18 Ekim 2021 Pazartesi

İSLÂM, SEVGİ ve AİLE / İslam Diniyle İlgili Yanlış Algılar Bağlamında Ailede Yozlaşma ve Şiddet / Sayfa: 809 - 827

ULUSLARARASI SEMPOZYUM
YANLIŞ ALGILAR ve DOĞRU İSLÂM
28-30 Ekim 2016
ŞanlıUrfa / TÜRKİYE
Sayfa: 809 - 827
İSLÂM, SEVGİ ve AİLE
İslam Diniyle İlgili
Yanlış Algılar Bağlamında
Ailede Yozlaşma ve Şiddet
Nazım BAYRAKDAR * 

     Bu bildiride ailede yozlaşma ve şiddet problemi, din eğitimi perspektifinden ele alınmıştır. Bildirinin temel iddiası, insanlara yeterli ve nitelikli bir din eğitimi hizmeti sunulamamasının ailede yozlaşma ve şiddet probleminin temelinde yatan en önemli nedenlerden birisi olduğu; örgün ve yaygın din eğitimi faaliyetlerinin bilimsel bir temel üzerine bina edilmesinin, söz konusu problemin çözümüne büyük bir katkı sunabileceğidir. Bildiri, öğretime konu edilecek olan İslam dininin, işin ehli olan kişiler tarafından, temel ilke ve esaslardan taviz verilmeksizin, günümüzün ihtiyaçlarına cevap verecek şekilde yorumlanıp güncellenmesinin gerekliliği ön kabulünden hareketle kaleme alınmıştır. Bildiride ailede yozlaşma ve şiddet probleminin, aile fertlerinin birbirlerine yönelik bakış açılarındaki çarpıklıkla ve sevgi duygusundaki yozlaşma ile doğrudan ilişkisi olduğu vurgulanmıştır. Bu bağlamda İslam dininin temel kaynaklarında yer alan hükümler esas alınarak aile fertlerinin birbirlerine bakış açılarının ne olması ve birbirlerine yönelik hissettikleri sevginin hangi nitelikleri taşıması gerektiği hususunda değerlendirmelerde bulunulmuştur. Bildiri genel itibariyle; aile fertlerinin birbirleri için huzur kaynağı oldukları zamanlarda nimet; sıkıntı ve huzursuzluk kaynağı oldukları zamanlarda ise emanet oldukları gerçeğine uygun hareket etmeleri durumunda aile içi şiddet probleminin büyük ölçüde çözüme kavuşacağı iddiasını temellendirme gayesi ile yazılmıştır.
     Yüce Allah katında yegâne din olan İslam’ın doğru anlaşılması ve yaşanması, öteden beri var olan önemli bir problemdir. İslam dininin kıyamete kadar varlığını koruyacağına dair -bu dinin inanırları olarak- en ufak bir kuşkumuz yoktur. Günümüzde sorumluluk bilincine sahip her Müslümanın endişe duyması gereken asıl mesele, İslam dininin özüne ve evrensel niteliğine uygun şekilde yorumlanıp yorumlanmadığıdır. Çünkü Müslümanlar, söz konusu endişeyi haklı ve gerekli kılan iki önemli tehditle karşı karşıyadır. Bunlardan birincisi, halka din hizmeti yapıyor görüntüsü vererek ortaya çıkıp gelişen, büyüyen, yayılan ancak asıl amacı dine hizmet değil, nefse ve dış güçlere hizmet olan gruplara liderlik eden kişilerin İslam dininin temel esaslarıyla bağdaşmayan yorumlarının halkta bir karşılık bulabilmesidir. Diğeri ise, insanların ayetleri ya da hadisleri, etkisi altında kaldıkları popüler kültür ile uyumlu şekilde yorumlama çabası içerisinde olmalarıdır. Müslümanların bu iki tehdide karşı kendilerini koruya bilmelerinde en büyük sorumluluk elbette ki İlahiyat ve Diyanet camiasına düşmektedir. Bu nedenle bugün burada yapılan sempozyumun, bu sorumluluğun ifası bakımından büyük bir önemi haiz olduğu kanaatindeyim.
~~~~ * ~~~~
Yukarıdaki Bölümdeki Dipnot:
* Yrd. Doç. Dr. Uşak Ün. İlahiyat Fak.

~~~~ * ~~~~

     İslam dininin çeşitli konularla ilgili ortaya koyduğu hükümlerin anlaşılması noktasında yaşanan problemin, Hz. Peygamberin vefatından sonra ortaya çıktığı rahatlıkla söylenebilir. Zira Hz. Peygamber hayattayken Müslümanlar arasında O’nun sözünün üstüne söz söyleyecek bir kimse olamazdı. O vefat ettiğinde ise durum değişti. Müslüman olmuş ama iman henüz kalplerine yerleşmemiş bazı kimseler, Efendimizin vefatını bir fırsat olarak görmüşlerdi. Bu bakımdan Hz. Peygamberin vefat etmesi, İslam dininin anlaşılması ve yorumlanması noktasında ortaya çıkacak ciddi bir tehlikenin kapısının ardına kadar açıldığı anlamına geliyordu. Nitekim münafık olarak nitelendirilen insanlar böylesine elverişli bir ortamı kendi çıkarları adına değerlendirmek üzere hemen harekete geçmişler ve işe fitne faaliyetlerine hız vermekle başlamışlardı. Onlar bütün enerjilerini kabilecilik zihniyetini körükleme üzerine yoğunlaştırmışlardı. Onların bu faaliyetleri kısmen de olsa amacına ulaşmış ve Müslümanlar arasındaki kardeşlik duygularının zayıflamasına, bütünlüğün zarar görmesine yol açmıştı. Buna bağlı olarak Müslümanların bir kısmı, ana gövdeden kopmuş ve farklı oluşumlar altında bir araya gelmişlerdi. Bu oluşumlar, İslam dininin temel kaynakları olan Kur’an’ı ve Hz. Peygambere ait söz ve uygulamaları farklı şekilde anlama eğilimine girerek adeta kendi farklarını ortaya koymak istemişlerdi. Temelinde akl-ı selimden ziyade kin ve husumet bulunan böyle bir yaklaşımla İslam dininin ortaya koyduğu hükümlerin, özüne sadık kalınarak doğru bir şekilde anlaşılıp uygulanması zaten mümkün değildi.
     İlk dönemlerde ortaya çıkan anlayış farklılıkları, ana gövdeyi temsil eden yapı içerisinde de ortaya çıkmıştır. Ancak bu farklılıklar çoğunlukla esasa müteallik meseleler olmadığı için yadırganmamış / anlayışla karşılanmıştır. Esasen bu tür farklılıkların ortaya çıkmasında birçok faktörle birlikte, o dönemde yaşamış âlimlerin içerisinde yaşadıkları yerleşim bölgelerine ait koşullar da etkili olmuştur. Bu nedenle ben bu noktada önemli gördüğüm bir hususa değinmek istiyorum. Dört büyük mezhep imamının yaklaşık aynı dönemde ve birbirine birçok yönden benzeyen toplumsal koşullarda yaşamalarına rağmen ortaya koydukları fetvaların farklılaşabildiği ve bu farklılaşmanın genel itibariyle yadırganmadığı bir gerçektir. Bu durumda, söz konusu âlimlerimizin yaşadığı dönemden oldukça farklı toplumsal koşullarda yaşadığımız şu asırda, ilk dönemlerde ortaya konulmuş yorumların ve fetvaların günümüz ihtiyaçlarına cevap vermekte yeterli olduğu, yeni yorumlara ve fetvalara gerek olmadığı iddiasının sağlam bir temele dayanmadığını belirtmemiz gerekir.
     İslam dininin anlaşılması ve hayata tatbik edilmesi ile ilgili problemin, tarihsel süreçte daha da derinleşmesine yol açan çeşitli faktörlerden söz edilebilir. Fetihler sayesinde Müslümanların farklı kültürlere sahip topluluklarla karşılaşmaları ve onlarla yaşadıkları etkileşim, yeni Müslüman olmuş toplulukların atalarından tevarüs ettikleri kültürün etkisinden kurtulamamış olmaları, eğitim siteminde yaşanan aksamalar bu faktörler arasında sayılabilir. Ancak meseleye günümüz açısından bakılacak olursa, Müslümanların değer yargılarındaki, hayata bakış açılarındaki ve yaşam tarzlarındaki yozlaşmanın büyük ölçüde, kapitalist odaklar tarafından küresel ölçekte estirilen değişim rüzgârından kaynaklandığı söylenebilir.
     İnsan, fıtratı gereği etkilenen ve etkileyen yani fiziki ve sosyal çevresi ile sürekli etkileşim halinde bulunan bir varlıktır. İnsanın eğitiminde, kişiliğinin oluşumunda, sosyal, dini, ahlaki ve zihinsel gelişiminde söz konusu etkileşimin rolü oldukça büyüktür. İnsanın etkileşim halinde olma özelliği doğal olarak insanlardan oluşan toplumlara da sirayet etmiştir. Günümüzde hiçbir toplum, hiçbir kültür kendini diğer toplumların / kültürlerin etkisinden soyutlama kabiliyetine sahip değildir (Taylan,1991:139). Bu durumda yapılması gereken şey diğer toplumlarla etkileşimi önlemeye çalışmak değil, bu etkileşimi başarılı bir şekilde yönetmektir. Denizde yolculuk yapan bir geminin fırtınadan ve dalgalardan etkilenmemesi düşünülemez. Önemli olan duruma uygun tedbirler alarak dezavantajlı gibi görünen durumları en az hasarla atlatabilmek ve hatta mümkünse avantaja dönüştürebilmektir. Tabi ki bu, gemiyi yöneten kişilerin ilgili alanda yeterli donanıma sahip olmalarını gerektirir.
     Toplumlar ve kültürler arası etkileşimin hızı, küreselleşme olgusu ile birlikte iyice artmıştır. Teknolojik araçların ve özellikle de kitle iletişim araçlarının gelişip yaygın olarak kullanılmaya başlaması ve hızlı ulaşım imkânlarının artması ile birlikte dünyamız adeta küçük bir köy haline gelmiştir (Çalık, Sezgin, 2005: 57). Küreselleşme adı verilen bu olgunun insanlar için bir nimet mi yoksa bir tehdit mi olduğu tartışılabilir. Ticari kuruluşlar yönüyle ele alındığında küreselleşmenin özellikle de büyük sermayedarlar açısından cazip fırsatlar sunduğu ortadadır. Diğer yandan geleneksel dini ve milli değerler açısından bakıldığında hâlihazırdaki durumun hiç de iç açıcı olmadığı rahatlıkla söylenebilir. Zira toplumlar ve kültürler arası etkileşimin giderek artması ile birlikte insanlar, farklı kültürlerle sıkça karşılaşmaya başlamışlardır. Bu karşılaşma sürecinde kendi kültürünü daha etkili / başarılı şekilde sunabilen / pazarlayan toplumlar doğal olarak diğer kültürlerin dönüşümüne ya da yozlaşmasına neden olabilmektedirler. O halde burada önemli bir gerçeğe işaret etmekte fayda vardır: Küreselleşme olgusu ile birlikte hızı artan kültürler arası etkileşim sürecinde her kültürün etki gücü eşit değildir. Kültürlerin etki gücü, yaşandığı toplumların gelişmişlik ve refah düzeylerinin yanı sıra kitle iletişim araçlarını etkili şekilde kullanma durumları ile doğru orantılıdır (Avcıoğlu, 2013: 23-25). Bu açıdan bakıldığında İslam kültürünü temsil ettiği düşünülen toplumların söz konusu etkileşim sürecinde daha çok, “etkilenen” konumda bulunmaları doğaldır. Hayat anlayışı ve yaşam tarzı başta olmak üzere Müslüman toplumların hal ve hareketlerinin her geçen gün daha fazla batılı tarza bürünmesi, daha çok “etkilenen” konumda bulunduklarının açık göstergelerinden birisidir. Bugün gençlerimizin, küreselleşme denilen değişim rüzgarının önünde adeta bir yaprak gibi savrulmaları, popüler kültürün elinde şekillenen bir kuklaya dönüşmeleri gibi acı realiteler ile karşı karşıya isek, toplumlar arası etkileşim sürecinde “etkileyen” konumda bulunduğumuzu iddia etmemiz mümkün değildir.
     Toplumlar ve kültürler arası etkileşim sürecinde daha çok ‘etkilenen’ konumda bulunmamız, Müslüman bilginlerin İslam dinini evrensel niteliğine uygun şekilde yorumlayıp öğretime konu edemediklerine işaret etmektedir. İslam dininin evrensel niteliğine uygun şekilde yorumlanamaması ve sağlıklı şekilde öğretime konu edilememesi, küreselleşme denilen değişim rüzgârının etkisinde kalan Müslümanları şu üç yoldan birine yönelmeye mahkûm etmektedir. Birinci yol, tepkisel bir yaklaşımı benimseyerek radikalleşmektir. Yani bireyin, kendisi ile aynı inançları ve yorumları paylaşmayan kişi ya da grupları düşman olarak görmesi ve hatta onları yok etmenin en doğru yol olduğuna dair bir inanç geliştirmesidir. Anlayış bu olunca, ayetlerin ve hadislerin buna göre yorumlanması kaçınılmaz hale gelmektedir. İkinci yol, insanların din ile aralarındaki gönül bağlarını zayıflatmalarıdır. Üçüncü yol ise, dini bilginin -özünden uzaklaşılarak- popüler kültür ile uyumlu şekilde yorumlanmasıdır.
     Dikkat edilirse bu üç yol, bilinçli hiçbir Müslümanın arzu edebileceği nitelikte değildir. Bu durumda özellikle de İlahiyat ve Diyanet camiasına önemli bir sorumluluk düşmektedir. Bu sorumluluk, insanlara dördüncü bir yolun da var olduğunu ve bu yolun kendileri için en isabetli seçenek olduğunu göstermektir. Bir diğer ifadeyle; İslam dininin gerçekten evrensel bir din olduğu, her toplumda ve her dönemde yaşanabileceği ve yaşandığı takdirde kendileri için hayat kaynağı olacağı konusunda insanları ikna edebilmektir. Bu ikna çabasının başarıya ulaşması, İslam dininin yanlış algılanması probleminin çözüme kavuşması açısından oldukça önemlidir.
     Küresel düzeyde yaşanan kültürler arası etkileşim ve toplumsal değişim sürecinden en çok etkilenen kurumların başında aile gelmektedir. Bireysel ve toplumsal açıdan saymakla bitirilemeyecek kadar çok yararları olan aile, yeri başka hiçbir şeyle doldurulamayacak bir kurumdur. Neslin devamında, toplumun geleceği için ihtiyaç duyulan nitelikli bireylerin yetiştirilmesinde, aile fertlerinin huzura kavuşup ahlaksızlıklara karşı kendilerini korumalarında, toplumda huzur ve güvenin sağlanmasında ailenin rolü yadsınamaz. Bu açıdan bakıldığında, aile kurumundaki yozlaşmanın toplumumuzun geleceği açısından ciddi bir tehdit unsuru olduğu rahatlıkla söylenebilir.
     Her toplumsal yapı gibi aile de belli değerler, normlar etrafında teşekkül etmektedir. Söz konusu norm ve değerler aile içerisindeki rolleri belirleyen ve ilişkilere yön veren temel unsurlar arasındadır. (Yazıcı, 2013: 1490). Bununla birlikte günümüz toplumlarında yaşanan hızlı değişme, bireyler arası ilişkilere yön veren geleneksel / dini norm ve değerlerin aşınmasına, içlerinin boşaltılmasına, yozlaştırılmasına yol açmıştır / açmaktadır. Kitle iletişim araçları başta olmak üzere çeşitli yollar ve araçlar kullanılarak bireylere dayatılan yeni yaşam tarzları karşısında özellikle de çocuklarımız ve gençlerimiz kendilerini yeterince savunabilme / koruyabilme imkânı bulamamaktadır.
     Bugün ailede yozlaşma, aile içi şiddet ve İslam dininin ortaya koyduğu hükümlerin yanlış anlaşılması gibi problemlerle karşı karşıya isek ve bu problemler toplumun geneline sirayet etmişse, bunun tek bir izahı vardır. Demek ki biz insanımıza yeterli ve nitelikli bir din eğitimi hizmeti sunamadık. Demek ki Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi dersinin 1982’den bu yana okullarda zorunlu olarak okutulması, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın, sayısı yüz bini aşan öğretici kadrosu ile yaygın din eğitimi hizmeti sunması toplumda İslam dini ile ilgili var olan cehaletin yok edilmesinde yetersiz kalmıştır. Bu yetersizliğin nedenleri ile ilgili elbette birçok faktöre vurgu yapılabilir. Ancak şunu vurgulamakta yarar vardır ki, ülkemizde din eğitimi faaliyetlerinin bilimsel bir temel üzerine bina edilmesinin önemi ve gerekliliği oldukça geç fark edilmiştir. Cumhuriyet dönemi boyunca din eğitimi meselesi çoğunlukla siyasi ve ideolojik kaygılarla ele alınmıştır. Din eğitimine yönelik bakış açısındaki bu çarpıklık doğal olarak örgün ve yaygın din eğitimi hizmetlerinin niteliğini olumsuz etkilemiştir.
     Dini bilgiler, inançlar ve değerler kalplere tam olarak yerleşip kişiliğin bir parçası haline gelememişse, bireyin duygularına, düşüncelerine, davranışlarına istikamet veremez. 1 Özellikle de günümüz şartları dikkate alındığında bu tür bilgilerin, inançların ve değerlerin bireyi çevrenin olumsuz etkisine karşı yeterince koruması da düşünülemez. Bu nedenle çocuklarımızın ve gençlerimizin kendi dinlerine ve kültürlerine yabancılaşmasından rahatsızlık duyan her aydınımızın, din eğitimi meselesi üzerinde ciddiyetle durması gerektiği kanaatindeyim.
     Cumhuriyet dönemi boyunca din eğitimi meselesinin ihmal edilmesi ve halka nitelikli bir din eğitimi hizmeti sunulamamasının bir bedeli elbette olacaktı. Çağın doğru okunamamasının, tehlikelerin zamanında fark edilememesinin, toplumlar ve kültürler arası etkileşim sürecinin başarılı şekilde yönetilememesinin, çarenin yanlış yerlerde aranmasının bedelini ne yazık ki acı bir şekilde ödemek durumunda kaldık / kalmaktayız. Bu bedelin ne kadar ağır olduğunu görebilmek için toplumun temelini oluşturan aile kurumunda yaşanan huzursuzluklara / problemlere bakmak zannediyorum yeterli olacaktır.
     Çok yakın bir zamana kadar belirli bir yaşa gelmesine rağmen evlenmeyip bekâr kalmak, nikâhsız bir şekilde karşı cinsle aşk birlikteliği yaşamak, evliliğin üzerinden epey bir zaman geçmesine rağmen çocuk sahibi olmayı düşünmemek, sudan sebepler ileri sürerek boşanmaya kalkışmak toplumun büyük bir kesimi tarafından yadırganan ve hatta kınanan durumlardı. Ancak günümüzde bu tür durumlar, toplumun önemli bir kesimi tarafından alternatif yaşam tarzları olarak görülmeye ve normal karşılanmaya başlamıştır. Bu anlayış değişikliği, evlenip aile kurmanın ve çocuk sahibi olmanın toplumdaki değerinin giderek azaldığını ortaya koyması yönüyle oldukça düşündürücüdür (Şentürk, 2008: 8). Nitekim son yıllarda evlenme yaşının kademeli bir şekilde yükselmesi, boşanma oranının –özellikle de bazı bölgelerde- evlenme oranından daha hızlı bir şekilde artması bu anlayış değişikliğinin bir ürünü olarak görülebilir. 
~~~~ * ~~~~
Yukarıdaki Bölümdeki Dipnot:
1) M.Şevki Aydın, “Din Öğretiminde Öğrenci Merkezlilik”, Diyanet Aylık Dergi, Haziran 2011, Sayı 46, s. 28 
~~~~ * ~~~~

     Küreselleşme sürecinin bireylere dayattığı öyle değer yargıları ve hayat anlayışları vardır ki, bunlardan bazıları ailenin yozlaşmasını ve aile içerisindeki şiddetin artmasını doğrudan etkilemektedir. Bunlar arasında bireycilik, bencillik, farklı ve görünür olmaya teşvik, imaja ve gösterişe aşırı önem verme, özgürlüğe aşırı vurgu, geleneksel değerleri insanlar için ayak bağı olarak nitelendirme, tüketime teşvik, sübjektifliği ön plana çıkarma, hiçbir değer vazgeçilmez değildir anlayışı, hedonizme teşvik ilk akla gelenlerdir.
     Bireycilik, özgürlük, hazcılık gibi popüler kültürün insanlara dayattığı anlayışlar, evlenip aile kurmanın özgürlükleri kısıtlayıcı bir durum olarak nitelendirilmesine ve evliliğe karşı olumsuz bir tutum geliştirilmesine yol açabilmektedir (Bayer, 2013: 112). Birey için ailenin değersizleşmesi, ailesi ile arasındaki bağların zayıflaması anlamına gelir. Ailesi ile arasındaki bağları zayıflayan bireyin, aile içi sorumluluklarını yeterince ciddiye alması oldukça zordur. Bu durumun, ailenin huzuru açısından önemli bir tehdit oluşturacağı açıktır.
     Günümüzde ailenin yozlaşmasını hızlandıran en önemli faktörlerden birisini, küresel güçlerin aile mahremiyetini ortadan kaldırmaya yönelik çalışmaları oluşturmaktadır (Bayer, 2013: 105). Söz konusu güçler bu çalışmalarını büyük ölçüde görüntülü araçlar üzerinden yapmaktadır. Bu araçlar kullanılarak aile içindeki en mahrem durumlar bile bütün dünyaya dizi filmler, sinema filmleri, yarışma ve magazin programları yoluyla servis edilmektedir. Bu tür programların etkisiyle, aile içerisinde gizli olarak yapılması gereken birçok davranış, toplum huzurunda alenen yapılır hale gelmiştir. Toplumun önemli bir kesiminin yüzünün kızarmasına neden olsa da, bu tür davranışların zamanla kanıksanıp normal karşılanır hale geldiğini ve bireysel özgürlükler kapsamında değerlendirildiğini de belirtmek gerekir.
     Peki, küreselleşme sürecinde popüler kültür çeşitli araçları kullanarak insanların kalplerine kendi değerlerini ve anlayış tarzını yerleştirmeye çalışırken, dini inançların bireyler üzerinde koruyucu etkisini yeterince gösterememesi nasıl izah edilebilir?
     Kendi değerler sistemini sağlam temeller üzerine bina etmiş yani ahlaki gelişimini sağlıklı bir şekilde tamamlamış kimseler için inançlar, söz konusu değişim rüzgârına karşı bireylerin direncinin artmasına önemli bir katkı sunabilir. Ancak içinde yaşadığımız toplumu ele aldığımızda, dini ve ahlaki değerleri öğrenip içselleştirmiş, bu değerleri kişiliğinin bir parçası haline getirebilmiş insanların oranının maalesef oldukça düşük olduğu gözlenmektedir. Kendi değerler sistemini sağlam temeller üzerine bina etmeyi başaramamış insanların, değişim rüzgârının yıkıcılığına karşı yeterli direnci göstermeleri zordur. Bu bakımdan tekrar vurgulamakta fayda vardır ki, çocuklarımıza nitelikli bir din ve ahlak eğitimi hizmeti sunulması ve böylelikle onların dini / ahlaki açıdan sağlıklı şekilde gelişmelerinin sağlanması, kültürel kimliğin korunması, ailede yozlaşma ve şiddet probleminin çözüme kavuşması açısından bir zarurettir.
     Bireyin dini / ahlaki gelişiminde en büyük sorumluluğun aile büyüklerine ait olduğu açıktır. Bu durumda, dinin yozlaştırılmasından sonra en tehlikeli olan ikinci yozlaşma alanının, aile kurumundaki yozlaşma olduğu rahatlıkla söylenebilir. Aile kurumundaki yozlaşmanın önlenebilmesi için İslam dininin aile kurumu ile ilgili ortaya koyduğu hükümlerin net bir şekilde ortaya konulup sağlıklı bir şekilde yorumlanması ve bu hükümlerin birer ayak bağı / sıkıntı kaynağı değil, hayat ve huzur kaynağı olduğu hususunda insanların ikna edilmeleri oldukça önemlidir. Bu noktada yüce Rabbimizin, “Ey iman edenler! Allah ve resulü sizi hayat verecek şeylere davet ettiğinde bu davete icabet edin…” (Enfal Suresi 8/24) buyruğunu zikretmekte fayda görüyorum.
     Bazı Müslümanların aile fertlerine uyguladıkları şiddet içeren davranışlara kılıf olarak bazı ayet-i kerimeleri ya da hadis-i şerifleri kullanmaya kalkışmaları, oldukça ibret verici bir durumdur. Aklı selimle telif edilemeyecek bu tür yaklaşımların esasen, İslam dininin anlaşılması / yorumlanması sürecinde yapılan şu iki yanlıştan kaynaklandığı değerlendirilmektedir:

     Birinci Yanlış: Her din gibi İslam dininde de kişiler arası ilişkilerin hangi esaslara göre yürütülmesi gerektiğini belirten çeşitli hükümler bulunmaktadır. Bu hükümlerin hayata tatbik edilmesi sürecinde işe en yakınlardan başlamak aklın ve dinin gereğidir. Örneğin kendisine iyilik yapılmaya en çok layık olan kişiler başta anne olmak üzere aile fertleridir (Bkz. Buhari, Edeb 2; Müslim, Birr 1). En çok sevilmesi, korunması, gözetilmesi, affedilmesi, anlayışla karşılanması, vefalı olunması, fedakârlık yapılması, güler yüz gösterilmesi gereken kişiler aile fertleridir. Bu bakımdan genel olarak insanlara, özel olarak da Müslümanlara iyi / güzel davranılması gerektiğini ifade eden çok sayıda ayetin ve hadis-i şerifin bulunması, Müslümanların aile fertlerine güzel davranmaları için yeterli bir sebeptir.
     Aile fertleri ile ilişkilerinde İslam’ın temel esaslarına riayet etmeyen kişilerin, aile dışındaki fertlerle ilişkilerinde nezakete, kırıcı olmamaya dikkat etmeleri samimiyetsizliklerini ya da cahilliklerini gösterir. Çünkü bir insanın sorumluluk sahası, dışarıdan içeriye doğru artış gösterir. Yani sorumluklar önem ve büyüklük derecesine göre nefisten başlar; aile, akrabalar, komşular… şeklinde azalarak devam eder. Onun içindir ki; kendine sürekli zulmeden insanın, başkalarına adaletli davranması zordur; kendine hayrı olmayan insanın başkalarına hayrı olmaz; aile fertlerine güven vermeyen insan, komşularına güven veremez. Kendi çocuklarına sürekli zulmeden bir ebeveynin, başkasının çocuklarına sürekli şefkatle yaklaşmasında; bir bayanın kocasına göstermediği güler yüzü, iş yerindeki erkek çalışma arkadaşlarına göstermesinde, bir erkeğin iş yerindeki bayan arkadaşlarına gösterdiği nezaketi kendi eşinden esirgemesinde; mahallesindeki fakirlere zerre kadar ilgi göstermeyen bir Müslümanın dünyanın öbür ucundaki fakir insanlar için adeta yardım seferberliği ilan etmesinde sizce bir gariplik yok mu kıymetli hocalarım? Bence bu tür davranışlar İslam’ın doğru anlaşılmadığını göstermesinin yanı sıra, bireylerin kişilik yapıları yönüyle de ciddi problemleri olduğuna işaret etmektedir.

     İkinci Yanlış: İslam dininin temel kaynaklarında, farklı anlaşılmaya / yorumlanmaya kapı aralamayacak ölçüde net, herkesin anlayabileceği nitelikte, herkesi bağlayan genel geçer hükümler mevcuttur. Müslümanların öncelikle sarılmaları ve hayata tatbik etmeleri gereken ayetler bunlardır. Ancak yapılan gözlemlerde durumun böyle olmadığı açık bir şekilde görülebilmektedir. Bazı Müslümanlar, İslam’ın net hükümlerini görmezden gelebilmekte, özel bazı durumlar için, dönemin toplumsal koşulları dikkate alınarak konulmuş istisnai hükümlere, genel geçer hükümlermiş gibi dört elle sarıla bilmektedir. Peki onlar bunu ne adına yapmaktadırlar? Elbette ki, kendi zaaflarından kaynaklanan olumsuz davranışlarına kılıf bulabilmek için. Örneğin eşine karşı sorumluluklarını yerine getirmeyen ve ona şiddet uygulayan bir koca, “falanca ayette Allah, bana hanımımı dövme yetkisi vermiştir” diyebilmektedir. Ya da çocuğuna ibadet konusunda sağlıklı bir eğitim hizmeti sunamayan ve bu nedenle çocuğunu ibadetlerden nefret eder hale getiren bir baba, “falanca hadis-i şerifte bana, ibadetlerini yerine getirmeyen çocuklarımı dövme yetkisi verilmiştir” diyebilmektedir. Bu insanların, İslam’ın herkesi bağlayan net hükümlerini ıskalayıp, istisnai hükümlerine kurtarıcı bir simit gibi sarılmalarının, İslam dinini doğru anlamamalarının da ötesinde bir mantık zafiyeti içerisinde bulundukları açıktır.
     Herhangi bir ailenin huzur dolu bir ortam haline gelmesi ve bu huzurun devamlı olmasının hiç kimsenin itiraz edemeyeceği netlikte bazı ön şartları vardır. İslam dininin temel kaynaklarında bu şartlar açık bir şekilde ortaya konulmuştur. Meselenin özünü oluşturan bu esasları ıskalayıp yok efendim “Bir kocanın, hanımını dövmesi caiz midir, caizse hangi hallerde nasıl dövmelidir?” gibi meseleler üzerinde yoğunlaşmanın hayırlı bir netice vermeyeceği açıktır. Herhangi bir ailede eşler arasında, “aile ile ilgili kararlarda kimin dediği olacak, kadın kendi aldığı maaşı kendisi mi çekecek yoksa maaş kartını kocasına mı verecek, koca, hanımı üzerinde ne gibi yaptırımlar uygulayabilecek” türünden tartışmalar yaşanıyorsa, o ailenin temelinde çok derin ve tehlikeli fay hatları oluşmuş demektir. Çünkü bu tür tartışmalar ailenin, bir huzur ortamı olmaktan uzaklaşıp mücadele ortamı haline geldiğine, ailede işlerin yolunda gitmediğine işaret etmektedir.
     Ailede huzurun hâkim olabilmesi için aile içi ilişkilerin sevgi ve güven temeline dayalı olması ve ebeveynin sorumluluk bilinci ile hareket etmesi gerektiği, salim akıl sahibi hiç kimsenin itiraz edemeyeceği bir hakikattir. Fıtrat dini olan İslam’ın temel kaynaklarında da sevgi, güven ve sorumluluk bilinci, üzerinde önemle durulan hususların başında gelmektedir. Rum suresindeki şu ayet bu noktada oldukça önemlidir: “Kendileri ile huzur bulasınız diye sizin için türünüzden eşler yaratması ve aranızda bir sevgi ve merhamet var etmesi O’nun (varlığının) delillerindendir. Şüphesiz bunda bilenler için elbette ibretler vardır.” (Rûm Suresi, 30/21)
     Dünya hayatında her insan, huzur arayışı içerisindedir. Yüce Allah bu ayet-i kerimede önemli bir huzur kaynağına işaret etmektedir. Ayette, nikâh bağı ile bir araya gelen eşlerin, birbirleri için huzur kaynağı olduklarına vurgu yapılmaktadır. Çünkü onlar, fıtratlarında bulunan sevme ve sevilme ihtiyacını eşleri sayesinde karşılayacaklardır. Bu, yüce Allah’ın kalplerine, eşleri için koyduğu sevgi sayesinde gerçekleşecektir. O halde aile kurumu içerisinde eşler, yüce Allah’ın bir lütfu eseri kalplerinde var edilen söz konusu sevginin azalmaması için gayret sarf etmeli ve bu şekilde birbirlerinin huzur ve sükûna ermelerine vesile olmaya çalışmalıdır.
     Eşlerin birbirlerine karşı kalplerinde gerçek anlamda sevgi beslemeleri, evlilik sürecinde ortaya çıkabilecek birçok sorunun bertaraf edilmesini, yaşanan sorunların üstesinden gelinmesini kolaylaştıracaktır. Sevginin yerini nefret duygusunun alması durumunda ise aile, huzur bulunan bir ortam olmaktan çıkacak; bir mücadele alanı haline dönüşecek ve bu mücadele her iki taraf açısından da olumsuz sonuçlara yol açabilecektir. Bu nedenle eşlerin, birbirlerine karşı hissettikleri olumlu duyguların yara almasına yol açacak tavır ve davranışlardan sakınmaları gerekmektedir.
     Ailenin huzur dolu bir ortam haline gelmesinde eşlerin birbirlerini sevmelerinin yanı sıra bu sevgiyi davranışları ile açığa vurmaları da oldukça önemlidir. Nitekim sevgili peygamberimiz Hz. Muhammed (sav), “Bir kimse din kardeşini sevdiği zaman bunu ona söylesin” (Ebu Davud, Edeb 112) buyurmaktadır. “Eşinin ağzına koyacağın bir lokma bile senin için sadakadır” (Buhari, İman 41; Müslim, Vasiyyet 5) hadisi de eşlerin birbirlerine karşı hissettikleri sevgiyi davranışları ile dışa yansıtmaya teşvik etmesi bakımından oldukça önemlidir.
     Birer din kardeşi olarak bizler zaten birbirimizi sevmekle mükellefiz. Sevgili peygamberimiz bunu, “İman etmedikçe cennete giremezsiniz; birbirinizi sevmedikçe de iman etmiş olmazsınız” (Müslim, İman 93-94) sözüyle ifade etmiştir. Din kardeşliğinin yanı sıra işin içerisine bir de birbirine eş olma durumu girdiğinde, sevginin en çok olması ve en fazla yaşanması gereken yerin aile kurumu olduğu gerçeği ortaya çıkmaktadır.
     Aile kurumundaki yozlaşmanın önemli bir boyutunu, aile fertlerinin birbirlerine yönelik hissettikleri sevgi duygusundaki yozlaşma oluşturmaktadır. Bireyde fıtraten bulunan aile fertlerine yönelik sevgi duygusu, çeşitli faktörlerin etkisiyle yozlaşabilmektedir. Yozlaşmış sevgi, aile huzurunu dinamitleyen önemli etkenlerden biridir. İslam dinine göre Müslümanlar, birbirlerini Allah için sevmelidir (Bkz. Buhari, İman 9).Yani Müslüman öncelikle Allah’ı sevmeli; Allah dışındaki varlıkları ise Allah’ın birer lütfu olmaları yönüyle sevmelidir. Allah için sevmek demek, sevgide nefsi tamamen devre dışı bırakmak anlamına gelmez. Allah için sevmek, sevginin yöneldiği varlık karşısındaki konumumuzu doğru belirlemek demektir. Bu bakımdan birbirlerini Allah için seven eşler, birbirlerini putlaştırmayacağı gibi birbirlerinden kendilerini putlaştırma ölçüsünde itaat ve sadakat beklemezler. Allah için sevmek, sevginin ifadesinde ifrat ve tefritten kaçınmak demektir. Allah için sevmek, sevginin yöneldiği varlığa yönelik davranışlarımızda Allah’ın koyduğu ölçülere riayet etmek demektir. Bu bakımdan birbirini Allah için seven eşler, birbirlerinin kötülüğünü istemez; birbirlerini aşağılamak için kusur arayışına girmez; birbirlerini rakip olarak değil, bir bütünün parçası olarak görür; birbirlerinin hatalarını anlayışla karşılar; birbirlerinin sevimsiz görünen özelliklerine değil, sevimli ve hoş görünen özelliklerine yoğunlaşırlar. Birbirlerini Allah için seven eşler had bildirme, gününü gösterme, intikam alma gibi fenalıklara da geçit vermezler.
     Görüldüğü üzere aile fertlerini Allah için sevmek ile nefis hesabına sevmek birbirinden oldukça farklıdır. Aile fertlerine karşı nefis hesabına duyulan sevgi, şartlı bir sevgidir. Yani bu sevgi, aile fertleri nefsani arzuların tatmininde rol oynadıkları sürece varlığını devam ettirebilir. Eşi yaşlanıp cazibesini kaybettiğinde, bakıma muhtaç hale geldiğinde, işini kaybedip evin temel ihtiyaçlarını karşılamakta bile yetersiz kaldığında nefis hesabına duyulan sevgi bütün gücünü kaybeder. Allah için duyulan sevgi ise iyi günde de kötü günde de gücünü kaybetmez.
     Allah için duyulan sevgi, kalpteki imanın kontrolü altındadır. Bu nedenle bu tür sevgiler bireyi sevginin ifade edilmesi sürecinde gösterilebilecek aşırılıklara karşı korur. Nefis hesabına duyulan sevgide temel belirleyici nefsani arzular olduğu için herhangi bir kontrol mekanizması yoktur. Bu nedenle nefis hesabına duyulan sevgi bireyin gözünü kör edip gerçekleri görmesine engel olabilir. Kalbinde bu tür sevgi taşıyan bireylerin sevdikleri kişilere karşı ölçülü ve ilkeli davranmaları da oldukça zordur. Örneğin çocuklarını nefis hesabına seven bir baba, çocuklarına üstün başarı gösterip gurur vesilesi olduklarında aşırı ilgi ve sevgi gösterirken, başarısızlıkları ile bir utanç kaynağı haline geldiklerinde onlara şiddet uygulayabilmektedir. Dolayısıyla aile fertlerinin birbirlerine yönelik duygularının istikamet kazanması, ailede yozlaşmanın ve şiddetin önlenebilmesi adına oldukça önemlidir.
     İslam dinine göre yüce Allah, insanları dünya hayatında imtihana tabi tutmaktadır (Bkz. Enfâl, 8/27-28; Ankebut Suresi 29/1-3; Mülk Suresi 67/2). İnsanların en çetin imtihanlardan birini ailesi ile geçirdiği muhakkaktır. Anne-babaların aile fertleriyle imtihan olma sürecinde en çok dikkat etmeleri gereken hususlardan birisi, fıtratlarında bulunan aile fertlerine yönelik sevginin niteliği ve davranışlara yansıma biçimidir. Toplumda öyle ebeveynler vardır ki, eşlerini ya da çocuklarını adeta birer şirk unsuru haline dönüştürmüşlerdir. Onlara düşkünlükleri öyle bir noktaya ulaşmıştır ki onlar, aile fertlerinin rahatını ve mutluluğunu Allah’ın rızasının önüne geçirebilmektedirler. Onlar, yeter ki çocuğum ya da eşim mutlu olsun, rahat etsin, yeter ki onların sevgisini kaybetmeyeyim düşüncesiyle yola çıkıp bu düşüncenin etkisiyle günah sayılan davranışlara kolayca savrula bilmektedirler. Bu gruptaki anne-babaların eşini ya da çocuklarını Allah için sevmedikleri, nefis hesabına sevdikleri ortadadır. Oysa yüce Allah, anne-babaları “Ey inananlar! Sizi mallarınız ve çocuklarınız Allah'ı anmaktan alıkoymasın; böyle olanlar hüsrana uğrayanlardır” (Münafikun 63/9) ayeti ile uyarmaktadır.
     Bazı anne-babalar ise çeşitli nedenleri bahane ederek aile fertlerini ihmal edebilmekte, onlara yeterince zaman ayırmamakta ve ilgi göstermemektedir. Sevgiyi davranışları ile ortaya koyma konusunda ihmalkâr davranan bu tür anne-babaların, aile fertlerinin en azından psikolojik ihtiyaçlarını görmezden geldikleri söylenebilir. Kendi rahatları için çocuklarının cep telefonu, tablet, televizyon gibi teknolojik araç-gereçlerin esiri haline gelmesine müsaade eden ya da kendilerini bu araçların esiri haline getirerek aile fertlerine karşı sorumluluklarından kaçan anne-babaların sayısı maalesef her geçen gün artmaktadır. Kendilerinden sevgi ve ilgi bekleyen eş ve çocuklarına “yorgunum, kendimi iyi hissetmiyorum, şimdi çok işim var” gibi bahaneler ileri sürerek zaman ayırmayan kişiler bu ihmalkârlıklarının cezasını aslında henüz dünya hayatında iken görmeye başlamaktadırlar. Çünkü en yakınında bulunan aile fertleri ile ilişkilerinden psikolojik anlamda doyum alamayan eş ya da çocukların bunun tesiriyle nelere tevessül edebildikleri toplumda açık bir şekilde görülebilmektedir. O halde aile fertlerinin yeterli sevgi ve ilgiden mahrum bırakılmalarının, ailede huzursuzluğa yol açan ve aile içi şiddeti körükleyen önemli faktörlerden biri olduğu rahatlıkla söylenebilir.
    Aile kurumunda huzurun sağlanmasının ikinci temel şartı, aile fertleri arasındaki güven duygusudur. Güven içerisinde olma da bireylerin fıtri ihtiyaçları arasındadır. Bireylerin tehdit olarak algıladıkları oldukça fazla sayıdaki unsura karşı kendilerini tek başına koruyabilecek güç ve imkândan mahrum olmaları, onları güvenli bir liman arayışına yöneltmektedir. İnsanlar için en güvenli limanların başında ise aile gelmektedir. Aile ortamında kendilerini güvende hissetmeyen insanların, farklı limanlara yelken açmaları kuvvetle muhtemeldir. Ancak bu limanların, bireylere aradıkları huzur ve güven ortamını verebilmesi oldukça düşük bir ihtimaldir. Bu nedenle ailenin, bireyler için huzur ve güven ortamı haline gelmesi oldukça önemlidir.
     Hz. Peygamber, Müslümanların bir güven toplumu oluşturabilmeleri için ciddi çaba sarf etmiş, onlara sürekli telkinlerde bulunmuştur. O’nun, “Müslüman, elinden ve dilinden zarar gelmeyeceği konusunda insanların emin olduğu kişidir” (Tirmizi, İman 12) sözü, bir Müslümanın, çevresindeki insanların güvenini sarsacak hal ve hareketlerden uzak durma noktasında göstermesi gereken hassasiyeti açık bir şekilde ortaya koymaktadır. Yine sevgili peygamberimiz, “Hiçbiriniz kendisi için istediğini mümin kardeşi için de istemedikçe gerçek mümin olamaz” (Buhari, İman 7; Müslim, İman 71) sözüyle müminler arasında güvenin tesis edilmesi için riayet edilmesi gereken önemli bir ilkeye işaret etmektedir.
     Allah resulünün yalan söyleme, verdiği sözü yerine getirmeme ve emanete hıyanet etme gibi davranışları münafık alameti olarak nitelendirmesi (Bkz. Buhari, İman 24; Müslim, İman 109), toplumu oluşturan fertler arasında güvenin tesis edilmesine verdiği önemi açık bir şekilde göstermektedir. İftira atan, dedikodu yapan, toplumda fitneye sebep olan kişilerin ayet ve hadislerle şiddetli bir şekilde uyarılmış olmasının da kanaatimce en önemli sebeplerinden birisi, insanlar arasındaki güven duygusunun yara almasının, insanların birbirlerine kuşku ile bakmalarının önlenmesidir. Zira birbirlerinden kuşku duyan, birbirlerini tehdit olarak algılayan Müslümanların birbirlerine karşı kalplerinde olumlu hisler beslemeleri oldukça zordur. Ayrıca kişiler arasında kaybolan güven duygusunun yeniden tesis edilmesinin zorluğunu vurgulamakta da yarar vardır.
     Popüler kültürün günümüzde insanlara dayattığı anlayışlardan bir tanesi, insanlara asla güvenilmemesi gerektiğidir. “Babana bile güvenmeyeceksin” sözü günümüzde maalesef sıkça kullanılır hale gelmiştir. Bu sözü haklı çıkaracak somut olaylar toplumda elbette yaşanmaktadır. Ancak bunlardan hareketle bireylerin en yakınlarında bulunan insanlardan bile kuşku duyar hale gelmeleri oldukça problemli bir durumdur. Birbirine güvenmeyen, birbirine güven vermeyen insanlardan oluşan bir toplum, İslami bir toplum olamaz. Çünkü İslam’a göre Müslümanlar kardeştir ve bu nedenle onlar birbirlerine zulmetmez, birbirlerinin kötülüğünü istemezler (Bkz. Buhari, Mezalim 3; Müslim, Birr 58). Din kardeşliği, Müslümanların birbirlerine güven duymalarını gerektirir.
     Birbirlerine en çok güven duyması ve güven vermesi gereken kişiler, kuşkusuz aile fertleridir. Aynı çatı altında yaşayan, aynı odayı ve hatta aynı yatağı paylaşan, birlikte yiyip içen, acıları da sevinçleri de ortak olan insanların birbirlerine güven duymamaları kadar acı bir durum olamaz. Birbirlerine güven duymayan aile fertlerinin huzurlu bir aile ortamı oluşturabilmeleri mümkün değildir. Çünkü güven duygusunun zayıflığı onların birbirleriyle sağlıklı ilişkiler kurabilmelerini adeta imkânsız hale getirir.
     Günümüzde aile içerisinde görülen şiddet vakalarının önemli bir kısmının temelinde eşler arasındaki güven eksikliğinin yattığı kanaatindeyim. Çünkü güven eksikliği, aile fertlerinin birbirlerine hüsn-ü zanla yaklaşmalarının önünde önemli bir engel teşkil eder. En masum sözlerin, en masum davranışların altında bile türlü türlü bit yenikleri aranmaya başlanır. Ve ebeveynler bir süre sonra kuşkularının baskısına daha fazla dayanamayıp aile fertlerine karşı şiddet uygulayarak kendilerini rahatlatma yoluna başvurabilirler. Bu nedenle ailenin huzuru ve devamlılığı için aile fertlerinin güven sarsıcı hal ve hareketlerden uzak durmaları şarttır.
     Günümüz toplumunda eşleri birbirlerinden kuşku duymaya yöneltecek faktörler maalesef had safhaya ulaşmıştır. Bireyleri zina gibi çirkin bir fiile teşvik eden faktörlerin alabildiğine yaygın olduğu, söz konusu çirkin fiile tenezzül etmeye karar vermiş kişilerin işlerinin iyice kolaylaştığı, çok seyredilen birçok dizide aldatmanın sıradan bir hadise gibi nakledildiği bir toplumsal yapı içerisinde eşlerin, “acaba ben de aldatılır mıyım?” kaygısını zaman zaman yaşamaları doğaldır. Bununla birlikte bazı kişilerin sırf bu kaygı nedeniyle eşlerinin her hareketinden şüphe eder hale gelebildiğini de belirtmek gerekir. Bu durum zamanla tahammül sınırlarını aşabilmekte ve aile içi şiddete ve boşanmalara kapı aralayabilmektedir.
     Eşler arasındaki güven eksikliği sadece ailenin namusunun korunması ile ilgili de olmayabilir. Örneğin parasal konularda birbirlerine güven duymayan eşlere de rastlanabilmektedir. Hangi konuda ve hangi sebeplerle olursa olsun eşler arasındaki güven eksikliği, mutlaka çözüme kavuşturulması gereken bir problemdir. Çünkü söz konusu güven eksikliği kısa ve uzun vadede aile ile ilgili çok olumsuz gelişmelere sebebiyet verebilir. Tek başına, eşlerin birbirlerine karşı sevgi ve şefkat duygularının azalmasına sebebiyet verme potansiyeline sahip olması bile onun ne kadar ciddiye alınması gereken bir problem olduğunun anlaşılması için yeterlidir.
     Bireyin evlilik hayatında yaşayabileceği en acı durumlardan birisi, eşinin kendisine güven duymadığını fark etmesidir. Bu durum bireyin içe kapanıp suçluluk hissi yaşamasına yol açabileceği gibi saldırıya geçerek kendisine güvenmeyen eşini suçlayıcı, aşağılayıcı bir tavır takınmasına da sebebiyet verebilir. Her iki durumun da ailenin huzuru ve geleceği açısından olumlu neticeler vermeyeceği açıktır. Güven eksikliği problemi yaşayan eşlerin atacakları en sağlıklı adım, söz konusu probleminin ortaya çıkmasına neden olan durumların neler olduğu hususunu netliğe kavuşturarak olası yanlış anlaşılmaları gidermeye çalışmaktır.
     Aile huzurunun teminatı olan sevgi ve güven duygularının yara almaması, aile fertlerinin sorumluluk bilincine sahip olma durumlarına bağlıdır. Sorumluluk bilincini yeterince kazanmamış ebeveynler, çok hassas anlarda, telafisi oldukça zor olan kritik hatalara imza atabilirler. Kırılan kalplerin tamir edilmesinin ve kaybedilen güvenin yeniden tesis edilmesinin hiç de kolay olmadığı açık bir gerçektir. Bu nedenle aile fertlerinin sorumluluk bilinci ile hareket etmeleri oldukça önemlidir.
     Yüce Allah insanı başıboş bırakmamıştır (Bkz. Kıyame Suresi 75/36). İnsan diğer canlılara göre çok üstün kabiliyetlerle donatılmış ve yeryüzünün halifesi kılınmıştır (Bkz. Bakara Suresi, 2/30). İnsanın üstün özelliklere sahip olarak yaratılıp yeryüzünün halifesi kılınması, sorumluluk bilinci ile hareket etmesini zorunlu kılar. Zira sorumluluk bilinci ile hareket etmediği takdirde onun yeryüzünde ne kadar büyük tahribatlara ve zulümlere sebebiyet verebileceğine tarih defalarca şahitlik etmiştir.
     İnsan öncelikli olarak, kendisini yaratan yüce Allah’a karşı sorumludur. Çünkü o, sadece ve sadece yüce Allah’ın kuludur. Her şeyiyle yüce Allah’ın mülkü olan, yüce Allah’ın mülkü üzerinde yaşayan, yüce Allah’ın verdiği nimetlerle hayatını devam ettirebilen ve sonuçta yüce Allah’ın huzuruna çıkıp dünyada yaptıklarının hesabını verecek olan insanların, Allah’tan başkasına kulluk yapmaları aklen ve dinen kabul edilebilir bir durum değildir.
     İnsanın yüce Allah’a karşı kulluk görevleri namaz, oruç, hac, zekât gibi ibadetlerle sınırlı değildir. Yüce Rabbimizin insana yüklediği, kendi nefsine, ailesine, komşularına, akrabalarına, vatanına ve içinde yaşadığı tabiata karşı birtakım sorumluluklar da vardır. Bu sorumlulukların neler olduğunun öğrenilerek en güzel şekilde yerine getirilmesi, Allah’a kulluğun bir gereğidir.
     Yüce Allah’ın insana yüklediği sorumlulukların önemli bir kısmı aile hayatı ile ilgilidir (Bkz. İsra Suresi 17/23-24). Zira aile, bireyin sadece barınma / sığınma ihtiyacının ve nefsani arzularının giderildiği bir ortam değildir. Ailenin bunlardan çok daha önemli işlevleri vardır. Ailenin bu işlevleri yerine getirebilmesi için özellikle de aile büyüklerinin sorumluluk bilinci ile hareket etmeleri gerekir. Sorumluluk bilinci ile hareket etmek, yetki ve sorumluluklarını bilip buna göre davranmak demektir. Sorumluluk bilinci ile hareket etmek, her davranışın kayıt altına alındığını ve hesabının yüce Allah tarafından sorulacağını bilip buna göre davranmak demektir. Sorumluluk bilinci ile hareket etmek, aile fertlerinin hangi söz, tavır ve davranışlardan nasıl etkileneceğini bilmek ve buna göre davranmak demektir. Sorumluluk bilinci ile hareket etmek, kaş yapayım derken göz çıkarmamak demektir.
     Yüce Allah’ın ebeveyne yüklediği en büyük ve önemli sorumluluk, aile fertlerini cehennem ateşine karşı korumaktır. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de yüce Allah, “Ey iman edenler! Kendinizi ve aile fertlerinizi yakıtı insanlar ve taşlar olan cehennem ateşinden koruyun” (Tahrim Suresi 66/6) buyurmaktadır. Bu ayette Müminlerden aile fertlerini cehennem ateşinden zorbalık yaparak ya da şiddete başvurarak korumaları istenmemektedir. Bu gibi olumsuz uygulamaların, aile fertlerini cehennem ateşinden koruma konusunda işe yaramayacağı ve hatta onların cehennem ateşinden korunmalarını sağlayacak güzel amellerden daha da uzaklaşmalarına sebebiyet vereceği açıktır. “Öğüt ver, çünkü sen ancak bir öğüt vericisin. Onlar üzerinde bir zorba değilsin” (Gaşiye Suresi 88/21,22) şeklindeki ilahi buyruk, insanları irşat etme ve böylelikle cehennem ateşinden korunmalarına vesile olma sürecinde şiddet ve zorbalığa asla yer olmadığını göstermesi açısından oldukça önemlidir.
     Sevgili peygamberimizin gerek aile fertlerini ve gerekse aile dışındaki insanları irşat etme sürecinde neler yaptığı, hangi uygulamalara başvurduğu ortadadır. Allah resulü bu süreçte insanları incitmeme konusunda büyük bir hassasiyet göstermiştir. Nitekim Hz. Aişe (ra) şöyle buyurmaktadır:
     “Allah resulü, hanımlarından hiçbirini asla dövmedi. Allah yolunda cihat etmenin dışında asla hiç kimseye vurmadı…” (Müslim, Fezail 79)
     Çocukluk döneminin önemli bir kısmını Allah resulünün yanında geçiren Hz. Enes b. Malik’e (ra) ait olan şu söz de dikkate şayandır:
     “Hz. Peygambere on yıl hizmet ettim. Beni bir kerecik olsun ‘şunu niye yaptın’ ya da ‘şunu niye yapmadın’ diyerek azarlamadı.” (Buhari, Edeb 39)
     Yüce Rabbimiz Kur’an-ı Kerim’de, hidayetlerine vesile olabilmek için kâfirlere bile hikmetle ve güzel öğütle yaklaşılması gerektiğini (Nahl Suresi 16/125) belirtmişken anne-babaların, çocuklarını günah sayılan davranışlardan alıkoymak, güzel davranışlara yönelmelerini sağlamak amacıyla şiddete başvurmaları kabul edilemez.
    Şiddet, terbiye usullerini yeterince bilmeyen ya da ruh sağlığı yerinde olmayan kişilerin başvurabileceği çirkin bir uygulamadır. Örnek insan Hz. Muhammed’in (sav) terbiye sürecinde şiddete başvurmaması ve Müslümanları şiddet içeren davranışlara karşı önemle uyarması şiddetle aramıza mesafe koymamız için yeterli bir nedendir.
     Ailenin yozlaşması ve aile içi şiddetin artması temelde anne-babaların sorumluluk bilincini kaybetmelerini ifade eden bir süreçtir. Aile kurumu ile ilgili annebabaların sahip olmaları gereken sorumluluk bilincinin iki önemli boyutu bulunmaktadır. Bunlar nimet bilinci ve emanet bilincidir.
     Peki, nimet ve emanet bilinci derken ne kastediyorum? Bildirinin kalan kısmında bu konu üzerinde kısaca durmak istiyorum.

     Nimet Bilinci: Ebeveyn için ailesi yani eşi ve çocukları Allah’ın birer nimetidir. Çünkü onlar birçok fıtri ihtiyacını aile sayesinde karşılamakta, birçok sıkıntıdan onlar sayesinde kurtulmakta ve birçok beladan da yine onlar sayesinde korunmaktadırlar. Evlendiği halde çocuk sahibi olamayan eşlerin çektiği çocuk hasretine, eşi vefat ettikten sonra yalnız başına kalan kişinin yaşadığı sıkıntılara şahit olduğumuzda ya da ailemizden bir süre uzak kaldığımızda aile fertlerinin ne kadar büyük bir nimet olduğunu daha iyi idrak etmekteyiz.
     Ailenin bir nimet olmasının ebeveyn açısından iki önemli sonucu vardır. Birincisi aile nimeti sebebiyle yüce Allah’a şükretmeleri gerektiğidir. Çünkü her nimet şükür gerektirir. İkincisi ise aile nimetinin hesabının yüce Allah tarafından mutlaka sorulacağıdır. Zira yüce Allah Tekasür Suresinde, “Sonra o gün nimetlerden dolayı mutlaka hesaba çekileceksiniz” (Tekasür, 102/8) buyurarak bu hakikati ifade etmektedir.
     Ailenin bir nimet olduğu konusunda zannedersem bütün Müslümanlar hemfikirdir. O halde asıl problem, ailenin nimet olduğunun bilinmemesi değil, ebeveynin bu nimetin şükrünü nasıl yerine getireceği konusundaki cehaletidir. Peki, ebeveyn aile nimetinin şükrünü nasıl yerine getirebilir?
     Yüce Rabbimiz insanlara hiçbir nimeti, herhangi bir ölçü gözetmeden tepe tepe kullansınlar diye vermemiştir. Rabbimiz her nimetle birlikte insanlara o nimetle ilgili sorumluluklar yüklemiştir. Yüce Allah’a olan şükür borcunun eda edilebilmesi için nimetlerin Allah’ın birer lütfu olduğunun idrak edilmesi, nimetlerden, Allah’ın koyduğu ölçüler çerçevesinde istifade edilmesi ve nimetlerle ilgili sorumlulukların yerine getirilmesi gerekir. O halde ebeveynlerin, ‘aile bir nimettir’ deyip geçmemeleri gerekir. Şükreden bir kul olabilmeleri için onların, aile nimetini veren yüce Allah’a karşı kalplerinin şükran hisleriyle dopdolu olması ve aile fertlerine karşı sorumluluklarını yerine getirmeleri şarttır. Aksi takdirde aile, nimet olmaktan çıkar ve bir ıstırap kaynağı haline dönüşür. Evet, genel bir kaidedir ki; şükrü eda edilmeyen her nimet, kişi için hem dünyada hem de ahirette bir huzursuzluk / ıstırap kaynağına dönüşür. Bu bakımdan ailesinden yana büyük sıkıntılar yaşayan anne-babalar, bu sıkıntıların sebeplerini doğru yerde aramalıdırlar. Çocukları her gün eve yeni bir problemle gelen, çocukları tarafından sevilmeyen, değer verilmeyen, azarlanan ve hatta dövülüp sokağa atılan nice anne-babalar vardır. Onların yaşadıkları bu sorunların temel sebeplerinden birisi, evlat nimetinin şükrünü zamanında gereken şekilde eda etmemeleridir.

     Emanet Bilinci: Ebeveyn için eş ve çocuklar, Allah’ın birer emanetidir. Eşine ve çocuklarına yönelik davranışlarında ebeveyn bu hakikati göz ardı etmemelidir. Sevgili peygamberimiz Veda Hutbesi’nde şöyle buyurmaktadır:
     “Ey insanlar! Kadınların haklarını gözetmenizi ve bu hususta Allah’tan korkmanızı tavsiye ederim. Siz kadınları, Allah’ın emaneti olarak aldınız ve onların namusunu kendinize Allah’ın izniyle helal kıldınız…” (Müslim, Hac 147)
     Bir başka hadis-i şerifte ise şöyle buyrulmaktadır:
     “Hepiniz çobansınız. Hepiniz raiyetinizden sorumlusunuz. Âmir (memurlarının) çobanıdır. Erkek ailesinin çobanıdır. Kadın da evinin ve çocuğunun çobanıdır. Netice itibariyle hepiniz çobansınız ve hepiniz idare ettiklerinizden sorumlusunuz.” (Buhari, Cum’a 11; Müslim, İmara 20)
     Ebeveynin, eşlerinin ya da çocuklarının gerçek sahibinin kendileri olduğuna ve dolayısıyla onlara istedikleri şekilde muamele edebileceklerine inanmaları, aile içi şiddetin önemli nedenlerinden biridir. Oysa dinimize göre eş ya da baba olmak hiç kimseye, aile fertlerine yönelik davranışlarında sınırsız serbestlik yetkisi vermez. Bedensel ya da ruhsal, maddi ya da manevi açıdan insanlara verilen her türlü zarar İslam dininde kul hakkı kapsamında değerlendirilir ve yüce Allah tarafından hesabı mutlaka sorulur. “Babadır, hem sever hem döver” anlayışı İslami bir anlayış değildir. Eş ve çocuklar babaya Allah’ın bir emaneti olarak verildiğine göre babalar, emanete hıyanet etmemek adına onlara yönelik davranışlarında kılı kırk yararcasına hassasiyet göstermelidir. Babanın eşine ve çocuklarına yönelik davranışlarına, içinde bulunduğu psikolojik durum değil, emanet bilinci yön vermelidir.
     Aile hayatında öfkeye yol açan ve özellikle de çocuklardan kaynaklanan durumlar oldukça fazla yaşanır. Anne-babaların bu tür durumlarda çocuklarına yönelik şiddet içeren davranışlardan uzak durabilmeleri, durumu sabır ve olgunlukla karşılamaları sahip oldukları emanet bilinci ile yakından ilişkilidir. Bu bakımdan emanet bilincinin, aile fertlerini zor zamanlarda birbirlerine karşı olumsuz davranışlara yönelmekten koruyan bir kalkan vazifesi gördüğü rahatlıkla söylenebilir.
     Eşlerin birbirlerine ve çocuklarına karşı olan sorumluluklarını ihmal etmeleri emanet bilincinden yoksun olduklarına işaret eder. Anne-babaların çocuklarına karşı en büyük sorumluluklarından birisi, terbiyelerinin güzel şekilde yapılmasıdır. Dinimize göre hiçbir anne-baba çocuğuna güzel terbiyeden daha değerli bir miras bırakamaz. (Bkz. Tirmizi, Birr 33)
     Günümüzde aile kurumunda yaşanan yozlaşma, Müslüman anne-babaların terbiye anlayışlarına da sirayet etmiştir. Zira Müslüman anne-babaların birçoğu için asıl olan, çocuklarının okul başarısıdır. Çocuklarının akademik başarı düzeyinin yüksek olması için her yolu deneyen anne-babalar, çocuklarının dini ve ahlaki gelişimleri hususunda oldukça ihmalkâr davranabilmektedirler. Anne-babaların, çocuklarının akademik başarılarını öncelikli olarak hedefleyip dini ve ahlaki gelişimlerini ihmal etmeleri sorumluluk bilinci ile bağdaşır bir durum değildir. Çünkü sorumluluk bilincine sahip olan anne-babalar, çocuklarının tek yönlü gelişmelerine asla razı olmazlar. Zira onlar, aksi bir durumda çocuklarının gelecekte ne gibi tehlikelere maruz kalabileceklerini bilirler.
  
     Sonuç
     Küreselleşme sürecinin etkisiyle toplumumuzda yaşanan kültürel yozlaşmanın İslam dininin yanlış anlaşılmasına, yanlış yorumlanmasına sebebiyet vermemesi için dini hassasiyetlere sahip Müslüman aydınlara büyük görevler düşmektedir. Bu görev, değişimi doğru okumak, değişimin yönünü, değişime yol açan faktörleri tespit etmek ve eğitim sistemimiz başta olmak üzere söz konusu değişimin olumlu yöne kanalize edilmesine katkı sağlayacak araçların etkin şekilde kullanımını gerçekleştirmek adına çözüm önerileri ortaya koymaktır.
     Günümüzde kültürel yozlaşmaya ve dinimizin yanlış anlaşılmasına yol açan en büyük faktörlerden birisi kitle iletişim araçlarının büyük ölçüde yabancı kültürlerin tanıtım aracı olarak işlev görmesidir. Dolayısıyla Müslümanların söz konusu araçları, kendi kültürlerini tanıtmada en az yabancılar kadar etkin / başarılı şekilde kullanmaları kültürel yozlaşmanın önlenmesi adına oldukça önemlidir.
     Kültürel yozlaşmanın ve dinimizin yanlış anlaşılmasının önlenmesinde çeki düzen verilmesi gereken üçüncü alan eğitim sistemimizdir. Türk-İslam kültürü ve bu kültüre ait değerler yeni yetişen nesillere öyle bir şekilde öğretilmelidir ki, çocuklarımız ve gençlerimiz dini ve milli değerlerimizi içselleştirsinler, farklı kültürlere sahip bireylerle iletişim ve etkileşim sürecinde kendi kültürlerinden dolayı bir aşağılık hissine kapılmasınlar. Okullarda çocuklarımız kendi dinlerini ve kültürlerini yeterince tanımadan, onların ne kıymetini bilebilir ne de onları hayatlarına anlam ve değer katan bir unsura dönüştürebilirler.
     İslam dinine göre aile kurumunun hangi değerler üzerine bina edileceği, aileyi oluşturan fertlerin rolleri ve sorumlulukları, aile içi ilişkilerin hangi esaslara göre yürütüleceği, aile içerisinde yaşanan problemlere getirilen çözüm önerileri gibi konularda toplumda kanaat önderi olarak görülen kişiler tarafından ortak bir dil ve ortak bir anlayış geliştirilmesi yerinde olacaktır. Bu tür önemli meseleler hakkında kişi ya da kuruluşlar tarafından yapılan, halkta kafa karışıklığı meydana getirici nitelikteki açıklamalara karşı ortak ve güçlü bir tepki verilmelidir. Aile içi huzur, aile fertlerinin birbirlerini gerçekten Allah için sevmeleri ve birbirlerine güven vermeleri ile sağlanabilir.
     Aile içi huzurun devamı ise nimet ve emanet bilincinden oluşan sorumluluk bilincinin, aile fertleri tarafından kazanılması ile sağlanır. Aile fertlerinin huzur ve mutluluk kaynağı oldukları anlarda “nimet” oldukları gerçeğinin; sıkıntı kaynağı haline geldikleri durumlarda ise “emanet” oldukları gerçeğinin hatırlanıp bu gerçeklere uygun şekilde hareket edilmesi, ailenin huzur dolu bir ortam haline gelmesi ve kendisinden beklenen fonksiyonları layıkıyla yerine getirmesi açısından oldukça önemlidir.

     Kaynakça
* Avcıoğlu, Gürcan Şevket (2013). “Bilginin Küreselleşmesinde Kitle İletişim Araçlarının Manipülatif Rolü”, Selçuk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, S 29, s. 21-34
* Aydın, M. Şevki, (2011). “Din Öğretiminde Öğrenci Merkezlilik”, Diyanet Aylık Dergi, Haziran Sayısı, Sayı 46, s. 26-29
* Bayer, Ali (2013). “Değişen Toplumsal Yapıda Aile”, Şırnak Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, C 4, S 8, s. 101-129
* Çalık, Temel; Ferudun Sezgin (2005). “Küreselleşme, Bilgi Toplumu ve Eğitim”, Kastamonu Eğitim Dergisi, C 13, S 1, s. 55-66
* Şentürk, Ünal (2008). “Aile Kurumuna Yönelik Güncel Riskler”, Aile ve Toplum Dergisi, C 4, S 14, s. 7-31
* Yıldız, Mehmet (2013). “Toplumsal Değişim ve Sosyal Değerler”, Turkish Studies, C 8, S 8, s.1489-1501 Taylan, Necip (1991).
* Ana hatlarıyla İslam Felsefesi Kaynakları – Temsilcileri Tesirleri, Ensar Neşriyat, İstanbul.
 
bus

16 Ekim 2021 Cumartesi

KELİMELER ~ KAVRAMLAR / ÂB-ı HAYÂT (1)

 KELİMELER ~ KAVRAMLAR 
ÂB-ı HAYÂT
آب حيات
İçeni ölümsüzlüğe kavuşturduğuna inanılan efsanevî su.

     TASAVVUF.
     İslâm-Türk kaynaklarında ve edebî mahsullerinde aynü’l-hayât, nehrü’l-hayât, âb-ı câvidânî, âb-ı zindegî, hayat kaynağı, hayat çeşmesi, bengi su, dirilik suyu, bazan da Hızır ve İskender’e atfen âb-ı Hızır veya âb-ı İskender vb. çeşitli isimlerle anılan bu efsanevî su, aslında bütün dünya mitolojilerinde mevcut bir kavramdır. İnsanın yeryüzünde görünmesinden itibaren hemen her toplumda hayatın kısalığı, buna karşılık yaşama arzusunun çok kuvvetli oluşu, ona daima sonsuz bir hayat fikri ilham etmiştir. Bu eğilimin çeşitli toplumlarda bazı mitolojik mahsuller doğurduğu ve insanların ebedî bir hayat aramak için verdikleri mücadeleleri anlatan Gılgamış destanı ve İskender efsanesi gibi gerçekten şaheser örnekler verdiği görülmektedir. Bu örneklerde suyun önemi hemen farkedilir. Çünkü böyle bir ebedî hayat sağlayan suyun (âb-ı hayât) varlığına olan inancın doğuşunda, gerçek hayattaki suyun bütün canlılar için taşıdığı önemin rolü çok büyüktür. Onun hayat verici, diriltici, yapıcı ve canlılık kazandırıcı özelliği çeşitli inanç sistemlerinde kendini göstermiş ve ölümsüzlük kazandıran âb-ı hayât efsanesinin doğmasına uygun zemin hazırlamıştır.

     Efsanelerin dışında, âb-ı hayâta Kur’ân-ı Kerîm’de Hz. Mûsâ ve Hızır kıssası anlatılırken (bk. el-Kehf 18/60-82), dolaylı olarak temas edilmiştir. Âyet metinlerinde anlatılanlar özetlenecek olursa karşımıza şöyle bir tablo çıkmaktadır: İsrâiloğulları’nın peygamberi Hz. Mûsâ bir gün genç arkadaşıyla birlikte, kendisiyle buluşması emredilen şahsiyetle görüşmek üzere yola çıkar. Buluşma mevkii “iki denizin birleştiği yer” (mecmau’l-bahreyn)dir. Hz. Mûsâ burasını tanıyabilmek için yanına azık olarak aldığı balıktan faydalanacaktır. Çünkü balığın canlanıp denize atlaması, buluşma yerini belirleyen bir işarettir. Ancak Hz. Mûsâ’nın genç arkadaşı, deniz sahilinde uğradıkları kayanın yanında balığın canlanarak denize atladığını ona haber vermeyi unutmuştur. Yolda yemek için konakladıklarında ise durumu kendisine anlatır. Bunun üzerine Hz. Mûsâ tekrar o yere döner ve gerçekten aradığı kişinin orada bulunduğunu görür. Kendisine Allah tarafından “rahmet” ve “gizli ilim” verilen bu kulun Hızır adını taşıdığı, başta Buhârî ve Müslim olmak üzere, Ebû Dâvûd, Tirmizî ve el-Müstedrek’te yer alan bazı hadislerde bildirilmiştir. Kur’ân-ı Kerîm’de ve Buhârî dışındaki hadis kaynaklarında Hz. Mûsâ ile arkadaşının yanlarına azık olarak aldıkları tuzlu balığın nasıl dirildiğine dair herhangi bir açıklama yoktur. Sadece Buhârî’de mevcut değişik bir rivayette bu sebebin açıklandığı görülmektedir. Bu hadise göre, “Hızır’la buluşacakları kayanın dibinde bir kaynak (ayn) vardı ki buna ‘hayat kaynağı’ (aynü’l-hayât, âb-ı hayât) deniyordu. O suyun temas edip de diriltmediği hiçbir şey yoktu. İşte balığa bu sudan sıçramıştı” (Buhârî, “Tefsîr”, 18/4). Âb-ı hayât kavramına İslâm ilâhiyatı literatüründe rastlanılan ilk yer burası olmalıdır. Ancak, Buhârî bu hadisi öteki rivayetlerin ardından, isnad zincirini vermeksizin ve şüpheli bir rivayet tarzında zikrederek söz konusu rivayete güvenmediğini ortaya koymak istemiştir. Bununla birlikte bu hadis Hızır meselesinde çok önemli yeri olan mitolojik âb-ı hayât kavramının o devir Arap toplumunda gayet iyi bilindiğini belgelemiş olmaktadır.

     Balığın canlanması konusunda Kur’ân-ı Kerîm’de bilgi olmadığı için Buhârî’deki rivayet önem kazanmış, diğer hadislerde de bu konuda açıklama bulunmadığından balığın âb-ı hayâttan sıçrayan sularla canlandığı yolundaki izah tarzı hemen bütün kaynaklarda birinci derecede itibar görmüştür. Bunun bir sebebi de herhalde halk arasında âb-ı hayât ile ilgili inançların çok yayılmış bulunması olsa gerektir. Nitekim bu kavram Hızır’dan bahseden bütün klasik kaynaklarda yer bulmuş ve pek çok folklor malzemesi ile giderek zenginleştirilmiştir.

     Hz. Mûsâ ve Hızır kıssası, Kitâb-ı Mukaddes’teki benzer rivayetler dolayısıyla Kur’ân-ı Kerîm’deki peygamber kıssalarıyla ilgilenen ve bunların kaynaklarını tesbit etmeye çalışan müsteşriklerin daha ilk planda dikkatlerini çekmiştir. Wensinck’e göre bu kıssa “suyun içindeki ebedî ot” imajının yer aldığı Gılgamış destanı ile İskender ve yahudi efsanelerinin sağladığı malzemelerin oluşturduğu bir hikâyedir. I. Friedlaender bu kıssanın İskender hikâyesi ve yahudi efsanesinin isim değişikliği suretiyle adaptasyonundan ibaret olduğunu söyler. Bütün müsteşriklerin birleştikleri, ama en çok Friedlaender’in üstünde durduğu İskender hikâyesi birçok araştırma ve metin neşrinin konusu olmuştur. Onun bütün versiyonlarını en iyi inceleyen ve tahlilini yapan Friedlaender, İskender efsanesini kıssanın kaynağı olarak kabul etmek gerektiği sonucuna varmıştır. L. Massignon da ağırlığı İskender hikâyesine verir ve Kur’ân-ı Kerîm’deki Zülkarneyn kıssasını (bk. el-Kehf 18/83-98) buna delil gösterir. Gerek Friedlaender, gerekse Wensinck ve Massignon’a kıssanın İskender efsanesiyle alâkasını takviye eden ipuçlarını müfessir, muhaddis ve tarihçilerin bu efsaneden yaptıkları aktarmalarla Kur’ân-ı Kerîm’deki Zülkarneyn kıssasının sağladığı görülmektedir. Ancak Kur’an’da bu kıssanın Hızır kıssasıyla bağlantısını ima eden herhangi bir işaret yoktur. Üstelik Zülkarneyn kıssası tamamen bağımsız bir kıssadır.

     Büyük İskender’in adı etrafında teşekkül eden İskender efsanesi, yazıldığı yerlerde pek çok mahallî unsuru da alarak zenginleşmiştir. Milâttan önce teşekküle başlayan bu Grekçe efsane, milâttan sonra 300 yılları civarında tamamlanmıştır. İskender efsanesi Süryânîce’ye de aktarılmış, Süryânîce metinde İskender’e “iki boynuzlu” lakabı da eklenmiştir. Arapça’daki Zülkarneyn’in bunun tercümesi olduğu öne sürülmektedir. Bu efsanenin Grekçe ve Süryânîce metinlerinin muhtevası şöyle özetlenebilir: İskender, insana ebedî hayat bahşeden bir çeşme (âb-ı hayât) olduğunu âlimlerden öğrenir. Bunu aramak için ordusuyla yola çıkar. Yolda çeşitli olaylar sebebiyle askerlerinden ayrılmak zorunda kalır. Yanında sadece aşçısı vardır. Aşçı yemek hazırlamak için bir çeşmeye gider, orada azıkları olan tuzlu balığı yıkamak ister. Fakat balık suya değer değmez canlanır ve içine atlayıp kaybolur. Aşçı bu suyun âb-ı hayât olduğunu anlayıp bir miktar içer ve geri döner. Başına gelenleri İskender’e anlatır. İskender aşçının tarif ettiği yeri ararsa da bulamaz ve kızarak onu öldürmeye karar verir. Ancak bir türlü öldüremeyince boynuna bir taş bağlayarak denize attırır. Burada aşçı bir deniz cini olur ve ebedî hayatına devam eder.

     Ortadoğu’da gerek gayri müslimler, gerekse onlar aracılığıyla müslümanlar arasında benimsenip yazıya geçirilen İskender efsanesi, Ortaçağ İslâm dünyasında son derece yaygınlık kazanmıştır. IX. yüzyıldan itibaren müfessirler böyle bir şifahî ve yazılı malzemeyi ellerinin altında hazır bulmuşlar ve Kur’ân-ı Kerîm’deki Zülkarneyn kıssasını açıklarken geniş ölçüde kullanmışlardır. Bu efsanenin İslâmî kaynaklarda mevcut metinleri şöyle özetlenebilir: Nûh peygamberin torunu Yunan’ın soyundan gelen İskender-i Zülkarneyn, ebedî hayat veren ve insan üstü güçler kazandıran âb-ı hayâttan bahsedildiğini duyar ve bunu aramaya karar verir. Rivayete göre Allah bunu Sâm’ın soyundan birine nasip edecektir. Zülkarneyn halasının oğlu olup Hızır diye anılan Elyesa‘ ile askerlerinin refakatinde yolculuğa başlar. Âb-ı hayât, “karanlıklar ülkesi”ndedir. Yolda bir fırtına yüzünden Zülkarneyn ve Hızır askerlerden ayrı düşerler, bir müddet sonra karanlıklar ülkesine gelirler. Zülkarneyn sağa, Hızır sola giderek yollarını tayine çalışırlar. Günlerce yol aldıktan sonra Hızır ilâhî bir ses duyar ve bir nur görür. Bunların kendisini çektiği yere gidince de orada âb-ı hayâtı bulur. Bu sudan içer ve yıkanır. Böylece hem ebedî hayata kavuşur, hem de insan üstü güçler ve kabiliyetler kazanır. Sonra Zülkarneyn’le karşılaşırlar. Zülkarneyn durumu öğrenir ve âb-ı hayâtı ararsa da bulamaz, kaderine razı olur. Bir müddet sonra ölür.

     Gılgamış destanındaki “su içinde otun sağladığı ebedî hayat” kavramı ve bunun Gılgamış tarafından aranması, İskender efsanesine kaynaklık etmiş olabilir. Çünkü milâttan önce 3000-2000 yıllarına kadar inen Mezopotamya destanının, İskender efsanesinin teşekkülü sırasında, İskender’in ebedî hayat veren suyu araması epizodu olarak kullanılması, coğrafî mevki ve kültürel çevre olarak imkânsız değildir. Müsteşriklerin hiçbiri bu noktayı dikkate almamışlardır. İskender efsanesindeki aşçının, canlanıp suya atlayan tuzlu balığı ile Hz. Mûsâ’nın canlanıp denize atlayan balığı arasında bir benzerlik görülmekteyse de gerçekte Kur’ân-ı Kerîm ve sahih hadislerin naklettiği olayların bu efsane ile benzerliği yoktur. Çünkü bu olaylarda ebedî hayat bahşeden âb-ı hayâtı aramaya giden birileri söz konusu değildir. Bununla birlikte müsteşriklerin ileri sürdükleri tezler müfessir, muhaddis ve tarihçilerin kıssayı açıklarken verdikleri mâlûmat için tam anlamıyla geçerlidir. Müsteşriklerin gözden kaçırdıkları en önemli nokta budur, yani onlar meselenin tahlilini yaparken Kur’ân-ı Kerîm’in metni ile müfessirlerin metinlerini birbirinden ayırt etmemişlerdir. Efsane bu haliyle diğer İslâmî edebiyatlarda olduğu gibi Türk edebiyatında da İskendernâme denilen bir edebî türün oluşmasına yol açmıştır.

     Müslümanlığı kabul ettikten sonra Arap, Fars ve Türk milletlerinin dinî ve din dışı edebiyatlarında Hızır, Hızır-İlyas, âb-ı hayât gibi kavramlar ve bunlarla ilgili giderek zenginleşen mitolojik mahsuller sık sık işlenip yeni örnekler ortaya konulmuştur. Pek çok Arap edip ve şairi ile Attâr, Fahreddîn-i Irâkī ve Hâfız gibi İranlı mutasavvıf şairlerin bu konuları işlediği, yahut mazmun olarak kullandığı görülür. Tasavvufta âb-ı hayât, Allah’ın “el-Hay” isminin hakikatinden ibarettir. Bu ismi öz vasfı haline getiren kimse, âb-ı hayâtı içmiş olur. Artık o, Hakk’ın “hay” sıfatıyla hayatta olduğu gibi, diğer canlılar da onun sayesinde hayat kazanır. Bu mertebedeki insanın hayatı Hakk’ın hayatıdır. Âb-ı hayât, çeşitli İslâm milletlerinin halk edebiyatı mahsullerine bir motif olarak girmiş ve yüzyıllardan beri kullanılagelmiştir. İslâmî Türk edebiyatı da bu genel eğilime kayıtsız kalmamış, Orta Asya, Çağatay ve Âzerî edebiyat sahaları kadar Anadolu Türk edebiyatı da bu konularda zengin bir varlık ortaya koymuştur. Âb-ı hayât kavramının Hızır ve Hızır-İlyas’a bağlı olarak ilk işlenmeye başladığı edebî mahsuller, konunun dinî bir mahiyet arzetmesinden dolayı, dinî-tasavvufî edebiyat sahasında görülmüştür. Bu kavramların gerek kendi hakiki anlamlarında ve tasavvufî yönde, gerekse birtakım semboller olarak kullanıldığı edebî eserlerin başında tasavvufî divanlar gelir. Türk edebiyatı bu türün çok zengin örneklerine sahiptir. Bunların en güzellerinden biri Mevlânâ’ya aittir. O, Dîvân-ı Kebîr’de bu kavramları hem gerçek anlamlarıyla, hem tasavvufî remiz olarak, hem de edebî mazmun olarak kullanmıştır. Meselâ “Hızır Tanrı keremiyle âb-ı hayâta kavuştu” (II, 62) mısraı, işaret olunan gerçek anlamı yansıtmaktadır. “Sen ya baştan başa cansın, yahut zamanın Hızır’ı, yahut âb-ı hayât; onun için halktan gizlenmedesin”; “Sana nasıl Hızır demeyeyim ki âb-ı hayât içtin, sen âb-ı hayâtsın; suvar, kandır bizi” (I, 92) mısraları ise şeyhi Şems-i Tebrîzî’yi kasteden mânalardır. Yunus Emre, “Yunus Emre bu dünyada iki kişi kalır derler / Meğer Hızır, İlyas ola âb-ı hayât içmiş gibi” mısralarıyla tasavvuf ehlinin görüşlerini paylaşmıştır. Nesîmî, Eşrefoğlu Rûmî, Niyâzî-i Mısrî, Erzurumlu İbrâhim Hakkı gibi mutasavvıf şairler âb-ı hayât kavramını tasavvufî mazmun olarak kullanmışlardır. Âb-ı hayât, Bektaşî Kızılbaş nefeslerinde de geniş şekilde yer almıştır.

     Âb-ı hayât kavramı din dışı edebiyatta İskendernâmeler’de, divan ve halk edebiyatında kullanılmıştır. İskender’in yahut Zülkarneyn’in âb-ı hayâtı aramak için yaptığı yolculukları, bu yolculuklarda karşılaştığı tehlike ve tuhaf olayları, yaptığı savaşları anlatan efsanelerin daha erken devirlerde İslâm dünyasında yazılması, başta Araplar, İranlılar ve Türkler olmak üzere Hintliler, Malayalılar ve Cavalılar’a varıncaya kadar muhtelif milletlerde İskendernâmeler’in yazılmasına yol açmıştır. Türk edebiyatında özellikle Ahmedî’nin (ö. 1413) İskendernâme’si, kendinden sonra gelen bazı manzum ve mensur Türkçe İskendernâmeler’e numune olmuş ve türün en güzel örneklerinden birini teşkil etmiştir.

     Âb-ı hayât, divan edebiyatında Hızır mazmunu kadar çok kullanılmıştır (bazı örnekler için bk. A. Yaşar Ocak, Hızır-İlyas Kültü, s. 175 vd.). Türk halk edebiyatında da Hızır’ın âşıklık geleneğindeki temel yeri dolayısıyla hemen her âşık Hızır, Hızır-İlyas dolayısıyla da âb-ı hayâttan bahseder. Divan şiirinde âb-ı hayât gibi mazmun ve kavramlar kısmen bunlar etrafındaki inançları da hatırlatmakla beraber, asıl edebî bir mazmun olarak genellikle sevgili ve onun çeşitli vasıflarını sembolize etmek için kullanılmışlar; âşık edebiyatında ise halk inançlarını yansıtır biçimde ele alınmışlardır.

dikkatli bakın.gif

13 Ekim 2021 Çarşamba

RİYÂZÜ'S SÂLİHÎN (44) / ÂLİMLERE SAYGI

RİYÂZÜ'S SÂLİHÎN
(44)
- باب توقير العلماء والكبار وأهل الفضل
وتقديمهم على غيرهم ، ورفع مجالسهم ، وإظهار مرتبتهم
ÂLİMLERE SAYGI
ÂLİMLERE, BÜYÜKLERE VE
FAZİLET SAHİBİ KİŞİLERE
SAYGI GÖSTERMEK,
ONLARI BAŞKALARINA ÜSTÜN TUTMAK,
TOPLANTILARDA ÖNE GEÇİRMEK VE
ÜSTÜNLÜKLERİNİ BELİRTMEK, TAKDİR ETME

  • Âyet-i Kerime:
     1. “De ki, bilenlerle bilmeyenler hiç bir olur mu? Bunu ancak akıl sahipleri anlar.” Zümer sûresi (39),9
     İnsanları birbirinden ayıran ve farklı kılan maddî ve mânevî birtakım özellikler vardır. Kişiler toplum içinde bu özelliklere göre muamele görürler. Âyet-i kerîme, insanlar arasındaki farkın asıl sebebini ilim olarak tesbit ve ilân etmektedir. Hem de çok çarpıcı bir soru ile; “Bilenlerle bilmeyenler hiç bir olur mu?”
     “Bilenler”, ilim sahibi olup bu bilgileriyle amel edenler, yani ilimlerini yaşayanlardır. İlmiyle amel edip ondan yararlanmayanlar ise, “bilmeyenler, câhiller” gibidirler. O halde toplum içinde görecekleri itibar ve muamele de ona göre olacaktır.
     “İlim, rütbe ve ünvanların en yükseğidir.” Binaenaleyh bilenlere mevki ve rütbelerine göre saygı göstermek gerekmektedir. Böylece toplumda bilginin ve bilen insanların saygınlığı korunmuş olur.
     Aslında “bilen kişi” gerektiği şekilde itibar görmese bile pek bir şey kaybetmez. Zira “ilim” bizâtihi bir değerdir. Ancak değerin kıymetini bilmeyen toplumlar, yeni değerler üretemezler. Bu nankörlüklerini pahalıya öderler.
     İslâm toplumu değere saygı toplumudur. Herkese lâyık olduğu mevki ve yeri verir. Bilen ile bilmeyeni asla bir tutmaz. Bu sebeple İslâm toplumunda her bilgi sahibinin bir saygınlığı vardır.
     Bu âyet sırf “ilim”den kaynaklanan seviye farkının her yerde ve her zaman dikkate alınması gereğine işâret etmektedir.
~~~~~*~~~~~
  • Hadis-i Şerifler:
     349. Ebû Mes’ûd Ukbe İbni Amr el-Bedrî el-Ensârî radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre Resûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
     “Cemaata Kur’an’ı en iyi bilen ve okuyanları imam olsun. Kur’an bilgisinde eşit iseler, sünneti en iyi bilen; eğer sünnet bilgisinde de denk olurlarsa, önce hicret etmiş olan; hicret etmekte de aynı iseler, yaşca en büyükleri imam olsun. Hâkim ve yetkili olduğu yerde kişiye, izni olmadıkça bir başkası imam olmaya kalkmasın. Hiç kimse, başkasının evinde, izni olmadıkça ev sahibinin özel yerine oturmasın.”
Müslim, Mesâcid 290
     Müslim’in bir rivayetinde, “yaşca en büyük olan” yerine “ilk evvel müslüman olan” kaydı bulunmaktadır.
     Yine bir rivâyette (Müslim, Mesâcid 291), “Cemaata, Allah’ın kitabını en iyi bilen ve kıraatta en ileri gelen imam olsun. Eğer okuyuşları aynı ise, önce hicret eden imam olsun. Eğer hicrette de aynı iseler, yaşça en büyükleri imam olsun” buyurulmuştur.
  • Açıklamalar
     Bilindiği gibi namaz, dinimizde baş ibadettir. Namazda öne geçip imamlık yapacak olan kimsenin vasıfları büyük önem taşımaktadır. Bu konudaki öncelikler, diğer konularda da gözetilecek hususlardır. Yani İslâm toplumunda kişilere verilen önem, imamlık vasıflarıyla yakından ilgilidir. Hadisimiz İslâm sisteminin temelinde mevcud olan bu saygı ve takdir sıralamasına dikkatimizi çekmektedir.
     “Akrauhum li kitâbillah” ifâdesi, “Allah’ın kitabını en iyi bilen, en çok ezberlemiş olan ve en iyi anlayan” mânâsına gelmektedir. Yoksa “en güzel okuyan” demek değildir. Bunun böyle olduğunu ikinci rivayette açıkca görmekteyiz. Orada “akrauhum li kitâbillah ve akdemuhum kırâeten” buyurulmuştur. Ayrıca, ashâb-ı kirâm arasında Kur’ân-ı Kerîm’i pek güzel okuyan Übeyy İbni Kâ’b, Muâz, Zeyd İbni Sâbit ve Ebû Zeyd gibi zevât varken Peygamber Efendimiz, Hz. Ebû Bekir’in cemaata imam olmasını ısrarla emretmiştir. Bu da gösteriyor ki, özellikle namaz ibâdeti için Kur’an bilgisi, kırâat güzelliğinden önde gelmektedir. Tabiatıyla kırâat, namazın sıhhatini bozacak durumda ise, bilgili olmak hiçbir şey ifâde etmez. O takdirde kırâatı daha düzgün olan, bilgisi üstün olana tercih edilir. Mezheplerin her birinin imamlıkta tercih sistemleri ile ilgili görüşleri az-çok farklılık göstermektedir. Bu farkları belirtmenin yeri burası değildir. Fıkıh kitaplarından öğrenilebilir.
     Sevgili Peygamberimiz, Kur’an bilgisi ve kırâatından sonra sünneti en iyi bilenlerin öne geçirilmesini emretmiştir. Zirâ sünnet bilgisi İslâm’ı yaşamakta yegâne yoldur.
     Üçüncü sırada hicrette önceliği olanlar gelmektedir. Hicret ölçüsü, bugün için geçerliliğini kaybetmiş gözükmektedir. Ancak meselâ dâr-ı harbte müslüman olmuş sonra da İslâm toplumuna göç etmiş kimseler arasında bir seçim yapılsa, diğer özelliklerde eşit olmaları halinde müslümanlar arasında en çok kalan kimse tercih edilir. Ya da biri göç edip gelmiş, diğeri müslüman toplum içinde yetişmiş iki kişinin Kur’an ve Sünnet bilgisiyle ve kırâatta eşit olmaları halinde, İslâm toplumunda yetişmiş olan tercih edilir.
     Hicret’in, özellikle İslâm’ın kuruluş döneminde, yani Hz. Peygamber’in Medine’yi teşriflerinden sonra herkese farz olması, önce hicret edenlerin sonrakilere göre önde tutulmasına vesile olmaktaydı. Bu sebeple İslâm’da muhacirler, daima ensardan önde tutulmuşlar, önce zikredilmişlerdir.
     Hadisteki sıralamada “önce müslüman olmak” veya “yaşca en büyük olmak” dördüncü sırada yer almaktadır. Bu iki husus birbirinin yerine de zikredilmiştir. Aslında “önce müsülüman olmak”, daha çok asr-ı saâdet için, “yaşca en büyük olmak” da bütün zamanlar için geçerlidir. İmamlık gibi ağır bir sorumluluk için hadisimizde sayılan bu ölçülerin her birinin ne kadar önemli olduğu ortadadır. Her biri hakkında uzun uzun açıklamalarda bulunmak mümkündür. Ancak, bizim buradaki konumuz imâmet değil, toplumda âlimlere, büyüklere, fazilet sahibi kişilere saygı gösterip onları önde tutmak, toplumun onları örnek almalarını sağlayıcı davranışlarda bulunmaktır.
     Ayrıca hadisimizin son kısmında yer alan iki cümle beşerî ilişkiler bakımından oldukça önemlidir. Bir insanın, hâkim ve yetkili olduğu yerde önüne geçilmemesi lâzımdır. Bu onun, idare ettiği kişiler nezdindeki itibarı açısından pek ehemmiyetlidir. Resûl-i Ekrem Efendimiz, bu noktaya işaret etmekte, kişinin izni olmadan, sorumluluk sahasında önüne geçilmemesini, ona imamlık yapılmamasını, aynı şekilde ev sahibinin evinde oturmayı alışkanlık haline getirdiği yere oturulmamasını, izin vermedikçe evinde ona imam olmaya kalkışılmamasını tenbih etmektedir. Bütün bunlar yönetimde ve beşeri ilişkilerde hem psikolojik hem de sosyolojik bakımdan pek yerinde tavsiyelerdir. Yetkili kişinin veya ev sahibinin, kendisinden daha bilgili ve faziletli insanları gözetleyip onları öne geçirmesi ise tabiatıyla bir fazilettir. Fakat herşeyden önce kendisinin sorumluluk ve haklarına saygı gösterilmesi hakkıdır.
  • Hadis-i Şeriften Öğrendiklerimiz
1. İslâm bir değerler sistemidir. İslâm toplumu da bu değerlere ve önceliklere saygı göstermekle yükümlüdür.
2 . Kur’an bilgisi, sünnet bilgisi, hicret ve yaşca büyük olmak gibi ölçüler imamlıkta dikkate alınacak tercih sebepleridir.
3. Sultan, mescidin imamı ve ev sahibi imamlık yapmaya herkesten daha lâyıktır. Ancak bunların yetki verdikleri kimse, kendileri adına imamlık yapabilir.
4. Hz. Ebû Bekir, Kur’an ve Sünnet bilgisi, hicret, önce islâm olmak ve yaşlılık ölçülerinin tamamını nefsinde toplamış olduğu için kendisinden daha güzel Kur’an okuyanlar bulunmasına rağmen Peygamber Efendimiz tarafından imâmete geçirilmiştir.
5. İlim ve fazilet ehline, yaşlılara saygılı davranmak, kişi ve toplumların olgunluklarını gösterir.
~~~~~*~~~~~
          350. Yine Ebû Mes’ûd radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre şöyle demiştir:
         Resûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem namaza başlayacağımız zaman omuzlarımıza dokunarak şöyle buyururdu:
         - “Düz durun, karışık durmayın. Sonra kapleriniz de karmakarışık olur. Namazda benim arkama yaşlı-başlı olanlar dursun. Onların arkasına kendilerinden sonra gelenler, daha sonra da onlardan sonra gelenler dursun.”
    Müslim, Salât 122.
    Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Salât 95;
    Nesâî, Salât 54
    • Açıklamalar
        İslâm toplumu, mâbed ve ibadet toplumudur. Ondaki düzen ve dirlik de mâbed ve ibadet düzenidir. Sevgili Peygamberimiz, kalabalık toplantıların düzenine örnek olmak üzere, namazda safların düzgün tutulmasını ve imamın arkasından başlamak üzere en lâyık olanların en öne alınmasını hem sözlü olarak tavsiye etmiş hem de fiilen ortaya koymuştur. 1088 numarada tekrar gelecek olan hadisimiz ve bundan sonraki hadis, Efendimiz’in konuya verdiği önemi gözler önüne sermektedir.
         Hadisimizin burada zikredilmesine sebep son cümleleridir. Çünkü bu cümlelerde, yaşlı - başlı olanların, aklı başında olgun kişilerin öne geçirilmesi istenmektedir.
         Ülü’l-ahlâm; hilm, sükûn ve vekar sahipleri demek olup bundan maksat akıllı kişilerdir. Ahlâmı büluğ yaşına ermiş olmakla yorumlayanlar da vardır.
         Nühâ, nühye kelimesinin çoğulu olarak, çirkinliklerden men eden akıl anlamındadır. Biz, halkımızın bu tür yerlerde kullanageldiği “yaşlı-başlı“ ifâdesiyle bu iki ibâreyi karşıladık. “Yaşlı-başlı,“ aklı, hilmi, ilmi, vekârı ve olgunluğu yerinde kimseler demektir. Peygamber Efendimiz işte bu vasıftaki insanların, namazda imamın arkasına durmasını emretmektedir. Bu tavsiye herhangi bir sebeple imamlığa geçme mecburiyeti doğması ihtimaliyle de alâkalıdır.
         Toplum düzeni, toplumda herkesi lâyık olduğu yere koymak ve herkese hakettiği değeri vermekle sağlanır. Aksi halde tam bir kargaşa yaşanır. Kimin baş, kimin ayak olacağı bilinmez. Bu da hadisimizin ilk cümlesinde işâret buyurulduğu gibi “kalblerin karmakarışık, gönüllerin darmadağınık olmasına” ve toplumda değerler düzeninin bozulmasına sebep olur. Organlara hükmeden kalbtir ama, kalbi dışa yansıtan da organların hareketleridir. Bu sebeple toplumdaki kargaşa, kalblerdeki düzensizliğin işâreti sayılmıştır. Câmide ibadet saflarını düzeltmesini bilmeyen cemaatin, hayatı düzeltmesi mümkün değildir. Bu sebeple dinimizdeki değerler düzeninin evvelâ Allah huzurunda, ibâdet ederken en güzel şekilde gösterilmesi ve aynı düzen fikrinin oradan topluma taşınması gerekmektedir. Hadisimizin bizden istediği budur.
    • Hadisi Şeriften Öğrendiklerimiz
    1. Hz. Peygamber, namazda safların düzgün olmasına son derece dikkat eder, bunu sağlamak için hem sözlü olarak uyarıda bulunur hem de fiilen gayret gösterirdi.
    2. Organlarla kalb arasında karşılıklı tam bir iletişim ve etkileşim bulunmaktadır.
    3. Namazda ve diğer toplantılarda yaşlı-başlı olanların en önde bulunmaları uygun olur.
    4. İlim ve fazilet sahiplerini, ilim, danışma, hüküm ve fetvâ meclislerinde başa geçirmek gerekmektedir.
    ~~~~~*~~~~~
           351. Abdullah İbni Mes’ûd radıyallahu anh’den rivâyet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
           “Aklı başında ( ve imamlık yapacak durumda) olanlarınız ( namazda ) benim hemen arkama dursun. Sonra bu vasıflarda onları takip edenler dursunlar. ( Peygamber aleyhisselâm bu cümleyi üç defa tekrarladı. Namazda) Çarşı-pazarlardaki keşmekeş (ve kargaşaya benzemek) den sakının!”
      Müslim, Salât 123.
      Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Salât 95;
      Nesâî, Salât 54; İmâmet 23, 26;
      İbni Mâce, İkâmet 45
      • Açıklamalar
           Bu hadîs-i şerîf, camide namaz saflarının nasıl düzenlenmesi gerektiği konusunda önceki hadiste belirtilen hususları aynen tekrar etmekte, durumu iyice anlatabilmek için, çarşı-pazardaki karışıklığa benzememek gerektiğini ilâve etmektedir.
           Gerçekten de çarşı-pazar yerlerinde âlim-cahil, kadın-erkek, çoluk-çocuk karmakarışık bir haldedir. Mâbedlerde safların böylesine rastgele düzenlenmesi elbette düşünülemez. Hâdisimizdeki “sakınma“ya, çarşı-pazarlardaki gibi gürültü etmemek, bağırıp çağırmamak da dahildir. Yani cami ve mescidlerin, toplumda bulunması gerekli “i’tibar çizgisi“ni yansıtan bir düzeni ve sükûneti bulunmalıdır. İşte bu i’tibar ya da saygınlık çizgisinin başlangıç noktası, çarşı-pazarda geçerli olan ekonomi ve para değil; ilim, fazilet, yaşca büyüklük gibi dinî ve insânî meziyetlerdir.
      • Hadis-i Şeriften Öğrendiklerimiz
      1. Cami ve cemaat düzeni, dinimizdeki itibar çizgisinin göstergesidir. Toplumdaki saygınlık sıralaması, bu düzene parelel olarak düşünülmelidir.
      2. Mâbedlerde, çarşı-pazar karmaşasına yer verilmez. Çarşı-pazarda davranıldığı gibi davranılmaz.
      ~~~~~*~~~~~
             352. Ebû Yahyâ (veya Ebû Muhammed) Sehl İbni Ebû Hasme el-Ensârî radıyallahu anh şöyle dedi:
             Abdullah İbni Sehl ve Muhayyısa İbni Mes’ûd, sulh günlerinde Hayber’e gitmişlerdi. (İşlerini görmek için birbirlerinden) ayrıldılar. Neticede Muhayyısa, (buluşma yerine geldiğinde) Abdullah İbni Sehl’i kanlar içinde can çekişirken buldu. Onu defnetti ve sonra Medine’ye döndü. (Abdullah’ın kardeşi) Abdurrahman İbni Sehl (durumu öğrenince yanına) Mes’ûd’un oğulları Muhayyısa ve Huvayyısa’yı da alarak Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem’e gitti. Oradakilerin yaşça en küçüğü olan Abdurrahman, olayı anlatmaya başladı. Bunun üzerine Hz. Peygamber:
             “Sözü büyüğünüze bırak, sözü büyüğünüze bırak!” buyurdu.
             Abdurrahman sustu ve olayı ötekiler anlattı. Neticede Hz. Peygamber:
             “Kâtil üzerinde hakkınız olabilmesi için yemin eder misiniz? buyurdu.
             (Ebû Yahyâ, hadisin tamamını nakletti.)
        Buhârî, Cizye 12, Edeb 89, Diyât 22;
        Müslim, Kasâme 1,3,6.
        Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Diyât 8;
        Tirmizî, Diyât 4,22;
        Nesâî, Kasâme 3,4,5;
        İbni Mâce, Diyet 28
        • Sehl İbni Ebû Hasme:
             Ebû Yahyâ veya Ebû Muhammed künyesiyle anılan Sehl, Hazreç kabilesine mensup Medineli bir sahâbîdir. Hz. Peygamber vefat ettiği sırada sekiz yaşlarında olduğu sanılmaktadır. 15 hadis rivayet etmiştir. Hadisleri Kütüb-i Sitte’de rivayet edilmiştir. Muaviye devrinde vefat etmiştir.
             Allah ondan razı olsun.
        • Açıklamalar:
             Hadiste anlatılan olay, Hayber yahûdileri ile müslümanlar arasında sulh varken, iki sahâbînin akrabalarının hurma toplamasına yardım etmek üzere hadiste adı geçen Hayber’e gitmeleriyle başlamıştır. Arkadaşı, buluşma yerine geldiğinde Abdullah İbni Sehl’i -rivayete göre- boynu kırılmak suretiyle öldürülmüş olarak bulmuştur. Arkadaşını oraya defneden Muhayyısa, Medine’ye dönmüş, yanına öldürülmüş olan Abdullah’ın kardeşi ile kendi kardeşlerini de alarak Hz. Peygambere gidip olayı haber vermek istemiştir. Yaş bakımından en küçükleri olmasına rağmen maktulün kardeşi Abdurrahman, olayı anlatmak üzere söze başlamış, ancak Hz. Peygamber, büyüklerin hakkını gözetmek gerektiğine dikkat çekmiş ve “Sözü büyüğünüze bırak” buyurmuştur. Olayın, konumuzu ilgilendiren noktası işte burasıdır. Hukûkî bir konuda bile sözü önce büyüklere bırakmak, böylece onların haklarına riâyet etmek gerektiği ortaya çıkmış olmaktadır.
        Herhangi bir kavme ya da topluluğa ait arazide bir müslüman katledilir de, onu kimin öldürdüğü bilinemezse, öldürülen kişinin yakınlarına, o arazinin sahipleri yaptı diye elli kere yemin etmeleri teklif edilir. Onlar yemin etmezlerse, bu defa zanlılar arasından seçilen elli kişiye o cinâyeti işlemedikleri ve işleyeni de bilmediklerine dair yemin etmeleri teklif edilir. Böyle hareket etmeye İslâm hukukunda “Kasâme” adı verilir. Birinciler teklif edilen yemini yerine getirirlerse, öldürülmüş olan kişinin kan bedeli zanlıların tümü tarafından ödenir. İkinciler yemin ederlerse, bu bedeli ödemekten kurtulurlar. Sonuç itibariyle hadisimizdeki olayda ne davacılar ne de davalılar yemin etmişlerdir. Bunun üzerine Hz. Peygamber öldürülen Abdullah’ın diyetini kendisi vererek davayı halletmiştir. Hz. Peygamber böyle davranmakla Hayber yahûdilerinin müslüman olmalarını teşvik etmek istemiştir.
        • Hadis-i Şeriften Öğrendiklerimiz:
        1. Kasâme olayında kısas değil, sadece diyet gerekir.
        2. Müslüman ile kâfir arasındaki davada hüküm İslâm’a göre verilir.
        3. Dava açmakta ve savunmada sözü yaşça büyük olana bırakmak, büyüklere gösterilmesi gerekli saygının tabiî bir neticesidir.
        4. Müslümanların yakın çevrelerinde olup biten olaylara karşı duyarlı davranmaları gerekir. Aksi halde fâili meçhûl cinâyetlerin sorumluluğuna iştirak etmek zorunda kalırlar.
        ~~~~~*~~~~~
               353. Câbir radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre, Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem, Uhud Gazvesi’nde şehid düşenleri her mezara iki kişi konacak şekilde toplattı ve sonra:
               “Bunların hangisi daha çok Kur’an bilirdi?” diye sordu.
               Şehidlerden hangisi gösterilirse, önce onu kıbleden yana kordu.
          Buhâri, Cenâiz 72, 75, 78, Meğâzî 26.
          Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Cenâiz 27;
          Nesâî, Cenâiz 62; İbni Mâce, Cenâiz 28;
          Tirmizî, Cenâiz 31
          • Açıklamalar:
               Uhud Gazvesi’nde yetmiş müslüman şehid düşmüştü. Bunların defnedilmesi, bir çoğu yaralı gaziler için mesele olmuştu. Hz. Peygamber şehidlerin yıkanmalarını ve üzerlerindeki elbiselerle ikişer ikişer defnedilmelerini, yaşı küçük de olsa Kur’ân-ı Kerîm’i daha çok ezberlemiş olanın öncelikle kıble tarafına konulmasını emretmişti. Resûl-i Ekrem Efendimiz bu tavsiye ve uygulamasıyla bilginin, özellikle Kur’an bilgisinin, hem dünyada hem de ölüm sonrası muamelelerde öncelik sebebi olduğunu göstermiştir. Hadisimiz işte bu sebeple burada zikredilmiştir. İslâm anlayışına göre bilene saygı, sadece yaşarken değil, ölümden sonra da geçerli ve gereklidir.
               Bilginlerimiz, Kur’an bilgisinde eşit olanlardan yaşça büyük olanın kıble tarafına konulacağı konusunda görüşbirliği içindedirler. Çünkü yaşlılık da bir takdir ve saygı sebebidir.
          • Hadis-i Şeriften Öğrendiklerimiz:
          1. İki cenâze bir mezara defnedilebilir.
          2. Böylesi bir defn işleminde daha bilgili olan kıble tarafına konur. Bilgileri müsâvi ise, yaşça büyük olan ön tarafa konur.
          3. İlim her yerde öncelik ve saygı sebebidir.
          ~~~~~*~~~~~
                 354. İbni Ömer radıyallahu anhümâ’dan rivayet edildiğine göre Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
                 “Rüyamda dişlerimi misvaklıyordum. Yanıma biri diğerinden daha yaşlı iki kişi geldi. Ben misvakı küçüğüne vermek istedim.” Bana:
                 “Büyüğe ver denildi. Ben de büyüğe verdim.”
            Müslim, Rü’yâ 19, Zühd 70 (senedli),
            Buhârî, Vudû’ 74 (senedsiz)
            • Açıklamalar:
                 Resûl-i Ekrem Efendimiz su veya süt gibi bir şey içtiği zaman, hepsini içmez bir miktar bırakır, onu da sağ tarafında bulunana ikram ederdi. Sağ yanındaki yaşça küçük biri ise, ondan izin almak suretiyle sol yanındakilere ikram ederdi. Onun sünneti böyle idi. Burada, muhtemelen bu iki kişi aynı tarafta, belki de sol tarafta oldukları için, Efendimiz kendisine en yakın olana misvakı uzattı. Ancak kendisi Cebrâil aleyhisselâm tarafından uyarılarak, misvakı yaşça büyük olana vermesi istendiği için o da öyle yaptı. Onun böyle davranmasını isteyen olayın rüyada cereyân etmesi hiçbir şeyi değiştirmez. Çünkü peygamberlerin rüyası gerçektir.
                 Peygamber Efendimiz, günlük işlerde dahi ilim ve fazilet sahibi kimselere ve yaşca büyük olan insanlara öncelik verilmesini, bu vesile ile bir kere daha açıklamış olmaktadır.
                 Bu hadîs-i şerîf, Peygamber Efendimiz’in günlük işler, tabiî ve insânî tavır ve ilişkiler için yaptığı tercih ve tavsiye ettiği davranışlarda bile ilâhî denetim altında bulunduğunu göstermektedir. Bu sebeple Resûl-i Ekrem Efendimiz’e günlük işlerde de uymak, netice itibâriyle Sünnet’i yaşamak demektir.
                 Misvak kullanmanın önemi 1199-1208 numaralı hadislerde ele alınacaktır.
            • Hadis-i Şeriften Öğrendiklerimiz:
            1. Yaşça büyük olanlara her konuda öncelik hakkı tanımalıdır.
            2. Yeme-içme ve konuşma gibi konularda yaşca büyük olanlar öncelik hakkına sahiptir.
            3. Günlük işlerde bile Hz. Peygamber’e uymaya çalışmalı, böylece sünnet üzere yaşamalıdır.
            ~~~~~*~~~~~
                   355. Ebû Mûsâ radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
                   “Saçı-sakalı ağarmış müslümana, aşırı gitmeyip ahkâmıyla amel etmekten kaçınmayan Kur’an hâfızına ve âdil hükümdara saygı göstermek, Allah Teâlâ’ya duyulan saygı ve ta’zimden ileri gelir.”
              Ebû Dâvûd, Edeb 20
              • Açıklamalar:
                   Müslüman olarak yaşadığı bir ömrün sonlarına gelmiş, saçı-sakalı ağarmış olan kimselere saygı göstermek hem insanlık hem de İslâmlık görevidir. Hadisimiz böyle bir davranışın kaynağını Allah saygısı olarak belirtmektedir. Bu onun değerini daha da arttırmaktadır. Demek oluyor ki, içlerinden Allah’a karşı saygı duyan insanlar, yaşlı insanlara saygılı davranırlar.
                   Hadisimizde Kur’ân-ı Kerîm’i ezberlemiş olan hâfızlara hürmet göstermek de aynı şekilde değerlendirilmektedir. Ancak hâfızların, okuyuşlarında aşırıya kaçmayan, haddi aşmayan, Kur’an okumaktan ve hükümleriyle amel etmekten uzak durmayan kimseler olması istenmektedir. Tecvid kurallarını uygulamakta mübâlağaya kaçan, mânayı düşündürmeyecek kadar süratli okuyan, kırâatı mûsikiye boğan hâfızlar ile hıfzını unutan ve öğrendiği Kur’an ile amel etmekten kaçınan hâfızlar bu hükme dâhil değildirler. Kur’an’ı usulüne uygun olarak okumak ve hükümleriyle amel etmek esastır. Bu sebeple “Seni amelden men etmeyecek şekilde ilim ile; ilim öğrenmekten alıkoymayacak şekilde de amel ile meşgul ol” denilmiştir.
                   Üçüncü olarak da adaletli hükümdara gösterilecek saygının, Allah’a tazimden ileri geldiğine dikkat çekilmektedir. Mümkün olduğunca âdil olmaya çalışan yetkililer, bu dikkat ve tavırlarından dolayı saygıya lâyıktırlar. Yoksa kırk yılda bir âdil hareket edenler değil.
                   Hadisimizin saydığı sıfatları taşıyan yaşlı kimselere, hâfızlara ve hükümdarlara hürmet göstermek, onların taşıdıkları güzel sıfatların toplumda yaygınlaşmasını teşvik anlamı taşır. Allah Teâlâ’ nın muradı da insanlar arasında güzelliklerin yayılması ve hâkim olmasıdır. Bu sebeple konuya gösterilecek dikkat, Allah Teâlâ’ya karşı duyulan saygının dışa vurulması demektir.
              • Hadis-i Şeriften Öğrendiklerimiz:
              1. Allah saygısı yerinde olan kimseler yaşlı müslümanlara, Kur’an hâfızlarına ve âdil yöneticilere hürmet gösterirler.
              2. Aşırılıktan kaçınıp orta yolu tutmak her zaman ve her alanda övgüye lâyık bir harekettir.
              3. Toplum kesimleri arasında saygı bağlarının kopması, Allah Teâlâ’ya karşı beslenmesi gerekli saygının kalblerde etkinliğini kaybetmiş olmasının sonucudur. Yaşlılara saygı haftası düzenleyenlerin, insanlara, önce Allah’a karşı saygılı olmayı öğretmeleri gerekir.
              ~~~~~*~~~~~
                     356. Amr İbni Şuayb’ın, babası aracılığı ile dedesinden rivâyet ettiğine göre Resûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu.
                     “Küçüklerimize acımayan, büyüklerimizin (büyüklük) şerefini tanımayan bizden değildir.”
                Ebû Dâvûd, Edeb 58; 
                Tirmizî, Birr 15
                     Hadisin son kısmı Ebû Dâvûd’un rivayetinde “büyüklerin hakkını tanımayan” şeklindedir.
                • Açıklamalar:
                     Amr İbni Şuayb’ın babası, Şuayb İbni Abdullah; dedesi de Abdullah İbni Amr İbni Âs radıyallahu anhum’dur. Hadisimiz, Abdullah İbni Amr’ ın rivâyetidir.
                     “Küçük-büyük tanımayanlar bizden değildir” diye de tercüme edilmesi mümkün görülen hadisimiz, “küçüğe sevgi, büyüge saygı” göstermek gerektiğini, bunun müslümanların temel ahlâkî niteliği olduğunu tesbit ve ilân etmektedir. Müslüman tavrı, küçüğe sevgi, büyüğe saygıdır. Böyle davranmayanlar, müslüman tavrına sahip değildirler. “Bizden değildir” demenin anlamı budur. Hâdisimiz “büyüklerin şerefini”, bir başka rivâyete göre, “büyüklerin hakkını” gözetmek gerektiğini belirten yönüyle burada zikredilmiştir.
                     Günlük beşerî ilişkilerin her birinin dinî bir temele dayalı olduğu unutulmamalıdır. Dinî duyguların kuvvetlendirilmesi, insanlarımız arasındaki ilişkilerin düzelmesi ve seviye kazanması demek olacaktır.
                • Hadis-i Şeriften Öğrendiklerimiz:
                1. Müslüman büyüklerin şeref ve haklarına riâyet etmek, her müslümanın iman borcudur.
                2. Küçüklere merhamet ve şefkat göstermek, müslümanlığın güzelliklerindendir.
                3. Bu iki İslâmî görevi yerine getirmeyenler, müslümanların yaşayış çizgisini terketmiş sayılırlar.
                ~~~~~*~~~~~
                       357. Meymûn İbni Ebû Şebîb rahimehullah’dan rivâyet edilmiştir. Demiştir ki:
                       Birgün Hz. Âişe’ye bir dilenci geldi. Aişe radıyallahu anhâ ona bir parça ekmek verdi. Kılığı kıyâfeti düzgün bir başka adam geldi. Onu da sofraya oturtarak yemek ikram etti. Bu (farklı) davranışının sebebini soranlara Âişe şöyle cevap verdi:
                       Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem, “İnsanlara mevki, makam ve seviyelerine göre muamele ediniz” buyurmuştur.
                  Ebû Dâvûd , Edeb 20
                       Ebû Dâvûd, Meymûn İbni Ebû Şebîb’in Hz. Âişe ile görüşmediğini söylemektedir.
                       Müslim, Sahîh’inin baş kısmında (I, 6) bu hadisi senedsiz olarak nakleder:
                       Âişe radıyallahu anhâ’dan rivayet edildiğine göre Resûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem bize “İnsanlara seviyelerine göre muamele etmemizi tavsiye buyurdu” demiştir.
                       Hâkim Ebû Abdullah bu hadisi Ma’rifetü ulûmi’l-hadîs adlı eserinde (s. 49) nakletmiş ve “sahih” olduğunu söylemiştir.
                  • Meymûn İbni Ebû Şebîb:
                       Meymûn İbni Ebû Şebîb, Ebû Nasr künyesiyle bilinen Kûfeli bir tâbiîdir. Kendisi, aralarında Hz. Âişe’nin de bulunduğu bir çok sahâbîden hadis rivayet etmiştir. Ancak Ebû Dâvûd’un da işâret ettiği gibi Hz. Âişe’den hadis almamıştır. Bu yüzden onun bu rivayetinin senedinde kopukluk (inkıtâ) vardır. Kendisinin tüccar ve hayır sever bir kimse olduğu bilinmektedir. Ancak hadis râvisi olarak, hakkında değişik hatta çelişik değerlendirmeler vardır. Hicretin 83. yılında yapılan Cemâcim savaşında vefat etmiştir. Allah’ın rahmeti onun üzerine olsun.
                  • Açıklamalar:
                       Dinimize göre insanlar mevki, makam ve ünvanlarına, ırk ve renklerine, cinsiyetlerine bakılmaksızın Allah ve ilâhî kanunlar karşısında eşittirler. Meselâ bunlardan herhangi biri bir diğerinin canına kıyacak olsa, bunu kendi canıyla öder. Ancak beşerî ilişkilerde, her insanın sosyal durumuna göre muamele görmesi de hakkıdır. Bir âlime câhil gibi, bir büyüğe küçük gibi, bir yöneticiye sade vatandaş gibi davranmak doğru olmamasının yanında hakâret bile sayılır. Her insan toplumdaki yer ve mevkiine uygun şekilde muamele görmek ister. Bu onun tabiî hakkıdır. Böylesi bir tavır, ayırımcılık ve iltimas değil, insanları seviyelerine göre değerlendirmektir. Hadisimizin tavsiyesine uygundur.
                       Hz. Peygamber’in elçilere, kavim ve kabilesi arasında mevki sahibi olanlara özel itina ve ikramlarda bulunduğu bilinmektedir. Hz. Âişe annemizden nakledilen iki ayrı tavır da, Peygamber Efendimiz’in konuya ait tavsiyelerinin bir uygulamasından ibârettir. Hz. Âişe, kapısına gelen dilencilere bile, görünür durumlarına göre farklı muamelede bulunmanın belli bir bilinç ve dikkat işi olduğunu göstermiştir.
                       Unutulmamalıdır ki, insanları ayrı kabiliyet, imkân ve içtimâî durumda yaratan Allah Teâlâ’dır. Bu çeşitlilik ve tabiî farklılıkların farkında olarak ilişkileri düzenlemek de toplum düzeninin ve emniyetinin sağlanması ve devamı açısından pek ehemmiyetlidir. Aksi halde, değerlerinin kıymetini bilmeyen toplumlar, yeni değerler üretemezler. Kadir ve kıymeti bilinmeyen insanlar, toplumlarına küserler. Anarşi, biraz da toplumda herkese mevki, seviye ve sorumluluklarına göre davranma nezâketinin gösterilmemesinden doğar. Öte yandan haketmedikleri halde farklı muamelelere muhatap kılınmak suretiyle şımartılmış kişiler de bozulma ve anarşinin bir başka sebebidir.
                       Birbirlerinin haklarına, toplumdaki yerlerine göre riâyet eden hakbilir ve saygılı fertlerden oluşan toplumlar her şeyden önce mutlu toplumlardır. Onlar her açıdan ilerlemeye adaydırlar. Hadisimizin bize gösterdiği yol ve hedef budur.
                  • Hadis-i Şeriften Öğrendiklerimiz:
                  1. Toplumda herkese seviyesine göre davranmak en isâbetli tavırdır. Her hak sahibine hakkını vermek, bu isâbetli davranışın bir başka ifâdesidir.
                  2. İnsanları küstürmemek ve şımartmamak, durumlarına uygun muamele etmekle sağlanır.
                  3. Anlaşılmayan veya tereddütlere vesile olan davranışların gerekçesi ve delilini açıklamak gerekir. Âişe validemizin hareketi bunu göstermektedir.
                  4. Dinimiz insan ve toplum gerçeklerine en uygun ilke ve uygulamaları getirmiş ve tavsiye etmiştir.
                  ~~~~~*~~~~~
                         358. Abdullah İbni Abbâs radıyallahu anhümâ şöyle dedi:
                         Uyeyne İbni Hısn Medine’ye geldi ve yeğeni Hür İbni Kays’a misafir oldu. Hür, Hz. Ömer’in danışma meclisi üyelerindendi. Zaten genç olsun yaşlı olsun âlimler (Kurrâ) Hz.Ömer’in danışma meclisinde bulunurlardı. Bu sebeple Uyeyne, yeğeni Hür İbni Kays’a:
                         - Yeğenim, senin devlet başkanı yanında itibarın yüksektir. Beni kendisiyle görüştür, dedi.
                         Hür, Ömer’den izin aldı. Uyeyne Hz.Ömer’in yanına girince:
                         - Ey Hattab oğlu! Allah’a yemin ederim ki, bize fazla bir şey vermiyorsun. Aramızda adâletle de hükmetmiyorsun, dedi.
                         Ömer hiddetlendi. Uyeyne’ye ceza vermek istedi. Bunu sezen Hür:
                         - Ey mü’minlerin emiri! Allah, peygamberine “Affı seç, iyiliği emret, câhillerin kusuruna bakma” [A’râf sûresi (7), 199]buyurdu. Benim amcam da câhillerdendir, dedi.
                         (Râvi diyor ki:) Allah’a yemin ederim ki, Hür bu âyeti okuyunca Ömer, Uyeyne’yi cezalandırmaktan vazgeçti. Zaten Ömer, Allah’ın kitabına son derece bağlı idi.
                    Buhârî, Tefsîru sûre (7) 5, İ’’tisam 2
                    • Açıklamalar:
                         Sabır konusunda 51 numara ile geçmiş bulunan hadisimiz, Hz. Ömer’in yaşlı veya genç olduğuna bakmadan âlimlere gösterdiği saygıyı ve onları başkalarından önde tutmasını belgelediği için burada tekrar edilmiştir.
                         Başarılı idareciler, kendilerine danışman olarak âlimleri seçen ve onların görüşlerine değer veren kişilerdir. Hz.Ömer, Hür İbni Kays ve Abdullah İbni Abbâs gibi genç fakat bilgili zevâtı, yaşlı sahâbîlerle birlikte istişâre meclisinde üye olarak bulundururdu. Hatta o, bir konudaki yorumunu sorarak Abdullah İbni Abbas’ı genç yaşına rağmen tercih etmekteki haklılığını öteki üyelere karşı isbat da etmişti (Bk. 114 numaralı hadis ve açıklaması).
                         Bilen insanlara kıymet vermek, onları önde tutmak toplumda dirlik düzenlik ve gelişmenin temini bakımından pek önemlidir. Bilen insanların bir kenara itilip câhillerin kamu görevlerine getirilmesi, tahmin edilemeyecek şekilde değer aşınmasına ve kargaşaya sebep olur. İslâm medeniyeti, kıymeti bilinen yetişmiş kimselerin eseridir. Âlimlerini küstürmüş olan toplumlar felâketten kurtulamazlar.
                    • Hadis-i Şeriften Öğrendiklerimiz:
                    1. Halife Ömer, âlimlere büyük kıymet verir, onların görüşlerine müracaat ve itibar ederdi.
                    2. İlim yaşta değil, baştadır. Bilen insanlar, yaşları ne olursa olsun takdir edilmelidir.
                    3. Âlimlere saygı göstermeyenler kendilerini câhillere teslim ederler.
                    ~~~~~*~~~~~
                           359. Ebû Saîd Semüre İbni Cündeb radıyallânu anh şöyle dedi:
                           Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem hayattayken ben çocuk denecek yaştaydım. Bu sebeple kendisinden (duyduklarımı) ezberliyordum. Ne var ki, burada hazır bulunan yaşlı kimselere duyduğum saygı, onları söylemekten beni alıkoyuyor.
                      Buhârî, Hayz 29;
                      Müslim, Cenâiz 88
                      • Semüre İbni Cündeb:
                           Ebû Saîd, Ebû Abdurrahman, Ebû Abdullah ve Ebû Süleyman gibi bir kaç künye ile anılan Semüre, ensardan meşhur bir sahâbîdir. Uhud Gazvesi’nden itibaren Hz. Peygamber’in maiyyetinde gazvelere katılmıştır. Daha sonraları Basra’ya yerleşen Semüre, özellikle Haricîlere karşı şiddetli davranması ile bilinir. Hz. Peygamber’den 100 hadis rivâyet etmiştir. Bunlardan iki tanesini Buhârî ve Müslim müştereken rivâyet etmişlerdir. Diğer rivayetleri Kütüb-i Sitte’de yer almıştır.
                           Hicrî 58 yılında Basra’da vefat etmiştir. Allah ondan razı olsun.
                      • Açıklamalar:
                           Hadisimizin râvisi Hz. Semüre, bu açıklamayı, kadınların cenâze namazını kıldırırken imamın nerede durması lazım geldiğini anlatmak için yapmıştır. O, lohusa halinde ölen bir kadının cenâze namazını Resûlullah’ın arkasında kıldığını ve Hz. Peygamber’in, cenâzenin orta hizasında durduğunu söylemiştir. Bu gözlemini anlatmadan önce de yukarıdaki açıklamayı yapmış, kendisinden yaşça büyük kimseler olmasa, açıklayabileceği daha bir çok bilgisi olduğunu, ancak o büyüklere hürmeten sustuğunu dile getirmiştir.
                           Semüre İbni Cündeb bu sözleriyle, sahâbîlerin edebini, âlim ve büyüklerin kadir ve kıymetini nasıl bildiklerini, onların haklarını nasıl teslim ettiklerini nakletmiş olmaktadır. Bu anlayış ve uygulamanın bilhassa hadisçiler arasında hemen aynen yaşandığı da bilinmektedir. Şöyle ki, bir yörede kendisinden daha bilgili, daha güvenilir veya daha yaşlı biri varken bir başkasının hadis rivayet etmeye kalkışması çirkin bir davranış sayılmış, hadis öğrencilerinin daha bilgili ve daha yaşlı olan muhaddisten hadis öğrenmeleri tavsiye edilmiştir.
                      • Hadis-i Şeriften Öğrendiklerimiz
                      1. Ashâb-ı kirâm, âlim ve yaşlı kimselerin hatırını sayar, onlara gerekli saygıyı gösterirlerdi.
                      2. Beşerî ilişkilerde “söz büyüğün” anlayışıyla hareket etmek en uygun davranıştır.
                      ~~~~~*~~~~~
                             360. Enes İbni Mâlik radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre, Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
                             “Allah Teâlâ, yaşından ötürü bir ihtiyara saygı gösteren gence, yaşlılığında hizmet edecek kimseler lutfeder.”
                        Tirmizî, Birr 75
                        • Açıklamalar:
                             Nesiller arası münâsebetlerin önemli bir yönü bu hadîs-i şerîfte dile getirilmiştir. Bilinen bir gerçektir ki, bugün yaşlı olan dün genç idi. Bugün genç olan da yarın yaşlanacaktır. Toplumda nesiller boyu bir saygı geleneğinin yaşatılması, herkesin bir önceki nesle mensup insanlara, sırf büyük olmaları sebebiyle hürmetkâr davranmalarına bağlıdır.
                             Saygı beklenmez, kazanılır. Başkalarına hürmette kusur etmeyen, hürmet görür. Zira “hizmet eden, hizmet görür” denilmiştir.
                             Hadisimiz, yaşlı kullarına hürmet edenlere, yaşlılıklarında kendilerine hizmet edecek kimseler lutfetmek suretiyle Allah Teâlâ’nın ikramda bulunacağını bildirmektedir. Bunun anlamı, yaşlılara saygı gösteren gençlerin bu hareketinin karşılıksız kalmayacağıdır. Ayrıca hadisi yorumlayan bazı âlimler, yaşlı kişilere saygı gösterenlerin uzun ömürlü olacaklarına da hadiste işaret edildiğini söylemişlerdir.
                             O halde her müslümanın yaşlıları dikkate alması, onlara gerekli saygıyı göstermesi ve yapabileceği hizmeti sunması gerekmektedir. Böyle yapılırsa toplum kesimleri arasındaki sevgi-saygı bağları pekiştirilmiş olur. Nesiller mutlu ve sıcak bir ilgi ortamında hayatlarını sündürürler.
                        • Hadis-i Şeriften Öğrendiklerimiz:
                        1. Büyüklere ve yaşlılara saygı göstermek gençlerin ahlâkî görevidir.
                        2. Yaşlıya gösterilecek saygının karşılığı, yaşlılıkta saygı ve hizmet görmektir.
                        3. Toplum huzuru ancak fertler ve nesiller arası ilişkilerin düzeltilmesiyle sağlanabilir.
                        4. Büyüklerine saygı göstermeyenler, küçüklerinden saygı ve hizmet göremezler.
                        5. Her davranışın olumlu-olumsuz mutlaka bir sonucu ve bedeli vardır.




                        14 - 18 Ağustos 5 gün (3 gece otelde konaklamalı) Gönül Erleri & Grand Alfa Karadeniz Turu

                        14 - 18 Ağustos 5 gün (3 gece otelde konaklamalı) Gönül Erleri  &  Grand Alfa Karadeniz Turu      5 Gün - 4 Gecelik (3 gece otel konakla...