak, kadın kendi aldığı maaşı kendisi mi çekecek yoksa maaş kartını kocasına mı verecek, koca, hanımı üzerinde ne gibi yaptırımlar uygulayabilecek” türünden tartışmalar yaşanıyorsa, o ailenin temelinde çok derin ve tehlikeli fay hatları oluşmuş demektir. Çünkü bu tür tartışmalar ailenin, bir huzur ortamı olmaktan uzaklaşıp mücadele ortamı haline geldiğine, ailede işlerin yolunda gitmediğine işaret etmektedir.
     Ailede huzurun hâkim olabilmesi için aile içi ilişkilerin sevgi ve güven temeline dayalı olması ve ebeveynin sorumluluk bilinci ile hareket etmesi gerektiği, salim akıl sahibi hiç kimsenin itiraz edemeyeceği bir hakikattir. Fıtrat dini olan İslam’ın temel kaynaklarında da sevgi, güven ve sorumluluk bilinci, üzerinde önemle durulan hususların başında gelmektedir. Rum suresindeki şu ayet bu noktada oldukça önemlidir: “Kendileri ile huzur bulasınız diye sizin için türünüzden eşler yaratması ve aranızda bir sevgi ve merhamet var etmesi O’nun (varlığının) delillerindendir. Şüphesiz bunda bilenler için elbette ibretler vardır.” (Rûm Suresi, 30/21)
     Dünya hayatında her insan, huzur arayışı içerisindedir. Yüce Allah bu ayet-i kerimede önemli bir huzur kaynağına işaret etmektedir. Ayette, nikâh bağı ile bir araya gelen eşlerin, birbirleri için huzur kaynağı olduklarına vurgu yapılmaktadır. Çünkü onlar, fıtratlarında bulunan sevme ve sevilme ihtiyacını eşleri sayesinde karşılayacaklardır. Bu, yüce Allah’ın kalplerine, eşleri için koyduğu sevgi sayesinde gerçekleşecektir. O halde aile kurumu içerisinde eşler, yüce Allah’ın bir lütfu eseri kalplerinde var edilen söz konusu sevginin azalmaması için gayret sarf etmeli ve bu şekilde birbirlerinin huzur ve sükûna ermelerine vesile olmaya çalışmalıdır.
     Eşlerin birbirlerine karşı kalplerinde gerçek anlamda sevgi beslemeleri, evlilik sürecinde ortaya çıkabilecek birçok sorunun bertaraf edilmesini, yaşanan sorunların üstesinden gelinmesini kolaylaştıracaktır. Sevginin yerini nefret duygusunun alması durumunda ise aile, huzur bulunan bir ortam olmaktan çıkacak; bir mücadele alanı haline dönüşecek ve bu mücadele her iki taraf açısından da olumsuz sonuçlara yol açabilecektir. Bu nedenle eşlerin, birbirlerine karşı hissettikleri olumlu duyguların yara almasına yol açacak tavır ve davranışlardan sakınmaları gerekmektedir.
     Ailenin huzur dolu bir ortam haline gelmesinde eşlerin birbirlerini sevmelerinin yanı sıra bu sevgiyi davranışları ile açığa vurmaları da oldukça önemlidir. Nitekim sevgili peygamberimiz Hz. Muhammed (sav), “Bir kimse din kardeşini sevdiği zaman bunu ona söylesin” (Ebu Davud, Edeb 112) buyurmaktadır. “Eşinin ağzına koyacağın bir lokma bile senin için sadakadır” (Buhari, İman 41; Müslim, Vasiyyet 5) hadisi de eşlerin birbirlerine karşı hissettikleri sevgiyi davranışları ile dışa yansıtmaya teşvik etmesi bakımından oldukça önemlidir.
     Birer din kardeşi olarak bizler zaten birbirimizi sevmekle mükellefiz. Sevgili peygamberimiz bunu, “İman etmedikçe cennete giremezsiniz; birbirinizi sevmedikçe de iman etmiş olmazsınız” (Müslim, İman 93-94) sözüyle ifade etmiştir. Din kardeşliğinin yanı sıra işin içerisine bir de birbirine eş olma durumu girdiğinde, sevginin en çok olması ve en fazla yaşanması gereken yerin aile kurumu olduğu gerçeği ortaya çıkmaktadır.
     Aile kurumundaki yozlaşmanın önemli bir boyutunu, aile fertlerinin birbirlerine yönelik hissettikleri sevgi duygusundaki yozlaşma oluşturmaktadır. Bireyde fıtraten bulunan aile fertlerine yönelik sevgi duygusu, çeşitli faktörlerin etkisiyle yozlaşabilmektedir. Yozlaşmış sevgi, aile huzurunu dinamitleyen önemli etkenlerden biridir. İslam dinine göre Müslümanlar, birbirlerini Allah için sevmelidir (Bkz. Buhari, İman 9).Yani Müslüman öncelikle Allah’ı sevmeli; Allah dışındaki varlıkları ise Allah’ın birer lütfu olmaları yönüyle sevmelidir. Allah için sevmek demek, sevgide nefsi tamamen devre dışı bırakmak anlamına gelmez. Allah için sevmek, sevginin yöneldiği varlık karşısındaki konumumuzu doğru belirlemek demektir. Bu bakımdan birbirlerini Allah için seven eşler, birbirlerini putlaştırmayacağı gibi birbirlerinden kendilerini putlaştırma ölçüsünde itaat ve sadakat beklemezler. Allah için sevmek, sevginin ifadesinde ifrat ve tefritten kaçınmak demektir. Allah için sevmek, sevginin yöneldiği varlığa yönelik davranışlarımızda Allah’ın koyduğu ölçülere riayet etmek demektir. Bu bakımdan birbirini Allah için seven eşler, birbirlerinin kötülüğünü istemez; birbirlerini aşağılamak için kusur arayışına girmez; birbirlerini rakip olarak değil, bir bütünün parçası olarak görür; birbirlerinin hatalarını anlayışla karşılar; birbirlerinin sevimsiz görünen özelliklerine değil, sevimli ve hoş görünen özelliklerine yoğunlaşırlar. Birbirlerini Allah için seven eşler had bildirme, gününü gösterme, intikam alma gibi fenalıklara da geçit vermezler.
     Görüldüğü üzere aile fertlerini Allah için sevmek ile nefis hesabına sevmek birbirinden oldukça farklıdır. Aile fertlerine karşı nefis hesabına duyulan sevgi, şartlı bir sevgidir. Yani bu sevgi, aile fertleri nefsani arzuların tatmininde rol oynadıkları sürece varlığını devam ettirebilir. Eşi yaşlanıp cazibesini kaybettiğinde, bakıma muhtaç hale geldiğinde, işini kaybedip evin temel ihtiyaçlarını karşılamakta bile yetersiz kaldığında nefis hesabına duyulan sevgi bütün gücünü kaybeder. Allah için duyulan sevgi ise iyi günde de kötü günde de gücünü kaybetmez.
     Allah için duyulan sevgi, kalpteki imanın kontrolü altındadır. Bu nedenle bu tür sevgiler bireyi sevginin ifade edilmesi sürecinde gösterilebilecek aşırılıklara karşı korur. Nefis hesabına duyulan sevgide temel belirleyici nefsani arzular olduğu için herhangi bir kontrol mekanizması yoktur. Bu nedenle nefis hesabına duyulan sevgi bireyin gözünü kör edip gerçekleri görmesine engel olabilir. Kalbinde bu tür sevgi taşıyan bireylerin sevdikleri kişilere karşı ölçülü ve ilkeli davranmaları da oldukça zordur. Örneğin çocuklarını nefis hesabına seven bir baba, çocuklarına üstün başarı gösterip gurur vesilesi olduklarında aşırı ilgi ve sevgi gösterirken, başarısızlıkları ile bir utanç kaynağı haline geldiklerinde onlara şiddet uygulayabilmektedir. Dolayısıyla aile fertlerinin birbirlerine yönelik duygularının istikamet kazanması, ailede yozlaşmanın ve şiddetin önlenebilmesi adına oldukça önemlidir.
     İslam dinine göre yüce Allah, insanları dünya hayatında imtihana tabi tutmaktadır (Bkz. Enfâl, 8/27-28; Ankebut Suresi 29/1-3; Mülk Suresi 67/2). İnsanların en çetin imtihanlardan birini ailesi ile geçirdiği muhakkaktır. Anne-babaların aile fertleriyle imtihan olma sürecinde en çok dikkat etmeleri gereken hususlardan birisi, fıtratlarında bulunan aile fertlerine yönelik sevginin niteliği ve davranışlara yansıma biçimidir. Toplumda öyle ebeveynler vardır ki, eşlerini ya da çocuklarını adeta birer şirk unsuru haline dönüştürmüşlerdir. Onlara düşkünlükleri öyle bir noktaya ulaşmıştır ki onlar, aile fertlerinin rahatını ve mutluluğunu Allah’ın rızasının önüne geçirebilmektedirler. Onlar, yeter ki çocuğum ya da eşim mutlu olsun, rahat etsin, yeter ki onların sevgisini kaybetmeyeyim düşüncesiyle yola çıkıp bu düşüncenin etkisiyle günah sayılan davranışlara kolayca savrula bilmektedirler. Bu gruptaki anne-babaların eşini ya da çocuklarını Allah için sevmedikleri, nefis hesabına sevdikleri ortadadır. Oysa yüce Allah, anne-babaları “Ey inananlar! Sizi mallarınız ve çocuklarınız Allah'ı anmaktan alıkoymasın; böyle olanlar hüsrana uğrayanlardır” (Münafikun 63/9) ayeti ile uyarmaktadır.
     Bazı anne-babalar ise çeşitli nedenleri bahane ederek aile fertlerini ihmal edebilmekte, onlara yeterince zaman ayırmamakta ve ilgi göstermemektedir. Sevgiyi davranışları ile ortaya koyma konusunda ihmalkâr davranan bu tür anne-babaların, aile fertlerinin en azından psikolojik ihtiyaçlarını görmezden geldikleri söylenebilir. Kendi rahatları için çocuklarının cep telefonu, tablet, televizyon gibi teknolojik araç-gereçlerin esiri haline gelmesine müsaade eden ya da kendilerini bu araçların esiri haline getirerek aile fertlerine karşı sorumluluklarından kaçan anne-babaların sayısı maalesef her geçen gün artmaktadır. Kendilerinden sevgi ve ilgi bekleyen eş ve çocuklarına “yorgunum, kendimi iyi hissetmiyorum, şimdi çok işim var” gibi bahaneler ileri sürerek zaman ayırmayan kişiler bu ihmalkârlıklarının cezasını aslında henüz dünya hayatında iken görmeye başlamaktadırlar. Çünkü en yakınında bulunan aile fertleri ile ilişkilerinden psikolojik anlamda doyum alamayan eş ya da çocukların bunun tesiriyle nelere tevessül edebildikleri toplumda açık bir şekilde görülebilmektedir. O halde aile fertlerinin yeterli sevgi ve ilgiden mahrum bırakılmalarının, ailede huzursuzluğa yol açan ve aile içi şiddeti körükleyen önemli faktörlerden biri olduğu rahatlıkla söylenebilir.
    Aile kurumunda huzurun sağlanmasının ikinci temel şartı, aile fertleri arasındaki güven duygusudur. Güven içerisinde olma da bireylerin fıtri ihtiyaçları arasındadır. Bireylerin tehdit olarak algıladıkları oldukça fazla sayıdaki unsura karşı kendilerini tek başına koruyabilecek güç ve imkândan mahrum olmaları, onları güvenli bir liman arayışına yöneltmektedir. İnsanlar için en güvenli limanların başında ise aile gelmektedir. Aile ortamında kendilerini güvende hissetmeyen insanların, farklı limanlara yelken açmaları kuvvetle muhtemeldir. Ancak bu limanların, bireylere aradıkları huzur ve güven ortamını verebilmesi oldukça düşük bir ihtimaldir. Bu nedenle ailenin, bireyler için huzur ve güven ortamı haline gelmesi oldukça önemlidir.
     Hz. Peygamber, Müslümanların bir güven toplumu oluşturabilmeleri için ciddi çaba sarf etmiş, onlara sürekli telkinlerde bulunmuştur. O’nun, “Müslüman, elinden ve dilinden zarar gelmeyeceği konusunda insanların emin olduğu kişidir” (Tirmizi, İman 12) sözü, bir Müslümanın, çevresindeki insanların güvenini sarsacak hal ve hareketlerden uzak durma noktasında göstermesi gereken hassasiyeti açık bir şekilde ortaya koymaktadır. Yine sevgili peygamberimiz, “Hiçbiriniz kendisi için istediğini mümin kardeşi için de istemedikçe gerçek mümin olamaz” (Buhari, İman 7; Müslim, İman 71) sözüyle müminler arasında güvenin tesis edilmesi için riayet edilmesi gereken önemli bir ilkeye işaret etmektedir.
     Allah resulünün yalan söyleme, verdiği sözü yerine getirmeme ve emanete hıyanet etme gibi davranışları münafık alameti olarak nitelendirmesi (Bkz. Buhari, İman 24; Müslim, İman 109), toplumu oluşturan fertler arasında güvenin tesis edilmesine verdiği önemi açık bir şekilde göstermektedir. İftira atan, dedikodu yapan, toplumda fitneye sebep olan kişilerin ayet ve hadislerle şiddetli bir şekilde uyarılmış olmasının da kanaatimce en önemli sebeplerinden birisi, insanlar arasındaki güven duygusunun yara almasının, insanların birbirlerine kuşku ile bakmalarının önlenmesidir. Zira birbirlerinden kuşku duyan, birbirlerini tehdit olarak algılayan Müslümanların birbirlerine karşı kalplerinde olumlu hisler beslemeleri oldukça zordur. Ayrıca kişiler arasında kaybolan güven duygusunun yeniden tesis edilmesinin zorluğunu vurgulamakta da yarar vardır.
     Popüler kültürün günümüzde insanlara dayattığı anlayışlardan bir tanesi, insanlara asla güvenilmemesi gerektiğidir. “Babana bile güvenmeyeceksin” sözü günümüzde maalesef sıkça kullanılır hale gelmiştir. Bu sözü haklı çıkaracak somut olaylar toplumda elbette yaşanmaktadır. Ancak bunlardan hareketle bireylerin en yakınlarında bulunan insanlardan bile kuşku duyar hale gelmeleri oldukça problemli bir durumdur. Birbirine güvenmeyen, birbirine güven vermeyen insanlardan oluşan bir toplum, İslami bir toplum olamaz. Çünkü İslam’a göre Müslümanlar kardeştir ve bu nedenle onlar birbirlerine zulmetmez, birbirlerinin kötülüğünü istemezler (Bkz. Buhari, Mezalim 3; Müslim, Birr 58). Din kardeşliği, Müslümanların birbirlerine güven duymalarını gerektirir.
     Birbirlerine en çok güven duyması ve güven vermesi gereken kişiler, kuşkusuz aile fertleridir. Aynı çatı altında yaşayan, aynı odayı ve hatta aynı yatağı paylaşan, birlikte yiyip içen, acıları da sevinçleri de ortak olan insanların birbirlerine güven duymamaları kadar acı bir durum olamaz. Birbirlerine güven duymayan aile fertlerinin huzurlu bir aile ortamı oluşturabilmeleri mümkün değildir. Çünkü güven duygusunun zayıflığı onların birbirleriyle sağlıklı ilişkiler kurabilmelerini adeta imkânsız hale getirir.
     Günümüzde aile içerisinde görülen şiddet vakalarının önemli bir kısmının temelinde eşler arasındaki güven eksikliğinin yattığı kanaatindeyim. Çünkü güven eksikliği, aile fertlerinin birbirlerine hüsn-ü zanla yaklaşmalarının önünde önemli bir engel teşkil eder. En masum sözlerin, en masum davranışların altında bile türlü türlü bit yenikleri aranmaya başlanır. Ve ebeveynler bir süre sonra kuşkularının baskısına daha fazla dayanamayıp aile fertlerine karşı şiddet uygulayarak kendilerini rahatlatma yoluna başvurabilirler. Bu nedenle ailenin huzuru ve devamlılığı için aile fertlerinin güven sarsıcı hal ve hareketlerden uzak durmaları şarttır.
     Günümüz toplumunda eşleri birbirlerinden kuşku duymaya yöneltecek faktörler maalesef had safhaya ulaşmıştır. Bireyleri zina gibi çirkin bir fiile teşvik eden faktörlerin alabildiğine yaygın olduğu, söz konusu çirkin fiile tenezzül etmeye karar vermiş kişilerin işlerinin iyice kolaylaştığı, çok seyredilen birçok dizide aldatmanın sıradan bir hadise gibi nakledildiği bir toplumsal yapı içerisinde eşlerin, “acaba ben de aldatılır mıyım?” kaygısını zaman zaman yaşamaları doğaldır. Bununla birlikte bazı kişilerin sırf bu kaygı nedeniyle eşlerinin her hareketinden şüphe eder hale gelebildiğini de belirtmek gerekir. Bu durum zamanla tahammül sınırlarını aşabilmekte ve aile içi şiddete ve boşanmalara kapı aralayabilmektedir.
     Eşler arasındaki güven eksikliği sadece ailenin namusunun korunması ile ilgili de olmayabilir. Örneğin parasal konularda birbirlerine güven duymayan eşlere de rastlanabilmektedir. Hangi konuda ve hangi sebeplerle olursa olsun eşler arasındaki güven eksikliği, mutlaka çözüme kavuşturulması gereken bir problemdir. Çünkü söz konusu güven eksikliği kısa ve uzun vadede aile ile ilgili çok olumsuz gelişmelere sebebiyet verebilir. Tek başına, eşlerin birbirlerine karşı sevgi ve şefkat duygularının azalmasına sebebiyet verme potansiyeline sahip olması bile onun ne kadar ciddiye alınması gereken bir problem olduğunun anlaşılması için yeterlidir.
     Bireyin evlilik hayatında yaşayabileceği en acı durumlardan birisi, eşinin kendisine güven duymadığını fark etmesidir. Bu durum bireyin içe kapanıp suçluluk hissi yaşamasına yol açabileceği gibi saldırıya geçerek kendisine güvenmeyen eşini suçlayıcı, aşağılayıcı bir tavır takınmasına da sebebiyet verebilir. Her iki durumun da ailenin huzuru ve geleceği açısından olumlu neticeler vermeyeceği açıktır. Güven eksikliği problemi yaşayan eşlerin atacakları en sağlıklı adım, söz konusu probleminin ortaya çıkmasına neden olan durumların neler olduğu hususunu netliğe kavuşturarak olası yanlış anlaşılmaları gidermeye çalışmaktır.
     Aile huzurunun teminatı olan sevgi ve güven duygularının yara almaması, aile fertlerinin sorumluluk bilincine sahip olma durumlarına bağlıdır. Sorumluluk bilincini yeterince kazanmamış ebeveynler, çok hassas anlarda, telafisi oldukça zor olan kritik hatalara imza atabilirler. Kırılan kalplerin tamir edilmesinin ve kaybedilen güvenin yeniden tesis edilmesinin hiç de kolay olmadığı açık bir gerçektir. Bu nedenle aile fertlerinin sorumluluk bilinci ile hareket etmeleri oldukça önemlidir.
     Yüce Allah insanı başıboş bırakmamıştır (Bkz. Kıyame Suresi 75/36). İnsan diğer canlılara göre çok üstün kabiliyetlerle donatılmış ve yeryüzünün halifesi kılınmıştır (Bkz. Bakara Suresi, 2/30). İnsanın üstün özelliklere sahip olarak yaratılıp yeryüzünün halifesi kılınması, sorumluluk bilinci ile hareket etmesini zorunlu kılar. Zira sorumluluk bilinci ile hareket etmediği takdirde onun yeryüzünde ne kadar büyük tahribatlara ve zulümlere sebebiyet verebileceğine tarih defalarca şahitlik etmiştir.
     İnsan öncelikli olarak, kendisini yaratan yüce Allah’a karşı sorumludur. Çünkü o, sadece ve sadece yüce Allah’ın kuludur. Her şeyiyle yüce Allah’ın mülkü olan, yüce Allah’ın mülkü üzerinde yaşayan, yüce Allah’ın verdiği nimetlerle hayatını devam ettirebilen ve sonuçta yüce Allah’ın huzuruna çıkıp dünyada yaptıklarının hesabını verecek olan insanların, Allah’tan başkasına kulluk yapmaları aklen ve dinen kabul edilebilir bir durum değildir.
     İnsanın yüce Allah’a karşı kulluk görevleri namaz, oruç, hac, zekât gibi ibadetlerle sınırlı değildir. Yüce Rabbimizin insana yüklediği, kendi nefsine, ailesine, komşularına, akrabalarına, vatanına ve içinde yaşadığı tabiata karşı birtakım sorumluluklar da vardır. Bu sorumlulukların neler olduğunun öğrenilerek en güzel şekilde yerine getirilmesi, Allah’a kulluğun bir gereğidir.
     Yüce Allah’ın insana yüklediği sorumlulukların önemli bir kısmı aile hayatı ile ilgilidir (Bkz. İsra Suresi 17/23-24). Zira aile, bireyin sadece barınma / sığınma ihtiyacının ve nefsani arzularının giderildiği bir ortam değildir. Ailenin bunlardan çok daha önemli işlevleri vardır. Ailenin bu işlevleri yerine getirebilmesi için özellikle de aile büyüklerinin sorumluluk bilinci ile hareket etmeleri gerekir. Sorumluluk bilinci ile hareket etmek, yetki ve sorumluluklarını bilip buna göre davranmak demektir. Sorumluluk bilinci ile hareket etmek, her davranışın kayıt altına alındığını ve hesabının yüce Allah tarafından sorulacağını bilip buna göre davranmak demektir. Sorumluluk bilinci ile hareket etmek, aile fertlerinin hangi söz, tavır ve davranışlardan nasıl etkileneceğini bilmek ve buna göre davranmak demektir. Sorumluluk bilinci ile hareket etmek, kaş yapayım derken göz çıkarmamak demektir.
     Yüce Allah’ın ebeveyne yüklediği en büyük ve önemli sorumluluk, aile fertlerini cehennem ateşine karşı korumaktır. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de yüce Allah, “Ey iman edenler! Kendinizi ve aile fertlerinizi yakıtı insanlar ve taşlar olan cehennem ateşinden koruyun” (Tahrim Suresi 66/6) buyurmaktadır. Bu ayette Müminlerden aile fertlerini cehennem ateşinden zorbalık yaparak ya da şiddete başvurarak korumaları istenmemektedir. Bu gibi olumsuz uygulamaların, aile fertlerini cehennem ateşinden koruma konusunda işe yaramayacağı ve hatta onların cehennem ateşinden korunmalarını sağlayacak güzel amellerden daha da uzaklaşmalarına sebebiyet vereceği açıktır. “Öğüt ver, çünkü sen ancak bir öğüt vericisin. Onlar üzerinde bir zorba değilsin” (Gaşiye Suresi 88/21,22) şeklindeki ilahi buyruk, insanları irşat etme ve böylelikle cehennem ateşinden korunmalarına vesile olma sürecinde şiddet ve zorbalığa asla yer olmadığını göstermesi açısından oldukça önemlidir.
     Sevgili peygamberimizin gerek aile fertlerini ve gerekse aile dışındaki insanları irşat etme sürecinde neler yaptığı, hangi uygulamalara başvurduğu ortadadır. Allah resulü bu süreçte insanları incitmeme konusunda büyük bir hassasiyet göstermiştir. Nitekim Hz. Aişe (ra) şöyle buyurmaktadır:
     “Allah resulü, hanımlarından hiçbirini asla dövmedi. Allah yolunda cihat etmenin dışında asla hiç kimseye vurmadı…” (Müslim, Fezail 79)
     Çocukluk döneminin önemli bir kısmını Allah resulünün yanında geçiren Hz. Enes b. Malik’e (ra) ait olan şu söz de dikkate şayandır:
     “Hz. Peygambere on yıl hizmet ettim. Beni bir kerecik olsun ‘şunu niye yaptın’ ya da ‘şunu niye yapmadın’ diyerek azarlamadı.” (Buhari, Edeb 39)
     Yüce Rabbimiz Kur’an-ı Kerim’de, hidayetlerine vesile olabilmek için kâfirlere bile hikmetle ve güzel öğütle yaklaşılması gerektiğini (Nahl Suresi 16/125) belirtmişken anne-babaların, çocuklarını günah sayılan davranışlardan alıkoymak, güzel davranışlara yönelmelerini sağlamak amacıyla şiddete başvurmaları kabul edilemez.
    Şiddet, terbiye usullerini yeterince bilmeyen ya da ruh sağlığı yerinde olmayan kişilerin başvurabileceği çirkin bir uygulamadır. Örnek insan Hz. Muhammed’in (sav) terbiye sürecinde şiddete başvurmaması ve Müslümanları şiddet içeren davranışlara karşı önemle uyarması şiddetle aramıza mesafe koymamız için yeterli bir nedendir.
     Ailenin yozlaşması ve aile içi şiddetin artması temelde anne-babaların sorumluluk bilincini kaybetmelerini ifade eden bir süreçtir. Aile kurumu ile ilgili annebabaların sahip olmaları gereken sorumluluk bilincinin iki önemli boyutu bulunmaktadır. Bunlar nimet bilinci ve emanet bilincidir.
     Peki, nimet ve emanet bilinci derken ne kastediyorum? Bildirinin kalan kısmında bu konu üzerinde kısaca durmak istiyorum.

     Nimet Bilinci: Ebeveyn için ailesi yani eşi ve çocukları Allah’ın birer nimetidir. Çünkü onlar birçok fıtri ihtiyacını aile sayesinde karşılamakta, birçok sıkıntıdan onlar sayesinde kurtulmakta ve birçok beladan da yine onlar sayesinde korunmaktadırlar. Evlendiği halde çocuk sahibi olamayan eşlerin çektiği çocuk hasretine, eşi vefat ettikten sonra yalnız başına kalan kişinin yaşadığı sıkıntılara şahit olduğumuzda ya da ailemizden bir süre uzak kaldığımızda aile fertlerinin ne kadar büyük bir nimet olduğunu daha iyi idrak etmekteyiz.
     Ailenin bir nimet olmasının ebeveyn açısından iki önemli sonucu vardır. Birincisi aile nimeti sebebiyle yüce Allah’a şükretmeleri gerektiğidir. Çünkü her nimet şükür gerektirir. İkincisi ise aile nimetinin hesabının yüce Allah tarafından mutlaka sorulacağıdır. Zira yüce Allah Tekasür Suresinde, “Sonra o gün nimetlerden dolayı mutlaka hesaba çekileceksiniz” (Tekasür, 102/8) buyurarak bu hakikati ifade etmektedir.
     Ailenin bir nimet olduğu konusunda zannedersem bütün Müslümanlar hemfikirdir. O halde asıl problem, ailenin nimet olduğunun bilinmemesi değil, ebeveynin bu nimetin şükrünü nasıl yerine getireceği konusundaki cehaletidir. Peki, ebeveyn aile nimetinin şükrünü nasıl yerine getirebilir?
     Yüce Rabbimiz insanlara hiçbir nimeti, herhangi bir ölçü gözetmeden tepe tepe kullansınlar diye vermemiştir. Rabbimiz her nimetle birlikte insanlara o nimetle ilgili sorumluluklar yüklemiştir. Yüce Allah’a olan şükür borcunun eda edilebilmesi için nimetlerin Allah’ın birer lütfu olduğunun idrak edilmesi, nimetlerden, Allah’ın koyduğu ölçüler çerçevesinde istifade edilmesi ve nimetlerle ilgili sorumlulukların yerine getirilmesi gerekir. O halde ebeveynlerin, ‘aile bir nimettir’ deyip geçmemeleri gerekir. Şükreden bir kul olabilmeleri için onların, aile nimetini veren yüce Allah’a karşı kalplerinin şükran hisleriyle dopdolu olması ve aile fertlerine karşı sorumluluklarını yerine getirmeleri şarttır. Aksi takdirde aile, nimet olmaktan çıkar ve bir ıstırap kaynağı haline dönüşür. Evet, genel bir kaidedir ki; şükrü eda edilmeyen her nimet, kişi için hem dünyada hem de ahirette bir huzursuzluk / ıstırap kaynağına dönüşür. Bu bakımdan ailesinden yana büyük sıkıntılar yaşayan anne-babalar, bu sıkıntıların sebeplerini doğru yerde aramalıdırlar. Çocukları her gün eve yeni bir problemle gelen, çocukları tarafından sevilmeyen, değer verilmeyen, azarlanan ve hatta dövülüp sokağa atılan nice anne-babalar vardır. Onların yaşadıkları bu sorunların temel sebeplerinden birisi, evlat nimetinin şükrünü zamanında gereken şekilde eda etmemeleridir.

     Emanet Bilinci: Ebeveyn için eş ve çocuklar, Allah’ın birer emanetidir. Eşine ve çocuklarına yönelik davranışlarında ebeveyn bu hakikati göz ardı etmemelidir. Sevgili peygamberimiz Veda Hutbesi’nde şöyle buyurmaktadır:
     “Ey insanlar! Kadınların haklarını gözetmenizi ve bu hususta Allah’tan korkmanızı tavsiye ederim. Siz kadınları, Allah’ın emaneti olarak aldınız ve onların namusunu kendinize Allah’ın izniyle helal kıldınız…” (Müslim, Hac 147)
     Bir başka hadis-i şerifte ise şöyle buyrulmaktadır:
     “Hepiniz çobansınız. Hepiniz raiyetinizden sorumlusunuz. Âmir (memurlarının) çobanıdır. Erkek ailesinin çobanıdır. Kadın da evinin ve çocuğunun çobanıdır. Netice itibariyle hepiniz çobansınız ve hepiniz idare ettiklerinizden sorumlusunuz.” (Buhari, Cum’a 11; Müslim, İmara 20)
     Ebeveynin, eşlerinin ya da çocuklarının gerçek sahibinin kendileri olduğuna ve dolayısıyla onlara istedikleri şekilde muamele edebileceklerine inanmaları, aile içi şiddetin önemli nedenlerinden biridir. Oysa dinimize göre eş ya da baba olmak hiç kimseye, aile fertlerine yönelik davranışlarında sınırsız serbestlik yetkisi vermez. Bedensel ya da ruhsal, maddi ya da manevi açıdan insanlara verilen her türlü zarar İslam dininde kul hakkı kapsamında değerlendirilir ve yüce Allah tarafından hesabı mutlaka sorulur. “Babadır, hem sever hem döver” anlayışı İslami bir anlayış değildir. Eş ve çocuklar babaya Allah’ın bir emaneti olarak verildiğine göre babalar, emanete hıyanet etmemek adına onlara yönelik davranışlarında kılı kırk yararcasına hassasiyet göstermelidir. Babanın eşine ve çocuklarına yönelik davranışlarına, içinde bulunduğu psikolojik durum değil, emanet bilinci yön vermelidir.
     Aile hayatında öfkeye yol açan ve özellikle de çocuklardan kaynaklanan durumlar oldukça fazla yaşanır. Anne-babaların bu tür durumlarda çocuklarına yönelik şiddet içeren davranışlardan uzak durabilmeleri, durumu sabır ve olgunlukla karşılamaları sahip oldukları emanet bilinci ile yakından ilişkilidir. Bu bakımdan emanet bilincinin, aile fertlerini zor zamanlarda birbirlerine karşı olumsuz davranışlara yönelmekten koruyan bir kalkan vazifesi gördüğü rahatlıkla söylenebilir.
     Eşlerin birbirlerine ve çocuklarına karşı olan sorumluluklarını ihmal etmeleri emanet bilincinden yoksun olduklarına işaret eder. Anne-babaların çocuklarına karşı en büyük sorumluluklarından birisi, terbiyelerinin güzel şekilde yapılmasıdır. Dinimize göre hiçbir anne-baba çocuğuna güzel terbiyeden daha değerli bir miras bırakamaz. (Bkz. Tirmizi, Birr 33)
     Günümüzde aile kurumunda yaşanan yozlaşma, Müslüman anne-babaların terbiye anlayışlarına da sirayet etmiştir. Zira Müslüman anne-babaların birçoğu için asıl olan, çocuklarının okul başarısıdır. Çocuklarının akademik başarı düzeyinin yüksek olması için her yolu deneyen anne-babalar, çocuklarının dini ve ahlaki gelişimleri hususunda oldukça ihmalkâr davranabilmektedirler. Anne-babaların, çocuklarının akademik başarılarını öncelikli olarak hedefleyip dini ve ahlaki gelişimlerini ihmal etmeleri sorumluluk bilinci ile bağdaşır bir durum değildir. Çünkü sorumluluk bilincine sahip olan anne-babalar, çocuklarının tek yönlü gelişmelerine asla razı olmazlar. Zira onlar, aksi bir durumda çocuklarının gelecekte ne gibi tehlikelere maruz kalabileceklerini bilirler.
  
     Sonuç
     Küreselleşme sürecinin etkisiyle toplumumuzda yaşanan kültürel yozlaşmanın İslam dininin yanlış anlaşılmasına, yanlış yorumlanmasına sebebiyet vermemesi için dini hassasiyetlere sahip Müslüman aydınlara büyük görevler düşmektedir. Bu görev, değişimi doğru okumak, değişimin yönünü, değişime yol açan faktörleri tespit etmek ve eğitim sistemimiz başta olmak üzere söz konusu değişimin olumlu yöne kanalize edilmesine katkı sağlayacak araçların etkin şekilde kullanımını gerçekleştirmek adına çözüm önerileri ortaya koymaktır.
     Günümüzde kültürel yozlaşmaya ve dinimizin yanlış anlaşılmasına yol açan en büyük faktörlerden birisi kitle iletişim araçlarının büyük ölçüde yabancı kültürlerin tanıtım aracı olarak işlev görmesidir. Dolayısıyla Müslümanların söz konusu araçları, kendi kültürlerini tanıtmada en az yabancılar kadar etkin / başarılı şekilde kullanmaları kültürel yozlaşmanın önlenmesi adına oldukça önemlidir.
     Kültürel yozlaşmanın ve dinimizin yanlış anlaşılmasının önlenmesinde çeki düzen verilmesi gereken üçüncü alan eğitim sistemimizdir. Türk-İslam kültürü ve bu kültüre ait değerler yeni yetişen nesillere öyle bir şekilde öğretilmelidir ki, çocuklarımız ve gençlerimiz dini ve milli değerlerimizi içselleştirsinler, farklı kültürlere sahip bireylerle iletişim ve etkileşim sürecinde kendi kültürlerinden dolayı bir aşağılık hissine kapılmasınlar. Okullarda çocuklarımız kendi dinlerini ve kültürlerini yeterince tanımadan, onların ne kıymetini bilebilir ne de onları hayatlarına anlam ve değer katan bir unsura dönüştürebilirler.
     İslam dinine göre aile kurumunun hangi değerler üzerine bina edileceği, aileyi oluşturan fertlerin rolleri ve sorumlulukları, aile içi ilişkilerin hangi esaslara göre yürütüleceği, aile içerisinde yaşanan problemlere getirilen çözüm önerileri gibi konularda toplumda kanaat önderi olarak görülen kişiler tarafından ortak bir dil ve ortak bir anlayış geliştirilmesi yerinde olacaktır. Bu tür önemli meseleler hakkında kişi ya da kuruluşlar tarafından yapılan, halkta kafa karışıklığı meydana getirici nitelikteki açıklamalara karşı ortak ve güçlü bir tepki verilmelidir. Aile içi huzur, aile fertlerinin birbirlerini gerçekten Allah için sevmeleri ve birbirlerine güven vermeleri ile sağlanabilir.
     Aile içi huzurun devamı ise nimet ve emanet bilincinden oluşan sorumluluk bilincinin, aile fertleri tarafından kazanılması ile sağlanır. Aile fertlerinin huzur ve mutluluk kaynağı oldukları anlarda “nimet” oldukları gerçeğinin; sıkıntı kaynağı haline geldikleri durumlarda ise “emanet” oldukları gerçeğinin hatırlanıp bu gerçeklere uygun şekilde hareket edilmesi, ailenin huzur dolu bir ortam haline gelmesi ve kendisinden beklenen fonksiyonları layıkıyla yerine getirmesi açısından oldukça önemlidir.

     Kaynakça
* Avcıoğlu, Gürcan Şevket (2013). “Bilginin Küreselleşmesinde Kitle İletişim Araçlarının Manipülatif Rolü”, Selçuk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, S 29, s. 21-34
* Aydın, M. Şevki, (2011). “Din Öğretiminde Öğrenci Merkezlilik”, Diyanet Aylık Dergi, Haziran Sayısı, Sayı 46, s. 26-29
* Bayer, Ali (2013). “Değişen Toplumsal Yapıda Aile”, Şırnak Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, C 4, S 8, s. 101-129
* Çalık, Temel; Ferudun Sezgin (2005). “Küreselleşme, Bilgi Toplumu ve Eğitim”, Kastamonu Eğitim Dergisi, C 13, S 1, s. 55-66
* Şentürk, Ünal (2008). “Aile Kurumuna Yönelik Güncel Riskler”, Aile ve Toplum Dergisi, C 4, S 14, s. 7-31
* Yıldız, Mehmet (2013). “Toplumsal Değişim ve Sosyal Değerler”, Turkish Studies, C 8, S 8, s.1489-1501 Taylan, Necip (1991).
* Ana hatlarıyla İslam Felsefesi Kaynakları – Temsilcileri Tesirleri, Ensar Neşriyat, İstanbul.
 
bus

02 - 07 Temmuz İstanbul & Güneydoğu Anadolu - GAP Turu

02 - 07 Temmuz Güneydoğu Anadolu - GAP Turu 3 Gece Otel Konaklamalı 5 Gün Gezi       Mezopotamya, bazı kaynaklarda medeniyetlerin beşiği ola...