20 Aralık 2011 Salı

İSLAM İLMİHALİ ... Altıncı Bölüm: NAMAZ ... 9. Konu: CEMAATLE NAMAZ

İ S L Â M   İ L M İ H A L İ
Altıncı Bölüm: Namaz
9. Konu: CEMAATLE NAMAZ
 
     A) CEMAATLE NAMAZ
     a) Cemaatle Namaz Kılmanın Fazileti
     İslâm dini birlik ve beraberliğe büyük önem vermiştir. Günde beş vakit namazın bir arada eda edilmesinin teşvik edilmesi, haftada bir cuma namazının ve senede iki kez olan bayram namazlarının topluca kılınmasının gerekli görülmesi, müminlerin görüşüp halleşmelerine, birbirleriyle yardımlaşmalarına vesile olmak gibi bir anlam taşımaktadır. Bu bakımdan cemaatle namaz esprisi, oluşturulmak istenen birlik ruhunun hem bir göstergesi ve hem de o birlik ruhunun sağlamlaştırıcısı ve devam ettiricisi olmaktadır.

     "Ve sen içlerinde olup da onlara namaz kıldıracak olursan, onlardan bir bölümü seninle birlikte namaza dursun, silâhlarını da yanlarına alsınlar" (en-Nisâ 4/102) âyetinde Allah Teâlâ cihad sırasında korkulu anlarda bile cemaatle namaz kılmayı söz konusu etmektedir. Korkulu anlarda cemaatle namaz kılmanın teşvik edilmesi, normal zamanlarda cemaate riayet edilmesinin daha öncelikli ve önemli olduğunu da belirtmiş olmaktadır. Savaş durumunda namazın, normal kılınış biçiminin dışında farklı bir şekilde kılınması, cemaatin önemi ve güvenlik gibi sebeplerle açıklanabileceği gibi, bunda sahâbenin Peygamber'le birlikte namaz kılma iştiyakının da rolü bulunmaktadır. İnsanlar Hz. Peygamber'in arkasında, iki ayrı grup halinde nöbetleşe namaz kılınca, hem cephe terkedilmemiş, hem de herkes Hz. Peygamber'in arkasında namaz kılmış olmakta ve bu suretle Hz. Peygamber'in belli bir grupla namaz kıldığı takdirde ortaya çıkması muhtemel olan yanlış anlamanın önüne geçilmiş olmaktadır.

     Hz. Peygamber cemaatle namazı teşvik sadedinde cemaatle kılınan namazın, tek başına kılınan namazdan yirmi yedi veya yirmi beş derece daha faziletli olduğunu belirtmiştir (Buhârî, "Ezân", 30; Müslim, "Mesâcid", 42). Kendisi de hayatı boyunca cemaate namaz kıldırmış, hastalandığında ise cemaate katılarak Hz. Ebû Bekir'in arkasında namaz kılmıştır. Cemaatle namaz, içerdiği dayanışma ve yardımlaşma anlamı nedeniyle İslâm'ın bir şiarı ve sembolü haline gelmiştir ve vazgeçilmez bir uygulama olarak öylece devam etmiştir.

     Cuma namazı dışında en kuvvetli cemaat, sabah namazının cemaati, sonra yatsı namazının cemaati, sonra ikindi namazının cemaatidir. Ebû Hüreyre'den rivayet edildiğine göre Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: "İnsanlar ilk safın sevabını bilselerdi, ön safta durabilmek için kura çekmekten başka yol bulamazlardı. Namazı ilk vaktinde kılmanın sevabını bilselerdi bunun için yarışırlardı. Yatsı namazı ile sabah namazının faziletini bilselerdi, emekleyerek de olsa bu namazları cemaatle kılmaya gelirlerdi" (Buhârî, "Ezân", 9, 32; Müslim, "Salât", 129, 131).
     Bir başka hadiste de "Kim yatsı namazını cemaatle kılarsa, gece yarısına kadar namaz kılmış sevabını alır. Sabah namazını da cemaatle kılarsa bütün geceyi namaz kılarak geçirmiş gibi sevap alır" (Buhârî, "Ezân", 34; Müslim, "Mesâcid", 260) buyurmuşlardır.

     Safların en faziletlisi en ön saftır. Bu fazilet imama yakınlık derecesindedir. Fakat imama en yakın duran kişiler imamlığa ehil olan kişiler olmalı ki imamın abdesti bozulduğunda, hemen birini yerine geçirebilsin.

     b) Cemaatle Namazın Hükmü
     Cemaat fazileti her ne kadar bir kişiyle de olabilir ve hâne halkıyla dahi cemaatle namaz kılınabilirse de bu, camiye çıkmanın ve daha kalabalık bir cemaatte bulunmanın sevabına denk olmaz. Farz namazların cami ve mescitlerde cemaatle kılınışı İslâm dininin bir sembolü ve şiarı olduğu için bunun terk ve tatil edilmesi asla câiz görülemez.

     Cemaatin önemini gösteren çok sayıda hadis bulunmaktadır. Bunlardan birinde Hz. Peygamber "Üç kişi bir köyde veya sahrada bulunur ve cemaatle namaz kılınmazsa, şeytan onlara hâkim olur. Öyleyse cemaatten ayrılma. Çünkü kurt ancak sürüden ayrılan koyunu yer" buyurmaktadır (Ebû Dâvûd, "Salât", 47).
     Bir diğer hadiste ise "Nefsim kudret elinde olan Allah'a yemin ederim ki, ateş yakılması için odun toplanmasını emretmeyi, sonra da namaz için ezan okunmasını, daha sonra da bir kimseye emredip imam olmasını, sonra da cemaatle namaza gelmeyenlere gidip evlerini yakmayı düşündüm" (Buhârî, "Ezân", 29, 34; Müslim, "Mesâcid", 251-254) diyerek cemaatin topluca terkedilmesinin en ağır müeyyide uygulanmasını gerektiren yanlış bir davranış olduğunu ifade etmektedir.

     Cemaatle namaz kılmanın önemine dair bu ve benzeri hadislerden ve ilgili âyetlerden hareketle Hanbelîler, cemaatle namaz kılmanın erkekler için farz-ı ayın, Şâfiîler de farz-ı kifâye olduğunu söylemişlerdir. Hanefî ve Mâlikîler'e göre ise, cuma namazı dışındaki farz namazları cemaatle kılmak, gücü yeten erkekler için müekked sünnettir. Kadınların, hastaların, çok yaşlı kimselerin ve kötürümlerin ise cemaatle namaz kılmak için mescide gitmesi gerekmez.

     Hanefî ve Şâfiîler'e göre, cemaatin en az sayısı imam ve ona uyan olmak üzere iki kişidir. Hatta uyan kişi çocuk da olabilir. Çünkü Hz. Peygamber, teheccüd namazında çocuk yaşta olan İbn Abbas'a imamlık yapmış ve bir hadisinde "İki kişi ve daha fazlası cemaattir" (Zeylaî, Nasbü'r-râye, II, 198) buyurmuştur.

     c) Kadınların Mescidlere Gitmeleri ve Saf Düzeni
     Hz. Peygamber kadınların mescide gelebileceklerini, ancak evdeki ibadetlerinin daha üstün olduğunu çeşitli vesilelerle dile getirmiştir. Bu konuya ilişkin hadislerden bazıları şöyledir:

     "Kadınların mescidlere gitmesine engel olmayın. Fakat evleri onlar için daha hayırlıdır" (Müslim, "Salât", 134-137; Şevkânî, Neylü'l-evtâr, III, 148-149).
     "Kadınlarınız gece mescide gitmek için sizden izin istediklerinde onlara izin verin" (Tecrîd-i Sarîh Tercümesi, II, 944-945; Müslim, "Salât", 139).

     "Kadınlar cemaate katılmak istedikleri zaman, koku sürünmesinler" (Müslim, "Salât", 141-142).
     Hz. Peygamber döneminde kadınların sabah namazına gittiklerine dair rivayetler yanında, Hz. Peygamber'in kadınları bayram namazına katılmaya teşvik ettiğine dair rivayetler de bulunmaktadır (Tecrîd-i Sarîh Tercümesi, I, 98-99; II, 222-223, 311, 510-511, 891). Bu hadislerden birinde Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: "Henüz kocaya gitmemiş genç kızlar, perde arkasında yaşayan kadınlar (zevâtü hudûr) ve hayızlı kadınlar evlerinden çıksınlar; hayır ve müminlerin duasına (davet) şahit olsunlar. Hayızlı kadınlar, namaz kılınan yerden uzak dursunlar" (Tecrîd-i Sarîh Tercümesi, I, 234-235).
     Farz namazların camide cemaatle kılınması daha faziletli olmakla birlikte, klasik dönemde fitne endişesiyle kadınların camiye gitmesine pek sıcak bakılmamıştır. Ebû Hanîfe serkeşlerin, kötü niyetli kimselerin uykuda olması sebebiyle güvenlikli vakit olduğu düşüncesiyle, yaşlı kadınların sabah, akşam ve yatsı namazlarında camiye gitmelerinde bir sakınca görmemiştir. Ebû Yûsuf ve Muhammed'e göre ise yaşlı kadınlar bütün vakit namazlarında camiye gidebilirler. Sonraki Hanefî fakihlerine göre ise zamanın bozulması ve fıskın ortaya çıkması sebebiyle yaşlı da olsalar kadınların cuma ve bayram namazlarına gitmeleri mekruh görülmüştür. Şâfiî ve Hanbelîler ise, ister genç ister yaşlı olsun güzel ve gösterişli kadınların, Mâlikîler'e göre de erkeklerin ilgi duymadığı yaşlı kadınların bile cemaatle namaz kılmak üzere camiye gitmeleri mekruhtur.

     Günümüzde ve ülkemizde sokaklar örtülü, örtüsüz kadınlarla dolup taşmaktadır. Bu durumda örtülü kadınların camiye gelmeleri fitneye sebep gösterilemez. Aksine cemaatle namaz, çocukların eğitiminden birinci derecede sorumlu olan annelerin ve anne adaylarının dinî bilgi ve şuurlarını takviye eder.

     Saf Düzeni ve Kadının Namazda Erkeğin Hizasında Bulunması
     Kadınların cemaatle namazdaki saf düzeni ve erkeklerde aynı safta veya hizada olması, ilmihallerde "muhâzâtü'n-nisâ" terimiyle ifade edilir.

İmama uyacak kişi sadece bir erkek kişi ise imamın sağına durur. Soluna ve arkasına durmak sünnete aykırı olduğu için mekruhtur. İmama uyanlar birden çok iseler imamın arkasına dururlar. İmama uyacak kişi tek kadın ise imamın arkasına durur. Cemaat çoğalıp saf teşkil edilecek ise saf düzeni, önce erkekler safı, onun arkasında çocuklar safı ve onun arkasında kadınlar safı olacak şekilde yapılır.

Kadınların cemaate katılmaları durumunda saf düzenine riayet edilmesi gerektiği hususunda âlimlerin görüş birliği vardır. Buna göre kadınların, safın en gerisinde, erkeklerin varsa çocukların arkasında namaza durmaları gerektiği söylenmiştir.

Bu şekildeki uygulamanın, kadınların aşağılandığı ve "ikinci sınıf" konumuna indirgendiği anlamına alınması doğru değildir. Bu uygulama ile kadınlar camilerin dışına atılmış olmadığı gibi Allah'ın huzurundan uzaklaştırılmış da değildir. Namaz nerede kılınırsa kılınsın namaz kılan kimse Allah'ın huzurundadır. Sadece herkesin anlayabileceği tabii, fıtrî birtakım sebepler yüzünden kadınların arka saflarda durması önerilmiştir. Bu şekildeki saf düzeni hem kendilerinin, hem de camideki erkek cemaatin daha huşû ve sükûn içerisinde namaz kılması için oldukça yerinde bir uygulamadır. Bu durumda kadınlar emre itaat etmiş olmaları sebebiyle ilk safın sevabından mahrum da olmazlar. Zaten cemaatle namazda ilk safın daha faziletli görülmesi, biraz da cemaatin dağınıklığını önlemeye, saf düzeninde disiplini sağlamaya mâtuf bir tedbirdir.

Hz. Peygamber'in uygulamasına uygun olarak erkeklerin selâm verir vermez kalkmamaları, biraz beklemeleri yerinde olur. Ümmü Seleme'nin bildirdiğine göre, Hz. Peygamber selâm verince kadınlar, Hz. Peygamber selâmı tamamlar tamamlamaz kalkarlar; Hz. Peygamber de ağırdan alır, kalkmadan önce birazcık beklerdi (bk. Tecrîd-i Sarîh Tercümesi, II, 891).

Özellikle Hanefî bilginler, saf düzenine uyulmasını sağlamak ve uygunsuz durumların ortaya çıkmasını engellemek için, cemaatle kılınan namazda, kadının erkeğin hizasında durarak namaz kılması durumunda, erkeğin namazının sahih olmayacağını söylemişlerdir. Daha açık söylemek gerekirse bir kadın erkek safları arasında namaz kılacak olsa kadının iki yanındaki birer erkeğin ve kadının tam arkasındaki bir erkeğin namazı bozulur, ötekilerin namazı bozulmaz. Hanefîler'e göre bu durumda namazın bozulmasının nedeni, duruş düzeni (tertîbü'l-makam) farzının terkedilmiş olmasıdır. Nitekim imama uyan kimse imamın önüne geçecek olursa, duruş düzenini ihlâl ettiği için namazı bozulur.

Cenaze namazı, mutlak namaz olmadığı için cenaze namazında kadınların erkeklerle aynı hizada bulunması namaza zarar vermez. Namazda kahkaha ile gülmek abdesti bozduğu halde, cenaze namazında gülmenin abdesti bozmaması, cenaze namazının bu özelliğiyle de bağlantılıdır. Ancak cenaze namazında da sünnet olan saf düzeni, kadınların arkada olmalarıyla gerçekleşir.

Yine yönelinen cihetlerin farklı olması durumunda, Kâbe'nin içerisinde de muhâzât sorunu yoktur. Çünkü farklı yönlere yönelme durumunda muhâzât söz konusu olmaz.

Duruş düzeninde kadınların yerini belirleyen "Kadınları Allah'ın koyduğu yere, arka saflara yerleştirin" (ahhirühünne, haysü ahharahünnellâh [bk. Zeylaî, II, 36]) ve "Kadınların saflarının en şerli olanı ilk saftır" (şerru sufûfi'n-nisâ evvelüha [bk. Müsned, II, 336]) gibi hadisler rivayet açısından kuvvetli olmadığı gibi, konuya delâleti de açık ve kuvvetli değildir. Hanefîler prensip olarak namazın farzlarının ancak yakîn ve kesinlik ifade eden yollarla sabit olabileceğini kabul ederken, bu muhâzât meselesinde, yani cemaatle namaza duruş düzeninin belirlenmesinde, yakîn ifade etmeyen haber-i vâhidlerle amel etmişlerdir. Çünkü duruş düzeni, cemaat namazının farzlarındandır ve cemaat namazının kendisi sünnetle sabit olmuştur. Bu bakımdan onun farzlarının kesinlik ifade etmeyen sünnetle sabit olması mümkündür.

Şâfiî ise kadının erkek hizasında namaza durmasının (muhâzât) erkeğin namazına zarar vermeyeceği görüşündedir. Çünkü bu konuda söylenebilecek en ileri nokta, kadınların aynı hizada bulunmaları durumunda, saf tutmanın gerçekleşemeyeceğidir. Saf tutmanın, farz değil sünnet olduğu düşünülürse, bunun da fazla bir önemi olmadığı görülür.

Mezheplerin bu konudaki görüşleri ve gerekçeleri incelendiğinde kadınların erkeklerle aynı safta bulunup bulunmayacakları konusunun esas itibariyle dinî bir mesele olmayıp, doğal ve örfî nedenlere dayandığı ve namazda huzurun sağlanmasının hedeflendiği görülmektedir.

19 Aralık 2011 Pazartesi

İSLAM TARİHİ ... Peygamberimizin Hz. Zeynep Bint-i Cahş'la Evlenmesi

İ S L A M   T A R İ H İ
Peygamberimizin
Hz. Zeynep Bint-i Cahş'la Evlenmesi

     (Hicret’in 5. senesi Zilkade ayı)
     Hz. Zeyneb Bint-i Cahş, Resûl-i Ekrem Efendimizin halası Ümeyme Bint-i AbdülMuttalib’in kızı idi. Daha önce Peygamber Efendimizin evlatlık edindiği Hz. Zeyd b. Hârise’yle evlenmişti. Bu evliliğin dünürlüğünü de bizzat Resûl-i Ek­rem Efendimiz yapmıştı [1]
Hz. Zeyneb ve ailesi böyle bir evliliği istemedikleri halde, sırf Pey­gamber Efendimizin ısrarı üzerine rıza göstermişlerdi. [2]

     Hz. Zeyd’in, Hz. Zeyneb’i Boşaması
     Hz. Zeyd, izzetli zevcesi Hz. Zeyneb’i kendisine mânen küfüv [denk] bul­mu­yordu. Bu durum, mânevî imtizaçsızlığa sebep oluyor­du. Nitekim evli­liklerinin birinci yılı henüz bitmişken, Hz. Zeyd, Peygamber Efendimize gele­rek, “Yâ Re­sû­lal­lah! Ben, ailemden ayrılmak istiyorum” dedi.
     Resûl-i Ekrem Efendimiz, cevaben, “Zevceni tut, boşa­ma! Allah’­tan kork!” buyurdu. [3]
Fakat Hz. Zeyd, Hz. Zeyneb’in başka yüksek bir ahlâkta yaratılmış oldu­ğunu ve bir peygambere hanım olacak fıtrat­ta bulunduğunu ferasetiyle his­setmişti. Kendisini de ona zevc olarak fıtratta mânen küfüv bulmadığı için bo­şadı.

     Pey­gam­be­ri­mizin, Allah’ın Emriyle Hz. Zeyneb’i Alması
     Peygamber Efendimiz, “mânevî geçimsizlik” sebebiyle Hz. Zeyd ile Hz. Zeyneb arasındaki evliliğin son bul­masından dolayı son derece üzüldü. Çünkü bu evliliği kendisi arzu etmişti. Durumun düzeltilmesi, mahzun Zeyneb (r.a.) ile hadiseden dolayı üzülen akrabalarının gönlünün alınması gerekiyordu.
     Hz. Zeyneb’in iddeti [boşandıktan sonra beklemesi gereken müddet] dol­muştu. Bu sırada 35 yaşında bulunuyordu. Resûl-i Ekrem Efendimiz, bir gün, Hz. Âişe validemizle oturmuş, sohbet edi­yordu. Bu esnada kendisine vahiy geldi. İnen ayetlerde Cenab-ı Hak şöyle buyurdu: “Vakta ki Zeyd, o kadından alâkasını kesti, onu boşadı —kadın da iddetini tamamladı—; Biz de, onu sana zevce yap­tık. Ta ki evlat­lıkların, kendilerinden alâkalarını kestikleri zevcelerini almakta mü’minler üzerine günah olmasın.
“Allah’ın emri yerine getirilmiştir.
“Allah’ın, üzerine farz ve takdir ettiği herhangi bir şeyi ifa etmesinde Pey­gambere hiçbir vebâl olmaz.
“Nitekim daha önceki peygamberlerde de, bu, Allah’ın (tatbik ettiği) âdeti­dir. Allah’ın emri, behemehal yerini bulan bir kaderdir.” [4]
     Vahiy hali sona erince, Peygamber Efendimiz gülümsedi ve “Allah’ın, onu bana gökte nikâhladığını, Zeyneb’e kim gidip müjdeler?” buyurdu.
     Ayet-i kerimelerden açıkça anlaşılacağı gibi, Cenab-ı Hak, Zey­neb’i zevce­liğe alması için Pey­gam­be­ri­mize emir vermiştir. Resûl-i Ekrem Efendimiz de, bu emre uyarak, Hz. Zeyneb’i zevceliğe almıştır. Ayet-i kerimedeki “Biz onu sana zevce yaptık” beyanı, bu nikâhın bir akd-i semâvî olduğuna açıkça delâlet ediyor. Demek ki bu nikâh, harikulâde, örf ve zâhirî muamelelerin üstünde ve sırf kaderin hükmüyledir ki Resûl-i Kibriya Efendimiz de, kaderin o hükmüne boyun eğmiştir. Nefsî arzularla hiçbir ilgisi yoktur.

     Bu Evliliğin Mühim Bir Hikmeti
     Cenab-ı Hakk’ın emriyle Peygamber Efendimizle Hz. Zey­neb arasında ku­ru­lan bu evliliğin ehemmiyetli bir şer’î hükmü olduğu gibi, bütün mü’minleri ilgilendiren bir hikmeti ve fayda tarafı da vardı. Bu konuyla ilgili gelen vah­yin, “Ta ki evlatlıkların, kendilerinden alâkalarını kes­tikleri zevcele­rini almakta mü’minler üzerine günah ol­ma­sın” meâlindeki kısmında beyan buyrulmuştur. Çünkü câhiliyye devrinde, bir kimse birisini evlat edindiği za­man, halk, evlat­lığı, onun adıyla anar ve evlatlık, öz evlat gibi o kimsenin mirasından faydala­nırdı. Haliyle, bu inan­ca göre, evlatlığın boşadığı kadını, onu evlat edinen kim­se alamazdı, bu haramdı.
     İşte, Peygamber Efendimizin, Allah Teâlâ’nın emrine uya­rak, Hz. Zeyneb’i zevceliğe almasıyla, câhiliyye devrinin bu inanç ve âde­tinin bâtıl olduğu or­ta­ya kondu. Böyle bir durumda mü’minler için de vebâl ve günahın söz ko­nusu olamayacağı belirtildi. [5]

     Münafıkların Dedikoduları
     Peygamber Efendimiz, Hz. Zeyneb’le evlenince, her meselede fırsat kollayıp Müslümanlar arasında fitne ve fesat çıkarmaya can atan münafıklar, bu mese­lede de ileri geri konuşmaya başladılar. Câhiliyye devri inancına göre, evlatlı­ğın boşadığı karısını almayı ha­ram sayıp, bunu Resûl-i Ekrem Efendimiz aley­hinde dedikodu ve­silesi yaparak “Muhammed, evladın ka­rısıyla evlenmeyi haram kıl­dı, kendisi ise oğlu Zeyd’in boşadığı karısıyla evlendi” deyip yayga­raya baş­ladılar. [6] Gelen vahiy bu hususa da cevap veriyordu: “Muham­med, er­keklerinizden hiçbirinin öz babası değildir (Tabii ki Zeyd’in de öz babası de­ğildir). Fakat o, Allah’ın Resûlü ve peygamberlerin sonuncusudur. Allah, her şeyi hakkıyla bilendir.” [7]
     Peygamberlerin, ümmetlerine bir baba gibi nazar ve hitapları risâlet vazifesi itibarıyladır, beşerî şahsiyetleri itibarıyla değildir. Bu bakımdan, elbette onlar­dan zevce almanın uygun olmayacağından bahsedilemez. Kur’an-ı Kerim, zi­hinlerde bu hususta uyanacak herhangi bir istifhamı bertaraf etmek maksa­dıyla, meâlini aldığımız son ayet-i kerimeyle mânen şöyle demektedir: “Peygamber rahmet-i İlâhîye hesabıyla size şefkat eder, pederâne muamele eder ve risâlet nâmına siz onun evladı gibisiniz. Fa­kat şahsiyet-i insaniye itiba­rıyla pederiniz değildir ki sizden zevce alması münasip düşmesin! Ve sizlere ‘Oğlum’ dese, ahkâm-ı şeriat itibarıyla siz onun evladı olamazsınız!” [8]
     Böyle birçok cihetten hikmetleri bulunan ve hayırlara vesile olan bu pâk ve nezih evliliğe toz kondurmak ve bununla da —hâşâ— Resûl-i Kibriya Efendi­mizin yüce şahsiyetine gölge dü­şürmek niyetiyle çırpınıp duranların, hüsn-i niyetten ne kadar uzak ve maksatlı hareket ettikleri, elbette ki bu izahlarımız neticesinde, basiret ve feraset sahibi mü’minlerin gözünden kaçmaz.

     Düğün Ziyafeti ve Bir Mucize
     Evliliklerinde ashabına düğün ziyafeti tertiplemek, Resûl-i Ekrem Efendi­mizin bir âdeti idi. Bu âdet, Müslümanlar arasında da günümüze kadar sünnet olarak devam edip gelmiştir.
Fahr-i Kâinat Efendimiz, Hz. Zeyneb’le evlendiği gün, Enes b. Mâlik’in an­nesi Ümmü Süleym, kendilerine yağda kavrulmuş biraz Me­dine hurması gön­derdi. Gönderilen hurma küçük bir kap içinde ancak Peygamber Efendimiz ve Hz. Zeyneb’e kâfi gelebilecek kadardı.
     Hadiseyi, bu bir avuç hurmayı getiren “Hâdim-i Nebevî” unvanıyla şöhret bulan Hz. Enes b. Mâlik şöyle anlatır:
     “Nebi (s.a.v.), götürdüğümü kabul etti ve ‘Bana, Ebû Bekir, Ömer, Osman ve Ali’yi (r.a.) çağır’ diye emretti; bu arada da­ha birçok kimsenin ismini zikretti. Re­sû­lul­lah’ın azıcık bir yiyecek için birçok kimseyi çağırmayı bana em­retmesine şaştım. Ama emrine aykırı hareket edemezdim. Onların hepsini ça­ğırdım.
     Bu sefer bana, ‘Bak, mescitte kim varsa, onları da çağır’ dedi. Öyle yaptım. Mescide gidip, orada namaz kılan kimi buldumsa onlara, ‘Re­sû­lul­lah’ın düğün ziyafetine buyurunuz!’ dedim. Geldiler.
Nihayet sofa doldu.
Bana, ‘Mescitte kimse kalmadı mı?’ diye sordu.
‘Hayır’ dedim.
Bu sefer, ‘Bak, yolda kim varsa, onları da çağır’ dedi.
Çağırdım. Odalar da doldu.
‘Gelmeyen kimse kaldı mı?’ diye sordular.
‘Hayır, yâ Re­sû­lal­lah!’ dedim.
‘Haydi, çanağı getir’ buyurdu.
Getirip önüne koydum.
Elini çanağın üzerine koyup bereket duasında bulundu. Bundan sonra, ‘Onar onar halkalansınlar ve herkes kendi önünden yesin’ buyurdu.
Davetliler, emredilen şekil üzere oturarak doyuncaya kadar yediler. Böy­lece bütün davetliler bölük bölük gelip yiyip gittiler.
Ben çanaktaki hurmaya ve yağa bakıyordum. Sofada ve odalarda bulu­nanların hepsi ondan doyuncaya kadar yediler. Çanakta kalan ise getirdiğim kadardı!
Re­sû­lul­lah bana, ‘Ey Enes, kaldır!’ diye emretti.
Ben de çanağı kaldırdım. Sonra da annemin yanına vardım. Hadiseyi ol­duğu gibi anlattım.
Annem de bana, ‘Hiç hayret etmene gerek yok! Eğer Allah, ondan bütün Medinelilerin yemesini dilemiş olsaydı, hepsi de yer ve doyarlardı’ dedi.” [9]
     Pey­gam­be­ri­miz Hz. Muhammed’in (s.a.v.) dini, daveti ve risâleti umumî olduğu için, hemen hemen kâinatın her nevinden mucizelere mazhar olmuş­tur. Duasıyla yemeklerin bereketlenmesi hususunda da birçok mucize göster­mişlerdir. Mevzuyla ilgisi bakımından bu mucizeyi burada naklettik. Ve dua ediyoruz:
     “Yâ Rab! Resûl-i Ekrem’in (s.a.v.) bereketi hürmetine bi­ze ihsan ettiğin maddî ve mânevî rızkımıza bereket ihsan eyle!”

      Hicab Ayetinin Nâzil Olması
     Hz. Zeyneb’in düğün yemeğine davet edilenler, dağılmış, sadece üç kişi kal­mıştı. Bunlar oturup konuşmaya dalmışlardı. Peygamber Efendimiz bu du­rumdan hoşlanmadı. Kalkıp Hz. Âişe’nin odasına kadar gitti. Sonra birbiri ar­dınca diğer Ezvac-ı Tâhirat’ın da odalarına uğradı. Otu­rup konuşanlar gitmiş­lerdir zannıyla döndü. Fakat onlar hâlâ konuşmalarına devam ediyorlardı. Re­sûl-i Ekrem Efendimiz, onlara bir şey diyemedi. Tekrar, Hz. Âişe validemizin odasına doğru gider gibi davrandı. Bu sırada onlar da kalkıp gittiler. Peygamber Efendimize haber verilince hemen geri döndü. Hücre-i saadete girdi.
Daha önceleri de Hz. Ömer, “Yâ Re­sû­lal­lah! Hanımları­nı­zı perde arkasına al­sanız... Zira, huzurunuza her çeşit insan gelir, gider” derdi. Fakat Cenab-ı Hak tarafından herhangi bir emir gelmediğinden, Resûl-i Kibriya Efendimiz, Hz. Ömer’in bu sözüne karşı sükût ederdi. Hatta bir gün Ezvac-ı Tâhirat’tan Hz. Sevde’yi dışarıda görmüş ve “Ey Sevde! Biz seni tanıdık!” demişti. [10] Bu sözü, hicab hakkında İlâhî emrin gelmesini şiddetle arzu ettiği için sarf et­mişti.
     Hz. Zeyneb’in düğün yemeğinde de yukarıda bahsettiğimiz hadise mey­dana gelince, hicab ayeti nazil oldu:
     “Ey iman edenler! Bundan sonra Peygamberin evlerine —ye­me­ğe davet edil­meden, vakitli vakitsiz— girmeyin. Fakat davet olun­du­ğunuz zaman girin. Ye­meği yediğiniz zaman dağılın. Söz din­lemek veya sohbet etmek için de (izin­siz) girmeyin. Çünkü bu, Peygambere eza vermekte. O, ‘Girmeyiniz veya kal­kıp gidiniz’ demekten sıkılıyordur. Allah ise, hakkı açıklamaktan çekinmez. Bir de, onun zevcelerinden lüzumlu bir şey istediğiniz vakit, perde ardından is­teyin. Bu, hem sizin kalpleriniz, hem onların kalpleri için daha temizdir. Si­zin, Allah’ın Resûlüne eza verme­niz (doğru) olmadığı gibi, kendinden sonra zevcelerini nikâhla almanız da ebedî câiz değildir. Bu, Allah katında çok bü­yük günahtır.” [11]
     Nâzil olan bu ayet-i kerimeyi, Peygamber Efendimiz, dışarı çıkıp halka okudu. Bunun üzerine Ezvac-ı Tâhirat da perde arkasına çekildiler. [12]
     Bundan sonra, neseb ve süt emme yönünden akraba olanlar ile hizmetçi ve hürriyetlerine kavuşmak için anlaş­ma yapmış bulunanlar dışındakilerle Ez­vac‑ı Tâhirat gerek­tiği zaman, ancak perde arkasında konuşur, görüşürler­di. [13]
     Bir gün, Peygamber Efendimizin yanında Hz. Ümmü Seleme ile Hz. Mey­mûne bulunuyordu. Bu esnada âmâ olan Abdullah İbni Ümmî Mektum (r.a.) içeri girdi. Peygam­ber Efendimiz, hanımlarına, “Perde arkasına çekiliniz” diye emretti.
Onlar, “Yâ Re­sû­lal­lah! O âmâ değil midir? Gözleri gör­mez ve bizi tanımaz” dediler.
Peygamber Efendimiz, “Siz de âmâ mısınız? Onu görmü­yor musunuz?” di­ye buyurdu. [14]

     Müslüman Kadınlara Tesettürün Emredilmesi
     Bir kısım edebsiz münafıklar, köle kadınlara sataşırlardı. Zaman zaman sâir kadınları da, köle zannıyla rahatsız ederlerdi.
     Bunların, mü’minlerin hanımlarını da rahatsız ettikleri olurdu. Neden böyle yaptıkları sorulduğunda ise, “Biz onları köle sanmıştık!” diyerek mâzeret uy­dururlardı.
Bu hadiseler üzerine, Müslüman kadınların örtünmelerini emreden şu ayet‑i kerime nâzil oldu: “Ey Peygamber! Zevcelerine, kızlarına ve mü’minlerin kadınlarına, iç elbiselerinin üzerlerine cilbablarını [örtülerini] giymelerini söyle! Bu, onların tanı­nıp eza edilmemelerine daha uygundur.” [15]

____________________________________________________________________
[1] İbn Sa’d, Tabakat, c. 8, s. 101.
[2] İbn Sa’d, a.g.e., c. 8, s. 101; Tirmizî, Sünen, c. 5, s. 354; İbn Kesir, Tefsir, c. 3, s. 491.
[3] İbn Sa’d, a.g.e., c. 8, s. 101; Tirmizî, Sünen, c. 5, s. 354; İbn Kesir, Tefsir, c. 3, s. 491.
[4] Ahzab, 37-38.,
[5] Câhiliyye devrinin bu evlat edinme âdeti, Kur’an-ı Kerim’in şu meâldeki âyet-i kerîmeleriyle orta­dan kaldırılmıştır:

“Allah, evlatlıklarınızı öz oğullarınız gibi tanımadı. Bu mücerred, sizin ağzınızdan çıkan bir söz­dür. Hâlbuki Allah hak söyler ve kullarını doğru yola sevk­le hidâyete kılar.
    “Ev­lat edindiğiniz kimseleri babalarına nisbet edin. Zira, Allah katında insanları babalarına nis­bet et­mek sevab ve adalettir. Eğer onların babalarının kim olduğunu bilmiyorsanız, o hâlde on­lar dinde si­zin kardeşleriniz olmakla beraber, dostlarınızdır da... Hata ettiklerinizde ise, size bir vebâl yoktur. Allah Teâlâ, kullarının geçmiş günahlarını mağ­ri­fet ve gelecekte merhamet eder.” (Ahzab, 4-5).
[6] Tirmizî, Sünen, c. 5, s. 352.
[7] Ahzab, 40.
[8] Bediüzzaman Said Nursî, Mektûbat, s. 28-29.
[9] Müslim, Sahih, c. 2, s. 1051.
[10] Müslim, Sahih, c. 4. s. 151.
[11] Ahzab, 53.
[12] Müslim, Sahih, c. 4, s. 151.
[13] İbn Sa’d, Tabakat, c. 8, s. 177.
[14] İbn Sa’d, a.g.e., c. 8, s. 178.
[15] Ahzab, 59.

Salih SURUÇ

18 Aralık 2011 Pazar

KİTAP ... İMAMIN ÖLDÜRÜLÜŞÜ


    BOCURGAT
    Abdullah Harun’un biyografisini Türkçe’de ilk yayınlandığında okumuştum. Beni çok etkilemişti. Hatta ilk oğluma Harun ismini vermiştim. Bir gün bir Afrikalı’yla konuşuyorduk. Abdullah Harun’u sordum. Tanımadığını söyledi. Biyografisini anlatmaya kalktığımda boynuma sarılarak: “Sen İmam Harun’dan söz ediyorsun. Sen onu nerden tanıyorsun? O bir efsanedir. Afrikalı anneler çocuklarını onun efsanesiyle büyütürler...” dedi, bir süre ağladı... O an hâlâ gözümün önündedir...
    İmam Harun’u bir çizgiyle yad etmek istiyordum. Fakat eksik bir şeyler vardı, olmadı... Yıllar sonra, bir gece tv’nin düğmesine bastığımda ekranı Güney Afrikalı insanlar doldurdular, Mandela’nın serbest bırakıldığının haberi veriliyordu. Mandela ellerini kaldırmış, gülücükler dağıtıyordu. Bir zamanlar Abdullah Harun’un genç cesedinin çıktığı Güney Afrika hapishanelerinden, Mandela ihtiyar bir delikanlı olarak çıkıyordu. Artık gülümseyebilir, kalabalıklara el sallayabilirdi... Eksiğin tamamlandığını hissettim. Ve İmam Harun’nun anısına Güney Afrika için çizgimi o gece çizdim.
Hasan Aycın
     Güney Afrika ırkçı yönetimi tarafından öldürülen imam Abdullah Harun'un sürükleyici ve ibret verici romanı. 
     "...Yaralarım sızlıyor, artık bu eza ve cefaya dayanasım kalmadı. Ey esirgeyici olan! Beni öldür artık; bedenimi özgür kıl ruhumu özgür kıl!" Özgürleşti nihayetinde İmam Abdullah Harun. Ruhu ten kafesinden sıyrılarak G. Afrika müslümanları için bir sembol oldu. Tıpkı Afro Amerikalıların efsane insanı Malcom X gibi... İmam, G. Afrika'daki ırk ayrımına karşı mlücadele edip, bununla alakalı siyasi oluşumlarla irtibata geçiyor. Bu da siyasi erkin gözünden kaçmıyor. Özellikle insanlara her yönden yardımcı oluşu, onların haklarını savunması İmam'ı hükümetle karşı karşıya getiriyor. Yurtdışına çıkması için gelen teklifleri ise kabul etmeyip ülkesini tercih ediyor; ve mücadelelerde kaçınılmaz bir durak olan yer: Hapis...

13 Aralık 2011 Salı

HADİS-İ ŞERİFLER ... MESCİDE GİRİŞ-ÇIKIŞ DUALARI

   HADİS-İ ŞERİFLER
İKİNCİ BÂB: DUANIN KISIMLARI (İki kısımdır)
BİRİNCİ KISIM: SEBEBE VE VAKTE BAĞLI DUALAR (Yirmi fasıldır)
ONÜÇÜNCÜ FASIL: MESCİDE GİRİŞ-ÇIKIŞ DUALARI
1. (1856)- Fâtıma Bintu'l Hüseyin İbni Ali, büyükannesi Fâtımatu'l Kübrâ (radıyallâhu anhâ)'dan naklen anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) mescide girdiği zaman Muhammed (aleyhissalâtu vesselâm)'e salât (dua) okur, sonra da: "Rabbim! günahımı affet, rahmet kapılarını bana aç" derdi. Çıkarken de yine Muhammed (aleyhissalâtu vesselâm)'e salât okur, sonra da: "Rabbim! günahımı affet, lütuf kapılarını benim için aç" derdi". [Tirmizî, Salât 234, (314).]

AÇIKLAMA:
1- Fâtımatu'l Kübrâ, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın kızı Fâtımatu'z Zehrâ (radıyallâhu anhâ)'dır. Hz. Ali efendimizin zevcesi ve Hz. Hasan ile Hz. Hüseyin'in vâlideleridir (radıyallâhu anhüm ecmain). Hz. Ali ile hicretin ikinci yılında evlenmiş, Resûlullah'ın vefatından altı ay kadar sonra 20 yaşlarında iken vefat etmiştir.
2- Aliyyu'l Kârî, Mirkât'da, mescide giriş duasının tam içeri girmeden önce veya girdikten sonra okunmuş olma ihtimalinden bahseder, "önce olması daha kuvvetlidir" der.
3- Dikkat edilirse, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) kendi kendisine salât okuyarak ta'zîmde bulunmuştur. Bu, başkalarının Zât-ı Muhammediye karşısındaki vecibelere onun da tâbi olduğunu gösterir. Ümmet O'nun (aleyhissalâtu vesselâm) peygamber olduğuna inanmakla mükellef olduğu gibi, O da bununla mükelleftir. Bazı rivâyetlerde Resûlullah, "İslam'a ilk iman eden benim" buyurur.
Ümmete terettüp eden bir diğer vecîbe Zât-ı Muhammediye'ye hürmet ve saygıdır ve bunu çokça salât ve selâm okuyarak ifâde etmektir. Şu halde bu vecîbeye kendisi de tâbidir ve bu hususta da bizzat örnek olarak ümmetine tâlimde bulunacaktır. Burada onu görmekteyiz. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), Zât-ı Muhammediye'ye salât u selam okumaktadır.
4- Şârih Tîbî mescide girerken rahmet, mescidden çıkarken fazl (lütuf) taleb edilmiş olmasında şöyle bir incelik sezer: "Mescide giren kimse Allah'ın sevabına ve cennetine yaklaştıran bazı şeylerle meşgul olur, öyle ise rahmeti zikretmek daha münâsiptir. Mescidden çıkınca da helal rızık talebiyle meşgul olur, bu sebeple de Allah'ın fazlını (lütfunu) zikretmek münâsip düşer.

     Nitekim âyet-i kerîmede: "Cuma namazını kılınca yeryüzüne dağılın ve Allah'ın fazlından arayın" (Cum'a 10) buyurulmuştur."

10 Aralık 2011 Cumartesi

KELİMELER - KAVRAMLAR ... MÜSTEKBİR


KELİMELER - KAVRAMLAR
MÜSTEKBİR

     Büyüklük taslayan kimse; toplumu ezen, sömüren, ekâbir sınıfını ifade eden Kur'ânî bir kavram.
     Müstekbir, ke.bu.ra. (büyük oldu) fiil kökünün istif'al babına sokulmuş hali olan istekbera (büyüklük tasladı) fiilinin ism-i failidir. "Ke-bu-ra" fiilindeki büyüklük keyfiyet, kemmiyyet, hal, mertebe vs. bakımlarından olabilir. "Kebir (büyük)" kelimesi bazen çokluk belirtmek için de kullanılabilir. "Kebir" büyük; "kebira(tun)" büyük şey, ceza gerektiren günah; "ekber" en büyük; "kiber" yaşlılık; "ekabir" ve "kübera" bir toplumun reisleri, büyükleri, önde gelenleri; "kibriya" ululuk, yücelik; "ikbar" büyük görmek; "tekbir" yüceltmek, ululamak, büyüklenmek anlamlarında aynı kökten gelen çeşitli kullanımlardır.
     "Kibr" insanın kendi nefsinden hoşlanmasından dolayı kendine has kıldığı ve kendini başkalarından büyük ve üstün gördüğü durumdur. "Tekebbür" hakkı kabul eden Allah'a boyun eğmekten ona itaat ve ibadet etmekten kaçınmak suretiyle Allah'a karşı büyüklenmektir.
     "İstikbar" ise iki yönlüdür. Birisi, insanın iyi olanı seçmesi ve büyük olmayı istemesidir ki bu, gerektiği zaman ve mekânda olursa olumludur. Diğeri, kişinin kendisinde olmayan bir vasfı kendisinde varmış gibi göstermekte ileri gitmesi, yani büyük olmadığı halde büyüklük taslaması, bununla kendine imtiyaz sağlamasıdır (Râgıb el-Isfahani, el-Müfredat fi-Garîbi'l-Kur'an, İstanbul 1986, sh. 636, 637). Yukarıda lügat anlamları verilen "kebu-ra" (büyük oldu)dan türemiş bazı kelimeler Kur'an-ı Kerim'de şöyle ifade edilir:
     "Eğer yasakladıklarımızın kebair (büyük günahlar)ından kaçarsanız, seyyiatınızı örter ve sizi kerim bir yere getiririz" (en-Nisa: 4/31),
     "Âğızlarından çıkan söz ne büyük (kaburat)" (el-Kehf, 18/5),
     "Kibriya (yücelik) göklerde ve yerde O'nun içindir" (el-Casiye: 45/37),
     "Ve dediler ki: "Rabbımız, muhakkak biz efendilerimize ve küberamıza (büyüklerimize) itaat ettik; onlar da bizi yoldan çıkardılar" (el-Ahzab: 33/67),
     "İşte böyle her memlekette ekabiri oranın mücrimleri kıldık ki orada hile yapmasınlar. Onlar ancak kendilerine hile yapıyorlar ama farkında değiller" (el-En'am: 6/123).
     Lügat anlamından da anlaşılacağı üzere müstekbir, kendisi büyük olmayıp bilakis zayıf, aciz bir varlık olduğu halde kendini başkalarından üstün gören, kendini Allah'tan müstağni sayarak Allah'ın emirlerine itaat etmeyen kimsedir. Allah'a karşı gelerek müstekbir olan ilk kişi, müstekbirlerin başı ve müstekbirleri daima istikbara sevkeden İblis'dir.
     "Meleklere 'Ademe secde edin' dedik de hepsi secde ettiler. İblis hariç, O diretti, istikbarda bulundu ve kâfiroldu" (el-Bakara: 2/34),
     "(Rabbin ona) dedi ki: "Ey iblis, iki elimle yarattığıma secde etmekten seni alıkoyan nedir? İstikbarda mı bulundun (büyüklük mü tasladın), yoksa gerçekten yücelerden mi idin?" "Ben ondan hayırlıyım. Beni ateşten yarattın, onu çamurdan yarattın" dedi" (es-Sâd, 38/75-76).
     İnsanoğlu yeryüzünde yaşamaya başladığından itibaren bazı insanlar kendilerinde bulunan bazı güçlere dayanarak kendilerini Allah'tan müstağni saymışlar, hayatın yalnızca dünya hayatından ibaret olduğunu zannederek âhireti inkâr etmişlerdir. Bunlar "Ahiret olsa bile bizim durumumuz daha iyi olduğu için orada da biz üstün oluruz" iddiasında bulunarak sahip oldukları mal, mülk, otorite gibi güçlerle diğer insanlar üzerinde üstünlük kurmuşlar ve böylece küçük gördükleri bu insanları istedikleri gibi kullanmak suretiyle onları köleleştirip üzerlerinde rablık taslamışlardır. Bu müstekbirler kendilerine Allah'ın âyetleri hatırlatıldığında yüz çevirerek inkâr etmişlerdir.
     Allah'u Teâla her bir peygamberi gönderdiğinde ve bu davetle karşılaştıklarında ilk karşı çıkanlar bu toplumun seçkinleri, önderleri ve mevki sahipleri durumunda olan müstekbirler olmuştur.
     "Bir peygamber size canınızın istemediği bir şey getirdiğinde büyüklük taslamadınız mı? Kimini yalanlıyor, kimini de öldürüyordunuz" (el-Bakara, 2/87),
     "Âma inkâr edenlere gelince (onlara da şöyle denir): Ayetlerim size okunurdu fakat siz büyüklük tasladınız ve suçlu bir toplum oldunuz değil mi?" (el-Casiye, 45/31).
     Önderlerin, servet ve mevki sahiplerinin yeni davete büyükleniş ve karşı koyuşları liderliklerini korumaya, milletleri içinde elde ettikleri sosyal ve siyasi mevkilerini devam ettirmeye yöneliktir. Bu durumları onlara topluma hâkimiyet yoluyla sömürü imkânı vermektedir. "Müstekbirun" kavramının temel özelliği, yeni daveti sevimsiz göstermek için yalanlar uydurarak da olsa karşı koymakta direnmektir. Kaldı ki yeni davet, toplumu nüfûz ve hâkimiyetin baskısından kurtararak adaletin yükseldiği, birinin diğerine soy, servet veya mevki açısından farklılığının olmadığı, ancak kişinin topluma faydalı ve hayırlı işiyle üstün olabileceği ve insana insanlık itibarını kazandıran yeni duruma toplumu dönüştürmeyi amaçlamaktadır.
     Kur'an-ı Kerim'e bakıldığında, müstekbir kavramı ile ilgili şu değerlendirmeler vardır.
Müstekbirler mutlak hâkimiyet ve mülkiyetin Allah'a aid olduğunu, ondan başka tüm güç, otorite ve hâkimiyetin reddedilmesi gerektiğini ifade eden "La ilahe illallah" gerçeğini kabul etmezler. "Onlara La ilahe illallah (Allah'tan başka Allah yoktur) denildiğinde şüphesiz büyüklenirler" (es-Saffat, 37/35).
     Müstekbirler kendilerinde bulunan iyi özelliklere değil; kuvvet,makam, mevki, sermaye gibi bu dünya hayatında sahip oldukları geçici şeylere güvenip dayanırlar.
     "Onlar yeryüzünde haksız yere büyüklük tasladılar ve 'kuvvetçe bizden daha güçlü kimmiş' dediler" (el-Fussilet, 41/15).
     Müstekbirler güç ve otoritelerine güvenerek her yeni mesâja karşı gelip Allah'ın âyetlerini inkâr ederler:
     "Ona âyetlerimiz okunduğu zaman sanki onları hiç işitmemiş, sanki kulaklarında ağırlık varmış gibi müstekbir olarak (büyüklük taslayarak) (arkasını) döner. Onu elim bir azab ile müjdele" (Lokman, 31/7).
     "Her yalancı günah yüklü kimseye veyl! Allah'ın âyetlerinin kendisine okunduğunu işitir de müstekbir bir şekilde (büyüklük taslayarak) sanki hiç onları işitmemiş gibi (küfründe) direnir. Onu acı bir azapla müjdele" (el-Casiye, 45/78).
     Müstekbirler, inanmamak için her türlü bahaneyi ileri sürerler. Onlara bir âyet geldiği zaman 'Allah'ın peygamberlerine verilen bize de verilmedikçe inanmayız' derler" (el-En'am 6/124).
     "O kâfirler iman edenler hakkında 'Eğer (iman) bir hayır olsaydı bizden evvel ona koşmazlardı' dediler" (el-Ahkaf 46/11).
     Müstekbirler, halkın daveti kabul etmemesi için davetçilere çamur atar, onlara olmadık iftiralarda bulunurlar.
     "Hayır, çünkü o bizim âyetlerimize karşı bir inatçı kesildi... Yine kahrolası nasıl ölçtü, biçti. Sonra baktı; sonra surat astı, kaşlarını çattı. Sonra arkasını döndü ve istikbarda bulundu; "bu" dedi, rivayet edilip öğretilen bir büyüdür ancak" (el-Müddessir, 74/16, 20, 24),
     "Siz ikiniz, bizi babalarımızı üzerinde bulduğumuz yoldan çevirmek ve yeryüzünün büyükleri olasınız diye mi geldiniz? Biz size inanmıyoruz, dediler" (Yunus, 10/78),
     "Bunun üzerine kavminden ileri gelen kâfir bir güruh (Şöyle) dedi: Bu, sizin gibi insandan başkası değildir. Size karşı şereflenmek, üstünlük sağlamak istiyor. Eğer Allah (peygamber göndermek) dileseydi, elbette bize melekler indirirdi. Biz, evvelki atalarımızdan bunu duymadık " (el-Mü'minun, 23/24).
     Müstekbirler, mustaz'afları saptırıp istedikleri gibi kullanmak için çeşitli baskı ve sahtekârlık düzenlerler. İnsanları ezmek için her yolu mübah görürler. Onları hilelerle aldatırlar.
     "İnsanlardan kimi vardır ki, bilgisizce (insanları) Allah'ın yolundan saptırmak ve onunla alay etmek için eğlence (türünden, boş) sözleri satın alırlar. İşte onlara küçük düşürücü (mühin) bir azap vardır" (Lokman, 31/6),
     "Ve dediler ki: "Rabbimiz biz reislerimize ve büyüklerimize uyduk da onlar bizi doğru yoldan saptırdılar" (el-Ahzab, 33/67),
     "Firavn kavminden ileri gelen bir topluluğa dedi ki; Bu çok bilgili bir büyücüdür. Sizi yurdunuzdan çıkarmak istiyor. Ne buyurdunuz?' (el-A'raf, 7/109, 110),
     "Ateşin içinde birbiriyle tartışırlarken, müstaz'aflar, müstekbirlere dediler ki;
"Biz size uymuştuk. Şimdi ateşin bir parçasını olsun bizden savabilir misiniz?" (el-Mü'min, 40/47),
     "Kavminden müstekbir olan ileri gelenler, müstaz'aflar'ın iman edenlerine siz gerçekten Salih'in Rabbi tarafından gönderildiğini biliyor musunuz?" (el-A'raf, 7/75);
     "Kavminden istikbarda bulunan (büyüklük taslayan) ileri gelenleri 'Ey Şuayb, seni ve seninle beraber iman edenleri memleketimizden çıkaracağız. Yahut mutlaka bizim dinimize döneceksiniz' dediler" (el-A'raf, 7/88).
     Müstekbirler, halkı yukarıda saydığımız çeşitli hile ve baskılarla hak yoldan döndüremeyince en son aşama olarak davetçileri ve inanmış halkı yok etmek, her türlü işkencelerle ortadan kaldırmak için çalışırlar.
     "Hazırladıkları hendekleri tutuşturulmuş ateşle doldurarak, onun çevresinde oturup, inanmış kimseleri dinlerinden dönmeleri için yaptıkları işkenceleri seyredenlerin canı çıksın (kahrolsun)" (el-Buruc, 85/47).
     Kur'an, müstekbirlerin gerçek yüzünü daha geniş bir şekilde ortaya koymuş, müstekbirleri kalıp ve tiplerle müşahhaslaştırmıştır. Her biri bir sembol olmuş ve her birini bir tipi gösteren sembol kişilerle tanıtmıştır.
     "Onların ardından Fir'avn ve erkânına âyetlerimizle Musa ve Harun'u gönderdik. Ama büyüklük tasladılar (istikbarda bulundular)" (Yunus, 10/75).
     "Karun, Fir'avn ve Hâmân'ı yok ettik. Andolsun ki Musa kendilerine belgelerle gelmişti de onlar yeryüzünde istikbarda bulunmuşlardı (büyüklük taslamışlardı). Oysa azabımızdan kurtulamazdı" (el-Ankebut, 29/39).
     Cahiliye toplumlarına egemen olan sınıf, bütün siyâsî ve iktisadî güçleri eline almıştır. Sürdükleri sömürünün ve zalim saltanatlarının devamı için, zihinlere hâkim olan kültür ve inancı da ele geçirerek, halkın kendilerine taviz vermesini ve kendilerine boyun eğmesini sağlamışlardır. Bu imtiyazlarını korumak için bütün şuurlu ve aydın davetlere (inkılapçı ve diğer davetlere) karşı amansız bir mücadeleye girişirler. Çünkü bu mücadele onların ölüm kalım mücadelesidir.
Muammer ERTAN
ŞAMİL İSLAM ANSİKLOPEDİSİ

8 Aralık 2011 Perşembe

GENÇLİK ve UZMAN YARDIMCISI 10 PERSONEL ALINACAK

GENÇLİK VE SPOR BAKANLIĞI'ndan
GENÇLİK VE SPOR UZMAN YARDIMCILIĞI
YARIŞMA SINAVI DUYURUSU

     Gençlik ve Spor Bakanlığı merkez teşkilatında çalıştırılmak üzere, GİH 8 inci dereceden boş bulunan en fazla on (10) adet Gençlik ve Spor Uzman Yardımcısı kadrosuna açıktan atama yapmak amacıyla, Gençlik ve Spor Uzman ve Uzman Yardımcılığı Sınav, Atama, Yetiştirilme, Görev ve Çalışma Usul ve Esasları Hakkında Yönetmelik hükümlerine göre Gençlik ve Spor Uzman Yardımcısı Yarışma Sınavı yapılacaktır.


     A-YARIŞMA SINAVINA KATILMA ŞARTLARI:

a) 657 sayılı Devlet Memurları Kanununun 48 inci maddesinin (A) bendinde yer alan genel şartları taşımak,
b) Beden Eğitimi ve Spor Yüksekokulu veya buna denkliği yetkili makamlarca kabul edilen yurt dışındaki yüksek öğretim kurumlarından mezun olmak,
c) Öğrenci Seçme ve Yerleştirme Merkezi (ÖSYM) tarafından 10-11 Temmuz 2010 ve 9–10 Temmuz 2011 tarihlerinde yapılan Kamu Personeli Seçme Sınavı (KPSS) KPSSP3 puan türünden asgari yetmiş ve daha yukarı puan almak kaydıyla, müracaat edenlerin en yüksek puandan başlanarak sıralanması neticesinde belirlenecek yüz (100) aday arasına girmek (Son sıradaki adayla, aynı puanı almış aday/adaylar da sınava katılmaya hak kazanacaktır),
ç) Son başvuru tarihi itibarıyla otuzbeş yaşını doldurmamış olmak.


     B- BAŞVURU ŞEKLİ VE YERİ:

     Yarışma sınavına katılmak isteyen adaylar, yukarıda belirtilen koşulları taşımaları şartıyla; 9/12/2011 tarihinden itibaren www.gsb.gov.tr adresinden temin edecekleri başvuru formunu doldurarak, başvuru formunda belirtilen belgeler ile birlikte 27/12/2011 tarihi mesai saati bitimine kadar Bakanlık Personel Dairesi Başkanlığına şahsen, elden veya posta yoluyla iletmeleri gerekmektedir.

     Postadaki gecikme nedeniyle son başvuru tarihinin mesai saati bitiminden sonra Bakanlığa ulaşan başvurular işleme alınmayacaktır.

     Başvuru formları ve eki belgelerin incelenmesi sonucu yarışma sınavına katılmaya hak kazanan adayların listesi 28/12/2011 tarihinden sonra www.gsb.gov.tr internet adresinde ilan edilecek olup, adaylara ayrıca tebligat yapılmayacaktır.

     Yazılı sınava girecek olan adaylar, kendileri için düzenlenecek ve kimlik bilgileri, sınav yeri ile tarihinin yer alacağı fotoğraflı “Sınav Giriş Kartı”nı imza karşılığı şahsen alacaklar veya başvuru formunda belirtilmek şartıyla ikametgah veya elektronik posta adreslerine gönderilmesini isteyebileceklerdir.

     Başvurusu kabul edilip, isimleri yarışma sınavına katılabilecekler arasında yer alanlardan, gerçeğe aykırı beyanda bulunduğu tespit edilenlerin sınavları geçersiz sayılarak atamaları yapılmayacak, atamaları yapılmış olsa dahi iptal edilecek ve ayrıca haklarında Cumhuriyet Başsavcılığına suç duyurusunda bulunulacaktır.
     Yarışma sınavı şartlarını haiz olmayanların kendilerine ilişkin belgeleri istemeleri halinde, bu belgeler kendilerine teslim edilecek ya da posta yoluyla adreslerine gönderilecektir.


     C- YARIŞMA SINAVININ ŞEKLİ:

Yarışma sınavı, yazılı ve sözlü şeklinde yapılacaktır.

Yazılı sınava girecek adayların genel kültür ve genel yetenek ile mesleki alan sorularını cevaplandırmaları istenecektir.


     D- SINAV YERİ VE TARİHİ:

     Yazılı sınav tarihi, saati ve yeri yarışma sınavına girmeye hak kazanan adayların isimleriyle birlikte www.gsb.gov.tr adresinde ilan edilecek, ayrıca yazılı tebligat yapılmayacaktır.

     Yazılı sınavda başarılı olup sözlü sınava girmeye hak kazanan adaylar için sözlü sınav tarihleri, saatleri ve yeri yazılı sınavı sonuçları ile birlikte duyurulacak, adaylara ayrıca tebligat yapılmayacaktır.


     E- DEĞERLENDİRME:

     Sınava girecek adayların yazılı sınavda başarılı sayılabilmeleri için en az yetmiş puan almaları gerekmektedir.

     Sözlü sınavda başarılı sayılabilmek için ise; alan soruları ve Bakanlığın faaliyet alanı ile ilgili konulara ilişkin sorulara verdikleri cevaplar ile birlikte genel kültür düzeyleri, muhakeme, kavrayış, ifade ve temsil kabiliyeti, davranış ve tepkilerinin Gençlik ve Spor Uzmanlığına uygunluğu da göz önüne alınarak Sınav Komisyonu üyelerince her adaya ayrı ayrı verilen notların aritmetik ortalamasının yüz tam puan üzerinden en az yetmiş puan olması gerekmektedir.

     Yazılı ve sözlü sınav notlarının aritmatik ortalaması dikkate alınarak 70 ve üzeri puana sahip olan adaylar başarılı sayılarak en yüksek puandan başlamak üzere on (10) adaya kadar adayın isimlerinin yer aldığı liste tespit edilecek ve atamalar bu listedeki sıralamaya göre yapılacaktır.


     F- YARIŞMA SINAVI SONUÇLARININ DUYURULMASI:

     Adaylar yarışma sınavı sonucunu www.gsb.gov.tr internet adresinden öğrenebileceklerdir. Gençlik ve Spor Uzman Yardımcısı olarak atanmaya hak kazanan adaylara ayrıca yazılı tebligat yapılacaktır.

BİZİM ÇOCUKLAR ... AbdulKadir Seven

BİZİM ÇOCUKLAR!
AbdulKadir Seven

     Akşamın karanlığı çökmüş, Horasan dinlenme tesislerine aracımızı çekiyoruz. Buradan sonra yolların eşkıya ve buzlanma nedeni ile tehlikeli olacağını söyleyen yöre esnafı yatmamızı ve sabah yol almamızı istiyor. Onların ısrarına rağmen yola devam ediyoruz. Ağrı’nın 2210 rakımlı dağları arasından süzülerek Patnos’a doğru yola devam ediyoruz. Kavisli ve buzlu yollara aldırmadan emaneti ulaştırmanın şevkiyle Patnos’a vardığımızda yoğun kar yağışı ve buzlanma görüş mesafemizi oldukça azaltıyor. Tır şoförümüz iki gece ve iki gündüz yol almanın yorgunluğu ile bizlere bakarken tükenmişliğini işaret ediyor. Onca zorluğa rağmen şoförümüzün motivasyonunu yüksek tutarak gece Erciş’e varıyoruz.
     Erciş’e vardığımızda İnsan ve Medeniyet Hareketi gönüllüleri bizleri karşılıyor. Her biri 18-25 inde fidan gibi delikanlılar. İstanbul’dan evlerini, sıcak yuvalarını terk ederek, ırk taassubundan uzak, ümmet olma bilinciyle depremzedeler için takdire şayan fedakârlık gösteriyorlar. Genç kardeşlerimizin yağan kar ve soğuğa rağmen yardım tırını boşaltırken şen şakrak muhabbetleri bizlere Bahattin YILDIZ ağabeyin “bizim çocuklar” tabirini hatırlatıyor. Bahattin ağabeyin "bizim çocuklar" dediği işte bu yiğitler olsa gerek. Bizim çocuklar medeniyetimizin nurdan huzmeleri. Geceyi gündüze çeviren ay misali çalışkan ve fedakâr. Biz onların gayret ve çalışkanlıklarına şahitlik ettik. Rabbim de onları şahitler olarak katına alır inşallah.
     Sabah namazına kalktığımızda “bizim çocuklar” gece 01.30’da tırı boşaltmanın vermiş olduğu yorgunluğa aldırmadan dimdik ayaktalar. Birlikte kılınan namazının ardından depremzedeler için sıcak çorba ve kahvaltı hazırlığı yaparken uykusuzluk ve yorgunluk kavramı onların bedeninde anlamını yitiriyor. Erciş’in çocukları sıcak çorba ve ihlâs yüklü tebessüm alıyor ağabeylerinden. Yırtık elbise ve kirli suratlara aldırış etmeden çocukça masumluğunu yaşıyor körpe dimağlar. Geleceği; nur yüzlü, ağabeylerin yüzlerinde okuyorlar adeta.
     Erciş halkıyla halleştiğinizde kuruluşumuza ve kuruluşlara bolca şükran ve kalbi muhabbetlerine şahid oluyoruz. Buzlu yollara rağmen kalplerde buzların eridiğini hissediyor ve bunun bizlere verdiği huzur ve mutlulukla İstanbul’un yolunu tutuyoruz.
     Giyecek, battaniye, ısınma araçları, kuru gıda ve tüm mamulleri hazırlayıp, paketleyen ve tırla Erciş’e gönderilmesine vesile olan Darıca Belediyesi’ne, çalışanlarına, sıcak yemek çıkarmada tüm sorumluluğu yüklenen İnsan ve Medeniyet Hareketi yönetici ve gönüllülerine teşekkür ediyor, rabbimizin nice hayırlı çalışmalara imkân vermesini diliyoruz.

02 - 07 Temmuz İstanbul & Güneydoğu Anadolu - GAP Turu

02 - 07 Temmuz Güneydoğu Anadolu - GAP Turu 3 Gece Otel Konaklamalı 5 Gün Gezi       Mezopotamya, bazı kaynaklarda medeniyetlerin beşiği ola...