1 Kasım 2012 Perşembe

HADİS-İ ŞERİFLER - SÛR'A ÜFLENMESİ VE NEŞR



KÜTÜB-İ SİTTE
HADİS-İ ŞERİFLER
KIYAMET VE KIYAMETLE İLGİLİ MESELELER BÖLÜMÜ
İKİNCİ BAB: SÛR'A ÜFLENMESİ VE NEŞR


1. (5050)- Ebu Said (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm):
"Sûrun sahibi (İsrafil aleyhisselam), sûr denen borusunu ağzına dayamış, yüzünü çevirmiş, kulağını dikmiş, üfleme emrini beklerken ben nasıl tereffühle (dünya nimetlerinden) istifade edebilirim?" buyurmuşlardı. Bu, sanki ashabına çok ağır gelmişti: "Peki biz ne yapalım -veya ne diyelim- ey Allah'ın Resûlü?" diye sordular. Onlara: "Hasbünallah ve ni'melvekil (Allah bize yeter, o ne  güzel vekildir!), Allah'a tevekkül ettik. -belki de "tevekkülümüz Allah'adır!"  demişti- deyiniz!" diye emir buyurdular."
[Tirmizî, Kıyamet 9, (2433).]

AÇIKLAMA:
el-Kâdı merhum, Resulullah'ın bu hadiste: "Kıyameti koparacak olan İsrafil, sûrunu ağzına  dayamış, üfleme emri beklerken yani kıyamet bu kadar yaklaşmış iken, ben nasıl ferah bir yaşayışa girebilirim?" demek istediğini söyler. Kıyamet ve ölüm hadiselerinin anılmasında, hatırlanmasında insanlara bir ders, bir nasihat var. Resulullah bu dersi vermektedir.

2. (5051)- İbnu Amr İbni'l-As (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a sûr'dan sorulmuştu:
"Bu, içine üflenen bir boynuzdur!" diye cevap verdi."
[Ebu Davud, Sünnet 24, (4742); Tirmizî, Kıyamet 9, (2432).]

AÇIKLAMA:
1- Rivayetin Tirmizî'deki veçhinde bu soruyu bir bedevinin sorduğu belirtilir.
2- Sûr hakkında Mücahid'den gelen bir açıklamaya göre, sûr boynuz gibi bir şeydir. Yemen lehçesinde sûr kelimesi, boynuz manasında bir tabirdir. Bazılarına göre, bu kelime suret kelimesinin cem'idir. Yani ölülerin suretleri; bunlara ruh üflenir. Ancak doğru olanı, önceki açıklamadır. Çünkü hadislerde bu bazan "boynuz" demek olan karn kelimesiyle ifade edilmiştir.
     Alimler, ayetlerin tahlilinden, İsrafil'in sûra üç sefer üfleyeceğini istidlal etmişlerdir.
Birincisi, nefha-i fezadır: Bunda göklerde ve yerde kim varsa, Allah Teala'nın dilediği zevattan başkası, hep dehşetinden sarsılacaktır. Neml suresinin 87. ayeti bu  nefhayı haber verir.
İkincisi, nefha-i sa'kdır: Bunda Allah'ın dilediklerinden başka hepsi yıkılıp ölecektir. Zümer suresinin 68. ayeti bu nefhayı haber verir.
Üçüncüsü, nefha-i kıyamdır. Bu sûrun üflenmesiyle bütün insanlar dirilip kabirden kalkacak ve mahşer yerine hesap vermek üzere koşuşacaklardır. Yasin suresinin 51. ayeti bunu haber verir.

3. (5052)- Ebu Hureyre  (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm):
"İki sur arasında kırk vardır!" buyurmuştur. Bunun üzerine oradakiler:
"Ey Ebu Hureyre! Kırk gün mü?" diye sordular. Fakat o: "Birşey diyemem!" cevabını verdi. Tekrar: "Kırk ay mı?" dediler. O yine: "Bir şey diyemem!" cevabını verdi. "Kırk yıl mı?" dediler. O yine: "Bir şey diyemem!" cevabını verdi ve (Resulullah'ın hadisine devam etti.) "Sonra Allah semadan su indirecek ve insanlar yerden sebze biter gibi bitecekler. İnsanda bir kemik hariç hepsi çürür. Bu çürümeyen, acbu'zzeneb denen kuyruk sokumu kemiğidir. Kıyamet günü yeniden yaratılış bundan terkib edilecektir."
[Buhârî, Tefsir, Zümer 3, Amme 1; Müslim, Fiten 141, (2955); Muvatta, Cenaiz 48, (1, 239); Ebu Davud, Sünnet 24, (4743); Nesâî, Cenaiz 117, (4, 111).]

AÇIKLAMA:
1- İsrafil'in sûra kaç sefer üfleyeceği hususunda ihtilaf edilmiştir. Önceki hadisin açıklamasında "üç" diyenleri esas almış idik. İki ve hatta "dört"  diyenler de olmuştur. İbnu Hacer "dört" diyenlerin görüşünü zayıf bulur.
2- Bu rivayet, iki üfleme arasında geçecek müddet hususunda bir fikir verir: Arada bir müddet var ama miktarı belli değil. Resulullah söylemiş olsa bile Hz. Ebu Hureyre şu veya bu sebepten dolayı yakalayamamış. Bazı rivayetlerde "kırk sene", "kırk hafta" gibi kayıtlar gelmiş ise de İbnu Hacer onların zayıf olduğunu belirtir.
5055 numaralı hadiste iki ayrı sûr üfleyicisiyle ilgili açıklama kaydedilecektir.
3- Hadiste, insanın kuyruk sokumunda acbu'zzeneb denen bir kemik hariç tamamının çürüyeceği belirtilmiştir. Bazı rivayetlerde sual üzerine acbu'zzeneb hakkında bilgi verilmiştir. Bu, hardal danesi büyüklüğünde son derece küçük bir zerredir. Kıyamet günü insanın yeniden yaratılışı, çürümeyen bu kemikten başlatılacaktır. Günümüz ilmi bir DNA hücresine binlerce sayfalık ansiklopedideki bilginin depolanabileceğini ortaya koymuştur. Dolayısıyle her insanın şahsiyet-i müstakilesi ile ilgili  temel bilgilerin, meşiet-i İlahî ile çürümeyecek olan bir hücrede depolanıp neş'eyi saniyenin (veya ikinci yaratılışın) bu hücreden itibaren olması gayet mâkuldur. Bazı alimler: "Burada Allah'tan başka kimsenin bilemediği bir sır var. Çünkü yoktan var eden Allah, ikinci sefer yaratışta, yaratılışı bina edeceği bir asl'a muhtaç değildir" demiştir.
4- Hadiste amm bir üslubla çürümenin her insana şamil olacağı ifade edilmiştir. Halbuki başka rivayetlerde peygamberin, şehidlerin çürümeyeceği ifade edilmiştir. Şarihler bunları hükümden istisna ederler.
5- Şunu da belirtelim: İnsanın tamamen çürüme hadisesinden acbu'zzenebi istisna kılan "hariç" kelimesini, bazı alimler istisna manasına değil, atıf vavı olarak anlamışlar ve "acbu'zzeneb de çürür" demişlerdir. Müzenî'nin öne sürdüğü bu manayı el-Ferra ve el-Ahfeş mâkul bulmuşlardır. Ancak, İbnu Hacer: "Müzenî'nin teferrüd ettiği bu mana bazı rivayetlerde "Arz acbu'zzenebi ebediyyen yemez (çürütmez)" şeklinde gelen sarahat reddeder" der.

4. (5053)- Ka'b İbnu Malik (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
"Mü'minin ruhu, cennet ağacında beslenen bir kuş olur. Yeniden dirilme gününde Allah onu cesedine döndürünceye kadar orada beslenir."
[Muvatta, Cenaiz 49, (1, 240); Nesâz- Cenaiz 117 (4, 108); İbnu Mace, Zühd 32, (4271).]

AÇIKLAMA:
1- Rivayet, Nesaî'de şöyledir: "Mü'minin ruhu, cennet ağacında bir kuş olur. Allah kıyamet günü cesedine gönderinceye kadar orada kalır."
2- Şarihler, başka rivayetlere dayanarak, cennete kuş olacak ruhun, mücahidlerin ve şehid olarak ölen mü'minlerin ruhları olduğunu tasrih ederler. Diğer ruhların ise, bazan semada, bazan mezarların avlularında bulunacaklarını belirtirler. Ebu Bekr İbnu'l-Arabî sadece şehidlerin kıyametten önce yeme ve diğer nimetlere mazhar olacağı, diğer ruhlara, kıyametten önce bunların verilmeyeceği hususunda ümmetin icmaını nakleder. Sadedinde olduğumuz hadisin de bazı tariklerinde şehid ruhlarının kastedildiği tasrih edilmiştir: "Şehidlerin ruhları yeşil kuşların içindedir. Dilediği yerde rızkını yer."
3- Alimler, kuş olma hadisesi için: "Ruh, Allah'ın emriyle kuş şeklinde teşekkül ve temessül eder. Tıpkı meleğin, insan şeklinde temessül ettiği gibi" derler ve ilave ederler: "Muhtemelen, burada murad, bazı rivayetlerde geldiği üzere ruhun bir kuş bedenine girmesidir." Suyûtî, Ebu Davud'a yaptığı haşiyede "Hadisi, "ruh, kuş olarak teşekkül eder" diye açıklarsak, burada kastedilen mana sadece "uçmaya muktedir olmaktaki" benzeyiştir, yaratılış yönüyle benzeme değildir. Çünkü insanın maddî şekli mahlukatın şekilleri arasında en üstünüdür" der.
Sindî, Suyûtî'nin mülahazasına şu ilavede bulunur. "Bu görüş, insan ruhunun kendine has bir şekli olması halinde doğrudur. Ama hakikat-ı halde insan ruhunun müstakil, hususî bir şekli yoksa ve şekilden mücerred ise ve Allah, bir hikmete binaen belli bir şekil almasını dilerse, ilk olarak kuş şeklini almasında aklın kabul etmeyeceği bir husus yoktur."
Mevzuun ehemmiyetine binaen, Suyûtî'nin Nesâî Şerhi'nde yer verdiği açıklamalardan bazı pasajları iktibas edeceğiz:
"İbnu'l-Kayyim der ki: "Ruh'un kaldığı bir yerin (mak'ad) olduğunu söylemek, onların ne kabirde olduğuna, ne de kabrin avlusunda olduğuna delalet etmez. Bilakis ruhun bu yerle bir bağıntısının bulunduğuna delalet eder ve bu manada ona bir mekan izafesi sahih olur. Zira ruhun bir başka şe'ni (bizim tabi olduğumuz kayıtlarla mukayyed olmayan bir başka realitesi ve mahiyeti) vardır. Bundandır ki o,  bedenle bağlı olduğu halde aynı zamanda Refik-i A'la'da bulunur. Öyle ki, bir Müslüman, (ölmüş) arkadaşına selam verdiği vakit, ruh o hususî yerinde olduğu halde bu selama mukabele eder. Nitekim Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) altı yüz kanadı olan Hz. Cebrail aleyhisselam'ı görmüştür. Bu esnada onun  sadece iki kanadı ufku kapatmış ve dizini Resulullah'ın dizine dayayacak, ellerini dizinin üstüne koyacak şekilde ona yaklaşmıştır. Ruhla ilgili meseleleri anlamada zorluk çıkaran husus, şöyle bir yanılgıdır; ruhlar âlemi ile ilgili şuunatı, şehadet âleminin me'luf olan, alışılan şuunatı ile mukayese yapılır, orası da buraya göre değerlendirilir. Bu hatalı kıyasa göre, ruh bir yer işgal etti mi, onun bir başka mekanda bulunması mümkün olmaz. Bu açık bir yanılgıdır. Nitekim Aleyhissalâtu vesselâm Mirac gecesinde Hz. Musa'yı Refik-i A'la'da olduğu halde, kabrinde namaz kılarken ve selam verenlere mukabele ederken görmüştür. Bu iki durum arasında bir zıtlık yoktur. Çünkü ruhun şe'ni bedenlerin şe'ninden ayrıdır. Bu durumu daha iyi anlamamız için bazıları güneşle misallendirmiştir: Güneş semada olduğu halde şuaları yerdedir. Gerçi burada benzetmede eksiklik var. Çünkü ışık güneşin zatı değil, arazıdır.  Ruh ise, arazıyla değil, zatıyla yerdedir. Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın, yine Mirac'ta peygamberleri semavatta görmesi de bu meselemize bir başka delildir. Zira Aleyhissalâtu vesselâm orada ruhları misalî cesedlerinde görmüştü. Bununla birlikte onlar kabirlerinde canlı olarak namaz kılıyorlardı. Diğer taraftan Aleyhissalâtu vesselâm'ın şu sözünü de  hatırlayalım: "Kim, kabrimin yanında  bana salat okursa onu işitirim; kim de uzaktan salat okursa, o bana ulaştırılır." "Allah kabrime müvekkel bir melek koymuştur. Ona bütün mahlukatın kulaklarını vermiştir, kıyamete kadar bana salat okuyacak bir kimse yoktur ki, bu melek bana onu ismiyle, babasının ismiyle ulaştırmasın." Şurası da muhakkak ki, Aleyhissalâtu vesselâm'ın ruh-u şerifleri makamların en yücesinde, diğer peygamberlerin ruhlarıyla birliktedir.
     Dinimizde sabit olan bu haberlerle, şu husus kesinlik kazanmıştır: "Ruhun A'layı İlliyyin'de veya cennette veya semada bulunmasına rağmen, bedeniyle de irtibatta olup idrak etmeye, işitmeye, namaz kılmaya, okumaya devam etmesi arasında bir zıtlık yoktur; biri diğerine mani değildir. Bu meselede şaşkınlık ve anlama zorluğu şuradan gelir: Dünyevî şahidde, söylenenleri görecek maddî bir organ mevcut değildir, bunlar iman ve tefekkürle idrak edilebilir. Berzah ve ahiretle ilgili umûr, dünyada alışmış olduklarımızdan tamamen ayrıdır. Öylesine ayrı ki, şöyle denebiliyor: "Ruhta öyle bir hareket kabiliyeti, öyle bir intikal sür'ati var ki, kabirden semaya çıkışına kadar muhtaç olduğu müddet, göz açıp kapama anı gibi zamanın en küçük bir birimidir. Bu durumu uykuda olan bir ruh müşahade eder. Nitekim hadislerde geldiğine göre: "Uyuyan kimsenin ruhu yükselir, yedi kat semayı deler. Arş'ın önünde Allah'a secde eder, sonra cesedine geri döner ve bu seyahatı çok kısa bir zamanda gerçekleştirir."
Vefatı, miladî 1505 olan Suyûti'nin özetle sunduğumuz bu açıklaması, günümüzde getirilen ilmî açıklamalara neredeyse ayniyle muvafık düşmektedir. Tamamen fizik kanunlarıyla yapılan açıklamalardan sonra verilen bir sonuç şöyle: "...Dünya adı verilen bu gezegen, bize göre insanlara ait zahirî âlemdir. Ama bu gezegende yaşayan ve farklı yaratılan cinler de bizimle dünyayı paylaşmaktadır. Onlar gene bu dünyamız üzerinde Kur'an-ı Kerim'imizin gayb âlemi adını verdiği âlemde yaşamaktadırlar. Gayb âlemi, dünyadan başka bir yerde değildir. Farklı yaratılmamız sebebiyle cinler ve biz insanlar aynı koordinatlarda yaşadığımız halde fizik algılama sistemlerimizle birbirimizi farketmemekteyiz.
Görülmektedir ki, zahirî âlemin her noktası, aynı zamanda gayb âlemidir. Gayb âleminin her noktası da, aynı zamanda zahirî âlemdir. Öyleyse her nokta zahirî âlemde de gayb âleminde de aynı koordinatlara sahiptir ve her iki âlemde de vardır."

5. (5054)- Ebu Rezin el-Ukaylî (radıyallahu anh) anlatıyor:
"Ey Allah'ın Resulü dedim, Allah, mahlukatı nasıl iade eder, (yeniden diriltir)? Bunun dünyadaki örneği nedir?"
"Sen dedi, hiç kavminin üzerinde yaşadığı vadiden kurak mevsimde geçmedin mi? Sonra bir kere de her tarafın yemyeşil üğründüğü münbit mevsimde uğramadın mı?"
Ben "Elbette!" deyince:
"İşte bu, (yeniden) yaratmasına Allah'ın delilidir. Allah, ölüleri de böyle diriltecektir!" buyurdular."
[Rezin tahric etmiştir. Bu hadis Ahmed İbnu Hanbel'in Müsned'inde biraz farklı lafızlarla rivayet edilmiştir (4, 11).]

AÇIKLAMA:
Ahirette yeniden diriltmeye, Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın verdiği bu örnek, tamamen Kur'anî bir metoddur. Zira Kur'an-ı Kerim, dünyada cereyan eden ve gözle gördüğümüz hadiseleri zikrederek, ahiretteki ihyanın da böyle olacağını söyler.
"Allah, rüzgârları salıverip de bulutları harekete getirmekte olandır. Derken biz onu ölü bir toprağa sürüp, onunla yeri, ölümünün ardından canlandırmışızdır. İşte (ölülerin) dirilmesi de böyledir" (Fatır 9).

6. (5055)- İbnu Abbas (radıyallahu anhümâ) "O boru öttürülünce" (Müddessir 8) ayeti ile ilgili olarak dedi ki:
"Bu, sûrdur. Surede geçen racife, birinci nefha (üfleme), râdife de ikinci nefhadır." [Buhârî, Rikak 43 (muallak olarak).]

AÇIKLAMA:
1- İbnu Hacer bu hadisin açıklaması zımnında, sûru üfleyecek melekten bahsederken, sûru İsrafil aleyhisselam'ın üfleyeceği hususunda Ehl-i Sünnet ve'lcemaat'in icma'ına dair Halimi'nin kaydını naklettikten sonra, bazı rivayetlerde de iki sûr üfleyicisinden bahsedildiğine temas eder. Bu rivayetlerden birinde " Her sabah, sûra müekkel iki melek, ona üfleme emrini beklerler."
İbnu Hacer, bu manayı ifade eden hadislerden bazılarını kaydeder sonra da birinci üflemeyi bir başka meleğin, ikinci üflemeyi ise İsrafil'in yapacağını ifade eden Hz. Aişe'ye ait şu rivayeti kaydeder: "O melek, İsrafil'in kanat çırptığını görünce, sûra üfler. O, birinci üflemeyi yapar ki, bu nefha-i sa'k'dır. Sonra İsrafil ikinci üflemeyi yapar. İşte bu da nefha-i ba's (yeniden dirilme=nefha-i kıyâm da denir)." (*)
______________
(*) Bu açıklama 5051 numaralı hadisteki  açıklamaya nazaran tabir itibariyle farklı ise de esasta aynıdırlar.

2- Sadedinde olduğumuz hadis, Müddessir suresinde geçen nâkur ile Naziat suresinde geçen râcife ve râdife kelimeleri hakkında İbnu Abbas'ın yaptığı açıklamayı sunmaktadır. Buna göre, mezkur nâkurdan maksat, İsrafil'in kıyamet günü ölülerin dirilmesi için üfleyeceği sûr (boru)dur. Sûr' dan Kur'an'da bir çok ayette bahsedilmiştir. En'am 6, Kehf 99, Taha 102, Mü'minun 101, Neml 87, Yasin 51, Zümer 68, Kaf 20, Hakka 13, Nebe' 18.

7. (5056)- Ebu Said (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) (bir gün bize) Sahib-i Sûr'u (İsrafil'i) zikretti ve dedi ki:
"Sağında Cibril, solunda da Mikail aleyhimusselam var."
Rezin tahric etmiştir. [Ebu Davud, Huruf ve'l-Kıraat 1, (3999).]

31 Ekim 2012 Çarşamba

KELİMELER - KAVRAMLAR ... NEMRUT


KELİMELER - KAVRAMLAR
NEMRUT

     Hazreti İbrahim'in yaşadığı dönemde ülkenin hükümdarının veya makamının ismi.
Bunun böyle biliniyor olmasına, üstelik yer olarak da kimilerince Şanlıurfa, kimilerince de Ninova'nın zikredilmesine karşın, devletin bulunduğu coğrafya kesin olmadığı gibi, ülkenin hükümdarının "Nemrut" olduğuna ilişkin bilgiler de "rivayet"ler halindedir. Çoğu "İsrailiyyat" kökenli efsanevî rivayetleri bir yana bıraktığımızda, "Nemrut"a ilişkin bilgilerimiz kıttır, Kur'an-ı Kerim'deki kıssalardan ibarettir.
     Kur'an-ı Kerim'de, Hazreti İbrahim ile ilgili kıssalardan birinde, kendisine "mülk" verilmiş bir kimsenin Hazreti İbrahim ile olan tartışması şu şekilde aktarılır: "Allah kendisine mülk verdi diye (şımararak) İbrahim ile Rabbı üzerine tartışanı görmedin mi? İbrahim, "Rabbım öldüren ve diriltendir" demişti de, o, ben de diriltir ve öldürürüm” demişti. İbrahim, "Allah, güneşi doğudan getirir; haydi sen de batıdan getir" deyince, o inkârcı dona kaldı. Allah, zulmeden kimseleri doğru yola eriştirmez." (el-Bakara, 2/258). Bu ayette görüldüğü üzere, Nemrut ya da bir başka isim geçmemektedir. Hadis-i Şeriflerde de böyle bir isme rastlanmaz.
     Efsanelerden daha farklı kimi ipuçları yakalamak amacıyla peygamber kıssaları ile ilgili oldukça ayrıntılara kaynaklık eden Tevrat'a baktığımızdaysa, Nimrod adına rastlarız: "Ve Kuş Nimrod'un babası oldu; o, yeryüzünde kudretli adam olmaya başladı. O, Rabbin indinde kudretli aver idi; bundan dolayı: Rabbin indinde Nemrud gibi kudretli avcı, denilir. Ve, onun krallığının başlangıcı Şinar diyarında Babil ve Erek ve Akkad ve Kalne idi. O diyardan Aşura çıktı ve Nineveyi ve Rehobot-iri, Kalah'ı ve Nineve ile Kalah arasında Reseni bina etti; büyük şehir budur" (Tevrat, Tekvin, 10/8-12).
     Olayı bütünleştiren ve Hazreti İbrahim'le ilgili olan bir bölüm de de şöyle denir: "Ve Terah oğlu Abramı ve Haran'ın oğlu, torunu Lûtu, gelini Sarayı, oğlu Abram'ın karısını, beraber aldı ve Kenan Diyarına gitmek üzere Kildanîlerin Ur şehrinden onlarla çıktı ve Haran'a geldiler ve orada oturdular. Ve Terakın günleri ikiyüz beş yıl oldu; ve Terah Haran'da öldü. Ve Rab Abrama dedi: "Memleketinden ve babanın evinden, sana göstereceğim memlekete git" (Tevrat, Tekvin, 11/31-32 ve 12/I).
     Tevrat'ın bu cümlelerinden belirleyeceğimiz noktalar şunlardır:
     Nimrod, Ham'ın oğullarındandır. Hazreti İbrahim ise, Sam'ın neslindendir. Nimrod, Şinar, Babil, Erek, Akkad, Kalne hükümdarıdır; Hazreti İbrahim, başlangıçta Kitdanilerin Ur kentinde oturmakta, sonra babasıyla birlikte Haran'a göçmektedir. Amaçları, Kenan illerine gitmektir...
     Nimrod ile Ham arasında üç göbek vardır. Yani, Nimrod, Ham'ın oğlunun oğlunun torunudur. Hazreti İbrahim ile Sam arasında ise, sekiz göbek vardır. Ninova, Nimrod zamanında yoktur; kenti Aşura kurmuştur.
     Hazreti İbrahim'in Haran'da oturduğu anlatılmakta, ardından bir başka bab'a geçildiğinde O'nun göç etmesine ilişkin buyruğu görmekteyiz. Demek ki, ateşe atılma ve çıkış yeri Haran'dır. Haran ise, Nimrod'un kentleri arasında değildir. Bu bilgiler Tevrat'a göredir.
Bütün bu durumları dikkate aldığımızda Nimrod'un Nemrut olmadığı sonucuna varıyoruz. Ola ki, Nimrod'un çok büyük bir ünü olduğundan, ondan yıllar sonra Hazreti İbrahim'le tartışan ve O'nu ateşe atan kişinin olayları dilden dile dolaşırken, olay, bu ünü dillerde dolaşan kişiye maledilmiştir.
     Tarih kitapları, kimi efsanelerle doldurulmuş olanlarını bir yana bırakırsak, Nemrut'tan söz etmezler. Ya da, söz edenler, işe, "Nemrut kimdir?" sorusunun yanıtını aramakla başlarlar. Bunlardan bir bölümü, Nemrut'un tanınmış Babil Hükümdarı Hammurabi olduğu görüşündedirler. Kimileri ise, bir Babil hükümdarı olduğuna kesin gözüyle bakmakta; ancak, hangi hükümdar olduğunun belirlenemediğini ifade etmektedirler. Bunlara göre, Nemrut, Firavun gibi, Babil hükümdarlarının ünvanıdır; eski tarihçilerden bir bölümü, Hammurabi'ye ilâveten Sinaharib ve Buhtunnasır adlarını sıralarken; yeni tarihçiler de Şemsiulana ve Buhtunnasır adlarını Hammurabi'yle birlikte saydıklarına göre, "demek ki, Babil hükümdarlarının böyle bir ünvanı yok, her biri adlarıyla anılmakta" düşüncesiyle, "ünvandır" görüşüne iltifat etmemek gerekir.
     Bu durumda, verilen tek isim olan Hammurabi'ye bakmak gerekecektir. Ancak aradaki zaman farkı pek olumlu ipucu vermemektedir. Nitekim İsrailoğulları'nın Mısır'a göçtükleri M.Ö.1780 yıllarında Hammurabi 12 yaşındadır. Mısır'a göçenler oğlunun torunu olduğuna göre, 12 yaşındaki bir çocuğun Hazreti İbrahim'e yetişmiş olması düşünülemez. Hazreti İbrahim'in Milattan 2000 yıl önce doğduğu "rivayet"ini esas aldığımızda ise, bu takdirde Mısır'a göç M.Ö. 1630'larda olmuş olur ki, bu da Hammurabi'nin ölümünden sadece 56 yıl sonradır. Yine, zaman uyumu yoktur. Hele bir de, Hammurabi Kanunları'nın Hazreti Mûsâ şeriatından alındığı yolundaki görüşe iltifat edecek olursak, araya giren zaman daha da büyüyecektir.
     Öte yandan, Nemrut'a ilişkin rivayetlerde sözü edilen "doğum" ve "ırmak"a bırakılma olayının benzeri bir başka rivayette, Akad devletinin kurucusu Sargon için anlatılır. Sargon, M.Ö. 2350'lerde yaşamıştır. Hazreti Mûsâ ile arasında 650 yıl vardır. Bunun 430 yılı Mısır'da geçtiğine göre, geriye kalan yaklaşık 200 yıl, Hazreti İbrahim'in torununun oğluna kadar geçen süreye pek uygun düşmektedir. Hazreti İbrahim'in M.Ö. 2000'lerde yaşadığı "rivayet"i ile pek bağdaşmasa da, Hazreti Musa'nın yaşadığı yıllardan çıkarak yaptığımız hesap, Hazreti ibrahim ile Sargon'un çağdaş olabileceğini göstermektedir. Nitekim, yine Nemrut'a ait rivayetlerde anılan "savaşarak devleti ele geçirme" olayı da, Sargon'un tarihsel kişiliğine uymaktadır. Belki ileride Nemrut'un tarihsel kimliği tam olarak belirlenecektir. Ama, şu aşamada Sargon'un Nemrut olma olasılığı, Hammurabi'ye göre, çok daha büyüktür.
Kimliği ve tarihsel kişiliği ne olursa olsun, kesin olan birşey vardır. O da, yaygın bir biçimde "Nemrut" diye anılan bir hükümdarın Hazreti İbrahim'e karşı çıktığı ve onu ateşe atarak yok etmek istediğidir. Bu; isim bir yana bırakılırsa, Kur'an-ı Kerim'in haberleri ile sabittir.
     Kur'an-ı Kerim'de Hazreti İbrahim ile Nemrut'un savaşımına ilişkin ayetlerin sayısı 91'i bulur. Üstelik bunlardan bir bölümü de oldukça uzun metinlerdir. Bu bakımdan, Nemrut'u tanıtmak için bu ayetleri ve onlardan derlenen gerçek bilgileri teker teker sıralamak zor olacağından, konunun "icmalen" aktarılması daha uygundur.
     Nemrut'un toplumunda putlara tapılmaktadır (el-Enâm, 6/74; Meryem,19/42, 48; el-Enbiya, 21/52, 57, 66; eş-Şuarâ, 26/70, 71; el-Ankebut 29/17, 25; es-Saffat, 37/85, 86, 95). Onların yeyip içtiğine (es-Saffat, 37/91), konuştuğuna (es-Saffat, 37/92) inanılmakta; onlardan rızık beklenmekte, şifa umulmakta; yaratanın onlar olduğu sanıldıktan başka, ölüm de onlarda görülmekte ve kendilerinden bağışlanma dileğinde bulunulmaktadır (eş-Şuarâ, 26/78-82). Toplumda ahiret inancı yoktur (el-Ankebut, 29/19, 20). Gök cisimleri de, putlardan daha üstün bir konumda, ama kendi aralarında hiyerarşik bir düzene oturtulmuş olarak tapınılan tanrılar arasında yer almaktadır ve bunların en büyüğü Güneş'tir (el-Enâm, 6/74-79).
     Halk, alabildiğine dindar olsa gerek ki, hem çok sayıda put edinmiş bulunmakta (el-Enbiya, 21/58), hem putların bakımını üstlenmekte (es-Saffat, 37/91), hem de onları inanmayan kimselere karşı canla başla savunup, üstünlüklerini vurgulamaya çabalamaktadırlar (el-Bakara, 2/258; el-Enâm, 6/76-80; el-Enbiya, 21/55, 59, 60; el-Ankebut, 29/24; es-Saffat, 37/97). Bu dindarlık, heykelcilik (el-Enbiya, 21/52; es-Saffat, 37/95) gibi kimi iş kolları ile birlikte "aslı astarı olmayan söz yığını" (el-Ankebut, 29/ 17) halindeki bir 'edebiyat' ya da teolojik felsefeye de varlık kazandırmıştır.
     Putların özenle yerleştirildiği tapınaklar, aynı zamanda, yargı gibi kimi kamusal işlerin yürütüldüğü merkezler durumundadır (el-Enbiya, 21/61). Toplumsal dinamiklerin en güçlüsü olarak gelenekleri görürüz (el-Enbiya, 21/52-54; eş-Şuara, 26/7174). Geleneklerle şartlanmışlıklarından ötürü, insanlar, gözleriyle gördükleri gerçekleri bile kabullenemez, bir an için sezer gibi olduklarında da hemen geleneğin ağır basmasıyla eski inançlarına yönelmekten başka birşey yapamaz durumdadırlar (el-Enbiya, 21/58-65). Bunda, elbette, geleneklerle şartlandırma biçimindeki eğitim kadar, korkunun da payı vardır. Gerçekten de, toplumda geleneklere uymayan ve inançlardan sapan kimseler taşlanma, aforoz, sürgün ve hattâ ateşe atılma gibi cezalara uğratılmaktadırlar (el-En'am, 6/80; Meryem, 19/46-48; el-Enbiya, 21/68; el-Ankebut, 29/24; es-Saffat, 37/97). Böylece, toplumda kendi inançlarından başka hiç bir şeyi ciddiye almayan ya da inançlarına uymayan şeyleri gayr-ı ciddi bularak hafifseyen, dışlayan bir yapı oluşmuştur (el-Enbiya, 21/55).
     Kur'an-ı Kerim'in Hazreti İbrahim'le ilgili kıssalarda yer alan 91 ayetine topluca baktığımızda, Nemrut toplumu hakkında bize çok ilginç ve önemli ipuçları verecek bir başka belirleme daha yapabiliriz. Ayırım yapmaksızın sıralayacak olursak, bu ayetlerde, "tanrı" kavramı eksenli dört kelime/ isimle karşılaşırız. Allah, Rahman, rab, ilâh ve put... Bunlardan ilâh ya da ilâhlar sözcüğü yedi yerde geçmektedir. Put kelimesi sekiz yerde kullanılmıştır. Yıldız, ay ve güneş birer kez dile getirilmiştir. Rahman, tek bir ayette anılmaktadır. Ve, Rab adı, bütün ayetlerin çevresinde döndüğü bir eksen durumundadır. Hem Yüce Allah'tan, hem de Nemrut toplumunun tapınmakta olduklarından haber verilirken "Rab" kelimesi ağırlıklı bir biçimde vurgulanarak kullanılmıştır.
     İkinci husus, gerek Hazreti İbrahim ve gerekse Nemrut kavmi, putlar için "Rab" kelimesini hiç kullanılmamaktadırlar. Onları anlatmak için kullanılan kelimeler "taptıklarınız" ve "ilahınız/ilahlarınız" biçimindedir ve Nemrut halkı, ancak, gök cisimlerinden söz edildiğinde "rab" kelimesini kullanmaktadır.
     Üçüncü hususa gelince: Hazreti İbrahim, sürekli bir biçimde "Allah'tan başka taptıklarınız" anlatımını vurgulamakta ve Allah adını devamlı olarak dile getirmektedir.


     Bu üç husustan çıkarılacak kimi sonuçlar vardır:
     Nemrut toplumunda putlara tapınılmasına karşın, onlara "rab" gözüyle bakılmamaktadır. Rablık, ancak, gök cisimlerine tanınmaktadır.
     Toplum, Cahiliye arabı gibi. Allah'ın varlığından haberli bir toplumdur. "Allah'ın kendisine hükümranlık verdiği kimse" de Rab sayılmaktadır. Çünkü, Hazreti İbrahim karşısında kendini böyle tanıtmıştır.
     Nemrut toplumunda tapınılmakta olan putlar, "rab" değilse, nedir? Putlar, "dünya hayatında Allah'ı bırakmış" olan bu toplum için, doğrudan doğruya bir "dostluk vesilesi" dir (el-Ankebut, 29/25). İşte, bu nokta belirlendiğinde, artık, Hazreti İbrahim ile ilgili kıssaların niye baştan başa "Rab" kavramıyla donanmış olduğu daha iyi anlaşılacaktır. Demek ki, toplum üyeleri için aralarında bağ ve bağlantı kurucu bir "gözetici", bir "yüklenici", bir "gereksinme karşılayıcı", bir "düzenleyici", bir "eğitici", bir "seçkin", bir "sözü dinlenir", bir "üstünlüğü onaylanır" varlığa gereksinme duyulmaktadır. Bu, her türlü ilişkiyi üzerine kurabilecekleri, her şekil bağlantıya dayanak yapabilecekleri, her çeşit dayanışmada aracı edinebilecekleri, her nevi işlerinde tutunabilecekleri bir şey olmalı ve üstelik kendileri nasıl yorumlarsa, o konumda sayılabilmelidir. İşte "putların dostluklar için vesile kılınması" olayındaki etki budur.
     Nemrut toplumunu tekdüze bir eşitlik içinde düşünmek mümkün olmayacağına göre, putları dostluk vesilesi kılmış bu insanların "dostluklar"ı ile bir ehram oluşturduklarını da varsayabiliriz. Herkesin kendisinden bir üstününü rab sayıp, bir altta olanına da rablık ettiği bir ehram. En tepede de, kendisinde yaşatma ve öldürme yetkisi bulunduğunu açıkça belirterek rablığını Hazreti İbrahim'e karşı ilân etmeye kalkışmış olan "Nemrut"... Evet; gökyüzündeki güneş, ay, yıldızlar sıralamasının tapınaklardaki putlara öylece yansıtılmasının ardından, bu putlar vesilesi ile kurulmuş bulunan dostluklardaki hiyerarşik ehram... Dostluk, bilindiği Üzere, "velâ" anlamında bir dostluk...
     Hazreti İbrahim'in topluluğa karşı kullandığı; "eski atalarınızın ve sizin nelere taptıklarınızı görüyor musunuz? Doğrusu onlar benim düşmanımdır. Dostum ancak âlemlerin Rabbıdır. Beni yaratan da, doğru yola eriştiren de O'dur. Beni yediren de, içiren de Odur. Hasta olduğumda bana O şifa verir. Beni öldürecek, sonra da diriltecek olan O'dur. Ahiret gününde yanılmalarımı bana bağışlamasını umduğum, O'dur" (eş-Şuarâ, 26/75-82) cümleleri, O'nun reddettiği putların dostluğunun ve dostluk vesilesi yapılmasının boyutlarını açıkça ortaya koymaktadır. Rızıktan, ölüme dek her alanda... Kulların rablığının, putların dostluklarına dayanılarak, yürürlüğe konulduğu bir toplum da "Nemrut" tepedeki "rab"tır:
     Bir yaratığın rablık davasına kalkışması... Bir insanın Allah'tan başka rab veya rablar edinmesi ya da başkalarına böyle bir kapı açması... Bir kimsenin Yüce Allah'ın gönderdiği elçiyi yadsıması, öldürmeğe kalkışması, hattâ onu ya da herhangi bir insanı zulmen öldürmesi... Hele peygamberi ateşe atmak... Bunlar, hep, Nemrut'u "Nemrut" yapan tutumlardır.
     Ama, onun asıl "Nemrutluk"u bunlar değil de, tüm bunları uygulayabileceği bir ortama elverişli düzeni kurabilmiş olmasıdır. Çünkü, "düzen" vardır ve tüm bunlara imkân veren de, zemin hazırlayan da, hattâ yönlendiren de işte bu düzendir. Öyle bir düzen ki; Yüce Allah, yaşamın dışında tutulmuştur. Dünya yaşamında Allah bırakılmıştır da, insanlar arası ilişkilerin kurulması ve yürütülmesi için putlar "vesile" edinilmektedir. İnsanlar arasındaki ilişkiye putların vesile kılınmış bulunduğu bu düzenin yürümesi için can, mal, akıl ve nesil güvenliği ortadan kaldırılmış; tüm bunlar "Nemrut Dini”nin ayakta kalabilmesi uğruna güdüm altına alınmıştır. Böylece, insanların "can"ları üzerinde tasarruf edebilme yetkisi, "mal"larını yönlendirebilme gücü, "akıl"ları denetim altına alan gelenekler birikimi "edebiyat"ı oluşturma imkânı, "nesil"leri uyumluca yoğurabilme işlevini veren "eğitim"i yönlendirme araçları elde tutulmuş; bunlar birer silah gibi kullanılarak insanlar güdülmüştür. Bu, tersine de olsa, dört dörtlük bir düzendir ve Nemrut'un asıl "Nemrutluk"u da işte bu noktadadır. Kişisel tutumlarından çok, Yüce Allah'a giden yolları tıkayıcı bir işlev veren bu düzenlemesindedir.

ŞAMİL İSLAM ANSİKLOPEDİSİ
Zübeyr YETİK
Hareketli Ayıraç Gifleri 2013

30 Ekim 2012 Salı

İSLAM TARİHİ ... HENDEK SAVAŞI ve SONRASI / Rıdvan Bîatı


İSLAM TARİHİ
HENDEK SAVAŞI ve SONRASI
     Rıdvan Bîyatı
     Resûl-i Kibriya Efendimiz, Hz. Osman’ın müşrikler tarafından şehit edildiği haberini duyunca son derece müteessir oldu. Ku­reyş’in bu hareketi karşısında üzerlerine yürümekten başka bir çare kalmıyordu.     “Madem böyle, bu kavimle çarpışmadıkça buradan kat’îy­yen ay­rılmayaca­ğız!” diye buyurdu. [1]

     Zaten yapılabilecek başka bir şey de kalmış değildi. Sulh tekliflerine ya­naşmadıkları gibi, üstelik elçisini şehit etme cür’etini bile gösterebiliyorlardı.     Ashabına, “Allah Teâlâ, bana bîat yapılmasını emretti!” diye seslendi. Hâtemü’l-Enbiya Efendimiz, Semüre Ağacı (bîattan sonra “Rıdvân Ağacı” olarak adlandırılmıştır) altında durdu. Müslümanlar da teker teker, çarpış­mak­tan yüz çevirmeyeceklerine, Allah ve Resûlü yolunda canlarına feda edin­ceye kadar savaşacaklarına dair bîat ettiler. [2] Bîattan tek bir kişi kaçındı, o da; Müna­fık­lardan Cedd b. Kays. idi [3]
     Bu bîat, sahabelere yeni bir cesaret, taze bir heyecan verdi. Yerlerinde adeta duramaz hale gelmişlerdi. Bir an evvel ya Kâbe’yi tavaf etmek veya müşrik­ler­le çarpışmak istiyorlardı.     Cenab-ı Hak, bu bîatta bulunan Müslümanlardan râzı ve memnun oldu­ğunu Kur’an-ı Kerim’de şöyle beyan eder:  “Andolsun ki Allah, mü’minlerden -seninle o ağacın altında bîat ederler­ken- râzı olmuştur da kalplerindeki sıdk ve ihlâsı bilerek üzerlerine kuvve-i mânevîyeyi indirmiş ve onları yakın bir fetih (Hayber Fethi) ve alacakları bir­çok ganimetle mükâfatlandırmıştır. Allah, mutlak galiptir, yegâne hüküm ve hikmet sahibidir.” [4]
     Bu sebeple bîata “Rıdvân Biatı” adı verildi. Resûl-i Ekrem Efendimiz de bir hadislerinde, “Ağaç altında gerçekten bîat edenlerden hiçbiri cehenneme girmeyecektir” [5] buyurarak, bu bîatta bulunan Müslümanların faziletini beyan etmişlerdir.


     Hz. Osman’ın Geri Dönüşü
     Bîat haberi Ku­reyş müşrikleri tarafından duyulunca, üç gün yanlarında alı­koydukları Hz. Osman’ı serbest bıraktılar. Hz. Osman derhal Hz. Re­sû­lul­lah’ın huzuruna çıkıp geldi; böylece, şehâ­de­tiyle ilgili haberin asılsız olduğu anlaşıldı.
     Fakat bîat yapılmış ve tamamlanmıştı. Sahabeler, Hz. Osman’a, “Herhalde Kâbe’yi tavaf etmişsin­dir!” dediler. Hz. Osman, “Vallahi, Mekke’de bir yıl kalsaydım ve Re­sû­lul­lah da (a.s.m.) Hudeybiye’de otursaydı, o, Kâbe’yi ta­vaf et­medikçe, ben yine tek başıma onu ta­vaf etmezdim!” diye karşılık verdi. [6]
[1] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 330; Taberî, Tarih, c. 3, s. 77.
[2] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 330.
[3] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 330.
[4] Fetih, 18-19.
[5] Ahmed İbn Hanbel, Müsned, c. 3, s. 350.
[6] İbn Kayyim, Zâdü’l-Meâd, c. 2, s. 137.
Salih SURUÇ

29 Ekim 2012 Pazartesi

4 Kasım 2012 Pazar / İstanbul'da Hanımefendiler için 2 Program


Hanımefendiler;
4 Kasım 2012 Pazar günü
2 ayrı programa davetliler...
11:00 - 13:00
HAYATIMIZA YÖN VERECEK AYETLER
Anlatan: Özlem Nas
Konu: Necm Suresi - 33. den, 55. ayete kadar olan bölüm.
Adres:
İNSAN ve MEDENİYET HAREKETİ
Bahariye Mevlevihanesi, Silahtarağa Cad. No: 12
Haliç Kıyısı, Eyüp - İstanbul
[Resim: 0_3fd9c_177af3f7_L]
13:00 - 16:00
HAFIZLIK İCAZET MERASİMİ
Gönül Erleri Mail Grubu'muzun ilklerindenonursal üyemiz
Merve Şenel'in de aralarında bulunduğu 8 hanım kardeşimiz
HAFIZLIK İCAZETİ' ni alacaklar...
Adres:
Kartaltepe Yeni Camii Kız Kur'an Kursu
Kartaltepe Mah. Ürgüplü Cad. 30. Sk. No: 3
Bayrampaşa - İstanbul
Tlf.: 0212 578 18 20
[Resim: 0_3aaff_b2d55114_xlu4x2t.png]
[Resim: 0_3aaf5_71c2af52_xl6pbub.png]

28 Ekim 2012 Pazar

HALİÇ FORUMU - TÜRKİYE'nin EĞİTİM RAPORU

KONUŞMACI:
Hasan Celal GÜZEL
TARİH - SAAT:
01 Kasım 2012
Perşembe - 19:00

KONU:
TÜRKİYE'nin
EĞİTİM RAPORU
* Yeni eğitim modeli nasıl bir insan tipi yetiştirmek istiyor?
* Yeni eğitim sisteminin gerekçeleri nelerdir?
* 4+4+4 eğitim sisteminin avantaj ve dezavantajları nelerdir?
* Eğitimin zorunlu olması ne kadar doğru?
* Türk Milli Eğitim sisteminde son on yılda yaşanan değişimin yönü nedir?
* Eğitim sisteminin temel referansları hangi düşünce sistemine dayanıyor?
* Dershanelerin kapatılması çözüm mü yoksa büyük sorunların başlangıcı mı?
* İlk ve orta öğretimde sınavların tümden kaldırılması hedefi ne kadar gerçekçi?
İNSAN ve MEDENİYET HAREKETİ
Bahariye Mevlevihanesi Silahtarağa Cad. No: 12
Haliç Kıyısı - Eyüp / İstanbul
Tlf.: 0212 501 31 71
www.imh.org.tr

Sağlıklı Beslenmek / VİTAMİNLERİN ÖNEMİ!

Neden Yaşlanırız?      Doğal yaşlanma sürecinde cildimizin esnek yapısı git gide azalmaktadır. Esnekliğin azalması cildimizin genç görünümün...