11 Ocak 2021 Pazartesi

TEFSİR DERSLERİ ✿ܓ✿ ♥ܓ✿ Âl-i İmrân Suresi 42. ve 48. Ayet-i Kerimeler Arasının Meal ve Tefsiri

Âl-i İmrân Suresi
42. ve 48. Ayet-i Kerimeler Arasının
Meal ve Tefsiri


  • Âl-i İmrân Suresi 42. Ayet-i Kerimesinin Meali
     "Melekler şöyle demişti: "Ey Meryem! Allah seni seçti, seni tertemiz kıldı ve seni alemlerdeki kadınlara üstün eyledi."

  • Âl-i İmrân Suresi 42. Ayet-i Kerimesinin Tefsiri
     33. âyette peygamberler hakkında kullanılmış olan “süzüp çıkarma, seçkin kılma” anlamına gelen “ıstafâ” fiilinin burada Hz. Meryem hakkında kullanılmış olmasından, onun özel ve önemli bir görev için seçildiği ve bu sebeple ilâhî lutuflara mazhar kılındığı anlaşılmaktadır.
     İlâhî hikmet gereği dinlerin gelişim süreci Hz. Muhammed’in peygamberliği ve Kur’an-ı Kerîm’in tebliği ile tamamlanmış olacaktır (bk. Mâide 5/3).
     Bu son mesajın bildiriminden önce insanlığın geçirdiği aşamalar içinde Hz. Meryem’e yüklenen misyonun bir benzerinin bulunmadığı dikkate alınınca bu âyette Hz. Meryem’in özelliklerine yapılan vurgular daha iyi kavranabilmektedir. İnsanlığın bir erkekle bir kadından yaratıldığını, insanların keyfî seçimlerinin değer ölçüsü olamayacağını ve insanı değerli kılan yegâne ölçütün Allah’a kulluk iradesi ve onun buyruklarına teslimiyet olduğunu bildirerek insanın insan önünde eşit sayılmasına çağrıda bulunacak olan Kur’an-ı Kerîm’in (bk. Hucurât 49/13) bu çağrısına hazırlık için, erkek ve kadın cinsi arasında, toplumda kökleşmiş hale gelse de haklı gerekçelere dayanmayan ayırımcılığın yanlışlığına dikkat çekmek üzere çok güçlü bir vurguya ihtiyaç vardı. İşte bu âyette, Hz. Meryem’e verilen görevle, iki cins arasında yaratılış özelliklerinden kaynaklanmayıp ancak güçlünün zayıfı sömürmesi şeklinde izah edilebilecek olan derin ayırıma ve bunu besleyen telakkilere esaslı bir darbe indirilmiş oluyordu. Çünkü bir kadın ilâhî iradenin bir tecellisi olarak, bir erkekten gebe kalmaksızın bir erkek çocuk dünyaya getirecek ve bu erkek de yeni bir dinin tebliği ile görevlendirilecekti. İşte Hz. Muhammed’in geleceğini bildirmekle de vazifelendirilecek olan bu peygamber (Hz. Îsâ), insanlığın –sadece sömürünün bir parçası olarak zâhiren değer verdiği durumlar haricinde– kadını dışlayan tavır ve uygulamalarına karşı ona “iâde-i i‘tibar”ını sağlayacak İslâm mesajının da müjdecisi olacaktı (bu konuya farklı bakış getiren bir yorum için bk. Emin Işık, “Niçin Hz. Meryem?”, Uluslararası Hz. Mevlânâ Vakfı Bülteni, İstanbul, Aralık 1996, sayı 2, s. 48-49).
     Âyet-i kerîmede geçen birinci “ıstafâ” fiili, Meryem’in –alışılmışın dışında– mâbed hizmetine kabul edilmesi, rızkının ilâhî lutufla özel bir yoldan kendine ulaştırılması, kendisini tamamen Allah’a ibadete veren bir kul kılınması ve meleklerle konuşma mertebesiyle onurlandırılması gibi anlamlarla açıklanmaktadır. Hz. Meryem’in başka kadınlara üstün kılındığını özellikle belirten ikinci ıstafâ fiili için de şu açıklamalar yapılmaktadır: Babasız olarak Hz. Îsâ’yı dünyaya getirmiş olması, çocuğunun doğar doğmaz konuşup çevreden gelen ithamları bertaraf eden açıklamalar yapması, kendisinin ve oğlunun bütün idrak sahiplerinin ders alacağı bir delil, bir mûcize kılınması. “Seni tertemiz kıldı” cümlesi değişik şekillerde (farklı yaratılış özelliklerine sahip kılındığı vb.) yorumlanmışsa da, hâkim görüş bu ifadenin amacının onun kötülüklerden arındırıldığını ve özellikle yahudilerin iftiralarından uzak olduğunu belirgin biçimde ortaya koymak olduğu yönündedir (meselâ bk. Zemahşerî, I, 189; Râzî, VIII, 43). Hz. Meryem’in “Âlemlerdeki kadınlara üstün kılındığını” bildiren cümleyi bütün kadınlara üstün kılındığı şeklinde anlayan, hatta meleklerle konuşturulmasından hareketle onun “resul” olmamakla beraber “nebî” (yeni bir dini ve ilâhî kitabı tebliğle görevli olmayan peygamber) olduğu sonucuna ulaşan müfessirler vardır. Buna karşılık Allah katında en yüce mertebeye sahip kadınların isimlerini bildiren hadisleri dikkate alan müfessirler, âyetteki bu ifadeyi “Kendi zamanının kadınlarına üstün kılındı” şeklinde yorumlamışlardır (bk. İbn Atıyye, I, 433; Kāsımî, IV, 840-841; İbn Âşûr, III, 244). Kanaatimize göre bu âyeti yorumlarken, Hz. Meryem’le hadislerde anılan hanımlar arasında mutlak bir karşılaştırma yapmak yerine, ona insanlık tarihinde benzeri olmayan bir görev yüklenmiş olduğuna (babasız dünyaya gelen Hz. Îsâ’ya anne oluşuna) dikkat çekildiğini ön plana çıkarmak daha uygun olur.
     Bazı müfessirler Meryem sûresinin 17. âyetinden Hz. Meryem’le konuşanın Cebrâil olduğu anlaşıldığı için, burada çoğul olarak kullanılan melâike kelimesiyle de Cebrâil’in kastedildiğini söylemişlerdir (Râzî, VIII, 47).

  • Âl-i İmrân Suresi 43. Ayet-i Kerimesinin Meali
     "Ey Meryem! Rabbine ibadet et; secdeye kapan, huzurunda eğilenlerle beraber sen de eğil."
  • Âl-i İmrân Suresi 43. Ayet-i Kerimesinin Tefsiri
     Bu âyette Hz. Meryem’e yapılan hitabın tekrar edilmesi, onun canı gönülden kulluk etmek ve bütün varlığını Allah yoluna adamak suretiyle ilâhî takdire mazhar olduğuna işaret eder. Yine bu hitapla Hz. Meryem’den aynı içtenlikle ibadete devam etmesi istenmekte, böylece 45-46. âyetlerde belirtilecek olan “annelik” müjdesine hazırlanmış olmaktadır. Zira orada görüleceği üzere, babasız bir çocuk dünyaya getireceği haberi –Allah’ın seçkin bir kulu olma yönünden– bir “müjde” olarak nitelenebilirse de, bunu çevresine izah etmenin ne büyük zorluklar taşıdığı dikkate alınınca, böyle bir haberi teslimiyet ve sevinçle karşılayabilmek ancak yüce Allah’ın beğenisini kazandığına inanmak ve O’na kul olabilmeyi her şeyin üstünde tutar hale gelmekle mümkün olabilirdi (İbn Âşûr, III, 244).
     Yahudilik’teki ve Hıristiyanlık’taki namazın şekli hakkında hâlihazırdaki uygulama ile tarihî bilgiler ve Kitâb-ı Mukaddes’ten yapılan tesbitler karşılaştırılarak, bu âyette geçen “secde” ve “rükû” ile aynen İslâm’daki hareket şeklinin mi, o dinlere özgü farklı bir hareketin mi yoksa bu kelimelerin “taat, şükür, huşû ve tezellül” (ilâhî kudret önünde nefsini hiç sayma) gibi anlamlarının mı kastedildiği hususunda farklı yorumlar yapılmıştır (bk. Kāsımî, IV, 841-842; Reşîd Rızâ, III, 300; Elmalılı, II, 1097).
     “Rükû edenlerle, eğilenlerle birlikte” kaydı da değişik şekillerde açıklanmıştır: a) Hz. Meryem’e erkeklerle birlikte ibadet mahallinde bulunma ve toplu ibadete katılma müsaadesi verilerek ona İsrâiloğulları kadınlarından farklı bir hususiyet kazandırılmıştır (İbn Âşûr, III, 244). b) Hz. Meryem mihraptan (kendine ayrılan bölümden) ayrılmazdı; bu hitapla mâbedde toplu ibadete katılmaya teşvik edildi (Reşîd Rızâ, IV, 300). c) O sıralarda kıyamda durup secde etmekle beraber rükûya gidenler ve gitmeyenlerin bulunması muhtemeldir. Hz. Meryem’den rükûya gidenlerle birlikte hareket etmesi istenmiş olabilir (Zemahşerî, I, 189). d) Bu âyet Meryem sûresinin 17. âyetiyle birlikte değerlendirildiğinde Hz. Meryem’in bir örtü arkasında durarak toplu ibadete katılmasına müsaade edildiği, mutlak olarak yorumlandığında ise Hz. Meryem’in erkeklerle ancak cemaatle namaz halinde beraber bulunduğu anlaşılır (bk. Elmalılı, II, 1097-1098). Süyûtî, bu âyetten hareketle kadınlar hakkında cemaatle namazın mendup olduğu (dinen teşvik edildiği) sonucuna ulaşmıştır (bk. Kāsımî, IV, 842).

  • Âl-i İmrân Suresi 44. Ayet-i Kerimesinin Meali
     "Bunlar sana vahiy yoluyla bildirmekte olduğumuz gayb haberlerindendir. İçlerinden hangisi Meryem’i himayesine alacak diye kura çekmek üzere kalemlerini atarlarken sen onların yanında değildin; onlar tartışırken de sen yanlarında değildin."
  • Âl-i İmrân Suresi 44. Ayet-i Kerimesinin Tefsiri
     Birçok müfessir bu âyeti şöyle yorumlamışlardır: Hz. Muhammed’in muhatapları onun, Hz. Zekeriyyâ, Yahyâ, Meryem ve annesi hakkındaki bu haberleri okuma veya rivayet yoluyla bilmesinin mümkün olmadığından emin idiler. Geriye ya bunları bizzat müşahede etmesi ya da ilâhî bir bildirim yoluyla bilmesi ihtimalleri kalıyordu. İşte âyet-i kerîmede “Sen onların yanında değildin” buyurularak Resûlullah’ın bilgisinin vahiyden kaynaklandığının âşikâr olduğuna dikkat çekilmiş olmaktadır. Muhammed Abduh’a göre, Kur’an-ı Kerîm’de müşriklerin Hz. Muhammed’in bu bilgileri başkalarından aldığını iddia ettiklerine dair açıklamalar bulunduğu göz önüne alınınca bu yorum tutarlı olmaz; buradaki incelik, bu bilgilerin Ehl-i kitap nezdinde mevcut olmadığını belirtip inkârcıların bunların onlardan alınmış olabileceği kuşkusunu reddetmektir. M. Reşîd Rızâ ise bu yorumun da bazı âyetlerle uyumlu olmadığını belirtir; müşriklerin Hz. Muhammed hakkındaki iftiraları­nın onun hayatına ilişkin tarihî gerçekleri değiştiremeyeceğine ve Kur’an’ın bu iddiaları zikrinin zaten bunların saçmalığına dikkat çekmek amacını taşıdığına değinerek, burada Resûlullah’ı çevreleyen şartlar ve gerçekler ışığında onun bu haberleri başkalarından almış olabileceği iddiasının çürütülmüş olduğunu ifade eder (III, 301-302; “gayb” hakkında bk. Bakara 2/3; vahyin mahiyeti ve şekilleri hakkında bk. “Tefsire Giriş” bölümü, “I. Kur’an-ı Kerîm, A) Tanımı ve Özellikleri” başlığı).
     Meryem’in bakımını üstlenme konusunda Kur’an-ı Kerîm’de verilen bilgi, Hz. Zekeriyyâ ile yakın konumdaki bir grup insanın kalemlerini (kura araçları) atarak yani kura çekerek bu görevi üstlenme yarışı içine girdikleri ve bu hususun çekişme konusu olduğu, sonunda ilâhî takdir gereği bu vazifenin Hz. Zekeriyyâ’ya nasip kılındığı şeklindedir. Bunun dışında kuraya katılanlar, bu uygulamanın gerçekleşme şekli ve böyle bir yarış içine girmenin sebebi konusunda tefsirlerde değişik açıklamalar yapılmıştır. Bu bilgiler özetle şöyledir:
     Bu göreve tâlip olma sebebi, Meryem’in vefat etmiş olan babası İmrân’ın kıdemli ve saygı duyulan bir din adamı olması ya da dinî kitaplarda Hz. Meryem ve Hz. Îsâ’nın geleceğini bildiren ifadelerden Meryem’in üstleneceği misyonu keşfetmiş olmalarıdır. Kuraya katılanlar Beytülmakdis’in hizmetçileri veya burada görevli din adamlarıdır. Kendilerini Hz. Zekeriyyâ ile aynı düzeyde görüp ancak kura yoluyla çözüme razı olduklarına göre, bu kişilerin üst düzey göreve sahip din adamları olması kuvvetle muhtemeldir.
     Kuranın çekiliş şekli, dinî metinleri yazdıkları kalemlerini veya bastonlarını suya atmaları ve suyun akış yönünün tersine giden kalem veya baston sahibinin kazanmış sayılması yahut isimler yazılı okların suya atılması ve kimin oku su yüzüne önce çıkarsa onun kazanmış kabul edilmesidir (Râzî, VIII, 45-46).
     Bir hak veya vecîbenin belirlenmesinde başka ölçüt bulunamayan durumlarda kura yoluna başvurmanın İslâm’da da câiz olduğu sonucuna ulaşan hukukçular bu âyeti de delil gösterirler (bu konuda ayrıca bk. Enbiyâ 21/87; Saffât 37/141).

  • Âl-i İmrân Suresi 45. Ayet-i Kerimesinin Meali
     "Melekler demişti ki: "Ey Meryem! Allah seni kendisinden bir kelime ile müjdeliyor. Adı Meryem oğlu Îsâ Mesîh’tir, dünyada da âhirette de itibarlı ve (Allah’a) yakın kılınanlardandır."
  • Âl-i İmrân Suresi 45. Ayet-i Kerimesinin Tefsiri
     Bu âyetten itibaren 62. âyete kadar Hz. Îsâ’nın dünyaya gelişi, özellikleri, görevi, kendisine tuzak kurulması ve yüce Allah’ın katına yükseltileceğinin bildirilmesi hakkında bilgi verilmekte, Resûlullah’tan bu hakikatleri inkâr edenleri karşılıklı lânetleşmeye çağırması istenmektedir. Bu konularda Kur’an-ı Kerîm’in başka sûrelerinde de açıklamalar bulunmaktadır. Ancak toplu bir bakış sağlamak üzere İnciller’de ve Kur’an’da Hz. Îsâ hakkında yer alan bilgilerin burada özetlenmesi yararlı olacaktır.
     Hz. Îsâ Hıristiyanlık’ta ve İslâm’da hem Îsâ hem de Mesîh olarak adlandırılmaktadır. Fakat Kur’an’ın ifadesiyle “Meryem oğlu Îsâ Mesîh ancak Allah’ın elçisidir, Allah’ın Meryem’e ulaştırdığı kelimesidir ve O’ndan bir ruhtur” (Nisâ 4/171). Hıristiyanlık’ta ise o, Tanrı’nın oğlu dolayısıyla Tanrı kabul edilmektedir.
     Batı dillerinde Îsâ Mesîh’in karşılığı “Jesus Christ”tir. Îsâ karşılığında kullanılan Jesus isminin aslı, İbrânîce’de “Yahve kurtuluştur, Yahve kurtarır” mânasına gelen Yehôşûa’dır. Bunun kısaltılmış şekli olan Yeşûa kelimesi Grekçe’ye “Iesous”, oradan da Latince’ye “Iesus” biçiminde geçmiştir. Hıristiyan Araplar “Yesû‘” kelimesini kullanmaktadırlar. Îsâ kelimesinin Arapça olduğunu ileri sürenler olmuşsa da müslüman dilciler genellikle bu kelimenin İbrânîce veya Süryânîce’den geldiğini kabul etmektedir. Mesîh sıfatı karşılığında kullanılan Christ kelimesinin aslı ise Grekçe Christos’tur (Hristos). Arapça’daki “mesîh” kelimesinin kökeniyle ilgili olarak değişik görüşler ileri sürülmüştür (bunlara aşağıda değinilecektir).
     Kur’an-ı Kerîm Hz. Îsâ’nın doğum yeri ve doğum tarihi hakkında bilgi vermemektedir. Hıristiyan ilâhiyatında Îsâ’nın dünyevî hayatından çok ölümü, dirilmesi ve göğe yükselmesi önem taşıdığı için, sahih sayılan bugünkü İnciller’de dünyevî hayatı üzerinde fazla durulmamış, onun bu yönünü öne çıkaran, çocukluğu ve gençliği hakkında bilgi veren İnciller ise sahih kabul edilmemiştir. Mevcut İnciller’de onun Beytlehem’de dünyaya geldiği kaydedilmekle birlikte Nâsıralı olarak takdim edilmektedir (krş. Matta, 2/1, 13/54-57; Markos, 6/1-4; Luka, 2/4-11, 4/16, 24; Yuhanna, 1/45). Dolayısıyla bu ifadeler arasında çelişki bulunup bulunmadığı tartışılmıştır. Hz. Îsâ’nın doğum tarihi kesin olarak bilinmemekle beraber milâdî başlangıç olarak kullanılan tarihin yanlış olduğu kabul edilmektedir. Bazı tarihî bilgiler ışığında yapılan araştırmalar onun doğum tarihinin milâttan önce 5. yılın sonu veya 4. yılın başı olduğunu göstermektedir. Hz. Îsâ’nın doğduğu ay ve gün hakkında da kesin bir bilgi bulunmamaktadır. Batı kiliselerince Îsâ’nın doğum günü sayılan 25 Aralık ise milâttan sonra IV. yüzyılda uzun tartışmalar sonunda kabul edilmiş bir tarihtir ve esasen Îsâ’nın doğumuyla alâkalı değildir. 25 Aralık Roma İmparatorluğu’nda güneş ilâhı Mithra’nın bayramı olarak kutlanıyordu. IV. yüzyılda hıristiyanlar, Malaki kitabında yer alan “Fakat size, ismimden korkanlara, salâh güneşi kanatlarında şifa olarak doğacak” (4/2) ifadesini Hz. Îsâ olarak yorumlamışlar, güneş ilâhı Mithra’nın yerine “salâh güneşi Îsâ”yı koymuşlar ve bu günü “noel” olarak kabul etmişlerdir. Diğer taraftan Doğu ve Ermeni kiliselerinde 6 Ocak Hz. Îsâ’nın doğum günü olarak kabul edilmektedir.
     Kur’an-ı Kerîm’de Hz. Îsâ’nın İmrân ailesine mensup olduğu ve bu ailenin Allah tarafından seçilip üstün kılındığı belirtilmekte; Îsâ’nın annesi Meryem’in babasından İmrân ismiyle söz edilmektedir (bk. Âl-i İmrân 3/33-35). İnciller’de ise Hz. Îsâ’nın annesi Meryem’in annesinden ve babasından söz edilmemekte, Zekeriyyâ’nın hanımı Elizabeth’in kız kardeşinin çocuğu olduğu belirtilmektedir. Meryem’in annesinin adı İslâmî kaynaklarda Hanne, hıristiyanî kaynaklarda Anna şeklinde geçer. Matta ve Luka İncilleri’nin Hz. Îsâ’nın şeceresini çelişkili biçimde verdiği görülmektedir (krş. Matta, 1/1-17; Luka, 3/23-38). Matta’nın verdiği soy kütüğü listesinde Hz. Dâvûd’dan Îsâ’ya kadar olan bölümde yirmi sekiz isim varken, Luka’nın verdiği listede bu sayı kırk birdir. Diğer taraftan şecerenin bu bölümüyle ilgili isimlerde de farklılıklar vardır. Üstelik Îsâ’nın babasız dünyaya geldiği kabul edildiği halde her iki liste Meryem’in nişanlısı Yûsuf’la son bulmaktadır. Birbiriyle çelişen bu iki listeyi uzlaştırmak için, Matta’daki listenin dülger Yûsuf’a, Luka’daki listenin ise Meryem’e ait olduğu ileri sürülmüştür; fakat bu te’vil çelişkiyi izah etmekten uzaktır.
     Hz. Îsâ’nın dünyaya gelişiyle ilgili olarak Kur’an-ı Kerîm’de ve İnciller’de verilen bilgiler arasında benzerlikler ve farklılıklar vardır. 35-44. âyetlerde açıklandığı üzere, Kur’an’a göre İsrâiloğulları’ndan İmrân’ın karısı hamile kalır ve doğacak çocuğunu Allah’a (mâbed) adar. Umduğunun aksine bir kız doğurur, “Ben onun adını Meryem koydum ve işte ben onu ve soyunu kovulmuş şeytana karşı sana ısmarlıyorum” diyerek mâbede emanet eder. Hz. Zekeriyyâ Meryem’in bakımını üstlenir ve Meryem, mâbedin doğu tarafında bir odaya (mihrap) yerleştirilir. Hz. Meryem orada Allah tarafından rızıklandırılır; iffetli, her çeşit kötülükten uzak olarak büyür, herkesin imrendiği erdemli bir şahsiyete ulaşır. Meryem sûresinde yer alan ve bu âyetlerde (45 vd.) belirtilenle paralellik taşıyan açıklamalara göre Cebrâil, Meryem’e insan şeklinde görünür. Meryem irkilir ve ondan Allah’a sığınır. Cebrâil Allah tarafından görevlendirilmiş elçi olduğunu bildirerek Meryem’e bir erkek çocuk doğuracağı müjdesini verir. Meryem, iffetli bir insan olduğu ve kendisine erkek eli değmediği halde nasıl çocuğunun olacağını sorunca da Cebrâil, bunun Allah için kolay olduğunu söyler. Daha sonra Allah ruhundan üfler ve Meryem hâmile kalır (ayrıca bk. Enbiyâ 21/91; Tahrîm 66/12). 47. âyette bu noktanın izahı için şöyle buyurulmuştur: “İşte öyle, Allah dilediğini yaratır, bir işin olmasını istedi mi ona sadece ‘ol!’ der, o da oluverir.” Ayrıca Kur’an, Hz. Meryem’in doğum sancısından, çevresinden gördüğü tepkiden ve Hz. Îsâ’nın beşikte iken konuşmasından söz eder (Meryem 19/16-34).
     İnciller’de verilen bilgilere göre (Matta, 1/18-25; Luka, 1/26-38) Cebrâil melek, Yûsuf ile nişanlı olan ve Nâsıra şehrinde oturan Meryem’in yanına gelerek “Selâm, ey nimete eren kız, rab seninledir” diye selâm verir. Meryem bu sözlerden şaşırır. Melek ona korkmamasını söyler, Allah önünde inâyet bulduğunu, bir oğlan doğuracağını, adını Îsâ koyacağını, onun büyük olacağını, ona “yüce Allah’ın oğlu” denileceğini, rab Allah’ın ona babası Dâvûd’un tahtını vereceğini, Ya‘kub’un evi üzerinde ebediyen saltanat süreceğini ve onun melekûtuna hiç son olmayacağını bildirir. Meryem’in “Bu nasıl olacak? Çünkü ben er bilmem” şeklindeki şaşkınlık içeren sorusuna ise “Rûhulkudüs senin üzerine gelecek, Yüce olanın kudreti üstüne gölge salacak; bunun için de doğacak olan mukaddese Allah’ın oğlu denecektir” diye cevap verir ve Allah’tan olan bir sözün hükümsüz kalmayacağını belirtir. Meryem Rûhulkudüs’ten gebe kalır. Aralarında ilişki olmadan nişanlısının gebe kalması üzerine sâlih bir adam olan Yûsuf, Meryem’i âleme rüsvâ etmemek için gizlice ondan ayrılmayı düşünür, fakat bu sırada rabbin meleği rüyada Yûsuf’a görünerek, “Sen Dâvûd oğlu Yûsuf, Meryem’i kendine karı olarak almaktan korkma, çünkü kendisinde doğmuş olan Rûhulkudüs’tendir. Ve bir oğul doğuracaktır ve onun adını Îsâ koyacaksın; çünkü kavmini günahlarından kurtaracak olan odur” der. Bunun üzerine Yûsuf, rabbin meleğinin kendisine buyurduğu gibi yapar ve karısını yanına alıp bir oğul doğuruncaya kadar onu bilmez (onunla cinsel ilişkide bulunmaz) ve çocuğun adını Îsâ koyar. Luka İncili’ndeki bilgiye göre Yûsuf ile Meryem, İmparator Augustus’un buyrultusu üzerine yapılan nüfus sayımında kendilerini yazdırmak üzere Galile’deki Nâsıra şehrinden Yahudiye’de Dâvûd’un şehri olan Beytlehem’e giderler. Bu sırada Meryem’in doğurması vakti gelir, orada ilk oğlunu doğurur, onu kundağa sarar ve handa kendilerine yer olmadığından bir yemliğe yatırır (2/1-7). Çok eski bir geleneğe göre ise Îsâ ahırda değil Beytlehem’e yakın bir mağarada dünyaya gelmiştir.
     Kur’an-ı Kerîm’de Hz. Îsâ’nın hayatının tebliğ faaliyetine kadar geçen dönemiyle ilgili olarak sadece şu ifade yer alır: “Meryem oğlu ile annesini de bir âyet yaptık; ikisini de kalmaya elverişli, kaynak suyu bulunan yüksekçe bir yere yerleştirdik” (Mü’minûn 23/50). Daha sonraki dönemi hakkında verdiği bilgiler de İnciller’deki kadar ayrıntılı değildir. Kur’an’a göre Hz. Îsâ, semadan sofra indirmenin (Mâide 5/111; Saf 61/14) dışında, çamurdan kuş yapıp ona üfleme ve onun da kuş oluvermesi, ölüyü diriltme, körü ve cüzzam hastalığına tutulmuş kişiyi iyi etme, evlerde yenilen ve biriktirilen şeyleri haber verme gibi çeşitli mûcizelerle desteklenmiştir (Âl-i İmrân 3/49; Mâide 5/110). Peygamberliğini ortaya koyan açık delillere rağmen Hz. Îsâ’ya inanmayanlar onu öldürmek üzere tuzak kurar, plan yaparlar, fakat Allah onların planlarını bozar (Âl-i İmrân 3/54) ve Hz. Îsâ’yı kendi nezdine yükseltir (Nisâ 4/158).
     Hz. Îsâ’nın hayatının tebliğ faaliyetine başlamasına kadarki dönemiyle ilgili olarak İnciller’de yer alan bilgiler özetle şöyledir: Îsâ, dünyaya geldikten sonra sekizinci günde sünnet edilir. Kırk günlük olunca Meryem’le Yûsuf, onu Mûsâ’nın şeriatına göre Tanrı’ya sunmak üzere Kudüs’e götürürler. Kudüs’te İsrail’in teselli bulmasını bekleyen ve kendisine Rûhulkudüs tarafından Mesîh’i görmeden ölmeyeceği bildirilmiş olan Simon adındaki sâlih ve dindar adam “ruh”un sevkiyle mâbede gelir, Îsâ’yı kucağına alır ve kurtarıcıyı gözleriyle gördüğü için Allah’a şükreder. Anası ve babası onun için söylenen şeylere şaşırırlar. O sırada Anna ismindeki yaşlı kadın peygamber de gelip benzer şeyler söyler. Rabbin şeriatına göre gerekenler yapıldıktan sonra Meryem’le Yûsuf, Îsâ’yı alarak Galile’ye, kendi şehirleri olan Nâsıra’ya dönerler (bk. Luka, 2/21-39). Îsâ Yahudiye Beytlehem’inde doğduğu zaman müneccimler Kudüs’e gelip “Yahudilerin kralı doğan zat nerededir? Çünkü onun yıldızını şarkta gördük ve ona secde kılmaya geldik” derler. Bunu işiten Kral Hirodes’in yüreği oynar. Müneccimleri gizlice çağırıp çocuğu araştırmalarını ister, “Bulduğunuz zaman bana haber verin ki ben de gelip ona secde kılayım” der ve onları Beytlehem’e gönderir. Onlar da şarkta gördükleri yıldızın izince gidip çocuğun bulunduğu eve ulaşırlar, eve girip anası Meryem’le çocuğu görünce yere kapanıp ona secde kılarlar, Hirodes’in yanına dönmesinler diye rüyada kendilerine bildirildiğinden memleketlerine başka yoldan giderler. Müneccimler yola çıktıktan sonra rabbin meleği Yûsuf’a rüyada görünüp Kral Hirodes’in Îsâ’yı öldürmek istediğini, bunun için onu ve anasını Mısır’a götürmesini, ikinci bir bildirime kadar orada kalmasını söyler. Yûsuf da Meryem ve Îsâ’yı alarak Mısır’a götürür. Kral Hirodes müneccimler tarafından aldatıldığını anlayınca çok kızar, Beytlehem’de ve bütün sınırları içindeki iki veya daha küçük yaştaki çocukları öldürtür. Hirodes’in ölümünden sonra Yûsuf meleğin bildirmesi üzerine çocuğu ve anasını alıp İsrâil diyarına döner. Hirodes’in yerine oğlunun kral olduğunu öğrenince oraya gitmeye korkar ve rüyada verilen bilgi üzerine Galile taraflarına çekilir ve Nâsıra’da oturur (Matta, 2/1-23). Îsâ büyür, kuvvetlenir ve hikmetle dolar; Allah’ın inayeti de ondan ayrılmaz. Bu arada Îsâ on iki yaşına gelince yahudi geleneğine uyularak Fısıh bayramı dolayısıyla Kudüs’e götürülür. Onu kaybeden ailesi, daha sonra mâbedde muallimler arasında dinî tartışmalar yaparken bulur. Îsâ’nın sorduğu sorular ve verdiği cevaplar oradakileri hayretler içinde bırakır. Sonra ana-babasıyla Nâsıra’ya gelir ve onlara itaatli olur. Bu dönemde de Îsâ hikmet ve kamette, Allah ve insanlar nezdinde inayette ilerleyip mesafe kateder (Luka, 2/40-52). Îsâ’nın, öğretilmediği halde kutsal yazıları açıp onları okuması insanları şaşırtır (Luka, 4/16-20; Yuhanna, 7/14-17).
     Hz. Îsâ’nın tebliğ faaliyetine (Luka, 3/23’teki ifadeyle “hizmetine”) başlaması hakkında İnciller’de verilen bilgileri de şöyle özetlemek mümkündür: Îsâ otuz yaşlarına geldiği sıralarda Hz. Yahyâ “Tövbe edin, çünkü göklerin melekûtu (hükümranlığı) yakındır” diye Yahudiye çölünde vaaz ederek meydana çıkar. Kudüs, bütün Yahudiye ve bütün Erden çevresi ona gelip günahlarını itiraf eder ve Yahyâ onları vaftiz etmeye başlar. Mesîh olmadığını, kendisinin suyla vaftiz ettiğini, kendinden sonra gelecek olanın ise “kutsal ruh”la ve ateşle vaftiz edeceğini bildirir. Onunla beraber yahudiler büyük bir ümitle Mesîh’i beklemeye başlarlar. Bu sırada Îsâ vaftiz olmak üzere Galile’den Erden’e gelir. Yahyâ asıl kendisinin onun tarafından vaftiz edilmeye muhtaç olduğunu söylerse de Îsâ “Şimdi bırak, çünkü her salâhı böylece yerine getirmek bize gerekir” der. Îsâ vaftiz olunup sudan çıktığında gök açılır ve kutsal ruh bedenleşmiş bir surette güvercin gibi onun üzerine iner ve gökten “Benim sevgili oğlum budur (sensin) ve ondan (senden) hoşnudum” diye bir ses işitilir. Sonra Îsâ, Rûhulkudüs’le dolu olarak Erden’den döner, ruh tarafından çöle sevkedilir. Kırk gün kırk gece oruç tutar. Bu arada İblîs tarafından denenir, şeytan Îsâ’yı kandıramaz (Matta, 3/1-17, 4/1-11; Markos, 1/1-13; Luka, 3/1-22, 4/1-13; Yuhanna, 1/15-34; Îsâ’nın İblîs tarafından denenmesi olayı sadece sinoptik İnciller’de yani ilk üçünde yer almaktadır).
     Hz. Îsâ’nın bir veya üç yıl süren tebliğ faaliyeti sırasında gelişen olaylar –onun biyografisi niteliğinde olan– İnciller’de geniş biçimde ele alınmaktadır. Bunlar ana hatlarıyla şöyledir: Îsâ’nın asıl tebliğ hayatı Galile’de geçer. Bu bölgede değişik yerleri dolaşan ve birkaç defa Kudüs’e giden Îsâ iki defa kendi memleketi olan Nâsıra’dan çıkarılır. Gittiği yerlerde halka vaaz eder, meseller vererek gerçekleri anlatır, muhataplarına vaktin tamam olduğunu, Allah’ın melekûtunun (hükümranlığı) yakın olduğunu, tövbe etmelerini ve İncil’e inanmalarını bildiren Îsâ, değişik zamanlarda ve yerlerde birçok mûcize gösterir: Suyu şaraba dönüştürür, çeşitli hastalıklara yakalanan insanları, kör ve dilsizleri iyileştirir, kötü ruhları çıkarır, ölüleri diriltir, çöldeki fırtınayı yatıştırır, beş bin kişilik bir topluluğu beş yemek ve iki balıkla doyurur, ölümünü ve dirilişini önceden haber verir, kendi sûreti değişir. Îsâ’ya inananlar çoğalır; buna karşılık cumartesi yasağı ile ilgili kuralları ihlâl etmesi yahudi otoritelerince tepkiyle karşılanır. Îsâ kendisine inananlar arasından havâri denilen on iki kişi seçer. Onlara nasıl dua edeceklerini öğretir. Meşhur dağ vaazını verir. Yazıcıların ve Ferîsîler’in çeşitli vesilelerle yönelttikleri eleştirileri ve sordukları soruları cevaplandırır. Havârilerini civar köy ve kasabalara göndererek Allah’ın hükümranlığını haber vermelerini ister. Yahudilerin, özellikle de onlar içinde en mutaassıp grup olan Ferîsîler’in dini yanlış yorumladıklarını, sadece dış görünüşe önem verip asıl mânayı unuttuklarını vurgular. Yahudilerin dinî anlayış ve yaşayışlarına yönelttiği tenkitler onların tepkisini çeker ve Îsâ’yı yok etmeye karar verirler. Havârilerden biri olan Yahuda İskariyot, Îsâ’yı ele vermek için, başkâhinlerle otuz gümüş para karşılığında anlaşır. Ancak Fısıh yemeği sırasında Îsâ, Petrus’un sürçeceğini, kendisinin de ele verileceğini bildirir, havârilerinden uyanık durup dua etmelerini ister. Biraz uzaklaşıp secdeye kapanır ve dua eder; havâriler ise onu dinlemeyip uyurlar. Kısa bir süre sonra Yahuda İskariyot, Romalı asker ve yahudilere Îsâ’yı gösterir ve tutuklatır. Sanhedrin denilen yüksek dinî meclis Îsâ’yı sorguya çeker, öldürülmesine karar verilir. Ertesi gün tekrar toplanan Sanhedrin Îsâ’yı, Roma’nın bölge valisi Pilatus’a gönderir; zira idama mahkûm etmek, resmen Roma valisinin yetkisindedir. Ancak Romalı idarecilerin dinî meselelere karışmadıklarını, dolayısıyla Pilatus’un önünde Îsâ’yı dinî düşünceleri sebebiyle suçlamanın idam cezasını onaylatmayı sağlamayacağını bildiklerinden onu halkı Romalılar’a karşı kışkırtmak, kendisini İsrâil’in kralı olarak tanıtmak ve böylece Roma kayserinin hâkimiyetini inkâr etmekle itham ederler. Pilatus Îsâ’yı sorguya çeker, fakat söz ve eylemlerinin suç oluşturmadığı kanaatine varır. Bunun üzerine onu salıvermek isterse de yahudiler Îsâ’yı suçlamakta ısrar ederler. Pilatus sorumluluktan kurtulmak için çare arar, Îsâ’nın Galile’den olduğunu öğrenince onu Hirodes’e gönderir. Hirodes Îsâ’yı sorgulayıp Pilatus’a iade eder. Gönlü Îsâ’yı affetmekten yana olan Pilatus sonunda halkın baskısı karşısında haça gerilmesini kabul edip Îsâ’yı onlara teslim eder. Bunun üzerine yahudiler Îsâ’yı Golgota denilen yere götürürler, dikenlerden bir taç örüp başına koyarlar, onunla alay edip üzerine tükürürler ve çarmıha gererler; başının üzerine de “Nâsıralı Îsâ, yahudilerin kralı” diye bir yazı asarlar. Cuma günü sabah saat dokuzda haça gerilen Îsâ öğleden sonra saat üçte ruhunu teslim eder. Ölümü anında “Allahım! Allahım! Beni niçin bıraktın?” diye seslenir. Askerlerden biri onun böğrünü mızrakla deler. Îsâ’nın cesedini Pilatus’tan izin alıp mezara koyarlar. Pazar günü Îsâ’nın kabrini ziyarete gelenler, mezarın boş olduğunu görürler. Îsâ dirilmiş olarak onlara görünür. Resûllerin İşleri’ndeki bilgiye göre (1/3-11) Îsâ elem çektikten sonra kırk gün süreyle onlara (havâriler) görünerek kendisini birçok delille diri göstermiş, Allah’ın melekûtu hakkında onlara öğütlerde bulunmuş, tâlimatlar vermiş; öğütlerini söyledikten sonra onlar bakarken yukarı alınmıştır. Markos’taki bilgiye göre (16/19) Îsâ göğe alınınca Allah’ın sağına oturmuştur.
     İnciller’e göre Hz. Îsâ babasız dünyaya gelmiştir; hıristiyanlar bu durumu onun Tanrı’nın oğlu olmasıyla açıklar ve Hz. Îsâ’nın Tanrı’nın oğlu olduğuna inanırlar. Bununla birlikte İnciller’de Hz. Îsâ, bir taraftan Allah’ın oğlu ve rab diye, diğer taraftan da peygamber, kudretli bir peygamber, kral, yahudilerin kralı, Mesîh, Allah’ın kuzusu, Âdem oğlu, Yûsuf oğlu, Dâvûd oğlu, insanoğlu gibi sıfatlarla anılmaktadır. Yukarıda açıklandığı üzere İnciller’de Hz. Îsâ’nın çarmıha gerildiği, öldüğü, kısa bir süre sonra dirildiği ve daha sonra göğe alındığı belirtilir. Bu olay Hıristiyanlık’taki önemli bir inanca yani Hz. Îsâ’nın insanların günahlarına kefâret olarak çarmıha gerildiği inancına temel kılınmıştır. Yine İnciller’deki ifadelere göre –büyük sıkıntı ve felâketleri takiben– Îsâ (İnsanoğlu) dünyanın sonuna doğru tekrar gelecek, bütün melekler kendisiyle beraber olarak izzetiyle gelince izzetinin tahtı üzerine oturacak, iyileri kötülerden ayıracak, iyileri ödüllendirip kötüleri cezalandıracaktır (Matta, 24/4 vd., 25/31-46; Markos, 13/4 vd.; Luka, 21/7 vd.).
     Kur’an-ı Kerîm’e göre Hz. Îsâ İsrâiloğulları’na gönderilmiş bir peygamberdir ve kendisine İncil verilmiştir (Âl-i İmrân 3/49; Nisâ 4/171; Zuhruf 43/59; Hadîd 57/27; Saf 61/6; onun ülü’l-azm peygamberlerden sayılması hakkında krş. Ahzâb 33/7 ve Ahkaf 46/35). Adı Îsâ, sıfatı Meryem oğlu, lakabı Mesîh olarak geçen (Âl-i İmrân 3/45) Hz. Îsâ ile ilgili olarak Kur’an’da kullanılan belli başlı ifadeler şunlardır: Îsâ Allah’tan bir kelimedir (Âl-i İmrân 3/45; Nisâ 4/171) ve bir ruhtur (Nisâ 4/171); Rûhulkudüs ile desteklenmiştir (Bakara 2/87, 253; Mâide 5/110); annesiyle birlikte Allah tarafından bir âyet kılınmıştır (Mü’minûn 23/50); Allah ona kitabı, hikmeti, Tevrat ve İncil’i öğretmiştir (Mâide 5/110; Âl-i İmrân 3/48); annesine karşı hürmetkârdır (Meryem 19/32); sâlihlerdendir, şânı yücedir, Allah’a yakın olanlardandır (Âl-i İmrân 3/45-46); Allah ona kitap vermiş, onu peygamber yapmış, mübarek kılmıştır (Mâide 5/75; Meryem 19/30-31); bir insandır, bir kuldur (Nisâ 4/172; Mâide 5/75; Meryem 19/30; Zuhruf 43/59); beşikte iken konuşan peygamberdir (Âl-i İmrân 3/46; Mâide 5/110; Meryem 19/29-33); Tevrat’ı tasdik etmiş, bazı yasakları kaldırmıştır (Âl-i İmrân 3/50-51; Mâide 5/46); kavmine namazı ve zekâtı emretmiştir (Meryem 19/31); ayrıca “Ey İsrâiloğulları! Bilin ki benden önceki Tevrat’ı doğrulamak ve benden sonra gelecek Ahmed isimli elçiyi müjdelemek üzere size Allah tarafından gönderilmiş elçiyim” (Saf 61/6) diyerek Hz. Muhammed’in geleceğini müjdelemiştir.
     Kur’an’da Hz. Îsâ’nın babasız dünyaya gelişi ilâhî kudretin bir tecellisi olarak nitelenmekte ve bu sûrenin 59. âyetinde onun yaratılışıyla Âdem’in yaratılışı arasındaki benzerliğe işaret edilmektedir. Ayrıca Kur’an’da Hz. Îsâ’nın kendisini asla ilâh olarak takdim etmediği açık biçimde belirtilmektedir (bk. Mâide 5/116-117; Hz. Îsâ’nın Hıristiyanlık’taki “teslîs” inancının bir öğesi haline getirilmesi ve Kur’an’ın bu anlayışı mahkûm etmesi hakkında bk. Nisâ 4/171; Mâide 5/72-76). Öte yandan Kur’an Hz. Îsâ’nın öldürülmediğini, çarmıha da gerilmediğini; Allah katına yükseltildiğini bildirmektedir (bu konuda bilgi için bk. Nisâ 4/155-161).
      Kelime, gerek sözlü gerek sözsüz anlatımları ifade eden bir sözcüktür. Âyet-i kerîmede Hz. Îsâ’dan kelime diye bahsedilmesi değişik şekillerde açıklanmıştır. Yaygın olan yoruma göre Hz. Îsâ, insanın meydana gelmesinde bilinen şeklin dışında (baba faktörü olmaksızın) yani yüce Allah’ın “ol” sözünün doğrudan sonucu olarak ana rahmine düştüğünden böyle anılmıştır. Esasen bütün yaratılmışlar, Cenâb-ı Allah’ın varlık verme (tekvîn) iradesinin eseri olarak, fakat yine O’nun iradesiyle var olan ve işleyen bir sebepler manzumesi içinde meydana gelirler. Hz. Îsâ’da ise Allah Teâlâ baba faktörünün bulunmamasını murat ettiğinden, onu bu mûcizevî yaratılışının belirgin bir ifadesi olmak üzere “kendisinden bir kelime” şeklinde anmıştır (Râzî, VIII, 47; İbn Âşûr, III, 245). Bu yorumla bağlantılı olarak bazı eserlerde “kelâm” ve “kelime” sözcükleri arasındaki ilişkiye değinilir ve ikincisinin daha kapsamlı olduğuna dikkat çekilir: Kelâm “sırf işitme duyusu aracılığı ile bir mâna telkin edilmesi”ni ifade ederken, kelime “gerek işitme gerekse görme duyularıyla telkin edilen mânalar”ı kapsar. Buna göre ağızdan çıkan anlamlı sesler veya kitapta yazılı anlamlı yazılar kelime olduğu gibi, evrene bir bakıldığında belirgin biçimde algılanan ve gözden gönüle geçip his etkisi altında cüz’î veya küllî bir mâna telkin eden somut varlıklar da birer kelimedirler. İşte Hz. Îsâ da bunlardan biri idi ve Hz. Meryem’e böyle bir tesirle gelmişti (Elmalılı, II, 1101). Bazı bilginler yüce Allah’ın daha önceki peygamberlere gönderdiği kitaplarda Hz. Îsâ’nın geleceğini bildirip ondan “söz” etmiş olması sebebiyle Hz. Îsâ’nın bu şekilde anıldığı kanaatindedirler. Başka bir yoruma göre ise kelime, Cenâb-ı Hakk’ın Hz. Îsâ’ya verdiği bir isimdir (bk. İbn Atıyye, I, 435; Hıristiyanlık’ta Hz. Îsâ’nın “kelime=logos” olarak nitelenmesinin anlamı hakkında bk. Nisâ 4/171).
     Âyet-i kerîmede kelime sözcüğünün onu yüce Allah’a bağlayan bir ifade içinde kullanılması, yani “O’ndan (Allah’tan) bir kelime” denmesindeki incelikler açıklanırken şu hususa dikkat çekilir: Buradaki “-den, -dan, tarafından” mânalarına gelen “min” harfi, hıristiyanların ve hulûl teorisi taraftarlarının (Allah’ın insan biçimine girdiğini savunanların) düşündüğü gibi –hâşâ– Hz. Îsâ’nın O’ndan bir parça olduğunu belirtme anlamında olmayıp, onun yaratılışında Allah’ın kelimesinin etkisinin daha açık ve güçlü olduğunu ifade içindir. Bir başka anlatımla, baba faktörünün bulunmadığı ve Hz. Îsâ’nın doğrudan doğruya O’nun “ol” emrinin sonucu meydana geldiği vurgulanmaktadır (Râzî, VIII, 49). Burada “bi-kelimetihî” (O’nun kelimesi) buyurulmayıp da “bi-kelimetin minhü” şeklinde nekre (belirsiz) bir isim olarak geçmesinden hareketle bazı ifade incelikleri tesbit edilmesi ise (bk. Elmalılı, II, 1101-1102) kanaatimizce isabetli değildir. Çünkü Nisâ sûresinin 171. âyetinde Hz. Îsâ hakkında “kelimetühû” (O’nun kelimesi) ifadesi kullanılmıştır.
      Âyet-i kerîmede Hz. Îsâ’nın lakabı olarak anılan mesîh kelimesini birçok müfessir Arapça mesh kökünden türemiş kabul ederek buna değişik mânalar vermişlerdir (bk. Râzî, VIII, 49-50). Kelimenin Ârâmîce aslı olan meşîhâ ve İbrânîce aslı olan mâşiah, “sıvazlanmış” anlamına gelmekte olup, İsrâiloğulları’nda hükümdarlık görevine başlarken kâhin (üst düzey din adamı) tarafından kutsal yağ sürülmesi geleneğine bağlı olarak krala mesih unvanı verilir olmuştur (bk. Zemahşerî, I, 189; Reşîd Rızâ, III, 305; Ömer Faruk Harman, “Hz. Îsâ”, İFAV Ans., II, 423; a.mlf., “Mesih”, a.g.e., III, 224). Muhammed Abduh, Mesîh lakabının bu gelenek içinde taşıdığı anlamın Hz. Îsâ’ya uygun düştüğünü şöyle açıklar: Hükümdar, adaleti gerçekleştirmesi ve halkın uğradığı haksızlıkları gidermesi için başa geçirilir. Îsâ Mesîh de bunu yapmıştır. Zira yahudiler, Hz. Îsâ peygamber olarak gönderildiğinde kutsal kitabın lafızlarına sımsıkı yapışmış, kutsal kitap yazarlarının ve Ferîsîler’in anlayış ve kuruntularına mutlak biçimde teslim olmuş bulunuyorlar, bu sebeple de büyük sıkıntılar çekiyorlardı. İşte Mesîh onların dinin gerçek amaçlarına dönmelerini ve haksızlıkları ortadan kaldıran kardeşliğe yönelmelerini sağlamıştır. M. Reşîd Rızâ bu yorumun, Hz. Îsâ’nın hükümdarlığının maddî değil mânevî (ruhanî) olduğu anlamına işaret ettiğini belirttikten sonra; bu âyette Hz. Îsâ hakkında Mesîh kelimesinin bir özel isim olarak kullanıldığı ve özel isimlerde sözlük anlamının taşıdığı sıfatların bulunmasının şart olmadığı fikrini daha kuvvetli bulur (Reşîd Rızâ, III, 305). Bazı müfessirler Mesîh kelimesinin İbrânîce’de “mübarek, kutlu” anlamına geldiğini belirterek bu anlam ile “Nerede olursam olayım, o beni kutlu ve bereketli kıldı” (Meryem 19/31) meâlindeki âyet arasında bağ kurarlar (bk. Zemahşerî, I, 189).
     Âyet-i kerîmede Hz. Îsâ “Meryem oğlu” şeklinde anneye nisbet edilmekte, böylece bir taraftan onun babasız dünyaya geldiğine ve Allah katında özel bir yere sahip olduğuna diğer taraftan da Hz. Meryem’in öteki kadınlara üstünlüğüne işaret edilmektedir (Zemahşerî, I, 190; Râzî, VIII, 50). Burada Meryem oğlu buyurularak Hz. Îsâ’yı –hâşâ– Allah’ın oğlu kabul eden hıristiyanlara reddiyede bulunulduğu da gözden kaçırılmamalıdır.
     “İtibarlı” diye çevirdiğimiz vecîh kelimesi “şerefli, itibarlı, yüksek mertebeye sahip” anlamlarına gelir. Hz. Îsâ’nın dünyadaki itibarı peygamberlik ve diğer insanlara üstün olma, âhiretteki itibarı da kendine şefaat yetkisi verilmesi ve cennette yüksek mevkilere konması şeklinde açıklanmıştır (İbn Atıyye, I, 436; Zemahşerî, I, 190). Bir âyet-i kerîmede Hz. Mûsâ’ya kavminin büyük sıkıntılar çektirdiğine değinildikten sonra onun Allah katında itibarlı (vecih) olduğu belirtilir (Ahzâb 33/69). Hz. Îsâ’nın da ağır ithamlara mâruz kaldığı göz önüne alınırsa, burada revâ görülecek kötü muamelenin onun değer ve itibarına halel getiremeyeceğinin bildirildiği; ayrıca “dünyada da âhirette de itibarlı” buyurularak Hz. Îsâ’nın tebliğ görevi esnasında horlanacak olsa da daha sonra asırlar boyu insanların ona gönüllerinde ulvî bir yer ayıracağı mânasının bulunduğu düşünülebilir. Buna bağlı bir anlam da, onun bu şeref ve itibariyle ilâhî tebliğ görevi ve “kul”luk vasfı arasında sıkı bir irtibat bulunduğu ve insanların ona “tanrı”lık vasfı vermesinin gerçek statüsünde bir değişiklik meydana getirmeyeceğidir.
     “Yakın kılınanlar”dan (mukarrabîn) maksat, meleklerden özel konum ve göreve sahip olanlar (meselâ bk. Nisâ 4/172), Allah katında yüksek mertebeye lâyık görülen kullar (meselâ bk. Vâkıa 56/88), dünyada yüksek mevki sahibi kişilerden itibar gören insanlardır (meselâ bk. Şuarâ 26/42). Burada da Hz. Îsâ’nın Allah katında çok üstün bir mevkiye sahip olacağı bildirilirken, aynı zamanda onun kulluk sıfatına imada bulunulmaktadır. Bazı müfessirler bu kelime ile onun göğe kaldırılacağına ve meleklerin arasına katılacağına işaret edildiğini belirtirler (meselâ bk. Zemahşerî, I, 190; Râzî, VIII, 51. Hz. Îsâ hakkında bilgi için bk. Ömer Faruk Harman, “Îsâ”, DİA, XXII, 465-473; a.mlf., “Hz. İsa”, İFAV Ans., II, 423-431).

  • Âl-i İmrân Suresi 46. Ayet-i Kerimesinin Meali
     "O hem beşikte iken hem de yetişkin halinde insanlarla konuşacak ve sâlih kişilerden olacak."
  • Âl-i İmrân Suresi 46. Ayet-i Kerimesinin Tefsiri
    Hz. Îsâ’nın beşikte iken konuşacak olması olağan üstü bir olay olmakla beraber, yetişkinlik çağında konuşacak olması doğal bir durum olduğu halde âyet-i kerîmede bundan niçin söz edildiğine değişik açıklamalar getirilmiştir: a) Beşikte iken de yetişkinliğindeki gibi yani gerek içerik gerek üslûp olarak peygamber tavrıyla konuşacağına işaret edilmektedir (Zemahşerî, I, 190; bilgi için bk. Meryem 19/29-33). b) Hz. Îsâ’nın yetişkinlik çağına kadar yaşayacağı annesine bildirilmiş olmaktadır. Kehl kelimesinin Arap dilinde taşıdığı anlamlara göre bu çağın başlangıcı genellikle otuz yaş veya birkaç yıl sonrası şeklinde belirlenmiştir (İbn Atıyye, I, 437). c) Hz. Îsâ’nın değişik dönemlerden geçmesi, bu dönemlerde farklı haller sergilemesi onun tanrı olarak düşünülemeyeceğinin açık bir belgesidir ve bu yolla hıristiyanların sakat inançlarına reddiyede bulunulmaktadır (Râzî, VIII, 52; Elmalılı, II, 1103).

  • Âl-i İmrân Suresi 47. Ayet-i Kerimesinin Meali
    "Dedi ki: "Rabbim! Bana bir erkek eli değmediği halde nasıl çocuğum olur?" Allah buyurdu: "İşte öyle, Allah dilediğini yaratır, bir işin olmasını istedi mi ona sadece ‘ol!’ der, o da oluverir."
  • Âl-i İmrân Suresi 47. Ayet-i Kerimesinin Tefsiri
    Hz. Meryem’in “…benim nasıl çocuğum olur?” şeklindeki sorusunu bir taraftan vicdanen kendisinden emin olduğunu gösteren bir hayret ifadesi, diğer taraftan böyle bir doğum sebebiyle mâruz kalacağı ithamlara işaretle söylenmiş bir çaresizlik ve Allah’tan yardım dileme ifadesi olarak düşünmek mümkündür. Burada asıl önemli olan husus, Kur’an-ı Kerîm’in Hz. Meryem’in iffetine ve yüce Allah’ın Hz. Îsâ’yı olağan üstü bir yolla yaratma iradesine kuşkuyla bakma sonucunu doğuran her türlü bilgi ve yorumun yanlışlığını kesin bir biçimde ortaya koymuş olmasıdır. Bu konuda İnciller’de yer alan bazı yanlış ve çelişkili bilgilere yukarıda işaret edilmişti. Âyetin lafzî anlamı “Bana bir beşer dokunmadığı halde nasıl çocuğum olur?” şeklindedir. Fakat bu ifadenin insan eli değmediğini belirtme değil, bir erkekle cinsel ilişki ihtimalini tamamen bertaraf etme amacını taşıdığı açıktır (İbn Atıyye, I, 437). Bu sebeple meâlinde, bu anlam Türkçe’deki bir deyimden yararlanılarak “Bana bir erkek eli değmediği halde…” şeklinde yansıtılmaya çalışılmıştır (Hz. Îsâ’nın babasız olarak dünyaya gelmesi konusunda bk. 59. âyetin tefsiri).

  • Âl-i İmrân Suresi 48. Ayet-i Kerimesinin Meali
     "Ona yazmayı, hikmeti, Tevrat’ı ve İncil’i öğretecek.
  • Âl-i İmrân Suresi 47. Ayet-i Kerimesinin Tefsiri
     Müfessirlerin genel kanısına göre, “yazı” diye çevirdiğimiz kitap kelimesiyle kastedilen anlam, Hz. Îsâ’ya “yazı yazma”nın öğretilecek olmasıdır (Râzî, VIII, 54). Bazı müfessirler bunu genel olarak “ilâhî kitaplar” şeklinde açıklamışlardır (Kāsımî, IV, 846). Burada Allah tarafından indirilen fakat belirli olmayan bir kitaba işaret bulunduğu yorumuna değinen İbn Atıyye bunun dayanaktan yoksun bir iddia olduğunu kaydeder (İbn Atıyye, I, 438; “Tevrat” ve “İncil” hakkında bilgi için bk. Âl-i İmrân 3/3-4; “hikmet” hakkında bilgi için bk. Bakara 2/269).

     Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 1 Sayfa: 558-577


10 Ocak 2021 Pazar

KELİMELER ~ KAVRAMLAR: ZİNA (Şamil İslam Ansiklopedisinden)

KELİMELER ~ KAVRAMLAR
ZİNA

     Zina etmek, bir kadınla nikâhsız veya haksız olarak cinsel temasta bulunmak. Arapça "zenâ" fiilinden mastar. Zinanın sözlük ve terim anlamı birdir. Bu da; bir erkeğin kadınla bir akde veya haklı bir sebebe dayanmaksızın önden cinsel temasta bulunmasıdır. Zina eden erkeğe "zânî" kadına ise "zâniye" denir.
     Hanefîler, bir fıkıh terimi olarak zinayı şöyle tarif etmişlerdir: İslâmî hükümlerle yükümlü bulunan bir erkeğin, kendisine cinsel istek duyulacak yaştaki diri bir kadına, İslâm ülkesinde nikâh akdine veya cariyelik gibi haklı bir nedene dayanmaksızın önden cinsel temasda bulunmasıdır.
     Zinada had cezasının uygulanması için, erkeğin cinsel organının en az sünnet yerinin (haşefe) kadının cinsel organına girmiş olması gerekir. Bundan daha azına meselâ; öpmek, sarılmak veya uyluk arasına sürtünmek vb. hareketler haram olmakla birlikte had cezasını gerektirmez. Küçük çocuk ve akıl hastası yükümlü olmadığı için bunların fiili de kendileri bakımından haddi gerektirmez. Diğer yandan Ebû Hanîfe'ye göre erkek veya kadına arkadan temasta bulunmak (livâta) zina hükmünde değildir. Çünkü bu, zina olarak nitelendirilmez. Ebû Yusuf, İmam Muhammed, Şâfiî, Hanbelî ve Mâlikîler aksi görüştedir. Ölü kadın, hayvan veya ergenlik çağına gelmemiş olan ve kendisine cinsel istek duyamayan kız çocuğu ile temas da zina hükmünde değildir. Çünkü bu gibi temasları selîm fıtrat kabul etmez.
     Ayrıca erkek veya kadının zinaya zorlanmamış olması da şarttır. Çünkü Rasulüllah (s.a.s): "Ümmetimden hata, unutma ve zorlandıkları şeyin hükmü kaldırıldı" (Buhârî, Hudûd, 22; Talâk, II; Ebû Dâvud, Hudûd, 17; Tirmizî, Hudûd, 1; İbn Mâce, Talâk, 15) buyurmuştur.
     Zinaya zorlanan kadına had cezası gerekmediği konusunda İslâm bilginlerinin görüş birliği vardır. Zinaya zorlanan erkeğe gelince, Şâfiîlere ve Mâlikîlerde tercih edilen görüşe göre böyle bir erkeğe ne had ve ne de ta'zîr cezası gerekmez. Delil, yukarıdaki hadis ve zorlanma özrünün bulunmasıdır. Ebû Hanîfe'nin ilk görüşüne göre zinaya zorlama Devlet başkanı tarafından olmuşsa had gerekmez. Devlet başkanından başkası zorlamışsa istihsân'a göre had uygulanır. Çünkü, zorlama ancak sultan tarafından gerçekleşir.
     Ebû Hanîfe'nin istikrar bulan görüşü ise, zorlanana had cezasını uygulama masıdır. Çünkü bazan erkeğin istek dışı cinsel temasa gücü yetebilir. Ebû Yusuf ve İmam Muhammed'e göre iki durumda da zorlanana had cezası uygulanmaz. İmam Züfer aksi görüştedir (el-Kâsânî, Bedâyiu's-Sanâyi', 2. baskı, Beyrut 1394/1974, VII, 34,180; eş-Şirâzi, el-Mühezzeb, Mısır t.y., II, 267; İbn Rüşd, Bidâyetü'l-Mûctehid, II, 267; İbn Rüşd, Bidâyetû'l-Müctehid, II, 431; İbn Kudâme, el-Muğnî, 3. baskı, Kahire,1970, VIII,187, 205; Vehbe ez-Zühaylî, el-Fıkhu'l-İslâmî ve Edilletüh, 2. baskı, Dimaşk 1405/1985, VI, 27 vd.; Ömer Nasuhi Bilmen, Hukuk-ı İslâmiyye ve İstilâhat-ı Fıkhıyye Kamusu, İstanbul 1968, III,197 vd).

     Zina İslâm'da ve önceki bütün semâvî dinlerde haram ve çok çirkin bir fiil olarak kabul edilmiştir. O büyük günahlardandır. Irz ve neseplere yönelik bir suç olduğu için cezası da hadlerin en şiddetlisidir.

     Kur'ân-ı Kerîm'de şöyle buyurulur:
     "Zinaya yaklaşmayın. Çünkü o, çok çirkin bir iş ve kötü bir yoldur" (el-İsrâ, 17/32).
     "Onlar Allah ile birlikte başka ilaha dua etmezler. Haksız yere, Allah'ın haram kıldığı kimseyi öldürmezler ve zina da etmezler. Kim bunları yaparsa cezaya çarpar. Ona kıyamet gününde kat kat azap verilir ve o azabın içinde alçaltılmış şekilde ebedî bırakılırlar" (el Furkân, 25/68).

     Bekâr erkek veya bekâr kadının zina etmesinin cezası yüz değnek, evli ve iffetli erkek veya kadının zina cezası ise taşla öldürme (recm)dir. Allah Teâlâ şöyle buyurur: "Zina eden kadın ve zina eden erkekten her birine yüz değnek vurun. Eğer Allah'a ve âhiret gününe inanıyorsanız bunları Allah'ın dinini uygulama hususunda acıyacağınız tutmasın. Mü'minlerden bir topluluk da, onların cezasına şahid olsun" (en-Nûr, 34/2). Celde, ete geçmemek üzere, yalnız deriyi etkileyecek şekilde vurmak demektir. Vuruşta yalnız kürk ve palto gibi kalın elbiseler çıkartılır, diğerleri çıkarılmaz.

     Evli, iffetli erkek veya kadına recm cezası ise, sünnetle sabittir. Çünkü Rasûlüllah (s.a.s) Mâiz'e ve Benî Gâmid'ten bir kadına recm cezasını uygulamıştır. Recm'in meşrûluğu konusunda sahabenin icmaı vardır.

     Zina haddi Allah'a ait haklardandır. Bu, aileye, nesle ve toplum düzenine karşı işlenen bir suç olduğu için toplum haklarından sayılır.

     Mezhep imamları çocuk ve akıl hastasına zina haddinin gerekmediği konusunda görüş birliği içindedir. Hadiste şöyle buyurulmuştur: "Üç kişiden kalem kaldırılmıştır. Çocuktan büyüyünceye kadar, uyuyandan uyanıncaya kadar, akıl hastasından iyileşinceye kadar" (Ebû Dâvud Hudûd, 17).

     Zina Haddini Uygulamanın Şartları
     Zina eden erkek veya kadına ceza uygulanabilmesi için bir takım şartların bulunması gerekir:
     1- Zina edenin erginlik çağına ulaşması gerekir. Ergin olmayan çocuğa had uygulanmaz.
     2- Akıllı olması gerekir. Akıl hastasına had uygulanmaz. Akıllı bir erkek, akıl hastası bir kadınla veya akıl hastası bir erkek akıllı bir kadınla zina etse, bu ikisinden akıllı olana had cezası uygulanır.
     3- Çoğunluk fakihlere göre müslümana ve kâfire zina haddi uygulanır. Fakat Hanefilere göre muhsan olan kâfire recm uygulanmaz, değnek vurulur. Mâlikîlere göre kâfir bir erkek kâfir bir kadınla zina etse had uygulanmaz. Fakat zinasını açığa vurursa te'dib edilir. Müslüman bir kadını zinaya zorlarsa öldürülür. Şafii ve Hanbelîlere göre pasaportlu gayri müslim yabancılara ne zina ve ne de içki içme cezası verilmez. Çünkü müste'menler bu hakları üstlenmemiştir.
     4- Zinanın istekle yapılmış olması. Çoğunluğa göre zinaya zorlanana had uygulanmaz. Hanbelîler aksi görüştedir.
     5- Zinanın insanla yapılmış olması. Üç mezhebe ve Şâfiîlerde sağlam görüşe göre hayvanla temas edene had cezası gerekmez, ta'zir uygulanır. Hayvan öldürülmez ve çoğunluğa göre onun yenilmesinde de bir sakınca yoktur. Hanbelîlere göre ise, iki erkeğin şahitliği ile hayvan öldürülür, eti haram olur ve hayvanın tazmin edilmesi gerekir.
     6- Zina edilen kadının ergin veya kendisine cinsel istek duyulan bir yaşta olması gerekir. Küçük kız çocuğu ile zina edilmesi halinde zina eden erkeğe de kıza da had cezası gerekmez. Ergin olmayan çocukla cinsel temasta bulunan kadına da had uygulanmaz.
     7- Zinanın bir şüpheye dayalı olmaması gerekir. Bir kimse kendi eşi veya cariyesi sanarak yabancı bir kadınla cinsel temasta bulunsa çoğunluğa göre had gerekmez. Ebû Hanîfe ve Ebû Yusuf'a göre ise had gerekir. Çünkü burada failde şüphe vardır. Mezhepler arasında ihtilaflı olan fasıt nikâhtan sonraki cinsel temasa had gerekmediği konusunda da görüş birliği vardır. Velisiz veya şahitsiz evlenme halinde durum böyledir. Bu da akitte şüphe bulunduğu içindir. Evlilik ittifakla fasit olursa had uygulanır. iki kız kardeşi bir nikâhta toplamak, beşinci eşle evlenmek, nesep veya sût cihetinden haram olan bir hısımla evlenmek, iddet beklemekte olan kadınla veya üç talâkla boşadığı kadınla hulleden önce evlenmek bu niteliktedir. Ancak bütün bunların haramlığını bilmediğini iddia ederse, bunlarla olan cinsel temas haddi gerektirmez.
     8- Zinanın dârul İslâm'da olması. İslâm Devlet başkanının dârul harp veya dârul baği (âsiller ülkesi) üzerinde velâyet yetkisi yoktur. Yani orada hadleri uygulamaya gücü yetmez.
     9- Kadının diri olması. Çoğunluğa göre, ölü kadınla cinsel temasta bulunana had gerekmez. Mâlikîlerde meşhur olan görüş bunun aksinedir.
     10- Cinsel temasın önden olması ve sünnet yerinin girmiş olması. Arkadan ilişki yani livata Ebû Hanîfe'ye göre yalnız ta'zir cezası gerektirir. Ebû Yusuf, İmam Muhammed ve diğer üç mezhebe göre ise livata haddi gerektirir. Yabancı bir kadına cinsel organın dışında, uyluk, karın v.b başka yerine temas ise yalnız ta'ziri gerektirir. Çünkü bu, şer'an kendisine bir şey takdir edilmeyen münker bir fiildir.

     Zinanın Cezası
     Zinanın cezası, zina eden erkek veya kadının bekar ya da evli olmasına göre değişiklik gösterir. Dayak, taşlâ öldürme, sürgün ve İslâm Devletinin koyacağı bir ta'zir cezası bunlar arasındadır.

     1- Yüz Değnek Cezası
     Bekâr erkek veya kadının zina cezası yüz değnek olup, Kur'ân-ı Kerîm'le belirlenen bir had cezasıdır.
     "Zina eden kadın ve erkekten her birine yüz değnek vurun" (en-Nûr, 34/2).

     Dayak cezası uygulanan zina suçlusunun, suçun işlendiği yöreden bir yıl süreyle sürgün edilmesi İslâm'ın ilk dönemlerinde uygulanan bir ceza türü idi. Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: "Bekâr'ın bekârla zinası için yüz değnek ve bir yıl sürgün. Dulun dulla zinası için ise yüz değnek ve taşla recm vardır" (İbn Mâce, Hudûd, 7).
     Ancak bu uygulama Nûr sûresi inmezden önceye aittir. Bu sûre inince bekârlar için yalnız değnek (celde), evli (muhsan) olanlar için sünnetle recm cezası belirlenmiştir (es-Serahsî, el-Mebsût, 3. baskı, Beyrût 1398/1978, IX, 36 vd).
    Hanefilere göre celde cezasına sürgün ilâve edilmez. Çünkü âyette celde zina cezasının tümünü ifade eder. Ancak sürgün bir had cezası değil, İslâm Devlet başkanının görüşûne bırakılan ta'zir cezası kabilindendir. O sürgünde bir yarar görürse uygular. Nitekim, zina edenin tevbe edinceye kadar hapsedilebilmesi de bu niteliktedir.
     Şâfiî ve Hanbelîlere göre celde ve bir yıl sürgün birlikte uygulanır. Sürgün yeri seferîlik mesafesinden uzakta olmalıdır. Dayandıkları delil, yukarıda zikredilen sürgün bildiren hadistir. Ancak kadın kocası veya mahrem bir hısmı ile birlikte sürgüne gönderilir. Çünkü Hz. Peygamber; "Kadın, yanında kocası veya mahremi bulunmadıkça yolculuğa çıkamaz" (Buharî, Taksîr, 4, Mescidü Mekke, 6, Sayd, 26, Savm, 67; Ebû Dâvud, Menâsik, 3; Müslim, Hacc, 413-434; Tirmizî, Radâ', 15) buyurmuştur.
     Mâlikilere göre ise yalnız erkek sürgün edilir, yani bulunduğu beldeden uzakta hapsedilir. Kadın gittiği yerde de zina etmemesi için sürgün edilmez.
     Diğer yandan sürgün hadisinin sonundaki dul için öngörülen celde ve taşla recmin birlikte uygulanması dört mezhebe göre amel edilmeyen bir esastır. Çünkü muhsan (evli) için yalnız recm uygulaması bildiren hadisler daha sahihtir. Nitekim Ebu Hureyre ve Zeyd bin Hillit'ten bir topluluğun naklettiği işçi kıssası bunu ifade eder. İşçisi ile zina eden evli kadın olayında Hz. Peygamber, bekâr olan işçi için yüz değnek ve bir yıl sürgün cezasına, kadın için ise recm cezasına hükmetmiştir (es-Serahsî, a.g.e., IX, 37; ez-Zühaylî, a.g.e., VI, 39). Zâhirîlere göre, celde ve recm birlikte uygulanır. Onlar, sürgün hadisinin sonundaki "...evli evli ile zinasına yüz değnek ve taşla recm vardır" kısmının açık anlamına dayanırlar.

     2- Recm Cezası:
     Muhsan olan erkek veya kadının zinası için recm cezası konusunda İslâm bilginleri görüş birliği içindedirler. Delil; Sünnet ve İcmâ'dır.
     Hz. Peygamber'in evli olarak zina edene recm cezası uyguladığı tevâtüre ulaşan hadislerle sabittir.
     Bir hadiste şöyle buyurulur: "Müslüman bir kimsenin kanı şu üç durumda helal olur. Zina eden evli kimse, nefse karşılık nefsi ve İslâm toplumundan ayrılarak dinini terk edeni öldürmek" (Buhârî, Diyât, 6; Müslim, Kasâme, 25, 26; Ebu Dâvud Hudûd, 1; Tirmizî, Hudûd, 15, Diyât, 10; Nesâî, Tahrîm, 5, Kasâme, 6; İbn Mâce, Hudûd, Dârimî, Hudûd 2, Siyer, II).

     Hz. Peygamber'in recm uyguladığı olaylar şunlardır.
     a-
Evli bir kadınla zina eden bekâr için yüz değnek ve bir yıl sürgün cezası uygulanmıştır. Allah elçisi bir sahabeyi kadına göndererek şöyle buyurmuştur: "O kadına git, eğer suçunu itiraf ederse, onu recmet" (Buhârî, Hudûd, 3, 38, 46, Vekâlet,13; Tirmizî, Hudûd, 5, 8).
     b- Çeşitli yönlerden sabit olan Mâiz olayı. Mâiz, zinasını itiraf etmiş ve Rasûlüllah (s.a.s) onun recmedilmesini emir buyurmuştur (eş-Şevkânî, Neylü'l-Evtâr, VII, 95, 109; Zeylaî, Nasbu'r-Râye, III, 314 vd).
     c- Gâmidiyeli kadın zinasını ikrar etmiş ve doğumdan sonra recm uygulanmıştır (İbn Mâce, Diyât, 36; Mâlik, Muvatta ; Hudûd II; eş -Şevkânî, Neylü'I-Evtâr, VII, 109).

     İslâm ümmeti recmin meşrûluğu üzerinde icmada bulunmuştur. Ancak hâricîler ekolü recmi inkâr etmiştir. Çünkü onlar tevatür sınırına ulaşmayan haberleri delil olarak kabul etmezler (es-Serahsî, a.g.e., IX, 36).

     İhsan Terimi ve Kapsamı
     İhsan bir İslâm hukuku terimi olarak; bir erkek veya kadına had cezası uygulanabilmesi için bunlarda şer'an bulunması gereken vasıfları ifade eder. Bu niteliklere sahip erkeğe "muhsan", kadına "muhsana" denir. Çoğulu "muhsanat" tır.

     İhsan, zina iftirası (kazf) ve recm ihsanı olmak üzere ikiye ayrılır.
     Zina iftirası atılan kimsenin muhsan sayılması için akıllı, ergin, hür, müslüman ve zinadan iffetli bulunması gerekir. Bu nitelikler olunca iftiracıya âyette şu ceza öngörülür: Namuslu ve hür kadınlara zina iftirası atan, sonra da bunu dört şahitle ispat edemeyen kimselere seksen değnek vurun. Onların ebedî olarak şahitliklerini kabul etmeyin. Onlar fâsıkların ta kendileridir" (en-Nûr, 24/4).

     Ancak, kadın zinayı ikrar eder veya iftiracı dört şahitle bunu ispat ederse had cezası düşer (bk. "Kazf" mad)

     Recm için muhsan sayılmada ise erkek veya kadında yedi niteliğin bulunması şarttır. Bu nitelikler şunlardır: Akıllı olmak, ergin bulunmak, hür ve müslüman olmak, sahih nikâhlı bulunmak ve bu nikâhtan sonra eşiyle meni gelmese bile guslü gerektirecek şekilde cinsel temasta bulunmak. Bu şartlardan herhangi birisi bulunmazsa ceza yüz değneğe dönüşür. Bu duruma göre, küçük çocuk, akıl hastası, köle, kâfir, fâsit nikâhla evli kimse veya cinsel temas olmayan mücerred nikâhla evli kimse için "muhsanlık" söz konusu olmaz. Diğer yandan erkek muhsanlık şartlarını taşır fakat karısı küçük, akıl hastası veya cariye olmak gibi bir sebeple muhsan bulunmazsa, ondan bu arızalar kalktıktan sonra kocası onunla eşit şartlarda yeniden cinsel temasta bulunmadıkça koca muhsan sayılmaz. Çünkü bu yedi şartın eşlerde birlikte bulunması gerekir.

     Ebû Yusuf'a göre, bir müslüman sahih nikâhlısı olan bir gayri müslim kadınla cinsel temasta bulunmakla muhsan olur. Şâfiîler de bu görüştedir (eş-Şirâzî, el-Mühezzeb, II, 268). Buna göre, biri küçük, diğeri ergin, biri uykuda diğeri uyanık veya biri akıllı, diğeri akıl hastası olan karıkoca cinsel temasta bulununca, ehliyetli olan muhsan sayılır, daha sonra başkası ile zina ederse had cezası yalnız ona uygulanır.

     Muhsanlık sıfatının devamı için evliliğin devam etmekte olması şart değildir. Bu yüzden ömründe bir defa evlenen ve eşiyle cinsel temasta bulunup da, dul kalmış olan kimse de muhsan olabilir (Bilmen, a.g.e., III, 201).

9 Ocak 2021 Cumartesi

🍄🍃 İSTANBUL ANADOLU YAKASINDA HERHANGİ BİR İLÇEDE CAZİP İMKANLARLA BİR TATLI MARKASININ BAYİSİ OLMAK İSTERSENİZ! 🍃🍄

isinizikursaniza@gmail.com

 Yılların Markası 
Tatlı Üreticisi Kurumsal Bir Firma 
BAYİLİKLER VERMEYE
KARAR VERDİ!
(08.02.2021 den itibaren Bayilik Başvuruları
kabul edilmeye başlanacak...)
    Uzun yıllardır farklı markalara, marketlere, otellere, resmi ve özel kurumların tesislerine tatlı üretimi yapan ve yapmaya devam eden kurumsal bir firma perakende sektörüne kurumsal-markalı bayilikler vererek tatlı üretmeye başlayacak.
     08.02.2021 Pazartesi gününden itibaren firma ve ürünlerin tanıtımı ile Bayilik Şartları detaylıca açıklanmaya ve bayilik başvuruları alınmaya başlanacak ve devam edilecek...
     Yaklaşık 20 hamur tatlısı çeşidinden günlük binlerce kg. üretim yapan bu kurumsal firmanın kurucu yöneticisi Gönül Erleri Mail Grubumuzun üyesi... Bu kurumsal firma ilk bayiliklerini Gönül Erleri Mail Grubu üyelerimize çok özel imkanlarla verecekler (kendilerine çok teşekkür ediyoruz)...
     Eylül 2021 'e kadar sadece İstanbul ili Anadolu Yakasındaki her bir ilçenin farklı semtlerine, yani; Ataşehir, Beykoz, Çekmeköy, Kadıköy, Kartal, Maltepe, Pendik, Sancaktepe, Sultanbeyli, Şile, Tuzla, Ümraniye, Üsküdar ilçelerine en az 3, en fazla 5 er bayilik verilecek...
     Çok yakında duyurusuna başlayacağımız bayilik şartları ve fiyatlarından yukarıda belirttiğimiz her bir ilçedeki ilk bayiler için Yani ilk 20 Bayiye %50 indirim! Ayrıca; mail grubu üyelerimizin bulacakları kişilere de %25 indirim (%25 de bayi bulan üyemize prim!) sağlanacak...
havai-fisek-hareketli-resim-0030  
cizgi-hareketli-resim-0110
 Önem sıralamasının en başında; 
markanın kaliteli ürünler üretmesi ve
iyi hizmet vermesi gelmektedir...
cizgi-hareketli-resim-0110
Son hazırlıklar yapılıyor...
Bayilik için gerekli tüm ürünler;
tasarımdan, çatal-kaşık-tabak
hatta kürdanından tabelasına,
personel kıyafetine kadar tüm ürünlerin ve
kurulumun en uygun şekliyle maliyeti hesaplanıyor...
* 10-20 m2,
* 21-30 m2,
* 31-45 m2,
* 46-60 m2 ve
* 61-80 m2
büyüklükteki dükkanlar için
5 kademe bayilik planlanıyor...
Her bütçeye uygun...
Kendi işinizi kurma zamanı...
yiyecek-ve-icecek-hareketli-resim-0378  
 Kurulum bedeli kesinlikle maliyetin altında çıkarılacak.
(Üretici firma sürekli ürün satışından para kazanacak.
Kurulum maliyetlerinin uygun olması;
kurulumdaki tabelasından, mobilyasına,
buzdolabı, soğutucu, fırın vb. gerekli
büyük-küçük tüm alet-edevatın hepsinin
toplu ve yıllık anlaşmalarla alımından ötürü
normale göre bir hayli indirimli alınacak olmasından kaynaklanacak...)
 İlk 20 Bayiden franchise vs bedeli talep edilmeyecek.
 Markanın ürettiği 20 ye yakın tatlı çeşidinin fiyatları
gerçekten çok makul olacak ve
uzun yıllar da öyle devam edecek...
cizgi-hareketli-resim-0110  
 Ve farklı avantajlar ile Corona döneminde 
açılım, büyüme ve gelişmenin nasıl olacağı sergilenecek... 
 Tüm hazırlıklarını yapan firmanın 
 bayilik başvurusu duyurusuna yakında başlayacağız. 
  cizgi-hareketli-resim-0110
Üyelerimiz iş yeri açsın,
Açılan iş yerlerine personel alınsın ve
üretici üyelerimiz bayiler bulsunlar diye
duyurmaya devam edeceğiz...
cizgi-hareketli-resim-0110  
     İstanbul Anadolu Yakasında küçük imkanlarla (Yaklaşık 20-50 bin ₺ arası farklı büyüklükte ve taksitle ödeme imkanları ile) bayilikler verilecek. Kendi iş yerini açmak isteyenlere mailleri takip etmeye devam edin diyoruz...
hamur-isi-hareketli-resim-0082
     Bir süre sonra başka bölgelere, illere de bayilikler düşünülecek. 2021 Eylül sonrası Marmara bölgesindeki tüm illere birer İL ANA BAYİLİĞİ verilecek. O ildeki alt bayilere dağıtım, bayilik talep karşılanması, bayilere ürün verilmesi yetkisi de İL BAYİLERİNDE olacak.
yemek-yeme-ve-beslenme-hareketli-resim-0301
  

isinizikursaniza@gmail.com

8 Ocak 2021 Cuma

RİYÂZÜ'S SÂLİHÎN'DEN HADİS-İ ŞERİFLER ♥ ✿ܓ ♥ ANA BABAYA İYİLİK ve AKRABAYI ZİYARET * 2

RİYÂZÜ'S SÂLİHÎN
(40)
باب بر الوالدين وصلة الأرحام

ANA BABAYA İYİLİK ve
AKRABAYI ZİYARET
2

     318. Yine Ebû Hüreyre radıyallahu anh şöyle dedi:
     Bir adam Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’e gelerek:
     - Kendisine en iyi davranmam gereken kimdir? diye sordu.
Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem:
     - “Anan!” buyurdu.
Adam:
     - Ondan sonra kimdir? diye sordu.
     - “Anan!” buyurdu.
Adam tekrar:
     - Ondan sonra kim gelir? diye sordu.
     - “Anan!” dedi.
Adam tekrar:
     - Sonra kim gelir? diye sordu.
Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem:
     - “Baban!” cevabını verdi.
Buhârî, Edeb 2; Müslim, Birr 1.
Ayrıca bk. İbni Mâce, Vesâyâ 4;
Ebû Dâvûd, Edeb 120; Tirmizî, Birr 1
     Bir rivayete göre o adam:
     - Ey Allah’ın Resûlü! Kendisine en iyi davranılması gereken kimdir? diye sordu.
     Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem:
     - “Anan, sonra anan, daha sonra yine anan, sonra baban, sonra da sana en yakın olan akraban” buyurdu. Müslim, Birr 2
  • Açıklamalar:
     Peygamber Efendimiz’e bu soruyu yönelten kimsenin veya yöneltenlerden birinin Muâviye İbni Hayde adlı sahâbî olduğu anlaşılmaktadır.
     Peygamber Efendimiz kendisine en iyi davranılması gereken kimsenin ana olduğunu söylemekte, hatta onun bu iyi muameleyi, babaya nispetle üç misli daha fazla hak ettiğini belirtmektedir. Çünkü anne babaya kıyasla çocuğu karnında taşıma, dünyaya getirme ve emzirme gibi üç farklı ve pek sıkıntılı işi üstlenmiş durumdadır. Ayrıca çocuğu yetiştirip terbiye etme konusunda babadan hiç de geri kalmamaktadır. İşte bu ve benzeri sebepler, evlâdın saygısına, iyilik ve ikrâmına annenin daha fazla lâyık olduğunu göstermektedir.
     Bazı İslâm âlimleri, kendilerine iyilik yapma ve iyi davranma konusunda anne ile baba arasında fark bulunmadığını ileri sürmüşlerdir. Mâlik İbni Enes’in bu konudaki bir tavsiyesi, böyle düşünenleri cesaretlendirmiştir. Bir adam İmâm Mâlik’e sormuş:
     - Babam beni yanına çağırıyor, annem de gitmeme engel oluyor. Hangisinin sözünü tutayım?
     İmâm Mâlik de:
     - Babanın sözünü dinle, annene de karşı gelme! cevabını vermiş.
     Anne ile babaya aynı derecede iyilik edilmesi sonucunu İmâm Mâlik’in bu ifadesinden çıkarmak kolay değildir. Aynı soru İmâm Mâlik’in akrânı, hatta ondan beş yıl önce vefat eden büyük muhaddis Leys İbni Sa`d’a sorulmuş, o da:
     - Annenin sözünü dinle; çünkü o iyilik ve ikrâma üçte iki nisbetinde daha fazla hak sahibidir” cevabını vermiştir. Üçte iki dediğine göre, belliki “anan” sözünün iki defa tekrarlandığı rivayetlere bakarak böyle cevap vermiştir.
     Hadisimizin sonundaki “sonra da sana en yakın olan akraban” ifadesini nasıl anlamak gerektiğine şu rivayet bir ölçüde ışık tutmaktadır: “Annene, babana, sonra kız kardeşine ve erkek kardeşine...” (Ebû Dâvûd, Edeb 120).
     Dede ile kardeşten hangisi daha yakındır? sorusu tartışılmış, dedenin daha yakın olduğu görüşü ağırlık kazanmıştır.
  • Hadis-ş Şeriften Öğrendiklerimiz:
     1. Kendisine en fazla iyi davranılması, iyilik edilmesi gereken kimse annedir. Zira çocuğun dünyaya getirilmesinde ve büyütülmesinde en fazla çile çeken odur.
     2. Saygıya, iyilik ve itaate anneden sonra en fazla lâyık olan babadır.
     3. Akrabaya iyilik ve ikram edilirken yakından uzağa doğru bir sıra gözetilmelidir.


     319. Yine Ebû Hüreyre’den rivayet edildiğine göre Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
    “Anne ve babasına veya onlardan sadece birine yaşlılık günlerinde yetişip de cennete giremeyen kimse perişan olsun, perişan olsun, perişan olsun”
Müslim, Birr 9, 10

  • Açıklamalar:
     Anne ve baba hangi yaşta bulunursa bulunsun, evlâdın onlara karşı görevlerini yapması gerekir.
     Anne, baba varlıklı olabilir; evlâdının parasına puluna ihtiyaç duymayabilir. Hatta kendilerine bakan, işlerini gören hizmetkârları da bulunabilir. Bu durumda evlâda düşen görev, onların gönlünü almak; isteklerini yerine getirmektir. Çünkü paranın her şeye gücü yetmez. Sevgi dolu bir bakış, candan bir davranış, muhabbetle kucaklayış parayla alınabilecek şeyler değildir.
     Hadisimizde hayırsız bir evladın acıklı âkıbetinden söz edilmektedir. Anne ve babasının veya onlardan birinin ihtiyarlık zamanına yetişip de kendilerine evlâtlık vazifesini yapamadığı için cennete giremeyen bir zavallının acıklı sonu anlatılmaktadır. Böylesi bir kimse anne ve babasına veya onlardan birine şefkat ve merhamet göstermediği, elindeki imkânı onlarla paylaşmadığı için Allah Teâlâ’nın merhametini kaybetmiş, sonuç itibariyle zillete ve sıkıntıya düşmeyi, perişan olup gitmeyi hak etmiştir.
     Evlât çocukluk günlerinde güçsüzdü. Ne karnını doyurabilmek için parası, ne de yiyeceklerini ağzına götürebilecek idrâki ve kuvveti vardı. Anne ve baba sâyesinde büyüdü, gelişti, iş güç sahibi oldu. Şimdi evlat güçlendi; fakat ilâhî takdirin gereği, bu defa anne ve baba güçsüz kaldı. Sadece güçsüz kalmadı; tıpkı o evlâdın idrâkten ve anlayıştan yoksun olduğu günlerdeki gibi idrâkleri zayıfladı; büsbütün çocuklaştılar.
     Anne ve babası veya onlardan sadece biri bu durumda olan evlât, vaktiyle onların kendisine gösterdiği anlayışın yarısı kadar hoşgörülü olsaydı, şüphesiz ondan hem anne ve babası, hem de Allah Teâlâ razı olacaktı. Ne yazık ki evlâdın anlayışlı olmaması ve bu sebeple görevini lâyıkıyla yapmaması, ona, ayağına kadar gelmiş olan cenneti kaybettirdi.
     Şayet kendisinden bahsettiğimiz kimse iyi bir evlat olsaydı, nice sıkıntılarına katlanarak kendisini yetiştirenlere vefa borcunu öder, sonra da el açıp -âyet-i kerîmede tavsiye edildiği üzere- şöyle niyâz ederdi

   “Rabbim! Onlar beni küçüklüğümde nasıl koruyarak büyüttülerse, şimdi sen de onlara öyle merhamet et!”
[İsrâ sûresi (17), 24].

     Hadis-i Şeriften Öğrendiklerimiz:
     1. Anne ve baba hangi yaşta olursa olsun, onlara iyilik etmelidir.
     2. Yaşlandıkları zaman yardıma ve himâyeye daha çok muhtaç oldukları için kendilerini dâimâ kollayıp gözetmelidir.
     3. Anne ve babaya karşı gelmek, onlara fena davranmak, Cenâb-ı Hakk’ın gazabını çekecek büyük günahlardan biridir.

     320. Yine Ebû Hüreyre radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre bir adam:
     - Yâ Resûlallah! Benim akrabam var. Ben kendilerini ziyaret ediyorum, onlar bana gelip gitmiyorlar. Ben onlara iyilik ediyorum, onlar bana kötülük ediyorlar. Ben onlara anlayışlı davranıyorum, onlarsa bana kaba davranıyorlar, dedi.
     Bunun üzerine Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
     - “Eğer dediğin gibi isen, onlara sıcak kül yutturmuş oluyorsun. Sen böyle davrandıkça, Allah’ın yardımı seninledir.”
Müslim, Birr 22
  • Açıklamalar
     649 numara ile tekrar okuyacağımız bu hadîs-i şerîfte Resûl-i Ekrem Efendimiz’in teşbihle anlatımını görüyoruz. Sıcak kül yiyen bir adam, korkunç bir ıstırap çeker. Midesi yanmaya, bağırsakları kavrulmaya ve aşırı derecede susuzluk duymaya başlar. Ne kadar su içerse içsin, harareti bir türlü sönmez.
     Akrabasının anlayışsızlığına göz yuman, kötülüğünü iyilikle karşılayan, kabalığını bağışlayan bir kimse, ilâhî emre uymanın ve onu uygulamanın derin hazzını ve huzurunu tadarken, ona kötü davranan yakınları, yaptıklarından dolayı bir müddet sonra elem duymaya başlarlar. Bu asîl davranış karşısında ezilir, perişan olur, yerin dibine geçerler. Böyle bir duruma göre sıcak kül teşbihinin anlamı, sen onların yüzüne sıcak kül serpiyor ve yüzlerini kül rengine buluyorsun, demektir.
     Sıcak kül yedirme teşbihini daha farklı şekilde anlayanlar da vardır. Buna göre Peygamber Efendimiz o kimseye, senin yaptığın iyilikler ve onlara yedirdiğin nimetler, ileride sıcak kül gibi onların mide ve bağırsaklarını yakacaktır, demek istemiştir.
     Güzel dinimiz, iyilik yapana teşekkür edilmesini emretmiş, böyle davranmakla Allah Teâlâ’ya da şükredilmiş olacağını belirtmiştir. Akrabasının getirip verdiği nimetlerden faydalandığı hâlde, ona teşekkür etmek şöyle dursun, üstelik bir de fenalık yapan nankör kimse, Allah’a da şükretmiyor demektir. Böyle birinin yedikleri haramdır. Bu haram onun karnında bir ateş olup kendisini perişan edecektir.
     Demek oluyor ki, sen onlara sıcak kül yediriyorsun sözünün anlamı, sen onlara ateş yediriyorsun anlamına gelmektedir.
     Sahîh-i Müslim’deki rivayette, buraya alınmayan bir cümle daha vardır. Resûlullah Efendimiz, akrabasının vefasızlığından bahseden bu zâta şu sözleri de söylemiştir:
    “Eğer sen bu şekilde davranmaya devam edersen, onlara karşı senin yanında Allah Teâlâ’nın görevlendireceği bir yardımcı dâimâ bulunacaktır.”

     Meşhur atasözümüz ne kadar doğruymuş:
    “İyilik yap, denize at; balık bilmezse, Hâlık bilir.”
  • Hadis-i Şeriften Öğrendiklerimiz:
    1. Akrabaları ziyaret etmek, onlarla ilgiyi kesmemek dinî bir görevdir.
    2. Akrabalar bizi ziyaret etmese, iyiliklerimize cevap vermese bile onlarla bağımızı koparmamalıyız.
    3. Akrabasının iyiliklerine karşılık vermeyip onlarla ilgisini kesenler, ilâhî cezayı hak etmiş olurlar.


     321. Enes radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
     “Rızkının çoğalmasını, ömrünün uzamasını isteyen kimse, akrabasını kollayıp gözetsin.”
Buhârî, Edeb 12, Büyû` 13;
Müslim, Birr 20, 21.
Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Zekât 45
  • Açıklamalar:
     Resûl-i Ekrem Efendimiz’in bu hadîs-i şerîfte belirttiğine göre, akrabayı kollayıp gözetmenin insana sağlayacağı iki önemli fayda vardır. Bu faydalardan biri rızkın artması, diğeri ömrün uzamasıdır.
     Halbuki bildiğimize göre rızıklar da, eceller de takdir ve tâyin edilmiştir. Onların artması da azalması da mümkün değildir. Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:
    “Ecelleri gelince ne bir an geri kalırlar, ne de bir an ileri gidebilirler” 
[A`râf sûresi (7), 34].
     İlk bakışta hadisimizin bu âyete ters düştüğü sanılabilir. Fakat çelişkili görülen bu durumu birkaç şekilde açıklamak mümkündür.
     Birinci açıklama şöyle yapılabilir:
     Hadiste sözü edilen “ömür uzaması”, kinâyeli bir anlatım olabilir. O takdirde hadisi şöyle anlamak gerekir:
    Allah Teâlâ akrabalarını görüp kollayan kimseyi bol bol ibadet etmeye, hayırlı işler yapmaya muvaffak kılar. O da ömrünü boşa geçirmez; âhirette kendisine faydalı olacak işler yapar. Ölümünden sonra insanlar onu hayırla anarlar. Böylece o kimse, yaşıyormuş gibi sevap kazanmaya devam eder. Sadaka-i câriye hadisinde sözü edilen ve öldükten sonra bile insana sevap kazandıran işleri yaparak geride herkesin faydalanacağı güzel bir ilim ve değerli kitaplar bırakabilir. Veya herkesin faydalanacağı yapılar inşâ edebilir. Böylece adı sanı kolay kolay unutulmaz, uzun yıllar hayırla anılır. Uzun bir ömre sığabilecek bu şeyleri yapmasına izin vermekle Allah Teâlâ onun ömrünü uzatmış olur. Yahut o kimse hayırlı evlatlar yetiştirebilir. O evlatlar vasıtasıyla hayırları devam eder.
     İkinci açıklama:
     Rızkın artması ve ömrün uzaması ifadeleri, kinâye değil hakikat olabilir. O takdirde ömrün uzaması sözünü şöyle anlamak gerekir:
     Âyette ifade edilen “ecelin bir an geri kalmaması veya ileri gitmemesi” konusu Allah Teâlâ’nın ilmine göredir. Onun ilmi değişmez. Eceli nasıl tâyin etmişse ve bunu nasıl biliyorsa, o aynen meydana gelir. Değişecek olan ise meleğin bilgisidir. Kâinâtı melekleri vasıtasıyla yöneten Allah Teâlâ, ömür işlerini de bir meleğin sorumluluğuna vermiştir. Olabilir ki Allah Teâlâ ömürle ilgili meleğe şu tâlimâtı vermiştir:
     “Eğer falan adam akrabalarını koruyup gözetirse, ömrü yetmiş sene olsun. Akrabalarıyla ilgisini keserse, ömrü altmış sene olsun.”
     Buna göre değişen ömür, meleğin bildiği ömürdür. Çünkü melek bir kimsenin ileride akrabasıyla ilgilenip ilgilenmeyeceğini bilemez. O ancak olup biteni bilir. İşte artıp eksilecek olan, meleğin bildiği ömürdür. Şu âyet bunu göstermektedir:
     “Allah dilediğini silip yok eder. Dilediğini de olduğu gibi bırakır. Bütün kitapların aslı O’nun yanındadır” [Ra`d sûresi (13), 39]. Bütün kitapların aslı sözüyle kastedilen, Levh-i mahfûz’dur.
     Acaba Resûl-i Ekrem’in bu ifadesi kinaye mi, yoksa hakikat mıdır?
     Birçok âlime göre bu sözler kinâyedir. Öyle olunca, yukarıda da anlatıldığı üzere hadisin mânası, Cenâb-ı Hak sıla-i rahim yapan kimsenin güzel ve faydalı işler yapmasına yardım eder, demektir.
     Üçüncü açıklama:
     Bazıları bu ifadeyi, “Allah Teâlâ akrabasını gözeten kimsenin aklını ve anlayış kabiliyetini hastalıklardan korur” şeklinde anlamış; bazıları da bunu “rızkın ve ilmin bereketli, vücudun sağlam olması” tarzında izah etmişlerdir.

     Rızkın çoğalmasını, ömrün uzamasını bereket olarak kabul edenler, bunu sadaka hadisiyle açıklamaya çalışmışlardır. Bilindiği gibi sadaka malı bereketlendirmek suretiyle çoğaltır. Sıla-i rahim de bir sadaka olduğuna göre o da malı ve ömrü bereketlendirir.
  • Hadis-i Şeriften Öğrendiklerimiz
     1. Akrabayı ihmâl etmemek dinî bir görevdir.
     2. Allah Teâlâ akrabasını görüp gözetenlerin rızkını artırır, ömrünü uzatır. Diğer bir söyleyişle onlar:
   * Hayatlarını Allah’a ibadetle ve O’nun hoşnut olduğu işleri yapmakla geçirirler.
   * Zamanlarını boşa harcamazlar.
   * Mutlu ve sağlıklı olurlar; yaşamanın zevkini tadarlar.
   * Allah onlara hayırlı evlâtlar nasip eder.
   * Öldükten sonra bile hayırla anılırlar.

     322. Yine Enes radıyallahu anh şöyle dedi:
     Medine’de ensâr arasında en fazla hurmalığı bulunan Ebû Talha idi. Ebû Talha’nın en sevdiği malı da Mescid-i Nebevî’nin karşısındaki Beyruhâ adlı hurma bahçesiydi. Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem bu bahçeye girer ve oradaki tatlı sudan içerdi.
     Enes (sözüne devamla) dedi ki: “Sevdiğiniz şeylerden Allah yolunda harcamadıkça, en iyiye eremezsiniz” âyet-i kerîmesi nâzil olunca, Ebû Talha Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in yanına geldi ve:
    - Yâ Resûlallah! Cenâb-ı Hak sana “Sevdiğiniz şeylerden Allah yolunda harcamadıkça, en iyiye eremezsiniz” âyetini gönderdi. En sevdiğim malım Beyruhâ adlı bahçedir. Onu Allah rızası için sadaka ediyorum. Allah’dan onun sevabını ve âhiret azığı olmasını dilerim. Beyruhâ’yı Allah’ın sana göstereceği şekilde kullan, dedi.
     Bunun üzerine Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
    - “Âferin sana! Kârlı mal dediğin işte budur! Seni duydum, Ebû Talha. Onu akrabalarına vermeni uygun görüyorum.”
     Ebû Talha:
     - Öyle yapayım, yâ Resûlallah, dedi ve bahçeyi akrabaları ve amcasının oğulları arasında taksim etti.
Buhârî, Zekât 24, Vekâlet 14, Vesâyâ 10, 17, 26,
Tefsîru sûre (3) 5, Eşribe 13;
Müslim, Zekât 42, 43
  • Açıklamalar:
    “Sevdiği Değerli Malları İnfak Etmek” bahsinde 299 numara ile bu hadîs-i şerîf geçmiş ve orada geniş bir şekilde açıklanmıştı. Hadisimiz akrabayı koruyup gözetme konusuyla yakından ilgili olduğu için burada tekrar alınmıştır.
    Yiğitlik çeşit çeşittir. Adam hem yakaladığı rakibini bir hamlede yenecek kadar güçlü hem de varlıklı olabilir. Böyle bir yiğite “Sevdiğiniz şeylerden Allah yolunda harcamadıkça, en iyiye eremezsiniz” âyetini okuyarak “haydi bu konuda da yiğitliğini göster” dendiği zaman, malını infâk etme konusunda onun son derece güçsüz yâni cimri olduğu görülebilir.
     Ebû Talha hem bedenen yiğit hem mâlen zengin hem de canını ve malını Allah yolunda harcamaktan zevk duyan gerçek bir yiğitti. Ashâb arasında gür sesiyle tanınırdı. Öyle bir sesi vardı ki, Peygamber Efendimiz’in ifadesiyle bu ses, savaş meydanlarında bir grup insana bedeldi. Uhud savaşında göğsünü Resûlullah’a siper edenlerin başında o vardı. Medineli sahâbîler içinde en fazla hurma bahçesine sahip olan Ebû Talha idi. Allah rızası için malını harcamaya dair yukarıda geçen âyet nâzil olunca, en iyi mevkide bulunan, en verimli ve en çok sevdiği bahçesini Resûlullah Efendimiz’e sundu. Onu dilediğin şekilde kullan, dedi. Onun bu yiğitliği Resûl-i Ekrem’i pek sevindirdi. Ebû Talha’nın şahsında bu konuda bir prensip yerleştirmek isteyen Efendimiz, en sevilen malın en uygun yere verilmesi gerektiğini belirtti ve bahçeyi akrabalarına vermesini tavsiye etti.
     Demek ki bir insan, malını Allah rızası için harcamaya karar verince, öncelikle akrabalarını düşünecekti. Onların içinde korunup gözetilmeye ihtiyacı olanları öncelikle himâye edecekti. Ebû Talha da öyle yaptı. Peygamber Efendimiz’in şâiri Hassân İbni Sâbit ve Kur’an’ı en iyi bilmesiyle tanınan büyük sahâbî Übey İbni Ka`b onun yakın akrabalarıydı. Aralarında bu iki zâtın da bulunduğu diğer akrabalarına bu hurma bahçesini taksim etti.
     Bahçenin değeri hakkında bir fikir vermesi bakımından şunu belirtelim: Hassân daha sonraları bu bahçeden hissesine düşen kısmı Muâviye İbni Süfyân’a yüz bin dirheme sattı. Bu parayı bugünün râyici ile hesaplamaya çalışırsak, yirmi bin koyun ettiğini görürüz. İşte Ebû Talha, ne kadar değerli olursa olsun dünya malını Allah uğrunda harcamasını bilen böyle bir yiğitti.
     Ashâb-ı kirâm, kendilerine bakarak yolumuzu tâyin ettiğimiz yıldızlardır. Elbette onlar gibi olamayız. Ama onlar gibi olmaya gayret etmek zorundayız. Tıpkı onlar gibi, Allah’ın bize lûtfettiği imkânlardan akrabamızı faydalandırmalıyız. Böyle güzel bir hizmetin rûhumuzu yüceltmesine imkân vermeliyiz. Cenâb-ı Hakk’ın rızasını böyle fedakârlıklarla aramalıyız.
  • Hadis-i Şeriften Öğrendiklerimiz:
     1. Allah rızası için verdiğimiz şeyler iyi, kaliteli ve değerli olmalıdır.
     2. Sevap kazanmak için yapılacak harcamalarda, öncelikle akrabalar düşünülmeli; yardıma onlardan başlanmalıdır.
     3. Önemli bir hayır yapılacağı zaman, o günün şartlarına göre Allah’ı en çok memnun edecek şeyin ne olduğunu bilen kimselere danışmalıdır.

     323. Abdullah İbni Amr İbni Âs radıyallahu anhümâ şöyle dedi:
     Bir adam Peygamber aleyhisselâm’ın yanına gelerek:
    - Hicret ve cihâd etmek üzere sana bîat ediyorum. Bunların sevabını Allah’tan dilerim. dedi.
     Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem:
     - “Ana ve babandan hayatta olanlar var mı?” diye sordu.
     Adam:
    - Evet, her ikisi de hayatta, dedi.
     Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem:
     - “Allah’tan sevap kazanmak istiyorsun değil mi?” diye sordu.
     Adam:
     - Evet, deyince:
     - “Ana ve babanın yanına dön. Onlara iyi bak!” buyurdu.
Buhârî, Cihâd 138, Edeb 3;
Müslim, Birr 6

     Bu rivayet Sahîh-i Müslim’den alınmıştır. Buhârî ile Müslim’in bir başka rivayeti ise şöyledir:
     Bir adam Resûlullah’ın yanına gelerek cihâd etmek üzere ondan izin istedi. Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem:
     - “Anan, baban sağ mı?” diye sordu.
     Adam:
     - Evet, deyince:
     - “Öyleyse onlara hizmet etmeye çalış!” buyurdu.

Buhârî, Cihâd 138; Müslim, Birr 5.
Ayrıca bk. Tirmizî, Cihâd 2;
Nesâî, Cihâd 5
  • Açıklamalar:
     Peygamber Efendimiz ashâb-ı kirâmdan dinin bazı esaslarına bağlı kalacaklarına dair zaman zaman söz alırdı. Bu söz alma ve söz verme işine biat denirdi. Meselâ sahâbîlerden namaz kılmak, zekât vermek, zina ve iftira etmemek gibi konularda, kadınlardan, özellikle ölünün arkasından bağıra çağıra ağlamamak konusunda biatlar almıştı (bk. 184, 188 ve 1664 numaralı hadisler). Bazan da sahâbîler Efendimiz’e gelirler ve meselâ:
     - Yâ Resûlallah! Müslüman olmak üzere sana biat edeceğim, derlerdi. O zaman Peygamber Efendimiz bu biatı ya aynen veya bazı şartlar ileri sürerek kabul ederdi. Meselâ:
     - “Herkese iyi davranmak, herkesin iyiliğini istemek şartıyla biatını kabul ediyorum” derdi. O sahâbî de bu esaslara uyacağına dair söz vermiş yâni biat etmiş olurdu.
     Bu hadîs-i şerîfte Resûl-i Ekrem’in huzuruna gelen sahâbî, ona iki konuda biat etmek istediğini söylüyor. Biri Medine’ye hicret etmek, diğeri de Allah yolunda savaşmak.
     O devirde bütün sahâbîler, yeni kurulan İslâm devletini desteklemek üzere Medine’ye hicret etmek yâni oraya gidip yerleşmek zorunda idiler. Hicretin 8. yılında (629) Mekke fethedilinceye kadar hicret etme mecburiyeti devam etti. O tarihten sonra bu mecburiyet kalktı. Fakat cihâd yani Allah yolunda savaşma hâli devam edip gitti.
     Peygamber Efendimiz’in cihâd için izin vermeden önce bu sahâbîye “Ana veya babadan biri sağ mı?” diye sorması cihâdın hicretten farklı olduğunu göstermektedir.
     Cihâd başlıca iki türlüdür: Biri zorunlu olan cihaddır. Devlet düşmana karşı savaş açmışsa, buna herkesin katılması gerekir. Savaşa bizzat katılmak zorunda olan kimselerin anne ve babalarından izin almaları gerekmez. Hatta onlar izin vermeseler bile savaşa giderler. Bir de zorunlu olmayan cihâd vardır. Devlet düşmana savaş açmadığı hâlde, müslümanlar hudut boylarına gidip çıkabilecek bir savaşa katılmak üzere hazır kuvvet olarak bekleyebilir veya gönüllülerden oluşan birliklerle bazı ufak çapta cihadlar yapılabilir.

     Hadisimizde sözü edilen cihâdın farz olmadığı anlaşılmaktadır.
     Demek oluyor ki, anne ve babaya hizmet etmek, onlara bakıp gözetmek bir nevi cihâddır. Anne ve babasını veya onlardan birini memnun eden kimse nâfile cihâd etmiş gibi sevap kazanır. Zira cihâda giden kimse savaş masraflarının tamamını bizzat temin etmek zorundadır. Diğer bir söyleyişle cihâd hem malla hem de bedenle yapılır. Anne ve babaya hizmetin cihâd sayılmasının bir sebebi de, onlara hem bizzat bedenle hizmet etmenin hem de malını onlar uğrunda harcamanın gerekli oluşudur.
     Başka hadislerden öğrendiğimize göre, mecburi olmayan savaşlara katılarak sevap kazanmak isteyenlerin, hayatta olan anne ve babalarından izin almaları gerekir. Zira o sıralarda anne ve babanın bakıma ihtiyacı olabilir. Nitekim sahâbîlerden biri Yemen’den hicret ederek Medine’ye Efendimiz’in huzuruna gelmiş ve cihâda katılmak üzere ondan izin istemişti. Resûl-i Ekrem ile aralarında şöyle bir konuşma geçti:
     - “Yemen’de kimsen var mı?”.
     - Anam, babam var, yâ Resûlallah.
     - “Onlar sana izin verdiler mi?”
     - Hayır, vermediler.
     - “Haydi Yemen’e git; onlardan izin iste! İzin verirlerse gel, cihâd et! Vermezlerse, ananı babanı memnun etmeye çalış” (Ebû Dâvûd, Cihâd 31).
     Hicret ederken bile anne ve babanın iznini ve rızasını almak gerekir. Vaktiyle sahâbîlerden biri Efendimiz’in huzuruna geldi ve:
     - Ana ve babamı geride ağlar durumda bıraktım ve hicret etmek üzere sana biat etmeye geldim, dedi.
     Resûl-i Ekrem Efendimiz bu zâta şu son derece mânalı karşılığı verdi:
     - “Hemen onların yanına dön! Onları ağlattığın gibi yüzlerini tekrar güldür!”
Ebû Dâvûd, Cihâd 31;
Nesâî, Bey`at 10

     Hicret ve nâfile cihâd için anne ve babanın izni şart olduğuna göre, umre yapmak, nâfile haccetmek ve bazı mübarek yerleri ziyâret etmek için mutlaka onlardan izin almak gerekir.
     Bu bilgiler bize gösteriyor ki, anne ve babaya hizmet etmek, evlâdın en önemli vazifesidir. Bir kimse anne ve babasına hizmet ederek, oturduğu yerde, tıpkı cihâd etmiş gibi sevap kazanabilir.
  • Hadisten Öğrendiklerimiz:
     1. Anne ve babaya itaat etmek farz, onlara karşı gelmek büyük günahtır.
     2. İnsan anne ve babasına iyilik ve itaat ederek çok büyük sevaplar kazanır.

7 Ocak 2021 Perşembe

SAĞLIKLI HAYAT ლ🍇🌺ლ Emzirme Döneminde Beslenme

Emzirme Döneminde Beslenme

     Emzirme, bebeğin sağlıklı büyümesi ve gelişmesi için en uygun beslenme yöntemidir. Anne ile bebeğin sağlığı üzerinde biyolojik ve psikolojik bir etkiye sahiptir. Emzirme sırasındaki enerji ve besin öğeleri ihtiyacı gebelikte olduğundan daha fazladır. Anne gebelikte iyi beslenmişse, ihtiyaçlarını kısmen karşılayabilecek yağ deposuna sahiptir. Bu yağ deposunun kullanılması ile doğumu izleyen ilk haftalarda anne kilo kaybeder.

     Emziklilik döneminde süt üretimi için gerekli olan enerji iki kaynak­tan sağlanır:
     1. Gebelik süresince vücut yağı olarak depolanan enerji,
     2. Besin gruplarından gelen enerji.

     Süt veren kadın hem kendi vücudundaki besin öğeleri depolarını dengede tutmak hem de salgıladığı sütün karşılığı olan enerji, protein, mineral ve vitamin­leri almak için yeterli ve dengeli beslenmelidir. Aksi takdirde kendi vücut depolarından harcamaktadır. Bu da sağlığının bozulmasına ve yetersiz süt salgılanmasına neden olmaktadır.

     Emziklilikte Enerji ve Besin Öğeleri İhtiyacı
     Sütü ile bebeğin ihtiyacını tamamen karşılayan bir kadın günde ortalama 700-800 mL süt salgılar. Bu sütün karşılığı olan enerji ve besin öğeleri ihtiyacı emziklilik dönemi­nde de normal gereksinmeye ek yapılarak artırılmalıdır.
Yeterli düzeyde anne sütü üretimi için yeterli miktarda sıvı almaya özen gösterilmelidir. Günde en az 8-12 bardak sıvı alınması yeterlidir. Emziklilik döneminde suyun yanı sıra besin değeri yüksek süt ve meyve suyu gibi içecekler tercih edilmelidir. Süt ve meyve suyu aynı za­manda diğer besin öğelerinin tüketimini de sağlayacağından, anne sütü verimliliğini de etkileyecektir. Örneğin; süt tüketimi kalsiyum, meyve suyu ise C vitamini sağlayacaktır.
     Emziklilik döneminde zayıflama diyeti yapılmamalıdır. Bu dönemde enerji alımı günlük 1800 kalorinin altına düşerse, vücut için gerekli olan besin öğelerini yeterli düzeyde alınmamaktadır. Özellikle emziklilik döne­minin başında düşük kalorili bir diyet uygulaması süt yapımını azaltmakta ve sütün besin değerini olumsuz etkilemektedir.
     Emziklilik döneminde alkol ve sigara kullanılmamalıdır.
Soğan, sarımsak, brokoli, kabak, karnabahar, acı baharatlar veya kuru baklagiller, anne sütünün tadını değiştirebilir. Bu durum bazı bebeklerde hu­zursuzluk (gaz oluşturması, emmeyi reddetme gibi) yaratırken, bazıları hiç fark etmeyebilir. Bebeğinizde ciddi birtakım huzursuzluklar gelişirse, bu tür besinler ya daha az sıklıkla tüketilmeli ya da hiç tüketilmemelidir.

Broşür için pdftıklayınız.

Önceki Konulara
Aşağıdaki Başlıkları Tıklayıp
Bağlanabilirsiniz...

Sağlıklı Beslenmek / VİTAMİNLERİN ÖNEMİ!

Neden Yaşlanırız?      Doğal yaşlanma sürecinde cildimizin esnek yapısı git gide azalmaktadır. Esnekliğin azalması cildimizin genç görünümün...