12 Mart 2019 Salı

Rüya İle SosyoPsikoloji Köşesi //*\\ KALBE HUZUR YAYILMALI

Rüya İle SosyoPsikoloji Köşesi...


 Bu köşede daha önce yayınlanan sayfalar: 

besmele hareketli resimli ile ilgili görsel sonucu
KALBE HUZUR YAYILMALI
huzur resimleri ile ilgili görsel sonucu
     "Bunlar; iman edenler ve Allah’ı zikrederek gönülleri huzura kavuşanlardır. Bilesiniz ki gönüller ancak Allah’ı anmakla (zikretmekle) huzura kavuşur. ﴾Ra'd-28﴿

     Yukarıdaki Âyet-i Kerime'de doğru yolu arayanların vasıfları bildiriliyor. Âyetin bağlamı dikkate alındığı takdirde Allah’ı zikretmekten, anmaktan, hatırlamaktan, maksadın Kur’an olduğu düşünülebilir. Zira bir önceki âyette inkârcıların kabul etmedikleri şey Kur’an’dı; buna karşılık müminlerin gönüllerini huzura kavuşturan zikir de yine Kur’an’dır. Ayrıca Kur’ân-ı Kerîm’de birçok yerde zikr kelimesi Kur’an’ın adı olarak geçmektedir (meselâ bk. Hicr 15/9; Nahl16/44; Enbiyâ 21/50; Fussılet 41/41 vd.).

     Bununla birlikte zikr masdar olarak “anmak” mânasına gelir; âyette bu mânanın yani dil veya kalp ile Allah’ın anılmasının kastedilmiş olması kuvvetle muhtemeldir.
     Allah’ın hidayete erdirdiği kimseler Allah’a ve Kur’an’a gönülden ve samimi olarak inanan, Kur’ân-ı Kerîm’i okumakla ve Allah’ın adını anmakla kalpleri huzur, ruhları sükûnet bulan kimselerdir.
Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 3 Sayfa:289

     Huzur, saadet, mutluluk hemen herkesin aklından, zihninden, kalbinden, her gün defalarca geçen çok önemli bir konu. Her bir kulağın defalarca duyduğu, günümüz imkanları, şartları vesilesiyle de üzerinde pek çok yerde araştırmalar yapılan, üzerinde yazılan, konuşulan, her ortamda karşımıza çıkan kelimeler...
huzur resimleri ile ilgili görsel sonucu     Hemen herkes huzuru yakalamak için çabalıyor, koşturuyor ama ne kadar kişi mutluluğu yakalayabiliyor ki? Çoğu kişinin bir türlü sahip olamadığı şeydir şu mutluluk. Genellikle de mutluluk bilinmez ama mutsuzluk bilinir. Her şey zıddı ile daha kolay anlaşıldığından da "mutsuz olmamak", mutluluk olarak düşünülür. Maalesef çoğu kişinin şöyle bir yanılgısı var; "mutsuz değilsem mutluyum". Nasıl ki "ısınmayı"; "üşümemek" ile, "aşk, sevgi" yi; "sevmemek, nefret" ile tam olarak anlatamaz, anlayamazsak, mutluluğu da; mutsuz olmak ile anlayamaz, anlatamayız.
     Bir şey temas; onu bulmak, keşfetmek, yakalamak, anlamakla başlar... O yüzden mutluluğu tanımak için de; bulmak, keşfetmek, yakalamak ve anlamak yani hissetmek ve yaşamak gerekir. Kime sorsanız, hayatta ne ararsınız deseniz; mutluluk arıyorum diyecektir. İnsanın önce; "ne aradığını bilmesi" gerekiyor. Hemen herkes, her gün Google'da bir sürü şey arıyor. Çok yoğun bir arayış içinde tüm insanlık. Hatta çoğu kimse her zaman, sürekli bir şeyler aradığının da farkında değil...
     Evet herkes arıyor. Neleri arıyoruz? Bize iyi gelecek şeyleri, muhabbet etmekten zevk alacağımız kişileri, huzur bulacağımız yerleri, yapmaktan keyif alacağımız şeyleri arıyoruz. Peki bulabiliyor muyuz? Tam da burayı okurken soralım kendimize; "bulabiliyor muyuz?" Evet size soruyorum; "huzurlu musunuz, huzur bulabiliyorsunuz mu?"
     İnternette bulabiliyorsunuz mu demiyorum. Hayatınızda, yaşamınızda, gerçek huzuru, mutluluğu bulabiliyorsunuz mu? diyorum. Gerçekten huzurlu, mutlu musunuz?
     Belki de on beş, yirmi sene önce, daha sıradan bir yaşantımız vardı ama daha huzurluyduk. Kısa süreli de olsa, gündelik de olsa, hatta anlık bile olsa mutluluklara ulaşmak çok zor değildi. Şimdi ise mutluluğa değil ulaşmak, mutluluğun ne olduğunu bilen kişi bile bulmakta zorlanıyoruz. Ülkemizde yaklaşık 6 milyon kişinin farklı seviyelerde depresyonda olduğu tahmin ediliyor ve bu hızla da artmaya devam ediyor. MGYK'sında (Mail Grubu Yönetim Kurulu) olduğum Gönül Erleri olarak bu dönem SosyoPsikoloji köşesi yazıları başlattık ve bu köşeye bir hayli yoğun ilgi olduğunu, bu sayfalara ülkemizden ve dünyanın dört bir yanından çok fazla tıklanıp, okunduğunu fark ettik. Neredeyse kime sorsanız çok da mutlu olmadığını, çevresinde de gerçek mutlu kişiler görmediğini, herkesin mutluluğu aradığını duyacaksınız...
huzur ile ilgili görsel sonucu     Bu köşemizde SosyoPsikoloji üzerine çalışma yapmaya başlamak; sadece bize danışanları dinleyip, anlayıp onların sorunlarına çözümler üretmek ya da üretmelerine yardımcı olmak değil, aynı zamanda okuyan herkesin yani toplumun yön-yol bulmasına, huzur bulmasına yardımcı olmayı da beraberinde getiriyor.
     Ne yazık ki çoğu kişi, saniyelik zevklerle uyarılmaya alışmış-alıştırılmış zavallı beyinleri ile; instagram, facebook ve hatta ciddi iş dünyası platformlarından gelen beğenileri mutluluk sanıyor. Hatta bu beğenilerin artması için ciddi iş platformlarında bile içerik değeri olmayan paylaşımlarda bulunuluyor. İnstegramda takipçi sayısını on binlere, yüz binlere çıkartabilmek için kendileri de on binlerce, yüz binlerce kişiyi takip etmeye başlıyorlar. Kendileri de ne kadar takip edildiklerini biliyorlar aslında. Ama öyle görünüyor olmak bile yapay-sahte-geçici bir mutluluk getiriyor onlara. Ne yazık ki; çoğu kişinin beyinleri sanal alem, sosyal medya üzerinden uyarılmaya alıştı ve bu sebeple uzunca süredir gündelik hayattaki yakın-ikili ilişkilerimiz bundan olumsuz yönde etkileniyor.

     Evet; "Kalpler ancak Allah'ı anmakla huzur bulur" diyor, ayet-i kerime.
     Allah Azze ve Celle'nin hoşnut olacağına emin olacağımız şeyler üretmek, yani hayırlı işler yapmak, sadece kendi şahsımıza değil, ailemize, arkadaşlarımıza, sosyal çevremize, tüm dünyaya doğru olduğuna, hayırlı olduğuna emin olacağımız şeyler kazandırmak, öğretmek gerekiyor.
     Doğruları öğrenmek, yaşamak, bu vesile ile mutlu olmak ve çevremize de öğretip, örnek olup başkalarının da mutlu olmasını sağlamak, buna vesile olmak en büyük mutluluklardan birisi. Mutluluk kavramının sağlıklı bir alanı, zemini olmadan ne görürse, ne bulursa onunla mutlu olmaya çalışarak, zemini-temeli olmayan, yalan-sahte mutluluklara ulaşılabilir ama o şekilde uzun süre zihinlerde-gönüllerde huzur, mutluluk yayılmaz.
     Çoğu kişi yapmacık mutlulukları bir araya getirip uzun süre mutlu olacaklarını düşünürler. Oysa ki mutluluk yağan yağmur, yağan kar, akan ırmak gibidir. Nasıl ki kar-yağmur yağdığında, ırmaklardan tarlalara sular aktığında asfaltlar, taşlar değil; toprak ve toprağın üzerindeki tohumlar, bitkiler, çimenler, ağaçlar, o suları kendilerine çekerler ise gerçek mutlulukta böyle bir zemine ihtiyaç duyar. Önce kalplerden olumsuz, zararlı, insanlık ile bağdaşmayan ne varsa çıkartmak, kalpleri arındırmak gerekiyor ki kalplerin huzur bulmasını sağlayacak şeylere yer açılsın.

     Huzurun ve mutluluğun; engellenmemesi, korunması, erimemesi, kaybolmaması, gerekir. Eğer huzurlu değilseniz, uzun süre mutlu olamazsınız, mutluluklarınız da hep geçici olur. Mutlu olmanın olmazsa olmazı "iç huzurdan" başlar. Yani gönül huzuru, gönül rahatlığı. Huzursuzluk yayan sorunları ortadan kaldırmak, onlara karşı çözümler üretmek, kovulacak her ne varsa da def etmek, uzak durmak gerekir. Çözüm bulamayanların da kişisel gelişimlerinde psikolojik destek almaları ve sağlıklı bir sosyal çevre edinmeleri en önemli iki husustur. Edinilecek sosyal çevre; sahteci, yalancı, yapmacık, sorunlu, kanunsuz işler yapan değil; aklı başında, sağlıklı bilgilerle donatılmış, kendi arasında ve çevresi ile sosyal birliktelik kuran, iletişim ve anlama sorunu olmayan, ilkeli, kurallı yani insanca yardımlaşma-dayanışma içinde olmalı.
Ä°lgili resim
     Kendileri mutlu olmadan hiç kimse başkalarına mutluluğu anlatamaz ve yayamaz. Çevremizde göreceğimiz ve gerçekten huzurlu, mutlu olduklarına kanaat getireceğimiz kişilerle irtibatlarımızı daha da güçlendirmeli, onları örnek almalıyız. Kendimizi tarafsızca, aklı selim ile gözden geçirelim ve huzuru sağlayacak bir inanç ve yaşantı haritası çizelim. Kendimize uygun somut uğraşlar bulalım. Uğraşlarımız da Rabbimizin razı olacağı eksende olsun. Mutluluğu; okul, meslek, sağlık, spor, iş platformlarında (oralar mutlu olmak için değil, bir şeyler öğrenmek, icra etmek için varlar), sahte gülücüklerin yayıldığı ortamlarda değil, Rabbimizin razı olacağına kesin emin olacağımız alanlarda aramalıyız... Yoksa gittikçe silikonlaşan beyinlerimiz, kalplerimiz huzur ve mutluluğu tadamayacağı gibi tanıyamayacaktır bile...

    Kalbi huzur bulmuş, gönülleri mutlu insanlardan olmanız dileği ile hoşcakalın...

SosyoPsikolog
Gönül Erleri MGYK Üyesi
Rüya Şahinoğlu

Rüya İle SosyoPsikoloji Köşesi //*\\ DOSTLUK ve DÜŞMANLIK

Rüya İle SosyoPsikoloji Köşesi...

 Bu köşede daha önce yayınlanan sayfalar: 
besmele hareketli resimli ile ilgili görsel sonucu
DOSTLUK DÜŞMANLIK ile ilgili görsel sonucu     Rahmet ve Rahmanıyetiyle cümle mahlukatına şefkat ve muhabbetle muamele eden Cenab-ı zül Celal ve  hazretlerine hamd ederim.
     Nebiyullah, şifayullah, Rasulallah Efendimiz Hazretlerine salat ve selam ederim... 
     Bütün Alinin, ashabının ve evladının bu selamdan haberdar olmasını niyaz ederim.
     Esselamualeykum Gönul Erleri Mail Gurubumuzun üyeleri, değerli kardeşlerim... 
     Bugün "insanlar birbirlerine neden dostluk ve düşmanlık besler?" konusunda konuşalım , düşünelim istedim, ne dersiniz?
     Hayatımızda en az bir kez hepimizin başına gelmiştir. "Daha farklı biri olduğunu düşünüyordum’’ dediğimiz insanlar çıkmıştır karşımıza..Ya ilk görüşte bu iyi birine benzemiyor demişizdir. Sonra tam tersi durumla karşılaşmışızdır. Ya da ilk görüşte çok sevip, güvenip, sonradan bize uygun bir insan olmadığını anlamışızdır. Bu durumdan kurtulmanın en kestirme yolu bütün insanlara eşit mesafede yaklaşmak ve ön yargılı olmamaktan geçmektedir. Arkadaşlığın veya dostluğun sosyopsikolojik boyutlarına girdiğimizde bireyden topluma sevgi, saygı ve hoşgörü ortamının sağlanması için nasıl bir tavır almalıyız? İnsanlarla nasıl iyi geçinebilirsiniz. İnsanlara nasıl güvenebiliriz? Bütün bu soruların cevaplarını hem iki cihan güneşimiz olan peygamber efendimizden, hem de yüce dinimizinin insan ilişkilerinde bizlere tavsiyelerinden yola çıkarak bulabiliriz. 
DOSTLUK DÜŞMANLIK ile ilgili görsel sonucu     Hepimizin bildiği  ’mümin müminin  aynasıdır’ hadisi şerifi bunun en basit örneğidir. Bu hadisle Efendimiz bize ne buyurmuş? Biraz üstünde düşünelim.
     Manada; Bir müminin kalbi size ayna vazifesi yapar ve size kendinizi gösterir. Ona baktığında ne görüyorsan sen o sundur. İşte bunu idrak ettiğimiz noktada karşıdaki kişide gördüğümüz noksan ve zaafiyetleri kendimizden bilmeli ve kendimizi düzeltmeliyiz. 
     Manada; Siz karşınızdaki kişiye ayna olun! Kusurlarını başkaları fark etmeden görün ve kardeşinizi uyarın…
     Bir mümin kardeşiniz size kusurlarınızdan haber veriyorsa ona kızmayın, hatta ona teşekkür edin. Çünkü o size bir nevi ayna olmuştur.
     İmam Gazali’ye göre, terbiye almak, güzel ahlak sahibi olmak için birkaç yol vardır. Bunlardan biri de, senin kusurlarını, noksanlıklarını sana bildirecek, her zaman seni kontrol ve teftiş edecek olgun bir  insanın / bir müminin arkanda yer almasıdır. Ayrıca insanın, söz veya davranış diliyle kendisine kusurlarını gösterecek, iman, amel ve ahlâk yönünden kendisinden daha olgun, üstün ve dürüstçe öğüt veren bir zata ihtiyacı vardır.
     Yine insanın, içinde bulunduğu durumun güzel olduğuna kanaat edip onda sebat emesi için de bir aynaya ihtiyacı vardır. “Şu ahlakın güzel, şu tavrın mükemmel!” deyip kendisini aynı halde devam etmeye teşvik eden ve bu yönüyle de ayna görevini yapan bir mümin kardeşine ihtiyacı vardır... 
     Çok sevdiğim birkaç  atasözü;
    * İyilerle dost ol, kötülerden emin olursun. (İyilerle birlikte olursan kötülerden uzaklaşmış olursun). 
    * Dost, acı söyler fakat doğru söyler. (Başkaları doğruyu saklar senden fakat dost öyle değildir. Çünkü o senin derdinle dertlenir. Onun için seni asla kandırmaz, üzüleceğini bilse bile sana doğruları söyler. )
    * Dost dediğinin gölgesinde suç işlenir. (Ağzı sıkıdır, seni ele vermez. )
    * Dost sanma şanlı vaktinde dost olanı, dost bil gamlı vaktinde elinden tutanı. (İyi gününde herkes yanında olur gerçek dostlar kötü gününde de yanında olanlardır.
    * Dost dostun ayıbını yüzüne söyler. (Gerçek dostlar birbirinin arkasından konuşmaz, sorunları yüzlerine söylerler.)
    * Ararsan dost ara, düşman ayağının dibindedir. (Dost bulmak zordur.)

     Maslow Teorisi:
DOSTLUK DÜŞMANLIK ile ilgili görsel sonucu     Toplumda sevgi, saygı, mutluluk ve tam hoşgörü ortamının ihtiyaçlar hiyararşisi piramidinde en son nokta olan kendini gerçekleştirmeyle sağlanabileceğini savunur. Maslow her insanın aşamalı bır şekilde ihtiyaçlarını doyurduklarını belirtir. Birey, bir kategorideki ihtiyaçları tam olarak gideremeden bir üst düzeydeki ihtiyaç kategorisine, dolayısıyla kişilik gelişme düzeyine geçemez.
     Piramitin altında yer alan ilk ihtiyaç turu, fizyolojik ihtiyaçlardır. Bu ihtiyaçlara nefes alma, yemek, su, uyku gibi örnekler verebiliriz. İkinci basamakda güvenlik ihtiyacı yer alır ki bedenin güvenliği, iş güvenliği, ahlaki güvenirlik, sağlık ve malın güvence altında olması bu ihtiyaç gurubu için önemli örneklerdir. Ait olma ve sevgi ihtiyacı içerisinde ise arkadaşlık, aile ve mahremiyet gibi faktörler yer alır.
     Dördüncü olarak kendine saygı ihtiyacının içeriğini, güven, başarı, başkalarına saygı duyma, başkalarından saygı görme gibi faktorler oluşturmaktadır.
     Son ihtiyaç ise kendini gerçekleştirme ihtiyacıdır.  Bireyler alt düzey ihtiyaçlarını doyurarak kendini gerçekleştirmeye çalışırlar. Bu noktada bireylerin ahlaki bir inanç sistemlerinin olması, problem çözme becerilerinin olması, içinde bulundukları anı yaşamaları, ön yargılardan arınma ve gerçekleri kabul etme gibi özellikler sergilemeleri onların kendilerini  gerçekleştirdiklerinin önemli göstergeleridir. 
     Kendini gerçekleştiren insan artık karşısındakini olduğu gibi kabul edecek ve kendini de sevecektir. Böyle bir kişilik başkalarıyla gerek dostluk gerek arkadaşlık kurmada hiç bir sorun yaşamayacaktır.
Psikolojik yönden insan ihtiyaçlarını ele aldığımızda ise üç temel psikolojik ihtiyaç ortaya çıkar. Bu ihtiyaçların ilki; yetkinlik ihtıyacıdır. Yani bireyin özgür iradesiyle seçimlerde bulunması.
     Ait olma ihtiyacı; bireyin başka bireylerle bağlantılı olmalarını... 
     Özerklik ihtiyacı ise bireylerin kendilerini yeterli hissetmelerini belirtir. Yapılan araştırmalar bu ihtiyaçların doyurulması, bireylerin kişilik gelişiminin tamamlamasını ve  kendini mutlu  hissetmesini  sağladığını göstermektedir. Mutlu insanlar  başkalarını da mutlu ederler. 
     Bugünkü yazımı Mevlana ‘nın  biricik oğlu Sultan Veled’e etmiş olduğu bugünde tazeliğini muhafaza etmekte olan öğütlerınden bır tanesiyle bitirmek istiyorum...
     Mevlana oğluna der ki;
     ‘’Bahattin! Eğer daima cennette olmak istersen, herkesle dost ol, kimsenin kinini yüreğinde tutma!
Fazla bir şey isteme ve hiç kimseden de fazla olma!
     Merhem ve mum gibi ol, iğne gibi olma,
Eğer hiç kimseden sana fenalık gelmesini istemezsen..... 
DOSTLUK DÜŞMANLIK ile ilgili görsel sonucu    Fena söyleyici... 
    Fena öğretici..... 
    Fena düşünceli olma!
    Çünkü bir adamı dostlukla anarsan, daima sevinç içinde olursun. İşte o sevinç Cennetin ta kendisidir..... 
     Eger bır kimseyi düşmanlıkla anarsan, daima üzüntü içinde olursun. İşte bu gam da Cehennemin ta kendisidir... 
     Dostlarını andığın vakit içinin bahçesi çiçekle, gül ve fesleğenlerle dolar.
     Düşmanlarını andığın vakit, için dikenlerle ve yılanlarla dolar, canın sıkılır, içine pejmurdelik gelir.
Bütün peygamberler ve veliler, böyle yaptılar, içlerindeki karakteri dışa vurdular. Halk onların bu güzel huyuna mağlup olup tutuldu, hepsi gönül hoşluğu ile onların müridi ve ümmeti oldular.’’
İnsan ilişkilerınde nasıl davranmamız gerektiğinin en güzel ayetleri ise Hucurat suresindedir. Ben birkaç ayeti burada yazmak istiyorum. Size tavsıyem en kısa zamanda Hucurat süresini okuyup evlatlarımıza okuyup, okutup, idrak ettirmenizdir..
     6. Ayet: Ey iman edenler, eğer bir fasık, size bir haber getirirse, onu 'etraflıca araştırın'. Yoksa cehalet sonucu, bir kavme kötülükte bulunursunuz da, sonra işlediklerinize pişman olursunuz.
     12. ayet: Ey iman edenler, zandan çok kaçının; çünkü zannın bir kısmı günahtır. Tecessüs etmeyin (birbirinizin gizli yönlerini araştırmayın). Kiminiz kiminizin gıybetini yapmasın (arkasından çekiştirmesin.) Sizden biriniz, ölü kardeşinin etini yemeyi sever mi? İşte, bundan tiksindiniz. Allah'tan korkup-sakının. Şüphesiz Allah, tevbeleri kabul edendir, çok esirgeyendir.
     10. ayet: Mü'minler ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin arasını bulup-düzeltin ve Allah'tan korkup-sakının; umulur ki esirgenirsiniz.

     Sizi ve sevdiklerinizi Allah Tealaya emanet ederim.
     Selametle... Saadetle…
     Rüya Şahinoğlu

9 Şubat 2019 Cumartesi

RİYÂZÜ'S SÂLİHÎN'DEN HADİS-İ ŞERİFLER * 29 ♥ ✿ܓ ♥ MÜSLÜMANLARIN İHTİYAÇLARINI KARŞILAMAK

RİYÂZÜ'S SÂLİHÎN
29
MÜSLÜMANLARIN
İHTİYAÇLARINI KARŞILAMAK

  • Hadis-i Şerifler:
246) Abdullah İbni Ömer (Allah Onlardan razı olsun)’dan aktarıldığına göre Rasulullah (sallallahu aleyhi vesellem) şöyle buyurdu:
     “Müslüman müslümanın kardeşidir, ona zulmetmez, müslüman, müslümanın
başına gelen musîbette terk etmez de. Müslüman kardeşinin ihtiyacını gideren kimsenin Allah’ta ihtiyacını giderir. Kim bir müslümandan bir sıkıntıyı giderirse Allah’ta onun kıyamet günündeki sıkıntılarından birini giderir. Kim de bir müslümanın ayıp ve kusurunu örterse Allah’ta kıyamet günü o kimsenin ayıp ve kusurunu örter.”
Buhari Mezalim


247) Ebu Hüreyre (Allah Ondan razı olsun)’den rivayet edildiğine göre Rasulullah (sallallahu aleyhi vesellem) şöyle buyurdu:
     “Kim bir mü’minin dünyadaki sıkıntılarından bir sıkıntıyı gidererek ona nefes aldırırsa, Allah’ta onun kıyamet günündeki sıkıntılarından birini giderir. Kim de zor ve dar durumda olan birine kolaylık gösterirse Allah’ta ona dünya ve ahirette kolaylık gösterir, bir kimse bir müslümanın ayıbını örterse Allah’ta onun dünya ve ahiretteki ayıplarını örter. Mü’min kul din kardeşinin yardımında olduğu sürece Allah da o kulun yardımındadır. Bir kimse ilim elde etmek için bir yola girerse Allah da ona cennetin yolunu kolaylaştırır. Bir grup Allah’ın evlerinden bir evde toplanıp Allah’ın kitabını okur ve aralarında müzakere eder anlayıp kavramaya çalışırlarsa üzerlerine bir güven indirir (kalp rahatlığı olur), onları rahmet kaplar. Melekler onları çepeçevre kuşatırlar. Allah da onları kendi yanında bulunanlar (melekler, peygamberler...) arasında anar. Kimin ameli kendisini geri bırakırsa nesebi, soyu, sopu onu ileriye götüremez.”
(Müslim, zikir 38)
Ä°lgili resim
harika ayıraç ile ilgili görsel sonucu

29 Ocak 2019 Salı

Bakara Sûresi 256 ve 257. Ayet'i Kerimelerinin Meal ve Tefsirleri

Bakara Sûresi 256 ve257. Ayet-i Kerimelerin
Meal ve Tefsirleri
  • Bakara Suresi 256. Ayet-i Kerimenin Meali
     "Dinde zorlama yoktur. Doğru eğriden açıkça ayrılmıştır. Artık kim sahte tanrıları reddeder de Allah’a inanırsa kopmayan sağlam bir kulpa yapışmıştır. Allah her şeyi işitir ve bilir."
  • Yukarıdaki Ayet-i Kerimenin Tefsiri
     Din; bilgi, inanç ve amelden oluşan bir bütündür. Bir insana zorla bilgi verilebilir, fakat zorla inanması sağlanamaz. Çünkü iman kalbin tasdikidir, bildirilenin doğru olduğuna insanın içten kanaat getirmesi ve inanmasıdır. Bu inanma ancak serbest irade ile karar vermeye ve tercih etmeye dayanır. Ayrıca kalbin ve zihnin içinde olup bitenleri başkasının bilmesi mümkün olmadığından, zora mâruz kalan kimsenin “İnandım” demesi halinde bunun içteki duruma uygun olup olmadığı kontrol edilemez. Sonuç olarak bir kimse ne zorla inandırılabilir ne de zor altında inandığını söyleyenin içtenliğine güvenilebilir. Dinî amelin özü ihlâstır. İhlâs yapılanların Allah rızâsı için gerçekleştirilmesidir. Zorla bir davranışta bulunan insanın dinî amelinden söz edilemez. Dinin en önemli iki unsuru olan “iman ve amel” zorlamayla olmayacağına göre “Dinde zorlama yoktur, insan zorla mümin ve dindar olamaz” cümlesi, tabiatta câri ilâhî kanunlar gibi kevnî bir gerçeği ifade etmektedir. Arkadan gelen ve bu cümlenin gerekçesi mahiyetinde olan “Çünkü doğru eğriden apaçık ayrılmıştır” ifadesi, bu kaidenin aynı zamanda bir dinî kural ve hüküm olduğunun karînesini teşkil etmektedir. Bu iki mânayı birleştirerek âyeti şöyle açıklamak mümkündür: Zorla imanın ve dindarlığın olmayacağı ilâhî bir kanundur. Şu halde siz de insanları belli bir dine inansınlar diye zorlamayınız. Allah Teâlâ’nın insanlara verdiği akıl, hem kendine hem de onu taşıyan vücuda ve yakından uzağa çevresine bakarak, peygamberlerin gösterdikleri mûcizeler ve getirip tebliğ ettikleri vahiy üzerinde düşünerek hak dini, doğru yolu bâtıl dinden ve eğri yoldan ayırabilir; yani âyetler ve açıklamalar sayesinde hakkı bâtıldan ayırmak kolay hale gelmiş olur. Ortada karışık veya zorlama ile giderilecek bir durum yoktur. Doğru yolu bulan, hak dine inanan, “nefis, şeytan, şehvet, hırs ve sahte tanrılar” gibi eğri yolun, sapkınlık ve şaşkınlığın rehberlerini reddeden müminler, sarsılarak ilerleyen arabaya veya dalgalar üzerinde ine çıka ilerleyen bir gemiye benzeyen bu hayatta, kopması mümkün olmayan sapasağlam bir kulpa sarılmışlardır. Düşmezler, sağa sola savrulmazlar; bu kulp sayesinde yerlerini, istikrarlarını, sağlıklarını korurlar ve vazifelerini yerine getirerek yollarına (imtihan ve tekâmül yolculuğuna) devam ederler.
     Bugün çağdaşlığın ve medeniyetin en önemli simgesi olarak görülen insan hakları içinde din ve vicdan hürriyeti ön sıralarda yerini almış bulunmaktadır. Bu hürriyet, insanların inanmak veya inanmamakta hür olmalarını, kimseye inanç konusunda zorlama yapılmamasını, iman ehlinin de inancını serbestçe yaşamasını ifade etmektedir. Açıklamakta olduğumuz âyet, İslâm’ı din olarak benimsemeyen, İslâmî ifadeye göre küfrü (inkâr, kâfirlik) seçen bir kimseye zorlama yapılmayacağını, kendisine kâfir olarak yaşama hakkı verileceğini açıkça söylemektedir. Ancak diğer âyetler, hadisler ve uygulamalar göz önüne alındığında karşımıza iki önemli soru çıkmaktadır: a) Müslüman olmayanlara, İslâm’a girme konusunda baskı yapılmaması hükmü genel midir, bütün kâfir çeşitlerini içine almakta mıdır ve âyetin hükmü yürürlükte midir (mensuh değil midir)? b) Din kavramı ameli de içine aldığına göre müslümanları belli bir amele (farzları yerine getirmeye ve haramlardan uzak kalmaya) zorlamak da yasak mıdır? Âyetten bu hükmü de çıkarmak mümkün müdür?
     Eski müfessirler birinci soru üzerinde etraflı biçimde durmuşlar ve sonuçta ortaya şu yorumlar çıkmıştır: 1. Hz. Peygamber Araplar’dan cizye kabul etmemiş, onları ya müslüman olma ya da savaşı ve ölümü göze alma seçenekleriyle karşı karşıya bırakmıştır. Şu halde “Dinde zorlama yoktur” âyetinin hükmü kaldırılmıştır. Hükmü kaldıran ise başka âyetlerde (meselâ bk. Tevbe 9/73, 123; Tahrîm 66/9; Fetih 48/16) “müslüman oluncaya kadar kâfirlerle savaşılmasını” emreden Allah’tır. Tefsircilerin birçoğu bu anlayışı benimsemişlerdir. 2. Âyetin hükmü kaldırılmış değildir, ancak dinde zorlama bulunmadığı hükmü, bütün inkârcılar hakkında değil, yalnızca kitap ehli olanlar hakkındadır. Onlar cizye vermeyi kabul ettikleri takdirde Ehl-i kitap olarak yaşayabilirler. Şa‘bî, Katâde, Dahhâk gibi eski müfessirler âyeti böyle yorumlamışlardır. Yürürlükten kaldırmanın (nesih) bulunmadığı hususunda bu âlimlerle birleşen Ebû Bekir İbnü’l-Arabî’ye göre zorlama hak olan ve bâtıl (haksız) olan diye ikiye ayrılır. Âyet bâtıl olan zorlamayı yasaklamaktadır. Hak olan, ilâhî hükümlere (bu mânada hukuka) uygun bulunan zorlama ise meşrûdur ve kâfirler bunun için öldürülmektedirler. Genel hükümden müstesna olanlar kendilerinden cizye kabul edilen kâfirlerdir. Hangilerinden cizye kabulü câiz görülüyorsa onlar istisna çerçevesi içine alınmışlardır (Ahkâmü’l-Kur’ân, I, 232). 3. Âyet mensuh değildir, ancak ensarla (sonradan müslüman olan Medineliler) ilgili bir meseleden dolayı gelmiştir, o konuyu çözmüştür ve o hadiseyle sınırlıdır. İslâm’dan önce ensar kadınlarından birinin çocuğu yaşamazsa bir adakta bulunur, “Şu çocuğum yaşarsa onu yahudi yapacağım” derdi. Bu uygulama sonunda Medine’de oturan yahudi boyları içinde birçok yahudileşmiş ensar çocuğu oldu. Yahudi Nadîroğulları’nın, hiyanetleri sebebiyle Medine’den çıkarılmasına karar verilince artık İslâm’a girmiş bulunan ensar aileleri “Biz çocuklarımızı yahudileştirirken o dinin bizimkinden daha üstün olduğu inancında idik. Şimdi ise hak din İslâm geldi, çocuklarımızı onlardan alıp zorla müslümanlaştıralım” dediler. Zorlamayı yasaklayan âyet gelince Resûlullah yahudileşmiş ensar çocuklarına seçim hakkı verdi, Yahudilik’te kalmak isteyenleri İslâm’a girmeye zorlamadı. 4. Bu âyet savaş esirleriyle ilgilidir. Ehl-i kitap olan esirler din değiştirmeye zorlanamaz. 5. Âyetin anlatmak istediği şudur: Kimseyi müslüman olsun diye zorlamayınız; çünkü İslâm’ın gerçekliği apaçık ortadadır, zorlamaya ihtiyacı yoktur. Allah kime hidayet nasip ettiyse müslüman olur. Gönül gözü körleşen, aklını hevâsına tâbi kılan kimseleri ise zorla İslâm’a sokmanın bir faydası yoktur. İbn Kesîr âyeti böyle yorumlamıştır (I, 459). 6. Zemahşerî’nin anlayışına göre (I, 155) burada anlatılan “İmanla ilgili ilâhî kanundur, kuraldır”; yani Allah kulunu iradeden yoksun kılarak iman konusunda onu zorlama altında bırakmamış, aksine inanıp inanmamayı onun serbest irade ve seçimine bağlamıştır.
     Şevkânî bu yorumları naklettikten sonra konuyu şöyle bağlamaktadır: Âyet, çözmek üzere geldiği mesele bakımından mensuh değildir, meseleyi çözüme bağlamıştır. Bu çözüm aynı zamanda “Ehl-i kitap olanlar cizye ödemeyi kabul ederlerse din değiştirmeye zorlanamazlar” hükmüne de dayanak teşkil etmektedir. Geriye harp ehli (İslâm’a karşı savaş açan) kâfirler kalır. Âyeti lafzına (kelime ve cümle yapısına) göre anlarsak harp ehli kâfirleri de içine aldığını söylememiz gerekir. Ancak diğer birçok âyet, hadis ve uygulama harp ehlini istisna etmiştir. Onlar cizye yerine savaşı tercih ettiklerinden önlerinde iki seçenek vardır: Ya müslüman olmak ya da savaş (I, 302-303).
     İbn Âşûr kendinden önceki tefsircilerin bu konudaki yorumlarını aktardıktan sonra konuya farklı bir açıklama getirmiştir. Ona göre bu âyetin ilk yıllarda gelmiş olması ihtimali yoktur. Cizye kabulü söz konusu olmaksızın savaş emri getiren âyetler ve bu mânada olmak üzere “Lâ ilâhe illallah deyinceye kadar insanlarla savaşma emrini aldım...” (Buhârî, “Îmân”, 17; Müslim, “Îmân”, 32) diyen hadisler bu âyetten önce idi. O zaman Arabistan’da şirk hâkim bulunuyordu. Araplar dedeleri İbrâhim’in tevhid dininden sapmışlardı. Allah Teâlâ bu bölgenin şirkten, Kâbe’nin de putlardan temizlenmesini, diğer kavimler ve topluluklar için örnek bir tevhid ümmeti ve merkezinin oluşmasını istiyordu ve bunun gereğini emretti. Arap yarımadası şirkten temizlenip İslâm yerleşince artık evrensel düzenin gerçekleşmesi lâzımdı. Evrensel düzen “bütün halkı müslüman olan bir dünya değil, hakların ve hürriyetlerin bekçiliğini müslümanların yaptığı bir dünya” idi. Bunun için de diğer din ve vatan sahiplerinin yalnızca müslümanların hâkimiyetini kabul etmeleri yeterli idi. İşte bu âyet o düzeni getirdi. Dine zorlama savaşı bitti (bunu ifade eden âyetler ve hadisler neshedildi), hakka ve hukuka baş eğdirme savaşı başladı (III, 26-28).
     Bizim de anlayışımız bu son yoruma uygun düşmektedir. Dinde zorlamanın yasaklanması “hakkın bâtıldan açıkça ayrılması” gerçeğine bağlanmıştır. Bu gerçek değişemeyeceğine, Kur’an ortada bulundukça yeniden hak ile bâtıl birbirine karışır hale gelemeyeceğine göre buna dayalı bulunan hükmün değişmesi de (neshi) söz konusu olamaz. Resûlullah Ehl-i kitap olmayan kâfirlerden de cizye almıştır. Kâfirler barış isterlerse bunun kabul edilmesi emrolunmuştur (Enfâl 8/61). Kâfirlerle savaş emri “fitnenin ortadan kalkması ve dinin Allah için olması” (Enfâl 8/39) gerekçelerine bağlanmıştır. Fitne zulümdür, düzensizliktir, anarşidir. “Dinin Allah için olması”, bütün insanların İslâm’a girmeleri şeklinde anlaşılamaz; çünkü en azından Ehl-i kitabın cizye vererek de olsa gayri müslim olarak yaşamalarına izin verildiğinde ittifak vardır. Bütün bu naslar, gerçekler ve uygulamalar bir araya getirildiğinde ortaya çıkacak sonuç ve nihaî hüküm şu olmaktadır: İnsanların zorla din değiştirmeleri hem imkânsız hem de hükümsüzdür, bu sebeple de yasaklanmıştır. Savaş insanları zorla İslâm’a sokmak için değil, din yüzünden baskının ortadan kalkması, din ve vicdan hürriyetinin hayata geçirilmesi, güçlü olanların hukuku çiğnemelerinin engellenmesi içindir. Müslüman olmayanlar bu hak, hukuk ve hürriyet düzenine uydukları müddetçe kendi inançlarında kalma ve onu yaşama hakkına sahiptirler.
     İkinci mesele müslümanların, dinin gereklerini yerine getirme konusunda zorlanıp zorlanamayacakları ve âyetin bunu da içine alıp almadığı konusu idi. Müslüman iken sonradan İslâm’dan çıkan kişinin (mürted) öldürülmesiyle ilgili hüküm ilk bakışta “dinde zorlama yasağının müslümanları içine almadığı” zannını verirse de öncelikle böyle bir hükmün Kur’an’da bulunmadığını kaydetmek gerekir. Yukarıda 217. âyetin tefsiri sırasında açıklandığı üzere, konuya ilişkin hadislerin ve fıkhî görüşlerin gerekçeleri dikkate alındığında bu hükmün müslümanın “dinini değiştirmesi” sebebine değil “sosyal düzeni bozma, İslâm’a ve müslümanlara karşı savaşma” gibi sebeplere bağlı olduğu anlaşılmaktadır.
     Çiğnenen yasakların (haramlar) bir kısmı için öngörülen cezaî yaptırımlar da kişinin dinî hayatına müdahale yani kişi ile Allah arasına girme anlamında olmayıp sosyal düzenin korunmasına yöneliktir.
     Karşılığında bir ceza öngörülmeyen haramların çiğnenmesi ve farzların ihmaline gelince bu alanda müslümanların “emir bi’l-ma‘rûf ve nehiy ani’l-münker” denilen “sosyal ahlâk ve düzenin korunması” görevleri devreye girmektedir. Bütün müslümanlar bilgi ve ilgilerine göre bu göreve katılırlar. Ancak bu görevin de öğüt, telkin, ikili ilişkileri ayarlama çareleri genel olmakla beraber müeyyide uygulama görevi genel değildir, devletin veya halkın görev verdiği kurum ve şahıslara aittir. Burada da yaptırım uygulanarak yapılan zorlama, müslümanların ceza tehdidi altında dinlerini yaşamalarını sağlamaya yönelik olamaz. Çünkü böyle yaşanan din din değildir; ibadet ibadet değildir. Zorlamanın gerekçesi İslâm’ın hâkimiyet sembollerinin (şeâir), genel ahlâk ve düzenin korunmasından ibarettir.
  • Bakara Suresi 257. Ayet-i Kerimenin Meali
     "Allah iman edenlerin velîsidir; onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır. İnkâr edenlerin velileri ise sahte tanrılardır; onları aydınlıktan çıkarıp karanlıklara sokarlar. İşte bunlar ateşliklerdir, bunlar orada devamlı kalıcıdırlar."
  • Yukarıdaki Ayet-i Kerimenin Tefsiri
     Kendi akıl ve iradelerini düzgün kullanarak sahte tanrılar yerine Allah’a imanı tercih edenler O’nun mânevî yakınları (evliya) olurlar. Velâyet iki yoldan oluşur: Akrabalık ve iman. Baba, dede, amca... çocuğun, torunun, yeğenin velisi olduğu gibi mümin kadınlar ve erkekler de birbirlerinin velileridir (Tevbe 9/71). Veli, velâyeti altındaki insanı korur, menfaatini gözetir, yardımcısı olur, tarafını tutar, sahiplenir ve gerektiğinde temsil eder. Bu âyette Allah, imana bağlı velâyet çerçevesine kendisini de dahil etmektedir. Bu müminler için büyük bir şeref, güven kaynağı ve heyecan vesilesidir. Velisi Allah olan bir müminin elbette yolu aydınlık olur, yüce velisi onu karanlıklardan çıkarır, nura ve aydınlığa kavuşturur; kalbi huzurlu ve nurlu, zihni berrak, aklı karışıklıktan uzak olur, yani mümin için tabii hal budur. Bu normal durumu bozan ârızaların giderilmesi için de başta “zikir” olmak üzere (Ra‘d 13/28) çeşitli ibadetler vardır. Sahte tanrıları veli edinenlerin durumu ise müminlerinkinin aksinedir: Nur yerine zulmet, aydınlık yerine karanlık, huzur yerine huzursuzluk, akıl karışıklığı, sapıklık ve anarşi.

Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 1 Sayfa: 402-407

[​IMG]
    Kur'an-ı Kerim - Diyanet İşleri Başkanlığı
    kuran yolu tefsiri ile ilgili görsel sonucu

    25 Ocak 2019 Cuma

    KELİMELER ~ KAVRAMLAR: YETİM

    KELİMELER ~ KAVRAMLAR
    YETİM
    اليتيم
         Sözlükte “yalnız olmak, tek başına kalmak” anlamındaki yütm kökünden türeyen yetîm kelimesi çeşitli nesnelerin tekliğini ifade eder. Meselâ benzeri zor bulunan ve sedeften tek çıkan iri inci tanesine “dürr-i yetîm”, öncesinde ve sonrasında şiir olmayan tek beyte “beyt-i yetîm” denir. Bu anlamdan hareketle babası ölmüş çocuğa da yetim (çoğulu eytâm, yetâmâ) adı verilir. “Yütm”ün asıl mânasının bir çocuğun babasını kaybetmesi olduğu ve tek başına kalma mânasının buradan geldiği şeklinde ikinci bir görüş de vardır (Lisânü’l-ʿArab, “ytm” md.).
         Bir hadis-i şerifte yetimin zayıflığına işaret edilmiştir (İbn Mâce, “Edeb”, 6). Babasını kaybeden küçük büyük herkese (sözlük anlamı bakımından) yetim denilebilirse de fıkıhta yetim henüz bulûğ çağına ermemiş çocuklar hakkında kullanılır. Bir hadiste de bulûğ çağından sonra yetimliğin kalkacağı belirtilmiştir (Ebû Dâvûd, “Veṣâyâ”, 9).
         Çocuğun nafakasını temin etme, haklarını koruma ve onu yetiştirmede babanın daha çok rolü bulunduğundan yetimlik özellikle babaya bağlanmıştır (Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât, “ytm” md.). Arapça’da annesini kaybeden çocuk için aciyy, hem annesini hem babasını kaybeden çocuk için latîm kelimeleri varsa da gerek konuşma dilinde gerekse yazılı metinlerde yetim bütün bu durumları ifade etmektedir.
         Günümüzde bazı Arap ülkelerinin mevzuatında yetim, anne ve babasından her ikisini veya birini kaybeden yahut babası veya hem annesi hem babası bilinmeyen çocukları ifade eder (Abdullah b. Nâsır b. Abdullah es-Sedhân, s. 50). Bazı İslâm ülkelerinde ebeveynden birinin kaybolması, çocuğu terk etmesi yahut boşanma sonucu ondan uzaklaşması gibi sebeplerle ortaya çıkan hükmî yetimlik de yetim tanımı içerisinde görülmektedir. Babaları ölmüş olan çocuklara bulûğ çağına girdikten sonra da mecazen yetim denilebilir. Nitekim müşrikler Hz. Muhammed’e küçümsemek amacıyla “Ebû Tâlib’in yetimi” derlerdi. Ayrıca evlendirilirken kendisine danışılması gerektiğini bildiren bir hadiste babasını küçük yaşta kaybeden yetişkin kız için “yetîme” lafzı kullanılmıştır (Ebû Dâvûd, “Nikâḥ”, 23, 25).
         Türkçe’de yetim kelimesi genelde babası ölmüş çocuğu ifade etse de bazı yerlerde Arapça’da olduğu gibi geniş bir kullanıma sahiptir. Sadece annesini veya hem annesini hem babasını kaybeden çocuğa daha çok öksüz denilir.
         Câhiliye döneminde kabileler arası savaşlarda ve yıllarca süren kan davalarında ölenler arkalarında çok sayıda yetim bırakıyordu. Arap yarımadasında kızlara, eli silâh tutmayan çocuklara, yaşlılara ve kadınlara genellikle miras hakkı tanınmaz, yetimlere de babalarından kalan mal verilmezdi. Bazı yetim kızlar vasîleri tarafından evlendirilerek mehirlerine el konur, bazan da vasîleri sırf mallarına sahip olmak için onlarla evlenirlerdi. Kur’an’da yirmi iki âyette yetimlerle ilgili meselelere temas edilmiş ve yetimlere karşı iyi davranılması emredilmiştir. Bu husus Allah’a iman ve ibadet yanında anılmış (el-Bakara 2/177; en-Nisâ 4/36), yetimlerin itilip kakılması ve onlara karşı ilgisiz davranılması kınanmış (el-Fecr 89/17; el-Mâûn 107/2), yetimlerin küçümsenip kendilerine kötü muamelede bulunulması yasaklanmıştır (ed-Duhâ 93/9). Müminler muhtaç durumdaki yetimleri doyurmaya, onları malî yönden desteklemeye ve yaşam şartlarını düzeltmeye teşvik edilmiştir (el-Bakara 2/215, 220; en-Nisâ 4/8; el-İnsân 76/8; el-Beled 90/15). Medine döneminde devlet gelirlerinden ganimet ve fey içinde yetimlerin hakkı olduğu bildirilmiş, bu hakkın ödenmesine gelirlerin harcama kalemleri arasında yer verilmiştir (el-Enfâl 8/41; el-Haşr 59/7). Yetimlere adaletle davranılması, özellikle mallarını ele geçirmek amacıyla yetim kızlarla evlenip haksızlık yapılmaması, evlendirilen yetim kızların mehirlerine el konulmaması (en-Nisâ 4/3, 127), yetimlerin mallarının en güzel şekilde korunup yönetilmesi (el-En‘âm 6/152; el-İsrâ 17/34), büyüdüklerinde mallarının geciktirilmeden kendilerine teslim edilmesi ve teslim sırasında şahit bulundurulması hususu (en-Nisâ 4/6) Kur’an’da yetim haklarına dair temel prensiplerdir. Yetim malı yemek büyük günahlardan sayılmış, haksız yere yetim malı yiyenlerin şiddetli azap görecekleri bildirilmiş, yetimin veli ve vasîlerine ancak fakir olmaları durumunda onun malından belli ölçüde faydalanma izni verilmiştir (en-Nisâ 4/2, 6, 10).
         Yetimliği bizzat yaşamış olan Hz. Peygamber birçok hadisinde yetimlerin hukuku üzerinde hassasiyetle durmuştur. Resûl-i Ekrem’in, “Allahım! Ben yetimin ve kadının, bu iki zayıf insanın hakkını ihlâl etmekten insanları şiddetle sakındırıyorum” dediği (İbn Mâce, “Edeb”, 6), bir defasında şahadet parmağı ile orta parmağını birleştirerek, “Yetimi koruyup gözetenle cennette böyle yan yana olacağız” buyurduğu nakledilir. Resûlullah ayrıca Allah rızası için yetimin başını okşayan kimseye elinin dokunduğu her saç teli kadar sevap verileceğini bildirmiş (Müsned, V, 250; Ebû Dâvûd, “Edeb”, 121), yetimlere ait malların ticaret yoluyla arttırılmasını istemiştir (Tirmizî, “Zekât”, 15). Öte yandan yetim malı yemenin insanı helâke sürükleyen yedi büyük günahtan biri olduğu belirtilmiş, müminlerin bundan şiddetle kaçınması gerektiği vurgulanmıştır (Buhârî, “Veṣâyâ”, 23). Yetim malının idaresi kişiye ağır bir sorumluluk yüklediğinden, Hz. Peygamber’in bu sorumluluğu taşımaya ehil görmediği Ebû Zerr’e yetim malının idaresini üstlenmemesini tavsiye ettiği nakledilir (Nesâî, “Veṣâyâ”, 10).

         Hükümler:
         Fakihler, yetimleri himaye edip yetiştirmeyi farz-ı kifâye olarak kademeli biçimde toplumun görevleri arasında saymıştır. Bu husus öncelikle mahremi olan yakın akrabaların sorumluluğundadır. Bunların yokluğunda veya sorumluluklarını yerine getirememeleri durumunda sorumluluk diğer müslümanlara geçer. Devlet başkanının, velisi olmayanların velisi olduğu yolundaki genel kurala göre (Tirmizî, “Nikâḥ”, 15; Ebû Dâvûd, “Nikâḥ”, 19; İbn Mâce, “Nikâḥ”, 15) bu vazifenin devlet tarafından veya devletin denetiminde koruyucu ailelerle ya da kurumlarla yerine getirilmesi gerekir. Yönetim boşluğu halinde çocuğun bulunduğu beldedeki müslümanlar sorumlu olur. Anne ve babaları müslüman olsun olmasın yetim çocukların terkedilmemesi ve kötü niyetli kişilerin eline bırakılmaması istenmiştir. Yetimin bakımı ve yetiştirilmesinin gerektirdiği masraflar kendi malından, malı yoksa yakın akrabaları tarafından, onların da gücü yetmezse devletçe yahut belli vakıfların geliriyle karşılanır (ayrıca bk. HİDÂNE; LAKĪT).
         Fıkıhta kişilerin vücûb ve edâ ehliyeti açısından geliştirilen doktrin aynı zamanda yetimlerin hukukunu da koruyucu bir fonksiyona sahiptir. Bu sebeple yetime miras, vasiyet ve vakıf gibi yollarla intikal eden mallar kendisine verilmeyip, velî, vasî veya hâkim tarafından idare edilir. Hanefî ve Mâlikî hukukçularına göre yetimin temyiz çağından önceki bütün tasarrufları hükümsüzdür. Temyiz çağına girdikten sonra yapacağı sözlü tasarruflar mahiyetlerine göre değişir. Eğer hibe ve sadaka gibi yetimin sırf yararına ise kanunî temsilcilerin icâzetine ihtiyaç duymadan sahih ve nâfiz olur. Eğer tasarruf hibe etme, sadaka veya borç verme şeklinde yetimin sırf zararına ise kanunî temsilcisi icâzet verse de hükümsüzdür. Yetimin alım satım, kiraya verme, kiralama ve şirket kurma gibi hem yarar hem zarar ihtimali bulunan tasarrufları askıdadır; kanunî temsilcisi icâzet verirse geçerli, vermezse geçersiz olur. Hanbelî ve Şâfiî hukukçularına göre henüz bulûğa ermemiş çocuğun temyiz çağından önceki ve sonraki bütün malî tasarrufları hükümsüzdür (bk. VELÂYET).
         Yetimin haksız fiilleri sonucu meydana gelen zarar, yetimliğin rüşd ile sona erip edâ ehliyetindeki kısıtlılığın kalkması beklenmeden, varsa onun malından karşılanır; çünkü tazmin sorumluluğu edâ ehliyetine değil vücûb ehliyetine dayanır ve kişi, doğduğu andan itibaren kendisini borçlanmaya elverişli kılan tam vücûb ehliyetine sahiptir. Yetimin bulûğa ermesi ve fikrî olgunluk (rüşd) seviyesine ulaşması halinde malı kendisine teslim edilir ve bundan sonraki tasarrufları geçerli olur. Bulûğ çağına ermeden görülebilecek rüşd emareleri dikkate alınmadığı gibi yetim bulûğa erdiği halde malını yönetme konusunda yeterli dirayete sahip değilse ve gerekli zihnî gelişmişliği gösteremezse yine malı teslim edilmez. Zira bu gelişme yeteneğe, çevreye, sosyal şartlara ve eğitime göre farklı yaşlarda ortaya çıkabilir. Rüşd hali görülünceye kadar bu mallar veli veya vasînin idaresinde kalmaya devam eder. Ebû Hanîfe’ye göre yetime ait malların veli yahut vasî idaresinde kalma süresinin son sınırı yirmi beş yaştır; bu yaşa gelen kişide rüşd hali görülmese de malları kendisine teslim edilir. Hanefîler’den İmâmeyn ile diğer mezhep hukukçularına göre ise hangi yaşına gelirse gelsin rüşd görülmedikçe sefih durumundaki kişiye malları verilmez. Malların teslimi sırasında şahit bulundurma Hanefîler’e göre mendup, Şâfiî ve Mâlikîler’e göre vâciptir.
         Yetim hakkını korumaya yönelik bir başka hukukî tedbir gasp konusunda gündeme gelir. Hanefî mezhebine göre gasbedilen bir malın menfaati -kullanmak veya sahibinin yararlanmasını engellemek suretiyle- tüketilecek olsa kural olarak tazmin edilmez. Ancak zamanla insanlarda yetim malını koruma duyarlılığının azalması ve toplumda meydana gelen diğer olumsuzluklardan dolayı sonraki Hanefî hukukçuları yetim malını bu genel kuraldan istisna etmiş ve malın menfaatinin tazmin edileceği görüşünü benimsemiştir. Hanefî mezhebi esasına göre hazırlanan Mecelle’de menfaatin tazminine ilişkin 596. madde bu görüş doğrultusunda düzenlenmiştir.

         Kurumlar:
         Babasını kaybetmekle kendisi için çalışıp kazanan ve haklarını koruyan bir hâmiden yoksun kalan yetimin kendi ailesi içinde bakılıp büyütülmesi esastır ve ilk dönemlerden itibaren İslâm toplumlarında yaygın olan uygulama da bu şekildedir. Kabile bağlarının güçlü olduğu ilk dönemlerde yetimlerin bakımı yakın akrabalarına (asabe) verilirdi. Ancak anne babanın her ikisinin de vefat etmesi, annenin ikinci bir evlilik yapması veya aile ortamının elverişsizliği gibi durumlarda yetimlerin bakımını üstlenecek kurumlara ihtiyaç duyulmuştur. İslâm toplumlarında uygulamada yetim mallarının korunmasına özel bir önem verilmiş, insanlar yetimlerle kendi çocukları gibi ilgilenmeye teşvik edilmiş, idarî açıdan kadılar eliyle, malî açıdan vakıflar yoluyla çözümler getirilmiştir. Bilhassa Selçuklular’dan itibaren eytamhâne ve ıslahhâneler kurularak yetimlerin bakımı sağlanmaya çalışılmıştır. Eyyûbîler ve Memlükler döneminde yetimler için özel mekteplerin açıldığı, vakıfların tahsis edildiği bilinmektedir. Osmanlılar’da yetimlerin himayesine yönelik uygulamalar daha da geliştirilmiş, avârız vakıfları fakir yetimler için bir tür sosyal güvence olmuş, dârüleytamlarda yetimlerin ihtiyaçları karşılanmıştır. Yeniçeri birliklerindeki orta sandıkları şehidlerin yetimlerine, esnaf birliklerince kurulan esnaf sandıkları da kendi mensuplarından ölenlerin çocuklarına maddî destek sağlamış, XIX. yüzyılın ortalarından itibaren eytam sandıkları oluşturulmuştur. 1873’te tesis edilen Dârüşşafaka yetimlerin eğitim ve himayesine yönelik bu anlayışın bir ürünüdür. 1917’de kurulan Himâye-i Etfâl Cemiyeti daha sonra Çocuk Esirgeme Kurumu’na dönüştürülmüş, 1981 yılına kadar faaliyetlerini dernek statüsünde sürdürmüş, 1983’te Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kurumu teşkil edilmiştir. 2011 yılında gerçekleştirilen yasal düzenlemeyle bu hizmetlerin yeni kurulan Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı bünyesinde Çocuk Hizmetleri Genel Müdürlüğü tarafından yürütülmesi kararlaştırılmış, küçük çocuklar için açılan bakımevleriyle on üç-on sekiz yaş arasındaki gençlere hizmet veren çocuk yetiştirme yurtları il özel idarelerine bağlanmıştır. Son yıllarda yetimlerle ilgili uluslar arası veya bölgesel sempozyumlar düzenlenerek problemlere ortak çözümler bulmaya gayret edilmektedir.
         Günümüzde savaş, salgın hastalık, deprem vb. sebeplerle anne babaları ölen milyonlarca yetim bulunmaktadır. Yetimlerin en yoğun olduğu bölgeler Afganistan, Sahrâaltı Afrikası ve Latin Amerika’dır. Bunun dışında kaçırılma veya aileyi terketmekten dolayı fiilen yetim kalan çocuklar da büyük bir sorun teşkil etmektedir. UNICEF tarafından hazırlanan bir rapora göre Güney ve Güneydoğu Asya ülkelerinde çocuk kaçırma olayları yaygındır. Orta ve Doğu Avrupa ülkeleriyle Türkî cumhuriyetlerde fakirlik yüzünden aileleri tarafından resmî kurumların bakımına terkedilen yahut aile içi şiddet ve alkol yüzünden evini terkeden çocuk sayısında artış gözlenmekte, bunların arasında engelli çocuklar önemli bir yekün tutmaktadır (Progress for Children, s. 27, 33, 34-35). Bir başka raporda Balkanlar, Doğu Avrupa ve Orta Asya ülkelerinde aileleri tarafından terkedilen veya anne baba şefkatinden mahrum kalan çocukların sorunlarına değinilmektedir (At Home or in a Home?, s. 2, 5-7, 20, 44-45). Gelişmiş ülkelerde evlilik dışı ilişkilerin ve boşanmaların yaygınlaşması sonucu anne ve babadan birinin gözetimine verilen çocukların sayısında da büyük artış görülmekte, bunlar da yetim gibi alâka ve himayeye muhtaç olarak büyümektedir. Son yıllarda sokak çocukları, çocuk hakları, çocuk istismarı ve çocuk suçları gibi konularda kamuoyunda duyarlılığın artmasına rağmen henüz çözüm için yeterli adımların atıldığı söylenemez.
    Abdusselam Arı
    TÜRKİYE DİYANET VAKFI
    İSLAM ANSİKLOPEDİSİ
    İlgili resim

    14 - 18 Ağustos 5 gün (3 gece otelde konaklamalı) Gönül Erleri & Grand Alfa Karadeniz Turu

    14 - 18 Ağustos 5 gün (3 gece otelde konaklamalı) Gönül Erleri  &  Grand Alfa Karadeniz Turu      5 Gün - 4 Gecelik (3 gece otel konakla...