18 Mart 2019 Pazartesi

KELİMELER ~ KAVRAMLAR: YEZÎDİYYE

KELİMELER ~ KAVRAMLAR
YEZÎDİYYE
اليزيديّة

     Daha çok Türkiye, Irak ve İran’da görülen senkretik bir inanç sistemi ve bu inanca mensup topluluklara verilen ad.
     Yezîdî ismi konusunda farklı görüşler ileri sürülmüştür. Fırka mensuplarının İran’ın Yezd şehri sakinlerinden olması sebebiyle bu isimle anıldığı, Yeni Farsça’da “melek, tanrı” mânasında ized, Avesta dilinde “saygı ve ibadete lâyık” anlamında yezata, Pehlevîce’de ve modern Farsça’da “tanrı” mânasındaki yezdân kelimeleri yanında “tanrıya kulluk eden kimseler” anlamında ezidî, izidî, izdî kelimelerinden geldiği de söylenmiştir. Diğer bir anlayışa göre fırka mensuplarına, Emevî Halifesi I. Yezîd’e bağlılıkları ve onu beşer üstü bir varlık kabul etmelerinden dolayı bu ad verilmiştir. Son zamanlarda yapılan araştırmalar Yezîdiyye isminin I. Yezîd’le yakın ilgisinin bulunduğunu ortaya koymaktadır. Ayrıca söz konusu topluluk, Melek Tâvus’a (Kral Tâvus, Azâzîl) inandığından küçültücü bir isim olarak “abedetü’l-İblîs” (şeytana tapanlar) şeklinde de nitelendirilmektedir. Bu arada Yezîdiyye’nin, Hâricî (İbâzî) fırkalarından Yezîdiyye ile (Yezîd b. Ebû Üneyse’ye [Enîse] mensup fırka) ilişkilendirilmesinin doğru olmadığını belirtmek gerekir. Kendilerini etnik bakımdan Kürt kabul eden fırka mensupları daha çok Ezidî ve Yezîdî isimlerini kullanmaktadır (Menant, s. 52; İA, XIII, 415).
     Yezîdiyye’ye dair ilk araştırmalarda bu grup, Mazdeizm ve Maniheizm gibi Doğu’nun eski kültürlerinin bir devamı gibi görülmüş, inandıkları melekler pagan kültürünün tanrıları olarak kabul edilmiştir. Daha sonraki araştırmalarda Yezîdîliğin İslâm’dan sapan bir cereyan olduğu, hareketin temelinde Abbâsîler’in ilk dönemindeki aşırı Emevî taraftarlığının yer aldığı ortaya konmuştur. V-VI. (XI-XII.) yüzyıllarda iyice ortaya çıkan bu aşırılık birçok taraftar bulmuş, son Emevî halifesi II. Mervân’ın Kürt asıllı bir câriyeden doğması bu taraftarlığı önemli ölçüde etkilemiştir. Emevîler’in yıkılması üzerine Hakkâri dağlarına çekilen ve Abbâsî iktidarının ilk dönemlerinde birkaç defa ayaklanan, fakat zamanla hareketliliğini kaybeden söz konusu topluluklardan bir kısmı tasavvufa yönelmiş, bu gruba mensup olan, Adî b. Müsâfir’in müjdecisi sayılabilecek Hakkârili Ebü’l-Hasan Ali (ö. 484/1091) inzivaya çekildiği Sincar’da pek çok taraftar edinmiştir. VI. (XII.) yüzyılda bu cemaat Adî b. Müsâfir’i kutsal bir şahsiyet kabul ederek inançlarının merkezine yerleştirmiştir.
     Adî b. Müsâfir, Emevî asıllı olup Ba‘lebek’te doğdu; Abdülkādir-i Geylânî, Ebü’n-Necîb es-Sühreverdî, Ahmed er-Rifâî, Ebü’l-Vefâ el-Hulvânî gibi âlimlerden ders aldı; dört yıl Medine’de kaldı ve Adeviyye tarikatını kurdu. Ardından Hakkâri’de inzivaya çekildi; Sünnî inanış çerçevesinde faaliyet gösterdi. Şîa’ya karşı çıkarak Muâviye b. Ebû Süfyân’ı savunan Adî b. Müsâfir doksan yaşlarında vefat etti (557/1162). Mezarı Musul’un 65 km. kuzeyinde Lâliş (Lâleş) denilen yerde yaptırdığı zâviyededir. Yerine geçen oğlu Şeyh Hasan zamanında Şîa’nın I. Yezîd’e lânet etmesi üzerine Adî b. Müsâfir’e bağlanan topluluk Yezîd’i savunmaya başladı; Şeyh Adî ve Yezîd hakkında aşırılığa kaçarak sapık bir hüviyete büründü. Şeyh Adî’yi kutsallaştırdı ve I. Yezîd’i insan üstü bir varlık kabul ederek onun ilâh olduğunu iddia etti. Müridlerine göre Şeyh Adî onların namazlarını kılıp oruçlarını tuttuğu için bu tür mükellefiyetlerden muaftırlar. Şeyhin türbesi civarında yapılan çalgılı, içkili âyinler muhafazakâr halkın tepkisini çektiğinden türbe tahrip edildi, şeyhin kemikleri mezarından çıkarılarak yakıldı ve müridlerinin çoğu öldürüldü. Ancak daha sonra tekrar yaptırılan türbe Yezîdîler’in kıblesi, tavaf ve ziyaret mekânı haline geldi. 1259’da Hakkâri’ye ve Sincar’a saldıran Hülâgû’nun bu bölgeleri tahrip etmesi ve Adeviyye’nin şeyhi olan Fahreddin’in öldürülmesinin ardından cemaat mensupları Yezîdîler adıyla Irak, Suriye ve Güneydoğu Anadolu’da yayılmaya başladı. Yezîdîlik’le ilgili önemli bilgiler daha çok Kürtler’in tarihi, kabileleri ve bulundukları yerler hakkında bilgi veren Şeref Han Bitlisî’nin Şerefnâme adlı eserinde yer alır.
     Akkoyunlular, Safevîler ve Osmanlılar’la doğrudan yahut dolaylı biçimde temas kuran Yezîdîler için Safevî ve Osmanlı dönemleri bir çöküş devresi oldu; Kürt kabileleri arasında Yezîdîliği kabul edenler önemli miktarda azaldı. Bunda Yezîdîliği tanımaya başlayan âlimlerin onların küfre düştüğü yolunda verdikleri fetvalar etkili oldu; bu sebeple fırka mensupları kendi içine çekildi, zaman zaman da isyan etti. XIX. yüzyılda Osmanlılar, Yezîdîler’i müslüman ve Ehl-i kitap kabul etmediğinden cemaat iyice kendi içine kapandı ve devlet otoritesinden uzak dağlık bölgelerde yaşamayı tercih etti. 1872’de askerlik için bedel ödeyen Yezîdîler’in durumu nisbeten düzeldi, devlet de kendilerini Ehl-i kitap kabul etti. II. Abdülhamid devrinde cemaat dışı azınlıkların askerlikten muaf tutulmaması ve bulundukları yerlerde ibadethane yapmalarının istenmesi Yezîdîler’in silâha sarılmaları ve daha uzak bölgelere intikal etmeleri sonucunu doğurdu. Ancak Yezîdîler’e baskı yapıldığı haberlerinin Batılı devletlerin İstanbul temsilciliklerine ulaştırılması ve bunun Tanzimat Fermanı’na aykırı olduğunun dile getirilmesi üzerine Yezîdîler daha rahat bir ortama kavuştu. Cumhuriyet döneminde Yezîdîler’le devlet arasında herhangi bir problem çıkmadı; Irak’ta da zorunlu askerlik ve çocuklarını okullara gönderme mecburiyeti karşısında Yezîdîler bu kanunlara itaat etti.
     Zerdüştîlik, Maniheizm, Mitraizm, Yahudilik ve Hıristiyanlık’tan, ayrıca İslâm ve tasavvuftan büyük ölçüde etkilenen Yezîdîler’in kendi içlerine dönük yaşantılarından dolayı inanç ve ibadet esaslarının tam olarak belirlenmesi mümkün değilse de bazı bilgilere ulaşılabilmektedir. Yezîdî inancının merkezinde Tanrı ile birlikte O’nun yarattığı yedi melek ve bu melekleri idare eden Melek Tâvus bulunmaktadır. Tanrı inancı açık biçimde ortaya konulmamakla beraber Yezîdîler bin bir ismi arasında en sevileni Hudâ olan, yedi kat göğü ve yeri yaratan, mutlak kādir bir tanrının varlığına inanmaktadır. Onlara göre tanrı sonsuz iyidir; dünyayı uzaktan yönetmekte ve gücünü kendisine yardım eden melekler yahut tanrı-melekler vasıtasıyla göstermektedir. Bu melekler Azâzîl, Derdâîl, İsrâfil, Mîkâil, Cebrâil, Samuel ve Nurael’dir. Bunlar sırasıyla mezhep büyükleri yahut emîrleri olan Şeyh Adî, Şeyh Hasan, Şeyh Şemseddin, Şeyh Ebû Bekir, Şeyh Sâceddin, Şeyh Sadreddin ve Şeyh Fahreddin’de bedenleşmiştir. Bu inanç genelde Yezîdî toplumu tarafından kabul edilmekte, meleklerin zaman zaman yere indiklerine, dünyanın düzenini sağlayacak kutsal metinler ve kurallar getirdiklerine, kendilerine vekâlet edecek şeyhler bıraktıktan sonra cennete çekildiklerine inanılmaktadır. Meleklerin içinde özellikle, tavus kuşu şeklinde tasavvur edilen Tâvus önemlidir. Yezîdî kozmolojisine göre Melek Tâvus, Âdem’in yaratılışından sonra Âdem’e secde etmeyi reddeder, ancak bu reddediş onun Tanrı’ya olan bağlılığındandır. Bununla birlikte isyan etmesi Melek Tâvus’u derin bir vicdan azabına sürükler; azabın tesiriyle akan göz yaşları cehennem ateşini söndürür. Tanrı bu samimiyeti karşısında onu affeder ve dünyaya dair her türlü yönetimi kendisine devreder. Bu yaratılış öyküsü, Yezîdîliğin gnostik gelenekten kaynaklanan ikinci tanrı (demiorgus) doktrinine kadar uzanır. Gnostik modele göre Tanrı yaratılışla ilgili görevleri ikinci bir tanrıya devredip kendisi mutlak egemenlik alanına çekilir.
     Yezîdîliğin kutsal metinleri hacim itibariyle son derece kısa olan, “vahiy kitabı” anlamındaki Kitâbü’l-Celve (Cilve) ile “siyah kitap” anlamındaki Muṣḥaf-ı Reş adlı iki kitaptır. Yazarları belli olmayan metinlerden ilki Şeyh Fahreddin’e, ikincisi Hasan-ı Basrî’ye nisbet edilir. XIX. yüzyılın sonlarına kadar bilinmeyen bu kitaplar, önce Edward Granville Browne ve daha sonra P. Anastase tarafından ilim âlemine tanıtılmıştır. Bir girişle beş bölümden meydana gelen Kitâbü’l-Celve’de Melek Tâvus’un bütün varlıkların ilki olduğu, bu kitapla insanları irşad ettiği, ilk insana hitap ederek evrensel gücünü kanıtladığı, kendisine tâbi olanları mükâfatlandıracağı, karşı gelenleri cezalandıracağı belirtilmekte, ayrıca tenâsühe işaret edilmekte, Melek Tâvus’u temsil eden resme saygı gösterilmesi ve onunla ilgili hizmetleri yerine getirenlere itaat edilmesi istenmektedir. Yezîdîler’in yaratılış hikâyesiyle başlayan Muṣḥaf-ı Reş’te ise Melek Cebrâil ile Fahreddin’in değeri vurgulanmakta, Yezîdî hükümdarlarının bir listesi verilmektedir; dinen yasaklanmış olan konular ele alınıp tekrar hükümdarların anlatımına dönüldükten sonra ikinci bir yaratılış rivayetiyle metin sona ermektedir.
     Yezîdîlik’te ibadetler önemli bir yer tutar. Sabah ve akşam vakitlerinde yerine getirilmesi gereken namaz için sadece eller ve yüz yıkanır. Sabah vakti güneşin doğuşu esnasında güneşe karşı ayakta durulup kollar göğüs üzerinde çapraz olarak bağlanır ve, “Ey şems! Bizi bedbahtlığa ve düşmanlığa karşı koru. Ey rab! Milletine lutufkâr ol, onu müreffeh kıl, neslimizi koru. Şahidimiz Melek Tâvus’un ismidir” şeklindeki dua okunur. Akşam da güneşe karşı durularak aynı dua tekrar edilir. Yezîdîler, aralık ayının ilk pazartesi gününden itibaren güneş bayramında üç gün ve 18 Şubat’taki Hızır-İlyas bayramından önce üç gün olmak üzere yılda iki defa oruç tutarlar. Din adamlarına mahsus olan oruç ise yılda seksen güne ulaşır. Hac için ziyaret edilen mekân, Lâleş vadisinde bir dağın eteğindeki Adî b. Müsâfir’in türbesi olup bu ziyaret her yıl 15-20 Eylül arasında yapılır. Mâzereti bulunmayan Yezîdîler her yıl buraya gitmek zorundadır. Yezîdîler’de din sınıfı dışındaki halka mürid adı verilir. Müridler gelirlerinin % 10’unu şeyhlere, % 5’ini pîrlere, % 2,5’ini de cemaatin fakirlerine zekât olarak vermekle yükümlüdür. Günümüz Yezîdî toplumunda bu nisbetler fazla görüldüğünden sadece doğum, sünnet, evlilik ve ürün kaldırma gibi vesilelerle din adamlarına bir miktar yardımda bulunulur.
     Sünnetsiz bir Yezîdî’nin kestiği kurban helâl kabul edilmez. Sünnet olma, sünnet neticesinde ortaya çıkan kirvelik ve âhiret kardeşliği toplumdaki önemli sosyal kurumlardır. Her Yezîdî’nin bir şeyhi, bir pîri ve bir âhiret kardeşi vardır. Bunlar hazır olmadıkça ölen Yezîdî’nin cenaze namazı kıldırılmaz. Evlenme Yezîdî toplumu içinde gerçekleşir ve her sosyal tabaka ancak kendi arasında evlilik yapabilir. Bayramlardan bir kısmının tarihi bellidir, bir kısmı ise değişik tarihlerde kutlanır. Her yıl aralık ayının ilk günü “ida rosa” (güneş bayramı), bu bayramın bitiminden hemen sonra Sultan Ezi (Yezîd), 18 Şubat’ta “ida Hızır-İlyas” ve nisan ayının ilk çarşamba günü yeni yıl bayramı olan “ida serisale” kutlanır. Üç yıl süreyle nisan ayında, üç yıl yaz başında, üç yıl sonbahar başında ve sonraki üç yılda aralık ayı içinde kutlanan “ida dahiye” (ölüler bayramı), ramazan bayramından bir gün sonra kutlanan “ida ramazan”, müslümanların kurban bayramından iki gün önce kutlanan “ida heciya” (ida kurban), Hz. Îsâ adına kutlanan ve paskalya gününe rastlayan “ida Îsâ” Yezîdîlik’te tarihleri değişen bayramlardır.
     Sosyal tabakalaşma ve dinî teşkilâtlanmanın bulunduğu Yezîdîlik’te Yezîdîler emîrler, şeyhler, pîrler, kavvâller, fakirler ve müridler olmak üzere beş kısma ayrılır. Dinî hiyerarşinin en üst kademesinde Yezîd ve Şeyh Hasan’dan gelen Şeyhân emîri ve ailesi yer alır. Maddî ve mânevî bütün otoriteyi temsil eden emîr kendisine karşı gelen herkesi cemaat dışı bırakabilir. İktidarı yalnız kendi bölgesinde geçmekle birlikte bütün toplumda saygı görür. Şeyh Adî vakıflarından ve Melek Tâvus timsallerinin teşhirinden toplanan gelirlerin büyük miktarı kaydıhayat şartıyla bu görevi yürüten emîre aittir. Şeyhler, insanların uyacağı kanunları tesbit etmek için bedenleşen melekler yahut onların dünyadaki nesilleridir. Sıkıntıya düşen her mürid onlardan yardım diler. Şeyhlerin evleri mâbed gibidir. Ayrıca onlar bayram vakitlerini belirler, ziyaret mahalleri ve makamlarını muhafaza eder. Buna karşılık müridleri kendilerine yılda bir veya iki defa belirli bir vergi ödemek zorundadır. Şeyhlerle birlikte görev yapan pîrler onlarla aynı aileye mensup değildir. Şeyhler Adî’nin soyundan, pîrler ise onun müridlerinin neslindendir. Âyinler esnasında şeyhlere yardımcı olan pîrler gerektiğinde onlara vekâlet eder. Şeyhân bölgesinin bazı köylerinde ikamet eden kavvâller Şeyh Adî şenlikleri sırasında mûsiki icra edip ilâhiler okurlar. Bunların diğer bir görevi de her yılın belirli zamanlarında hacca gidemeyenler için Melek Tâvus timsalini dolaştırıp bunun halk tarafından öpülerek çevresinde tavaf edilmesini sağlamaktır. Başlarına siyah başlık giydikleri için “karabaşlar” diye anılan kavvâller cemaatin âbid ve zâhidleridir. Tıraş olmayan, sakallarını kesmeyen, tütün ve alkol kullanmayan, her türlü refahtan uzak duran bu kimseler yılda doksan iki gün süreyle oruç tutarlar. Bunun yanında Şeyh Adî Türbesi’nin hizmetini yerine getiren köçekler, çavuşlar ve ferrâşlar vardır. Müridler ise Yezîdîler’in halk tabakasıdır.
     Yezîdîlik’te fasulye, marul, bakla, lahana ve balık, geyik, domuz ve horoz eti haramdır. Melek Tâvus’un rengi olan mavi renkli elbise giymek de yasaktır. Bıyık kesmek günahtır. Yılan, akrep, boğa gibi hayvanlar kutsal sayılır. Şeytan, mel‘un, lânet gibi kelimeler Melek Tâvus’u ima ettiği düşüncesiyle telaffuz edilmez. Beyaz, siyah, kırmızı, yeşil ve kahverengi gibi renkler kutsal kabul edildiğinden daha çok bu renklerde elbiseler giyilir. Genellikle köylerde yaşayan, gerekmedikçe şehirlerde yerleşmeyen Yezîdîler günümüzde İran’ın çeşitli yerlerinde, Ermenistan’da Tiflis ve Erivan ile Gürcistan’da Batum’un köylerinde, Irak’ta Sincar dağlarında, Türkiye’de Batman, Nusaybin, Siirt’in Beşiri ve Kurtalan ilçeleriyle Hakkâri’nin dağlık bölgelerinde yaşamaktadır. Son zamanlarda terör yüzünden Güneydoğu Anadolu’dan çok sayıda Yezîdî, Batı ülkelerine iltica etmiştir. Toplam Yezîdî nüfusu 300-400.000 kadar tahmin edilmektedir.
AHMET TAŞĞIN
diyanet işleri logo ile ilgili görsel sonucutdv diyanet vakfı logo ile ilgili görsel sonucu
tdv logo diyanet ansiklopedisi ile ilgili görsel sonucu

12 Mart 2019 Salı

Rüya İle SosyoPsikoloji Köşesi //*\\ KALBE HUZUR YAYILMALI

Rüya İle SosyoPsikoloji Köşesi...


 Bu köşede daha önce yayınlanan sayfalar: 

besmele hareketli resimli ile ilgili görsel sonucu
KALBE HUZUR YAYILMALI
huzur resimleri ile ilgili görsel sonucu
     "Bunlar; iman edenler ve Allah’ı zikrederek gönülleri huzura kavuşanlardır. Bilesiniz ki gönüller ancak Allah’ı anmakla (zikretmekle) huzura kavuşur. ﴾Ra'd-28﴿

     Yukarıdaki Âyet-i Kerime'de doğru yolu arayanların vasıfları bildiriliyor. Âyetin bağlamı dikkate alındığı takdirde Allah’ı zikretmekten, anmaktan, hatırlamaktan, maksadın Kur’an olduğu düşünülebilir. Zira bir önceki âyette inkârcıların kabul etmedikleri şey Kur’an’dı; buna karşılık müminlerin gönüllerini huzura kavuşturan zikir de yine Kur’an’dır. Ayrıca Kur’ân-ı Kerîm’de birçok yerde zikr kelimesi Kur’an’ın adı olarak geçmektedir (meselâ bk. Hicr 15/9; Nahl16/44; Enbiyâ 21/50; Fussılet 41/41 vd.).

     Bununla birlikte zikr masdar olarak “anmak” mânasına gelir; âyette bu mânanın yani dil veya kalp ile Allah’ın anılmasının kastedilmiş olması kuvvetle muhtemeldir.
     Allah’ın hidayete erdirdiği kimseler Allah’a ve Kur’an’a gönülden ve samimi olarak inanan, Kur’ân-ı Kerîm’i okumakla ve Allah’ın adını anmakla kalpleri huzur, ruhları sükûnet bulan kimselerdir.
Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 3 Sayfa:289

     Huzur, saadet, mutluluk hemen herkesin aklından, zihninden, kalbinden, her gün defalarca geçen çok önemli bir konu. Her bir kulağın defalarca duyduğu, günümüz imkanları, şartları vesilesiyle de üzerinde pek çok yerde araştırmalar yapılan, üzerinde yazılan, konuşulan, her ortamda karşımıza çıkan kelimeler...
huzur resimleri ile ilgili görsel sonucu     Hemen herkes huzuru yakalamak için çabalıyor, koşturuyor ama ne kadar kişi mutluluğu yakalayabiliyor ki? Çoğu kişinin bir türlü sahip olamadığı şeydir şu mutluluk. Genellikle de mutluluk bilinmez ama mutsuzluk bilinir. Her şey zıddı ile daha kolay anlaşıldığından da "mutsuz olmamak", mutluluk olarak düşünülür. Maalesef çoğu kişinin şöyle bir yanılgısı var; "mutsuz değilsem mutluyum". Nasıl ki "ısınmayı"; "üşümemek" ile, "aşk, sevgi" yi; "sevmemek, nefret" ile tam olarak anlatamaz, anlayamazsak, mutluluğu da; mutsuz olmak ile anlayamaz, anlatamayız.
     Bir şey temas; onu bulmak, keşfetmek, yakalamak, anlamakla başlar... O yüzden mutluluğu tanımak için de; bulmak, keşfetmek, yakalamak ve anlamak yani hissetmek ve yaşamak gerekir. Kime sorsanız, hayatta ne ararsınız deseniz; mutluluk arıyorum diyecektir. İnsanın önce; "ne aradığını bilmesi" gerekiyor. Hemen herkes, her gün Google'da bir sürü şey arıyor. Çok yoğun bir arayış içinde tüm insanlık. Hatta çoğu kimse her zaman, sürekli bir şeyler aradığının da farkında değil...
     Evet herkes arıyor. Neleri arıyoruz? Bize iyi gelecek şeyleri, muhabbet etmekten zevk alacağımız kişileri, huzur bulacağımız yerleri, yapmaktan keyif alacağımız şeyleri arıyoruz. Peki bulabiliyor muyuz? Tam da burayı okurken soralım kendimize; "bulabiliyor muyuz?" Evet size soruyorum; "huzurlu musunuz, huzur bulabiliyorsunuz mu?"
     İnternette bulabiliyorsunuz mu demiyorum. Hayatınızda, yaşamınızda, gerçek huzuru, mutluluğu bulabiliyorsunuz mu? diyorum. Gerçekten huzurlu, mutlu musunuz?
     Belki de on beş, yirmi sene önce, daha sıradan bir yaşantımız vardı ama daha huzurluyduk. Kısa süreli de olsa, gündelik de olsa, hatta anlık bile olsa mutluluklara ulaşmak çok zor değildi. Şimdi ise mutluluğa değil ulaşmak, mutluluğun ne olduğunu bilen kişi bile bulmakta zorlanıyoruz. Ülkemizde yaklaşık 6 milyon kişinin farklı seviyelerde depresyonda olduğu tahmin ediliyor ve bu hızla da artmaya devam ediyor. MGYK'sında (Mail Grubu Yönetim Kurulu) olduğum Gönül Erleri olarak bu dönem SosyoPsikoloji köşesi yazıları başlattık ve bu köşeye bir hayli yoğun ilgi olduğunu, bu sayfalara ülkemizden ve dünyanın dört bir yanından çok fazla tıklanıp, okunduğunu fark ettik. Neredeyse kime sorsanız çok da mutlu olmadığını, çevresinde de gerçek mutlu kişiler görmediğini, herkesin mutluluğu aradığını duyacaksınız...
huzur ile ilgili görsel sonucu     Bu köşemizde SosyoPsikoloji üzerine çalışma yapmaya başlamak; sadece bize danışanları dinleyip, anlayıp onların sorunlarına çözümler üretmek ya da üretmelerine yardımcı olmak değil, aynı zamanda okuyan herkesin yani toplumun yön-yol bulmasına, huzur bulmasına yardımcı olmayı da beraberinde getiriyor.
     Ne yazık ki çoğu kişi, saniyelik zevklerle uyarılmaya alışmış-alıştırılmış zavallı beyinleri ile; instagram, facebook ve hatta ciddi iş dünyası platformlarından gelen beğenileri mutluluk sanıyor. Hatta bu beğenilerin artması için ciddi iş platformlarında bile içerik değeri olmayan paylaşımlarda bulunuluyor. İnstegramda takipçi sayısını on binlere, yüz binlere çıkartabilmek için kendileri de on binlerce, yüz binlerce kişiyi takip etmeye başlıyorlar. Kendileri de ne kadar takip edildiklerini biliyorlar aslında. Ama öyle görünüyor olmak bile yapay-sahte-geçici bir mutluluk getiriyor onlara. Ne yazık ki; çoğu kişinin beyinleri sanal alem, sosyal medya üzerinden uyarılmaya alıştı ve bu sebeple uzunca süredir gündelik hayattaki yakın-ikili ilişkilerimiz bundan olumsuz yönde etkileniyor.

     Evet; "Kalpler ancak Allah'ı anmakla huzur bulur" diyor, ayet-i kerime.
     Allah Azze ve Celle'nin hoşnut olacağına emin olacağımız şeyler üretmek, yani hayırlı işler yapmak, sadece kendi şahsımıza değil, ailemize, arkadaşlarımıza, sosyal çevremize, tüm dünyaya doğru olduğuna, hayırlı olduğuna emin olacağımız şeyler kazandırmak, öğretmek gerekiyor.
     Doğruları öğrenmek, yaşamak, bu vesile ile mutlu olmak ve çevremize de öğretip, örnek olup başkalarının da mutlu olmasını sağlamak, buna vesile olmak en büyük mutluluklardan birisi. Mutluluk kavramının sağlıklı bir alanı, zemini olmadan ne görürse, ne bulursa onunla mutlu olmaya çalışarak, zemini-temeli olmayan, yalan-sahte mutluluklara ulaşılabilir ama o şekilde uzun süre zihinlerde-gönüllerde huzur, mutluluk yayılmaz.
     Çoğu kişi yapmacık mutlulukları bir araya getirip uzun süre mutlu olacaklarını düşünürler. Oysa ki mutluluk yağan yağmur, yağan kar, akan ırmak gibidir. Nasıl ki kar-yağmur yağdığında, ırmaklardan tarlalara sular aktığında asfaltlar, taşlar değil; toprak ve toprağın üzerindeki tohumlar, bitkiler, çimenler, ağaçlar, o suları kendilerine çekerler ise gerçek mutlulukta böyle bir zemine ihtiyaç duyar. Önce kalplerden olumsuz, zararlı, insanlık ile bağdaşmayan ne varsa çıkartmak, kalpleri arındırmak gerekiyor ki kalplerin huzur bulmasını sağlayacak şeylere yer açılsın.

     Huzurun ve mutluluğun; engellenmemesi, korunması, erimemesi, kaybolmaması, gerekir. Eğer huzurlu değilseniz, uzun süre mutlu olamazsınız, mutluluklarınız da hep geçici olur. Mutlu olmanın olmazsa olmazı "iç huzurdan" başlar. Yani gönül huzuru, gönül rahatlığı. Huzursuzluk yayan sorunları ortadan kaldırmak, onlara karşı çözümler üretmek, kovulacak her ne varsa da def etmek, uzak durmak gerekir. Çözüm bulamayanların da kişisel gelişimlerinde psikolojik destek almaları ve sağlıklı bir sosyal çevre edinmeleri en önemli iki husustur. Edinilecek sosyal çevre; sahteci, yalancı, yapmacık, sorunlu, kanunsuz işler yapan değil; aklı başında, sağlıklı bilgilerle donatılmış, kendi arasında ve çevresi ile sosyal birliktelik kuran, iletişim ve anlama sorunu olmayan, ilkeli, kurallı yani insanca yardımlaşma-dayanışma içinde olmalı.
İlgili resim
     Kendileri mutlu olmadan hiç kimse başkalarına mutluluğu anlatamaz ve yayamaz. Çevremizde göreceğimiz ve gerçekten huzurlu, mutlu olduklarına kanaat getireceğimiz kişilerle irtibatlarımızı daha da güçlendirmeli, onları örnek almalıyız. Kendimizi tarafsızca, aklı selim ile gözden geçirelim ve huzuru sağlayacak bir inanç ve yaşantı haritası çizelim. Kendimize uygun somut uğraşlar bulalım. Uğraşlarımız da Rabbimizin razı olacağı eksende olsun. Mutluluğu; okul, meslek, sağlık, spor, iş platformlarında (oralar mutlu olmak için değil, bir şeyler öğrenmek, icra etmek için varlar), sahte gülücüklerin yayıldığı ortamlarda değil, Rabbimizin razı olacağına kesin emin olacağımız alanlarda aramalıyız... Yoksa gittikçe silikonlaşan beyinlerimiz, kalplerimiz huzur ve mutluluğu tadamayacağı gibi tanıyamayacaktır bile...

    Kalbi huzur bulmuş, gönülleri mutlu insanlardan olmanız dileği ile hoşcakalın...

SosyoPsikolog
Gönül Erleri MGYK Üyesi
Rüya Şahinoğlu

Rüya İle SosyoPsikoloji Köşesi //*\\ DOSTLUK ve DÜŞMANLIK

Rüya İle SosyoPsikoloji Köşesi...

 Bu köşede daha önce yayınlanan sayfalar: 
besmele hareketli resimli ile ilgili görsel sonucu
DOSTLUK DÜŞMANLIK ile ilgili görsel sonucu     Rahmet ve Rahmanıyetiyle cümle mahlukatına şefkat ve muhabbetle muamele eden Cenab-ı zül Celal ve  hazretlerine hamd ederim.
     Nebiyullah, şifayullah, Rasulallah Efendimiz Hazretlerine salat ve selam ederim... 
     Bütün Alinin, ashabının ve evladının bu selamdan haberdar olmasını niyaz ederim.
     Esselamualeykum Gönul Erleri Mail Gurubumuzun üyeleri, değerli kardeşlerim... 
     Bugün "insanlar birbirlerine neden dostluk ve düşmanlık besler?" konusunda konuşalım , düşünelim istedim, ne dersiniz?
     Hayatımızda en az bir kez hepimizin başına gelmiştir. "Daha farklı biri olduğunu düşünüyordum’’ dediğimiz insanlar çıkmıştır karşımıza..Ya ilk görüşte bu iyi birine benzemiyor demişizdir. Sonra tam tersi durumla karşılaşmışızdır. Ya da ilk görüşte çok sevip, güvenip, sonradan bize uygun bir insan olmadığını anlamışızdır. Bu durumdan kurtulmanın en kestirme yolu bütün insanlara eşit mesafede yaklaşmak ve ön yargılı olmamaktan geçmektedir. Arkadaşlığın veya dostluğun sosyopsikolojik boyutlarına girdiğimizde bireyden topluma sevgi, saygı ve hoşgörü ortamının sağlanması için nasıl bir tavır almalıyız? İnsanlarla nasıl iyi geçinebilirsiniz. İnsanlara nasıl güvenebiliriz? Bütün bu soruların cevaplarını hem iki cihan güneşimiz olan peygamber efendimizden, hem de yüce dinimizinin insan ilişkilerinde bizlere tavsiyelerinden yola çıkarak bulabiliriz. 
DOSTLUK DÜŞMANLIK ile ilgili görsel sonucu     Hepimizin bildiği  ’mümin müminin  aynasıdır’ hadisi şerifi bunun en basit örneğidir. Bu hadisle Efendimiz bize ne buyurmuş? Biraz üstünde düşünelim.
     Manada; Bir müminin kalbi size ayna vazifesi yapar ve size kendinizi gösterir. Ona baktığında ne görüyorsan sen o sundur. İşte bunu idrak ettiğimiz noktada karşıdaki kişide gördüğümüz noksan ve zaafiyetleri kendimizden bilmeli ve kendimizi düzeltmeliyiz. 
     Manada; Siz karşınızdaki kişiye ayna olun! Kusurlarını başkaları fark etmeden görün ve kardeşinizi uyarın…
     Bir mümin kardeşiniz size kusurlarınızdan haber veriyorsa ona kızmayın, hatta ona teşekkür edin. Çünkü o size bir nevi ayna olmuştur.
     İmam Gazali’ye göre, terbiye almak, güzel ahlak sahibi olmak için birkaç yol vardır. Bunlardan biri de, senin kusurlarını, noksanlıklarını sana bildirecek, her zaman seni kontrol ve teftiş edecek olgun bir  insanın / bir müminin arkanda yer almasıdır. Ayrıca insanın, söz veya davranış diliyle kendisine kusurlarını gösterecek, iman, amel ve ahlâk yönünden kendisinden daha olgun, üstün ve dürüstçe öğüt veren bir zata ihtiyacı vardır.
     Yine insanın, içinde bulunduğu durumun güzel olduğuna kanaat edip onda sebat emesi için de bir aynaya ihtiyacı vardır. “Şu ahlakın güzel, şu tavrın mükemmel!” deyip kendisini aynı halde devam etmeye teşvik eden ve bu yönüyle de ayna görevini yapan bir mümin kardeşine ihtiyacı vardır... 
     Çok sevdiğim birkaç  atasözü;
    * İyilerle dost ol, kötülerden emin olursun. (İyilerle birlikte olursan kötülerden uzaklaşmış olursun). 
    * Dost, acı söyler fakat doğru söyler. (Başkaları doğruyu saklar senden fakat dost öyle değildir. Çünkü o senin derdinle dertlenir. Onun için seni asla kandırmaz, üzüleceğini bilse bile sana doğruları söyler. )
    * Dost dediğinin gölgesinde suç işlenir. (Ağzı sıkıdır, seni ele vermez. )
    * Dost sanma şanlı vaktinde dost olanı, dost bil gamlı vaktinde elinden tutanı. (İyi gününde herkes yanında olur gerçek dostlar kötü gününde de yanında olanlardır.
    * Dost dostun ayıbını yüzüne söyler. (Gerçek dostlar birbirinin arkasından konuşmaz, sorunları yüzlerine söylerler.)
    * Ararsan dost ara, düşman ayağının dibindedir. (Dost bulmak zordur.)

     Maslow Teorisi:
DOSTLUK DÜŞMANLIK ile ilgili görsel sonucu     Toplumda sevgi, saygı, mutluluk ve tam hoşgörü ortamının ihtiyaçlar hiyararşisi piramidinde en son nokta olan kendini gerçekleştirmeyle sağlanabileceğini savunur. Maslow her insanın aşamalı bır şekilde ihtiyaçlarını doyurduklarını belirtir. Birey, bir kategorideki ihtiyaçları tam olarak gideremeden bir üst düzeydeki ihtiyaç kategorisine, dolayısıyla kişilik gelişme düzeyine geçemez.
     Piramitin altında yer alan ilk ihtiyaç turu, fizyolojik ihtiyaçlardır. Bu ihtiyaçlara nefes alma, yemek, su, uyku gibi örnekler verebiliriz. İkinci basamakda güvenlik ihtiyacı yer alır ki bedenin güvenliği, iş güvenliği, ahlaki güvenirlik, sağlık ve malın güvence altında olması bu ihtiyaç gurubu için önemli örneklerdir. Ait olma ve sevgi ihtiyacı içerisinde ise arkadaşlık, aile ve mahremiyet gibi faktörler yer alır.
     Dördüncü olarak kendine saygı ihtiyacının içeriğini, güven, başarı, başkalarına saygı duyma, başkalarından saygı görme gibi faktorler oluşturmaktadır.
     Son ihtiyaç ise kendini gerçekleştirme ihtiyacıdır.  Bireyler alt düzey ihtiyaçlarını doyurarak kendini gerçekleştirmeye çalışırlar. Bu noktada bireylerin ahlaki bir inanç sistemlerinin olması, problem çözme becerilerinin olması, içinde bulundukları anı yaşamaları, ön yargılardan arınma ve gerçekleri kabul etme gibi özellikler sergilemeleri onların kendilerini  gerçekleştirdiklerinin önemli göstergeleridir. 
     Kendini gerçekleştiren insan artık karşısındakini olduğu gibi kabul edecek ve kendini de sevecektir. Böyle bir kişilik başkalarıyla gerek dostluk gerek arkadaşlık kurmada hiç bir sorun yaşamayacaktır.
Psikolojik yönden insan ihtiyaçlarını ele aldığımızda ise üç temel psikolojik ihtiyaç ortaya çıkar. Bu ihtiyaçların ilki; yetkinlik ihtıyacıdır. Yani bireyin özgür iradesiyle seçimlerde bulunması.
     Ait olma ihtiyacı; bireyin başka bireylerle bağlantılı olmalarını... 
     Özerklik ihtiyacı ise bireylerin kendilerini yeterli hissetmelerini belirtir. Yapılan araştırmalar bu ihtiyaçların doyurulması, bireylerin kişilik gelişiminin tamamlamasını ve  kendini mutlu  hissetmesini  sağladığını göstermektedir. Mutlu insanlar  başkalarını da mutlu ederler. 
     Bugünkü yazımı Mevlana ‘nın  biricik oğlu Sultan Veled’e etmiş olduğu bugünde tazeliğini muhafaza etmekte olan öğütlerınden bır tanesiyle bitirmek istiyorum...
     Mevlana oğluna der ki;
     ‘’Bahattin! Eğer daima cennette olmak istersen, herkesle dost ol, kimsenin kinini yüreğinde tutma!
Fazla bir şey isteme ve hiç kimseden de fazla olma!
     Merhem ve mum gibi ol, iğne gibi olma,
Eğer hiç kimseden sana fenalık gelmesini istemezsen..... 
DOSTLUK DÜŞMANLIK ile ilgili görsel sonucu    Fena söyleyici... 
    Fena öğretici..... 
    Fena düşünceli olma!
    Çünkü bir adamı dostlukla anarsan, daima sevinç içinde olursun. İşte o sevinç Cennetin ta kendisidir..... 
     Eger bır kimseyi düşmanlıkla anarsan, daima üzüntü içinde olursun. İşte bu gam da Cehennemin ta kendisidir... 
     Dostlarını andığın vakit içinin bahçesi çiçekle, gül ve fesleğenlerle dolar.
     Düşmanlarını andığın vakit, için dikenlerle ve yılanlarla dolar, canın sıkılır, içine pejmurdelik gelir.
Bütün peygamberler ve veliler, böyle yaptılar, içlerindeki karakteri dışa vurdular. Halk onların bu güzel huyuna mağlup olup tutuldu, hepsi gönül hoşluğu ile onların müridi ve ümmeti oldular.’’
İnsan ilişkilerınde nasıl davranmamız gerektiğinin en güzel ayetleri ise Hucurat suresindedir. Ben birkaç ayeti burada yazmak istiyorum. Size tavsıyem en kısa zamanda Hucurat süresini okuyup evlatlarımıza okuyup, okutup, idrak ettirmenizdir..
     6. Ayet: Ey iman edenler, eğer bir fasık, size bir haber getirirse, onu 'etraflıca araştırın'. Yoksa cehalet sonucu, bir kavme kötülükte bulunursunuz da, sonra işlediklerinize pişman olursunuz.
     12. ayet: Ey iman edenler, zandan çok kaçının; çünkü zannın bir kısmı günahtır. Tecessüs etmeyin (birbirinizin gizli yönlerini araştırmayın). Kiminiz kiminizin gıybetini yapmasın (arkasından çekiştirmesin.) Sizden biriniz, ölü kardeşinin etini yemeyi sever mi? İşte, bundan tiksindiniz. Allah'tan korkup-sakının. Şüphesiz Allah, tevbeleri kabul edendir, çok esirgeyendir.
     10. ayet: Mü'minler ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin arasını bulup-düzeltin ve Allah'tan korkup-sakının; umulur ki esirgenirsiniz.

     Sizi ve sevdiklerinizi Allah Tealaya emanet ederim.
     Selametle... Saadetle…
     Rüya Şahinoğlu

9 Şubat 2019 Cumartesi

RİYÂZÜ'S SÂLİHÎN'DEN HADİS-İ ŞERİFLER * 29 ♥ ✿ܓ ♥ MÜSLÜMANLARIN İHTİYAÇLARINI KARŞILAMAK

RİYÂZÜ'S SÂLİHÎN
29
MÜSLÜMANLARIN
İHTİYAÇLARINI KARŞILAMAK

  • Hadis-i Şerifler:
246) Abdullah İbni Ömer (Allah Onlardan razı olsun)’dan aktarıldığına göre Rasulullah (sallallahu aleyhi vesellem) şöyle buyurdu:
     “Müslüman müslümanın kardeşidir, ona zulmetmez, müslüman, müslümanın
başına gelen musîbette terk etmez de. Müslüman kardeşinin ihtiyacını gideren kimsenin Allah’ta ihtiyacını giderir. Kim bir müslümandan bir sıkıntıyı giderirse Allah’ta onun kıyamet günündeki sıkıntılarından birini giderir. Kim de bir müslümanın ayıp ve kusurunu örterse Allah’ta kıyamet günü o kimsenin ayıp ve kusurunu örter.”
Buhari Mezalim


247) Ebu Hüreyre (Allah Ondan razı olsun)’den rivayet edildiğine göre Rasulullah (sallallahu aleyhi vesellem) şöyle buyurdu:
     “Kim bir mü’minin dünyadaki sıkıntılarından bir sıkıntıyı gidererek ona nefes aldırırsa, Allah’ta onun kıyamet günündeki sıkıntılarından birini giderir. Kim de zor ve dar durumda olan birine kolaylık gösterirse Allah’ta ona dünya ve ahirette kolaylık gösterir, bir kimse bir müslümanın ayıbını örterse Allah’ta onun dünya ve ahiretteki ayıplarını örter. Mü’min kul din kardeşinin yardımında olduğu sürece Allah da o kulun yardımındadır. Bir kimse ilim elde etmek için bir yola girerse Allah da ona cennetin yolunu kolaylaştırır. Bir grup Allah’ın evlerinden bir evde toplanıp Allah’ın kitabını okur ve aralarında müzakere eder anlayıp kavramaya çalışırlarsa üzerlerine bir güven indirir (kalp rahatlığı olur), onları rahmet kaplar. Melekler onları çepeçevre kuşatırlar. Allah da onları kendi yanında bulunanlar (melekler, peygamberler...) arasında anar. Kimin ameli kendisini geri bırakırsa nesebi, soyu, sopu onu ileriye götüremez.”
(Müslim, zikir 38)
İlgili resim
harika ayıraç ile ilgili görsel sonucu

29 Ocak 2019 Salı

Bakara Sûresi 256 ve 257. Ayet'i Kerimelerinin Meal ve Tefsirleri

Bakara Sûresi 256 ve257. Ayet-i Kerimelerin
Meal ve Tefsirleri
  • Bakara Suresi 256. Ayet-i Kerimenin Meali
     "Dinde zorlama yoktur. Doğru eğriden açıkça ayrılmıştır. Artık kim sahte tanrıları reddeder de Allah’a inanırsa kopmayan sağlam bir kulpa yapışmıştır. Allah her şeyi işitir ve bilir."
  • Yukarıdaki Ayet-i Kerimenin Tefsiri
     Din; bilgi, inanç ve amelden oluşan bir bütündür. Bir insana zorla bilgi verilebilir, fakat zorla inanması sağlanamaz. Çünkü iman kalbin tasdikidir, bildirilenin doğru olduğuna insanın içten kanaat getirmesi ve inanmasıdır. Bu inanma ancak serbest irade ile karar vermeye ve tercih etmeye dayanır. Ayrıca kalbin ve zihnin içinde olup bitenleri başkasının bilmesi mümkün olmadığından, zora mâruz kalan kimsenin “İnandım” demesi halinde bunun içteki duruma uygun olup olmadığı kontrol edilemez. Sonuç olarak bir kimse ne zorla inandırılabilir ne de zor altında inandığını söyleyenin içtenliğine güvenilebilir. Dinî amelin özü ihlâstır. İhlâs yapılanların Allah rızâsı için gerçekleştirilmesidir. Zorla bir davranışta bulunan insanın dinî amelinden söz edilemez. Dinin en önemli iki unsuru olan “iman ve amel” zorlamayla olmayacağına göre “Dinde zorlama yoktur, insan zorla mümin ve dindar olamaz” cümlesi, tabiatta câri ilâhî kanunlar gibi kevnî bir gerçeği ifade etmektedir. Arkadan gelen ve bu cümlenin gerekçesi mahiyetinde olan “Çünkü doğru eğriden apaçık ayrılmıştır” ifadesi, bu kaidenin aynı zamanda bir dinî kural ve hüküm olduğunun karînesini teşkil etmektedir. Bu iki mânayı birleştirerek âyeti şöyle açıklamak mümkündür: Zorla imanın ve dindarlığın olmayacağı ilâhî bir kanundur. Şu halde siz de insanları belli bir dine inansınlar diye zorlamayınız. Allah Teâlâ’nın insanlara verdiği akıl, hem kendine hem de onu taşıyan vücuda ve yakından uzağa çevresine bakarak, peygamberlerin gösterdikleri mûcizeler ve getirip tebliğ ettikleri vahiy üzerinde düşünerek hak dini, doğru yolu bâtıl dinden ve eğri yoldan ayırabilir; yani âyetler ve açıklamalar sayesinde hakkı bâtıldan ayırmak kolay hale gelmiş olur. Ortada karışık veya zorlama ile giderilecek bir durum yoktur. Doğru yolu bulan, hak dine inanan, “nefis, şeytan, şehvet, hırs ve sahte tanrılar” gibi eğri yolun, sapkınlık ve şaşkınlığın rehberlerini reddeden müminler, sarsılarak ilerleyen arabaya veya dalgalar üzerinde ine çıka ilerleyen bir gemiye benzeyen bu hayatta, kopması mümkün olmayan sapasağlam bir kulpa sarılmışlardır. Düşmezler, sağa sola savrulmazlar; bu kulp sayesinde yerlerini, istikrarlarını, sağlıklarını korurlar ve vazifelerini yerine getirerek yollarına (imtihan ve tekâmül yolculuğuna) devam ederler.
     Bugün çağdaşlığın ve medeniyetin en önemli simgesi olarak görülen insan hakları içinde din ve vicdan hürriyeti ön sıralarda yerini almış bulunmaktadır. Bu hürriyet, insanların inanmak veya inanmamakta hür olmalarını, kimseye inanç konusunda zorlama yapılmamasını, iman ehlinin de inancını serbestçe yaşamasını ifade etmektedir. Açıklamakta olduğumuz âyet, İslâm’ı din olarak benimsemeyen, İslâmî ifadeye göre küfrü (inkâr, kâfirlik) seçen bir kimseye zorlama yapılmayacağını, kendisine kâfir olarak yaşama hakkı verileceğini açıkça söylemektedir. Ancak diğer âyetler, hadisler ve uygulamalar göz önüne alındığında karşımıza iki önemli soru çıkmaktadır: a) Müslüman olmayanlara, İslâm’a girme konusunda baskı yapılmaması hükmü genel midir, bütün kâfir çeşitlerini içine almakta mıdır ve âyetin hükmü yürürlükte midir (mensuh değil midir)? b) Din kavramı ameli de içine aldığına göre müslümanları belli bir amele (farzları yerine getirmeye ve haramlardan uzak kalmaya) zorlamak da yasak mıdır? Âyetten bu hükmü de çıkarmak mümkün müdür?
     Eski müfessirler birinci soru üzerinde etraflı biçimde durmuşlar ve sonuçta ortaya şu yorumlar çıkmıştır: 1. Hz. Peygamber Araplar’dan cizye kabul etmemiş, onları ya müslüman olma ya da savaşı ve ölümü göze alma seçenekleriyle karşı karşıya bırakmıştır. Şu halde “Dinde zorlama yoktur” âyetinin hükmü kaldırılmıştır. Hükmü kaldıran ise başka âyetlerde (meselâ bk. Tevbe 9/73, 123; Tahrîm 66/9; Fetih 48/16) “müslüman oluncaya kadar kâfirlerle savaşılmasını” emreden Allah’tır. Tefsircilerin birçoğu bu anlayışı benimsemişlerdir. 2. Âyetin hükmü kaldırılmış değildir, ancak dinde zorlama bulunmadığı hükmü, bütün inkârcılar hakkında değil, yalnızca kitap ehli olanlar hakkındadır. Onlar cizye vermeyi kabul ettikleri takdirde Ehl-i kitap olarak yaşayabilirler. Şa‘bî, Katâde, Dahhâk gibi eski müfessirler âyeti böyle yorumlamışlardır. Yürürlükten kaldırmanın (nesih) bulunmadığı hususunda bu âlimlerle birleşen Ebû Bekir İbnü’l-Arabî’ye göre zorlama hak olan ve bâtıl (haksız) olan diye ikiye ayrılır. Âyet bâtıl olan zorlamayı yasaklamaktadır. Hak olan, ilâhî hükümlere (bu mânada hukuka) uygun bulunan zorlama ise meşrûdur ve kâfirler bunun için öldürülmektedirler. Genel hükümden müstesna olanlar kendilerinden cizye kabul edilen kâfirlerdir. Hangilerinden cizye kabulü câiz görülüyorsa onlar istisna çerçevesi içine alınmışlardır (Ahkâmü’l-Kur’ân, I, 232). 3. Âyet mensuh değildir, ancak ensarla (sonradan müslüman olan Medineliler) ilgili bir meseleden dolayı gelmiştir, o konuyu çözmüştür ve o hadiseyle sınırlıdır. İslâm’dan önce ensar kadınlarından birinin çocuğu yaşamazsa bir adakta bulunur, “Şu çocuğum yaşarsa onu yahudi yapacağım” derdi. Bu uygulama sonunda Medine’de oturan yahudi boyları içinde birçok yahudileşmiş ensar çocuğu oldu. Yahudi Nadîroğulları’nın, hiyanetleri sebebiyle Medine’den çıkarılmasına karar verilince artık İslâm’a girmiş bulunan ensar aileleri “Biz çocuklarımızı yahudileştirirken o dinin bizimkinden daha üstün olduğu inancında idik. Şimdi ise hak din İslâm geldi, çocuklarımızı onlardan alıp zorla müslümanlaştıralım” dediler. Zorlamayı yasaklayan âyet gelince Resûlullah yahudileşmiş ensar çocuklarına seçim hakkı verdi, Yahudilik’te kalmak isteyenleri İslâm’a girmeye zorlamadı. 4. Bu âyet savaş esirleriyle ilgilidir. Ehl-i kitap olan esirler din değiştirmeye zorlanamaz. 5. Âyetin anlatmak istediği şudur: Kimseyi müslüman olsun diye zorlamayınız; çünkü İslâm’ın gerçekliği apaçık ortadadır, zorlamaya ihtiyacı yoktur. Allah kime hidayet nasip ettiyse müslüman olur. Gönül gözü körleşen, aklını hevâsına tâbi kılan kimseleri ise zorla İslâm’a sokmanın bir faydası yoktur. İbn Kesîr âyeti böyle yorumlamıştır (I, 459). 6. Zemahşerî’nin anlayışına göre (I, 155) burada anlatılan “İmanla ilgili ilâhî kanundur, kuraldır”; yani Allah kulunu iradeden yoksun kılarak iman konusunda onu zorlama altında bırakmamış, aksine inanıp inanmamayı onun serbest irade ve seçimine bağlamıştır.
     Şevkânî bu yorumları naklettikten sonra konuyu şöyle bağlamaktadır: Âyet, çözmek üzere geldiği mesele bakımından mensuh değildir, meseleyi çözüme bağlamıştır. Bu çözüm aynı zamanda “Ehl-i kitap olanlar cizye ödemeyi kabul ederlerse din değiştirmeye zorlanamazlar” hükmüne de dayanak teşkil etmektedir. Geriye harp ehli (İslâm’a karşı savaş açan) kâfirler kalır. Âyeti lafzına (kelime ve cümle yapısına) göre anlarsak harp ehli kâfirleri de içine aldığını söylememiz gerekir. Ancak diğer birçok âyet, hadis ve uygulama harp ehlini istisna etmiştir. Onlar cizye yerine savaşı tercih ettiklerinden önlerinde iki seçenek vardır: Ya müslüman olmak ya da savaş (I, 302-303).
     İbn Âşûr kendinden önceki tefsircilerin bu konudaki yorumlarını aktardıktan sonra konuya farklı bir açıklama getirmiştir. Ona göre bu âyetin ilk yıllarda gelmiş olması ihtimali yoktur. Cizye kabulü söz konusu olmaksızın savaş emri getiren âyetler ve bu mânada olmak üzere “Lâ ilâhe illallah deyinceye kadar insanlarla savaşma emrini aldım...” (Buhârî, “Îmân”, 17; Müslim, “Îmân”, 32) diyen hadisler bu âyetten önce idi. O zaman Arabistan’da şirk hâkim bulunuyordu. Araplar dedeleri İbrâhim’in tevhid dininden sapmışlardı. Allah Teâlâ bu bölgenin şirkten, Kâbe’nin de putlardan temizlenmesini, diğer kavimler ve topluluklar için örnek bir tevhid ümmeti ve merkezinin oluşmasını istiyordu ve bunun gereğini emretti. Arap yarımadası şirkten temizlenip İslâm yerleşince artık evrensel düzenin gerçekleşmesi lâzımdı. Evrensel düzen “bütün halkı müslüman olan bir dünya değil, hakların ve hürriyetlerin bekçiliğini müslümanların yaptığı bir dünya” idi. Bunun için de diğer din ve vatan sahiplerinin yalnızca müslümanların hâkimiyetini kabul etmeleri yeterli idi. İşte bu âyet o düzeni getirdi. Dine zorlama savaşı bitti (bunu ifade eden âyetler ve hadisler neshedildi), hakka ve hukuka baş eğdirme savaşı başladı (III, 26-28).
     Bizim de anlayışımız bu son yoruma uygun düşmektedir. Dinde zorlamanın yasaklanması “hakkın bâtıldan açıkça ayrılması” gerçeğine bağlanmıştır. Bu gerçek değişemeyeceğine, Kur’an ortada bulundukça yeniden hak ile bâtıl birbirine karışır hale gelemeyeceğine göre buna dayalı bulunan hükmün değişmesi de (neshi) söz konusu olamaz. Resûlullah Ehl-i kitap olmayan kâfirlerden de cizye almıştır. Kâfirler barış isterlerse bunun kabul edilmesi emrolunmuştur (Enfâl 8/61). Kâfirlerle savaş emri “fitnenin ortadan kalkması ve dinin Allah için olması” (Enfâl 8/39) gerekçelerine bağlanmıştır. Fitne zulümdür, düzensizliktir, anarşidir. “Dinin Allah için olması”, bütün insanların İslâm’a girmeleri şeklinde anlaşılamaz; çünkü en azından Ehl-i kitabın cizye vererek de olsa gayri müslim olarak yaşamalarına izin verildiğinde ittifak vardır. Bütün bu naslar, gerçekler ve uygulamalar bir araya getirildiğinde ortaya çıkacak sonuç ve nihaî hüküm şu olmaktadır: İnsanların zorla din değiştirmeleri hem imkânsız hem de hükümsüzdür, bu sebeple de yasaklanmıştır. Savaş insanları zorla İslâm’a sokmak için değil, din yüzünden baskının ortadan kalkması, din ve vicdan hürriyetinin hayata geçirilmesi, güçlü olanların hukuku çiğnemelerinin engellenmesi içindir. Müslüman olmayanlar bu hak, hukuk ve hürriyet düzenine uydukları müddetçe kendi inançlarında kalma ve onu yaşama hakkına sahiptirler.
     İkinci mesele müslümanların, dinin gereklerini yerine getirme konusunda zorlanıp zorlanamayacakları ve âyetin bunu da içine alıp almadığı konusu idi. Müslüman iken sonradan İslâm’dan çıkan kişinin (mürted) öldürülmesiyle ilgili hüküm ilk bakışta “dinde zorlama yasağının müslümanları içine almadığı” zannını verirse de öncelikle böyle bir hükmün Kur’an’da bulunmadığını kaydetmek gerekir. Yukarıda 217. âyetin tefsiri sırasında açıklandığı üzere, konuya ilişkin hadislerin ve fıkhî görüşlerin gerekçeleri dikkate alındığında bu hükmün müslümanın “dinini değiştirmesi” sebebine değil “sosyal düzeni bozma, İslâm’a ve müslümanlara karşı savaşma” gibi sebeplere bağlı olduğu anlaşılmaktadır.
     Çiğnenen yasakların (haramlar) bir kısmı için öngörülen cezaî yaptırımlar da kişinin dinî hayatına müdahale yani kişi ile Allah arasına girme anlamında olmayıp sosyal düzenin korunmasına yöneliktir.
     Karşılığında bir ceza öngörülmeyen haramların çiğnenmesi ve farzların ihmaline gelince bu alanda müslümanların “emir bi’l-ma‘rûf ve nehiy ani’l-münker” denilen “sosyal ahlâk ve düzenin korunması” görevleri devreye girmektedir. Bütün müslümanlar bilgi ve ilgilerine göre bu göreve katılırlar. Ancak bu görevin de öğüt, telkin, ikili ilişkileri ayarlama çareleri genel olmakla beraber müeyyide uygulama görevi genel değildir, devletin veya halkın görev verdiği kurum ve şahıslara aittir. Burada da yaptırım uygulanarak yapılan zorlama, müslümanların ceza tehdidi altında dinlerini yaşamalarını sağlamaya yönelik olamaz. Çünkü böyle yaşanan din din değildir; ibadet ibadet değildir. Zorlamanın gerekçesi İslâm’ın hâkimiyet sembollerinin (şeâir), genel ahlâk ve düzenin korunmasından ibarettir.
  • Bakara Suresi 257. Ayet-i Kerimenin Meali
     "Allah iman edenlerin velîsidir; onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır. İnkâr edenlerin velileri ise sahte tanrılardır; onları aydınlıktan çıkarıp karanlıklara sokarlar. İşte bunlar ateşliklerdir, bunlar orada devamlı kalıcıdırlar."
  • Yukarıdaki Ayet-i Kerimenin Tefsiri
     Kendi akıl ve iradelerini düzgün kullanarak sahte tanrılar yerine Allah’a imanı tercih edenler O’nun mânevî yakınları (evliya) olurlar. Velâyet iki yoldan oluşur: Akrabalık ve iman. Baba, dede, amca... çocuğun, torunun, yeğenin velisi olduğu gibi mümin kadınlar ve erkekler de birbirlerinin velileridir (Tevbe 9/71). Veli, velâyeti altındaki insanı korur, menfaatini gözetir, yardımcısı olur, tarafını tutar, sahiplenir ve gerektiğinde temsil eder. Bu âyette Allah, imana bağlı velâyet çerçevesine kendisini de dahil etmektedir. Bu müminler için büyük bir şeref, güven kaynağı ve heyecan vesilesidir. Velisi Allah olan bir müminin elbette yolu aydınlık olur, yüce velisi onu karanlıklardan çıkarır, nura ve aydınlığa kavuşturur; kalbi huzurlu ve nurlu, zihni berrak, aklı karışıklıktan uzak olur, yani mümin için tabii hal budur. Bu normal durumu bozan ârızaların giderilmesi için de başta “zikir” olmak üzere (Ra‘d 13/28) çeşitli ibadetler vardır. Sahte tanrıları veli edinenlerin durumu ise müminlerinkinin aksinedir: Nur yerine zulmet, aydınlık yerine karanlık, huzur yerine huzursuzluk, akıl karışıklığı, sapıklık ve anarşi.

Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 1 Sayfa: 402-407

[​IMG]
    Kur'an-ı Kerim - Diyanet İşleri Başkanlığı
    kuran yolu tefsiri ile ilgili görsel sonucu

    Sağlıklı Beslenmek / VİTAMİNLERİN ÖNEMİ!

    Neden Yaşlanırız?      Doğal yaşlanma sürecinde cildimizin esnek yapısı git gide azalmaktadır. Esnekliğin azalması cildimizin genç görünümün...