- Öğrenim belgesi (Diploma fotokopisi)
- Nüfus cüzdanı fotokopisi,
- TC Kimlik numarasının yazılı olduğu adli sicil kaydı, (Cumhuriyet Savcılığından veya e-devlet şifresi ile www.turkiye.gov.tr adresinden alınacak, adli sicil kaydı bulunanların adli sicil kaydı ile ilgili mahkeme kararı istenecektir.),
- Askerlik durum belgesi (terhis, tecil veya muaf olduğunu belirtir),
- KPSS Sonuç Belgesi (26.11.2020 açıklama tarihli)
- İş Talep Bilgi Formu (Fotoğraflı)
- Başvuru Formu Nihai Listedeki Kaynakçı Adaylarından; “Çelik Kaynakçısı (Seviye 3) Mesleki Yeterlilik Belgesi (11UY0010-3)” veya “Otomotiv Sac ve Gövde Kaynakçısı (Seviye 3) Mesleki Yeterlilik Belgesi (12UY0053-3)” belgesi istenecektir. Nihai Listedeki Vinç Operatörü Adaylarından; C (M B1 B D1 C1 C F) sınıfı ve G sınıfı ehliyet istenecektir.
22 Aralık 2021 Çarşamba
TCDD 214 DAİMİ İŞÇİ ALACAK
HALK SAĞLIĞI / Hastalıklarda Beslenme
Sağlık hizmetlerinin etkinliğinin artırılması ile birlikte bireysel diyet ve sağlık uygulamalarının düzeltilmesi önlenebilir hastalıkları, sakatlıkları ve erken ölümleri azaltmaktadır. Beslenme yetersizliği ve dengesizliği bazı hastalıkların oluşmasında doğrudan, bazılarında ise dolaylı nedendir.
Aşağıda hastalıklara yönelik genel bilgileri bulabilirsiniz. Ancak hastalıklarda diyet planlamasının kişiye özel olduğunu unutmayınız. Bunun için mutlaka diyetisyene başvurunuz.
Detaylı bilgi için lütfen aşağıda ilgili kısımlara tıklayınız.
Kalp Damar Hastalıklarında Beslenme
Kronik Böbrek Hastalıkları ve Beslenme
Sindirim Sistemi Hastalıklarında Beslenme
KELİMELER ~ KAVRAMLAR: ADÂLET (1- Mustafa Çağrıcı'nın Yazısı)
KELİMELER ~ KAVRAMLAR
ADÂLET (1)
Müellif: MUSTAFA ÇAĞRICI
Adâlet, Kur’ân-ı Kerîm’de ve hadislerde genellikle “düzen, denge, denklik, eşitlik, gerçeğe uygun hükmetme, doğru yolu izleme, takvâya yönelme, dürüstlük, tarafsızlık” gibi anlamlarda kullanılmıştır. İnfitâr sûresinin yedinci ve sekizinci âyetlerinde insanın fizyolojik ve fizyonomik yapısındaki uyum, âhenk ve estetik görünüm, adâlet kavramıyla ifade edilmektedir. Başka âyetlerde de insanın ruhî ve mânevî yapısında bulunan ve İslâm filozoflarınca inâyet ve nizam kavramlarıyla açıklanacak olan denge (itidal) ve âhenk, adâlet kavramının şümulüne giren “ahsen-i takvîm” (bk. et-Tîn 95/4) ve “tesviye” (bk. eş-Şems 91/7) tâbirleriyle dile getirilmiştir. Şûrâ sûresinin on beşinci âyetinde, Hz. Peygamber’in adâlet sıfatını kazanabilmesi, daveti yani risâlet görevini yerine getirmesi, bu konuda insanların keyfî istek ve arzularını hesaba katmaksızın ilâhî emirlerin gösterdiği şekilde doğru olması ve Allah’ın daha önceki kitaplarda bildirdiği ebedî gerçeklere inanması şartına bağlanmıştır. Buna göre adâlet, başkalarının gelişigüzel istek ve telkinlerinden etkilenmeyen istikrarlı bir doğruluk ve ahlâk kanununa itaatle gerçekleşen ruhî denge ve ahlâkî kemaldir. İslâm ahlâkçılarının itidal ve adâlet kavramlarıyla ifade ettikleri (aş.bk.) bu denge ve kemalin oluşmasıyla insanın davranışları da aşırılıklardan uzak olarak meydana gelebilecektir (bk. el-İsrâ 17/29; el-Furkān 25/63, 67, 68; el-Feth 48/29). Kur’ân-ı Kerîm’de İslâm toplumunun bir niteliği olarak geçen “vasat ümmet” (bk. el-Bakara 2/143) tâbirindeki vasat kelimesi de bütün müfessirlerce “adâlet” mânasında anlaşılmıştır. Buna göre İslâm ahlâkı içtimaî bünyede de aşırılıklardan uzaklığı, dengeli ve uyumlu bir hayat tarzını ön görmüştür. Kur’ân-ı Kerîm’de adâlet sıfatından yoksun olan kişi dilsiz, âciz ve hiçbir işe yaramayan bir köleye benzetilerek böyle birinin, adâlet faziletini kazanmış, dolayısıyla doğru yolu bulmuş olanla bir tutulamayacağı bildirilmiş (bk. en-Nahl 16/76), böylece adâletin bir kemal sıfatı olduğuna işaret edilmiştir. İnsanın Allah nezdinde en üstün değer ölçüsü olan takvâ (bk. el-Hucurât 49/13) erdemine nâil olabilmesi için âdil olması (bk. el-Mâide 5/8) ve adâletli söz söylemesi (bk. el-En‘âm 6/152) gerekir. Esasen doğrulukla (sıdk) birlikte adâlet (adl) de ilâhî kelâmın birer niteliğidir (bk. el-En‘âm 6/115).
Kur’ân-ı Kerîm’e göre adâletin ölçüsü yahut dayanağı hakkaniyettir. Hidayete hak sayesinde ulaşılabileceği gibi adâlet de hakka uymakla sağlanır (bk. el-A‘râf 7/159, 181). Hak, objektif bir kavram ve sabit bir kanun ilkesidir. Bir hak konusunda hüküm verilirken, hakkın kendi lehine hükmedilmesi halinde bundan memnun olan, fakat aleyhine hükmedilmesi durumunda bu hükmü tanımayan insanlar için “işte bunlar zalimlerdir” (en-Nûr 24/48-51) denilmiştir. Binaenaleyh şahsî menfaat temini, akrabalık, düşmanlık gibi hissî durumlar, taraflardan birinin soylu veya aşağı tabakadan olması, bedenî veya ruhî bakımdan kusurlu bulunması gibi ahlâk kanununu ilgilendirmeyen sebepler bir hakkın ihlâlini, örtbas edilmesini ve sonuç olarak adâlet ilkesinden sapmayı mâzur gösteremez (bk. el-Mâide 5/8; en-Nisâ 4/3; Âl-i İmrân 3/75). Zira, “Eğer hak onların keyfî arzularına uysaydı göklerin, yerin ve bunlarda bulunanların düzeni bozulurdu” (el-Mü’minûn 23/71). Kur’ân-ı Kerîm’de hak ve adâletin mutlaklığı öylesine vurgulanmıştır ki bizzat Allah’ın âhirette hiçbir haksızlığa mahal verilmeyecek şekilde adâletle hükmedeceği ve onun bu vaadinin kesin (hak) olduğu belirtilmiştir (bk. Yûnus 10/54-55; el-Enbiyâ 21/47; ez-Zümer 39/69). Hatta Kur’ân-ı Kerîm’in bu yaklaşımı Mu‘tezile mezhebinin, adâlet ve hakkaniyet ilkelerine uymayı Allah için bir vazife (vâcip) saymasına yol açmıştır (bk. ADL; VÜCÛB). Şu var ki Allah’ın adâleti diğer sıfatları gibi eksiksiz olduğu halde, sınırlı kabiliyetlere sahip olan insanın gösterdiği adâlet her zaman az çok kusurlu olmaktadır. Kur’ân-ı Kerîm’de bu husus, kocanın eşlerine karşı âdil olmasını emreden âyette açık ve gerçekçi bir şekilde belirtilmiştir (bk. en-Nisâ 4/129).
İslâm felsefesinde adâlet, öncelikle ontolojik bir kavram olarak ele alınmış ve bu kavram feyz veya sudûr sırasında her varlığın, kendi mertebesine göre “İlk Varlık”tan (el-Vücûdü’l-evvel, Allah) bir varlık payı alması şeklinde açıklanmıştır. Buna göre Allah’ın adâleti, var olan her şeye varlık hiyerarşisi içindeki durumuna göre tamlık ve mükemmellik kazandırmasıdır. Mu‘tezile kelâmcıları gibi zât-sıfat ayırımına karşı olan Fârâbî de adâlet sıfatının Allah’ın zâtının dışında değil, cevherinde bulunan bir nitelik olduğunu belirtmektedir (bk. el-Medînetü’l-fâżıla, s. 10; es-Siyâsetü’l-medeniyye, s. 29, 33). Böylece İslâm filozofları ilâhî inâyete bağlı olarak adâletin, varlık sahnesinde yer alan her varlığın bütün gelişim safhalarında ve hatta her cüzünde tecellî ettiğini söylemişlerdir. Nitekim Fârâbî insanın bio-psişik yapısının işleyişinde de adâletin bulunduğunu belirtmiştir. Buna göre kalbin hizmetinde bulunan beyin, onun ısısını dengede (itidal) tutar ve bu sayede öğrenme ve hatırlama (hıfz, zikr), tahayyül ve düşünme (fikr, reviyye) gibi psikolojik aktivitelerin sağlıklı bir şekilde işlemesi demek olan adâlet gerçekleşir. Bunun sonucunda da insana yakışır fiiller, iyi ve dengeli davranışlar doğar (bk. el-Medînetü’l-fâżıla, s. 54).
İslâm düşünürleri, insanın ahlâkî mahiyetini de aynı nizam fikrinden hareketle açıklamışlar ve bu alandaki adâleti öteki temel faziletlerin uyumlu bir sonucu saymışlardır. Eflâtun’dan beri devam eden ve İslâm ahlâkçılarınca bazı değişikliklerle benimsenen görüşe göre, insan nefsinin düşünme veya bilgi gücü (el-kuvvetü’n-nâtıka, el-âlime), öfke gücü (el-kuvvetü’l-gadabiyye) ve şehvet gücü (el-kuvvetü’ş-şehevâniyye) olmak üzere üç temel gücünden üç fazilet doğar. Bunlar sırasıyla hikmet, şecaat ve iffettir. Adâlet ise bu üç faziletin gerçekleşmesiyle kazanılan ve hepsini içine alan (bk. İbn Miskeveyh, s. 128, 137, 141) dördüncü temel fazilettir. İslâm ahlâkçıları, “Hikmet müminin yitiğidir” (Tirmizî, “ʿİlim” 19; İbn Mâce, “Zühd”, 15) anlamındaki Peygamber irşadından hareketle, İslâm’ın temel prensipleri ile bağdaşabilen diğer görüşler gibi yukarıda belirtilen fazilet görüşünü de benimsemişlerdir. Gazzâlî’ye göre, esasen Hucurât sûresinin on beşinci âyeti bu temel faziletleri ihtiva etmektedir (bk. İḥyâʾ, III, 55). İslâm ahlâk literatüründe, ilk üç faziletten her biri zaman zaman farklı terimlerle ifade edildiği halde, dördüncü fazilet daima adâlet olarak isimlendirilmiştir. Meselâ İbn Sînâ (eş-Şifâʾ “el-İlâhiyyât I”, s. 455), İbn Miskeveyh (Tehẕîbü’l-aḫlâḳ, s. 18) ve Gazzâlî (İḥyâʾ, III, 53-55) dört temel fazileti yukarıdaki başlıklar altında incelerken, İbn Hazm (Risâletü’l-aḫlâḳ, s. 53) bunları adâlet, fehm (anlayış, kavrayış), cûd (cömertlik) ve necde (cesaret, yiğitlik) şeklinde ifade etmiştir. Yine Eflâtun’a ait olan ve Aristo tarafından ısrarla üzerinde durulan, “Her fazilet, ifrat ve tefritten ibaret iki rezîletin ortasıdır” şeklindeki vasat ve itidal görüşü, İbn Sînâ ve İbn Miskeveyh gibi bir kısım İslâm düşünürü tarafından ilk üç fazilet (hikmet, şecaat, iffet) ile birlikte adâlet faziletine de uygulanmış, adâletin zulüm ve inzılâm (zulme boyun eğme) diye adlandırılan iki rezîletin ortası olduğu belirtilmiştir. Buna karşılık, adâlet faziletinin sadece zıddının bulunabileceği, bunun da zulüm (veya cevr) olduğu görüşü de yaygındır. Nitekim Gazzâlî şöyle der: “Adâlet sıfatı kaybolursa bundan fazlalık veya eksiklik (ifrat-tefrit) şeklinde iki taraf doğmaz; sadece zıddı ve karşıtı doğar ki o da cevrdir” (İḥyâʾ, III, 54; Mîzânü’l-ʿamel, s. 91).
Bütün ahlâkî faziletleri yukarıda işaret edilen dört esasa dayandıran ve böylece dört ana başlık altında inceleyen İslâm ahlâkçıları, adâletten doğan diğer faziletleri çeşitli isimler altında ele almış ve değişik sayılarla sınırlandırmışlardır. Meselâ klasik ahlâk kitaplarının en son örneklerinden olan Ahlâk-ı Alâî’de “Adâletin Nevileri” başlığı altında (I, 61-63) verilen ve büyük ölçüde İbn Miskeveyh’in Tehẕîbü’l-aḫlâḳ’ına (s. 32-33) dayandığı anlaşılan liste şöyledir: sadakat, ülfet; vefâ, şefkat, sıla-i rahim, mükâfat (iyiliğin karşılığını verme), hüsn-i şerîke (ortak işlerde dürüst hareket etme), hüsn-i kazâ (hakları güzellikle ödeme), teveddüd (yakınların ve erdemli kişilerin dostluğunu kazanma), teslim, tevekkül, ibadet.
İslâm düşünürleri kâinatın her alanında var olduğunu kabul ettikleri nizamı, tabiatı gereği medenî varlıklar sayılan insanların birbirleri arasındaki münasebetlerde de aramışlardır. Buna göre sosyal hayat, zorunlu olarak, fertler arasında ortak münasebetler kurulmasıyla gerçekleşir. Cemiyet yapısının oluşması ve sağlıklı bir şekilde işleyebilmesi bu münasebetlerin, İbn Sînâ’nın tâbirleriyle, kanun (sünnet, şeriat) ve adâlet ilkelerine uygun düzenlenmesine bağlıdır; bu son durum da kanun koyucu ve adâlet icracısına ihtiyaç gösterir. İbn Sînâ’ya göre evrenin düzenini sağlayan “ilk inâyet”, toplum düzeninin gerçekleştirilebilmesi için adâleti icra edecek “sâlih bir insan”ın varlığını, böylece hayırlı bir sosyal düzenin kurulmasını mümkün kılmıştır (bk. eş-Şifâʾ, “el-İlâhiyyât I”, s. 441-442; en-Necât, s. 303-304). Esasen İslâm felsefesinde, peygamberlik müessesesi kanun ve adâlet ilkelerine dayalı olarak bu sosyal nizamın, ilâhî inâyetin zaruri sonucu olduğu şeklindeki temel düşünceden doğmuştur. Bu suretle siyaseti bir peygamber mesleği olarak gören İslâm düşünürleri, bu görevi üstlenenleri toplumun hem maddî hem de mânevî gelişmesini sağlamakla yükümlü saymışlardır. Yöneticiler, toplumu ahlâk kurallarına ve sosyal düzene (âdet) uygun yaşamaya sevketmek maksadıyla kanunlar koyarken, aşırılıklardan uzaklık demek olan adâleti daima gözetmelidirler. Bunun için kanunlar ne çok sert ne de çok yumuşak olmayacak şekilde bir denge (itidal) taşımalıdır (bk. İbn Sînâ, eş-Şifâʾ, “el-İlâhiyyât I”, s. 454-455). Böylece adâlet ve itidal, etimolojik bakımdan olduğu gibi kavram olarak da aynileşmiş olmaktadır.
İslâm düşünürlerine göre adâletin yakından ilgili olduğu diğer bir kavram da eşitliktir (müsâvat). Hatta İbn Miskeveyh, adâletle eşitliği eş anlamlı sayar (bk. Tehẕîbü’l-aḫlâḳ, s. 141-142). Fârâbî’nin de belirttiği gibi (bk. el-Medînetü’l-fâżıla, s. 22) adâlet, kemal ve fazilet sayılan, bir kısmı kişinin kendisinden başkasını ilgilendirmeyen, bir kısmı da diğer insanlarla münasebetlere yansıyan niteliklerin ikinci grubuna girer. Bu sebeple adâlet, servet ve imkânların paylaştırılması, alışveriş gibi iradî muameleler ile zulüm ve haksızlığa konu olabilecek diğer uygulamalarda söz konusudur (bk. İbn Miskeveyh, s. 120). Fârâbî bu bakımdan adâleti ortak menfaatlerin paylaştırılmasına ve bu payların korunmasına ilişkin olmak üzere iki kategoriye ayırmıştır (bk. Fuṣûlün müntezeʿa, s. 77-78). Bu alanlarda eşitliği gözetmek adâletin gereğiyse de bu mutlak ve ütopik bir eşitlik değildir. Zira İbn Miskeveyh’in örneğiyle, “Bir mühendis az düşünüp az iş yapsa da onun bu durumu, yönetiminde çalışan ve onun çizdiği projeyi uygulayan işçilerin çok çalışmasına denktir” (Tehẕîbü’l-aḫlâḳ, s. 128). İslâm filozofları arasında adâlet kavramını oldukça geniş ve sistematik şekilde ele alan düşünür olarak bilinen İbn Miskeveyh’e göre, toplumsal münasebetlerdeki dengenin (itidal) yahut adâlet ve eşitliğin temininde temel kaynak din (şeriat), temel vasıtalarsa, Aristo’nun tâbirleriyle “konuşan kanun” demek olan hâkim ve “sessiz kanun” demek olan paradır. Paranın bu özelliği, ticaret gibi hakka konu olan muamelelerde eşitlik ve adâleti sağlama fonksiyonundan ileri gelir. En büyük kanun (en-nâmûsü’l-ekber), bütün kanunların öncüsü (kudve) Allah’ın kanunu, ikincisi hâkim, üçüncüsü paradır. Toplumun bütün fertleri ve zümreleri arasındaki ilişkilerde denge, dolayısıyla sosyal adâlet (el-adlü’l-medenî) bu kanunlar sayesinde gerçekleşir (bk. İbn Miskeveyh, a.g.e., s. 126-127). İbn Miskeveyh’in Aristo’ya nisbet ettiği hâkim ve para ile ilgili fikirler Nikomakhos Ahlâkı’nın “V. Kitab”ında yaklaşık ifadelerle yer almaktaysa da (bk. Aristotales, V, 4.7, 5.8-13), burada Allah’ın kanunu ile ilgili herhangi bir ifade geçmemektedir. Ayrıca Aristo, eşitlik ve sosyal adâletin uygulanması bakımından köle-efendi ayırımına giderek köleleri sosyal adâletin dışında tutarken (bk. a.g.e., V, 6.6, 11.9), İslâm ahlâkçıları böyle bir ayırıma yanaşmamışlardır.
17 Aralık 2021 Cuma
RİYÂZÜ'S SÂLİHÎN (50) / ALLAH KORKUSU (2)
- Hadis-i Şerifler:
Bize, doğru söyleyen, doğruluğu tasdîk ve kabul edilmiş olan Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem haber verdi ve şöyle buyurdu :
“Sizden birinizin yaratılışının başlangıcı, annesinin karnında kırk günde derlenir toplanır. Sonra ikinci kırk günlük süre içinde pıhtı hâline döner. Sonra da bir o kadar zaman içinde bir parça et olur. Daha sonra Allah bir melek gönderir ve melek, ona ruh üfler. Bu melek dört şeyle; anne rahmindeki canlının rızkını, ecelini, amelini, iyi biri mi, yoksa kötü biri mi olacağını yazmakla emrolunur.”
Abdullah İbni Mes’ûd der ki: Kendisinden başka ilâh olmayan Allah’a yemîn ederim ki, sizden biri, cennetliklerin yaptığı işleri yapar ve kendisi ile cennet arasında sadece bir arşın mesâfe kalır da, sonra anne karnında yazılan yazının hükmü öne geçer, cehennemliklerin yaptığı işleri yapar ve cehenneme girer. Yine sizden biri cehennemliklerin yaptığı işleri yapar ve kendisi ile cehennem arasında bir arşın mesâfe kalır; sonra anne karnında yazılan yazının hükmü öne geçer ve o kişi cennetliklerin yaptığı işleri yapmaya devâm eder de, neticede cennete girer.
- Açıklamalar:
Bu safhalardan sonra, bütün uzuvlarıyla teşekkül etmiş olan cenine can verilir ve Allah tarafından gönderilen görevli bir melek önce ona ruh üfler. Daha sonra, doğacak olan çocuğun ölümüne kadar, hayattaki her türlü davranışı demek olan amelinin nasıl olacağını, hayat süresini, rızkını veya cennetlik cehennemlik olacağını yazar. Kişinin ameli, onun işlediği her çeşit hayır ve şerri, iyilik ve kötülüğü kapsar. Her insan, bu davranışlarına göre iyi ve kötü olarak nitelendirilir. İnsanın hayatının ne kadar devam edeceğini, ömrünün nasıl sona ereceğini de bu görevli melek yazar. Meleğin yazdığı bir başka şey, insanın rızkıdır. Rızkı az mı yoksa çok mu olacak, helâl mi yoksa haram mı yiyecek, rızkını hangi yollardan temin edecek? Bütün bunlar levh-i mahfûz denilen ve bilgisi sadece Allah katında olan bir kitapta yazılıdır. Netice itibariyle kişinin cennet veya cehennem ehlinden olacağı da görevli melek tarafından kaydedilir. Cenab-ı Hakk’ın bunları meleğe yazdırması, her şeyin bilgisinin kendi katında bulunduğunu onlara göstermek, bu durumu insanlara da öğretmek gayesiyledir. Herkesin yazısı boynunda asılıdır; fakat bunu ne insanın kendisi ne de başkası bilme ve görme imkânına sahip değildir. Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle buyurulur: “Her insanın amelini boynuna doladık. Kıyamet günü onun için, açılmış olarak bulacağı bir kitap çıkarırız: Kitabını oku, bugün nefsin sana hesapçı olarak yeter, deriz” [İsrâ sûresi (17), 13-14]. İnsanın boynunda asılı olan bu kitap, bir nevi onun zimmetinde olan eşya gibidir. Çünkü onda yazılı olanlar, kişinin hayatı boyunca yaptıklarıdır. Burada çok kere yanlış anlaşılan bir konuyu kısaca açıklamamız gerekir. Yukarıda anlatılanlar, halk arasında kader veya alın yazısı olarak bilinip adlandırılan hususlardır. Bu adlandırma doğrudur; yanlış olan, kendisini başına gelenlere mahkûm hissetmesi, azim ve gayreti, çalışıp çabalamayı terketme hissine kapılmasıdır. Oysa kişinin başına ne geleceğini, akibetinin nasıl olacağını Allah’tan başka kimse bilemez. Kişi, Allah kendisi hakkında öyle yazdığı için bu şekilde hareket ediyor değildir. Bu anlayışın aksine, kişinin nasıl hareket edeceğini Cenab-ı Hak ilm-i ezelîsi, sonsuz olan ilmi ile bildiği için öyle yazmıştır. Böyle olmasaydı, kişinin iradesi olmaz, neticede yaptıklarından da sorumlu tutulmazdı. Halbuki insan, her yaptığından sorumludur. Sadece aklı ve idrâki olmayanlar sorumlu değildir. O halde kader, akıl ve irade sahibi insanın, üzerine düşen görevleri eksiksiz yerine getirmesinden sonra ortaya çıkan neticeye rızâ göstermesi, vazifesini yapmış olmanın huzuru içinde olması ve isyan etmemesidir.
Peygamber Efendimiz’in bu hadisini yorumlayan İbni Mes’ûd, yaygın olarak meydana gelmese bile, bazı kere herkesin dikkatini çeken bir hususa açıklık getirmektedir. Bu husus, hayatı boyunca cehenneme girmeye sebep olacak işleri yapıp sonunda cennetlik olmak veya cennete girmeye vesile olacak işleri yapıp sonunda cehennemlik olmaktır. Allah’ın bir lutfu olmak üzere, birinciler çok görülürse de ikinci sınıfa girenler son derece azdır. Ömrünü küfür ve isyân bataklığında geçirmiş veya günahlara dalmış nice insanın, hayatının sonunda hakikatı seçtiği ve Allah’ın hoşnutluğunu kazanacak iyi işler yaptığı bilinen ve görülen bir gerçektir. Hadisimiz, insan ile cennet veya cehennem arasındaki mesafeyi arşın gibi kısa bir uzunluk birimiyle açıklarken, bu ikisine girmede davranışlarımızın önemini ortaya koymuş, iyi ve güzel işler yapmamız, kötü ve çirkin işler yapmaktan da sakınmamız gerektiğine dikkatimizi çekmiştir.
Bazı rivayetlerde, İbni Mes’ûd’a ait olan kısım da peygamberimiz’in sözü gibi nakledildiğinden, biz bunu tercümede parantezle belirtme ihtiyacı hissettik (bk. Bagavî, Şerhu’s-sünne, I, 128 vd.; Tecrid-i Sarih Tercümesi, IX, 18 vd.)
Bu hadis, insanın yaptığı iyi ve güzel amellerle gururlanmamasını, kendini beğenme, kibirlenme ve kötü huy gibi sevilmeyen hallerden uzak durmasını tavsiye etmekte, öte yandan işlediği bir takım günahlar sebebiyle Allah’tan ümit kesmeyip korku ile ümit arasında bir hayat sürmesi icâb ettiğini bize öğretmektedir. Ayrıca, dünyada insanlar hakkında cennetlik cehennemlik gibi kesin hükümler vermenin mümkün olmadığını da göstermektedir.
- Hadis-i Şeriften Öğrendiklerimiz:
2. İlk bakışta anlaşılması mümkün olmayan doğru haberleri reddetmek câiz değildir.
3. Çocuğun anne karnında bir gelişim safhası vardır. Bu safhaların bilinmesi gerekir. Çünkü anne karnındaki çocuğun da hakları vardır.
4. İyi işler işlemeye özen göstermeli ve bunları sürekli hale getirmeliyiz. Buna karşılık, kötü ve çirkin işlerden de uzak durmalıyız.
5. Hiç kimse sadece işlediği iyi amellere güvenmemeli, yaptığı kötülükler sebebiyle de Allah’tan ümit kesmemelidir.
6. İnsanlar hakkında cennetlik ve cehennemlik gibi kesin hükümler vermekten kaçınmak gerekir.
7. Kişinin dünyadaki son haline göre hakkında mü’min veya kâfir muamelesi yapılır.
“Hesap gününde cehennem getirilir. Cehennemin yetmiş bin dizgini ve her bir dizgini çeken yetmiş bin de melek vardır.”
- Açıklamalar:
- Hadis-i Şeriften Öğrendiklerimiz:
2. Hesap gününde cennet de cehennem de hazır bulunacaktır.
“Şüphesiz kıyamet gününde cehennemliklerin azâbı en hafif olanı, ayaklarının altına iki kor konulup da bu sebeple beyni kaynayan kişidir. Oysa o, hiç kimsenin kendisinden daha şiddetli azâb gördüğünü zannetmez. Halbuki kendisi, cehennemliklerin azâbı en hafif olanıdır.”
- Açıklamalar:
- Hadis-i Şeriften Öğrendiklerimiz:
2. Cehennemde görülecek azap dereceleri farklıdır.
3. Herkesin gördüğü azap, kendine göre cehennem azâbının en şiddetlisidir.
“Cehennem ateşi, cehennem ehlinin bazısının topuklarına, bazısının dizlerine, bazısının kuşak yerlerine, bazısının da köprücük kemiklerine kadar çıkar.”
- Açıklamalar:
Cehennem azâbı, insanı yiyip bitirecek bir azap da değildir. Öyle olsaydı, sürekliliğinden bahsedilmez ve vücudun çeşitli organları sayılarak ateşin bunları sarması söz konusu edilmezdi. Kaldı ki, cehennem azâbı gören mü’minler suçlarının cezasını çektikten sonra cennete gönderilince, cennetliklerin kendilerini tanıyacakları âyet ve hadislerle sabit olduğuna göre, bu azap şekillerde bir değişiklik de yapmayacaktır.
- Hadis-i Şeriften Öğrendiklerimiz:
2. Cehennemin azâbı insanların cisminedir.
3. Cehennem azâbı vücudu yok edip bitirmeyecektir.
4. Cehennem azâbı insanların şekillerini tanınmaz hale getirmeyecektir.
“İnsanlar, âlemlerin Rabbi huzurunda hesap vermek üzere kabirlerinden kalkarlar. Onlardan bazıları kulaklarının yarısına kadar ter içindedirler.”
- Açıklamalar:
- Hadis-i Şeriften Öğrendiklerimiz:
2. Kıyamet ve hesap haktır ve mutlaka vuku bulacaktır.
3. Herkesin hesabının zorluğu ve kolaylığı dünyadaki yaşayışına göre olacaktır.
4. Hesap gününün sıkıntısı çok büyüktür.
Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem bizlere benzerini hiç duymadığım bir konuşma yaptı ve şöyle buyurdu:
“Eğer sizler benim bildiklerimi bilseydiniz, az güler çok ağlardınız.” Bunun üzerine Resûlullah’ın ashâbı yüzlerini kapatarak hıçkıra hıçkıra ağladılar.
Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem ashâbının durumuyla ilgili bir haber alınca şöyle bir konuşma yaptı:
“Cennet ve cehennem gözlerimin önüne serilip bana gösterildi. Hayır ve şer açısından bugün gibisini görmedim. Eğer sizler benim bildiklerimi bilseydiniz, az güler çok ağlardınız” buyurdu. Resûlullah’ın ashâbına bundan daha ağır gelen bir gün olmamıştı. Başlarını örterek hıçkıra hıçkıra ağladılar. (Müslim, Fezâil 134)
- Açıklamalar:
Hz. Peygamber’in bilip bizim bilmediğimiz şeyler âhiret hayatı, cennet ve cehennem ahvâli ayrıca bizim bilme ve görme imkânımız olmayan gayb âlemiyle ilgili hususlardır. Bunlar, Allah’ın isyankârlara verdiği cezalar, itaatkârlara verdiği mükâfatlar, bizlere gizli kalıp Resûlullah’a açılmış olan sırlar, niyetlerdeki bozukluklar ve neticeleri gibi Peygamberimiz’e bildirilen hususlardır. İşte insanlar bunları bilip görmüş olsalardı çok ağlar az gülerlerdi. Bu hadis, Kur’ân-ı Kerîm’in şu âyetinin açıklaması mâhiyetindedir: “Artık kazandıkları işlere karşılık az gülsünler, çok ağlasınlar” [Tevbe sûresi (9), 82].
İmâm Gazzâlî, bu hadisi güvenilir, doğru sözlü ve doğru davranışlı olan Resûl-i Ekrem’in kalbine Allah’ın tevdi ettiği sırlardan bahseden hadisler arasında sayar. Peygamber’in, Allah’ın kendisine müsaade ettiği sırları açıklaması câizdir. Çünkü seçkinlerin kalbleri sırların gömülü olduğu kabirler gibidir. Hz.Peygamber, bunların bir kısmını açıklamak suretiyle ashâba az gülüp çok ağlamayı tavsiye etmiştir. Ağlamak, Allah’ın zikri ile hayat bulan kalblerin canlılık meyvesidir. Allah’ın azametini, büyüklüğünü ve yüceliğini hissedenler ağlayabilirler. Çok gülmek ise bu hakikatlerden habersiz olmanın bir sonucudur. Dolayısıyla Peygamber Efendimiz bu hadisleriyle bizleri diri bir kalbe sahip olmaya ve gafletten uzak durmaya teşvik etmektedir.
Bu hadis-i şerifi, 448 numaralı hadis olarak tekrar göreceğiz.
- Hadis-i Şeriften Öğrendiklerimiz
2. Cennet ve cehennem Peygamber Efendimiz’e gösterilmiştir.
3. Peygamberlerin bilip gördüğü ve bizlerin bilip görmesine imkân olmayan şeyler vardır.
4. Ferde ve topluma fayda sağlayacak sırları açıklamak câizdir.
5. Dinimiz, Allah’ı unutacak derecede çok gülmeyi doğru bulmamış, ağlamayı, yani canlı bir kalbe sahip olmayı tavsiye etmiştir.
6. Sahâbe-i kirâm’ın Allah sevgisi ve korkusu bizlere örnek olacak niteliktedir.
7. Ağlarken yüzü kapatmak dinimizde müstehap kabul edilmiştir.
“Güneş, kıyamet gününde insanlara bir mil mesâfe kalıncaya kadar yaklaştırılır.”
Hadisi Mikdâd’tan rivayet eden Süleym İbni Âmir :
Allah’a yemin ederim ki, Resûlullah mil ile yeryüzündeki mesafe ölçüsünü mü yoksa göze sürme çekmek için kullanılan mili mi kastetti bilmiyorum, demiştir. Resûl-i Ekrem:
“İnsanlar, işledikleri kötü amelleri kadar tere batarlar. Onlardan bir kısmı topuklarına, bir kısmı dizlerine, bazıları kuşak yerlerine kadar ter içinde kalır; bazılarının da ter âdeta ağızlarına gem vurur” buyurarak eliyle ağzına işaret etti.
- Açıklamalar:
- Hadis-i Şeriften Öğrendiklerimiz:
2. Kıyamet gününde güneş insanlara çok yakın olacak, azap görenler güneşin sıcaklığından son derece etkilenecekler.
3. Dünyada iyi işler yapan, kötü davranışlardan sakınan kimseler kıyamet azâbının şiddetinden korunmuş olurlar.
“Kıyamet gününde insanlar o kadar terlerler ki, onların teri yerin yetmiş arşın derinliğine ulaşır. Ter onların ağızlarına âdetâ gem vurur da tâ kulaklarına kadar çıkar.”
- Açıklamalar:
- Hadis-i Şeriften Öğrendiklerimiz:
2. Herkesin terleme derecesi, dünyada yaptığı işlerle orantılı olacaktır.
Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem ile birlikteydik. O sırada düşen bir şeyin gümbürtüsünü duyduk. Bunun üzerine:
– “Bu gümbürtünün ne olduğunu biliyor musunuz?” diye sordu. Biz:
– Allah ve Resûlü daha iyi bilir, dedik. Resul-i Ekrem Efendimiz:
– “Bu, yetmiş sene önce cehenneme atılmış olan bir taştır. O, şimdiye kadar cehennemde yuvarlanıp yol alıyordu, nihayet onun dibine ulaştı; siz onun gümbürtüsünü işittiniz” buyurdu.
- Açıklamalar:
Ashâbın, Hz.Peygamber’in bazı sorularına karşılık, “Allah ve Resulü daha iyi bilir” cevabını verdiklerine sıkça rastlarız. Bu durum, onların yüksek edep ve terbiyesini ortaya koyar. Çünkü insan bilgi sahibi olmadığı bir konuda konuşmamalı, bilen varsa onun konuşmasını beklemeli ya da istemeli ve bu suretle bilgilenmeyi, öğrenmeyi tercih etmelidir. Peygamberimiz bazı kere ashâba sorular yöneltir, onların bildikleri konulardaki sorularla bilgilerini yenilemelerini sağlar, bazı kere de bilmedikleri hususları sorarak zihinlerinin açılmasını ve vereceği cevaba hazır hale gelmelerini temin ederdi. Bu durum, âlimler ve eğitimciler için de bir örnek teşkil eder. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de bu hususta şu tavsiyeye rastlarız:
“Onlara güven veya korkuya dair bir haber gelse onu yayarlar. Halbuki onu Peygambere ve aralarında yetkili kişilere götürselerdi, içlerinden işin iç yüzünü araştırıp çıkaranlar, onun ne olduğunu bilirlerdi. Eğer size Allah’ın lutfu ve rahmeti olmasaydı, pek azınız hariç, şeytana uyardınız” [Nisâ sûresi (4), 83].
Bu rivayette anlatılan hadise, cehennemin derinliğini ortaya koyucu niteliktedir. Şu kadar var ki, kıyâmet, cennet ve cehennemle ilgili haberlerde geçen her şeyin dünyada bildiğimiz ölçülerle ele alınması doğru olmaz. Meselâ burada geçen yetmiş yıl, gerçekten dünya yılı mıdır; yoksa âhiret hayatında başka bir anlam mı ifade etmektedir; yahut çok derin oluştan kinâye midir; bunlara tam bir cevap vermek mümkün değildir. Saydığımız bu hususların her birini söyleyenler olmuştur.
- Hadis-i Şeriften Öğrendiklerimiz:
2. Sahâbîler bilmedikleri konularda susmuşlar, bilenin cevabını beklemişlerdir.
3. Sahâbe, üstün nitelikli kişilerdi. Onların başkalarının duymadığı bazı sesleri duymaları, bu üstün niteliklerinin delili sayılır.
4. Âhiret hayatıyla ilgili her şeyi dünyadaki benzerleriyle kıyaslamak doğru olmaz.
14 Aralık 2021 Salı
TEFSİR DERSLERİ ✿ܓ✿ ♥ܓ✿ Âl-i İmrân Suresi 96, 97, 98 ve 99. Ayet-i Kerimelerin Meal ve Tefsirleri

- Âl-i İmrân Suresi 96. Ayet-i Kerimenin Meali:
- Âl-i İmrân Suresi 96. Ayet-i Kerimenin Tefsiri:
Yüce Allah Mekke’yi dünyanın en kutsal şehri kılmıştır. Mekke şehrinin yer aldığı bölge her şeyden önce “mukaddes, saygınlığı korunan ve içinde kan dökmekten sakınılan yer” anlamına gelen Harem adıyla anılmaktadır. Suriye ile Yemen arasında uzanan kervan yolunun ortasında bulunan Mekke, kuzeyde Filistin, Suriye ve Irak; güneyde Yemen ve Habeşistan gibi bölgeler arasında yer alması sebebiyle tarihte büyük bir önem kazanmış ve küçümsenemeyecek bir ticarî şöhrete sahip olmuştur. Müslümanların kıblesi olan Kâbe’nin ve zemzem suyunun burada bulunması, Hz. Peygamber’in burada doğup büyümüş olması, ilk vahyin buradaki Hira/Nur dağında gelmeye başlaması ve Hz. Peygamber’in Hz. Ebû Bekir’le birlikte hicret ederken sığınmış oldukları Sevr mağarasının Mekke civarında bulunması bu şehrin önemini ve kutsiyetini arttırıcı unsurlardır.
Mekke şehrinin merkezinde yer alan Kâbe’nin, yüce Allah tarafından müslümanların kıblesi haline getirilmesi sebebiyle yahudilerin Hz. Peygamber’e karşı gösterdikleri direniş büsbütün şiddetlenmişti. Yahudiler kıblenin, önceki peygamberlerin kıblesi olan Kudüs’teki Mescid-i Aksâ’dan Mekke’deki Mescid-i Harâm’a çevrilmesini içlerine sindirememişler ve her fırsatta Mescid-i Aksâ’nın daha üstün bir mâbed olduğunu, bu sebeple kıble olmaya daha lâyık bulunduğunu savunmuşlardır. Onların bu itirazlarına daha önce Bakara sûresinin 142-145. âyetlerinde cevap verilmişti. Ancak yahudiler itiraz ve eleştirilerine devam ettikleri için burada mesele yeniden gündeme getirilmiş ve Kâbe’nin yeryüzünde ilk yapılan mâbed olduğu, tevhid inancının ilkelerini yansıttığı ve İsrâiloğulları arasından gelmiş peygamberlerin de atası olan Hz. İbrâhim’in makamının burada bulunduğu vurgulanmış, dolayısıyla kıble olmaya daha lâyık olduğuna işaret edilmiştir. Kâbe’yi inşa eden Hz. İbrâhim Hz. Mûsâ’dan yaklaşık 900 yıl önce yaşamıştır. Mescid-i Aksâ ise –Kitâb-ı Mukaddes’teki bilgiye göre– Hz. Mûsâ’nın İsrâiloğulları’nı Mısır’dan çıkarmasından sonra 480-487 yıllarında Hz. Süleyman tarafından yapılmış (I. Krallar, 6/1, 37) ve onun krallığı zamanında kıble olmuştur (I. Krallar, 8/29-30). Kur’an-ı Kerîm’de, Beytullah’ın Hz. İbrâhim tarafından oğlu İsmâil’le birlikte bina edildiği açıkça belirtilir. Ancak müfessir ve tarihçiler, Hz. İbrâhim’in önceden bulunmayan bir bina mı yaptığı yoksa daha önce var olup yıkılmış olan Kâbe’yi yeniden inşa mı ettiği ihtimalleri üzerinde durmuşlar ve bu hususta farklı görüşler ileri sürmüşlerdir (bk. Bakara 2/127).
Kâbe’nin “âlemler için bir hidayet kaynağı” olmasından maksat, buranın Allah’ın birliği (tevhid) inancına dayanan ilâhî dinin ilkelerini yansıtıcı özelliklere sahip olmasıdır. Nitekim bütün müslümanların kıblesi olması sebebiyle her gün beş vakit namazda dünyanın her tarafından müslümanların buraya yönelmeleri, İslâm’ın beş şartından biri olan hac ibadetinin burası ziyaret (tavaf) edilerek yerine getirilmesi, yılın her mevsiminde yapılan umre ziyaretinin burada gerçekleşmesi, hac ve umre ziyaretlerinde Allah’ın varlık ve birliğinin, ortaksız, benzersiz ve noksan sıfatlardan uzak olduğunun vurgulanması ve kemal sıfatlarıyla anılması, beytin tevhid ve hidayet sembolü olduğunu açıkça göstermektedir.
Kâbe’nin “bereket kaynağı” olması da, yüce Allah’ın bu mâbedi ve yakın çevresini maddî ve mânevî bereketlerle donatmış olmasıyla açıklanmıştır. Burada yapılan ibadetlerin sevabı diğer mâbedlerde yapılanlarınkinden daha fazla olduğu gibi (Buhârî, “Fazlü’s-salât fî Mescidi Mekke”, 1, 6) şartlarına uygun olarak yapılan hac da hacının günahlarının bağışlanmasına (Nesâî, “Hac”, 4; İbn Mâce, “Menâsik”, 3) ve cennete girmesine vesile olmaktadır (Râzî, VIII, 148). Maddî bereketine gelince, Mekke ziraata elverişsiz bir vadide kurulmuş olmasına rağmen çeşitli bölgelerde yetiştirilen her türlü sebze, meyve ve diğer ürünler buraya bolca getirilmekte ve burada yaşayanların rızıkları temin edilmektedir. Bugün Mekke’de yaklaşık 1 milyon nüfus barınmaktadır. Ayrıca her yıl hac mevsiminde 3 milyon dolayında hacı burayı ziyaret ettiği halde yiyecek içecek bakımından hiçbir sıkıntı çekilmemektedir. Burada Halîl İbrâhim’in bereketi ve duası vardır (bk. Bakara 2/126; İbrâhîm 14/37; Kasas 28/57).
- Âl-i İmrân Suresi 97. Ayet-i Kerimenin Meali:
- Âl-i İmrân Suresi 97. Ayet-i Kerimenin Tefsirii:
İbrâhim’in makamı (makam-ı İbrâhim), Hz. İbrâhim’in Kâbe’yi inşa ederken veya insanları hacca çağırırken üstüne bastığına ve üzerine ayak izlerinin çıktığına inanılan taş veya taşın bulunduğu yerdir (Râzî, IV, 48; Elmalılı, I, 493). Bundan maksat, “Mescid-i Harâm’ın tamamıdır” diyenler olduğu gibi, “Hacerülesved’dir” diyenler de vardır (İbn Kesîr, II, 65; bilgi için ayrıca bk. Bakara 2/125).
İçinde Kâbe’nin yer aldığı haram (yasak) bölgede emniyette olma, genellikle, burada her türlü mal ve can güvenliğinin sağlanmış, bitki örtüsünün korunması dahil –ilke olarak– canlıların öldürülmesinin yasaklanmış olması anlamıyla açıklanmıştır. Kâbe inşa edildiği günden itibaren insanların son derece saygı gösterdikleri bir mâbed olagelmiştir. Mevdûdî’nin ifadesine göre İslâm’dan önce bütün Arabistan’da 2500 yıldan beri süregelen karışıklık ve düzensizliğe rağmen Kâbe ve çevresinde barış ve emniyet hüküm sürmüştür (I, 247). Kâbe’nin kutsiyeti insanlar üzerinde o derece saygı uyandırmıştır ki Câhiliye döneminin en karanlık günlerinde birbirlerinin amansız düşmanı olan insanlar bile onun içerisinde düşmanlarına saldırmamışlardır. Nitekim başka âyetlerde bu hususa özel olarak değinilmiştir (krş. Kasas 28/57; Ankebût 29/67; Kureyş 106/4). Hz. Peygamber de göklerin ve yerin yaratıldığı günden itibaren Mekke’nin harem (korunmuş) belde olduğunu, kıyamete kadar böyle devam edeceğini bildirmiştir. Orada herkes mal emniyetine sahip olduğu gibi, hayvanlar ve bitkiler dahil her canlı güvenlik içindedir (Müslim, “Hac”, 445-448). Ancak akrep ve benzeri zararlı hayvanlar bunun dışındadır. Ayrıca Kâbe’nin varlığı sebebiyle Arabistan’da yılda dört ay (zilkade, zilhicce, muharrem ve receb) barış sağlanmış, bu süre içerisinde kimsenin kimseye saldırmamasına özen gösterilmiştir (Mâide 5/97; Tevbe 9/36; Mekke Haremi ve hükümleri hakkında bilgi için bk. Salim Öğüt, “Harem”, DİA, XVI, 127-132).
“Bir yere gitmeyi veya bir işi yapmayı kastetmek” anlamına gelen hac kelimesi dinî bir terim olarak “belirli bir zamanda Arafat’ta bulunmak (vakfe) ve Kâbe’yi tavaf etmek (usulüne uygun olarak çevresinde dönmek) suretiyle yerine getirilen ibadet”i ifade eder. Bu âyet haccın müslümanlara farz olduğunun delilidir. “Yoluna gücü yetenler, hacca gitme imkânına sahip olanlar” demektir. Bu imkân ise “sağlığın elverişli olması, gidip gelmek için yetecek kadar para ve yol güvenliğinin bulunması” anlamına gelir. Hz. Peygamber de bu imkâna sahip olan kimseye ömründe bir defa Kâbe’yi ziyaret etmenin farz olduğunu bildirmiştir (bk. Müslim, “Hac”, 412).
- Âl-i İmrân Suresi 98. Ayet-i Kerimenin Meali:
- Âl-i İmrân Suresi 99. Ayet-i Kerimenin Meali:
- Âl-i İmrân Suresi 98 ve 99. Ayet-i Kerimenin Tefsiri:
Yahudilerin ve hıristiyanların kitaplarında Hz. Muhammed’in geleceğine, peygamberliğine ve şahsiyetine dair âyetler bulunduğu, onlar da onun peygamber olduğunu bildikleri halde bu gerçeği ve Kur’an’ı inkâr ettikleri, bu konuda insanların kalplerine şüphe düşürmeye ve müminleri İslâmiyet’ten soğutmaya çalıştıkları için yüce Allah bu âyetlerle onları kınamıştır.
Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 1 Sayfa: 635-641
13-16 Mayıs İSTANBUL & BOSNA HERSEK TURU
BALKAN TURU / 13-16 Mayıs (Vizesiz, Uçaklı 4 Gün - 3 Gece, 4 Ülke) Pegasus Hava Yolları 4* Otellerde Konaklamalı Bosna Hersek - Karadağ - ...
-
BOSNA HERSEK TURU (3 Gece - 4 Gün) 20-23 Şubat 2025 BOSNA HERSEK TURU (3 Gece - 4 Gün) 1. Gün: Saraybosna - Mostar - Kotor - Bud...
-
02 - 07 Temmuz Güneydoğu Anadolu - GAP Turu 3 Gece Otel Konaklamalı 5 Gün Gezi Mezopotamya, bazı kaynaklarda medeniyetlerin beşiği ola...
-
KÜTÜB-İ SİTTE HADİS-İ ŞERİFLER KIYAMET VE KIYAMETLE İLGİLİ MESELELER BÖLÜMÜ İKİNCİ BAB: SÛR'A ÜFLENMESİ VE NEŞR 1. (5...
-
Bakara Sûresi'nin 246 - 251. Ayet'i Kerimeleri Arasının Mealleri ve Tefsirleri Bakara Suresi 246. Ayet-i Kerimenin ...
-
Gönül Erleri 17-18-19 Mayıs ve 24-25-26 Mayıs Hafta Sonu 2 ayrı İstanbul & Kapadokya Turu Gezilecek Yerler: Tuz Gölü Ihlara Vadisi ...