3 Nisan 2013 Çarşamba

İSLAM İLMİHALİ / ZEKÂT / GEÇERLİLİK ŞARTLARI

İSLAM İLMİHALİ
Dokuzuncu Bölüm
ZEKÂT
Üçüncü Konu
ZEKÂTIN ŞARTLARI (2)

     B) GEÇERLİLİK ŞARTLARI
     Yukarıda zekâtın vücûb şartlarından, yani bir kimsenin zekâtla mükellef olabilmesi için şahsı ve malı yönünden aranan şartlardan söz edildi. Şimdi ise, üzerine böyle bir mükellefiyet terettüp eden müslümanın yapacağı ifanın geçerli olabilmesi için gerekli şartlar, yani klasik ifadesiyle zekâtın sıhhatinin şartları üzerinde durulacaktır. Zekâtın, fakihlerce ısrarla üzerinde durulan iki önemli sıhhat şartı vardır. Bunlar da mükellefin ibadet niyeti ve yapılan ödemenin ehline temlikidir.
     a) Niyet
     Zekât esasen malî bir ibadettir ve namazla birlikte İslâm'ın iki temelini teşkil eder. Namaz bedenî ibadetlerin, zekât da malî ibadetlerin simgesi konumundadır. Âyet ve hadislerde zekâtın çok defa namazla birlikte zikredilmiş olması da böyle bir anlam taşır. Zekât sadece bir borç değil aynı zaman-da ondan istifade edecek kişilerin bir hakkıdır da. Bu sebeple devletin topla-ma ve dağıtma yükümlülüğünü üstlendiği bir nevi vergi olarak da nitelendi-rilir. Devlet onu mükelleflerden gerektiğinde zorla tahsil eder. Bunlar zekât mükellefiyetinin toplumu ve üçüncü şahısları ilgilendiren yönüdür. Bunlara ilâve olarak bir de zekâtın ibadet olması, Allah'ın emrine itaat edilerek, O'na kulluğun bir nişanesi olarak yerine getirilmekte oluşu sebebiyle mükellefin niyet ve kastını, onun iç dünyasını ilgilendiren yönü vardır. Bu sebeple de İslâm bilginleri, zekâtta ibadet bilinç ve niyetinin bulunması gerektiğini, ancak bu takdirde zekâtın mükellef açısından geçerli olacağını belirtirler.
     Zekâtın bu iki yönünü birlikte değerlendiren fakihler diğer ibadetlerde olduğu gibi zekât borcunun ödenmesinde de niyetin şart olduğunda görüş birliğine varmışlar, fakat bu niyetin ne zaman yapılacağında, mükellef adına başkası tarafından yapılıp yapılamayacağında (niyâbet), ayrıca devlet tarafından zorla tahsil edildiğinde zekât borcunun ödenmiş olup olmayacağında farklı görüş ileri sürmüşlerdir.
     Hanefîler'e ve Şâfiîler'e göre; kaide olarak niyetin ödeme anında bulunması gerekir. Çünkü zekât ibadettir ve ibadetlerde niyet şarttır. Fakat ödemeler parça parça yapıldığı için, kolaylık olsun diye niyetin, zekât borcunun çıkarıldığı anda bulunması da yeterlidir. Bu oruçta niyetin önceden yapılması gibidir.
     Zekât verilirken hükmen niyet edilmiş olması da yeterlidir. Meselâ mal sahibi niyet etmeden zekât borcunu verdikten sonra henüz mal fakirin elinde iken niyet etmesi, yahut vekile vermesi anında niyet ettiği halde vekil zekât borcunu öderken niyet etmemesi gibi durumlarda niyet hükmen var sayılır. Çünkü emreden kişinin niyeti esastır.
     Hanefî mezhebinde müftâ bih (kendisiyle fetva verilen) görüşe göre zekât memuru açık mallardan (el-emvâlü'z-zâhire) zekâtı zorla almış ise, mükellefin üzerinden zekât borcu düşer, gizli mallardan zorla zekât alındı ise zekât borcundan mükellef -niyet etmemiş ise- kurtulamaz.
     Şâfiîler'e göre; tercih edilen görüş -Hanefîler'de olduğu gibi- niyetin zekât borcunu çıkarma anında yapılabileceğidir. Çünkü niyeti zekât borcunu hak edenlere verirken şart koşmak güçlük doğurur. Onun için malında vekil tayin eden kişinin devir esnasında zekâta niyet etmesi yeterlidir.
     Şâfiîler çocuk ve akıl hastasının mal varlığından velî ve vasîlerinin zekât ödemekle mükellef oldukları görüşündedir. Bu durumda veli veya vasî onlar adına zekât öderken niyet edeceklerdir.
     Mâlikîler'e göre mükellef zekât malını ayırırken, bu malın verilmesinden az önce veya verilirken niyet edilmesi câizdir. Hanbelîler'in görüşü de buna yakındır. Onlara göre mal sahibinin niyeti esas olup zekât memurunun niyeti onun yerine geçmez.

     b) Temlik
     Zekâtı, ona ehil olanlara vermek yani onların mülkiyetlerine geçirmek (temlik) şarttır. Bu şart iki unsur içerir; birincisi temlik işlemi, ikincisi ise temlikin yapıldığı şahsın zekâtı almaya ehil oluşu. Fakihlerin temlik terimine genelde bir malın mülkiyetini zekât alacak şahsa doğrudan nakletme işlemi şeklinde dar bir anlam verdiklerini belirtmek gerekir. Bu itibarla bir kimse zekât niyetiyle bir fakir veya yetimin karnını doyursa bu zekât borcunu ortadan kaldırmaz. Ancak zekâta niyet edilerek, onlara gıda maddeleri verilse zekât ödenmiş olur. Çünkü zekât niyetiyle fakire, yetime mal vermek temliktir. Böylece onlar kendi malından yemiş olur.
     Klasik dönem İslâm hukukçularının büyük çoğunluğuna göre cami, okul, yol, köprü, çeşme yapımı gibi hayır kuruluşlarına zekât verilmez; ölü kefenleri alınmaz ve ölülerin borçları zekâtla ödenmez. Çünkü bu durumlarda temlik gerçekleşmez; yani zekât, borcu ödenen kişinin mülkiyetine geçmemektedir. Hayır kurumlarına zekâtın dışında bağışlar şeklinde yardımlar yapılmalı, zekât ise sadece fakirlere verilmelidir. Çünkü İslâm dininde imkânı olan müslümandan sadece zekât borcunu vermesi değil, bunu da aşarak Allah'ın kendisine verdiği malını hayırlı faaliyetlere sarfetmesi istenmektedir.
     İslâm'ı yaymak, korumak, müslümanlara düşmanlarından zarar gelmesini önlemek amacıyla yapılan harcamalar zekât yerine geçer. Çağımızda yoksullara ve âcizlere bakmak için kurumlar oluşturulmuştur. Bu kurumlara da zekât verilir ve bu vekâleten veya dolaylı temlik sayılır.
     Temliki dar mânasıyla alan fakihler bir fakiri zekâta mahsup olmak üzere bir dairede oturtmakla da zekât borcunun ödenmiş olmayacağını, çünkü bunun temlik sayılmayacağını ileri sürmüşlerdir. Ancak evin kullanımının ekonomik bir değerinin bulunduğu, fakirin evde oturduğu müddetçe onun kullanım (menfaat) mülkiyetine sahip olduğu ve bu açıdan temlikin gerçekleştiği düşünülürse araya göstermelik bir para alışverişinin girmesine gerek olmadığı görüşü daha doğrudur.
     Zekât usul (baba, anne, dede, nine) ve fürûa (çocuk ve torun) verilemez. Çünkü zekât verenle usul ve fürûu arasında çok sıkı bir mülkiyet bağı ve menfaat ortaklığı vardır. Dolayısıyla burada tam anlamıyla temlik gerçekleşmez. Aynı şekilde kişi zekâtını karısına da veremez. Ebû Hanîfe'ye göre kadın da zekâtını kocasına veremez.
     Fakir bir kimsede alacağı olan zengin ona, "Alacağımı sana zekât olarak veriyorum" dese temliki dar ve formel (şeklî) mânada anlayan fakihlere göre bu şekilde zekât borcu ödenmiş olmaz. Çünkü zengin zekât borcunu fakirin eline teslim etmedikçe temlik gerçekleşmez ve borçtan kurtulmaz. Ancak temliki geniş mânasıyla alırsak bu da bir nevi temliktir, zekât yerine geçer. Bunun için de borçlu, borcunu alacaklıya ödeyip sonra tekrar zekât olarak ondan alması şeklinde bir şeklî ve dolaylı işleme gerek yoktur.
     Yapılan bir harcamanın veya ödemenin fıkhen zekât sayılabilmesi için fakihlerce ileri sürülen niyet ve ehline temlik şartları netice itibariyle hem zekâtı verenin bilinçli ve iradî şekilde hareket etmesini sağlamaya hem de fakirin haklarını korumaya mâtuf tedbirler olarak anlaşılmalıdır. Fakihlerin temlik terimini dar mânasıyla ve şeklî bir işlem olarak yorumlamaları da esasen fakirin hakkını gözetmeye yönelik bir çaba olmakla birlikte bu yaklaşım bazan gülünç hilelerin de yolunu açmaktadır. Doğru olanı, temlike geniş mâna verilmesi ve dolaylı temliklerin yeterli sayılmasıdır.
     Borçlu, zengin alacaklısına "Bana zekâtını ver, senin borcunu ödeyeyim" dese alacaklı da zekâtını ona verse, zekât borcunu ödemiş olur. Borçlu onu aldıktan sonra kendi borcunu ödemek zorunda değildir. Ama borç yerine, aldığı zekâtı verirse borcunu ödemiş sayılır.
     Temlikin gerçekleşmesinde gözetilen ikinci husus ise, temlikin zekâtı hak edenlere yapılmasının şartıdır. Bu itibarla zekât zenginlere ve onların küçük çocuklarına verilemez. Çünkü onlar zekâta ehil değildir. Zenginin yetişkin çocuğu, nafakası babasına ait de olsa, zengin sayılmaz. Zenginin fakir karısı da böyledir.
     Hz. Peygamber kendi soyuna zekât verilmesini yasakladığı için zekât Hâşimoğulları'na da verilemez. Böylece Hz. Peygamber bir devlet gelirini hak da etseler- sülâlesine yasaklayan tek tarihî şahsiyettir. Belki de o, bu uygulaması ile zekât mallarına göz diken kötü kişilerin çeşitli istismarlarına mani olmak istemiş ve zekât gelirlerini Hâşimoğulları'na yasaklamıştır. Hâşimoğulları; Hz. Ali, Abbas, Ca`fer Tayyâr, Akýl ve Hâris b. Abdülmuttalib soyundan gelenlerle bunlar tarafından hürriyete kavuşturulan kişilerdir.

CENNET İLE İLGİLİ AYET-İ KERİMELER - 4

C E N N E T
CENNET İLE İLGİLİ AYET-İ KERİMELER - 4
"İman edip salih amellerde bulunanlar, ne mutlu onlara.
Varılacak güzel yurt da onlar içindir."
(Ra'd Suresi / 29)
"Takva sahiplerine vadolunan cennetin özelliği (şudur):
Onun zemininden ırmaklar akar.
Yemişleri ve gölgesi süreklidir.
İşte bu, (kötülüklerden) sakınanların (mutlu) sonudur.
Kafirlerin sonu ise ateştir."
(Ra'd Suresi / 35)
"İman edip de iyi işler yapanlar,
Rablerinin izniyle içinde ebedi kalacakları ve
zemininden ırmaklar akan cennetlere yerleşeceklerdir.
Orada (birbirleriyle) karşılaştıkça söyledikleri "selam" dır."
(İbrahim / 23)
"Gerçekten takva sahibi olanlar
cennetlerde ve pınar başlarındadır."
(Onlara) oraya esenlikle ve güvenlikle girin denilir.
(Hicr Suresi / 45-46)
"Biz, onların gönüllerindeki kini söküp attık;
onlar artık köşkler üzerinde
karşı karşıya oturan kardeşler olacaklar.
Orda onlara hiçbir yorgunluk dokunmaz ve
onlar ordan çıkarılacak değildirler.
(Hicr Suresi / 47-48)
"Girecekleri (o yurt), zemininden ırmaklar akan Adn cennetleridir.
Onlar için orada kendilerine diledikleri her şey vardır.
İşte Allah, takva sahiplerini böyle mükafatlandırır.
(Onlar) meleklerin, 'Size selam olsun,
yapmış olduğunuz (iyi) işlere karşılık cennete girin'
diyerek tertemiz olarak canlarını aldıkları kimselerdir."
(Nahl Suresi / 31-32)
"İşte onlara, alt taraflarından ırmaklar akan Adn cennetleri vardır.
Onlar Adn cennetlerinde tahtlar üzerine kurularak
orada altın bileziklerle bezenecekler;
ince ve kalın dibadan yeşil elbiseler giyecekler.
Ne güzel karşılık ve ne güzel kalma yeri!"
(Kehf Suresi / 31)
"İman edip, iyi davranışlarda bulunanlara gelince;
onlar için makam olarak Firdevs cennetleri vardır."
"Orada ebedi olarak kalıcıdırlar ondan ayrılmak istemezler."
(Kehf Suresi / 107 - 108)
"Nihayet onların peşinden öyle bir nesil geldi ki,
bunlar namazı bıraktılar, nefislerinin arzularına uydular.
Bu yüzden ileride sapıklıklarının cezasını çekecekler.
Ancak tevbe edip, iman eden ve
iyi davranışta bulunan kimseler hariçtir.
Bunlar; cennete girecekler ve hiç bir haksızlığa uğratılmayacaklardır."
(Meryem Suresi / 59-60)
"O cennet;
çok merhametli olan Allah'ın,
kullarına gıyaben vadettiği Adn cennetleridir.
Şüphesiz O'nun vadi yerini bulacaktır.
Orada boş söz değil, hoş söz duyarlar.
Ve orada, sabah-akşam kendilerine ait rızıkları vardır.
Kullarımızdan, takva sahiplerine verdiğimiz cennet işte budur."
(Meryem Suresi / 61-62-63)

2 Nisan 2013 Salı

KELİMELER - KAVRAMLAR / SECDE

KELİMELER - KAVRAMLAR

SECDE


     Baş eğme, itaat etme, üstün bir varlığın önünde yere kapanma; namazda veya Allah'a ibadet niyeti taşıyarak alın ve burun yere değecek şekilde yere kapanma ve dua etme anlamında bir fıkıh terimi.
     Kur'an-ı Kerim'in birçok âyetinde müslümanlar, rükû ve secde edenler şeklinde tanımlanmış; Allah'a yaptıkları secde nedeniyle yüzlerinin nurlandığı ve alınlarındaki secde izlerinden tanınacakları bildirilmiştir (el-Fetih, 48/29).
     Diğer yandan, secdenin, müslümanların namaz kılarken alınlarını yere koymaları dışında, aslında Allah'ın emirlerine uymak, O'nun kainattaki düzenine riayet etmek anlamına geldiği şu âyet-i kerimeyle daha iyi anlaşılmaktadır: "Göklerde ve yerde olanların, güneş, ay, yıldızlar, dağlar, ağaçlar, hayvanlar ve insanların çoğunun Allah'a secde ettiklerini görmüyor musun?" (el-Hacc, 22/18).
     Dolayısıyla secde, Allah'ın buyrukları dışına çıkmamak anlamına gelirken; namazda yapılan secde ise Allah'a itaatin bir sembolü, bir göstergesidir. Namazda secde eden müslüman, hayatının diğer zamanlarında da O'na boyun eğiyor, buyruklarından dışarı çıkmıyor demektir. Kur'an-ı Kerim'de Hz. Yusuf'un kıssası anlatılırken, anasının, babasının ve on bir kardeşinin Yusuf'a secde ettikleri bildiriliyor (Yusuf, 12/100). Allah'ın dışında hiç bir varlığa secde edilmeyeceğini, bunun şirk olduğunu söyleyen İslâm alimleri söz konusu âyeti açıklarken, buradaki "secdeye kapandılar" cümlesine iki tür anlam yüklüyorlar: Ya onlar sevinçlerinden Allah'a şükür niyetiyle yere kapandılar; ya da, Hz. Yusuf'un emrine girerek hayatlarının diğer bölümünde Onun buyruklarının dışına çıkmadılar. Bir diğer anlamı, Yusuf'un önünde saygıyla eğildiler demektir. Hangi anlam kabul edilirse edilsin, Allah'ın dışında hiç bir canlıya secde edilebileceği yönünde bir anlam çıkarılamaz.

     Namazın farzlarından olan secde şöyle yapılır:
     Rasûlüllah'ın, "Alın, iki el, iki diz ve iki ayak uçları olmak üzere yedi kemik üzerine secde etmekle emrolundum" (Tecrid-i Sarih Tercümesi, II, 847) hadisi gereğince sözü edilen yedi uzvun yere değmesi gerekir. Alınla birlikte burnun da değdirilip değdirilmeyeceği konusunda tam bir görüş birliği olmamasına rağmen; hadisi rivayet eden Abdullah b. Abbâs, Hz. Peygamber'in alnını gösterirken burnunu da işaret ettiğini bildiriyor.
     Bir başka hadisi de Ebu Said el-Hudri rivayet ediyor: "Rasûlüllah'ın halka kıldırdığı bir namazda, alnında ve burnunda çamur eseri görüldü" (Sünen-i Ebu Davud, II, 54).

     Secde, rükudan doğrulduktan sonra yapılır. Hanefi alimlerine göre rükudan doğrulduktan sonra "Semiallahü limen hamideh Rabbena lekel hamd" denir ve ardından "Allahu ekber" diyerek secdeye gidilir. Ancak, değişik hadis-i şeriflerde, bunların dışında da duaların yapılabileceği ve hatta rükûdan sonraki duruşun kıyamdaki kadar uzun olabileceği bildirilmiştir. Bu konuya örnek olması açısından; Enes b. Malik diyor ki:
     "Kısalıkta ve uzunlukta Rasûlüllah'ın arkasında kıldığım namaz kadar hiç bir kimsenin arkasında kılmadım. Rasûlüllah (s.a.s) 'Semiallahü limen hamideh' dediği vakit biz (içimizden) 'herhalde şaşırdı' diyecek kadar ayakta durur, sonra tekbir alır ve secdeye varırdı. İki secde arasında da biz, 'herhalde namazda şaşırdı' diyecek kadar otururdu" (Sünen-i Ebû Davud II,16). Cemaatle kılınan namazlarda "Semiallahü limen hamideh" sözünü imam açıktan söyler, cemaat ise bunu söylemeyip ardından sessizce "Rabbena lekel-hamd" der. Secdeye giderken, hadis-i şerif gereğince önce dizleri sonra elleri yere koymak gerekir. Rasûlüllah'ın bu konuda, ellerin dizlerden önce konulmasını emreden hadisleri varsa da, bunların daha sonra neshedildiği hakkındaki rivayetler daha güçlüdür. Ancak, İmam Malik, sözkonusu hadisler uyarınca secdeye inerken önce ellerin sonra dizlerin konması görüşündedir. Hanefi ve Şafiîler ise şu hadise göre amel ederler: "Vail b. Hucur'dan; Rasûlüllah'ı secde ederken dizlerini ellerinden önce koyduğunu, secdeden kalkarken de ellerini dizlerinden önce kaldırdığını gördüm" (Sünen-i Ebû Davud, II, 5):

     Secdedeki duruş ve ne okunacağı:

     Secdede el ve ayakların kıbleye doğru olması gerekir. Yukarıdaki hadis gereği burun da dahil yedi uzuv aynı anda yere değdirilir. Göğsü ve dirsekleri yere değdirmemek, büzülmeyip kolları açık tutmak ve düz durmak sünnettir. Rasûlüllah buyuruyor:
     "Sizden biriniz secde ettiği vakit ellerini köpeğin döşediği gibi döşemesin, uyluklarını bitiştirsin" (Ebu Davud, II, 48). Ayaklar, parmak uçları yere değecek şekilde dik tutulur, secde anında ayaklar yerden kalkmamalıdır.

     Secdede alnın konulacağı yer çok yumuşak olmamalıdır. Hafif bir yumuşaklık olduğu halde, alın, yerin katılığını hissederse bu secde caiz olur; ancak yün, pamuk, saman, kar gibi şeylerin üzerine yapılan bir secdede yüzün tamamen gömülmesine rağmen alın yerin katılığını hissetmezse bu secde olmaz. Temel şart, yüzün gömülmemesi ve alnın yerin katılığını hissetmesidir.

     Secde edilecek yer ayakların bastığı yerden diz boyundan yaklaşık otuz santimetreden fazla yüksek olmamalıdır. Bundan daha azı ise namaza bir zarar vermez. Ancak cemaatle kılınan bir” namazda yerin darlığı nedeniyle secdeyi yerde yapma imkanı olmadığı durumlarda arka saftaki cemaat ön saftakilerin sırtına secde edebilir. Bu ise, secde yapanla sırtına secde yapılan kişinin aynı vaktin namazını kıldığı durumlarda geçerlidir.


     Secdede okunacak dualara gelince; Hanefiler, Hz. Huzeyfe'den gelen şu hadis uyarınca secdede "sübhane rabbiyel a'la" duasını okurlar. Huzeyfe (r.a) diyor ki: "Hz. Peygamber rükuunda 'sübhane rabbiyel azim'; secdesinde de 'sübhane rabbiyel a'la' derdi" (Ebu Davud, II, 30). Kaç defa söylenileceği hakkında da ölçü alınan hadis şudur: Abdullah b. Abbas bildiriyor: "Sizden biriniz rükû yaptığı zaman üç defa sübhaneke rabbiyel azim desin. Üç, tesbihin en az miktarıdır. Secde ettiği vakit de üç defa sübhâneke rabbiyel a'lâ' desin; bu, tesbihin en azıdır" (Ebu Davud, II, 40). Ancak Rasûlüllah'ın secdelerinde bunun dışında da değişik dualar yaptığı bir gerçektir. Örneğin,
     "Sebbih isme rabbikel a'lâ";
     "sübhâne rabbiyel a'lâ ve bihamdih";
     "Subbuhun, kuddusün, Rabbul melâiketihî ve'r-rühi";
     "Sübhâne zil-ceberüt vel-meleküt, vel-kibriyâi velazameh";
     "Allâhümme Rabbenâ ve bihamdike, Allâhümmeğfirlî";
     "Allâhümmeğfirlî zenbî küllehu diggahu ve cillehu ve evvelehu ve âhirehu alaniyetehu ve sırrahu";
     "Eüzu bi rıdâke min sehatike ve eüzu bimuâfâtike min ukûbetike ve eûzu bike minke lâ ahsî senâen aleyke, ente kemâ esneyte alâ nefsike" gibi duaları Hz. Peygamber secdelerinde okurdu (Ebu Davud, II, 28-35).

     Secdede ne kadar süre kalmak gerektiği hakkında da yine hadis-i şerif gereği en az üç kez sübhane rabbiyel a'la' diyecek uzunlukta durmak gerektiğini kabul eden Hanefilere göre tek rakamlı olmak şartıyla beşe, yediye, dokuza çıkarmak mümkündür, müstehaptır. Bu konuda Hz. Peygamber şöyle buyuruyor: "Kulun secdedeki anı, Rabbine en yakın olduğu andır; onun için (secdede) duayı çoğaltın" (Ebu Davud, II, 33). Bütün bu hadislerden çıkan sonuca göre secde (ve namaz), kesin kalıplarla kuşatılmış statik, dar çerçeveli bir bedensel hareket değil; müslümanın şartlandırılmış kurallardan kendini kurtarıp içten, Allah'a yönelmiş bir kalple Allah'ın ve Rasûlünün öğrettiği şekilde gücünün yettiği çoklukta ve uzunlukta dua edeceği değerli bir andır. Rasûlüllah'ın yaptığı gibi, gerektiğinde secdede uzun süre kalıp gözyaşı dökebilmelidir. Namaz kuru bedensel hareketlerden kurtarılmalıdır ki; ruhun derinliklerinde işlev yüklensin, insanı Allah'a yakınlaştırma fonksiyonunu kazanabilsin.

     İki secde arasında göz önünde bulundurulması gereken hususlar:
     Secdeleri hızlı hızlı yapmamak, Rasûlüllah'ın deyimiyle "karganın yem toplaması gibi acele etmemek" gerekir. Birinci secdeden kalktıktan sonra oturma vaziyetine geçmeden aceleyle ikinci secdeye gitmek namazın adabına aykırıdır. Hanefi mezhebine göre iki secde arasında sağ ayak parmaklar üzerine dikili, sol ayak içe bükülerek onun üzerine oturulur; bir kez sübhanellah' diyecek uzunlukta durulduktan sonra ikinci secdeye gidilir. Bu oturuş anında eller dizlerin üzerine konur, bakış ise secde yapılan yere doğru çevrilir. Hanefi mezhebinin bu kuralları Peygamberimizin hadislerine dayanmaktadır; ancak Rasûlüllah'ın değişik zamanlarda farklı şekillerde namaz kıldığı bir gerçektir ve yine iki secde arasında uzun süre oturup dua etmek de onun sünnetlerindendir. Bir hadis-i şerifte; onun rükû, secdesi ve iki secde arasındaki duruşu aynı uzunlukta olduğu bildirilirken; bir diğer hadiste, Ashab, O'nun çok uzun durmasını garip karşılayıp yoksa şaşırdı mı? diyecek hale geldiği yukarıdaki hadis-i şeriflerden birinde geçti. Bu oturuşlarda da çeşitli şekillerde dua yapan Peygamberimizin şu duayı yaptığı rivayet ediliyor: "Rabbi'ğfirlî". Secdeye kapanırken ve kalkarken Allahü ekber diyerek tekbir alınır.

     Cemaatle kılınan namazlarda arka safta bulunan kadınlar, erkekler secdeden doğrulmadan başlarını kaldırmamaları gerekir. Rasûlüllah buyuruyor: "Siz kadınlardan kim Allah'a ve âhiret gününe inanmışsa erkekler başlarını kaldırmadan başını kaldırmasın” (Ebu Davud, II,15). Bu, kadınların kalplerini şeytanın vesvesesinden korumak için konulmuş bir kuraldır. Namazın farzlarından olan görünen maddi pisliklerden temizlenmek, secde yapılacak yer için de geçerlidir; dolayısıyla temiz bir yere secde yapılır. İnsanların yoğun olarak gelip geçtikleri sokaklar, gübrelik, çöplük gibi yerlerde namaz kılınmaz. En değerli secde, alnın kuru toprağa değdiği andaki secdedir; ancak hasır, kilim, halı, elbise, çimen gibi şeylerin üzerine de yapılabilir. Özürsüz dahi olsa yere serilen herhangi temiz bir şey üzerine secde edilebilir. Dışarıda yapılan secdelerde serilen şeyin amacı yerin sıcaklığından-soğukluğundan, sertliğinden, kısaca namazda insanı rahatsız edecek bir durumdan korunmak için olursa mümkündür, fakat rahatsızlık verecek hiç bir durum olmadığı halde alnını yere değdirmek istemediği için birşey sererse bu caiz olmaz. Zaruret halinde birşey sermek caizdir. İmam Mâlik'e göre ise kilim, keçe, posteki gibi yer cinsinden olmayan bir şey üzerine secde edilmesi mekruhtur. Hz. Enes (r.a)'dan nakledilen bir hadis-i şerife göre; "sahabeler Allah'ın Rasûlü ile birlikte bulunup namaz kılarken bazıları şiddetli sıcaktan elbiselerinin ucunu secde yerine koyup onun üzerine secde ederlerdi" Ancak, özürsüz olarak el veya üzerindeki elbisenin bir ucuna secde etmek mekruhtur. Caferi mezhebine göre, secde ancak toprak ve taş cinsinden bir şey üzerine yapılabilir, camilerdeki halı ve kilim üzerine secde yapılamaz. Bu inançtan dolayı camilerde veya evlerde namaz kılarken secde edecekleri yere bir taş parçası koyarak onun üzerine secde ederler. Ancak, yere değmesi gereken "alın"ın tanımındaki farklılıklar küçük taş parçası üzerine secde edilip edilemeyeceğini gündeme getirmektedir. Bir tanıma göre alın, iki kaşın üzerinden saç bitimine kadar olan yerdir. Bu tanıma itibar edilirse secde edilecek taşın en az tarifi yapılan alın büyüklüğünde olması gerekir. Diğer bir tanıma göre ise alın, şakaklar arasında kalan kısımdır ki buna göre taş küçük de olsa olur.


     Secdede dikkat edilmesi gereken diğer bir nokta da, baştaki takke ve sarığın alnın yere değmesine engel olmaması gerekir. Alın açık olmalı, takke veya sarık ile kapatılmamalıdır.

     Kur'an-ı Kerim'de secde hakkında birçok âyet vardır: "Ey iman edenler, rükû edin, secde edin; Rabbinize ibadet edin, hayır dileyin ki umduğunuza eresiniz" (el-Hacc, 22/77).

     Yukarıda anlatılan namaz secdesi dışında iki tür secde daha vardır. Namazda yapılan hataları hatırlayınca namazın sonunda yapılan Sehiv* (unutma) secdesi, diğeri de Kur'an okurken secde âyetlerinden sonra yapılan Tilavet secdesi *.


     Sehiv secdesi, namazın vaciblerinden birinin veya daha fazlasının unutularak terkedilmesi veya farzlarının geciktirilmesi sonucunda bunları telafi etmek için yapılır. Yapılışı ise şöyledir: Son oturuştaki dualar okunduktan sonra eğer cemaatla kılınan bir namaz ise sağa verilen selamdan, tek başına kılınan namaz ise iki tarafa verilen selamdan sonra namazı bozmadan iki defa secde yapılır, aynı son oturuştaki gibi dualar okunduktan sonra selam verilir ve namaz biter (Ayrıca bk. Sehiv Secdesi).
     Tilavet secdesi ise secde âyeti okunduktan sonra ister hemen ister daha sonra kıbleye dönüp bir defa secde yapmak ve kalkarak selam vermekle olur.

Fedakâr KlZMAZ

ŞAMİL İSLAM ANSİKLOPEDİSİ

Müminlerin Asıl Yurdu / CENNET / Kuran-ı Kerim'de Anlatılan CENNET - 3

C E N N E T
CENNET İLE İLGİLİ AYET-İ KERİMELER - 3 
"Oraya emniyet ve selametle girin" (denilir, onlara)."
(Hicr Suresi / 46)
"Biz, onların gönüllerindeki kini söküp attık;
artık onlar köşkler üzerinde karşı karşıya oturan kardeşler olacaklar."
(Hicr Suresi / 47)
"Onlara orada hiçbir yorgunluk gelmeyecek ve
onlar, oradan çıkarılmayacaklardır."
(Hicr Suresi / 48)
"(O yurt,) girecekleri, zemininden ırmaklar akan Adn cennetleridir.
Onlar için orada kendilerine diledikleri her şey vardır.
İşte Allah, takva sahiplerini böyle mükafatlandırır."
(Nahl Suresi / 31)
"(Onlar), meleklerin;
"Size selam olsun. Yapmış olduğunuz (iyi) işlere karşılık cennete girin"
diyerek, tertemiz olarak canlarını aldıkları kimselerdir."
(Nahl Suresi / 32)
"İşte onlara, alt taraflarından ırmaklar akan Adn cennetleri vardır.
Onlar Adn cennetlerinde tahtlar üzerine kurularak
orada altın bileziklerle bezenecekler;
ince ve kalın dibadan yeşil elbiseler giyecekler.
Ne güzel karşılık ve ne güzel kalma yeri!"
(Kehf Suresi / 31)
"İman edip iyi davranışlarda bulunanlara gelince,
onlar için makam olarak Firdevs cennetleri vardır."
(Kehf Suresi / 107)
"Orada ebedi kalacaklardır. Oradan hiç ayrılmak istemezler."
(Kehf Suresi / 108)
"Ancak; tevbe edip, iman eden ve
iyi davranışta bulunan kimseler hariçtir.
Bunlar, cennete girecekler ve
hiç bir haksızlığa uğratılmayacaklardır."
(Meryem Suresi /60)

"O cennet; çok merhametli olan Allah'ın kullarına,
gıyaben vadettiği Adn cennetleridir.
Şüphesiz O'nun vadi yerini bulacaktır."

(Meryem Suresi / 61)
"Orada boş söz değil, hoş söz duyarlar ve
orada, sabah-akşam kendilerine ait rızıkları vardır."
(Meryem Suresi / 62)
"Kullarımızdan takva sahibi kimselere verdiğimiz
cennet işte budur."
(Meryem Suresi 63)
"İçinde ebedi kalacakları,
zemininden ırmaklar akan Adn cennetleri!
İşte arınanların mükafatı budur."
(Tâ'hâ Suresi / 76)
"Bunun üzerine:
'Ey Âdem! bu, hem senin için hem de eşin için büyük bir düşmandır.
Sakın sizi cennetten çıkarmasın; sonra yorulur, sıkıntı çekersin!"
(Tâ'hâ Suresi / 117)
"Onun (cehennemin) uğultusunu bile duymazlar.
Onlar nefislerinin arzuladığı (sayısız nimet) içinde ebedi kalıcıdırlar."
(Enbiyâ Suresi / 102)
"En büyük korku bile onları üzmez.
Melekler kendilerini;
"Size söz verilen gün işte bugündür" diye karşılarlar."
(Enbiyâ Suresi / 103)
"Muhakkak ki Allah, iman edip iyi davranışlarda bulunanları,
zemininden ırmaklar akan cennetlere kabul eder.
Bunlar orada altın bileziklerle ve incilerle bezenirler.
Orada giyecekleri ise ipektir."
(Hac Suresi / 23)
"Ve onlar, sözün en güzeline yöneltilmişler,
övgüye layık olan Allah'ın yoluna iletilmişlerdir."
(Hac Suresi / 24)

1 Nisan 2013 Pazartesi

RİYÂZÜ’S-SÂLİHÎN / TÖVBE - ALLAH’DAN AF DİLEMEK (2)

HADİS-İ ŞERİFLER / RİYÂZÜ’S-SÂLİHÎN

TÖVBE
ALLAH’DAN AF DİLEMEK (2)
     16.  Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in hizmetkârı olan Ebû Hamza Enes İbni Mâlik el-Ensârî radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
     “Kulunun tövbe etmesinden dolayı Allah Teâlâ’nın duyduğu memnuniyet, sizden birinin ıssız çölde kaybettiği devesini bulduğu zamanki sevincinden çok daha fazladır.” Buhârî, Daavât 4; Müslim, Tevbe 1, 7, 8
     Müslim’in başka bir rivayeti şöyledir:
     “Herhangi birinizin tövbe etmesinden dolayı Allah Teâlâ’nın duyduğu hoşnutluk, ıssız çölde giderken üzerindeki yiyecek ve içeceğiyle birlikte devesini elinden kaçıran, arayıp taramaları sonuç vermeyince deveyi bulma ümidini büsbütün kaybederek bir ağacın gölgesine uzanıp yatan, derken yanına devesinin geldiğini görerek yularına yapışan ve aşırı derecede sevincinden ne söylediğini bilmeyerek:
     - Allah'ım! Sen benim kulumsun; ben de senin rabbinim, diyen kimsenin sevincinden çok daha fazladır.”
     Müslim, Tevbe 7. Ayrıca bk.Tirmizî, Kıyâmet 49, Daavât 99; İbni Mâce, Zühd 30

     Açıklamalar

     Hadîs-i şerîf Allah Teâlâ’nın sonsuz merhametini çarpıcı bir şekilde ortaya koymakta, günahlarla kirlenen gönülleri bağışlanma ümidiyle serinletmektedir.
     Kâinâtın sahibi olan yücelerden yüce bir varlığın, cücelerden cüce bir insanın kendine yönelmesinden ve “beni affet” diye yalvarmasından bu derece hoşnut olması doğrusu şaşırtıcıdır. Demek oluyor ki insan Allah yanında basit bir varlık değildir. Tam aksine, Rabbini tanıdığı sürece, önemli bir şahsiyettir.
     Şeyh Gâlib diyor ki;
     Ey insan, değerini iyi bil. Zira sen bu âlemin özü ve kâinâtın göz bebeğisin.
     Hoşca bak zâtına, kim zübde-i âlemsin sen.
     Merdüm-i dîde-i ekvân olan âdemsin sen.

     Muhtelif sahâbîler tarafından bize ulaştırılan bu hadîs-i şerîfin bazı rivayetlerinde, devesini kaybeden adamın düştüğü ümitsizlik daha çarpıcı ifadelerle anlatılmaktadır. Devesini bulmak için tepeden tepeye koştuğu, hiçbir yerde bulamadığı, sonunda, artık devemi bulamayacağım, bu ıssız çölde açlık ve susuzluktan ölüp gideceğim diye bir gölgeliğe çekildiği, elbisesiyle yüzünü örtüp ölümü beklediği tasvir edilmektedir.
     Ölümü beklerken yeniden hayata kavuşmak, insanoğlunu en fazla sevindiren bir olaydır. Hadisimize göre insanın el açıp yalvarması, bağışlanma dilemesi Allah Teâlâ’yı bundan da çok memnun etmektedir.
     Hadislerde geçen Allah Teâlâ’nın memnuniyeti, hoşnutluğu, sevinmesi gibi ifadeler mecâzî sözlerdir. Bu gibi sözlerle Allah Teâlâ’nın kulundan râzı olduğu ve onun isteğini hemen yerine getireceği anlatılmaktadır.
     Hadîs-i şerîfteki misalden şunu da anlamaktayız: İnsan bir günah işlediği zaman şeytanın eline düşer. Şeytanın eline düşen kimse ise, çölde devesini kaybeden adam gibi, helâk olmak üzeredir. Fakat Allah Teâlâ’ya yönelip tövbe ve istiğfâr ettiği zaman şeytanın elinden kurtulur, Cenâb-ı Hakk’ın bağışını ve rahmetini kazanır.
     Hadisin baştarafı 441. hadiste tekrar geçecektir.

     Hadisten Öğrendiklerimiz
     1. Allah Teâlâ kullarına karşı son derece merhametlidir. Kendisinden af diledikleri takdirde onları bağışlamaya hazırdır.
     2. Her zorluktan sonra bir kolaylık, her sıkıntıdan sonra bir ferahlık gelir. Bu sebeple insan Rabbi’nin rahmet ve merhametinden hiçbir zaman ümid kesmemelidir.
     3. İnsan devamlı surette kendini hesaba çekmeli, günahlarından tövbe etmelidir.
     4. İnsanın kasden yapmadığı hataları Allah Teâlâ bağışlar. Nitekim devesine kavuşan adamın aşırı sevincinden dolayı “Allah’ım, sen benim Rabbim’sin” diyecek yerde “Sen benim kulumsun” demesi günah sayılmamıştır.
     5. Anlaşılması zor bazı konuları, Peygamber Efendimiz zaman zaman böyle misâllerle anlatmıştır.
     6. Bu hadîs-i şerîf, günahlarının bağışlanıp bağışlanmayacağı endişesinden insanları kurtarmakta, tövbe eden kulundan Allah Teâlâ’nın nasıl hoşnut olduğunu açıklayarak büyük bir güvence vermektedir. Tövbe etmeye bundan daha büyük bir teşvik düşünülemez.

     17.  Ebû Mûsâ Abdullah İbni Kays el-Eş’arî radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre Nebiyy-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
     “Allah Teâlâ gündüz günah işleyenin tövbesini kabul etmek için geceleyin elini açar. Geceleyin günah işleyenin tövbesini kabul etmek için de gündüzün elini açar. Güneş battığı yerden doğuncaya kadar bu böyle devam edip gider.”
     Müslim, Tevbe 31

     Açıklamalar
     Önce şunu belirtelim: Allah Teâlâ’nın tövbeleri kabul etmek için gece ve gündüz elini açması demek, kuluna, haydi bana tövbeni sun da kabul edeyim, demesidir. Bu ifadeyle Cenâb-ı Hakk’ın kullarına olan sevgi ve merhametinin genişliği anlatılmaktadır. Kulun günahı ne kadar çok olursa olsun, kaç defa günah işlerse işlesin, tövbe edip af dilediği takdirde, Cenâb-ı Hakk’ın onu her zaman bağışlayacağı açıklanmaktadır.
     Geceleyin günah işleyenlerin mutlaka gündüzün tövbe etmesi veya gündüzün günah işleyenlerin mutlaka geceleyin tövbe etmesi şart değildir. Genellikle geceleyin günah işleyen kimse gündüz vakti tövbeye fırsat bulur. Gündüzün günah işleyenler de geceleyin kendine gelir, hatasını anlayarak Allah’dan affını diler.
     Aslında insan tövbeye ne zaman fırsat bulursa, vakit kaybetmeden hemen Rabbi’ne yönelmeli, günahlarının bağışlanmasını dilemelidir. Gece ve gündüzün ayrı ayrı zikredilmesinin sebebi, tövbenin belli bir zamanı bulunmadığını, tövbe kapısının her an açık olduğunu, yirmi dört saat boyunca tövbe edilebileceğini göstermektir.
     Şunu tekrar belirtelim ki, tövbe ve istiğfâr samimiyetle yapılmalı, yapılan günahtan dolayı gerçekten pişmanlık duyulmalıdır. Yoksa günah işlemeye devam ederken tövbe ve istiğfâr etmeye kalkmak, tövbeyi küçümsemek olur. Üstelik bu yanlış tutumdan dolayı ayrıca tövbe ve istiğfâr etmek gerekir.
     Hayat devam ettiği sürece insanoğlunun hataları da devam edecektir. Her hatadan sonra Rabbimize dönüp ondan bizi affetmesini dilememiz bizden istenen bir kulluk görevidir. İki de bir tövbe etmenin Allah Teâlâ’ya saygısızlık olduğu sanılmamalıdır. 422 numaralı hadiste görüleceği üzere insan kaç defa günah işlerse işlesin, her defasında Allah’a el açıp “Allahım günahımı bağışla!” diye yalvardığı zaman merhametli Rabbimiz onu reddetmez; aksine “Kulum bir günah işledi ve bildi ki, günahı affeden ve günahından dolayı kendisini hesaba çekecek olan bir Rabbi vardır” buyurarak onu bağışlar. Hadis 438 numarayla tekrar gelecektir.

     Hadisten Öğrendiklerimiz
     1. Allah Teâlâ kullarına son derecede merhametlidir. Onların günahlarından dolayı tövbe etmelerini bekler.
     2. Tövbe ve istiğfârın belli bir zamanı olmadığı gibi Allah Teâlâ’nın tövbeleri kabul ettiği belli ve sınırlı bir zaman da yoktur.
     3. Günah yapıldıktan hemen sonra, vakit kaybetmeden tövbe etmelidir.

     18.  Ebû Hüreyre radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
     “Güneş batıdan doğmadan önce kim tövbe ederse, Allah onun tövbesini kabul eder.”
     Müslim, Zikir 43

     Açıklamalar
     Güneşin batıdan doğması, kıyametin büyük alâmetlerinden biridir. Gök cisimleri, kâinât yaratılalı beri belli bir düzen içinde seyrine devam etmektedir. Çünkü kendilerini yaratan ilâhî kudret, onları böyle programlamıştır. Kâinâtın sahibi dünya hayatına son vermek istediği zaman, yarattığı bu hassas düzeni bozacaktır. İşte o zaman güneş batıdan doğacak, bunu gören insanlar dünyanın sonunun geldiğini kesin olarak anlayacaklardır.
     Güneşin batıdan doğduğunu gören kâfirlerin gerçeği anlayarak imân etmeye kalkmaları onlara bir fayda vermeyecektir. Bu gerçeği âyet-i kerîme şöyle ifade etmektedir:
     “Rabbinin bazı alâmetleri geldiği gün, önceden inanmayan veya imanıyla bir hayır kazanmayan kimseye, artık imânı fayda vermez” [En`âm sûresi (6), 158]. Kıyamet alâmetleri belirdiği zaman imân etmek fayda vermediği gibi, korkunç gerçeği artık iyice anlayan günahkâr mü’minlerin yaptıklarına pişman olarak tövbe ve istiğfâr etmeye kalkmaları da bir fayda getirmez. Demekki önemli olan, herşeyi zamanında yapmaktır. Birgün kıyametin kopacağını, âhiret hayatının başlayacağını ve insanların dünyada yaptıklarından dolayı orada hesaba çekileceklerini daha hayat devam ederken anlamalı, kötü davranışlarını bırakmalı ve kendisine çeki düzen vermelidir.
     İnsanı tövbe etmenin gereğine inandıran hususlardan biri günaha bakış tarzıdır. İyi bir kul günaha sempati duymaz. Onun çirkin bir davranış olduğunu kabul eder. Günah işlemeye devam etmenin Allah’a saygısızlık olduğunu düşünür. Günahından dolayı üzülür, vicdan azabı çeker.
     Bu konuda büyük sahâbî Abdullah İbni Mes’ûd’un çok güzel bir sözü vardır. Der ki:
     “Mü’min kimse günahlarını hayalinde öylesine büyütür ki, sanki kendisi bir dağın eteğinde oturuyormuş da dağ üzerine çökecekmiş zanneder. Günaha düşkün kimse ise günahlarını, burnunun üstüne konan bir sinek gibi görür”
     (Buhârî, Daavât 4).

     Hadisten Öğrendiklerimiz
     1. İnsan her fırsatta tövbe etmeli, Cenâb-ı Hakk’ın kendisine lutfettiği “hatayı düzeltme yeteneği”ni göstermelidir.
     2. Allah Teâlâ kulunun tövbesini kıyamet kopana kadar kabul eder.

Sağlıklı Beslenmek / VİTAMİNLERİN ÖNEMİ!

Neden Yaşlanırız?      Doğal yaşlanma sürecinde cildimizin esnek yapısı git gide azalmaktadır. Esnekliğin azalması cildimizin genç görünümün...