6 Mart 2022 Pazar
T.C. ADALET BAKANLIĞI BAKANLIK MERKEZ ve MERKEZ ATAMALI TAŞRA TEŞKİLATI 301 SÖZLEŞMELİ PERSONEL ALIM İLANI
8 Şubat 2022 Salı
SAĞLIKLI HAYAT / AĞIZ VE DİŞ SAĞLIĞI * 5 / Ağız ve Diş Sağlığında Kullanılan Ürünler
Hayat...
Diş fırçası ön, arka ve çiğneme yüzeyleri olmak üzere dişlerin üç bölümüne erişir. Bu nedenle ara kısımlara ulaşarak etkin bir temizlik sağlayan diş ipi, ağız bakımının ayrılmaz bir unsuru olmalıdır. Düzenli diş ipi kullanımı, dişlerin arasında kalan ve kötü kokuya neden olan artıkları yok ettiği için ağız kokusuyla da mücadele eder. Diş ipi kullanımı diş fırçalamadan sonra gelen en önemli ağız ve bakım uygulamasıdır. Diş fırçası ile temizlenemeyen yiyecek artıkları, diş ipi yardımıyla temizlenir. Böylece ara yüz çürüklerinin ve diş ve diş eti hastalıklarının ana nedeni olan plak oluşumunun önüne geçilmiş olur.
Diş Fırçası
Dişeti hastalıklarının ve diş çürüğünün ana nedeni olan dental plak, içerisinde bakterilerin bulunduğu bir tabakadır. Karmaşık bir yapısı olan dental plak, diş yüzeyleri üzerinde doğal olarak bulunur. Plağın birikmesi hastalık yapıcı bakterilerin plak bünyesinde artması anlamına gelir. Dental plağın aşırı birikmesinin önüne geçilememesi sonucunda, içerisindeki bakteriler zararlı ürünleri ile ağız sağlığının bozulmasına neden olmaktadır. Araştırmalar plak kontrolünü gerek sağlığın kazanılması gerekse sürdürülmesi için zorunlu kılmıştır. Mevcut bilimsel verilerin ışığı altında dental plağı uzaklaştırmanın en etkili yolu diş fırçası ve diğer yardımcı araçlar (diş ipi, diş arası fırçası vs.) kullanarak diş üzerindeki plağın uzaklaştırılmasını sağlayan ve günde en az 2 kere yapılan mekanik temizliktir.
Mekanik temizlikteki başarı; başka bir deyişle plak kontrolü, düzenli diş fırçalanması, diş fırçasının plak kaldırma etkinliği ve diş aralarının temizlenmesine bağlıdır. İyi bir diş fırçası, fırçalama işlemini kolaylaştırmalı, fırçalama sırasında etkili bir şekilde plak kaldırabilmeli ve temizlerken diş ve dişeti dokularına zarar vermemelidir. Diş hekimleri, diş fırçalarının en geç 3 ayda bir yenisiyle değiştirilmesini önerirler. En geç 3 ayda bir değiştirme ihtiyacının nedeni, diş fırçasının aşınmasıyla fırçalama işleminin etkin yapılamaması ve fırçalama esnasında diş ile dişeti dokularına zarar verebilmesidir. Diş fırçasının kıllarının kullanıma bağlı olarak aşınması nedeniyle 3 ay kullanılmış bir diş fırçası plak kaldırmada, yeni fırçadan daha az etkindir.

Bazı çalışmalar, elektrikli diş fırçalarının plak temizleme konusunda daha başarılı olduğunu gösteriyor. Burada unutulmaması gereken nokta şudur: plak temizlemedeki en büyük etken doğru bir şekilde doğru bir sürede dişlerin fırçalanmasıdır, eğer manuel bir fırça ile bunu en doğru şekilde yapıyorsanız aradaki fark göz ardı edilebilir. Elektrikli diş fırçasının en büyük artısı el yeteneği gelişmemiş veya kısıtlı kişilerde işlemi kolaylaştırması ve normal bir bireyde ise standardize ederek daha kolay hale getirmesidir.
Diş Macunu
Diş yüzeyinde kendine bir yaşam alanı kuran plakları ve bakterileri ortadan kaldırmaya ve diş eti hastalıklarına karşı savaşmaya yardım eden diş macunu ağız sağlığı için son derece önemlidir. Çoğu diş macunun içinde, diş minelerini güçlendiren ve diş çürümesiyle mücadele eden materyaller bulunur. Burada önemli olan doğru diş fırçalama tekniğidir. Diş macununu yardımcı olarak kullanmak gerekir. Doğumdan üç yaşına gelene kadar çocuklarda diş macunu kullanımı önerilmemektedir. 3 yaşından sonra kullanım sağlanabilir. Fakat bunda da belirli hususlara dikkat etmek gerekir. Diş macunu 3-5 cm değil, bir bezelye tanesi kadar fırçanın üzerine konulmalıdır. Bu miktar dişlerin fırçalanması için yeterlidir. Düzenli diş fırçalama alışkanlığına edinen çocuklar, ileride sağlıklı dişlere sahip olacaktır. Diş macunu tüpünün altındaki renkli kare ürünün içeriğinde bulunan kimyasal oranlarını yansıtmamaktadır.
Bu yazı Sağlık Bakanlığı'nın şu sayfasından alınmıştır...
7 Şubat 2022 Pazartesi
RİYÂZÜ'S SÂLİHÎN (53) / KORKU VE ÜMİT ARASINDA YAŞAMAK
İnsanın sağlığı yerinde iken, korku ve ümidi birbirine eşit olmalıdır. Hastalık halinde ise, ümidi daha ağır basmalıdır. Kitap, sünnet ve diğer naslardan çıkarılan şer’î kurallar bu konuda birbirini desteklemektedir.
- Âyet-i Kerimeler:
Âyet-i Kerimede geçen mekr, Allah Teâlâ’nın nimet verip dururken ansızın azâba çarptırması, günah işlemelerine rağmen insanlara azâb etmeyip süre tanıması gibi anlamlara gelmektedir. Mekr, sonuçta Allah Teâlâ’nın azâbı, düzen kuranların düzenini bozması, onları belki de hiç beklemedikleri bir zamanda yakalayıvermesi demektir. Bu sebeple mevcut duruma bakarak kimsenin Allah’ın azâbına karşı kendisini emniyette hissetmemesi, daima bir gün azâba uğrayabileceği endişe ve korkusu içinde bulunması gerekir. İnsanın başarıları ve ne yaparsa yapsın başına herhangi bir sıkıntının gelmemesi onun için aslâ bir garanti anlamı taşımaz. Hata ve günahlarından dolayı her an hesaba çekilebileceğini asla unutmamalıdır.
Bu âyette kıyamet günü, dünyadaki durumların tabiî sonucu olarak iki ayrı halin görüleceği, bazı yüzlerin ağarıp bazılarının da kararacağı hatırlatılmaktadır. Korkuyu veya ümidi yitirmiş yüzlerin kararacağı, ikisini birden yaşamayı başaran yüzlerin ağaracağı, mutlu olacağı bildirilmiş olmaktadır. Kimi korkusuzluğunun kimi de ümitsizliğinin cezâsını çekerken, her ikisini dengeli bir biçimde hayatında hissedenler bunun mutluluğunu yaşayacaklardır.
Âyet-i kerîme iki ayrı durumu bir arada bildirmek suretiyle, ümit ve korkunun bir arada bulunabileceğine işâret etmiş olmaktadır. Bundan sonraki âyetlerde de bu iki hususun bir arada zikredilmiş olduğunu görmekteyiz:
Bu dört âyette âhiretteki durum açıklanmakta, beş numarada geçen iki âyette olduğu gibi nimet veya azâbtan oluşan ikili durum bir kez daha teyid edilmektedir.
Müellifimiz Nevevî’nin, bu âyetlerden sonra kaydettiği bir cümleden anladığımıza göre o, yukarıdan beri sıraladığı âyetlerle, korku ve ümit konusunun Kur’ân-ı Kerîm’de nasıl işlendiğini göstermek istemektedir. Kur’ân-ı Kerîm’de konu öneminden ötürü tekrar tekrar açıklanmıştır. Cenâb-ı Hakk korku ve ümit konusunu değişik boyutlarda ve fakat ısrarla işlediğine göre, bu hususta çok hassas ve dikkatli davranmak gerekmektedir. Korkusuzluk veya ümitsizlik değil, korku ve ümit arasında (beyne’l-havf ve’r-recâ) bir hayat tercih edilmelidir.
- Hadis-i Şerifler:
“Eğer mü’min, Allah’ın azabının nitelik ve niceliğini bilseydi, cennet ümidine kapılmazdı. Kâfir de Allah’ın rahmetinin nitelik ve niceliğini tam olarak kavrayabilseydi, O’nun cennetinden asla ümidini kesmezdi”.
Hadîs-i şerîf, Allah Teâlâ’nın rahmet ve azap edici olduğuna dair sıfatlarını çok çarpıcı bir şekilde açıklamaktadır. Sayısız sıfatları içinde özellikle bu iki sıfatının mâhiyetini kavramanın mümkün olmadığını ortaya koymaktadır.
Cenneti ümit etmek mü’minlere has bir meziyyet iken, Allah’ın azâbı karşısında onlar bile cenneti ümid edemez hale gelirlerse, başka kimsenin, özellikle kâfirlerin böyle bir ümide kapılması hiç mümkün olmayacaktır. Aynı şekilde ümitsizlik kâfirlere tahsis edilmişken, Allah’ın rahmetinin enginliği karşısında onların bile ümitsiz olmalarına gerek olmazsa, hiç kimsenin, özellikle hiçbir mü’minin Allah’ın rahmetinden ümidini kesmemesi gerekir. Netice itibariyle mü’min, Allah’ın rahmetine güvenerek azabından emin olamaz; kâfir de O’nun rahmetinden ümit keserek O’nun kapısına başvurmaktan geri duramaz. O halde herkesin korku ve ümit içinde (beyne’l-havf ve’r-recâ) yaşaması gerekmektedir. Bir başka ifâde ile, iman ve ibadet üzere iken azâb endişesini, küfür ve isyân içinde iken rahmet ümidini eksik etmeden yaşamak lâzımdır. Korku ve ümit, müslüman hayatının eksi - artı kutupları gibidir. Nasıl artı-eksi kutupları olmadığı zaman, kimyasal bir olay cereyan etmiyorsa, korku ve ümit unsurları bir arada bulunmadığı zaman da dengeli ve anlamlı bir iman hayatından söz etmek mümkün olamaz.
Bu hadîs-i şerîfin anlamını şöyle de ifâde etmek mümkündür: Mü’min cennet ümidi taşıyorsa bu, onun Allah’ın azâbının mahiyetini bilmediğinden; kâfir, rahmet ve cennet beklemiyorsa, o da Allah’ın rahmetinin mâhiyetini idrak edemediğindendir. Gerçekten çok ilginç olan bu durum, Hz. Ömer’den nakledilen bir sözde şöyle dile getirilmiş bulunmaktadır: “Kıyamet günü sadece bir kişi cennete girecek diye ilân edilse o kişinin ben olacağımı umarım. Yine bir tek kişinin cehenneme gireceği bildirilse, bu kez de o kişinin ben olduğum endişesini yaşarım.”
Hadis-i Şeriften Öğrendiklerimiz:
1. Allah Teâlâ’nın sonsuz bir rahmeti ve büyük bir azâbı vardır.
2. Bazan cemâl bazan celâl sıfatlarını düşünerek Allah Teâlâ’ya karşı son derece saygılı ve korkulu, ama aynı zamanda büyük bir ümitle dolu olmak gerekir.
3. Sıhhat halinde korku ve ümit birbirine denk, hastalık halinde ise ümit daha fazla olmalıdır.
4. İyi bir müslüman hayatı, ancak korku ile ümit arasında (beyne’l-havf ve’r-recâ) yaşanandır.
5. Korkusuzluk da ümitsizlik de insanı imandan mahrum bırakır.
“Ölü tabuta konulup da insanlar (veya erkekler) onu omuzladığı zaman, eğer iyi bir kişi ise
Konumuzun bu ikinci hadisi, korku ve ümidi bir arada yaşamanın gereğini ortaya koymakta, âhiret yolculuğunun daha başlangıcında bu iki ihtimalden biriyle karşılaşmanın kaçınılmazlığını anlatmaktadır. İyi bir insan öldüğü zaman, kavuşacağı nimetlere bir an önce ulaşma isteğiyle tabutunu taşıyanlara hâl diliyle “Beni çabuk götürünüz!” diye seslenir. İyi olmayan bir kimse ise, “Eyvah, bu tabutu nereye götürüyorsunuz?” diye felâkete gittiğini ve bunu istemediğini yine hâl diliyle haykırır. Bu iki ihtimalden biri kaçınılmaz olduğuna göre mü’min, bu iki durumu dikkate alarak yaşamalıdır. Yani beyne’l-havf ve’r-recâ bir hayat sürmelidir.
“Erkekler tabutu omuzlayınca..” beyanını, şer’î bir hüküm koyma amacına yönelik olmayıp yaygın olarak görülen halin tesbit ve haber verilmesi anlamında değerlendirmek de akla gelebilir. Ancak şâriin (kanun koyucu) beyanını, olayı haber verme çerçevesinde bırakmak, onu büsbütün ihmal etmek anlamına gelir ve doğru değildir. Doğru olan şâriin beyanını, hüküm ifade edecek şekilde yorumlamaktır. Bu sebeple normal hallerde, cenâze taşıma ve defnetme işinin erkeklere mahsus olduğunu bu hadis-i şeriften istidlal etmek isâbetlidir. Nitekim bu durumu açıklayan daha başka rivâyetler de bulunmaktadır.
Hadis-i Şeriften Öğrendiklerimiz:
1. Ölümle birlikte karşılaşılacak bu ikili ihtimali düşünerek, hayatı korku ve ümit arasında yaşamak gerekir.
2. Gelecek hakkında önceden uyarılmış olmak, insanlar için büyük bir şanstır.
3. Cenâze taşıma ve defni erkeklerin görevidir. Erkek bulunmaması halinde bu işi kadınlar da yapabilir.
4. Kâinatta her şeyin ibret alınacak bir yönü vardır.
“Cennet size ayakkabılarınızın bağından daha yakındır. Cehennem de öyledir.”
106 numarada Mücâhede konusuyla ilgili olarak geçmiş olan hadisimiz, burada ümit ve korkuyu temsil eden cennet ve cehennemin insanoğluna aynı yakınlıkta, hemen burnunun dibinde olduğunu belirlediği için tekrar zikredilmiştir.
Birbirine zıd iki ayrı gerçeğe aynı anda ve aynı mesâfede bulunmak, elbette her ikisini birden düşünmeyi gerektirir. Bu sebeple de beyne’l-hafv ve’r-recâ yani korku ile ümit arasında yaşamak, her ikisinin birden kaygı ve ümidini taşımak lâzım gelir. Sadece birine ağırlık vermek, aynı mesâfedeki öteki gerçeği unutmak akıllılık değildir. Cennet de cehennem de aynı şekilde hesaba katılacak olursa insan hayatını daha iyi düzenler, hareketlerini ona göre tanzim eder. Bunlardan birinin ihmal edilmesi, sonuçta büyük pişmanlıklara vesile olabilir.
Cennet ve cehennem burnunun dibinde olduğu halde, bunların ümit ve kaygısını duymayan kimse, gaflet içinde yaşamış olur. Mümin ise, uyanık olduğu için cennet ümidi ve cehennem korkusuyla birlikte yaşar. Bu da ona daima dengeli bir hayat sürme imkânı sağlar.
Hadis-i Şeriften Öğrendiklerimiz:
1. Cennet ve cehennem insana aynı uzaklıktadır.
2. Cehennem korkusunu, cennet ümidini daima içinde hissederek yaşaması kişiyi, gerçekçi ve dengeli bir hayata hazırlar.
3. Hz. Peygamber, ümmetini beyne’l-havf ve’r-recâ bir yaşayışa çağırmış, onları çok sevdiği için gerçekleri en açık şekilde anlatmıştır.
4 Şubat 2022 Cuma
TEFSİR DERSLERİ ✿ܓ✿ ♥ܓ✿ Âl-i İmrân Suresi 130 ve 136. Ayet-i Kerimeler Arasının Meal ve Tefsirleri
130 ve 136. Ayet-i Kerimeler Arasının
Meal ve Tefsirleri

- Âl-i İmrân Suresi 130, 131 ve 132. Ayet-i Kerimelerin Mealleri:
- Âl-i İmrân Suresi 130, 131 ve 132. Ayet-i Kerimelerin Tefsiri:
- Âl-i İmrân Suresi 133, 134 ve 135. Ayet-i Kerimelerin Mealleri:
134﴿ Onlar (takvâ sahipleri) bollukta da darlıkta da Allah yolunda harcarlar, öfkelerini yenerler, insanları affederler. Allah işini güzel yapanları sever.
135﴿ Onlar çirkin bir şey yaptıkları veya kendilerine kötülük ettikleri zaman Allah’ı hatırlarlar da hemen günahlarının bağışlanmasını dilerler. Zaten günahları Allah’tan başka kim bağışlayabilir ki? Onlar, yaptıklarında bile bile ısrar etmezler.
- Âl-i İmrân Suresi 133, 134 ve 135. Ayet-i Kerimelerin Tefsiri:
Sözlükte “örtmek” anlamına gelen mağfiret kelimesi, terim olarak “yüce Allah’ın, kulların suç ve günahlarını affetmesi” anlamında kullanılmaktadır. Cennet de sözlükte “bahçe, bitki ve sık ağaçlarla örtülü yer” demektir. Terim olarak cennet, “çeşitli nimetlerle bezenmiş olan ve içinde müminlerin ebedî olarak kalacakları âhiret yurdu” anlamına gelir. İbn Âşûr’a göre âyetteki “gökler ve yer kadar geniş olan” kaydı, cennetin sınırlarını gösteren değil, temsilî olarak cennetin çok büyük ve geniş olduğunu ifade eden bir kayıttır. Nitekim Hadîd sûresinin 21. âyetinde bu durum açıkça ifade buyurulmuştur (IV, 89; cennet hakkında bilgi için bk. Bakara 2/25).
134. âyette geçen serrâ’ kelimesi tefsirlerde “sevinç ve rahatlık veren durum”; darrâ’ ise “zarar ve sıkıntı veren durum” şeklinde açıklanmıştır. Buna göre buradaki iki tür harcama, “zenginlik ve fakirlik halinde”, “sevinçli ve kederli zamanlarda”, “hayatta iken ve ölüme bağlı tasarruf yoluyla” yapılan harcamalar şeklinde anlaşıldığı gibi “akrabaya sevinç veren yardımlar ve düşmanı yenilgiye uğratmak için yapılan masraflar” şeklinde de anlaşılabilir.
Yüce Allah, bir önceki âyette kullarını takvâ sahipleri için hazırlanmış olan cenneti kazanmak maksadıyla yarışmaya çağırınca, takvâ sahiplerinin kimler olduğu ve hangi nitelikleri taşıdıkları merak konusu olmuş; bu sebeple bu âyetlerde takvâ sahiplerinin nitelikleri anlatılmıştır. Bunlar:
a) Bollukta ve darlıkta Allah yolunda infak ederler, yani mallarını iyilik yolunda harcarlar. Her iki durum da onların davranışlarını değiştirmez: Bolluk, kendilerini bencilleştirip aldatmadığı gibi darlık da onlara Allah yolunda harcamayı unutturmaz.
b) Öfkelerini yenerler, insanların kusurlarını bağışlarlar. “Öfke” diye çevirdiğimiz gayz kelimesi terim olarak “hoşlanılmadık bir şeye karşı insanın duyduğu heyecan” anlamına gelir. Gazabın aslı olduğu kabul edilir. Gazap intikam iradesini doğurduğu ve gayri ihtiyarî olarak yüzde ve diğer azalarda belirtileri görüldüğü halde gayz sadece kalpte olan bir duygudur (Âlûsî, IV, 58). Âyetin tasvirine göre insanlardaki takvâ duygusu bu konularda da etkili olmakta ve olaylar karşısında öfkeyi yenmelerini ve insanları bağışlamalarını sağlamaktadır. Nitekim âyette geçen kâzım (çoğulu kâzımîn) kelimesi “öfkesini yenen, gücü yettiği halde, zarar gördüğü kimselere karşı intikama kalkışmayan, sabreden” anlamlarına gelmektedir (Elmalılı, II, 1177).
c) Bir kötülük veya kendilerine zulmetme mânasında bir günah işlediklerinde hemen Allah’ı anar ve günahlarına tövbe ederler, yaptıklarında ısrar etmezler. Âyette geçen fâhişe kelimesi “çirkin ve iğrenç iş veya söz” anlamına gelir. Özel olarak “zina” anlamında kullanılmaktadır; nefse zulmetmek ise “herhangi bir günah işlemek” demektir. Bu günahların başında Allah’a ortak koşmak (şirk) gelmektedir. Bununla birlikte fâhişe “başkasına karşı işlenen günah, nefse zulmetmek” ise “kişinin kendisini ilgilendiren ve başkasıyla ilgisi olmayan günah” olarak yorumlandığı gibi (Elmalılı, II, 1177), fâhişe “büyük günahlar” diğeri ise “küçük günahlar” olarak da yorumlanmıştır (Şevkânî, I, 424-425). Yarattığı insanın iyi hasletlerini ve zaaflarını çok iyi bilen yüce Allah, şefkat ve merhametinin gereği olarak günahkâr bir mümini –büyük günah dahi işlese– müminlerin safından çıkarmadığı gibi, Allah’ın huzurunda hesap vereceğini düşünerek yaptığına pişman olan, tövbe ve istiğfar eden kimseyi de cennete girecek takvâ sahiplerinin safından ayırmamıştır.
Takvâdan kaynaklanan hasletleri taşıyanlar ve gereğini yerine getirenler Allah katında sevilen kimselerdir. Allah âhirette onların mükâfatını verecektir (bk. Ebû Dâvûd, “Edeb”, 2-3; Müsned, III, 440). Hz. Peygamber buyurmuşlardır ki: “Asıl pehlivan güreşte rakibini yenen değil kızdığı zaman öfkesine hâkim olan kimsedir” (Buhârî, “Edeb”, 76, 102; Müslim, “Birr”, 107, 108). Ancak şahsî meselelerde öfkeyi yenmek Allah’ın emri olup beğenilen ve övülen bir davranış olmakla birlikte kamuyu ilgilendiren meselelerde toplum düzeninin bozulmasına ve kötülüklerin yayılmasına yol açabilecek durumlar karşısında gevşeklik göstermemek gerekir.
Uhud Savaşı’ndaki yenilgide, faizcilerde de bulunan kötü duyguların ve özellikle maddeye düşkünlüğün rolü inkâr edilemez bir gerçektir. Bu sebeple yüce Allah kullarını, insanlara kötü vasıflar kazandıran faizi bırakmaya, Allah ve Resûlü’ne itaat etmeye, kendisinin mağfiretini ve takvâ sahibi kimseler için hazırlanmış olan geniş cennetleri kazandıracak işlerde yarışmaya çağırmakta ve bu güzel davranışta bulunan kullarını sevdiğini bildirmektedir.
- Âl-i İmrân Suresi 136. Ayet-i Kerimenin Meali:
- Âl-i İmrân Suresi 136. Ayet-i Kerimenin Tefsiri:
Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 1 Sayfa: 669-674
2 Şubat 2022 Çarşamba
KELİMELER ~ KAVRAMLAR: AF (1)

- Bağışlama ve sorumluluktan kurtarma anlamında ahlâk ve fıkıh alanlarında kullanılan bir terim.
- AHLÂK.
Akıl ve teennîden çok duygularının etkileriyle davranma eğiliminde olan Câhiliye toplumunda kötülüğü kötülükle karşılamak genel bir uygulama idi. Bunun aksine davranış, çoğunlukla zayıflık ve acz işareti sayıldığından insanlar aftan ziyade cezalandırma yolunu seçerlerdi. Buna karşılık Kur’ân-ı Kerîm’de Allah’ın affediciliği ve mağfireti çeşitli vesilelerle ifade edilerek affın ilâhî bir sıfat ve yüksek bir ahlâkî meziyet olduğu kesin olarak ortaya konmuştur. Yine Kur’an’a göre bir kötülüğün karşılığı ona denk bir cezadır ve bu adaletin gereğidir. Hiçbir suçlu, birine vermiş olduğu zarardan veya suçunun karşılığı olarak kanunda gösterilen cezadan fazlasıyla cezalandırılamaz. Çünkü bu zulümdür. Buna karşılık haksızlığa uğrayan taraf suçluyu bağışladığı takdirde, “onu mükâfatlandırmak Allah’a düşer” (eş-Şûrâ 42/40). Zira bağışlayan kişi adaletin yerine getirilmesinden gönüllü olarak vazgeçmiş ve affetmekle bir ihsanda bulunmuştur. Affetmek, İslâm’da bütün faziletlerin temelini teşkil eden takvâya en yakın meziyettir (bk. el-Bakara 2/237). Bu sebeple Kur’an’da müslümanlar bu fazilete çağrılırken, “Onlar affetsinler, hoş görsünler. Allah’ın sizleri bağışlamasını istemez misiniz?” (en-Nûr 24/22) buyurulmaktadır.
Belli başlı hadis kitaplarında af konusuna özel bölümler (bablar) ayrılmış ve bu bölümlerde Hz. Peygamber’in affediciliği, müslümanların birbirlerinin hatalarına, özellikle kadınlara, çocuklara, yetimlere karşı affedici ve müsamahakâr olmaları, devlet adamlarının affa önem vermeleri, müşriklerin, müslümanlara kötülük edenlerin ve zimmîlerin affedilip edilemeyeceği gibi konulara dair pek çok hadis zikredilmiştir. Ayrıca en eski dönemlerden itibaren özellikle edep ve mev‘iza türünde yazılmış ahlâk kitaplarında af konusuna da yer verilerek ilgili âyet ve hadisler kaydedilmiş, selef âlimlerinin, sûfîlerin, hatta bazı kitaplarda Pisagor, Sokrat, Eflâtun, Aristo, Enûşirvân gibi eski filozof ve hakîmlerin af konusundaki hikmetli sözlerinden nakiller yapılmıştır.
İslâm ahlâkçıları affetmeyi müslümanlar arasında riayet edilmesi gereken bir din kardeşliği görevi ve hakkı olarak düşünmüşlerdir. Nitekim din kardeşliği haklarının sıralandığı eserlerde yer alan konular arasında çoğunlukla “af ve öfkeye hâkim olma” veya “af ve hoş görme (safh)” gibi başlıklar da bulunur. Bu münasebetle üzerinde durulan en önemli tartışma konusu, hangi suçların affedilebileceği veya edilemeyeceği meselesidir. Bir kişiye karşı kötülük ve haksızlık yapan kimsenin haksızlığa uğrayan tarafından affedilebileceği, üstelik bunun bir fazilet olduğu hususunda bütün ahlâkçılar görüş birliğine varmışlardır. Bir suçlunun, haksızlığa uğrayan taraf rıza göstermedikçe, başka herhangi bir kişi veya kuruluşça affedilemeyeceği de yine ittifakla benimsenmiştir. Dinî vecîbelerini ihmal etmek veya dinî yasakları çiğnemek suretiyle kötülük yapmakta olan bir müslümanın öteki müslümanlarca af ve müsamaha ile karşılanıp karşılanamayacağı hususu tartışmalıdır. Gazzâlî’nin belirttiğine göre, Ebû Zer el-Gıfârî’nin öncülüğünü ettiği bir topluluk, bu nevi kötülüklerde ısrar edenlerle dostluk ve arkadaşlık ilişkilerinin kesilmesi gerektiğini savunurken, Ebü’d-Derdâ, Hakîm et-Tirmizî gibi sûfîlerin oluşturduğu ve Gazzâlî’nin de iştirak ettiği diğer bir grup ise af ve müsamahadan yana olmuştur. Onlara göre Kur’an’da da kötü kişilerden değil, onların işledikleri fenalıklardan uzak durmak gerektiğine işaret edilmektedir (bk. Yûnus 10/41; Hûd 11/35).
İslâm ahlâkçıları affın sağlayacağı faydalar üzerinde de durmuşlardır. Esasen Kur’ân-ı Kerîm’de affın teşekkür ve minnet duygularını harekete geçireceğine işaret edilmiş (bk. el-Bakara 2/52), Hz. Peygamber de “Allah, muhakkak surette kötülüğü affeden kişiyi aziz kılar” (Müsned, II, 235, 238) buyurmuştur. Buradaki aziz kelimesinin Arapça’da hem “şerefli”, hem de “güçlü” anlamına geldiği göz önüne alınırsa bu hadiste affın faydasının oldukça geniş tutulduğu sonucuna varılabilir. Râgıb el-İsfahânî affın sağladığı mutluluğa cezalandırma yoluyla ulaşılamayacağını, bu faziletin insana toplum içinde itibar kazandıracağını belirterek, özellikle cezalandırma gücü ve imkânı bulunanların buna rağmen affı tercih etmelerini saygıdeğer bir davranış olarak nitelemektedir. Bu bakımdan affın tebliğ ve eğitim metodu olarak da önemi büyüktür. Kur’ân-ı Kerîm’de affın ıslah edici yönüne de işaret edilmiş (bk. eş-Şûrâ 42/40), Hz. Muhammed’in tebliğdeki başarısı, onun davranışlarındaki inceliğe, yumuşak kalpli olmasına bağlanmış ve kendisine bağışlayıcı olması öğütlenmiştir (bk. Âl-i İmrân 3/159). Bu sebeple bütün İslâm eğitimcileri af ve müsamahayı eğitimin vazgeçilmez metotları arasında göstermişlerdir.
Af ile ilgili diğer bir tartışma konusu da özellikle kelâm kitaplarında yer alan Allah’ın affının sınırlı olup olmadığı ve bu affın adalet ilkesiyle alâkası meselesidir. Selef âlimleriyle daha sonraki bütün Ehl-i sünnet mensupları, hem aklî hem de naklî deliller göstererek, Allah’ın şirk ve küfür dışındaki bütün günahları dilerse bağışlayacağını kabul etmişlerdir. Şöyle ki: Bâkıllânî’nin de belirttiği gibi (bk. et-Temhîd, s. 351-353) insan aklı ve tecrübesi affetmenin yüksek bir meziyet olduğunu ve bunun adalet ilkesiyle çelişmediğini göstermektedir. Nitekim müslüman olsun olmasın, bütün insanlar, cezalandırma hak ve yetkisine sahip olduğu halde, cezalandırmak yerine af yolunu tercih eden kişiyi adaletsizlikle suçlamak şöyle dursun, onun bu hareketini takdirle karşılarlar. Öte yandan, Allah insanlara affetmeyi ve müsamahakâr olmayı öğütlemiştir. Bu durumda, insanlar için yüksek bir erdem olan affetmeyi, bütün kemal sıfatlarıyla en yüksek derecede muttasıf olan Allah için imkânsız görmek aklî bakımdan izah edilemez. Şu halde Allah, bağışlamayacağını bildirdiği küfür ve şirk dışındaki bütün günahları dilerse affeder. Ayrıca Kur’ân-ı Kerîm ve hadislerde de bunu teyit eden naklî deliller mevcuttur (bk. en-Nisâ 4/48; ez-Zümer 39/53). Buna karşılık Mu‘tezile âlimleri, bu görüşü reddederek tövbe etmeden veya kötülüğünü bağışlatacak değerde daha önemli iyilikleri olmadan büyük günah işleyen birini affetmenin yanlış, çirkin, hikmet ve adalete aykırı olduğunu, dolayısıyla Allah için bu anlamda bir affın düşünülemeyeceğini, daha kesin bir ifade ile, Allah için böyle bir affın câiz olmadığını savunmuşlar, bunu âyetlerle de (bk. en-Nisâ 4/93; Yûnus 10/27) ispatlamaya çalışmışlardır. Esasen bu tartışmanın bir yönü, iki mezhep arasındaki imanla ilgili görüş ayrılığına dayanmaktadır. Nitekim Ehl-i sünnet, iman alanı ile amel alanını ayırdığı ve iman ilkelerini benimsemesi şartıyla amelî alanda büyük günah işleyenleri de mümin saydığı, dolayısıyla bunların ilâhî affa mazhar olabileceklerini kabul ettiği halde, Mu‘tezile bunu reddetmiş, inkâr ve şirkten uzak olsa bile, diğer büyük günahları işleyenin de tövbe etmeden öldüğü takdirde imandan çıkacağını ileri sürmüş, fâsık diye adlandırdığı bu kimseleri af kapsamının dışında tutmuştur. Ancak, Mu‘tezile’nin müteahhir âlimlerinden Kādî Abdülcebbâr, af konusunda mezhebin Bağdat ve Basra kollarının telakkilerini özetledikten sonra, Allah’ın fâsıkı affetmesinin aklen mümkün olmadığı şeklindeki klasik görüşe katılmadığını belirtmiştir (bk. Şerḥu’l-Uṣûli’l-ḫamse, s. 678). Ona göre bu, aklî bir zorunluluk değildir. Allah büyük günah işleyeni, imkânsız olduğu için değil, cezalandıracağını bildirdiği (vaîd) için bağışlamayacaktır.

13-16 Mayıs İSTANBUL & BOSNA HERSEK TURU
BALKAN TURU / 13-16 Mayıs (Vizesiz, Uçaklı 4 Gün - 3 Gece, 4 Ülke) Pegasus Hava Yolları 4* Otellerde Konaklamalı Bosna Hersek - Karadağ - ...
-
BOSNA HERSEK TURU (3 Gece - 4 Gün) 20-23 Şubat 2025 BOSNA HERSEK TURU (3 Gece - 4 Gün) 1. Gün: Saraybosna - Mostar - Kotor - Bud...
-
02 - 07 Temmuz Güneydoğu Anadolu - GAP Turu 3 Gece Otel Konaklamalı 5 Gün Gezi Mezopotamya, bazı kaynaklarda medeniyetlerin beşiği ola...
-
KÜTÜB-İ SİTTE HADİS-İ ŞERİFLER KIYAMET VE KIYAMETLE İLGİLİ MESELELER BÖLÜMÜ İKİNCİ BAB: SÛR'A ÜFLENMESİ VE NEŞR 1. (5...
-
Bakara Sûresi'nin 246 - 251. Ayet'i Kerimeleri Arasının Mealleri ve Tefsirleri Bakara Suresi 246. Ayet-i Kerimenin ...
-
Gönül Erleri 17-18-19 Mayıs ve 24-25-26 Mayıs Hafta Sonu 2 ayrı İstanbul & Kapadokya Turu Gezilecek Yerler: Tuz Gölü Ihlara Vadisi ...