11 Mayıs 2013 Cumartesi

ZEKÂTA TÂBİ MALLAR (5) / G) SINAÎ SERVET, YATIRIM ve ÜRETİM ARAÇLARI

İSLAM İLMİHALİ
Sekizinci Bölüm
ZEKÂT
Dördüncü Konu
ZEKÂTA TÂBİ MALLAR (5)
   Sitemizde daha önce yayınladığımız;
A) ALTIN ve GÜMÜŞ, B) TİCARET MALLARI
C) TOPRAK ÜRÜNLERİ, D) BAL ve DİĞER HAYVAN ÜRÜNLERİ ve
E) MADENLER ve DENİZ MAHSULLERİ
F) HAYVANLAR

   Konularını okumak isterseniz yukarıdaki mavi renkli başlıklara tıklayabilirsiniz...

     G) SINAÎ SERVET, YATIRIM ve ÜRETİM ARAÇLARI
     Hz. Peygamber tarafından üzerlerinden zekât alınan mallar incelendiğinde, bu malların nâmî (artıcı, gelir getirici) vasıfta oldukları görülür. Zekâta tâbi mallarda aranan bir şart da o malın kişinin aslî ve zarurî ihtiyaçlarının dışında olmasıdır. Buna havâic-i asliyyeden fazla mal denmektedir. Hz. Peygamber zekâtın varlıktan verileceğini buyurmuş (Buhârî, Zekât, 18) ashabına, önce aile fertlerine, sonra başkalarına infak etmelerini tenbihlemiştir (Buhârî, Zekât, 19).
     Zekâta tâbi malların iki temel özelliğini böylece tesbit ettikten sonra, bu bilgilerin ışığında gelir getirici bina, nakil vasıtaları gibi malların, sanayi sektöründeki üretim makinelerinin zekâtı konusunu tetkik edebiliriz.
     Bilindiği gibi sanayi inkılâbı ve onu takip eden sosyal ve teknik gelişmelerden sonra atölyeler, fabrika ve işletmeler gibi yeni mallar ortaya çıkmıştır. Bunlar üretimde kullanılmak suretiyle birer gelir kaynağı olmakta, dolayısıyla nâmî vasfa sahip bulunmaktadır. Bu malları aslî ihtiyaçtan, meslekî alet ve takım tezgâhı cinsinden saymak mümkün değildir. Böyle olunca, mezhep müctehidleri devrinde bulunmadığı için klasik kaynaklarda haklarında açıklama yer almayan bu yeni gelir getirici malların zekâta tâbi olacağı açıktır. Çağımız İslâm âlimleri de gelir getirici bu yeni malların zekâta tâbi olduğunda görüş birliğine varmış, ancak bunlardan nasıl ve ne nisbette zekât alınacağı konusunda farklı görüş ve usuller ileri sürmüşlerdir.
     Fakihler zekât mallarını konu alan nassların taabbüdî olmayıp muallel, yani hükmün dayandığı vasfın bilinebilir olduğunda görüş birliğindedir. Onlar Hz. Peygamber'in zekât tahsil ettiği mallarda zekâtın farziyetine "illet" teşkil eden vasfın nemâ olduğunda ittifak etmişlerdir. Fakihler teşrîin hikmetini ve zekâtın gayesini de dikkate alarak aynı müşterek illete, yani artıcı olma (ne-mâ) özelliğine sahip başka malları da zekâta tâbi tutmuşlardır. Ayrıca fakihler, kişinin temel ihtiyaç maddelerinden olan marangoz, demirci gibi zenaat erbabının el aletlerini, takım ve tezgâhlarını, oturulan evleri zekâttan muaf kabul etmişlerdir.
     Bu gelişmelerden sonra, yukarıdaki nâmî olma özelliği dikkate alınarak şöyle bir ayırım ortaya çıkmıştır:
  1. İnsanın temel ihtiyaçlarından sayılan mesken, sanatkârların ev aletleri, zekâta tâbi değildir.
  2. Artıcı (nâmî) özellikte olan, gelir elde etmek için edinilen mallar, bunlar zekâta tâbidir.
  3. Hem temel ihtiyaçlardan sayılan ve hem de artıcı özelliğe sahip olan kadınların süs eşyası, çalıştırılan hayvanlar gibi mallara gelince, fakihler bu nevi malın zekâta tâbi olup olmayacağında ihtilâf etmişlerdir. Onları artıcı vasıfta görenler zekâta tâbi kılmışlar, tabii ihtiyaçtan kabul edenler zekâttan muaf tutmuşlardır.
     Zekât mallarının, yukarıda zikredilen üçlü taksimi ve bu ayırıma göre zekât uygulaması, fıkhın tedvin devrinde artıcı, gelir getirici olarak tanınmayan, fakat günümüzde üretken ve gelir kaynağı olma özelliği kazanan malların zekâta tâbi mallar grubuna katılmasını zorunlu hale getirmiştir.
     Sanayide kullanılan makineler gelir getiricidir, nâmî mal sayılır. Bu makineler marangozun, demircinin kullandığı el aletlerine kıyas edilemez. Çünkü marangoz ve demirci bizzat kendileri el aletleri, takım ve tezgâhları ile çalışarak üretim sağlarlar. Müctehid imamlar sanatkârların aletlerini -haklı olarak- zekâttan muaf tutmuşlardır. Çünkü sanatkârların geçimi için bu aletlere ihtiyaçları vardır.
     Yukarıda bir kısmı belirtilen bu ve benzeri gerekçelerden hareket eden İslâm hukukçuları, sanayi sektöründeki yatırımların hangi usul ve ölçüye göre zekâta tâbi tutulacağı konusunda iki gruba ayrılmışlardır.
     Çağımız İslâm hukukçularından bir gruba göre, sanayi makineleri ve benzeri mallara yüklenecek zekâtın nisbeti, bu mallar ziraî araziye, gelirleri de arazi mahsullerine kıyasla belirlenir. Zekât bu mallardan değil gelirlerinden alınır. Böyle olunca da zekât nisbetinin, safî gelirden % 10 veya gayri safî gelirden % 5 olması gerekir. Muasır müslüman yazarlar nezdinde, üretim aracı makine ve fabrikaların gelirlerinin % 10 veya % 5 nisbetlerinde zekâta tâbi tutulması görüşü, uygulama kolaylığı yönü de dikkate alınarak, bir hayli ağırlık kazanmıştır.
     Asrımız İslâm âlimleri arasında bu konuda benimsenen ikinci görüş, fabrika gelirlerinin, gelir sahibinin elindeki para ve ticaret mallarına kıyaslanarak % 2.5 oranında zekâta tâbi tutulması şeklindedir. Ancak bu grupta yer alan görüşler arasında da ayrıntıda bazı farklılıklar bulunmaktadır.
     1965'te Kahire'de ve 1984'te Küveyt'te akdedilen konferans kararlarında sınaî makinelerin safî gelirlerinden % 2.5 oranında zekât alınması tavsiye edilmiştir.
     Çoğunluğunu çağdaş Mısırlı âlimlerin oluşturduğu bir grup ise, sanayi sektöründe dönen sermaye + gelirin % 2.5 oranında zekâta tâbi olması gerektiğini savunmuşlardır. Diğer bir ifadeyle, sanayi sektöründeki üretim makinelerinin ve diğer duran sermayenin dışında her türlü giderlerin maliyet hesapları yapılarak dönen sermayenin ve kârın % 2.5 oranında zekâtının verilmesidir.
     Bu görüş sahipleri şu gerekçelerden hareket etmektedirler:

  1. Sanayi sektöründeki üretim makineleri ile ziraî araziler birbirine kıyas edilemeyecek derecede farklı olduğu için, sanayi gelirlerini -arazi mahsullerine kıyasla- % 10 veya % 5 zekâta tâbi tutmak uygun olmaz. Sanayi makineleri, topraktan farklı olarak çalıştıkça eskir, yıpranır, kısa aralıklarla parçalarını değiştirmek zorunluluğu ortaya çıkar. Günümüzün hızla gelişen teknolojisi bu makinelerin tamamen yenilenmesini de zorunlu kılar. Yeni yeni ortaya çıkan makineler daha az masraf ve iş gücü ile daha çok üretim yapabilme kapasitesine sahip olunca -piyasada tutunabilmek için- eskileri değiştirmek zaruret haline gelebilir. Yıllık amortisman bedelinin matrahtan düşülmesi de, onun toprağa kıyas edilemeyeceğini gösterir. Bugün aşağıda açıklayacağımız, bir kanunun tanıdığı amortisman bedeli vardır, bir de makinenin belli bir kapasitede çalışması şartı ile, tahmin edilen yıpranma payı vardır. Bu ikisine de âniden zuhur eden yanma, bozulma ve yepyeni bir makine ile değiştirme zaruretinin ortaya çıkması dahil değildir. Ayrıca sanayi yatırımlarını hem zekâttan muaf tutuyoruz, hem de ikinci kere tekrar makine satın almak için ihtiyat payı ayırıyoruz.
  2. Toprak mahsulleri, zekât açısından, diğer kâr ve kazançlara benzemez. Toprak ürününün zekâtı hasat zamanı bir kez verildi mi ticaret malı olmadıkça, yıllarca ambarda da kalsa artık bir daha zekâtı verilmez. Sanayide sektöre göre yılda 10-15 kere imalât yapan işletmeler vardır. Bu kıyasa göre her imalât için zekât ödemek gerekecektir.
  3. İslâm tarihinde evlerin, hanların, hamamların ve hayvanların kiraya verilip elde edilen gelirden zekât verildiğinin örnekleri vardır. Ahmed b. Hanbel'in bizzat kendi evini kiraya verip, kira gelirinin zekâtını verdiği nakledilir.
  4. Günümüzde sanayi sektör yatırımlarını, ticarî yatırım ve faaliyetlere kıyas etmek daha uygun görünmektedir. Günümüzde sanayi sektörü -ticarî yön daima ağır basarak- ticaret sektörüyle iç içe yürümekte, üretilen malların en iyi şartlarda pazarlanabilmesi için tanıtım, reklam, paketleme, ambalaj gibi faaliyetlere gelirden büyük paylar ayrılmaktadır. Bunlar hep ticarî faaliyetlerdir. Sanayi sektörünü araziye benzetmek doğru sonuçlar vermez.
     Bu görüş sahipleri netice itibariyle, sanayi sektöründeki faaliyetleri ticarî faaliyetlere kıyas ederler ve klasik zekât uygulamasındaki yerleşik kurallar dikkate alınarak borçlar, malzeme, işçilik, üretim, pazarlama, yönetim, finansman vb. giderlerin maliyet hesapları yapılıp çıkarıldıktan sonra duran varlıkların zekâttan muaf olduğunu, dönen varlıkların ise net kâr ile birlikte % 2.5 oranında zekâta tâbi olacağını ifade ederler.

8 Mayıs 2013 Çarşamba

CENNET ~*~ Cennetdekilerin Eşleri...

CENNET

   Cennetdekilerin Eşleri...
     "İman edip salih amellerde bulunanları, altından ırmaklar akan, içinde ebedi kalacakları cennetlere sokacağız. Onda onlar için tertemiz kılınmış eşler vardır..." (Nisa Suresi, 57)
     Cennet sonsuz bir hayatın sürüleceği, Allah'ın iman etmiş salih kullarına mükafat olarak hazırlamış olduğu muhteşem bir mekandır. Kuran cenneti tasvir ederken, önceki sayfalarda değindiğimiz gibi içinde yaşanılacak evlerden, yenilecek yemeklerden, içkilerden, cennet ehlinin giyimlerinden ve cennete has doğal güzelliklerden bilgiler verir. Aynı dünya hayatında olduğu gibi cennette de devam eden, "yaşanılan" bir hayat vardır. Elbette ki bu hayat, dünya ile kıyas yapılamayacak kadar mükemmeldir, ancak genel anlamda birbirine benzerlik göstermektedir. Bu nedenle de iman edenler dünya hayatından ahiret hayatına geçtiklerinde, herhangi bir şaşırma, yadırgama, bir uyum zorluğu ile karşılaşmayacaklardır.
     Bu sonsuz hayat içinde elbette ki müminler, dünya hayatlarında yaşadıklarına benzer bir yaşantı süreceklerdir. Yani yiyecekler, içecekler, giyecekler, evlerde kalacaklar ve elbetteki eşleri olacaktır. Allah'ın onlara sunmuş olduğu bir nimet olarak güzel eşlerle birlikte cennete girecek ve sevinç içinde ağırlanacaklardır. (Zuhruf Suresi, 70)
     Kuran'da tarif edilen cennet kadınlarının önemli bir özelliği "tertemiz" olmalarıdır. Kuran'da bu, "...onda, onlar için tertemiz kılınmış eşler vardır..." (Nisa Suresi, 57) ifadesiyle bildirilmektedir. Cennet kadınlarının dünyada olduğu gibi sürekli temizlenmelerine, bakım yapmalarına gerek olmayacaktır. Çünkü cennette pislik ve kirlenme gibi kavramlar yoktur, buna meydan veren sebepler de ortadan kaldırılmıştır. Dünyaya ait tüm eksiklikler, sıkıntılar ve ihtiyaçlar cennet hayatında tamamen ortadan kaldırılmıştır. Bu duruma işaret eden bir başka ayet de "Gerçek şu ki, Biz onları yeni bir inşa (yaratma) ile inşa edip-yarattık." (Vakıa Suresi, 35) ayetidir. Bu yeni yaratılış, cennete has üstün ve mükemmel özelliklere uygun bir yaratılış olacaktır.
     Cennetin mükemmelliğine uygun bir yaratılışı tefekkür ettiğimizde cennetteki kadınlar hakkında şu genel özellikler akla gelir:
     Saçları her zaman pırıl pırıl ve tertemizdir, ciltleri de tertemiz ve pürüzsüzdür, vücutlarından enfes kokular yayılır. Bir hadiste bu kadınlardan şöyle bahsedilmektedir: "Eğer cennet kadınlarından bir tanesi dünyaya gelseydi, dünyanın her tarafını (güneş gibi) aydınlatır ve dünyayı güzel koku ile doldururdu." (Resul-i Ekrem SAV, 72)
     Cennette müminlerin evlendirildiği kadınların diğer bir özelliği, sadece kendi eşleri için yaratılmış "yaşıt kadınlar" (Sad Suresi, 52) olmalarıdır.
     Kuran'da onların bu özellikleri "ve yanlarında bakışlarını yalnızca eşlerine çevirmiş iri gözlü kadınlar vardır." (Saffat Suresi, 48) ayeti ile duyurmuştur. Bir başka ayette de bu durum şöyle ifade edilir:
     "Orada bakışlarını yalnızca eşlerine çevirmiş kadınlar vardır ki, bunlardan önce kendilerine ne bir insan, ne bir cin dokunmuştur." (Rahman Suresi, 56) Bazı ayetlerde söylendiği şekilde "saklı bir yumurta gibi" (Saffat Suresi, 49) ya da "saklı inciler gibi" (Vakıa Suresi, 23) olmaları da, bu kadınların sadece eşleri için yaratılmış ve korunmuş olduklarını kanıtlar niteliktedir. "Saklı" ifadesi, erişilmelerinin zor, sahip olunmalarının da aynı oranda kıymetli olduğunun göstergesidir. Yumurta ve inci benzetmeleri ise ciltlerinin parlak ve pürüzsüz olmasına işaret etmektedir. (Allah en iyisini bilir.)
     Sadece kendisine ait olan, yanlızca kendisine ilgi ve sevgi gösteren kadına duyulan istek, insanın ruhuna çok zevk veren bir duygudur. Şüphesiz ki bu güçlü duygunun kaynağı mümin ruhunun cennete göre yaratılmış olmasıdır. İnsan ruhu güzel konuşmaktan, iltifat etmekten ve iltifat görmekten çok fazla zevk alır. İşte "bakışlarını yalnızca eşlerine çevirmiş" cennet kadınları ile bu istek fazlasıyla yerine getirilebilir. Allah Rahman Suresi'nin 70. Ayetinde cennet kadınlarını "huyları güzel" şeklinde tarif etmiştir.
     Müminlerin kadınlarının sadece eşleri için varolduğunun bir başka göstergesi ise, "otağlar içinde korunmuş huri kadınlar" (Rahman Suresi, 72) ayetinden anlaşıldığı üzere, bu kadınların özel bir ihtimam gösterilerek saklandığıdır. Nitekim bir başka ayette de "Bunlardan önce kendilerine ne bir insan, ne bir cin dokunmuştur" (Rahman Suresi, 74) şeklinde, birlikte olacakları varlığın eşleri olacağına işaret edilmiştir. Vakıa Suresi, 36. ayette ise "onları hep bakireler olarak kıldık" denerek bu ifade pekiştirilmiştir. Allah, cennetteki müminleri ve eşlerini, gölgeliklerde, tahtlar üzerinde yaslanmış olarak, 'sevinç ve mutluluk dolu bir meşguliyet' içinde (Yasin Suresi, 55-56) tasvir etmektedir.
     Cennette tüm müminlerin kendi eşleri vardır, hepsi de kişinin arzuladığı özelliklere sahip olarak mükemmel bir biçimde yaratılmışlardır. "Eşlerine sevgiyle tutkun" (Vakıa Suresi, 37) olmaları, kadınların dünyadaki cahiliye kıstaslarını anımsatır şekilde "çıkar elde etme ve geleceğini güvene alma" gibi dürtülerle değil, sadece Allah rızasını temel alan bir sevgi ve tutkuyla bağlı olduklarına işaret etmektedir.
     Cennete has bir özellik olarak Allah, kadınların yüz güzelliğine "orada huyları güzel, yüzleri güzel kadınlar vardır" (Rahman Suresi, 70) diyerek dikkat çekmiştir. Demek ki yüz güzelliği mümini çok etkileyen bir vasıftır. Kadınların yüzlerinde ruh temizliklerini yansıtan bir içsel güzelliğin parıltısı vardır. Bu ifadeyle, görünüş olarak da son derece simetrik, orijinal, kusursuz ve pürüzsüz bir yüze sahip olduklarına işaret ediliyor olabilir. Bu orijinallik göz renginde, burun yapısında, kaşlarda, çenede, elmacık kemiklerinde, kısacası yüzün her ayrıntısında gizli olabilir. Nitekim ayetteki, "...ve biz onları iri-ceylan gözlü hurilerle evlendirmişiz" (Tur Suresi, 20) şeklindeki anlatımlarla yüz güzelliğine ait bir ayrıntıya, gözlere dikkat çekilmiştir.
     Gerçekten de, tahtlar üzerinde ya da gölgeliklerde karşılıklı oturulup muhabbet edilirken bakışların odaklandığı merkez kişinin yüzü olacaktır. Karşımızdakiyle konuşurken onun yüzüne bakarız. Allah'ın anıldığı güzel bir ortamda hoş sohbetler içinde olan, ilgi çekici şeyler anlatan çok güzel yüzlü bir huriyi dinlemek, onunla sohbet etmek insana tarif edilmez zevkler verecektir. Allah bu ilişki sırasında müminlerin, her yönden en yüksek tatmine ulaşmasını istemektedir.
     Cennet kadınlarının kusursuzluğu elbette ki yüzleriyle kısıtlı değildir. Onlar baştan aşağı muhteşem ve "değişik" bir inşa ile yaratılmışlardır. Nebe Suresi 33'te vücut güzelliklerine de atıfta bulunularak "göğüsleri henüz tomurcuklanmış yaşıt kızlar" denmektedir. Yaşıt olduklarına dikkat çeken bir diğer ayette de "…Ve yanlarında bakışlarını yalnızca eşlerine çevirmiş yaşıt kadınlar vardır" (Sad Suresi, 52) ifadesi geçer. Sonsuz yaşamda yaş söz konusu olmayacağına göre, bu ifade cennetteki kadınların ve erkeklerin birbirlerine çok uygun yaratıldığını göstermektedir.
     Kuran'da cennet kadınları için kullanılan benzetmelerden biri de, "yakut ve mercan"dır. (Rahman Suresi, 58) Göze son derece hoş gelen bu zarif ve değerli taşlar cennet kadınlarının gözalıcı güzelliklerini vurgulamak maksadıyla kullanılmıştır.
     Yakut ve mercan benzetmelerin, hurilerin ciltlerinin ve tenlerinin pembemsi, beyazla karışık kırmızı rengini tarif için kullanıldığı da düşünülebilir.
     Kuran'daki bu tür veciz benzetmeler ve özlü tasvirler sayesinde müminler, Allah'ın kendileri için ne muhteşem bir karşılık hazırladığını anlayabilmekte, Allah'ın rızası, rahmeti ve cennetine kavuşabilmek için daha çok dua etmekte ve bunları kazanabilmek için daha yoğun bir çaba göstermektedirler.
     Unutulmamalıdır ki nimetlerle donatılmış olan cennet, Allah'ın Kuran'da müminlere bildirdiğinin de ötesinde, tahayyül dahi edilemeyecek, insanın düşünce sınırlarının çok üzerinde özelliklere sahiptir. Cennette daha önce hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın işitmediği ve hiçbir beşer kalbinin hatırına getirmediği sayısız nimetler Allah'tan bir karşılık olmak üzere müminlere sunulacaktır...

İSLAM TARİHİ / Peygamber Efendimiz (sav.)'in, Hükümdarları İslâma Dâveti

İSLAM TARİHİ
Peygamber Efendimiz (sav.)'in,
Hükümdarları İslâma Dâveti

     Pey­gam­be­ri­miz Hz. Muhammed’in (a.s.m.) dini ve daveti umumîdir, hitabı bütün insanlığadır; diğer peygamberler gibi bir kavme, bir kabileye, bir millete veya bir böl­ge­ye münhasır değildir.
     Cenab-ı Hak, birçok ayet-i kerimede bu hususu beyan buyurmuştur: “(Resûlüm!) De ki: ‘Ey insan­lar! Ben, sizin hepinize gelen, Allah’ın Peygamberiyim!” [1]
     Buna binaen, Peygamber Efendimizin daveti elbette yalnız bazı Arap kabi­lelerine, birtakım insanlara ve belli bölgelere münhasır kalamazdı. Bütün in­sanlığa bu iman ve İslam daveti sesinin duyurulması gerekiyordu.
     Bunun için, Hudeybiye Sulhü sonrası, en müsait bir zamandı. Zira antlaşma gereğince on yıl harp yapıl­ma­ya­cak­tı.

     Hicret’in 7. senesi, Muharrem ayı idi.
     Peygamber Efendimiz, bir gün ashab-ı kiramı toplayarak, “Allah, beni bü­tün insanlara rahmet olarak gönderdi. İslam’ı yayma hususunda bana yar­dımcı olun! Havarilerin Meryemoğlu İsa’ya muhalefetleri gibi, siz de bana kar­şı muhalefette bulunmayın!” buyurdu.
     Sahabeler, “Yâ Re­sû­lal­lah! Havariler, İsa’ya (a.s.) nasıl mu­ha­le­fet etmiş­ler­di?” diye sordular.
     Resûl-i Ekrem izah etti: “Benim sizi davet ettiğim vazifeye, o da havarilerini davet etmişti. Ancak onun yakın yere gönderdiği kimseler, isteyerek gidip se­la­mete eriştiler; uzak yere göndermek istedikleri kimseler ise, gitmekten ka­çın­dılar. İsa (a.s.), bu durumu Allah’a arz etti ve şikayet­te bulundu. Gitmeye üşe­nen­lerin her biri, gönderilecekleri milletlerin dillerini konuşur oldukları halde sa­bahladılar. İsa (a.s.), onlara, ‘Bu, Allah’ın si­zin için kesinleştirdiği ve ehem­mi­yet verdiği bir iştir. Haydi, gidiniz!’ demişti; onlar da gitmişlerdi!” [2]
     Bunun üzerine sahabeler, “Yâ Re­sû­lal­lah!; biz sana bu hususta yardımcı olacağız. Bizi arzu ettiğin yere gönder!” dediler. [3]

     Kim, Nereye ve Kime Gönderildi?
     Bunun üzerine Resûl-i Kibriya Efendimiz, İslam’a davet maksadıyla asha­bından
  1. Dıhyetü’l-Kelbî’yi Rum Kayseri [4] Heraklius’a,
  2. Amr b. Ümeyye ed-Demrî’yi, Habeş Necâşîsi Asha­me’ye,
  3. Abdullah b. Huzafe’yi, İran Kisrâsı Hüsrev Perviz’e,
  4. Hâtıb b. Ebî Beltaa’yı, Mısır Firavunu Mukavkıs’a,
  5. Salit b. Amr’ı, Yemame Vâlisi Havza b. Ali’ye,
  6. Şuca b. Vehb’i, Gassan Meliki Münzir b. Hâris b. Ebî Şe­mir’e gönderdi. [5]
     Gönderilen elçilerin hepsi de, gönderildikleri memleketlerin dillerini bili­yorlardı. Peygamber Efendimiz, bu elçilerine, mezkûr hükümdarlara verilmek üzere birer mektup da yazarak teslim etti.
     Mektupları yazdığı sırada, sahabeler, hükümdarların mü­hürsüz mektup okumadıklarını bildirince, Resûl-i Ekrem Efendimiz, gümüşten bir mühür yü­zük üzerine alt alta gelmek suretiyle şu şekilde imzasını da yazdırdı:
     “Allah Resûlü Muhammed” [6]
     Kâinatın Efendisi, bu yüzüğünü vefatına kadar takmıştır. Vefatından sonra sırasıyla, Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer ve Hz. Osman takmışlardır. Günün birinde Hz. Osman’ın elinden Eriş Kuyusu’na düşerek kaybolmuştur. Kuyunun bütün suyu çektirildiği halde bir türlü bulunamamıştır. [7]
Topkapı Sarayındaki Kutsal Emanetlerde Muhafaza Edilen
Peygamberimizin Mühr-ü Şerifi ve
Peygamberimizin Hazreti Osman döneminde kaybolan yüzüğündeki mührün temsili
_____________________________________________
Dip Notlar:
  1. A’raf, 158. Konuyla ilgili diğer âyetler için bkz. Nisâ, 79, 170, 174; Tevbe, 33; Sebe, 28; Hac, 67; Ahzab, 40.
  2. İbn Hişam, Sîre, c. 4, s. 254.
  3. İbn Hişam, Sîre, c. 3, s. 507.
  4. O zamanlar Rum (Bizans) devlet başkanına Kayser, İran şahına Kisrâ, Mısır devlet başkanına Fira­vun, Yemen hükümdarına Tübba’, Habeş hükümdarına ise Necaşî denilmekteydi.
  5. İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 254; İbn Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 258; Belâzurî, Ensab, c. 1, s. 531; Taberî, Tarih, c. 3, s. 84; İbn Kesir, a.g.e., c. 3, s. 343.
  6. İbn Sa’d, a.g.e., c. 1, s. 258.
  7. Buharî, Sahih, c. 7, s. 54; Müslim, Sahih, c. 3, s. 1656.

Kaynak: KAİNATIN EFENDİSİ PEYGAMBERİMİZİN HAYATI
Yazar:
Salih Suruç

7 Mayıs 2013 Salı

CENNET ~*~ Cennet'te Müminlerin Yaşadıkları Yerler


C E N N E T
     Cennet'te Müminlerin Yaşadıkları Yerler
     Allah, mümin erkeklere ve mümin kadınlara içinde ebedi kalmak üzere, altından ırmaklar akan cennetler ve Adn cennetlerinde güzel meskenler vaadetmiştir. Allah'tan olan hoşnutluk ise en büyüktür. İşte büyük kurtuluş ve mutluluk budur. (Tevbe Suresi, 72)
     Müminlerin dünya hayatlarını geçirdikleri evler, daha önce de belirttiğimiz gibi "içinde Allah'ın adının anılmasına izin verdiği" (Nur Suresi, 36) mekanlardır ve yine Allah'ın emri doğrultusunda tertemiz tutulan, özen gösterilen yerlerdir. Cennet evleri de bunun benzeri olarak yine, müminlerin Allah'ı andıkları ve O'na şükrettikleri tertemiz mekanlardır.
     Müminlerin yaşadıkları güzel meskenler, evler, köşkler bir önceki bölümde tasvir edilen doğal güzelliklerin içinde kurulmuş olabileceği gibi, bunların son derece modern, üstün bir teknolojiye ve estetik mimariye sahip şehirlerde inşa edilmiş olması da mümkündür.
     Kuran'da sözü geçen evler, genellikle doğal güzelliklerin içine inşa edilmiştir. Bunu bildiren bir ayet şöyledir:
     Ancak Rablerinden korkup-sakınanlar ise, onlara yüksek köşkler vardır, onların üstünde de yüksek köşkler bina edilmiştir. Onların altında ırmaklar akmaktadır. (Bu), Allah'ın va'didir. Allah va'dinden dönmez. (Zümer Suresi, 20)
     Köşklerin yükseklerde olması karşılarındaki ve aşağılarındaki manzara seyredilirken, görüntüye çok sayıda detay girmesini sağlar. Böylece birçok güzelliği aynı anda algılama imkanı doğar. Yükseklik değiştikçe görüntünün güzelliği de değişir. Her metre farkta görünen güzelliklerin boyutu bir öncekiyle aynı olmayacaktır. Cennette bazı köşkler daha yüksekte, bazıları daha alçakta olabilir, böylece her birinin manzarasının ve dolayısıyla buralardan alınacak zevklerin farklı olması mümkün olacaktır.
     Ayette bahsedilen, yüksek yerlerde kurulmuş köşklerin altlarından sular akar, bu manzarayı seyretmek için geniş pencereli ya da dört bir tarafı camlardan inşa edilmiş salonlar olabilir. Böylece insan ruhunun en çok zevk alacağı şekilde döşenmiş evlerde, tahtlar üzerinde yaslanırken ve en güzel meyvalar ve içeceklerle rızıklandırılırken müminler, yükseklerden bakarak birbirinden muhteşem manzaraları da seyretme zevkini tadarlar.
     Köşklerin tasarımı ve döşenmesi en kaliteli malzemeyle, en uyumlu renklerle yapılmıştır. Rahat koltukları, karşılıklı oturulan tahtları vardır. "Özenle işlenmiş mücevher tahtlar üzerindedirler. Karşılıklı yaslanmışlardır." (Vakıa Suresi, 15-16) ve "özenle dizilmiş tahtlar üzerinde yaslanmışlardır..." (Tur Suresi, 20) şeklindeki ayetlerden de anlaşılacağı gibi tahtlar zenginlik, ihtişam ve kudret sembolüdür. Allah sonsuz cennet nimetlerini nasip ettiği müminlere böylesini layık görmüştür. Onlar cennetteki tahtlar üzerinde kurulup yaslanırlar. Bu ortamda müminler sürekli Allah'ı anarlar.

     Adn cennetleri (onlarındır); oraya girerler, orada altından bileziklerle ve incilerle süslenirler. Ve orada onların elbiseleri ipek(ten)dir. Derler ki: "Bizden hüznü giderip yok eden Allah'a hamdolsun; şüphesiz Rabbimiz, gerçekten bağışlayandır, şükrü kabul edendir. Ki O, bizi kendi fazlından (ebedi olarak) kalınacak bir yurda yerleştirdi; burada bize bir yorgunluk dokunmaz ve burada bize bir bıkkınlık da dokunmaz." (Fatır Suresi, 33-35)
     İhtişamlı tahtlar üzerinde oturan müminler çevrelerini "bakıp-seyretmektedirler". (Mutaffifin Suresi, 23)
     Dünyada gördüğü güzel bir manzaranın, güzel bir görüntünün karşısından ayrılmak istemeyen insan için cennetteki muhteşem manzaraların ve güzelliklerin yalnızca seyredilmesi bile görsel bir ziyafet, büyük bir nimettir. Müminlerin bakıp seyrettikleri bir eğlence, bir şölen de olabilir. Dünyanın yaratılışından yokoluşuna kadar yaşamış ya da yaşayacak müminlerle bu zevkleri ve güzellikleri paylaşmak sadece cennete has bir nimettir. Örneğin Hz. Musa ile, Hz. İsa ile ya da salih müminler ve sahabelerle karşılıklı tahtlarda oturup sohbet etmek, birlikte Allah'ı anmak dünyada nasip olabilecek bir zevk değildir, bu zevk ancak cennete mahsustur.
     Cennette müminlerin her diledikleri şey yaratılacaktır. Allah dileklerinin kendilerine ulaştırılması için özel hizmetkarlar görevlendirmiştir. Ayette şöyle geçer: "Kendileri için (hizmet eden) civanlar, etrafında dönüp dolaşırlar; sanki (her biri) sedefte saklı inci gibi tertemiz, pırıl pırıl." (Tur Suresi, 24)
     Bir başka ayette de bu durum şöyle ifade edilir: "Çevrelerinde (gençlikleri ve dinçlikleri) ebedi kılınmış civanlar dolaşır durur, sen onları gördüğün zaman saçılmış birer inci sanırsın." (İnsan Suresi, 19)
     Allah'ın cennetine layık kıldığı müminler son derece değerli ve seçkin insanlardır. Müminlerin hizmet edilen, "ikram görenler" (Saffat Suresi, 42) konumunda olmaları da Allah'ın onlara verdiği değeri gösterir. Müminlere hizmet etmeleri için yaratılan hizmetkarlar müminlerin arasında dönüp dolaşırlar, müminlerin bir dediği iki edilmez. Sürekli, kesintisiz bir hizmet ve ikram yapılır. Kuran'da cennettekilere hizmet için yaratılmış civanlardan şöyle bahsedilir:
     Kendileri için (hizmet eden) civanlar, etrafında dönüp dolaşırlar; sanki (her biri) 'sedefte saklı inci gibi tertemiz, pırılpırıl.' (Tur Suresi, 24)

     Çevrelerinde (gençlikleri ve dinçlikleri) ebedi kılınmış civanlar dolaşır-durur; sen onları gördüğün zaman saçılmış birer inci sanırsın. (İnsan Suresi, 19) Cennette müminlerin dilediklerinin anında sebepsiz yaratılmasının yanısıra, nimetlerin böyle kusursuz bir hizmet ve ikram içinde sunulmaları da görkemli bir güzellik oluşturur. Hizmette kullanılan eşyalar da çok değerli, kaliteli ve gösterişlidir. Ayetlerde altın ve gümüş kullanıldığı anlatılır:
Çevrelerinde gümüşten billur kaplar, kupalar dolaştırılır. Gümüşten billur kaplar ki, onları belli bir ölçüyle tesbit etmişlerdir (İnsan Suresi, 15-16).

     Onların etrafında altın tepsiler ve testilerle dolaşılır; orada nefislerin arzu ettiği ve gözlerin lezzet (zevk) aldığı herşey var. Ve siz orada süresiz kalacaksınız. (Zuhruf Suresi, 71). Müminlerin dünyadaki çabalarından biri de dünya hayatındayken Kuran'da tarif edilen cennet nimetlerine, cennet hayatına yakınlaşmaktır. Cennetteki kıyafetlerin, elbiselerin ve kumaşların mükemmelliğini ayetlerden öğrenmekteyiz. Dünyada Allah giyinmeyi insanlara öğreterek onların bu sayede hem örtünmelerini hem de şık ve estetik olmalarını sağlamıştır. Bu durumu açıklayan bir ayet şöyledir:
     Ey Ademoğulları, biz sizin çirkin yerlerinizi örtecek bir elbise ve size 'süs kazandıracak bir giyim' indirdik (varettik). Takva ile kuşanıp-donanmak ise, bu daha hayırlıdır. Bu, Allah'ın ayetlerindendir. Umulur ki öğüt alıp-düşünürler. (Araf Suresi, 26)
     Allah "Ey Ademoğulları, her mescid yanında ziynetlerinizi takının. Yiyin, için ve israf etmeyin. Çünkü O, israf edenleri sevmez." (Araf Suresi, 31) ayetiyle iman edenlere şık ve temiz kıyafetler giymelerini tavsiye etmiştir. İşte cennette müminlere giydirilecek kıyafetler de, dünyadakilerden kat kat ihtişamlı ve gösterişli olacaktır.Kuran'da özellikle cennette bulunan iki kumaşa dikkat çekilmiştir: İpek ve atlas. Bir ayette cennettekiler için "hafif ipekten ve ağır işlenmiş atlastan (elbiseler) giyinirler" (Duhan Suresi, 53) denmiştir. Bu iki kumaş da dünya standartlarında az bulunan, pahalı ve çok kaliteli kumaşlardır. Bunlardan yapılan elbiseler de giyen kişiye estetik bir zevk vereceği gibi seyreden kişiye de çok büyük bir zevk verecektir. Bu elbiselerin güzelliği ve ihtişamı, onları taşıyanların güzelliği ve kusursuzluğu ile bütünleşir ve ortaya muhteşem bir manzara çıkar.
     Elbette ki, cennetteki kumaşların ve kıyafetlerin hepsi bu ikisiyle kısıtlı değildir, Allah bu büyük mükafatı nasip ettiği müminlere daha nice güzel kumaşlardan nice güzel elbiseler giydirecektir. Öyle ki, bizim henüz bilmediğimiz kumaş cinslerinden, henüz bilmediğimiz modellerde elbiseler de orada var edilebilir.
     Kuran bize, bu güzel elbiselerin bazı takılarla süslendiğini ve gösterişlerinin artırıldığını haber verir. Bu takılardan özellikle dikkat çekilenler altından ve gümüşten bilezikler ve incilerdir. Örneğin, Hac Suresi 23. ayette "...orada altın bileziklerle ve incilerle süslenirler, oradaki elbiseleri ipek(ten)dir" şeklinde bildirilmektedir. Bir başka ayette ise "Onların üzerinde hafif ipek ve ağır işlenmiş atlastan yeşil elbiseler vardır. Gümüşten bileziklerle bezenmişlerdir..." (İnsan Suresi, 21) şeklinde bildirilir. Böylece güzel kıyafetler güzel takılarla tamamlanmış ve müminlerin zevkine sunulmuştur.
     Cennetteki malzemenin temeli "çeşit çeşit incelik" ve "çarpıcı güzellikler"dir. Bunlar Allah'ın sonsuz ilminin ve sanatının birer yansımasıdır. Örneğin tahtlar mücevherli, yükseklere kurulmuş ve özenle dizilmiştir. Kıyafetler ipekten ve atlastandır. Altın ve gümüş takılar bu kıyafetleri süslemektedir. Allah çok detay vermiş, ancak hayalgücünü açık bırakan ifadeler de kullanmıştır. Cennette (Allah en iyisini bilir) her müminin kendi zevkine göre özel olarak ayarlanmış türlü nimetler, görüntüler ve çeşit çeşit ortamlar olacaktır. Kuşkusuz Allah, cennete layık ve ehil kıldığı değerli müminlere, Kuran'da belirttiği nimetlerin dışında daha nice sürprizler hazırlamıştır.


İSLAM İLMİHALİ / ZEKÂT / ZEKÂTA TÂBİ MALLAR (4)

İSLAM İLMİHALİ
Sekizinci Bölüm
ZEKÂT
Dördüncü Konu
ZEKÂTA TÂBİ MALLAR (4)
     Sitemizde daha önce yayınladığımız;
     A) ALTIN ve GÜMÜŞ, B) TİCARET MALLARI
     C) TOPRAK ÜRÜNLERİ, D) BAL ve DİĞER HAYVAN ÜRÜNLERİ ve
     E) MADENLER ve DENİZ MAHSULLERİ

Konularını okumak isterseniz yukarıdaki mavi renkli başlıklara tıklayabilirsiniz...
     F) HAYVANLAR
     Kur'an'da hayvanların zekâta tâbi olduklarına açıkça temas eden herhangi bir âyete rastlanmaz. Bununla beraber "Onların mallarından sadaka (zekât) al..." (et-Tevbe 9/103) emrinin hayvanları da içine aldığı düşünülebilir. Çünkü hayvanlar özellikle göçebe toplumlarda belki de en önemli geçim ve zenginlik aracıdır. Çölde yaşayan Araplar arasında "mal" kelimesinin hayvan anlamına kullanılması bu sebepledir.
     Hz. Peygamber'in hadislerinde, diğer zekât malları gibi hayvanlar da tafsilâtlı bir şekilde ele alınmıştır.
     Kaynakların ittifakla haber verdiğine göre Hz. Peygamber zekâta tâbi olan mallarla onların nisab ve nisbetlerini gösteren uzun bir vergi tarifesi kaleme aldırmış, fakat onu gereken yerlere gönderemeden vefat etmiştir. Bu vergi tarifesi Hz. Ebû Bekir ve Ömer devirlerinde uygulamaya konmuştur (Buhârî, Zekât, 37).
     Bu tarifnâme (mektup) ve konu ile ilgili diğer hadisler birlikte değerlendirildiğinde, hayvanların zekâtı hususunda şu sonuçlara varılır:
  1. Hz. Peygamber sahâbe ve tâbiîn devirlerinde hayvanlardan deve, sığır ve koyun zekâta tâbi tutulmuştur.
  2. Devenin nisabı 5 deve, koyunun nisabı 40 koyun, sığırın nisabı da 30 sığır olarak tesbit edilmiştir. İslâm âlimleri ayrıca keçilerin koyun, mandaların da sığır nisab ve nisbetleri içinde zekâta tâbi olacakları hususunda görüş birliğindedir.
  3. Hz. Peygamber'in mektubunda zekâta tâbi olacak koyunların "sâime" olmaları gerektiği belirtilmiştir.
     Sâime, senenin çoğunu meralarda otlayarak geçiren hayvanlara denilmektedir. Bunun karşılığı olarak yemle beslenen hayvanlara "ma'lûfe", ziraat, nakliyat gibi işlerde kullanılan hayvanlara da "âmile" adı verilmektedir.

     Buna göre zekâta tâbi hayvanların;
  1. Senenin çoğunu otlaklarda otlayarak geçiren hayvanlar olmaları, besi hayvanı olmamaları.
  2. Ziraat, nakliyat vb. işlerde kullanılan (âmile) hayvanlardan olmamaları gerekmektedir. Fakihlerin çoğunluğu, hayvanların zekâta tâbi olabilmeleri için bu iki şartın aranmasında ittifak etmişlerdir. Ancak İmam Mâlik bu konuda çoğunluğa muhalefet etmiş, ister sâime, ister besi, isterse çalıştırılan hayvan olsun hepsinin zekâta tâbi olacağı görüşünü savunmuştur.
     a) Develerin Zekâtı
     İslâm'ın ilk devirlerinde hayvanlar içinde özellikle deve, gerek Arap yarımadası sakinleri gerekse buraya komşu olan ülke halkları için çok önemli bir hayvan idi. Etinden ve sütünden faydalanılır, taşımacılıkta kullanılırdı. Bu itibarla gerek Hz. Peygamber zamanında, gerekse onu takip eden devirde, İslâm ülkelerinin çeşitli bölgelerine gönderilen emirnâmelerde deve daima liste başında yer almıştır.
     Hz. Peygamber'in hadislerinde develerin zekât nisbetleri şöyle gösterilmiştir (Buhârî, Zekât, 37-38)
     - 5 'den 9 'a kadar, 1 adet koyun,
     - 10 'dan 14 'e kadar, 2 adet koyun,
     - 15 'den 19 'a kadar, 3 adet koyun,
     - 20 'den 24 'e kadar, 4 adet koyun,
     - 25 'den 35 'e kadar, 1 adet iki yaşında dişi deve,
     - 36 'dan 45 'e kadar, 1 adet üç yaşında dişi deve,
     - 46 'dan 60 'a kadar, 1 adet dört yaşında dişi deve,
     - 61 'den 75 'e kadar, 1 adet beş yaşında dişi deve,
     - 76 'dan 90 'a kadar, 2 adet üç yaşında dişi deve,
     - 91 'den 120 'ye kadar, 2 adet beş yaşında dişi deve

     Bu cetvel, Hz. Peygamber ve Hulefâ-yi Râşidîn'den gelen uygulama örneklerine dayandığı için İslâm âlimleri arasında bu konuda bir görüş farklılığı yoktur. Deve miktarının bundan fazla olması halinde zekâtın hangi ölçü ve usule göre alınacağı konusunda fıkıh mezhepleri farklı yöntemler belirlemişlerdir. Meselâ Hanefîler'e göre 121. deveden sonra tekrar baştan başlanır ve ödenecek zekât ilkinde olduğu gibi hesap edilir.

     b) Koyunların Zekâtı
     Hz. Peygamber'in hadislerinde koyun nisbetleri ve bu nisbetlerde ödenecek zekât miktarı aşağıdaki şekilde gösterilmiştir (Buhârî, Zekât, 38)
     - 1 'den 39 'a kadar (zekâttan muaf)
     - 40 'tan 120 'ye kadar, 1 koyun,
     - 121 'den 200 'e kadar, 2 koyun,
     - 200 'den 399 'a kadar, 3 koyun,
     - 400 'den 500 'e kadar, 4 koyun,

     c) Sığırların Zekâtı
     Sâime olan sığırlarda zekât nisabı 30 sığır olup, bundan azı için zekât gerekmez. 30 sığırdan 40 sığıra kadar, zekât olarak iki yaşına basmış erkek veya dişi bir buzağı verilir. 40 sığırdan 60 sığıra kadar, üç yaşına girmiş erkek veya dişi bir dana verilir. Tam 60 sığır olunca, birer yaşını bitirmiş iki buzağı verilir. Sonra her otuz sığırda bir buzağı ve her 40 sığırda bir dana verilmek suretiyle hesap edilir.
     Zekât verme bakımından sığır ile manda arasında fark yoktur ve bunlar bir cins sayılır. Bir kimsenin 20 inek ve 10 mandası varsa, 30 sığırlık zekât nisabına sahip olmuş kabul edilir.

     d) Atların Zekâtı
     Hz. Peygamber'den "Sizi at ve kölenin zekâtından muaf tuttum" ve "Müslümana kölesi ve atından dolayı zekât yoktur" (Buhârî, Zekât, 45-46) anlamlarında iki hadis rivayet edilmesine rağmen, yine Hz. Peygamber'in bu umumi hükümden "üreme amacıyla bulundurulan sâime atları" istisna ettiğini gösteren ve bu sonuncuların zekâta tâbi olacağına işaret eden hadisler de nakledilir.
     Ebû Ubeyd bu konuda iki farklı rivayeti yan yana zikretmiştir. Bunlardan birine göre Şam'dan bir grup müslüman Hz. Ömer'e müracaat ederek atlarından zekât almasını istemişler, halife de sahâbeyle istişareden sonra, bu isteği -Hz. Peygamber ve Ebû Bekir atlardan zekât almadığı gerekçesi ile- reddetmiştir (Ebû Ubeyd, el-Emvâl, nr. 1364). Karşıt anlamdaki öteki rivayete göre ise, Şamlılar Ebû Ubeyde b. Cerrâh'a atlarından zekât alması için müracaatta bulunurlar; o da durumu Hz. Ömer'e bildirip halifeden konu ile ilgili yazılı görüş beyan etmesini ister. Hz. Ömer Ebû Ubeyde'ye yazdığı cevabî mektubunda "atlardan zekât vermek istiyorlarsa, bu zekâtı almasını ve onların fakirlerine dağıtmasını" bildirir (Ebû Ubeyd, el-Emvâl, nr. 1365).
     Atlarda zekât tahakkuk edip etmeyeceği konusunda gerek Hz. Peygamber, gerekse Hz. Ömer'den rivayet edilen hadislerden, Hz. Peygamber devrinde Medine ve civarında atların deve kadar çok bulunmadığı, müslümanların atı sadece savaşlarda kullanmak için yetiştirdikleri, ayrıca ileride satıp para kazanmak maksadıyla topluca at besleme âdetinin henüz yerleşmemiş olduğu anlaşılıyor. Nitekim Hz. Ömer Şam'dan gelen bir grup müslümanın, atlarından zekât alması için yaptıkları teklifi -Hz. Peygamber ve Ebû Bekir zamanlarında benzer tatbikat olmadığı gerekçesi ile- önce reddetmiş, sonra olumlu karşılamış, daha sonra da, atların tamamen ticarî gayelerle nesilleri elde edilmek için yetiştirildiklerini görünce, bu hayvanlardan zekât tahsili cihetine gitmiştir.
     Fakihlerin çoğunluğu, Hz. Peygamber'in "atların zekâttan istisna edildiğini" bildiren hadislerini esas alıp, bütün atların zekât istisnası olduğu görüşünü benimsemişlerdir. Ebû Hanîfe ve öğrencisi Züfer'e göre ise, "nesli elde edilip ileride satılmak maksadıyla, erkeği dişisi karışık bir halde yaşayan, senenin çoğunu otlaklarda otlayarak geçiren (sâime) atlar ya at başı 1 dinar veya paraya göre kıymetlendirilerek, bu değeri üzerinden 1/40 (% 2.5) nisbetinde zekâta tâbi tutulur."
     Burada şunu belirtmeliyiz ki, İslâm fakihleri binek hayvanı olan, nakliyatta kullanılan, savaş için yetiştirilen ve senenin çoğunu besihanelerde beslenerek geçiren atların zekâttan istisna edileceğinde görüş birliğine vardıkları gibi, -zâhirî hukukçuları müstesnâ- ticarete konu olan bütün atların zekâta da mevzu olacağında ittifak etmişlerdir.
     O halde zekâta mevzu olup olmayacağı münakaşa konusu olan at, sadece nesli elde edilmek maksadıyla, erkeği dişisi karışık bir halde bulundurulan ve senenin çoğunu otlaklarda otlayarak geçiren (sâime) atlardır. Kanaatimize göre fakihler arasında bu konuda ortaya çıkan ihtilâfın sebebi, Hz. Peygamber zamanında bu hususta herhangi bir tatbikatın görülmemesidir. Yukarıda da belirtildiği gibi, Hz. Peygamber zamanında Arap yarımadasında nesli elde edilmek ve nemâlandırmak maksadıyla, erkeği, dişisi bir arada at yetiştirme geleneği henüz yerleşmemiş vaziyetteydi. O devirde atların özellikle savaşlarda kullanılmak için yetiştirildiği bilinmektedir. Ancak Hz. Ömer devrinde zikredilen maksatla at yetiştirilmeye başlanınca bu hayvanlar üzerinde de zekât tatbikatı başlamıştır.
     Hayvanların zekâta tâbi tutulması konusunda Hz. Peygamber'in sünnetinde, sahâbenin tatbikatında görülen örnekler ve bu rivayetler etrafında oluşan klasik fıkıh doktrini dikkatlice incelendiğinde, hayvanlardan zekât alınması hususunda o toplumun şartlarına göre ortalama bir zenginlik sınırının belirlendiği, bunun üzerindeki zenginliğin zekâta tâbi tutulduğu görülür. Deve, sığır ve koyunlardaki zekât alt sınırının o günkü şartlar içinde belli bir ekonomik seviyeyi temsil ettiği ve birbirlerine denk bir değer taşıdığı söylenebilir. Arazinin yağmur suyuyla veya emekle sulanmasına göre zekât oranlarında bir ayırım yapıldığı gibi, evde beslenen hayvanların değil de mera ve yayla hayvanlarının zekâta tâbi tutulduğu görülür. Evde ailenen ihtiyacı için beslenen hayvanların zekâttan muaf tutulması, temel ihtiyaç maddelerinin zekât matrahı dışında bırakılması ilkesinin bir diğer ifadesidir. Ticaret amacıyla beslenen hayvanların ise ticaret mallarının hükmüne tâbi olacağı açıktır.
     Hayvanların zekâtı ile ilgili bu hükümler konulurken de o toplumdaki yaygın ve bilinen hayvan türlerinin esas alındığı ve onlar üzerinden örneklendirme yapıldığı gözden uzak tutulmamalıdır. Günümüzde üretimi yapılan ve sürüler halinde beslenen diğer hayvan türlerinin bu ölçüler içinde zekâtının verilmesi gerekir.

20-24 Ocak 2026 / İstanbul - GAP Turu

Gönül Erleri GAP TURU 20-24 Ocak ✔️ Gaziantep ✔️ Şanlıurfa ✔️ Mardin ✔️ Midyat ✔️ Adıyaman ✔️ Diyarbakır 3 Gece 4 Gün ** ŞANLIURFA: CIHANG...