3 Kasım 2021 Çarşamba

Sağlık: Öksürüğü Dindirmenin 10 Etkili Yolu

Öksürüğü Dindirmenin


10 Etkili Yolu


     Kış mevsiminde hastaneye başvurma sebeplerinin başında gelen yakınmalardan biri olan öksürük en sık sinüzit, farenjit, larenjit, nezle ile soğuk algınlığı gibi üst solunum yolu enfeksiyonları nedeniyle ortaya çıkıyor. Üst solunum yolu enfeksiyonları sırasında ve sonrasında öksürük haftalarca, bazen aylarca devam edebiliyor. Peki ama üst solunum yolu enfeksiyonu nedeniyle geliştiği belirlenen öksürüğü dindirmek için neler yapmak, nelerden kaçınmak gerekiyor? Acıbadem Kozyatağı Hastanesi Göğüs Hastalıkları Uzmanı Doç. Dr. Ceyda Erel Kırışoğlu Demir, öksürüğü dindirmenin 10 etkili yolunu anlattı.

   1. YUDUM YUDUM SU İÇİN
   Su içmek havayollarının nemini korumasını sağlıyor. Mukus varsa inceleterek kolayca çıkmasını katkıda bulunuyor. Tüm Öksürük şuruplarını ve suyu sıralarsak, en güçlü şurubun su olduğu aşikar. Bu nedenle yaz kış demeden en az 2 litre, fazla kilomuz varsa her 10 kilo için ek birer bardak daha su içmemiz gerekiyor.

   2. IHLAMUR VEYA KUŞBURNU ÇAYI  TÜKETİN   Öksürük şiddetlendiğinde öncelikle bol bitki çayları ve sıvı alımı önem taşıyor. Çünkü bitki çayları boğazı yumuşatıyor, sıvı alımını arttırıyor, öksürüğü hafifletiyor. İçerdiği vitamin ve minerallerle bağışıklık sistemini güçlendiriyor. Ihlamur ile kuşburnu gibi bitkisel çaylar sayesinde kuru öksürük azalıyor. Bal ve limon ekleyerek bu çayları günde üç dört fincan tüketmenizde fayda var.

   3. ZERDEÇAL VE ZENCEFİLİ ALIŞVERİŞ LİSTENİZE ALIN
   Zerdeçal sadece mutfakta değil, eczanelerde de yerini aldı. Zerdeçal vücutta gerek iltihap gelişimini gerekse kötü huylu hücrelerin savaşını baskılıyor. Zencefil de virüs ve bakterilerle savaşan bir diğer gıda takviyesini oluşturuyor. Bunları taze olarak yemeklere karıştırabileceğiniz gibi, çaylarını da içilebilirsiniz. Ancak günde en fazla iki üç bardak içmeniz tavsiye ediliyor.

   4. SICAK DUŞ ALIN   Duş; özellikle burun tıkanıklığı, geniz akıntısı ve boğazda kuruluk ile gıcık hissi olduğu durumlarda rahatlama sağlıyor. Ayrıca havayollarının nemini artırarak öksürüğe karşı etkili oluyor.

   5. SİGARADAN UZAK DURUN
   Nefes alıp verdikçe havayollarımıza toz ile partiküller giriyor. Havayollarımızı döşeyen buradaki toz ile kiri süpüren tüylü hücreler mevcut. Tüylü hücreler yukarı doğru salınarak akciğerdeki yabancı cisimleri yukarı doğru süpürüyor. Her bir sigara da bu tüylü hücrelerin bacaklarını bir saat boyunca felç ediyor. Yani akciğerlerimiz korunmasız kalıyor, temizlenemiyor. Sadece sigara içmek değil, pasif olarak sigaraya maruz kalmak da havayollarını tahriş ediyor, iyileşmeyi geciktiriyor.

   6. EV İÇİNDEKİ NEM ORANI YÜZDE 40-60 ARASINDA OLSUN
   Kış aylarında evlerin ısıtılmasıyla birlikte nem oranı da çok azalıyor. Ev içi ideal nem oranı yüzde 40- 60 arasında olmalı. İdeal ev içi ısısı 21 derece, diğer odalar da 18 derece civarında kalmalı. Evin içi kuru ise camlara kaynayan su buharını tutmanız bile yeterli olacaktır.

   7. SÜT ÜRÜNLERİNİN TÜKETİMİNİ AZALTIN
   Erişkinlerde aşırı inek sütü ve peynir tüketmenin mukus yapımını artırdığı, mukusu koyulaştırdığı biliniyor. Bu nedenle öksürüğe balgam eşlik ettiğinde veya sürekli geniz akıntısı olduğunda süt ürünlerini azaltmanızda fayda var.

   8. TÜKETTİĞİNİZ GIDALARIN DENGESİNE DİKKAT EDİN
   Bağışıklık sistemimizin güçlü olması için her gıdadan dengeli olarak almanız gerekiyor. Mümkün olduğunca boyalı, katkı maddeli, işlem görmüş, paketli gıdaların tüketiminden kaçının. Bunlar özellikle alerjik yapısı olan kişilerde astım, kurdeşen ve bağırsak fonksiyonlarında bozukluğa neden olabiliyor. Vitaminler arasında bağışıklığı arttırdığı bilinen D vitamini de önemli. Bağışıklık sisteminizin güçlü olması için D vitaminini gıda veya ilaç takviyesi olarak alın. C vitamini tüketimiyle ilgili ise çelişkili veriler mevcut. Ancak suda eriyen bir vitamin olduğu için fazlası idrarla atılıyor. Taze meyve ve sebzelerle vitamin gereksiniminizi karşılamaya çalışın. Son yıllarda çinkonun da bağışıklık üzerine etkili olduğu bildiriliyor. Probiyotik tüketimi de öksürüğün arttığı durumlarda öneriliyor. Probiyotik kaynağı olarak kefir ve evde mayalanan yoğurdu tercih edin.

   9. KESKİN KOKULARDAN KAÇININ
   Keskin kokular bronşlarda kasılmaya neden olarak öksürüğü tetikleyebiliyor. Parfüm, deodorant ve oda spreyleri de öksürüğü tetikleyebilen etkenlerden. Ayrıca temizlikte kullanılan deterjanlar karıştırılarak temizlik yapıldığında astım benzeri tabloya neden olabiliyorlar. Bu nedenle deterjanların karıştırılmasından kaçınmak gerekiyor.

   10. YATMADAN 3 SAAT ÖNCE BESLENMEYİ BIRAKIN
   Reflü en sık öksürük yapan nedenlerden biri. Reflü sorununuz varsa yatmadan 3 saat önce sıvı ve katı gıda tüketimini kesin. Bunun nedeni ise gıdaların midemizi bu süreç içinde terk etmeleri. Ayrıca yatağınızın ayaklarını yükseltin. Çiğ sebze ve meyveyi abartılı miktarlarda tüketmekten de kaçının.

   3 haftayı geçmişse, dikkat!
   Öksürük genellikle üst solunum yollarının belirtisi oluyor. “Ancak 3 haftayı geçen öksürük yakınması varsa, öksürükle birlikte kan veya balgam geliyorsa, eşlik eden nefes darlığı veya göğüs ağrısı mevcutsa mutlaka bir göğüs hastalıkları uzmanı hekimine başvurmak gerekiyor” bulunan Doç. Dr. Ceyda Erel Kırışoğlu sözlerine şöyle devam ediyor: “Çünkü öksürük zatürree, tüberküloz, kalp hastalıkları, akciğer kanseri, gırtlak kanseri ile yemek borusu kanseri gibi önemli hastalıkların da belirtisi olabiliyor. Altta yatan hastalığın teşhisinde geç kalındığında da hastalık ilerleyebiliyor ve tedavisi zor bir noktaya dönüşüyor”




2 Kasım 2021 Salı

KELİMELER ~ KAVRAMLAR / ABD

 KELİMELER ~ KAVRAMLAR 
ABD
عبد
Hür veya köle olan insan, kul.
1
     Müellif:

     FIKIH.
     Sâmî menşeli olduğu için İbrânî ve diğer akraba dillerde de görülen abd, Arapça’da bazı mâna farklılıklarıyla birlikte rakīk, rakabe, kın, memlûk, vasîf, milk-i yemîn ve sadece “kadın köle” mânasına câriye, eme kelimeleriyle de ifade edilmiştir. Kelimenin kökünü teşkil eden ibâdet ve ubûdiyyet mefhumunda “kulluk” ve “itaat” mânası vardır. Kulluk ve itaat Allah’a yapılıyorsa abd “hür insan”, kula itaat ediliyorsa “köle” mânasına gelir. Kur’an’da, bütün müslümanlarca “insanların en faziletlisi” kabul edilen Hz. Muhammed için, ayrıca diğer peygamberler, cinler, hatta melekler için abd kelimesi kullanılmıştır (bk. en-Nisâ 4/172; el-İsrâ 17/1). “Köle” mânasında kullanılan abd için, “Mümin bir köle, hür bir müşrikten daha iyidir” denilmekte, câriye için de aynı ifade kullanılmaktadır (bk. el-Bakara 2/221). Abd ve ibâd, Kur’an’da ve hadiste bütün insanlar, hatta bazan diğer varlıklar (bk. el-A‘râf 7/194) için kullanılıyorsa da daha çok “mümin” mânasına gelmektedir. Özellikle izâfet yoluyla Allah’a nisbet edilen abd ve ibâd kelimeleri, “O’na iman eden, kendisinin de sevdiği kullar” anlamını taşımaktadır (bk. M. F. Abdülbâkī, el-Muʿcem, “ʿabd” md.; Wensinck, el-Muʿcem, “ʿabd” md.).

     Abd ve ubûdiyyet (kul ve kulluk) mefhumları içinde teslimiyet ve itaatten başka şefkat, merhamet ve himaye mânaları da vardır. İnsan bütün samimiyeti ve tevazuu ile Allah’ın kulu olduğunu idrak edince Cenâb-ı Hak da kuluna merhamet eder ve onu himayesi altına alır. Hz. Peygamber “Allah’ın kulu” olduğunu iftiharla söyler ve bunu sık sık tekrarlardı. Gerek kendisi, gerek başkaları için dua ederken de ilâhî rahmete “senin kulun ...” niyazıyla tevessül ederdi. Özellikle kutsî hadislerde görüldüğü üzere Cenâb-ı Hakk’ın sevdiği insanlara hitabı da “abdî, ibâdî” (kulum, kullarım) tarzındadır (bk. Wensinck, el-Muʿcem, “ʿabd” md.).

     Râgıb el-İsfahânî abdin Kur’an’daki kullanılış tarzını dörde ayırmıştır:
     1. Hukuk açısından abd (bk. KÖLE).
     2. Yaratılması bakımından abd; bu “yaratma” sadece Allah’a nisbet edilebilir.
     3. Allah’a kulluk yapması açısından abd; hür olsun köle olsun, en şerefli insan.
     4. Dünyaya ve dünya servetine kul olan abd; hür de olsa köle de olsa, en kötü insan. Bu gruba Hz. Peygamber’in, “Altına, gümüşe ve lükse kul olan insan helâk olsun!” (Tirmizî, “Zühd”, 42; İbn Mâce, “Zühd”, 8) diye kınadığı kimseler girer.

     Kur’ân-ı Kerîm’de göklerde ve yerde mevcut olan herkesin Allah’ın huzuruna abd olarak çıkacağı haber verilir (bk. Meryem 19/93). Câhiliye devrinde pek az kullanılan Abdullah vb. şahıs adlarının, İslâm döneminde yaygın hale gelmesinin temelinde bu prensip vardır. Ayrıca bu ismin yaygınlaşmasında, İslâmiyet’teki vicdan hürriyeti ve tevhid anlayışının yanı sıra, en güzel ismin Abdullah ve Abdurrahman olduğunu bildiren hadisin de büyük rol oynadığını kabul etmek gerekir (bk. Müsned, IV, 178, 345).

     İnsanın başkalarına karşı isteyerek veya istemeyerek yerine getirdiği kulluk hizmetleri de vardır. Bu durumda söz konusu olan şey, istenen hizmeti ve verilen emri yerine getirmekten ibarettir. İnsan, Allah için ifa ettiği kulluk vazifesinde O’nun emirlerini yerine getirmekle yetinmez, aynı zamanda rızasını kazanmak üzere O’na mümkün olan en samimi söz ve davranışlarıyla saygı, sevgi ve bağlılık gösterir. İşte Allah’a yönelen bu söz ve davranışlara ibadet denilmiştir. Bu mânadaki abdin çoğulu ibâd (ibâdullah), insan hizmetindeki abdin çoğulu da abîd (abîdü’l-insân) şeklindedir.

BİBLİYOGRAFYA:
Müsned, IV, 178, 345.
İbn Mâce, “Zühd”, 8.
Tirmizî, “Zühd”, 42.
Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât, “ʿabd” md.
İbnü’l-Esîr, en-Nihâye, “ʿabd” md.
Lisânü’l-ʿArab, “ʿabd” md.
Wensinck, el-Muʿcem, “ʿabd” md.
M. F. Abdülbâkī, el-Muʿcem, “ʿabd” md.
Abdullah Abbas en-Nedvî, Ḳāmûsü elfâẓi’l-Ḳurʾâni’l-Kerîm, Cidde 1403/1983, s. 391-393.
Maddenin bu bölümü TDV İslâm Ansiklopedisi’nin 1988 yılında İstanbul’da basılan 1. cildinde, 57 numaralı sayfada yer almıştır. Matbu nüshayı pdf dosyası olarak indirmek için tıklayınız.
2
     Müellif:

     TASAVVUF.
     Sûfîler naslarda geçen abd mefhumunu derin tahlillere tâbi tutarak pek çok tasavvufî meseleyi bu terimle açıklamış, abdin âbidden, ubûdiyyetin de ibadetten üstün olduğunu ifade etmişlerdir. Onlara göre Hz. Peygamber’in biri abd, diğeri resûl olmak üzere iki vasfı vardır ve birinci vasfı ikincisinden üstündür. Nitekim kelime-i şehâdette abd vasfının resûl vasfından önce getirilmiş olması ve Hz. Peygamber’in de hükümdarlara gönderdiği mektupların ilk cümlesini “Allah’ın kulu ve resulü Muhammed’den...” tarzında yazdırması, bu telakkinin doğruluğunu göstermektedir. Ayrıca Resûl-i Ekrem, “Allah beni kul-peygamber olmakla sultan-peygamber olmak arasında muhayyer bıraktı, ben kul-peygamber olmayı tercih ettim” (Müsned, II, 291) demiştir. Bu sebeple, Hz. Peygamber’in sahip olduğu makamların en yücesi abdiyettir denilmiştir.
     Hür olanlar ücretle ve bir karşılık bekleyerek iş görürler. Oysa kullar ve köleler hiçbir şeye mâlik olmadıklarından sırf efendilerini memnun etmek için çalışırlar. Âbid hür, abd ise kuldur. Onun için âbid sevap kazanmak, ecir almak ve cennete girmek, abd sadece emri ifa etmek ve Allah’ın rızasını kazanmak için ibadet eder. Âbid nimete sahip olmak için, abd ise nimeti vereni memnun etmek için amel eder. Birinde nimete, diğerinde nimeti verene öncelik verilir.
     Efendisinin mülkiyetinde bulunan kulun her şeyi efendisinindir. Onun için kulun vasfı fakr ve ihtiyaçtır. Hiçbir şeyi bulunmayan, kendi varlığına bile mâlik olmayan kulun fakir oluşu “fani olma” mânasına gelir. Kulun fani oluşu da mevlâsının yanında “hiç” oluşu demektir. Aynı şekilde azîz ve kadîr olarak gördüğü mevlâsının huzurunda zelil ve âcizdir. Bunun böyle olduğunu idrak edince Allah’ın izzetiyle aziz olur ve zilletten kurtulur. Fakat sahip olduğu izzetin gerçek sahibinin kendisi değil, mevlâsı olduğunu bildiğinden aziz olduğunu iddia etmez. Mevlâsının huzurunda kulun iradesi de yoktur. Kul, mevlâsının iradesini kendi iradesi haline getirmiştir. Bu bakımdan o, tam mânasıyla cebir altındadır, onun hürriyeti kulluktadır; mutlak hürriyet ise yoktur. Sûfîlerin, “mürid iradesi olmayandır” demelerinin sebebi budur. Kul Allah’ın huzurunda ne kadar alçalırsa gerçekte o kadar yükselir. Bir hadiste “Allah tevazu göstereni, alçak gönüllü olanı yükseltir” (el-Muvaṭṭaʾ, “Ṣadaḳa”, 12) denilmiştir. Başka bir hadiste, kulun Allah’a en yakın olduğu anın secde hali olduğu ifade edilmiştir (bk. Müslim, “Ṣalât”, 215). Çünkü onun huzurunda en fazla alçaldığı durum secde halidir. Allah kendisine bu kadar çok yaklaşan kulun gören gözü, işiten kulağı, tutan eli... olur (bk. Buhârî, “Reḳāʾiḳ”, 38). İbnü’l-Arabî bu durumu gölge-ışık misaliyle anlatır: İnsan, ışığın kaynağından ne kadar uzaklaşırsa gölgesi o kadar büyür, ona yaklaştıkça da gölgesi kısalır; ışığın tam altında bulunduğu zaman gölge âdeta belirsiz bir hal alır. Tıpkı bunun gibi, kul Allah’a yaklaştıkça küçülür; aczin bir ifadesi sayılan bu küçülmenin sonunda kul fenâ makamına ermiş olur. Hakiki fakr da budur.
     İbnü’l-Arabî’de abd ve ubûdiyyet terimleri vahdet-i vücûd görüşüne uygun olarak yeni mânalar kazanmıştır. İbnü’l-Arabî kâinatın bütünüyle Allah’ın kulu olduğunu söyler. Ona göre abd bir isim değil, bir sıfattır; zillet, ihtiyaç, cebr ve cehl bu sıfatın özünü meydana getirir. Abd ile rab, ubûdiyyet ile rubûbiyyet birbirinin karşısında yer alan ve sonsuza kadar uzandığı halde hiçbir noktada buluşmayan iki mertebedir. İnsan ezelden beri kuldur, ebede kadar da kul kalacaktır. Rab ise daima rabdır. Ancak insân-ı kâmil, kul olma mertebesine ulaşınca hür olur. Kâmil kul olma mertebesindeki kul, bütünüyle Hak olmuş bir halktır. Kâmil abd Hakk’ın suretiyle zâhirdir. Zira Hak, “onun gören gözü, işiten kulağı, tutan eli” olmuştur. Nefsini mâsivâya kul olmaktan kurtarana abd-i hâlis, hiçbir kimseye üstünlük taslamayana abd-i mahz, şeytanın etkileyemediği kimseye abd-i hâs, diğer insanlara abd-i umûm, ifası mecburi olan farzları yerine getirerek ibadet edene abd-i ızdırâr, ihtiyarî olan ibadetleri yerine getirerek kulluk yapana ise abd-i ihtiyâr denilir.

BİBLİYOGRAFYA:
el-Muvaṭṭaʾ, “Ṣadaḳa”, 12.
Müsned, II, 291.
Buhârî, “Reḳāʾiḳ”, 38.
Müslim, “Ṣalât”, 215.
Serrâc, el-Lümaʿ, s. 532.
Kuşeyrî, er-Risâle, s. 428, 460.
Hücvîrî, Keşfü’l-mahcûb (Uludağ), s. 244, 264.
İbnü’l-Arabî, el-Fütûḥâtü’l-Mekkiyye, Kahire 1293, II, 8, 283.
Kâşânî, Iṣṭılâḥâtü’ṣ-ṣûfiyye, s. 80, 107.
el-Muʿcemü’ṣ-ṣûfî, “ʿabd” md.
Maddenin bu bölümü TDV İslâm Ansiklopedisi’nin 1988 yılında İstanbul’da basılan 1. cildinde, 57-58 numaralı sayfalarda yer almıştır. Matbu nüshayı pdf dosyası olarak indirmek için tıklayınız.
cizgi-hareketli-resim-0546

28 Ekim 2021 Perşembe

RİYÂZÜ'S SÂLİHÎN (46) / ALLAH İÇİN SEVMEK

RİYÂZÜ'S SÂLİHÎN
(46)
ALLAH İÇİN SEVMEK
ALLAH İÇİN SEVMENİN,
BUNA TEŞVİK ETMENİN FAZİLETİ,
KİŞİNİN SEVDİĞİ KİMSEYE
ONU ALLAH İÇİN SEVDİĞİNİ SÖYLEMESİ ve
SEVİLDİĞİNİ ÖĞRENEN KİMSENİN
SÖYLEYECEĞİ SÖZLER
  • Âyet-i Kerimeler:
     1) “Muhammed, Allah’ın elçisidir. Onunla beraber bulunanlar kâfirlere karşı çok şiddetli ve metin, kendi aralarında pek yumuşak ve gayet merhametlidirler. Onları rükû ve secde ederken, Allah’tan lûtfunu ve hoşnudluğunu dilerken görürsün. Sîmâları yüzlerindeki secde izinden bellidir. İşte bu, onların Tevrat’ta anlatılan vasıflarıdır. İncil’deki vasıfları da şöyledir: Bir ekin tohumu gibidirler ki, o tohum filiz çıkarır, filizleri kuvvetlenir, kalınlaşır, sapı üzerinde dimdik durur. Bu çiftçilerin hoşuna gider. Allah bunları böylece çoğaltıp kuvvetlendirmekle kafirleri öfkelendirir. Onlardan iman edip yararlı işler işleyenlere Allah bağışlanma ve büyük bir ecir va’detmiştir.”
Fetih sûresi (48), 29

     Hz. Peygamber’in çevresindeki ilk müslümanları, ashâb–ı kirâmı Tevrat ve İncil’deki sıfatlarıyla tanıtan âyet-i kerîmenin, “kendi aralarında pek yumuşak ve gayet merhametlidirler” kısmı, konumuzu ilgilendirmektedir. Zira bu sıcak ve samimi dostluk ve anlayış ancak birbirlerini karşılıklı olarak sevmekle kurulabilir. Merhamet sevgiden doğar, şefkat sevginin sonucudur.
     Burada ashâb-ı kirâmın ve tabiî İslâm toplumunun nasıl sevgi, kulluk ve ihlas temelleri üzerinde oluştuğu, bir tohumun, sapları üzerinde dimdik duran ve çiftçilerin hoşuna giden ekin haline gelişiyle temsîlî olarak anlatılmaktadır. Bu hızlı ve sağlıklı gelişme, imansızları, sevgisizleri âdeta kudurtmuş, çıldırtmıştır.
     Müslümanların birbirlerini Allah için sevmeleri onları düşmanlarına karşı çok çetin ve metin bir bünye haline getirir.
     Bu âyet-i kerîmeden önceki âyette İslâm’ın bütün dinlere üstün geleceği müjdesi verilmektedir. Bu müjde hiç kuşkusuz, geçmişte olup bitmiş bir gelişmenin müjdesi değildir. O, uzak gelecekleri de içine alır. Böylesine büyük üstünlükleri gerçekleştirecek müslümanların ana vasıflarının başında birbirlerini Allah için sevmeleri bulunmaktadır.
    2) “Daha önceden Medine’yi yurt edinmiş ve gönüllerine imanı yerleştirmiş olan kimseler, yanlarına hicret edip gelenleri severler.”
Haşr sûresi (59), 9
     Medineli müslümanların, muhâcirlere karşı tutumları tam mânâsıyla bir sevgi zeminine oturuyordu. Kendileri, bütün varlıklarını Mekke’de bırakıp göç etmiş ve bu yüzden de fakir düşmüş bulunan muhacirleri hemen her şeylerine ortak edecek derecede onlara yakınlık göstermişler ve imkânlarını seve seve onların istifadesine sunmuşlardır. Allah Teâlâ, bu âyette onların bu üstün vasıflarını bildirmekte, dostça münâsebetlerin temelinde sevginin bulunduğunu, bu noktada ensâr-ı kirâmın örnek teşkil ettiğini herkese duyurmaktadır.
     Muhâcirlerin gelişinden önce Medine’yi yurt ve iman evi olarak hazırlamış olan ensar, muhâcirleri kendilerine tercih edecek derecede severlerdi. Onların bu sevgileri, her hangi bir karşılık beklemekten kaynaklanmıyordu. Onlar, Allah için sevdikleri Mekkeli müslümanları yine bu sevgilerinin gereği olarak ağırlıyorlar, barındırıyorlardı. Fazilet ve üstünlükleri işte bu noktadaydı, buradan doğmaktaydı.
     O halde sevgiye Allah rızâsı dışında bir karşılık düşünmemek gerekmektedir.
  • Hadis-i Şerifler:
     376) Enes İbni Mâlik radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
     “Üç özellik vardır; bunlar kimde bulunursa o, imanın tadını tadar:
     Allah ve Resûlünü, (bu ikisinden başka) herkesden fazla sevmek.
     Sevdiğini Allah için sevmek.
     Allah kendisini küfür bataklığından kurtardıktan sonra tekrar küfre dönmeyi, ateşe atılmak gibi çirkin ve tehlikeli görmek.”
Buhârî, Îmân 9, 14, İkrah 1, Edeb 42;
Müslim, Îmân 67.
Ayrıca bk. Tirmizî, Îmân 10
  • Açıklamalar:
     Hadîs-i şerîflerde imanın tadı, tatlı bir deyimle “halâvetü’l-îmân” veya “ta’mü’l-îmân” olarak dile getirilmiştir. Muhaddis Nesâî’nin bir rivâyetinde “halâvetü’l-îmân” yerine “halâvetü’l-İslâm” denilmiş, âdeta, iman ve İslâm’ın tadının birbirinden ayrılmazlığına dikkat çekilmiştir.
     Peygamber Efendimiz’in amcası Hz. Abbas’dan rivayet edildiğine göre, imanın tadı ile ilgili olarak, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
     “Allah’ı rab, İslâm’ı din, Muhammed’i peygamber olarak benimseyip onlardan râzı olan kimse imanın tadını tatmıştır” (Müslim, İmân 56)
     Enes İbni Mâlik radıyallahu anh’den rivâyet edilen bir hadiste de Efendimiz şöyle buyurmuştur:
     “Üç özellik vardır; kimde bunlar bulunursa, cehennem ona, o da cehenneme haram olur: Allah’a inanmak, Allah’ı sevmek ve ateşe atılıp yanmayı, küfre dönmeye tercih etmek” (Ahmed İbni Hanbel, Müsned III, 114).
     Naklettiğimiz bu rivâyetlerden çıkarılabilecek ilk ve genel sonuç, imanın tadına erebilmenin temel şartının sevgi ve hoşnutluk olduğudur.

     Şimdi müminleri imanın tadına eriştirecek üç özelliği kısaca inceleyelim:
     1. Allah ve Resûlünü, herkesten (ve herşeyden) fazla sevmek
     Âlimlerimiz tat anlamına gelen halâveti, itaattan zevk almak, Allah ve Resûlü’nün hoşnudluğu uğrunda zorluklara göğüs germek ve bunları dünyevî çıkarlara tercih etmek olarak yorumlamışlardır. Bu gerçeğin hadisteki ifâdesi, “Rab olarak Allah’tan, din olarak İslâm’dan, Peygamber olarak da Muhammed aleyhisselâm’dan râzı olmak”tır. Rızâ “bir şeyle yetinip başka bir şey aramamak” demektir. Sevilen ve benimsenen şey, seven ve benimseyene kolay gelir. Kolay gelen şey ise, rahatlıkla yapılır. Zevkle yerine getirilir. O halde Allah ve Resûlü’nü her şeyden fazla seven mü’mine, bütün dini görevler kolay ve zevkli gelir. Tenbellik ve tereddüt göstermeden her emri gücü ölçüsünde yerine getirir. Bu da mü’mini “inanç adamı” seviyesine ulaştırır. Çünkü rızâ, gönlünü ve özünü sevgiliye adamaktır. Başka bir ifâde ile rızâ, mü’minin, gönlünü mü’min olmayana kaptırmaması demektir.
     “İnandım” deyip inandıklarına karşı güvensizlik anlamına gelecek davranışlarda bulunmak zevksizliğin asıl sebebidir. Ağzının tadı bozulmuş olan insana, en usta aşçılar bile yemek beğendiremezler. Zira bozukluk içtedir. İnanç esaslarına karşı rızâ seviyesinde bir güven duygusuna sahip olmayan kişi de imanından ve ibadetlerinden zevk alamaz. Bu zevksizliğinin sebebini dışta arar ve hayalî bir takım suçlular icâd eder. Oysa asıl sebep içindeki rızâsızlık, güvensizlik, bir başka deyimle kalitesizlik’tir. Efendimiz’in şu beyânları bu konuda ne kadar dikkat çekicidir:
     “Hiçbiriniz, duyguları benim getirdiklerime tâbi olmadıkca, imanın zevkine varan kâmil mü’min olamaz” (Beğavi, Şerhu’s-sünne, I, 160).

     2. Sevdiğini Allah için sevmek
     Sevgi, yaratılıştan sahip olduğumuz bir duygudur. Herkes birşeyleri sever. Bir anlamda insanın gerçek kölelik zinciri sevgisidir. Zira insana kafa, kalb ve karnından nüfûz edilebilir. Kalbi kazanılmış ya da kalbini kaptırmış insan, sevdiğinin mecnûnudur.
     “Allah için sevmek” bir anlamda sevgiye, sevgiden başka karşılık tanımamaktır. İşte bu anlamdaki sevgi, imana derinlik ve zevk katmaktadır. İnsan da imanın tadını böylece tatmaktadır.
     Sevgide ölçüyü kaçırmak, insan için aklını yitirmek kadar kötü neticeler doğurabilir. Gönlünü ağyâra kaptırmış bir kişi, düşman istilâsına uğramış ülke gibidir. Hiçbir yerinde, hiç bir köşesinde huzur yoktur. İman izzetine ters düşen bir sevgi, mümini kendi kendisini inkara götürür. Bu da imanı ortadan kaldırır. İman olmayınca onun tadından bahsetmek zaten mümkün değildir.
     Hadisimizin konu ile ilgili asıl noktası da burasıdır.

     3. Küfre dönmeyi, ateşe atılmak gibi çirkin ve tehlikeli görmek
     Bu, en kısa ifâdesiyle imansızlığı düşünmemek, böyle bir şeyi aklından geçirmemek demektir. Bir şeyin tadını çıkarabilmek için ondan ayrılmayı düşünmemek gerekir. İmanın tadı da ona sürekli sahip olma isteğine bağlıdır.
     Hadisimizde “imandan dönmek” ile “ateşe atılmak” arasında bir bağ kurulduğu dikkatinizi çekmiş olmalıdır. Bu, imanın cennette, küfrün cehennemde olduğu temel inancının bir yansımasıdır. Yani açık şekilde, imansızın yerinin cehennem olduğu bildirilmektedir.
     Ateşte yanmayı aklı başında olan hiç kimse istemez. Onun ne dayanılmaz bir acı ve elem kaynağı olduğunu bilir. İmansızlığı da böyle bilmek ve imana ne pahasına olursa olsun sahip çıkmaya çalışmak, onun zevkine ermek demektir.
     Netice olarak, imanın tadını çıkarabilmek için duygusal değil, aklî bir sevgi ve tercihe sahip olmak gerekmektedir. Nitekim Peygamber Efendimiz’in konuya ait bir duası şöyledir:
     “Allahım, imanı bize sevdir. Kalblerimizi imanla süsle. Küfrü, fıskı ve isyânı bize çirkin göster. Bizi doğruyu bulanlardan kıl!” (Ahmed İbni Hanbel, Müsned , III,424).
  • Hadis- Şeriften Öğrendiklerimiz:
     1. İmanın tadını çıkarabilmek için Allah ve Resûlünü herşeyden fazla sevmek, sevdiklerini Allah için sevmek, imandan sonra küfre dönmeyi ateşe atılmak gibi kötü görmek ve böylesi bir bilinç içinde olmak gerekmektedir.
     2. Bir kimseyi Allah için sevmek demek, sevdiğine karşı iyilikle artmayan kötülükle eksilmeyen bir sevgi duymak demektir.
     3. Küfre dönmesi için karşılaştığı baskılara ölüm pahasına da olsa sabreden kimse, böyle davranmayandan daha üstündür.
     377) Ebû Hüreyre radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
     “Başka bir gölgenin bulunmadığı Kıyamet gününde Allah Teâlâ, yedi insanı, arşının gölgesinde barındıracaktır:
     Âdil devlet başkanı,
     Rabbına kulluk ederek temiz bir hayat içinde serpilip büyüyen genç,
     Kalbi mescidlere bağlı müslüman,
     Birbirlerini Allah için sevip buluşmaları da ayrılmaları da Allah için olan iki insan,
     Güzel ve mevki sahibi bir kadının beraber olma isteğine “Ben Allah’tan korkarım” diye yaklaşmayan yiğit,
     Sağ elinin verdiğini sol elinin bilemeyeceği kadar gizli sadaka veren kimse,
     Tenhâda Allah’ı anıp göz yaşı döken kişi.”
Buhâri, Ezan 36, Zekât 16, Rikak 24, Hudûd 19;
Müslim, Zekât 91.
Ayrıca bk. Tirmizî, Zühd 53; Nesâî, Kudât 2
  • Açıklamalar
     Önceki hadiste sevginin yani Allah için sevmenin, imanın tadına varabilmek için vazgeçilmez olduğu ortaya konulmuştu. Bu ve bundan sonraki bir kaç hadîs-i şerîfte de sevdiğini Allah için sevmenin, insana âhirette kazandıracağı mutluluğa işaret buyurulmaktadır. Böylece müellif Nevevî, konunun hem dünyevî hem de uhrevî açıdan önemini belgelemiş olmaktadır.
     Yedi mutlu kişiyi ya da yedi güzel adamı tanıtan hadîs-i şerîfte öncelikle üzerinde durulması gerekli bir iki ifâde bulunmaktadır. Bunlardan birisi “zıllullah= Allah’ın gölgesi” ifâdesidir. Allah Teâlâ’nın gölgesi olamayacağına göre, bundan maksat, ya Kâbe’ye “beytu’llah = Allah’ın evi” denilmesi gibi bir şereflendirme veya arşının gölgesi yahut Allah Teâlâ’nın sağlayacağı bir güvenliktir. Nitekim hadîs-i şerîfin bazı rivâyetlerinde açıkca “Allah, onları arşının gölgesinde barındıracaktır” buyurulmuştur. Bütün bu ifâdelerle Allah Teâlâ’nın o kullarını, âhiretteki sıkıntılardan rahmetiyle koruyacağı anlatılmaktadır.
     Öte yandan Allah’ın gölgesinde barınacak insanlar sadece bu yedi sınıftan ibâret değildir. Zira başka hadislerde önemli niteliklere sahip bazı kişiler daha sayılmıştır (Meselâ bk. Müslim, Zühd 74, Birr 38; Tirmizî, Büyû’ 67; İbn Mâce, Sadakât 14). Bu hadiste yedi kimsenin zikredilmiş olması, diğer rivâyetlerde zikredilen bahtiyarları bu mutluluktan asla mahrum bırakmaz.
     450 ve 660 numaralı hadis olarak da bu kitapta tekrarlanacak olan hadisimizdeki bu yedi sınıf insanı ayrı ayrı tanıtmadan önce bir hususa daha işâret etmemiz uygun olacaktır. Âhirette, Allah’ın himâyesine kavuşacakları bildirilen insanların vasıflarına şöyle bir göz atılınca, her birinin, büyük güçlükleri göğüslemiş, hemen hemen aynı seviyede “zor”u başarmış kimseler oldukları, hepsinin bir çok dâhilî ve hâricî mânilere rağmen, soylu bir mücâdele vermiş oldukları anlaşılmaktadır. Yani hepsinin ortak özelliği, kullukta sevgiye dayalı kahramanlıklarıdır. Ödülleri de ona göredir: Kıyametin o dehşetli ortamında ilâhî koruma altında olmak...

     Şimdi hadisimizin haber verdiği yedi güzel insanı tek tek kısaca tanıyalım:
     Âdil devlet başkanı.
     Müslümanların yönetimini üstlenmiş kişi demektir. Müslümanlar dünyada onun himâyesinde, bir başka ifâdeyle gölgesinde bulunmuşlardır. Bu sebeple böyle bir yöneticinin âhirette göreceği karşılık da yaptığına uygun olarak ilâhî koruma altında olmaktır. Âdil devlet başkanı, diğerlerinden üstün olduğu için birinci sırada zikredilmiştir. Çünkü devlet başkanının himâyesi onların hepsini içine alır.

     Allah’a kulluk içinde serpilip büyüyen genç.
     Gençlik yıllarını namazlı-niyazlı dindâr bir çizgide geçiren genç, nefsini Allah’ın emirlerine muhâlefetten korumuş, hevâ ve heveslerin, şehevî duyguların, gemlenmesi güç arzuların etkisine karşı koyup kulluğa sarılmıştır. Bu, ondaki derin Allah saygısının delilidir. Zira Allah’ın emirlerine sarılıp günahlardan kaçınmak büyük bir fazilettir. Hele bu, gençlik yıllarında gerçekleştirilmişse, her türlü takdirin üstündedir.

     Kalbi mescidlere sevgi ile bağlı müslüman.
     Kalbi sanki mescide asılmış kandil gibi, sürekli mescidle ilgili olan, mescidlere devamda kusur etmeyen, Allah’ın evi demek olan mescidleri ve oralarda bulunmayı seven kişi, mescidlerle ilgilenmek suretiyle Rabbine olan sevgisinde devamlılığını göstermiş demektir. Bunun karşılığı olarak da âhirette arşın gölgesinde barındırılacaktır.

     Birbirlerini Allah için sevip buluşmaları ve ayrılmaları Allah için olan iki insan.
     Hadisimizin konu ile doğrudan ilgili olan kısmı burasıdır. Allah rızâsı için birbirlerini seven, başka hiçbir maksat taşımayan, bir araya gelmeleri Allah için, şayet ayrılacaklarsa ayrılıkları yine Allah için olan yani bir arada iken de ayrı iken de Allah için duydukları sevgiyi muhâfaza eden iki insan, sanki bir anlamda yekdiğerini Allah’ın emirlerine muhâlefetten korumaktadır. Zira mü’min mü’minin aynasıdır. Onların bu birbirlerini Allah için sevmeleri ve dostluklarını bu çizgide birbirlerine yardımcı olarak geçirmeleri, âhirette her ikisinin birden ilâhî koruma altına alınmaları ile ödüllendirilecektir. O halde sevgimize ve sevdiklerimize bu açıdan iyice dikkat etmeliyiz.

     Güzel ve mevki sahibi bir kadının gayr-i meşru davetine “Ben Allah’tan korkarım” diye yaklaşmayan yiğit.
     Böylesine bir davete içinden veya açıkça “Ben Allah’ın emrine muhâlefet etmekten, veya O’nun azabından ve gazabından korkarım” diyerek yaklaşmayan, nefsini koruyan kişi gerçekten büyük bir yiğitlik göstermiştir. “Allah’tan korkan kurtulmuştur” müjdesi gereği onun da ödülü âhiretteki sıkıntılardan kurtulmaktır. Bu husus, her türlü gayr-i meşrû kadın-erkek ilişkilerinin kitle iletişim ve haberleşme vasıtalarıyla yaygınlaştırılmaya çalışıldığı günümüzde çok daha büyük önem arzetmektedir.

     Sağ elinin verdiğini sol elinin bilemeyeceği kadar gizli sadaka veren kimse.
     Allah için verdiği sadaka ve yaptığı iyilikleri mümkün olduğunca gizli yapan, gösteriş ve riyâdan uzak kalmaya çalışan kimse, Allah’ın rızâsını her şeyin üstünde tutmuş demektir. Bunun karşılığı da, âhirette ilâhî korumaya mazhar kılınmak suretiyle o kişinin faziletinin açığa çıkarılmasıdır. Bu, gıbta edilecek bir durumdur.

     Tenhâda Allah’ı anıp göz yaşı döken kişi.
     İnsanlardan ve gözlerden uzak, kimsenin bulunmadığı ortamlarda Allah’ı anarak gözlerinden sevgi yaşları dökülen kimse, çoğu insanın başaramadığı bir kulluk çizgisini yakalamış demektir. Onun bu samimi ve gizli kulluğunun karşılığı da mahşer yerinde ilâhî koruma altına alınmak suretiyle, herkesin gözü önünde ödüllendirilmesidir. Böyle bir ödüllendirmeyi kim istemez. Yüce Rabbimiz cümlemize nasip eylesin.
  • Hadis-i Şeriften Öğrendiklerimiz
     1. Allah Teâlâ, kullarının sadece kendi rızâsına yönelik amellerinden hoşnud olur ve onları, kimseden yardım görme imkânının bulunmadığı yerde himâyesine alır.
     2. Hadîs-i şerîfte sayılan yedi sınıf insanın vasıfları ve yaptıkları, örnek alınacak üstün nitelikli işlerdir.
     3. Her güzel ve makbul işin temelinde, sevdiğini Allah için sevmek gibi bir üstün meziyet bulunmaktadır.
     4. Gönülleri Allah sevgisi, Allah için sevme, Allah için buğzetme duygusuyla diri tutmak lâzımdır.
     378) Ebû Hüreyre radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
     Hiç şüphesiz Allah Teâlâ kıyâmet günü:
     “Nerede benim rızâm için birbirlerini sevenler? Gölgemden başka gölgenin bulunmadığı bugün onları, kendi arşımın gölgesinde gölgelendireceğim” buyurur.
Müslim, Birr 37.
Ayrıca bk. Tirmizî, Zühd 53
  • Açıklamalar
     Allah için birbirini sevmenin âhirette kişiye kazandıracağı mutlu sonu dile getiren hadîs-i şerîf, aşağı yukarı aynı neticeyi haber veren önceki hadisten üslûb olarak farklılık arzetmektedir. Burada Peygamber Efendimiz, Allah Teâlâ ve Tekaddes hazretlerinin, rahmet gölgesinde barındıracağı kişileri nasıl bir iltifâta tâbi tutacağını ve onlara nasıl hitâbedeceğini bildirmektedir. Bu bir anlamda, önceki hadiste haber verilen mutlu sona nasıl bir muamele ile gidileceğini açıklamak ve konuya tam bir kesinlik kazandırmak demektir.
     Hz. Peygamber’in, kıyamet gününde Allah Teâlâ’nın nasıl hitabedeceğini bildirmesi, hiç şüphesiz kendisine verilen bilgi sonucudur.
     “Hiçbir gölgenin olmadığı bugün” ifâdesi, mahşer günü dünyadaki gibi bir gölge bulunmayacağını ifade eder. “Allah’ın gölgesi” ise, bir önceki hadiste işaret edildiği gibi, ya arşının gölgesi, ya da rahmet ve himâyesi anlamındadır.
     “Benim celâlim için” demek, benim rızâm için, sadece benim rızâmı kazanmak amacıyla demektir. Ancak böylesi bir maksatla birbirini sevenler, sevgilerine dünyevî ya da nefsî herhangi bir duygu karıştırmayanlar, hareketlerini ve dostluklarını böylece tanzim ve devam ettirenler, Allah’ın himâyesini kazanacaklardır.
  • Hadis-i Şeriften Öğrendiklerimiz:
     1. Gerçek anlamda Allah’a gölge izâfe etmek câiz değildir.
     2. Kıyametin dehşetli havasından kurtulmanın yolu, sevdiğini Allah için sevmektir.
     3. Dünyada Allah rızâsı için birbirini sevenler âhirette rızâ-ı ilâhîye kavuşmak suretiyle sevineceklerdir.
     379) Ebû Hüreyre radıyallahu anh’den rivâyet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
     “Canım kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki sizler iman etmedikçe cennete giremezsiniz. Birbirinizi sevmedikçe de iman etmiş olmazsınız. Yaptığınız takdirde birbirinizi seveceğiniz bir şey söyleyeyim mi? Aranızda selâmı yayınız!”
Müslim, Îmân 93-94.
Ayrıca bk. Tirmizî, Et’ime 45, Kıyamet 56;
İbni Mâce, Mukaddime 9, Edeb 11
  • Açıklamalar:
     Sevgili Peygamberimiz, İslâm’a göre her işin başı ve âhiretin yegâne geçer akçesi olan iman ile sevgi arasındaki bağı en çarpıcı biçimde bu hadisinde dile getirmiş bulunmaktadır. Konunun ehemmiyetine binâen yemin ederek söze başlamış ve önce kesin bir gerçeği, imansız cennete girilemeyeceğini haber vermiştir. Sonra da cennete girebilmenin vazgeçilmez şartı olan imanı elde edebilmek için mü’minlerin birbirlerini sevmeleri gerektiğini, aynı kesinlikle ve aynı açıklıkla bildirmiştir: ”Birbirinizi sevmedikçe iman etmiş olmazsınız!”
     Bundan şu sonuç çıkmaktadır: İman, nasıl cennete girebilmenin, vazgeçilmez şartı ise, mü’minleri sevmek de tam ve kâmil bir imana sâhip olabilmenin biricik şartıdır. Mü’min, kendisiyle aynı imanı paylaşan herkesi, ırkına, rengine, yurduna ve diline bakmaksızın sevecek, onlara karşı muhabbet ve sorumluluk duyacaktır. Çünkü imana sınır, yine imanın kendisiyle çizilebilir.
     Müslümanları, tasa ve kıvançlarını paylaşma, dertlerini dert edinme seviyesinde sevgi ve ilgiye lâyık bulmanın tabiî sonucu onlarla selamlaşamaz hale gelmemektir. Selâm, müslümanlar arasında oluşacak sıcak ilgi ve alâkanın mukaddimesidir. Müslümanlar selâm ile tanışır, bilişir ve sevişirler. Onları aynı inanç çizgisinde birleştiren, bir anda kalbî duygularla birbirlerine bağlı olduklarını hissettiren sihirli kelime selâmdır.
     Sevgili Peygamberimiz, sadece tesbit ve teşhis ile kalmaz, mutlaka tedavî yollarını da müslümanlara gösterir. Bu hadîs-i şerîfte de onun böyle bir uygulamasını görmekteyiz. Müslümanlar arası ilişkilerin sevgi düzeyine çıkarılabilmesi için nereden başlanması gerektiğini, “Yaptığınız takdirde birbirinizi seveceğiniz bir şey söyleyeyim mi, aranızda selâmı yayınız!” sözleriyle ortaya koymuş bulunmaktadır. Artık sonuç belli, vâsıta belli, o vâsıtayı elde edebilmek için gereken sermâye (sevgi) belli, o sermâyeye ulaşmak için atılacak ilk adım da bellidir. Ötesi müslümanlara kalmıştır.
     Cennet-iman-sevgi-selâm irtibâtı, konumuz olan sevginin önem ve yerini göstermesi bakımından başkaca hiçbir söze ihtiyaç bırakmayacak kadar açıktır. Hadis 849 numarada tekrar gelecektir.
  • Hadis-i Şeriften Öğrendiklerimiz:
     1. İmansız cennete girilmez.
     2. Birbirlerini sevmeyenler gerçek mânâda iman etmiş sayılmazlar. Çünkü iman sevgiden doğar, sevgi ile kemâl bulur.
     3. Selâmlaşmak müminler arasındaki sevgi bağlarının kuvvetlenmesine vesîledir.
     4. Mü’minlerin birbirlerini sevmemeleri, iman zayıflığının işaretidir.
     380) Ebû Hüreyre radıyallahu anh’den rivâyet edildiğine göre Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
     “Adamın biri, bir başka köydeki (din) kardeşini ziyâret etmek için yola çıktı. Allah Teâlâ, adamı gözetlemek için onun yolu üzerinde bir meleği görevlendirdi.” Ebû Hüreyre önceki konuda geçen 362 numaralı hadisi “Sen onu nasıl seviyorsan Allah da seni öylece seviyor” cümlesine kadar rivâyet etti.
Müslim, Birr 38
Açıklamalar:
     “Allah için bir müslümanı sevmenin karşılığı, Allah Teâlâ’nın sevgisidir” fikrini tescil ve ilân eden hadîs–i şerîfin buraya alınmayan cümleleri aynen şöyledir:
     Adam meleğin yanına gelince, melek:
   - Nereye gidiyorsun? dedi. Adam:
   - Şu (ileriki) köyde bir din kardeşim var, onu ziyârete gidiyorum, cevabını verdi. Melek:
   - O adamın yanında geliştirmek istediğin bir menfaatın mı var? dedi. Adam:
   - Yok hayır, ben onu sırf Allah rızâsı için severim, onun için ziyâretine gidiyorum, dedi. Bunun üzerine melek:
   - Sen onu nasıl seviyorsan Allah da seni öylece seviyor. Ben, bu müjdeyi sana vermek için Allah Teâlâ’nın sana gönderdiği elçisiyim, dedi.
     Burada bir kez daha tesbit ediyoruz ki, Allah için birbirini sevmenin zamanı ve sınırı yoktur. İlk insanlardan beri birbirini sevenler Allah’ın rızâ ve hoşnudluğunu kazanmışlardır. Demek ki bu konuda değişmeyen bir sünnetullah söz konusudur. O halde Cenâb-ı Hakk’ın bu değişmeyen kanunundan faydalanarak birbirini Allah için sevmek gerekmektedir.
  • Hadis-i Şeriften Öğrendiklerimiz:
     1. Allah Teâlâ kendi rızâsı için yapılan amellerden razı ve hoşnut olur.
     2. Allah tarafından sevilmeyi isteyen, mü’min kardeşlerini Allah için sevmelidir.
     3. Gerçek sevgi Allah için olan sevgidir.
     381) Berâ İbni Âzib radıyallahu anhümâ’dan rivayet edildiğine göre Nebi sallallahu aleyhi ve sellem Medineli müslümanlar hakkında şöyle buyurdu:
     “Ensarı (Medineli müslümanları) ancak mü’min olan sever, onlara ancak münâfık olan düşmanlık eder. Ensarı seveni, Allah da sever; onlara düşmanlık edene de Allah düşmanlık eder.”
Buhârî, Menâkıbu’l-ensâr 4;
Müslim, Îmân 129.
Ayrıca bk. Tirmizî, Menâkıb 65
  • Açıklamalar:
     Olgun bir imana sahip olabilmek için mü’minlerin birbirini sevmesi gerektiği 379 numaralı hadiste belirtilmişti. Şimdi mü’minler arası sevginin, ümmetin ilk nesline kadar uzanması gereğine dikkat çeken bir hadîs-i şerîf ile karşı karşıyayız.
     Bilindiği gibi “ensar”, Evs ve Hazreç kabilelerinden oluşan Medineli müslümanlara, Allah Teâlâ tarafından verilmiş bir isimdir [Meselâ bk. Tevbe sûresi (9), 100 ]. Peygamber Efendimiz’in hadislerinde de bu isim, burada olduğu gibi, aynen kullanılmıştır. Yardımcılar anlamına gelen ensâr, Medineli müslümanların Hz. Peygamber ve muhâcirlere yardımseverlik göstermeleri ve bütün varlıklarıyla İslâm’a ve müslümanlara sahip çıkmaları sebebiyle verilmiştir. Mekke’lilerin ve Tâif’lilerin Hz. Peygamber’e tahammül edemediği bir ortamda, Medinelilerin, Akabe Biatları’ndan itibaren, İslâm’ın gelişmesine yardımcı olmaları ve neticede bu dinin ilk İslâm başkenti olarak Medîne’den dünyaya yayılmasına aracılık etmeleri onların değerini ziyâdesiyle arttırmıştır.
     İşte ensarı bu büyük hizmetleri dolayısıyla sevmek, nasılki imanın gereği ise, onlara bu hizmetlerinden dolayı kin beslemek ve düşmanlık etmek de münafıklığın ta kendisidir.
     Allah Teâlâ’nın kendilerinden râzı olduğunu bildirdiği ensara, muhabbet besleyenleri, Allah da sever. Zira dostlarını sevenleri sevmek dostluk gereğidir. Aynı şekilde Allah dostları olan ensara düşmanlık edenlere de Allah Teâlâ düşmanlık eder. Çünkü dostlarına düşmanlık edene düşman olmak da dostluk gereğidir.
     Burada hemen işâret edelim ki, ensardan herhangi birini, İslâm’a yâr ve yardımcı olması dolayısıyla değil de başka bir sebeple sevmeyen kimse münâfık ve kâfir sayılmaz.
     Hadiste sevgi ve buğuz hedefi olarak sadece ensarın zikredilip muhâcirlerden bahsedilmemesi, onların, özellikle İslâm’ın ilk yıllarında Hz. Peygamber’e ve muhâcirlere kucak açmaları sebebiyle İslâm düşmanlarına hedef teşkil etmeleri olsa gerektir. Zira İslâm düşmanları, İslâm’ın gelişmesinden ensarı sorumlu tutuyorlardı. Onların desteği olmasa müslümanlık böylesine yerleşip gelişemezdi demeye getiriyorlardı.
     Aynı şekilde İslâm’a verdikleri hizmetler sebebiyle müslümanlara kin besleyip düşmanlık edenler de Allah Teâlâ’nın düşmanlığını üzerlerine çekmiş olurlar.
     Bütün bu sebeplerden dolayı ensarı Allah için sevenlerin de Allah’ın rıza ve sevgisiyle karşılaşacaklarını sevgili Peygamber’imiz müjdelemiş, böylece müslümanlar arasında ümmet çapında bir sevgi bağının bulunması gereğine işaret buyurmuştur.
  • Hadis-i Şeriften Öğrendiklerimiz:
     1. Ensara sevgi beslemek iman gereğidir.
     2. Allah Teâlâ ensardan râzı olmuştur.
     3. Ensara, İslâm’a yaptıkları hizmetlerden dolayı düşmanlık etmek, münâfıklık alâmetidir. Allah’ın gazabına muhâtap olmak demektir.
     4. Mü’minlerin birbirlerini Allah için sevmeleri, ümmetin ilk nesli ashâb–ı kirâm’a ve özellikle ensara gösterilecek sevgiyi de içine almalıdır.
     382) Muâz radıyallahu anh, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’i şöyle buyururken dinledim dedi:
     Allah Teâlâ; “Benim rızâm uğrunda birbirlerini sevenler için peygamberlerin ve şehidlerin bile imreneceği nurdan minberler vardır” buyurmuştur.
Tirmizî, Zühd 53
  • Açıklamalar:
     Cenâb-ı Hakk’ın birbirini Allah için seven müslümanlara âhirette ikrâm ve ihsân edeceği lutuflardan bir yenisini daha bu kudsî hadisten öğrenmekteyiz. Nurdan minberler.
     Minber, oturacak yüksek ve şerefli bir mevki demektir. Nurdan ya da nurlu yüksek mevki ve makamlar, Allah için birbirlerini sevenlerin Allah katındaki yüksek değerlerinin göstergesi olmaktadır.
     Peygamber ve şehidlerin onlara imrenmeleri, bu insanların peygamberlerden daha yüksek ve üstün oldukları anlamına gelmez. Buradaki gıbta yani imrenme ifadesiyle, “keşke biz de onlar gibi olsak, ya da keşke bizim de onlar gibi nurdan makamlarımız olsa” anlamında bir imrenme kasdedilmiş değildir. Peygamberlerin ve şehidlerin imrenmesini, yüzlerce safkan koşu atı olan birinin, gördüğü güzel bir ata imrenip almak istemesine benzetmek mümkündür. Yani maksat, Allah için birbirlerini seven insanların, Allah katındaki değerini takdir ve açıklamaktan ibarettir.
     Daha açıkçası, “Onlara lutfedilen imkânlara Peygamber ve şehidler imrense yeridir” veya “Yüksek mevki ve parlak durumlarına rağmen eğer, peygamberler ve şehidler kıyâmet günü birilerine gıbta edecek olsalardı, bunlara imrenirlerdi” denilmiş olmakta ve böylece, bu insanların ne kadar mükemmel bir durumda oldukları anlatılmaktadır. Nitekim Taberânî’nin rivâyet ettiği bir hadîs-i şerîfte de “Allah için birbirlerini sevenler, arş-ı ilâhî etrafında yakut kürsüler üzerinde ağırlanırlar” buyurulmuştur.
  • Hadis-i Şeriften Öğrendiklerimiz:
     1. Yüce Rabbimiz’in, kendi rızâsı için birbirlerini seven kullarına hazırladığı ikrâm ve ihsânları, herkesin beğeneceği üstün niteliklere sahiptir.
     2. Allah’ın nimet ve ikrâmına mazhar olmak bakımından peygamberler herkesten önde gelirler.
     383) Ebû İdris el-Havlânî rahımehullah’dan şöyle dediği nakledilmiştir:
     Dımaşk mescidine girmiştim. Bir de ne göreyim, güleç yüzlü bir delikanlı ve başına toplanmış bir grup insan. Bunlar bir konuda görüş ayrılığına düştüler mi hemen o delikanlıya başvuruyor ve fikrini kabulleniyorlardı. Bu gencin kim olduğunu sordum. “Bu Muâz İbni Cebel radıyallahu anh’tır” dediler.
     Ertesi gün erkenden mescide koştum. Baktım ki o genç benden evvel gelmiş namaz kılıyor. Namazını bitirinceye kadar bekledim sonra önüne geçerek selâm verdim ve:
     - Allah’a yemin ederim ki ben seni seviyorum, dedim.
     - Allah için mi seviyorsun? dedi.
     - Evet Allah için, dedim. O yine:
     - (Gerçekten )Allah için mi seviyorsun? dedi. Ben de:
     - Evet,( gerçekten) Allah için seviyorum, dedim.

     Bunun üzerine elbisemden tutarak beni kendisine doğru çekti ve şöyle dedi.
     - Kutlarım seni. Zira ben Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’i şöyle buyururken dinledim:
     “Allah Teâlâ, “Sırf benim için birbirini seven, benim rızâm için toplanan, benim rızâm uğrunda birbirini ziyaret eden ve sadece benim rızâm için sadaka verip iyilik edenler, benim sevgimi hakederler” buyurmuştur.”
Muvatta’, Şa’r 16

  • Ebû İdrîs el-Havlânî:
     Adı Âiz İbni Abdullah olan Ebû İdrîs, Huneyn Savaşı günlerinde doğmuş olup büyük tâbiîlerdendir. İmam Zührî kendisinden hadis rivâyet etmiştir. Rivayetleri Kütüb-i Sitte’de yer almıştır. Ebü’d-Derdâ hazretlerinden sonra “Şam yöresinin âlimi” olarak tanınmıştır. Şam kadılığı yapmıştır. Hicrî 80 yılında vefat etmiştir. Allah ona rahmet eylesin.
  • Açıklamalar:
     Hz. Peygamber’in vâli, Kur’an muallimi ve komutan olarak görevlendirdiği büyük sahâbî Muâz İbni Cebel’i Dımaşk mescidinde, halkın rağbet halkası içinde gören ve tanıyan Ebû İdrîs’in duyduğu heyecan ve ona bir an önce kavuşmak, sevgisini ve saygısını sunmak için gösterdiği tatlı telaş ne kadar hoş değil mi? Ne demişler: “Altının kıymetini sarraf bilir”.
     Bu büyük tâbiî, yakaladığı büyük fırsatın heyecanı ile mescide erkenden koşmuş, fakat sevdiği büyük sahâbînin kendisinden daha erken davranıp önceden geldiğini ve nâfile namaz kılmakta olduğunu görmüştür. Ona duyduğu saygıdan ötürü bir köşeye çekilerek namazını bitirmesini beklemiş ve sonra yine son derece edepli davranarak tam önüne geçmiş ve selâm verdikten sonra “Ben seni seviyorum” diye sevgisini arzetmiştir. Hz. Muâz’ın “Allah için mi seviyorsun?” diye tekrar tekrar sorması, sevgideki kalitenin ne olması gerektiğini gözler önüne sermektedir. Ebû İdrîs’teki sevgisinin, beklenen kaliteye sahip olduğunu tesbit edince de, ona büyük müjdeyi vermiştir. Allah için beslenen sevginin karşılığı, Allah tarafından sevilmektir.
     Bu sonucu, Hz. Peygamber, açıklamakta olduğumuz hadîs-i kudsî ile bildirmiştir. Demektir ki Allah rızâsına yönelik her duygu ve yapılan her iş, Allah’ın sevgisini kazanmakla sonuçlanmaktadır. Bu büyük bir mutluluktur. O halde mü’minler, sevgilerinde ve işlerinde “Allah için” olma özelliğini yakalamaya bakmalıdırlar.
  • Hadis-i Şeriften Öğrendiklerimiz:
     1. Sevdiği insana “Ben seni seviyorum” diye sevgisini bildirmek sünnettir.
     2. Allah için birilerini sevmenin ve ilişkilerini bu uğurda geliştirmenin mükâfatı, Allah’ın sevgisini kazanmaktır.
     3. Beşerî ilişkilerde ahlâkî kurallara uymak, olgunluktan kaynaklanır.
     384) Ebû Kerîme Mikdâd İbni Ma’dîkerib radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre Nebi sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
     “Din kardeşini seven kişi, ona sevdiğini bildirsin!”
Ebû Dâvûd, Edeb 113 ;
Tirmizî, Zühd 54
     Mikdâd İbni Ma’dîkerib:
     Ebû Kerîme veya Ebû Yahyâ künyesiyle bilinen bu zâtın kaynaklarda adı Mikdâm olarak verilmektedir. Her nasılsa bu rivâyette Mikdâd olarak geçmiştir. Kendisi sahâbîdir. Şam’a yerleşmiş bulunan Kinde kabilesi heyeti ile Medine’ye gelmiştir. Hz. Peygamberden 47 hadis rivâyet etmiştir. Hicrî 87 tarihinde 91 yaşlarında iken vefat etmiştir. Allah ondan razı olsun.
  • Açıklamalar:
     1425 numarada tekrar gelecek olan hadîs-i şerîf, konumuzun ikinci kısmı ile yani “sevdiğini bildirmek” fıkrasıyla ilgilidir. Hz. Peygamber, birini Allah için seven kişinin ona sevdiğini bildirmesini tavsiye etmekle, bu iki kişi arasında muhabbet ve dostluk bağlarının gelişip kuvvetlenmesine yol açmaktadır. Çünkü her hangi bir sebeple değil, sırf Allah rızâsı için bir din kardeşi tarafından sevilmiş olmak, her insanda memnûniyet ve sevgi uyandırır. Sevilmekten hoşlanmayan normal bir insan düşünmek mümkün değildir. O halde böyle karşılıksız bir sevgi ve muhabbet ortamının oluşması, müslüman toplum için son derece büyük bir güç kaynağı ve huzur vesilesidir.
     Önceki hadiste Ebû İdris el-Havlânî’nin gidip Muaz İbni Cebel’e “Ben seni seviyorum” dediğini görmüştük. Anlaşılan odur ki, Ebû İdrîs, Hz. Peygamber’in bu tavsiyesinden haberdârdı ve bu hadîs-i şerîfin gereğini yerine getirmişti. Müellif Nevevî önce bu uygulamayı sonra da o uygulamaya temel teşkil eden Hz. Peygamber’in tavsiyesini bize vermiş olmaktadır.
  • Hadis-i Şeriften Öğrendiklerimiz:
     1. Hz. Peygamber mü’minlerin birbirlerini Allah rızâsı için sevmelerini istemektedir.
     2. Birbirlerini seven mü’minlerin bu sevgilerini açıklamaları Hz. Peygamber’in tavsiyesidir.
     3. Aslında İslâm toplumu, birbirlerini Allah rızâsı için seven mü’minler toplumudur.
     385) Muâz İbni Cebel radıyallanu anh’den rivayet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem, Muâz’ın elini tutmuş ve şöyle buyurmuştur:
     “Ey Muâz, Allah’a yemin ederim ki, ben seni gerçekten seviyorum. Sonra da ey Muâz sana her namazın sonunda: “Allahım! Seni anmak, sana şükretmek ve sana güzelce kulluk etmekte bana yardım et!” duasını hiç bırakmamanı tavsiye ediyorum.”
Ebû Dâvûd, Vitr 26;
Nesâî, Sehv 60.
Ayrıca bk. Tirmizî, Zühd 30
  • Açıklamalar:
     Bir önceki hadiste yaptığı tavsiyeyi burada Hz. Peygamber’in bizzat uyguladığını görmekteyiz. Allah’ın sevgili Resûlü, çok sevdiği sahâbîsi Muâz İbni Cebel’in elini samimiyetle tutuyor ve yemin de ederek, mübârek kalbindeki sevgisini “Gerçekten ben seni seviyorum” diye ilan ediyor. Böyle bir sevgi ve iltifat, herhalde Muâz için dünyalara bedeldir.
     Ancak hadîs-i şerîfte Hz. Peygamber’in bir başka tavrı daha dikkat çekmektedir. Elinden tutmak, ismiyle hitâb etmek ve yeminle sevdiğini söylemek gibi sıcak ve samimi dostluk ortamında yine Hz. Muâz’a ismiyle ikinci defa hitâbederek “Ayrıca şunu da tavsiye ederim” diye bir dua öğretiyor. Gönüller doktoru sevgili Peygamberimiz’in bu davranışı gösteriyor ki, kişinin bir şey tavsiye edeceği kimseye onu sevdiğini söyleyerek söze başlaması, öğüdünün tutulması bakımından uygun olur. Yani tavsiye, tatlı bir dil, samimi bir üslub ve sevgi dolu bir ortam ister. Hadis 1425 numarada tekrar gelecektir.
  • Hadis-i Şeriften Öğrendiklerimiz:
     1. Peygamber Efendimiz, ashâbına ve ümmetine karşı sevgi dolu idi.
     2. Hz. Peygamber, bazı sahâbîlere sevgisini açıkça söylemiş ve onlara kendileri için özel anlam ifade eden hususî tavsiyelerde bulunmuştur.
     3. Efendimiz’in Muâz İbni Cebel’e öğrettiği duayı, her namazdan sonra okumak uygun olur.
     386. Enes İbni Mâlik radıyallahu anh şöyle dedi:
     Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in huzurunda bir adam vardı. Bir başka şahıs ona uğrayıp geçti. (Arkasından, Hz. Peygamber’in huzurundaki kimse):
     - Ey Allahın Resûlü! Ben bu kişiyi gerçekten seviyorum, dedi. Peygamber aleyhissalâtü ve’s-selâm:
     - “Peki, sevdiğini ona bildirdin mi?” buyurdu. Adam:
     - Hayır, dedi. Hz. Peygamber:
     - “Ona bildir”, buyurdu.
     Adam derhal kalkıp o şahsın arkasından yetişti ve:
     - Ben seni Allah için seviyorum, dedi. O da:
     - Beni kendisi için sevdiğin Allah da seni sevsin, karşılığını verdi. Ebû Dâvûd, Edeb 113
  • Açıklamalar:
     Bir müslüman bir başka müslümanı Allah için sevdiği zaman, onu kendisine bildirmesi, Hz. Peygamber’in tavsiye ettiği bir muâşeret kuralıdır. Bununla ilgili bir kaç hadîs-i şerîf yukarıda geçmiş bulunmaktadır. Konunun sonunda, bir müslüman kardeşi tarafından sevildiğini öğrenen kimsenin ona ne cevap vereceği sorusuna cevap teşkil eden bu hadîsin zikredilmesi, meseleyi tam bir bütünlüğe kavuşturmakta, bizi aydınlatmaktadır.
     Hadîs-i şerîfteki olay çok açıktır. Ancak iki noktaya dikkat çekmek uygun olacaktır. Birincisi, Hz. Peygamber’in “Sevdiğini ona bildir” tavsiyesi üzerine, sahâbînin hemen kalkıp sevdiği şahsın peşinden koşması, yani Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in tavsiyesine anında uyması, “Daha sonra bildiririm” gibi bir düşünceye kapılmamasıdır. Sahâbe-i kirâmın sünnet karşısındaki genel tavrı bu idi. Onlar Hz. Peygamber’in tavsiyelerine hemen uyarlardı. Sünnete tereddüt göstermeden uymak, onların erişilemez meziyyetlerinin başında gelirdi. Allah hepsinden râzı olsun.
     İkincisi, “Ben seni Allah için seviyorum” diyen sahâbîye, “Beni kendisi için sevdiğin Allah da seni sevsin” diye karşılık verilmesidir.
     Memnûniyeti çeşitli cevaplarla dile getirmenin mümkün olduğu bir yerde verilen bu cevap, derin bir İslâmî bilincin ifâdesi olarak dikkat çekmektedir. Bu bilinç, Allah için sevene, ancak Allah’ın onu sevmesi temennisiyle karşılık verilebileceği düşüncesidir. Bu dua, hem bu cevabı verenin çok memnun olduğunu gösterir, hem de sevgisine böyle bir dua ile mukâbele edilen insanı son derece memnun eder ve aralarındaki sevginin daha da artmasını sağlar.
     Hadiste her ne kadar açıkça belirtilmiyorsa da, Hz. Peygamber’in, o zâtın verdiği karşılığı beğendiği ve onayladığı anlaşılmaktadır.
  • Hadis-i Şeriften Öğrendiklerimiz:
     1. Bir din kardeşini Allah için seven kimsenin, ona bu sevgisini bildirmesi güzel olur.
     2. Hz. Peygamber hem fiilî sünneti hem de sözlü tavsiyeleriyle bu konuya verdiği önemi göstermiştir.
     3. Ashâb-ı kirâm sevdikleri kimseyi sevgilerinden haberdâr ederlerdi.
     4. Allah için sevdiğini söyleyen kimseye verilecek en güzel cevap,”Beni kendisi için sevdiğin de seni sevsin” demektir.

METEOROLOJİYE 89 MÜHENDİS ve 11 BÜRO PERSONELİ ALINACAK. BAŞVURU SÜRESİ: 27 Ekim - 02 Kasım 2021

     Meteoroloji Genel Müdürlüğünden:
     SÖZLEŞMELİ PERSONEL ALIM İLANI
     Meteoroloji Genel Müdürlüğü merkez ve taşra teşkilatı hizmet birimlerinde 657 sayılı Devlet Memurları Kanununun 4 üncü maddesinin (B) fıkrası kapsamında istihdam edilmek üzere 06/06/1978 tarihli ve 7/15754 sayılı Bakanlar Kurulu Kararına ekli 28/06/1978 tarihli ve 16330 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanan Sözleşmeli Personel Çalıştırılmasına İlişkin Esasların ek 2 nci maddesinin birinci fıkrasının (a) bendine göre ÖSYM Başkanlığı tarafından Kamu Personeli Seçme Sınavı (KPSS) (B) grubu puan sıralaması esas alınmak suretiyle doğrudan yapılacak merkezi yerleştirme yöntemi ile 89 adet Mühendis ve 11 adet Büro Personeli unvanında olmak üzere 100 sözleşmeli personel alınacaktır.
     Lisans düzeylerinde tercih yapılabilecek sözleşmeli personel pozisyonlarının bulunduğu KPSS-2021/8 Tercih Kılavuzu, ÖSYM’nin internet sitesinde 27.10.2021 tarihi itibariyle yayınlanacaktır.
     Tercih işlemlerinde 06 Eylül 2020 tarihinde yapılmış olan Kamu Personel Seçme Sınavına (2020-KPSS Lisans) girmiş olan adayların sınav sonuçları kullanılacaktır.
     Adaylar, tercihlerini 27 Ekim-2 Kasım 2021 tarihleri arasında tercih kılavuzunda belirtilen kurallara göre ÖSYM’nin internet sitesi üzerinden T.C. Kimlik Numarası ve şifresini girerek yapabilecektir. İnternetten tercih gönderme işlemleri, 2 Kasım 2021 tarihinde saat 23.59’da sona erecek ve bu süre uzatılmayacaktır.
     Yerleştirme işlemlerinde, KPSSP3 puanı kullanılacaktır. İlgili sınav puanı en az 50 (elli) olan adaylar tercih yapabilecektir. Kamu kurum ve kuruluşlarında 657 sayılı Devlet Memurları Kanununun 4/B maddesine göre sözleşmeli personel statüsünde çalışmakta iken; hizmet sözleşmeleri sona erenler veya bu kılavuzdaki sözleşmeli pozisyonlara yerleştirilmek üzere tercih yapanlar hakkında 657 sayılı Devlet Memurları Kanununun 4/B maddesinde (*) ve 06/06/1978 tarihli ve 7/15754 sayılı Bakanlar Kurulu Kararı ile yürürlüğe konulan Sözleşmeli Personel Çalıştırılmasına İlişkin Esasların ek 1 inci maddesinin 3 ve 4 üncü fıkralarında (**) yer alan hükümlerin uygulanacağı göz önünde bulundurulmalıdır.
     (*) 657 sayılı Devlet Memurları Kanunu’nun 4/B maddesinde yer alan hüküm: “…Bu şekilde istihdam edilenler, hizmet sözleşmesi esaslarına aykırı hareket etmesi nedeniyle kurumlarınca sözleşmelerinin feshedilmesi veya sözleşme dönemi içerisinde Cumhurbaşkanlığı kararı ile belirlenen istisnalar hariç sözleşmeyi tek taraflı feshetmeleri halinde, fesih tarihinden itibaren bir yıl geçmedikçe kurumların sözleşmeli personel pozisyonlarında istihdam edilemezler.”
    (**) Sözleşmeli Personel Çalıştırılmasına İlişkin Esasların ek 1 inci maddesinin 3 ve 4 üncü fıkralarında yer alan hükümler: “…Sözleşmeli personelin, hizmet sözleşmesi esaslarına aykırı hareket etmesi nedeniyle kurumlarınca sözleşmesinin feshedilmesi veya sözleşme dönemi içinde sözleşmeyi tek taraflı feshetmesi halinde, fesih tarihinden itibaren bir yıl geçmedikçe kamu kurum ve kuruluşlarının sözleşmeli personel pozisyonlarında yeniden istihdam edilemez.
     Sözleşmesini;
     a) Kısmi zamanlı veya proje süresi ile sınırlı çalışanlardan,
     b) Öğrenim durumu itibariyle ihraz edilen ve ekli 4 sayılı cetvelde yer alan unvanlara ilişkin pozisyonlara ek 4 üncü madde çerçevesinde atanmak suretiyle unvan değişikliği yapanlardan,
     c) Eş veya sağlık durumu nedeniyle yer değişikliği talebinde bulunmakla beraber; geçiş yapacağı hizmet birimi bulunmaması, birim bulunmakla beraber o birimde aynı unvan ve niteliği haiz boş pozisyon bulunmaması veya en az bir yıllık fiili çalışma şartını karşılayamaması nedenlerinden herhangi birine bağlı olarak, Ek 3 üncü maddenin (b) veya (c) bendi hükmü kendilerine uygulanamayanlardan, tek taraflı feshedenler, bir yıllık süre şartına tabi tutulmadan yeniden istihdam edilebilirler.”
KAMU PERSONEL SEÇME SINAVI KPSS-2021/8 TERCİH KILAVUZU TARIM VE ORMAN BAKANLIĞI METEOROLOJİ GENEL MÜDÜRLÜĞÜ (Bu Mavi Yazıya tıklayıp, ÖSYM 'nin sitesindeki ilgili sayfadan detaylı bilgi edinebilirsiniz...)

     Adres:
Meteoroloji Genel Müdürlüğü
Personel Dairesi Başkanlığı
Kütükçü Alibey Caddesi No: 4
06120 Kalaba, Keçiören/ANKARA

26 Ekim 2021 Salı

TEFSİR DERSLERİ ✿ܓ✿ ♥ܓ✿ Âl-i İmrân Suresi 79 ve 80. Ayet-i Kerimelerin Meal ve Tefsiri

Âl-i İmrân Suresi
79 ve 80. Ayet-i Kerimeler Arasının
Meal ve Tefsiri

  • Âl-i İmrân Suresi 79. ve 80. Ayet-i Kerimelerinin Meali:
   * "Allah’ın kendisine kitap, hüküm ve peygamberlik vermesinden sonra hiçbir insanın kalkıp insanlara “Allah’ı bırakıp bana kul olun” demesi düşünülemez. Aksine “Öğretmekte olduğunuz kitap ve yapmakta olduğunuz incelemeler gereğince Rabbin halis kulları olun!” der.

   * "Ve o peygamberin size melekleri ve peygamberleri rab edinmenizi emretmesi de (düşünülemez). Müslüman olmanızdan sonra size inkârcılığı emreder mi hiç?"

  • Âl-i İmrân Suresi 79. ve 80. Ayet-i Kerimelerinin Tefsiri:
     Kur’an-ı Kerîm’in bir çok âyetinde Allah’ın elçi olarak gönderdiği bütün peygamberlerin yalnız Allah’a kulluk etme çağrısıyla görevlendirildiği, ona şirk koşan ve tanrılık iddiasında bulunanların çok ağır cezaya çarptırılacakları ısrarla hatırlatılır (meselâ Enbiyâ 21/25-29). İşte bu âyetlerde, Ehl-i kitabın ilâhî dinlerin bu ortak özelliğini (Tevrat’tan ve İnciller’den bazı ifadeler için bk. 64. âyetin tefsiri) ve hiçbir akıl sahibinin kavramakta güçlük çekmeyeceği bir gerçeği görmezden gelerek peygamberlerin tanrılık iddiasında bulunabileceğini düşünmeleri eleştirilmekte ve 64. âyette başlatılan diyalog çağrısına kulak verip bunun için hazırlanan fikrî temeller hakkında bizzat kendi kitaplarının öğretileri ve kendi etütleri ışığında yeniden kafa yormaları istenmektedir.
     Sözlükte hüküm kelimesi “karar vermek, yönetmek, alıkoymak, engellemek” gibi anlamlara gelir. Felsefe terimi olarak, iki fikir veya iki durum arasında sonuç bildiren bir ifade ile olumlu veya olumsuz bağ kurmaya, kurulan bu bağa ve bu bağlantıyı idrak etmeye hüküm denir. Bilgi kaynağına göre hükümler “aklî hüküm”, “dînî hüküm” gibi nitelendirmelere ve değişik alanlara göre ayırımlara tâbi tutulmuştur. Râzî, dil ve tefsir âlimlerinin bu âyette geçen hüküm kelimesiyle, Allah tarafından indirilen kitabın peygamber tarafından kavranmasının ve bu şekilde oluşan bilginin kastedildiği hususunda fikir birliği içinde olduklarını kaydeder (VIII, 122). Bazı müfessirler bunu “hikmet” (İbn Atıyye, I, 461) ve “sağlam muhâkeme” (Muhammed Esed, I, 105) şeklinde açıklamışlardır (“hikmet” hakkında bk. Bakara 2/269). Kur’an-ı Kerîm’de hüküm kelimesi, yüce Allah’a nisbet edilerek “mutlak irade, hâkimiyet ve karar yetkisi” anlamlarında kullanıldığı gibi (bk. En‘âm 6/57, 62; Yûsuf 12/40, 67; Kasas 28/70, 88), peygamberlere ve insanlara nisbet edilerek “hukukî çekişmeleri karara bağlama” anlamında da kullanılmıştır (bk. Nisâ 4/58).
     Nübüvvet “peygamberlik” demektir. Kendilerine Allah tarafından peygamberlik görevinin verildiği kişiler nebî (çoğulu enbiyâ) ve resûl (çoğulu rusül) olarak adlandırılır (peygamber ve peygamberlik hakkında bk. Bakara 2/61; A‘râf 7/158).
     Bu âyetlerin nüzûl sebebi hakkındaki rivayetlerden birine göre, Resûlullah Kureyş müşriklerini meleklere, yahudileri Üzeyir’e, hıristiyanları da Îsâ’ya kulluk etmekten sakındırıyordu; onlar “Yani seni rab edinmemizi mi istiyorsun?” dediler, o sebeple bu âyetler nâzil oldu. Diğer bir rivayete göre ise, müslümanlardan biri “Ey Allah’ın resulü! Seni içimizden herhangi biri gibi selâmlıyoruz. Sana secde ederek farklı bir selâm versek olmaz mı?” dediği için bu âyetler indi. Zemahşerî 80. âyette geçen “Siz müslüman olduktan sonra size inkârcılığı emreder mi hiç!” ifadesinden hareketle burada muhatapların müslümanlar olduğu yorumunu yapar ve bu son rivayeti daha kuvvetli bulur (I, 198). İbn Âşûr âyette bu mânanın kastedilmiş olabileceğine ihtimal vermez (III, 297). Muhammed Abduh bu rivayeti Kur’an’ın tefsiri açısından çok sakıncalı görür ve âyetin mâna akışına da aykırı olduğuna dikkat çeker (Reşîd Rızâ, III, 346).
     80. âyette yer alan “peygamberleri rab edinme” ifadesiyle madde âleminde bulunan, “melekleri rab edinme” ifadesiyle de madde ötesi âlemde bulunan mahlûkatın en üstün mertebede olanları zikredilerek, hangi meziyetlere sahip olursa olsun Allah’tan başkasına kulluk etmenin ilâhî dinlerin ilkeleriyle bağdaşmayacağı ve bir peygamberin bu ilkeyi çiğneyen bir öğretiye sahip olabileceğinin hiçbir akıl sahibince tasavvur olunamayacağı vurgulanmaktadır. Buradan öncelikle çıkan bir anlam da şudur: Veli, şeyh, rahip, haham, kâhin, cin, şeytan vb. varlıkları rab yerine koyarak onlara bel bağlamak, hele akıl sahibi olmayan yahut cansız varlıkları bu mertebeye çıkarmak, insanı “kulluk etme”ye yönelten duygu ve sâikin temel karakteriyle bağdaşmaz. Bu tür ikameler son tahlilde, amaca hizmet etmeyen oyalanmalardan ibarettir ve insana bahşedilen akıl nimetinin beyhude yere harcanması demektir. Zira “kul”luk ancak kulların ve bütün evrenin yaratıcısı olan, varlığı ve gücü başka hiçbir varlığa bağlı olmayan yüce Allah’a içtenlikle boyun eğme noktasına ulaştığı zaman anlam kazanır ve insan gerçek değerine sadece böyle bir kullukla erişebilir. İşte 79. âyette kendine kitap, hüküm ve peygamberlik verilen bir kimsenin, Allah’ı bırakıp kendine kul olunmasını isteyemeyeceği ifade edilirken de, “kul” anlamına gelen abd kelimesinin abîd değil ibâd şeklindeki çoğulu kullanılarak Allah’tan başka hiçbir mâbudun insana bu mevkii vaad edemeyeceğine ve sağlayamayacağına işaret edilmektedir. Nitekim İbn Atıyye, abdin ibâd ve abîd şeklindeki çoğullarının Kur’an-ı Kerîm’deki kullanımlarını inceledikten sonra, ibâdın “acıma ve küçümseme” anlamıyla ilişkili olmayan, kulun itaat iradesine dikkat çeken ve onu yücelten anlatımlar içinde geçtiği sonucuna vardığını belirtmektedir (I, 461).
     Bu genel bakışın yanı sıra bir kısım müfessirler, âyetteki “peygamberleri rab edinme” ifadesinden, özellikle bazı yahudilerin Üzeyir’i ve hıristiyanların Îsâ’yı Allah’ın oğlu saymalarının; “melekleri rab edinme” ifadesinden de özellikle Hıristiyanlık’taki, bir öğesini Rûhulkudüs’ün oluşturduğu teslîs inancının mahkûm edildiğini ileri sürerler. İbn Âşûr bu âyette, hıristiyanların bazı peygamberlerin ve meleklerin resimlerini yapıp onları kutsama hususunda aşırı gitmelerine ve putperestliği andıran tutumlar içine girmelerine işaret edilmiş olabileceğini belirtir (III, 296).
     Bir peygamberin neyi söylemesinin düşünülemeyeceği belirtildikten son­­ra, peygamberlerin tavsiyesi şu şekilde özetlenmiştir: “Rabbânîler olun!”
     Rabbâniyyûn kelimesi “rabbânî”nin çoğulu olup, bunun Arapça olduğunu düşünen bilginler tarafından değişik şekillerde açıklanmıştır:
     a) “Rabb”ini bilen ve daima O’na kulluk etme çabası gösterenler,
     b) ilim “erbab”ı, yani insanları bilgilendiren ve onları iyiliğe teşvik edenler,
     c) “mürebbiler”, yani insanları eğiten ve topluma yön veren kişiler. Bazı bilginlere göre bunun aslı Süryânîce veya İbrânîce’dir (Râzî, VIII, 111-112; İbn Atıyye, I, 462).

     Kelimenin İbrânîce’deki açıklaması şöyledir: Bunun aslı rab (rav) olup “büyük” demektir. Daha sonra kelime “efendi, sahip” anlamını kazanmıştır. Mişna ve Talmud’un hazırlandığı dönemlerde ise “din bilgini, üstat” mânasında kullanılmıştır; “rabbi” de “üstadım, efendim” anlamındadır. Rabban (çoğulu rabbanîm) kelimesi de rab kelimesinin pekiştirilmiş şeklidir ve aynı mânadadır. Özetle İbrânîce’de rabbâniyyûn (rabbanîm), dinî ilimlerle ve bilhassa Tevrat’la meşgul olup halka doğru inanç öğreten din üstatları demektir (Ömer Faruk Harman, “Rabbâniyyûn”, İFAV Ans., III, 570). Rabbâniyyûn kelimesi Kur’an-ı Kerîm’in iki âyetinde daha “yahudi din bilginleri” anlamına gelen “ahbâr” kelimesiyle birlikte geçmekte olup bu iki gruptan, Tevrat’ın hükümlerini korumakla ve bunları yahudilere öğretip gereğince yaşamalarını sağlamakla görevli kişiler olarak söz edilir (bk. Mâide 5/ 44, 63).
     Bu izahlar dikkate alındığında, âyette geçen “Rabbânîler olun” cümlesini, peygamberlerin bütün insanlara “Allah’a içtenlikle kulluk etme” çağrısı olarak anlamak mümkün olduğu gibi, özellikle ilim emanetini üstlenen veya toplumlara yön verme mevkiinde bulunan kişilere, doğruları öğretme ve gerçek kurtuluş yolunu aydınlatma hususundaki sorumluluklarını hatırlatma ifadesi olarak düşünmek de mümkündür. Bu öğütün “öğretmekte olduğunuz kitap ve yapmakta olduğunuz incelemeler gereğince” şeklinde bir dayanağa bağlanması ikinci anlamı teyit etmektedir. Bu konumdaki kişilerin kendilerini gerçekten Allah yoluna adamış ve bu sorumluluğun bilincinde olmaları halinde, yol gösterilmeye muhtaç kişilerin yukarıda değinilen çarpık telakkiye yani onları rab mevkiine yükseltme anlayışına yönelmelerine zaten fırsat kalmaz.
     Bu âyette ilimle amel arasındaki sıkı bağa da dikkat çekilmekte; ilmin, ancak hayata yansıtılmakla ve aksiyon haline getirilmekle kuru bilgi olmaktan kurtulup gerçek değerini bulabileceği; kişinin, yaptığı etütler sonunda ulaştığı ve başkalarına öğrettiği sonuçlarla çelişen söz ve davranışlardan kaçınması gerektiği hatırlatılmaktadır.
     “Siz müslüman olduktan sonra” ifadesini M. Reşîd Rızâ “fıtrat gereğince” şeklinde açıklar. Muhammed Abduh, burada Hz. Mûsâ’nın getirdiklerine uyup muvahhid olmalarından sonra Hz. Îsâ’nın Ehl-i kitap’tan kendisine kulluk etmelerini istemesinin düşünülemeyeceği anlamının bulunduğunu belirtir ve bazı olayları esas alarak âyeti sırf müslümanlarla ilgili imiş gibi gösteren müfessirlere, Kur’an ıstılahında İslâm’ın bütün peygamberlerin dini ve fıtrat dini olduğunu unuttukları eleştirisini yöneltir (Reşîd Rızâ, III, 349; İslâm’ın anlamları için ayrıca bk. 3/19).


Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 1 Sayfa: 613-617

14 - 18 Ağustos 5 gün (3 gece otelde konaklamalı) Gönül Erleri & Grand Alfa Karadeniz Turu

14 - 18 Ağustos 5 gün (3 gece otelde konaklamalı) Gönül Erleri  &  Grand Alfa Karadeniz Turu      5 Gün - 4 Gecelik (3 gece otel konakla...