23 Nisan 2012 Pazartesi

PTT Genel Müdürlüğü Müfettiş Yardımcılığı Giriş Sınavı Duyurusu

PTT Genel Müdürlüğü
Müfettiş Yardımcılığı
Giriş Sınavı Duyurusu

     T.C. PTT Genel Müdürlüğünde görevlendirilmek üzere giriş sınavı ile 10 Müfettiş Yardımcısı alınacaktır.

     Giriş sınavı ile ilgili hususlar aşağıda belirtilmiştir.
A) Sınav Tarihi : Yazılı sınav 26 – 27 Mayıs 2012 (Cumartesi – Pazar) tarihinde yapılacaktır.
B) Sınav Yeri : PTT Eğitim Merkezi Müdürlüğü, Etlik Caddesi No:12, (Altındağ Kaymakamlığı yanı) Dışkapı / ANKARA adresidir.
C) Sınava Katılma Şartları:
Sınava girecek adayların;
1) Devlet Memurları Kanununun 48 inci maddesinde yazılı niteliklere haiz olmak,
2) Hukuk, Siyasal Bilgiler, İktisat, İşletme, İktisadi ve İdari Bilimler Fakülteleri ile en az dört yıl eğitim veren ve denkliği yetkili makamca kabul edilen yerli ve yabancı fakültelerden birini bitirmiş olmak,
3) Karakter ve yaşam biçimi bakımından Müfettişlik mesleğine alınmasına engel durumu olmamak. Bu koşul sadece yazılı sınavı kazanan adaylar yönünden söz konusu olup sözlü sınavdan önce Teftiş Kurulu Başkanlığınca yapılacak inceleme ile belirlenir.
4) Sağlık durumu bakımından, yurdun her tarafına giderek görev yapmaya elverişli olmak, akıl hastalığı ve vücut sakatlığı bulunmamak,
5) ÖSYM tarafından 2010 ve 2011 yıllarında yapılan Kamu Personel Seçme Sınavının KPSSP40 bölümünden 80 ve daha üzeri puan almak ve başvuruda bulunanlardan en yüksek puanlı ilk 150 aday içerisinde bulunmak. (150. aday ile aynı puana sahip olan adaylar da sınava katılabileceklerdir.)
6) Sınavın yapıldığı tarihte 35 yaşını doldurmamış olmak,
D) Sınav Başvurusu ve Sınav Giriş Belgesi:
Sınava başvurular, 11 Mayıs 2012 Cuma günü mesai saati sonuna kadar, PTT Genel Müdürlüğü Teftiş Kurulu Başkanlığı Ulus ANKARA adresine şahsen veya posta ile yapılabilir. "PTT Genel Müdürlüğü Müfettiş Yardımcılığı Giriş Sınavı Başvuru Formu" yukarıda belirtilen adresten alınmak veya http://www.ptt.gov.tr/ adresinden indirilmek suretiyle doldurulacaktır. Posta yolu ile yapılacak olan başvuruların en geç 09 Mayıs 2012 tarihinde Kurye ile gönderilmiş olması gerekmektedir. Eksik belge ve bilgi ile yapılan başvurular işleme konulmayacaktır. (Ayrıntılı bilgi 0312 3095150 no'lu telefondan da temin edilebilir)
Sınava katılabilme şartlarını taşıyan adaylar; 21 Mayıs 2012 tarihinde, Adı, Soyadı ve KPSS puanları belirtilmek suretiyle, http://www.ptt.gov.tr/ internet adresinden duyurulacaktır. Sınava giriş şartlarını taşıyan adaylara “Sınava Giriş Belgesi” 22 Mayıs 2012 tarihinden itibaren Teftiş Kurulu Başkanlığınca düzenlenerek elden verilecek, sınav tarihine kadar alınmayan “Sınava Giriş Belgesi” sınav günü sınav salonunda da teslim alınabilecektir. Sınavda öncelikle bu belge ibraz edilecek, giriş belgesi ile birlikte kimlik tespitinde kullanılmak üzere T.C Kimlik Numaralı nüfus cüzdanı veya sürücü belgesi gibi fotoğraflı ve onaylı geçerli bir kimlik belgesi de ayrıca bulundurulacaktır.
E) Sınav İçin İstenen Belgeler:
Sınava girmek isteyenler;
1) Sınav Başvuru formu.
2) Geçerlilik süresi dolmamış Kamu Personel Seçme Sınavı (KPSS) sonuç belgesi aslı veya fotokopisi ya da bilgisayar çıktısı,
3) Yabancı okul mezunları için denklik belgesinin fotokopisi
4) 2 adet fotoğraf.
5) Kendi el yazısı ile kısa özgeçmişi. (Öz geçmişte; doğum yeri, tarihi, ilk, orta ve yük-sek öğrenim yaptığı okullar ve yerleri, kendisi hakkında bilgi verebilecek iki kişinin ad ve adresleri, yüksek öğrenimden sonra ne gibi işler yaptığı, askerlik ve sabıka durumu, baba ve ana adları ile bunların iş ve meslekleri mutlaka belirtilmelidir.)
F) Yazılı Sınavın Şekli ve Konuları:
Yazılı sınavın soruları klasik sınav esasına göre hazırlanmıştır.(Yabancı dil sınavı hariç)
Yazılı sınavın konuları aşağıda belirtilmiştir.
1) Hukuk: a) Anayasa Hukuku, (Genel esaslar) b) İdare Hukukunun Genel Esasları, İdari Yargı, İdari Teşkilat, c) Ceza Hukuku, (Genel Esaslar ve Devlet İdaresi Aleyhine İşlenen Cürümler) d) Medeni Hukuk, (Genel esaslar ve Ayni Haklar) e) Borçlar Hukuku, (Genel Esaslar) f) Ticaret Hukuku, (Genel Esaslar ve Kıymetli evrak) g) İcra İflas Hukuku (Genel Esaslar) h) Ceza Muhakemesi Hukuku (Genel Esaslar).
2) İktisat: a) İktisat Teorisi, (Mikro-Makro Ekonomi vd.) b) Güncel Ekonomik Sorunlar, c) Para, Banka, Kredi ve Konjonktür, d) Milli Gelir, e) Milletlerarası İktisadi Münasebetler ve Teşekküller, f) İşletme Denetimi ve Finansal Yönetim.
3) Maliye: a) Genel Maliye Teorisi ve Maliye Politikası, b) Türk Vergi Kanunlarının Esasları, c) Kamu Gelirleri ve Gider Kanunlarının Esasları, d) Bütçe ve Bütçe Çeşitleri, e) Kamu Borçları.
4) Muhasebe: a) Genel Muhasebe, b) Mali Tablolar Analizi ve Teknikleri, c) Ticari Hesap.
5) Yabancı dil: İngilizce, Fransızca, Almanca dillerinden biri.
6) Türkçe Kompozisyon.
G) Değerlendirme:
Giriş sınavı yazılı ve sözlü olmak üzere iki aşamalıdır. Yazılı sınavda başarılı olamayanlar sözlü sınava alınamazlar. Yazılı sınavda başarılı olmak için; yabancı dil hariç her sınav konusu (Hukuk, İktisat, Maliye, Muhasebe, Türkçe Kompozisyon) itibariyle 100 tam puan üzerinden 60 dan az olmamak üzere, 5 grup ortalamasının da 65 ve üzeri puan olması gerekmektedir. Yazılı sınavı kazanan adayların isimleri http://www.ptt.gov.tr/ internet adresinden duyurulacak, ayrıca sınav sonuçları ile yazılı sınavı kazanan adaylara, sözlü sınav tarihi ve yeri haberleşme adreslerine posta ile bildirilecektir. Sözlü sınavda; adayların, hukuk, iktisat, maliye, muhasebe bilgilerinin yoklanması yanında zeka, kavrama ve ifade yetenekleri, davranış biçimleri gibi kişisel özellikleri yanı sıra sözlü sınav öncesi Teftiş Kurulu Başkanlığınca aday hakkında yapılacak araştırma sonuçları da dikkate alınır. Giriş sınav notu, yabancı dil dışında yazılı sınav ortalaması ile sözlü sınav notu toplamının ikiye bölünmesi ile bulunur. Sınavda başarı gösterenlerin sayısı, kadro sayısından fazla olursa, giriş sınav notu üstün olanlar tercih edilir. Giriş sınav notunun eşitliği halinde yabancı dil notu üstün olan aday öncelik kazanır.

19 Nisan 2012 Perşembe

KELİMELER - KAVRAMLAR ... NATÜRALİZM


KELİMELER - KAVRAMLAR
NATÜRALİZM
(Tabiatçılık)

     Tabiatı tek gerçeklik, bilgi ve değer kaynağı olarak kabul eden ve insan zihnini doğal kavramlarla izah eden sistemlerin genel adıdır. Başka bir ifadeyle Natüralizm, felsefe, ilim, ahlâk ve sanattaki her çeşit yorumu tabiat ve tabiat ilkelerine göre yapan, bütün fizik ve metafizik gerçekleri tabiata ve maddeye indirgemeye çalışan bir doktrindir. Bunlara göre, gerek hayatta, gerek hayatın ötesinde olup da, tabiata indirgenemeyen hiçbir şey yoktur. Tabiatın dışında, varlığı ve eşyayı açıklamak için kullanılabilecek aşkın (müteal, transcendant) bir ilke de mevcut değildir.
     Natüralist varlık açıklaması, özellikle sosyoloji, antropoloji, ahlâk ve sanat gibi sahalarda yoğunlaşmıştır. Bu doktrin insanı basit bir tabiat parçasına; onun davranışlarının kriteri olan ahlâkı hazza; sanatı tabiat taklitçiliğine indirgemiştir. Metafizik, gerçeklikleri ya inkâr etmiş veya maddeye, tabiata irca etmekle onu tanrılaştırmıştır.
     Düşünce tarihinde natüralistler; materyalistlerle aynı kategoride müteala edildikleri halde, bunlar ilke olarak ruhun ve Allah'ın varlığını kabul ederler; fakat bunları da sonunda tabiata irca ederler. Natüralistler varlığı temellendirmede ve bilgi elde etmede metod olarak duyu ve deneyi, tümevarım (el-İstikra) yolunu kullanırlar. Varlık felsefesi açısından realist; bilgi felsefesi açısından ise ampristtirler. Tabiat ve tabiattaki objeleri felsefelerine hareket ilkesi yapan Materyalizm, Darwinizm, Materyalist Panteizm, Nominalizm, Mekanizm, Enerjetizm vb. gibi birçok felsefi sistem natüralist bir karakter taşımaktadır.
     Natüralizm, birçok felsefe sistemi gibi, Antikçağa dayanır. O günden bu güne tabiatı müessir bir güç ve fâil bir kuvvet kabul eden Natüralizm, ruhî ilkeleri maddeye irca eden Darwinizm ile, Tanrı ile Cevheri aynı Cevherde birleştiren Materyalizm ve Natüralist Panteizm ile esasta birleşmektedir. Natüralizmin tabiat ve varlık anlayışı, benzeri sistemlerinkinden çok daha geniş ve kapsamlıdır. Bu nedenle, tümel fikirlerin ve kavramların gerçekliğini inkâr eden sofistlerden, stoacılar, epikürcüler, ortaçağda Roselinus, d'Occam, yeniçağda St. Mill vb. ne varıncaya kadar ki nominalistler de Natüralizmin temsilcileri durumundadır. Zira Natüralizm ve Küllî Mekanizm duyumculuk ve deneyciliği metod edinmiş olan Nominalizm (Adcılık) vasıtasıyla yerleşmiş ve yaygınlaşmıştır.
     Natüralizm, İslâm felsefesi geleneğinde zaman zaman yer alan bir varlık açıklamasıdır. Bu görüşün mensubu olan filozoflar, varlık açıklaması ve bilgi konusunda Batılı meslektaşları gibi deney ve tümevarım metodunu kullandıkları için İslâm dünyasında ilk Amprist filozoflardır. Bunlara göre bilginin kaynağı duyulardır. Bu görüşü İslâm dünyasında ilk temsil eden Ebû Bekir Zekeriya er-Razı' (841-926) dir. O, sistemini; Allah, Mutlak Zaman, Mutlak Mekan, Ruh (Işık) ve Madde (Karanlık) gibi beş ezelî olarak kabul ettiği prensip üzerine dayandırmıştır. Ona göre akıl, iyi ile kötüyü, Allah'a aid şeyleri bilme ve dünya işlerini düzenlemek için yeterlidir; bu nedenle peygamber, vahiy vb. gibi başka rehberlere ihtiyaç yoktur. er-Razî, ruhun bedenden bedene geçtiğini (tenasühü) kabul ettiği için tipik bir natüralisttir. Yine o, ruhun ölümsüzlüğüne inandığı için salt materyalistlerden, ruhun bedenden bedene geçtiğini (istihale) kabul ettiği için de kelâmcılardan ayrılır.
     İnsanı tabiatın bir parçası olarak kabul eden Natüralizm, ahlâkî hayat dediğimiz yaşayış biçimini de tabiat kanunlarına uydurmaya çalışır. Bu sisteme göre, tabiat ve tabiat bilimlerine uygun yaşamak ve hareket etmek ahlâkîliğin ta kendisidir. Çünkü ahlâkî olgunluğun hedefi, hayat, hayatın devamı, yaşama arzusu ve ihtiyaçların tamamı birer içgüdü faaliyetinden ibarettir. İnsandaki ahlâkî değerler, aynı zamanda, tabiatta da var olan değerlerdir. Ahlâkî kavramlar da deneysel kavramlardan ibarettir.
     Natüralistlere göre, iyi, bize faydalı olan, işimize yarayan ve bize haz sağlayan, aynı zamanda, içgüdü ve insan tabiatına en uygun olandır. Natüralist ahlâk, ütilitarist (faydacı) ve prağmatist (menfaatçı) bir ahlâktır.
     Hayatı, zihinsel faaliyetleri ve değerleri tabiatın çeşitli fiziksel görünüşlerinden ibaret sayan Natüralizm, sanatta da tam bir tabiat taklitçisidir. Kayıtsız şartsız tabiatı taklide dayanan natüralist sanat, idealist sanat anlayışının zıddı, realist sanat anlayışının da eşanlamlısıdır. Bu sanat anlayışı hayat ve tabiatın kaba, adî, çirkin ve iğrenç yanlarını abartmalı bir şekilde tasvir eder. Bu tavrıyla Natüralizmin, gerçekliği göründüğü gibi yansıtmaktan başka bir başarısı yoktur. Natüralist sanatın en başarılı sanatçısı ünlü Fransız romancısı Emile Zola (1840-1902)'dır. Zola bu sanat dalının üstadı sayılır. O, Natüralizme deneycilikle birlikte determinizm ve katılımcılığı da ilave etmekle onu realizmden ayırmıştır. Bu yolla Zola, bir çeşit tabiat ilimlerinin metodunu sanata uygulamıştır. Ona göre, sanatçının tavrı, laboratuardaki bilim adamının tavrı gibi olmalıdır. Sanatçı tıpkı bilim adamı gibi kendisinden hiçbir şey katmadan ve olmakta olanı olduğu gibi yansıtmak zorundadır. Şiirde, hikâye ve romanda yazarın bir dili yoktur. Kahraman hangi dili konuşuyorsa yazar da o dili kullanmalıdır. Natüralist sanat akımının Batıdaki diğer temsilcileri arasında Paul Alexis, H. Ceard, Leon Hennique, Becque'i, bizde de Beşir Fuad'ı zikredebiliriz.
     Natüralizm büyük ölçüde varlığı, düşünce ve değerleri tabiata irca eden bir anlayış olduğu için, böyle bir anlayışa ilâhî dinlerde rastlamak mümkün değildir. Ayrıca böyle bir düşünce bu dinlerle de bağdaştırılamaz. Çünkü, metafizik ve mantıkî manada Natüralizm, Materyalizm ve Pozitivizm ile aynı anlama gelmektedir. Natüralizmin İslâm düşüncesiyle de hiçbir ortak yanı yoktur. Gerçi İslâm düşüncesinde Tabiat Felsefesi içinde yer alan "Tabüyyûn" Allah'ın ve ruhun varlığını kabul ediyorlarsa da, onları da sonunda tabiata veya oradaki ilkelere irca ediyorlar. Natüralistler bu indirgemeci tavırlarıyla herşeyi tabiata indirgediklerini zannederek, yani tabiatı tanrılaştırarak aslında üst olanın alt olana indirgenemeyeceğini unutmuş görünmektedirler. Çünkü toplumsal ilkeler fizikî ve biyolojik ilkelere, metafizik ilkeler de fizikî ilkelere asla irca edilemezler.
     Her şeyi tabiata indirgeyerek açıklığa kavuşturduğunu zanneden natüralistler, ahlâk ve sanatı tabiat kanunlarına, "iyi"yi "haz"za, "güzel"i tabiat taklitçiliğine indirgemekle aynı hataya düşmüşlerdir. Ahlâkı, güdüsel bir ilkeye dayandırmakla da amacı araç haline getirmişlerdir.
     Natüralizme karşı Endeterminizm, Mutasyon gibi bir takım düşünce ve çalışmalar geliştirilmiş, bu çalışmalar neticesinde tabiatçılık büyük ölçüde önem ve değerini kaybetmiştir.
ŞAMİL İSLAM ANSİKLOPEDİSİ
Hüsameddin ERDEM

16 Nisan 2012 Pazartesi

İNSANLIĞIN GONCA GÜLÜ / Ümmü Gülsüm Bostan

İNSANLIĞIN GONCA GÜLÜ
     Seni hak etmeyen kirli dünyaya iyi ki geldin ya Nebi !.. Sefalar getirdin.
     Huzurlarında huzur bulduğumuz, gül kokulu peygamberim. Şimdi dünya pis, insanlar rezil, kirli... Her türlü kötülük meşrulaştı, doldu-taştı. Boğmak istiyor ümmetini Ya Muhammed! Bu çirkef denizinde sünnetin, sevgin, kitabın kurtuluşumuz için bir kara parçası misali. Onlara sığındık, yardım bekliyoruz senden. O kadar muhtacız sana, o kadar hasretiz...
     İncelikler Peygamberi, edebin adresi Resulüm; Dünya zulüm ile inim inim inliyor. Kılık değiştiren müşrik, asırlar önce olduğu gibi bu günde kana susamış. Yeşil vadilerini Müslüman kanı ile suluyorlar. Yardım bekliyoruz senden. Himmetini hak etmiyoruz biliyorum. Çünkü öyle koptuk ki senden, adını anmak için ya kutlu doğumu bekledik, ya kandili, ya da ramazanı...
     Dürüstlük pahalı bir mülk oldu ve insanlar ona sahip olamayacak kadar ucuzlaştılar. Seni severken bile samimiyeti, dürüstlüğü beceremedik. İşte dünya öylesine kirli... Çok incittik, çok incindin değil mi efendim? Dara düşmedikçe anmadık seni, yeterince sevemedik. Bu yüzden utanıyorum. "Yardım et" demeye yüzüm yok, hakkım yok, hakkımız yok efendim. Ama sen her şeyin olduğu gibi merhametinde efendisisin. Utanarak şefaat ve merhamet dileniyorum. Biliyorum sen dilenciyi de boş göndermezsin.

     Gökte Ahmet, yerde Muhammed olan sevgili;
     Oku bunları ey Resul !.. Gör, bak nasıl hasretiz sana. Ezildik çoğu zaman hasretle. Vuslatı bekliyoruz ey Nebi !.. Tek tesellimiz seninde bizi sevme ihtimalin. İnanıyorum ki Rabbimizin bize gönderdiği bir hediyesin sen.

     Ey Hatemü'l Enbiya;
     Zuhur ettiğin çölde kum tanesi olmak ne büyük şeref, şimdi o kum tanelerini bile kıskanıyorum.

     Ey Resul;
     Kuvvetiyle, heybetiyle, kılıcıyla sana gelen, şehadet eden Ömer olmak isterdim... Uhud'da Hamza... Ali olmak isterdim hicrette. Dizlerine oturtup sevdiğin Hasan, Hüseyin olmak isterdim. Açlıktan karnına bağladığın taş olmak isterdim. Sonra evimi seninle şereflendirip Eyyüb'el Ensari olmak...
     İtiraf ediyorum, kıskanıyorum onları gönül tahtımın sultanı. Acıyorum gözlerime seni göremedikleri için. Ama sen "Yıllar sonra beni görmediği halde, beni çok seven gençler olacak. Onları görmeyi ne çok isterdim", demişsin. Bende çok seviyorum seni, beni de görüyorsundur. Görüyorsun değil mi efendim?

     Sen merak etme bütün ışıkların kaynağı ey Allah'ın nuru. Ebu Bekirler, Ömerler, Osmanlar, Aliler tükenmedi. Günahkar gözlerim göremedi seni. Bu ayaklar koşamadı sana ama bugün yaşasaydın bizde ölmek için yatardık yatağına. Biz de Uhud'da, Bedir'de, Hendek'te pervane olurduk kılına zarar gelmesin diye. Biz de hicret ederdik seninle hem de Mekke'den Medine'ye değil, dünyanın başka bir ucuna. Kısmet olmadı. Asırlar girdi aramıza. Ama biz seni sevmekten vazgeçmedik. Görmeden sevdik sevgiliyi. Koklamadan hissettik. Bir taş, toprak olsaydım ayağının altında. Seni gölgeleyen bulut olsaydım. Mübarek yurdun ile aramızda fersah fersah uzaklıklar olmasaydı. Asırlar bizi ayırdı Resulüm. Şimdi gülleri sen niyetine koklar, güllere sen niyetine bakarız.

     Efendiler efendisi, kainatın yaradılış sebebi, alemlere rahmet, kula rehber Sultan'ım;
     Miraçtaki duanı bir daha, bir daha söyle. Yine ümmetim diye ağla. Çünkü bu günahları ve yeryüzünü ancak senin gözyaşların yıkar.

     Mahşerde Nebilerin şefaat dilediği sevgili;
     Sen kalemimin tarif edemediği Resul'sün. Bitmez tükenmez, sonsuz selamlar üzerine olsun. Şairinde dediği gibi... Hacdan döner gibi gel, miraçtan iner gibi gel...

Ümmü Gülsüm Bostan
Not: Gönül Erleri Mail Grubu'muzun en genç onursal üyesi Ümmü Gülsüm Bostan'ın kaleme aldığı bu yazı, Nisan 2011 de GÖNÜLDER'in düzenlediği "SEVDAMIZSIN, YA Hz. MUHAMMED (sav.)" konulu, deneme yarışmasında birinci olduydu...


İSLAM İLMİHALİ ... Altıncı Bölüm: NAMAZ ... 10. Konu: CUMA NAMAZI - B) CUMA NAMAZININ ŞARTLARI


İ S L A M    İ L M İ H A L İ
Altıncı Bölüm: Namaz
Onuncu Konu: CUMA NAMAZI
     A) Dindeki Yeri ve Hükmü (başlıklı birinci bölümü daha önce yayınlamıştık, buraya tıklayarak tekrar okuyabilirsiniz...)
     B) CUMA NAMAZININ ŞARTLARI
     Cuma namazının farz olabilmesi için belli birtakım şartların gerçekleşmiş olması gerekir. Bu şartlar vücûb şartları ve sıhhat şartları olmak üzere iki çeşittir. Vücûb şartları, cuma namazı kılmakla yükümlü olmanın şartlarıdır; sıhhat şartları ise kılınan namazın sahih yani geçerli olmasının şartlarıdır. Sıhhat şartları yerine cuma namazının edasının şartları da denilir.
     Aşağıda vücûb şartları ve sıhhat şartları ayrı ayrı sayılıp açıklanacaktır. Ancak, dikkat edilmelidir ki, aşağıda sıhhat şartları arasında sayılacak şeylerden üçü (ki bunlar; a) Vaktin girmiş olması. b) Devlet başkanının hazır bulunması veya izni ve c) Bulunulan yerin şehir veya şehir hükmünde olmasıdır), esasen hem vücûb hem sıhhat şartlarıdır. Zira bu şartları ileri sürenlere göre bunlardan biri bulunmadığında cuma namazı kişiye farz olmayacağı gibi, kılması halinde geçerli de olmaz.

     a) Cuma Namazının Vücûb Şartları
     Bir kimseye cuma namazının farz olması, o kimsede vakit namazlarının farz olması için aranan şartlardan başka şu şartların da bulunmasına bağlıdır:

     1. Erkek olmak
     Cuma namazı erkeklere farz olup kadınlara farz değildir. Bu konuda bütün fakihler görüş birliği etmiştir. Fakat kadınlar da camiye gelip cuma namazı kılsalar, bu namazları sahih (geçerli) olur ve artık o gün ayrıca öğle namazı kılmazlar.
     Cuma namazı kılmayı emreden âyet genel içerikli olduğu halde kadınların niçin cuma namazı kılmadıkları hatıra gelebilir. Çok fazla teknik ayrıntıya girmeden bir iki nokta üzerinde durarak bu konuya açıklık getirmeye çalışalım. Burada gözden kaçırılmaması gereken hususların başında konunun Arap dilinin özelliği ile ilgisi gelmektedir. Arap dilinde erkek ve kadına yapılan hitap kalıbı birbirinden farklıdır. Kadınlara yapılan hitabın içinde erkeklerin bulunması, dilin yapısı bakımından imkânsızdır. Kadınlara yapılan hitap, sadece ve sadece kadınlara yapılmış bir hitaptır. Buna mukabil, erkeklere yönelik hitabın kapsamına kadınların girip girmediği, yani bu hitabın kadınlara da yönelik olup olamayacağı, dilciler arasında tartışmalı bir konudur.
     Kimi dilciler erkeklere yönelik hitabın içerisine kadınların girmediğini, kimileri de girdiğini söylemişlerdir. Dilcilerin bu farklı iki kanaati, usulcülerin, o tür âyetlerin, yani erkeklere yönelik hitap içeren âyetlerin anlaşılmasında ister istemez etkili olmuştur. Kimi usulcüler, erkeklere yönelik hitabın içerisine kadınların dahil olmadığı yönündeki anlayışı kabul etmişler ve âyetleri bu doğrultuda anlamlandırıp, onlardan hüküm çıkarmışlardır. Bu anlayışa göre, erkeklere yönelik hitabın içerisine kadınlar dil kuralları gereği, girmezler. Fakat bazı dil dışı karîneler sebebiyle, erkeklere yönelik hitaba kadınlar da dahil olur. Bu dil dışı karînelerin başında, getirilen hükmün anlamı ve mahiyeti ile bu hükmün içerik bakımından erkek-kadın farkı dikkate alınacak türden olup olmadığı gelmektedir. Bu farklılık, tabii ki bir cinsiyet ayırımından değil, aksine fizikî yapı ile toplumsal statü ve buna bağlı olarak haklar ve sorumluluklar dengesinden kaynaklanan bir farklılıktır.
     Kimi usulcüler ise dilcilerin öteki kanaatini esas alarak ve kural olarak, erkekler hitabının içerisine kadınların da girdiğini, fakat cuma namazı gibi bazı konularda, birtakım haricî karîneler ile kadınların hitap kapsamı dışında tutulacağını ileri sürmüşlerdir. Kadınların hitap kapsamı dışına alınmasına gerekçe olan hâricî karîneler cümlesinden olmak üzere, o dönemdeki kadın telakkisi, kadının ailedeki görev ve sorumluluklarına ve cemaat kavramı ve dayanışması içerisinde kadınların yerine ilişkin anlayış gösterilebilir. Her hâlükârda, kadınların cuma namazı kılmakla yükümlü olup olmadıkları meselesi, sonucu bakımından dinî bir mesele olmakla beraber, bu sonuca ulaşmanın başlangıç ve hareket noktası bakımından öncelikle bir dil ve teâmül meselesidir. Bu itibarla, meseleyi tabii zemininin dışına çıkarıp abartmak ve Türkçemizde erkeklere hitap ile kadınlara hitap arasında dilin yapısı bakımından böyle bir ayırımın bulunmayışının sağladığı rahatlıktan yararlanarak "Allah, 'Ey inananlar, cuma için çağrı yapıldığı vakit, zikre yani cuma namazına koşun' diyor, kadınlar da inananlar grubunda olduğuna göre onların da gitmesi gerekir" demek, kolaycılık olması bir yana meseleyi saptırmak anlamına gelir ve bu tutum yarar yerine zarar verir. Belirtmek gerekir ki, dilcilerin ve bağlı olarak usulcülerin görüşlerinden her ikisine göre de, başlangıçtan beri kadınların cuma namazı ile mükellef olmadıkları sonucuna ulaşılmıştır. Hâricî karîneler meselesini tüm detaylarıyla burada açıklamak yerine, bahsedeceğimiz ikinci nokta çerçevesinde ele almak yeterli olacaktır.
     Bu meselede dikkate alınması gereken ikinci nokta, Hz. Peygamber'in uygulamasına ve on dört asırlık geleneğin durumuna bakılmasıdır. Hz. Peygamber'in, kadınları cuma namazı kılmakla yükümlü tutup tutmadığının bilinmesi, başlı başına bağlayıcı olmasının yanında, aynı zamanda, belirleyici bir karîne değerine de sahip olacaktır. İlk dönemlere ilişkin bütün literatür, kadınların zaman zaman cuma namazına katıldıklarını, fakat Hz. Peygamber'in kadınları cuma namazı kılmakla yükümlü tutmadığını çok açık ve net bir şekilde ortaya koymaktadır. Ayrıca Hz. Peygamber'in cuma namazının kadın, çocuk, hasta ve köle dışında, cemaat içerisinde bulunan her müslümana farz olduğunu bildiren bir sözü de bulunmaktadır (Ebû Dâvûd, I, 280; Hâkim, I, 425). Hz. Peygamber'in bu söz ve uygulaması, kadınların genel hitap içerisinde yer aldığı görüşünü öne sürenler tarafından hâricî bir karîne olarak değerlendirilmiş ve âyetin genel ifadesini daralttığı söylenmiştir.
     Öte yandan, on dört asırlık süreç içerisinde, kadınların cuma namazı kılması gerektiğini söyleyen hiçbir âlim çıkmamıştır. Bu durum, kadınların cuma namazı kılmakla yükümlü olmadıkları konusunda bir icmâ gerçekleştiğini göstermektedir. Fakat bizim asıl söylemek istediğimiz böyle bir icmâın bulunması değil, belki ilâve olarak, hiçbir toplumda, hiçbir kültürde ve Sünnî veya gayr-i Sünnî hiçbir mezhepte farklı bir görüşün ortaya çıkmamış olmasıdır.
     Dinin ve dindarlığın simgesi olan ve belli bir biçimsellik hatta sembolizm taşıyan ibadetler, zaman ve zemin değişmesinden etkilenmezler. Bu onların mahiyetinden ileri gelir. Çünkü salt ibadet olan merasimlerin değişmesi, bir anlamda dinin değişmesi, yozlaşması sonucuna götürür. Salt ibadet olmamakla birlikte genel anlamda ibadet içerikli konularda bir ihtiyat payı ile hareket etmek uygun olmakla birlikte, uygulamasında birtakım güçlükler ortaya çıkmışsa veya uygulanması, konuluş espri ve amacıyla çelişir hale gelmişse, bu takdirde özü korumak üzere lüzumlu yeni düzenlemelerin yapılması gerekli hale gelebilir.
     Sonuç olarak, kadınların cuma namazı kılması konusunda bir serbestlik vardır; müsait zaman ve zemin bulan kadınlar cuma namazı kılabilirler. Bu durum, dinin onlara tanıdığı bir muafiyettir. Dinî yükümlülükten muafiyetin ayırım olarak algılanmasının yanlışlığı kadar böyle bir ilâve yükümlülüğün kadınlara ne kazandıracağı hususu da üzerinde düşünülmeye değer bir husustur. Fakat cuma namazını kadınlara farz haline getirerek onları cuma namazı kılmaya mecbur etmek, hiçbir sebeple olmasa bile, asırlarca süregelen geleneği gereksiz yere ve haksız olarak hiçe saymak olduğu için yanlıştır ve asılsızdır.

     2. Mazeretsiz Olmak
     Bazı mazeretler, cuma namazına gitmemeyi mubah kılar ve böyle bir mazereti bulunan kişiye cuma namazı farz olmaz. Fakat böyle kimseler de kendilerine cuma namazı farz olmadığı halde, bu namazı kılarlarsa namazları sahih olur ve artık o gün ayrıca öğle namazı kılmazlar.
     Cuma namazına gitmemeyi mubah kılan belli başlı mazeretler şunlardır:
     1. Hastalık. Hasta olup cuma namazına gittiği takdirde hastalığının artmasından veya uzamasından korkan kimse cuma namazı kılmakla yükümlü olmaz. Yürümekten âciz durumda bulunan çok yaşlı kimseler de bu konuda hasta hükmündedirler. Cuma namazı için camiye gittiği takdirde hastaya zarar geleceğinden korkan hasta bakıcı için de aynı hüküm geçerlidir. Mikrobik ve bulaşıcı hastalıklara yakalanmış kimseler de cuma namazına gelmeyebilirler.
     2. Körlük ve kötürümlük. Kör (âmâ) olan bir kimseye, kendisini camiye götürebilecek biri bulunsa bile, Ebû Hanîfe, Mâlikîler ve Şâfiîler'e göre, cuma namazı farz değildir. Hanbelîler'le, Ebû Yûsuf ve Muhammed'e göre ise, kendisini camiye götürebilecek biri bulunan âmâya cuma namazı farzdır. Kendisini camiye götürebilecek kimsesi bulunmayan âmâya ise, bütün bilginlere göre cuma namazı farz değildir. Ayakları felç olmuş veya kesilmiş kimselerle yatalak hastalara da cuma namazı farz değildir.
     3. Uygun olmayan hava ve yol şartları. Cuma namazına gittiği takdirde kişinin önemli bir zarara veya sıkıntıya uğramasına yol açacak çok şiddetli yağmur bulunması, havanın çok soğuk veya sıcak olması veya yolun aşırı çamurlu olması gibi durumlarda cuma namazı yükümlülüğü düşer.
     4. Korku. Cuma namazına gittiği takdirde malı, canı veya namusunun tehlikeye gireceğine dair endişeler taşıyan kimseye de cuma namazı farz değildir.
     Cuma namazının farz olması için bu iki şartın (erkeklik ve mazeretsizlik) bulunması gerektiği hususunda fakihler görüş birliği içindedirler. Bundan sonraki şartlarda ise fakihler arasında görüş farklılıklarına rastlanır.

     3. Hürriyet
     Hür olmayan kimseler yani köle ve esirler, fakihlerin büyük çoğunluğuna göre, cuma namazı ile yükümlü değildir. Esasen bu şartın konulmasının altında, kölelik uygulamasının devam ettiği dönemlerde, kölenin efendisine karşı sorumluluklarını tam ve eksiksiz olarak yerine getirmesi düşüncesi yatar. Cuma namazının kölelere farz olmadığını söyleyen fakihler bu hükmü, kölenin görev ve sorumluluğu konusundaki anlayış üzerine kurmuşlardır. Buna göre köle, tüm zamanını efendisine tahsis etmek durumundadır. Cuma namazı kılmakla yükümlü tutulacak olursa, efendisine karşı görevini aksatmış olacak ve bu sebeple efendisinden azar işitecek ve belki de ceza görecektir. Hz. Peygamber, kölenin cuma namazı kılması gerekmediğini söylerken, toplumda kölelerin statüsü konusundaki hâkim anlayışı dikkate almıştır. Zâhirîler, toplumsal olguyu dikkate almadıkları için, cuma namazı kılmak için hür olma şartını aramamışlardır.
     Bu yönüyle düşünüldüğü zaman, hürriyet şartının hangi anlam üzerine getirildiği ve bu şartın hapis yattıkları için hürriyetleri kısıtlama altına alınmış olan kimselerle alâkası olmadığı anlaşılır. Bu bakımdan hapiste olan kişilerin, cuma namazı kılmalarına, fizikî şartlar ve bazı imkânların eksikliği dışında bir engel bulunmamaktadır. Mahpusların cuma namazı kılabilmeleri için fizikî şartların hazırlanması ve gerekli düzenlemenin yapılması istenebilir. Cuma namazının kılınacağı yerin herkese açık olması (izn-i âm) şartı, özel durumundan dolayı hapishaneyi içine almaz.

     4. İkamet
     Fakihlerin büyük çoğunluğuna göre cuma namazının vâcip olması için, kişinin cuma namazı kılınan yerde ikamet ediyor olması gerekir. Bu bakımdan cuma namazı dinen yolcu sayılan (seferî) kimselere farz değildir. Zührî ve İbrâhim Nehaî gibi bazı müctehidlere göre yolcu seyir halindeyken değil de, cuma namazı kılınan yerde konaklamış halde iken, orada kaldığı sürece cuma namazı kılmakla yükümlüdür. Zâhirîler'e göre ise cuma namazı yolculara da farzdır.

     b) Cuma Namazının Sıhhat Şartları

     1. Vakit
     Cuma namazı, Hanbelîler'in dışındaki müctehidlere göre, cuma günü öğle namazı vaktinde kılınır; öğle namazının vaktinden önce veya sonra kılınması sahih değildir. Hanbelîler'e göre ise cuma namazı, cuma günü, güneşin bir mızrak boyu yükselmesinden itibaren öğle namazının vakti çıkıncaya kadar kılınabilir.

     2. Cemaat
     Cuma namazı ancak cemaatle kılınan bir namaz olup münferiden, yani tek başına kılınamaz. Bunun yanı sıra diğer farz namazlarda imamla birlikte bir kişinin bulunması cemaat için yeterli olduğu halde, cuma namazında cemaat olabilmek için daha fazla kişinin bulunması, yani cemaati oluşturanların belli bir sayının altında olmaması gerekir. Cuma namazı kılabilmek için gerekli asgari sayının kaç olduğu hususunda farklı görüşler bulunmaktadır. Hanefî mezhebinde, İmam Ebû Hanîfe ve İmam Muhammed'e göre, cuma namazı için imamın dışında en az üç kişinin daha bulunması şarttır. Bunlar yolcu veya hasta da olsalar bu şart yerine gelmiş sayılır. İmam Ebû Yûsuf'a göre ise, imamın dışında en az iki kişinin bulunması gerekir.
     Cuma namazının geçerli olması için, cemaatin sayısı, İmam Ebû Hanîfe'ye göre en azından birinci rek`atın secdesine kadar aranılan asgari sayının altına düşmemeli, hiç değilse bu süre içinde imamla birlikte hazır olunmalıdır. Ebû Yûsuf ve Muhammed'e göre iftitah tekbiri alınıncaya kadar, Züfer'e göre ise ikinci rek`attan sonra teşehhüt miktarı oturuncaya kadar hazır bulunulmalıdır. Cemaati oluşturan kişiler daha önce dağılırlarsa cuma namazı geçersiz olur, yeni baştan öğle namazını kılmak gerekir.
     Şâfiî'ye göre ise, bir yerde cuma namazı kılabilmek için akıllı (âkıl), bulûğa ermiş (ergen, bâliğ), hür, erkek, mukim ve oraya yerleşmiş olan en az kırk yükümlünün bulunması şarttır. Buna göre, bir yerde kırk kişi bulunsa da, bu kırk kişiden bir kısmı köle, kadın veya yolcu olsa, ya da ticaret veya öğrenim görme gibi bir amaçla orada bulunuyor olsalar, bu kimselerden oluşan kırk kişiyle cuma namazı kılınamaz. Ayrıca, bu kırk kişinin hepsi veya bir kısmı, yazın veya kışın ya da her iki mevsimde göç eden göçebelerden oluşuyorsa, bu durumda da, cuma namazı eda edilemez. Hatta bu kırk kişinin içinde Fâtiha sûresini okuyamayan bir ümmî bulunsa bu kimse sayıdan düşürülür ve bu durumda sayı kırktan aşağıya indiği için, bu kimselerle de cuma namazı sahih olmaz. Ancak Fâtiha sûresini okumayı öğrenmek için gayret gösterdiği halde bunu henüz başaramamış kimseler sayıya dahil edilir. Cuma namazını kıldıran kişinin yolcu olması durumunda, kendi dışında kırk kişinin bulunması gerekir. Ayrıca, bu mezhebe göre, namazın herhangi bir bölümünde veya hutbe esnasında sayı kırktan aşağıya düşerse namaz fâsid olur. Hanbelîler'in görüşü de genel hatlarıyla Şâfiî mezhebinin görüşü gibidir.
     Mâlikî mezhebinde meşhur ve tercih edilen görüşe göre, cuma namazı için cemaatin imamdan başka en az on iki kişi olması şarttır. Ancak İmam Mâlik'ten bu konuda kesin bir sayı belirlemeksizin, kırk kişiden az sayıda olan bir cemaatle cuma namazı kılınabilirse de üç dört kişi gibi az bir sayı ile kılınamayacağı yönünde bir görüş de nakledilmektedir. Mâlikîler'e göre cuma namazında imamın mukim olması şarttır.
     Bu görüşlerin dışında, Taberî'nin cuma namazı için imamdan başka bir kişinin bulunmasının yeterli olacağına dair bir görüşü olduğu gibi, bu sayıyı en az dört, yedi, dokuz, yirmi, otuz ve seksen olarak belirleyen ictihadlar da bulunmaktadır.

     3. Şehir
     İslâm bilginleri cuma namazı kılınacak yerin şehir veya şehir hükmünde bir yerleşim birimi olmasını şart koşmuşlardır. Fakat gerek bu şartın ayrıntıları konusunda gerekse bir yerleşim biriminde birden fazla yerde cuma namazı kılınıp kılınamayacağı hususunda görüş ayrılıkları vardır.
     Hanefîler'e göre, cuma namazı kılınacak yerleşim biriminin şehir veya şehir hükmünde bir yer olması ya da böyle bir yerin civarında bulunması gerekir. Bir yerleşim biriminin hangi durumda şehir hükmünde sayılacağı hususunda farklı rivayetler bulunmaktadır. Hanefî mezhebinde fetvaya esas olan (müftâ bih) görüşe göre bu kriter "en büyük camisi orada cuma namazı ile yükümlü bulunanları alamayacak kadar nüfusa sahip olma" şeklinde belirlenmiştir. Bazı yazarlarca bu kriter, bir yöneticisi olan yerleşim birimi olarak ifade edilmiştir. Şehrin civarı ifadesiyle de bu şartlardaki yerleşim birimlerinin yakınlarında bulunan mezarlık, atış alanları ve çeşitli gayelerle toplanmak için hazırlanan sahalar ve bu uzaklıktaki yerler kastedilmektedir.
     Kaynaklarda geçen bu şehir ifadesinin günümüzde, büyük veya küçük yerleşim birimi olarak anlaşılması gerektiği, bu bakımdan farzı eda edecek sayıda cemaatin yerleşik bulunduğu köy, belde gibi tüm birimlerde cuma namazının kılınabileceği bilginlerce kabul edilmektedir.
     Mâlikîler'e göre cuma namazı kılınacak yerin, insanların devamlı oturdukları şehir, köy vb. bir yerleşim birimi veya buraların civarında bir yer olması gerekir. Bu bakımdan çadır vb. barınaklardan oluşan ve geçici olarak oturulan yerlerde cuma namazı kılınamaz. Mâlikîler ayrıca, cuma namazı kılınacak yerde cami bulunmasını da şart koşmuşlardır.
     Şâfiîler'e göre de, cuma namazının insanların devamlı olarak oturdukları bir şehir veya köyün sınırları içinde kılınması gerekir. Çölde veya çadırlarda yaşayanlar, yani belli bir yerleşim birimi içinde oturmayanlar sayıca ne kadar çok olurlarsa olsunlar orada cuma namazı kılamazlar.
     Hanbelîler'e göre ise, cuma namazının kılınabileceği yerin en az kırk kişinin devamlı olarak oturduğu yer olması şarttır.

     4. Cami
     Bir yerleşim biriminde birden fazla yerde cuma namazı kılınıp kılınamayacağı konusunda farklı görüşler bulunmaktadır. Bütün mezhepler bir şehirde kılınan cuma namazının mümkün olduğunca bir tek camide kılınması gerektiği üzerinde durmuşlardır. Cuma, toplanma, bir araya gelme gibi anlamlar içerdiğinden, bu şart da esasen toplanma, bir araya gelme ve bu suretle birlik ve bütünlük oluşturma esprisiyle ilgilidir. Bu espriyi her zaman canlı tutmak gerekmekle birlikte, günümüzde çok büyük sayılarda insanların yaşadığı şehirler göz önüne alındığında, cuma namazını bir veya birkaç yerde kılmayı söz konusu etmek, hem bu büyüklükte cami olamayacağı için hem de ulaşım şartları açısından, mümkün ve anlamlı değildir.
     Bu konuda Hanefî mezhebinin ve öteki mezheplerin görüşleri genel hatlarıyla şöyledir:
     Ebû Hanîfe'den bu konuda nakledilen iki görüşten birine göre bir şehirde yalnız bir yerde cuma namazı kılınabilir; diğerine göre ise bir şehirde birden fazla yerde cuma namazı kılınabilir. İmam Muhammed bunlardan ikincisini benimsemiştir. Ebû Yûsuf'a göre ise, şehrin ortasından nehir geçip de şehri ikiye bölüyorsa veya şehir zayıf ve yaşlı kimselerin cuma kılınan camiye gelmelerini zorlaştıracak ölçüde büyük ise bir şehirde iki yerde cuma namazı kılınabilir; bu durumlar söz konusu değilse sadece bir yerde kılınır.
     Hanefî mezhebinde fetvaya esas olan ve kuvvetli bulunan görüş, bir şehirde birden fazla cami bulunması halinde bütün camilerde cuma namazı kılınmasına cevaz veren görüştür; ki bu zaten, Ebû Hanîfe'den nakledilen iki görüşten biri ve aynı zamanda İmam Muhammed'in görüşüdür.
     Şâfiîler'e göre, bir şehirde birden fazla cami bulunsa bile, birden fazla yerde kılmayı zorunlu kılan sebepler olmadıkça sadece bir camide cuma namazı kılınır; böyle bir sebep yokken, birden fazla camide cuma namazı kılınsa, sadece namaza ilk başlayanların cuma namazları sahih olur, diğerlerininki sahih olmaz. Bu durumda diğerlerinin sonradan öğle namazı kılmaları gerekir. Ancak, şehrin çok büyük olması sebebiyle, cuma namazı için herkesin bir yere toplanması çok zor olursa veya güvenlik, sağlık vb. konularda ciddi endişeler bulunması sebebiyle bir yerde toplanılmasında sakınca varsa, ihtiyaç durumuna göre, bir şehirde birden fazla yerde cuma namazı kılınabilir. Bu tür sebeplerden dolayı, bir şehirde birden fazla yerde cuma namazı kılınırsa, buralarda cuma namazı kılanların ayrıca öğle namazı kılmaları gerekmez.
     Mâlikîler'deki tercih edilen görüşe göre de, Şâfiî mezhebinde olduğu gibi, birden fazla yerde kılmayı zorunlu kılan sebepler olmadıkça, bir şehirde sadece bir yerde cuma namazı kılınır. Böyle bir sebep olmadığı halde bir beldede birden fazla camide cuma namazı kılınsa sadece o beldedeki en eski camide (öteden beri o beldede cuma namazının kılınageldiği camide) kılanların cuma namazları sahih olur.
     Hanbelîler'e göre de, zorlayıcı sebepler yoksa, bir şehirde sadece bir yerde cuma namazı kılınır. Bir cami yeterli olduğu halde iki camide, iki cami yeterli olduğu halde üçüncü camide cuma namazı kılınamaz. Hanbelîler'e göre ihtiyaç bulunmadığı halde, birden fazla yerde cuma namazı kılınsa, bu durumda sadece devlet başkanı veya temsilcisinin kıldırdığı cuma namazı sahih olur; bu durumda, cuma namazını önce veya sonra kılmak önemli değildir.

     5. İzin
     Hanefîler, cuma namazını devlet başkanı veya temsilcisinin ya da bunlar tarafından yetkili kılınan bir kişinin kıldırması gerektiğini ileri sürmüşlerdir. Hanefîler'in dışındaki diğer mezhepler cuma namazının geçerliliği için bu şartı aramazlar. Ancak Hanefîler'in dışındaki bazı bilginlere göre de, bazı durumlarda meselâ zorunlu olmadığı halde birden fazla yerde cuma namazı kılınması durumunda sadece devlet başkanı veya temsilcisinin kıldırdığı cuma namazı sahihtir. Bir camide cuma namazı kıldırması için kendisine yetki verilen kimse, o camide cuma namazını kendisi kıldırabileceği gibi bir başkasına da kıldırtabilir. Namaz için verilen izin hutbe için de geçerlidir.
     Cuma namazı, Hulefâ-yi Râşidîn döneminden hemen sonra siyasî bir içerik kazanmaya başlamıştır. Bazı yörelerde ve dönemlerde, hutbelerde Ali'ye, bazı dönemlerde veya yerlerde de Muâviye'ye lânet okunduğu görülmüş; hutbe bir anlamda, siyasî kanaatin ve hangi tarafta olunduğunun göstergesi haline gelmiştir. İleriki zamanlarda ise hutbenin biri adına okunması, onun isyan bayrağını çektiği ve siyasî bağımsızlığını ilân ettiği anlamına gelmeye başlamış, dolayısıyla hutbe ve cuma namazı âdeta siyasî bir sembol olmuştur. Tarih kitaplarında, adına hutbe okutmak veya adına hutbe okunmak şeklinde yer alan ifadeler de cuma namazının zaman içerisinde siyasal bir içerik kazandığını göstermektedir. Özellikle Abbâsîler'den itibaren resmî veya yarı resmî mezhep durumunda olan Hanefî mezhebinin âlimleri ister istemez bu siyasî konjonktürden etkilenmişler ve cuma namazı için daha önce bulunmayan birtakım şartlar ileri sürmek durumunda kalmışlardır. Dolayısıyla cuma namazı kılmak için devlet başkanının izninin aranması şartı eski siyasî içeriğini kaybetmiş olduğu için, günümüzde bu şartı aramaya gerek kalmamıştır. Öte yandan, bu şartın hâlâ geçerliliğini koruduğu düşünülse bile, bir ülkede camilerin yapılmasına izin verilmesi, imamların maaşlarının devlet tarafından ödenmesi ve bu işler için kamusal bir örgütlenmenin mevcut olması, cuma namazının kılınması için de izin sayılır ve şart yerine gelmiş olur.
     Sonraki Hanefî fıkıhçılar, devlet başkanının veya izninin bulunmaması durumunda bir cemaat teşkil edebilen müslümanların, aralarından birine cuma imamlığı selâhiyeti vererek bu namazı kılabileceklerine fetva vermişlerdir.
     Cuma kılınan yerin herkese açık olması anlamında genel izin de (izn-i âm), bazı kitaplarda ayrı bir şart olarak değerlendirilmekle birlikte, bir anlamda devlet başkanının izni kapsamında yer alır.
     Hanefîler'e göre, bir yerde cuma namazı kılınabilmesi için, o yerde cuma namazı kılınmasına, yetkili kimse tarafından herkese açık olmak üzere izin verilmesi şarttır. Buna göre, belli bir yerde bulunan kimseler, cuma namazı kılınmasına izin verilmiş camide, sadece belirli kimseler girmek kaydıyla cuma namazı kılamazlar. Ancak başka kimselerin de girmesine müsaade edildiği halde, başka kimseler gelmese ve sadece oradaki kimseler kılsalar, cuma namazları sahih olur.
     Güvenlik ve gizliliğin korunması gibi sebeplerle herkese açık olmayan yerlerde bulunan cemaat cuma namazı kılabilir. Burada izn-i âm şartı zaruret sebebiyle kalkmış olur.

     6. Hutbe
     Cuma namazının sıhhat şartlarından birisinin de hutbe olduğu hususunda fakihler görüş birliği içindedirler. Ancak cuma namazının sıhhat şartlarından olan hutbenin rükünleri ve geçerlilik şartları konusunda mezhepler arasında görüş farklılıkları vardır.
     Hutbe, birilerine hitap etmek, bir şeyler söylemek demektir. Haftada bir gün bir mekânda toplanmış olan müminlerin başta dinî konular olmak üzere, onların hayatlarını kolaylaştıracak, ilişkilerini uyumlu hale getirecek her konuda aydınlatılması için hutbe bir vesile ve bir fırsattır. Hutbe esasen bu amacı gerçekleştirmek için düşünülmüştür; bu sebeple cemaatin bilip anladığı bir dille irad edilir.
     Cuma namazının bir parçasını teşkil eden hutbenin varlığı, fıkhen geçerliliği veya en güzel şekilde ifası için bazı şartlar aranır. Bunlar ilmihal dilinde hutbenin rükünleri, şartları ve sünnetleri olarak anılır.

     aa) Hutbenin Rüknü
     Ebû Hanîfe'ye göre hutbenin rüknü yani temel unsuru Allah'ı zikretmekten ibaret olduğu için, hutbe niyetiyle "elhamdülillah" veya "sübhânallâh" veya "lâ ilâhe illallah" demek suretiyle hutbe yerine getirilmiş olur. Fakat bu kadarla yetinilmesi mekruhtur. Ebû Yûsuf ve Muhammed'e göre ise hutbenin rüknü, hutbe denilecek miktarda bir zikirden ibarettir ki, bu zikrin uzunluğunun da en az teşehhüd miktarı kadar yani Tahiyyât duası kadar olması gerekir.
     İmam Mâlik'e göre hutbenin rüknü, müminlere hitaben müjdeli veya sakındırıcı ifade taşımasıdır.
     İmam Şâfiî'ye göre ise hutbenin beş rüknü vardır. Bu rükünler şunlardır: 1. Her iki hutbede (hutbenin her iki bölümünde) Allah'a hamdetmek. 2. Her iki hutbede Peygamberimiz'e salavat getirmek. 3. Her iki hutbede takvâyı tavsiye etmek. 4. Hutbelerden birinde bir âyet okumak (âyetin birinci hutbede okunması efdaldir). 5. İkinci hutbede müminlere dua etmek. Hanbelîler'e göre ise hutbenin rükünleri, sonuncu hariç, Şâfiîler'deki ile aynıdır.

     bb) Hutbenin Şartları
     Hanefîler'e göre cuma namazı hutbesinin sahih olabilmesi için şu şartların bulunması gerekir:
     1. Vakit içinde okunması.
     2. Namazdan önce olması.
     3. Hutbe niyetiyle okunması.
     4. Cemaatin huzurunda irad edilmesi.
     Son şartın yerine gelmiş olması için, kendisiyle cuma sahih olan en az bir kişinin bulunması gerekir. Her ne kadar Hanefî mezhebinde hutbenin sıhhati için cemaatin şart olmadığına dair bir görüş mevcut ise de, mezhepte daha doğru kabul edilen görüş, bir kişi bile olsa cemaatin huzurunda okunmasının gerektiği şeklindedir ve bunun kendisiyle cuma namazı sahih olabilecek bir kişi olması da şarttır. Ancak, hutbenin sıhhati için cemaatin işitmesi şart olmayıp sadece hazır bulunması yeterlidir.
     5. Hutbe ile namaz arasının, yiyip içmek gibi namaz ve hutbe ile bağdaşmayan bir şeyle kesilip ayrılmaması.
     Hatibin hadesten tahâret ve setr-i avret şartlarını taşıyor olması ve hutbeyi ayakta okuması şart değildir. Fakat bunlara riayet edilmesi gerekir. Çünkü bunlar, kabul edilen görüşe göre sünnet olmakla birlikte bunların vâcip olduğunu söyleyenler de bulunmaktadır.
     Hanefîler'e göre cuma hutbesinin Arapça olması şart değildir.

     Mâlikîler'e göre ise cuma namazı hutbesinin geçerli olmasının şartları şunlardır:
     1. Hatibin ayakta olması.
     2. Her iki hutbenin de öğle vakti girdikten sonra irad edilmesi.
     3. Her iki hutbenin de hutbe olarak nitelendirilebilecek içerikte olması.
     4. Mescidin içinde irad edilmesi.
     5. Namazdan önce olması.
     6. En az on iki kişilik bir cemaatin huzurunda olması.
     7. Açıktan okunması.
     8. Arapça olması.
     9. Hutbelerin arasına ve hutbe ile namaz arasına başka bir meşguliyetin sokulmaması.
     Mâlikîler'e göre de hatibin abdestli olması şart olmadığı gibi hutbede niyet de şart değildir.

     Şâfiîler'e göre cuma namazı hutbesinin sahih olabilmesi için gerekli şartlar da şunlardır:
     1. Hutbenin beş rüknünden her birinin Arapça olması.
     2. Öğle vakti içinde olması.
     3. Hatibin, gücü yetiyorsa hutbeleri ayakta okuması.
     4. Bir mazereti yoksa iki hutbe arasında oturması.
     5. İki hutbenin rükünlerini en az kırk kişinin dinlemesi.
     6. Hutbenin namazdan önce okunması ve gerek hutbelerin arasına gerekse hutbe ile namazın arasına başka bir meşguliyetin katılmaması.
     7. Hatibin hadesten ve necâsetten temiz olması.
     8. Hatibin setr-i avrete riayet etmesi.
     9. Hatibin erkek olması.
     10. Hatibin kırk kişinin duyabileceği şekilde sesini yükseltmesi.
     11. Hatibin imamlığının sahih olması.
     12. Hatibin namazın farz ve sünnetlerini birbirinden ayıracak kadar bilgi sahibi olması, hiç değilse farzı sünnet olarak bilmemesi. Şâfiîler'e göre de hutbe için niyet şart değildir.

     cc) Hutbenin Sünnetleri
     1. Hatibin, hutbe için minbere kolayca ve kimseye eziyet etmeden çıkabilmesi için minbere yakın bir yerde bulunması, cumanın ilk sünnetini minberin önünde kılması. Böyle yapmaması yani mihrapta veya minbere uzak bir yerde kılması mekruhtur.
     2. Hatibin minbere çıktıktan sonra cemaate dönük olarak oturması ve okunacak ezanı bu şekilde dinlemesi.
     3. Ezanın, hatibin huzurunda okunması.
     4. Hatibin ezandan sonra kalkıp, her iki hutbeyi ayakta okuması. Hutbenin ayakta okunmasının vâcip olduğu yönünde de görüş bulunmaktadır.
     5. Hutbe okurken hatibin yüzünün cemaate dönük olması.
     6. Hutbeye gizlice eûzü çektikten sonra sesli olarak Allah'a hamd ve sena ile başlaması.
     7. Kelime-i şehâdet okuması ve Hz. Peygamber'e salavat getirmesi.
     8. Müslümanlara nasihatte bulunması.
     9. Eûzü ile Kur'an'dan bir âyet okuması.
     10. Hutbeyi iki bölüm halinde yapması ve iki hutbe arasında kısa bir süre, ortalama üç âyet okuyacak kadar oturması.
     11. İkinci hutbeye de birincide olduğu gibi Allah'a hamd ederek ve Hz. Peygamber'e salavat getirerek başlaması.
     12. İkinci hutbede müminleri af ve mağfiret etmesi, onlara afiyet ve esenlik vermesi ve onları muzaffer kılması için Allah'a dua etmesi.
     13. İkinci hutbeyi birinciye göre daha alçak sesle okuması.
     14. Hutbeyi kısa tutması.
     15. Hutbeyi cemaatin işitebileceği bir sesle okuması.
     16. Abdestli olması ve avret yerleri örtülü bulunması. Bunların vâcip olduğu da söylenmiştir.
     17. Hutbeden sonra namaz için kamet getirilmesi.
     18. Cuma namazını hutbe okuyan kişinin kıldırması.

     Hanefîler'in hutbenin sünnetleri olarak kabul ettiği birçok husus Şafiîler`de hutbenin sahih olmasının şartı olarak görülür.

     dd) Hutbenin Mekruhları
     Hutbenin sünnetlerini terketmek mekruhtur. Ayrıca, hutbe okunurken konuşmak ve konuşan birini konuşmaması için uyarmak tahrîmen mekruhtur. Hatta hatip ile cemaatin dinî meselelerde soru-cevap şeklindeki konuşması dahi Hz. Peygamber'den bu yönde bazı uygulamalar rivayet edilmekle birlikte cami disiplinini bozacağı gerekçesiyle hoş karşılanmamıştır. Hutbe dinleyenlerin sağa sola bakmaları, selâm verip almaları da mekruhtur. Hatta Hz. Peygamber'in adı anıldığı zaman ya sessiz kalmalı ya da içinden salâtü selâm etmelidir. Hutbe esnasında namaz kılmak dahi mekruhtur.

Bir sonraki notlarımızda CUMA NAMAZININ KILINIŞI başlıklı bölümümüze geçeceğiz...
  
 

14 Nisan 2012 Cumartesi

Devlet Hava Meydanları İşletmesi 20 Stajyer Hava Trafik Kontrolörü Alınacak

Devlet Hava Meydanları İşletmesi Genel Müdürlüğünden:
STAJYER HAVA TRAFİK KONTROLÖRÜ
GİRİŞ SINAVI DUYURUSU
KURUM ve ALINACAK POZİSYONA İLİŞKİN BİLGİLER
Sınavı Açan Birim: Devlet Hava Meydanları İşletmesi Genel Müdürlüğü.
Görev Yeri: DHMİ Atatürk Havalimanı Başmüdürlüğü (Taşra)
Atama Yapılacak Kadro Unvanı ve Sayısı:
- Stajyer Hava Trafik Kontrolörü: 20 adet.
Stajyer Hava Trafik Kontrolörü Adayları için KPSS Puan Türü ve Taban Puanı: KPSSP3 puan türünden en az 70 puan
KPSS Puanının Geçerlilik Yılı: 10-11 Temmuz 2010 tarihli Kamu Personeli Seçme Sınavı.
Devlet Hava Meydanları İşletmesi Genel Müdürlüğü bünyesinde 399 sayılı Kanun Hükmünde Kararnamenin 3/c Bendi kapsamında istihdam edilmek üzere, 31.01.2007 tarih ve 26420 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanan Hava Trafik Kontrol Hizmetleri Personeli Lisans ve Derecelendirme Yönetmeliği’nde belirtilen hükümler çerçevesinde aşağıdaki şartlara haiz açıktan atama ile personel alınacaktır.
Stajyer hava trafik kontrolör adayları için,
a) T.C. vatandaşı olmak,
b) Hava Trafik Kontrol Kursunun Başlayacağı 09/07/2012 tarihi itibariyle, 27 yaşından gün almamış olmak, (09/07/1986 ve sonrasında doğmuş olmak.)
c) 4 yıllık fakülte veya yüksek okul mezunu olmak,
d) ICAO ANNEX’1 kriterlerine uygun “Hava Trafik Kontrolörü olur” ibareli sağlık raporu almak, (aranan şartlar http://www.dhmi.gov.tr/ adresinde yer alan Hava Trafik Kontrol Hizmetleri Personeli Lisans ve Derecelendirme Yönetmeliği’nde yazılı bulunmaktadır.)
e) Türk Ceza Kanununun 53 üncü maddesinde belirtilen süreler geçmiş olsa bile; kasten işlenen bir suçtan dolayı bir yıl veya daha fazla süreyle hapis cezasına ya da affa uğramış olsa bile devletin güvenliğine karşı suçlar, Anayasal düzene ve bu düzenin işleyişine karşı suçlar, milli savunmaya karşı suçlar, devlet sırlarına karşı suçlar ve casusluk, zimmet, irtikâp, rüşvet, hırsızlık, dolandırıcılık, sahtecilik, güveni kötüye kullanma, hileli iflas, ihaleye fesat karıştırma, edinim ifasına fesat karıştırma, suçtan kaynaklanan malvarlığı değerlerini aklama veya kaçakçılık suçlarından mahkûm olmamak.
f) İlan edilen KPSSP3 puan türünden 70 ve daha üzeri puan aldığını belgelemek,
g) Hava/yer ve yer/yer sesli iletişiminde Türkçe ve İngilizce dillerinde, yanlış anlamalara ve aksamalara yol açabilecek belirgin bir aksan veya lehçe, dilde pelteklik, gizli kekemelik ve aşırı heyecan sahibi olmamak, (Bu durum sınav komisyonunca tespit edilerek tutanak altına alınır ve yazılı sınavı geçmiş olsalar bile sınavı kazanmış sayılmaz ve elenirler.)
h) Başvuru sırasında, İngilizce dilinde KPDS sınavından en az 70 veya YÖK tarafından yayımlanan denklik tablosunda belirlenen yabancı dil bilgisine sahip olmak.

SINAVLARIN YAPILIŞ ŞEKLİ:
- Hava Trafik Kontrol adaylarının seçimi için geliştirilmiş, bilgisayar destekli seçme sınavı veya
- Genel yetenek, muhakeme, zeka, hafıza ve çabuk karar verme gibi özellikleri test etmeye yönelik yazılı sınav ve
- Türkçe ve İngilizce dillerinde, yanlış anlamalara ve aksamalara yol açabilecek belirgin bir aksan veya lehçe, dilde pelteklik, gizli kekemelik ve aşırı heyecan sahibi olmamak gibi özelliklerin tespitine yönelik sözlü sınav şeklinde uygulanacaktır.

BAŞVURU ŞEKLİ :
Devlet Hava Meydanları İşletmesi Genel Müdürlüğü Stajyer Hava Trafik Kontrolörü Pozisyonlarına İlk Defa Atanacak Adayların Seçme Sınavlarına Dair Yönetmelik gereğince duyurulan boş pozisyonların sayısının 3 (Üç) katı kadar aday KPSSP3 puanı en yüksekten başlamak üzere yazılı yarışma sınavına çağırılacaktır.
Söz konusu açıktan atama ile atanması öngörülen pozisyonlardan şartların uymaması nedeniyle atama yapılamaması halinde sıradaki adaya hak tanınacaktır.
Adaylar; Bilgisayar destekli seçme programı sınavı veya yazılı sınavlarda almış oldukları puan sırasına göre sözlü sınava çağırılacaktır.
Sınava girmek isteyen adaylar; Genel Müdürlükten veya Web sitesinden (www.dhmi.gov.tr) temin edecekleri Aday Başvuru Formu’nu doldurarak, aşağıdaki belgelerle birlikte 16/04/2012-18/05/2012 Tarihleri arasında DHMİ Atatürk Havalimanı Başmüdürlüğü Personel Müdürlüğünde olacak şekilde şahsen veya posta yoluyla başvuracaklardır. Postadaki gecikmelerden dolayı kuruluşumuz sorumlu olmayacaktır.

BAŞVURUDA İSTENECEK BELGELER:
a) Yüksek Öğrenim Kurumu diploma veya bitirme belgesinin fotokopisi
b) 4,5x6 ebadında 2 adet vesikalık fotoğraf,
c) KPSS sınav sonuç belgesinin çıktısı
Bilgisayar destekli seçme sınavında veya yazılı sınavda başarılı olan ve sözlü sınav için çağrılan stajyer hava trafik kontrolör adaylarından aşağıdaki belgeler istenir.

SINAVI KAZANANLARDAN İSTENECEK BELGELER:
a)T.C. kimlik numaralı nüfus hüviyet cüzdanının fotokopisi (aslını ibraz etmek şartıyla)
b)Askerlik ile ilgisi bulunmadığı, askerlik çağına gelmemiş ya da askerlik çağına gelmiş ise muvazzaf askerlik hizmetini yapmış yahut erteletmiş veya yedek sınıfına geçirilmiş olduğuna dair beyanı.
c) Adli sicil kaydı beyanı
d) 4,5x6 ebadında 6 adet vesikalık fotoğraf,
e) ICAO Ek-1 Sınıf 3’e uygun alınacak sağlık kurulu raporu (Öncelikle Sınavda başarılı olan ilk 20 aday için)
f) Hizmet belgesi (Kamu Kurum ve Kuruluşunda çalışanlar için)
g) Mal Bildirim Formu.

SINAVLARIN YAPILACAĞI YER VE DUYURU:
Bilgisayar destekli seçme programı sınavı veya yazılı sınavlar DHMİ Atatürk Havalimanı Başmüdürlüğünde 04/06/2012 - 08/06/2012 tarihleri arasında saat 09.00’da başlayarak yapılacaktır.
Bilgisayar destekli seçme programı sınavı veya yazılı sınava çağrılacak adaylara yazılı tebligat yapılmayacak olup, Sınava ilişkin liste (http://www.dhmi.gov.tr/) adresinde ilan edilecektir.
Bilgisayar destekli seçme programı sınavı adaylara DHMİ Web sayfasından duyurulan gün ve saatte gruplar halinde yapılacaktır.
Sınavlarda başarı gösteren stajyer hava trafik kontrolör adayları sözlü sınava sınav tarihi, yeri ve saati Kuruluşumuz internet adresinden (http://www.dhmi.gov.tr/) yapılacak duyuruyla çağırılacaktır.

SINAV KONULARI:
Bilgisayar destekli seçme sınavı veya Yazılı sınav ve Sözlü sınav, aşağıda belirtilen konularda yapılır. Sınav Komisyonu tarafından gerekli görüldüğü hallerde; sınav konularında değişiklik yapılabilir.
Bilgisayar destekli seçme sınavı;
Bilgisayar ortamında; algılama, reaksiyon, üç boyutlu düşünme, hızlı ve doğru karar verebilme özelliklerini tespit etmeye yönelik, önceden hazırlanmış veri tabanı kullanılarak yapılır.
Yazılı sınavlar;
Genel yetenek, muhakeme, zeka, hafıza ve çabuk karar verme, şekil, rakam ve harf kombinasyon ve dizilerinin tespiti gibi özellikleri test etmeye yönelik en az 50 sorudan oluşur.
Sözlü sınavlar;
Adaylarının sesli iletişimde Türkçe ve İngilizce dillerinde, yanlış anlamalara ve aksamalara yol açabilecek belirgin bir aksan veya lehçe, dilde pelteklik, gizli kekemelik ve aşırı heyecan sahibi olmak gibi ifade yeterlilikleri de göz önünde bulundurularak yapılacak Türkçe ve İngilizce mülakatı içerir.

SINAVLARIN DEĞERLENDİRİLMESİ:
Bilgisayar destekli seçme sınavı sonunda, her bir aday için bilgisayar çıktısı şeklinde alınacak raporda yer alan toplam puan esas alınacaktır. Sınav Komisyonu tarafından; raporda yer alan toplam puanı en yüksek adaydan başlanarak pozisyon sayısı kadar aday başarılı ve bu sayının yarısı kadar adayda yedek olmak üzere sözlü sınava çağırılır.
Yazılı sınav yapılması halinde ise; yazılı sınavda 100 üzerinden 70 ve üzeri puan alanlardan, Sınav Komisyonu tarafından; puanı en yüksek adaydan başlanarak pozisyon sayısı kadar aday başarılı ve bu sayının yarısı kadar adayda yedek olmak üzere seçilir ve sözlü sınava çağrılır.

BAŞVURU SÜRESİ VE YERİ:
Başvuru süresi 16/04/2012 tarihinde başlayacak ve 18/05/2012 günü mesai bitiminde sona erecektir. Başvurular Devlet Hava Meydanları İşletmesi Atatürk Havalimanı Başmüdürlüğünde olacak şekilde şahsen veya posta yoluyla yapılacaktır. Postadaki gecikmelerden dolayı kuruluşumuz sorumlu olmayacaktır.
Sınav sonuçları (http://www.dhmi.gov.tr/) adresinden duyurulacak ve kazanan adaylara yazılı tebligat yapılmayacaktır.

13 Nisan 2012 Cuma

İSLAM TARİHİ ... RECİ' VAK'ASI

İ S L A M   T A R İ H İ
Reci' Vak'ası
(Hicret’in 4. senesi Sefer ayı)

     Uhud Harbi’nden sonra, Müslümanların harpteki mağlubiyetleriyle zaafa uğradıkları zannına kapılan etraftaki bazı Arap kabilelerinde, İslam’ın merkezi Medine’ye karşı bazı kıpırdanma ve hareketlenmeler görüldü. Harekete ha­zırlananlardan biri de, Huzeyl kabilesinden Hâlid b. Süfyan idi. Medine üze­rine yürümek için hazır­lıklarını ta­mamlamıştı ki Peygamber Efendimiz du­rumu haber al­mış­tı. Ashâb-ı Suffa’dan Abdullah b. Üneys’i, haberin doğ­rulu­ğunu tahkik için göndermişti. Yayılan haberin doğru ol­duğunu, bizzat hareketi plânlayan Hâlid b. Süf­yan’­dan öğ­renen Abdullah b. Üneys, bir fırsatını kolla­yıp, kı­lıcıyla onu öldürmüştü. [1]
     Bu hadise, civar kabilelerin bir müddet sessiz sedâsız durmalarını sağla­mıştı, ama Müslümanlara karşı intikam ve taarruz hırslarını da bilemiş olu­yordu. Sinsi düşman, açıktan açığa Müslümanlara karşı çıkamayacağını anlayınca, bu intikam duygusunu tatmin için başka yollar aradı. Masum kılığına girerek Adal ve Kare kabilesine mensup altı kişilik bir heyet, Medine’ye çıkageldi. Müslüman olduklarını söyleyerek Peygamber Efendimizin huzuruna çıktılar ve “Yâ Re­sû­lal­lah! Kabilemiz arasında İslamiyet yayılmış durumda. Sahabele­rinden birkaçını, İslam hükümlerini tebliğ etmek, Kur’an okuyup öğretmek üzere bizimle beraber gönder!” [2] diye ricada bulundular.
     Resûl-i Ekrem, İslam’a hizmet teşkil edecek bu masum ve mâkul görünen talebi cevapsız bırakmadı; Mersed b. Ebî Mersed başkanlığında on sahabeyi ge­lenlerle birlikte gönderdi. İrşad vazifesiyle yola çıkan on sahabeden, isimleri bilinen yedisi şunlardı:
Mersed b. Ebî Mersed, Hâlid b. Ebî Bukeyr, Abdullah b. Târık, Âsım b. Sâ­bit, Hubeyb b. Adiyy, Zeyd b. Desinne ve Muattib b. Ubeyd. [3]
     İrşad heyeti, Huzeylilere âit Recî’ adındaki su başına geldiklerinde, âdi ve alçakça bir hıyanetle karşı karşıya bulunduklarını anladılar. Bir anda Benî Lih­yan’dan yüz ka­dar okçunun hücumuna maruz kaldılar. “Biz Müslüman ol­duk, bize irşad heyeti gönder” diye yalvaran bu adamlar, şimdi Müslüman mür­şid­­leri Lihyanların ok­çularına teslim ediyorlardı.
     Müslümanlar, kılıçlarını sıyırarak bir dağa iltica ettiler. Kendilerini kılıçla­rıyla müdafaa etmeye kalktılarsa da, kısa zamanda muka­vemetleri kırıldı. Ha­inler, Müslümanların sığındıkları dağın etrafını sardılar: “Eğer yanımıza inip teslim olursanız sizi öldürmeyiz!” diye seslendiler. Müslüman muallimler, müşriklerin bu sözlerine güvenmeyip teslim olmayı reddettiler. İçlerinden Âsım b. Sâbit, “Ben, müş­riklerin himâyesini ömrüm bo­yunca kabul etmemek üzere yeminliyim! Vallahi, ben bu kâfirlere asla teslim olmam!” dedi; sonra da, “Allahım, Resûlünü durumumuzdan haberdar et!” diye dua etti. Bir taraftan da müşriklere ok yağdırıyordu. Ok atarken de, “Ben ne diye çarpışmayayım ki? Gücüm kuvvetim yerinde, oklarım yanımda, yayı­mın kirişi kalın, enli temrünler sebebiyle kayıp gitmekte."
“Ölüm hak, dünya boş ve geçicidir.
Takdir edilen elbette başa gelecektir!
İnsanlar er geç Allah’a dönecektir!
Eğer ben sizinle çarpışmazsam annem evlatsız kalsın” diyordu. [4]
     Bu kahraman sahabe, oku bitince, mızrağını kullanmaya başladı. O da kırı­lınca kılıcına sarıldı. Böylece birçok müşriği yere serdikten sonra son duası ise şu oldu: “Allahım! Ben senin dinini korumaya çalıştım; sen de cesedimi müşrikler­den koru!”
     Diğer sahabeler de kahramanca çarpıştılar. Ancak yüz kişiye karşı on kişi ne yapabilirdi ki? Sonunda, aralarında Âsım b. Sâbit’in de (r.a.) bulunduğu yedi sa­habe, müşrik oklarıyla şehit oldular. Geri kalan üç sahabe ise, müşriklerden kendilerini öldürmeyeceklerine dair kesin söz alınca teslim oldular. Müşrikler üçünü de yaylarının kirişiyle sıkıca bağladılar. Sonra Mekke’nin yolunu tuttu­lar. Maksatları, onları götürüp Müslümanlara karşı kalpleri kin ve nefretle dolu Ku­reyş müşriklerine satmaktı!
     Yolda, Abdullah b. Târık, bir fırsatını kollayıp kaçtı. An­cak bu ka­çış hayata değil, şehâdete idi. Müşriklerin attıkları taşlarla o da şehit oldu. Geriye iki kişi kaldı: Zeyd b. Desinne ve Hubeyb b. Adiyy... Bunları da götürüp Mekke’de sat­tılar.
     Âsım b. Sâbit, Uhud Muharebesi’nde, Sülâfe adındaki azılı bir müşrik kadı­nın iki oğlunu öldürmüştü. Bu şerir kadın, Hz. Âsım’ın başını eline geçirdiği takdirde, onunla şarap içeceğine dair yemin etmişti. Lihyanoğulları bunu bili­yorlardı. Bu sebeple hunharca şehit ettikleri Hz. Âsım b. Sâbit’in başını alıp Mekke’deki bu kadına götürmek istiyorlardı. Ancak Allah, kendilerine bu fır­satı vermedi. Âsım b. Sâbit’in (r.a.) şehit olmadan az önce, “Allahım! Müs­lü­man olduğum günden beri senin yüce dinini müdafaa ve himâye etmek için nefsimi feda ettim. Bugün, son günümdür. Sen de benim cesedimi (müşriklerin dokunma­sından) muhafaza eyle!” [5] diye ettiği duasını Cenab-ı Hak kabul etti. Müşrikler cesedi­nin başına yaklaşmak iste­dikleri sırada, cesedin başında bir­den bir arı sürüsü peydâ oldu ve onları cesede yaklaştırmadı. Bunun üze­rine cesedi sabahleyin gelip almak üzere ayrıldılar. Ancak sabah geldiklerinde ceset ortada yoktu. Şaşırdılar. Çünkü Cenab-ı Hak, gece bir yağmur yağdırmış ve bu büyük sahabenin cesedini ne­cis müşriklerin ellerinin dokunmasına fırsat ver­meden sellere sürükletip götürmüştü!

     Hz. Hubeyb ile Hz. Zeyd’in Şehâdetleri
     Lihyanoğulları tarafından Mekke’ye götürülen Hz. Hu­beyb b. Adiyy ile Zeyd b. Desinne, Bedir’de yakınları öldürülenler tarafından satın alınmış ve hapsedilmişler­di. Ku­reyş’in kararı, bu iki sahabeyi şehit etmekti. Bir müd­det hapiste işkence ve eziyetlere maruz bıraktıktan sonra, bir gün alıp ikisini birlikte Ten’im mevkiine götürdüler. İki kahraman sahabe son olarak kucakla­şıp birbirlerine sabır tavsiyesinde bulundular.
     Ten’im denilen yer sanki bayram yeriymiş gibi, çoluk çocuk, genç ihtiyar, kadın erkekle dolmuştu. Bu iki masum sahabenin maruz kalacakları gaddar hareketi seyre gelmişlerdi. Hürriyeti ve insanlığı ayaklar altına alan canileri al­kışlamaya koşmuşlardı. Yarım kalan Uhud muvaffakiyetleri ile Bedir mağlubi­yetinin acısını çıkaramadıklarını biliyor ve o acıyı, hıncı ve intikamı, bu iki ma­sum, müdafaasız ve silahsız sahabeyi darağacında sallandırmakla almaya çalı­şıyorlardı.

     Hz. Hubeyb’in Şehâdeti
     Çukur kazılmış, direk dikilmişti. Hz. Hubeyb’i direğe doğru götürdüler. Gönlü Allah’ın ve Resûlünün mu­habbetiyle dopdolu Hz. Hubeyb, telâşsız, tereddütsüz idi. Allah’ın dini uğ­runda şehit olmayı en büyük şeref biliyordu. İki rekât namaz kılmak için mü­saade istedi. İzin verilince bütün samimiyetiyle yüce Mevlâsının huzuruna yö­neldi. İki rekât namazını tamamladıktan sonra müşriklere dönerek, “Vallahi” dedi. “Eğer Hu­beyb ölüm­den korktu da namazı uzattı demeyecek olsaydınız, na­mazı uzatır ve çoğaltırdım!” [6]
     Hz. Hubeyb, bu hareketiyle, idamdan önce iki rekât namaz kılma âdet ve sünnetini de başlatan ilk insan oluyordu. [7]
     Müşrikler ona, “Muhammed’in dinini terk eder ve ecdadının dinine döner­sen sana eman veririz!” dediler.
     Kahraman sahabe, “Vallahi, hayır! İslam’dan asla dönmem! Hatta dünya, içindekilerle beraber bana verilse, yine de dönmem!” diye cevap verdi.
     Bu sefer müşrikler, “Doğru söyle; şimdi senin yerine Mu­hammed olsa ve sana bedel o öldürülse memnun olurdun, değil mi?” diye sordular.
     Gönlü Re­sû­lul­lah’a muhabbetle yanıp tutuşan sahabe­den gelen cevap, müş­rik canileri şaşırttı, tüylerini diken di­ken etti: “Allah’a yemin ederek söylüyo­rum ki Pey­gam­be­ri­mizin ayağına bir diken batmaktansa, evimden, hayatım­dan, çoluk çocuğumdan olmaya râzıyım!”
     Müşrikler, fedakârlığın böylesini görmemiş, Allah’a ve Resûlüne bağlılığın tatlı saadetini yaşamamış oldukları için, Hu­beyb Hazretlerinin bu cevaplarına gülüp geçiyorlardı.
Etrafına bakan büyük insan, hiçbir nurani yüz göremiyordu. Bütün suratlar abustu; şirkin çirkinliği yüzlerine aksetmişti sanki... Kendisiyle Re­sû­lul­lah’a se­lamını iletecek kimsecikler yoktu o kocaman kalabalıkta... Bizzat kendi ağ­zıyla, hayatını uğruna feda ettiği Re­sû­lul­lah’a darağacında selam yollamaktan başka çaresi yoktu. Şöyle niyazda bulundu:
     “Allahım! Şu anda düşman yüzlerden başka yüz göremi­yorum! Allahım! Burada selamımı Resûlüne ulaştıracak hiç kimse yok! Ne olur ona selamımı sen ulaştır! Allahım! Sen, bize Resûlünün peygamberliğini bildirdin. Bize revâ görü­lenleri de ona sabahleyin bildir.” [8]
     Bu hazin dua yapılırken, Resûl-i Ekrem Efendimiz de, Medine’­de, Hu­beyb’in selamını, “Aleykesselam!” diyerek aldı; sonra da ashabına dönerek, “Ku­reyş, Hubeyb’i şehit etti” buyurdu.
     Hz. Hubeyb, eli kolu ağaçtan direğe bağlı bekletiliyordu. Karşısında, baba­ları öldürülmüş kırk genç, ellerinde mız­raklarla duruyorlardı. Emir alınca, dört bir taraftan mızrakları bu aziz sahabenin vücuduna batırmaya başladılar. Hubeyb’in, işkenceler altında ruhunu teslim etmesini istiyorlardı. Bir ara Hz. Hubeyb’in yüzü Kâbe’­ye döndü. Allah’a bundan dolayı hamd­etti: “Hamdol­sun o Allah’a ki yüzümü, kendisinin, Resûlünün ve mü’minlerin râzı oldukları kıbleye çevirdi!”
     Ku­reyş müşrikleri buna da tahammül edemediler ve onun yüzü­nü Kâ­be’den çevirdiler. Fakat fedakâr sahabe, yüzü Kâbe’ye doğru şehâdet maka­mına erişmek istiyordu. Rabb-i Rahîm’ine, “Allahım! Eğer ben, senin katında hayırlı biri isem, yüzümü kıblene çevir!” di­ye yalvardı.
     Kıbleye çevrilen Hubeyb Hazretlerinin yüzünü müşrikler, bir da­ha başka tarafa çeviremediler. [9]
     Hz. Hubeyb’in, ruhuyla yüce âlemlere yükselme zamanına kısa bir süre kal­mıştı. Ruhunu teslim etmeden önce kendisine Allah’a ve Resûlüne iman ve mu­habbetten dolayı bu zulmü, bu eziyeti revâ görenlere, “Allah'ım! Ku­reyş müşriklerini mahvet, topluluklarını tarumar et, onların birer birer canlarını al! Hiçbirini sağ bırakma Allahım!” [10] diye beddua etti.
     Yüksek sesle yapılan bu beddua, Ten’im mevkiinde yankılandı, imansız kalplere müthiş bir korku verdi. Kimisi yüzükoyun yere uzandı, kimi kulağını tıkadı. Bu korku, Hubeyb Hazretlerinin şe­hâ­de­tinden çok sonraya kadar da de­vam etti.
     Mızraklar göğsüne saplı Hz. Hubeyb, o ibret verici manzara için­de bir müddet Allah’ın varlık ve birliğini, Resûlünün hak ve peygamberliğini şirk eh­linin suratlarına hay­kırdı. Az sonra da hayatını şehâdet mertebesiyle nokta­ladı. Böylece, Allah yolunda darağacında ruhunu teslim eden ilk Müslüman oldu.

     Sıra, Hz. Zeyd’de...
     Hz. Hubeyb’in şehâdetini, Hz. Zeyd’in şehâdeti takip edecekti. Müşrikler onu da Ten’im’e alıp getirmişler ve darağacına bağlamışlardı. Hz. Hubeyb’e yapılan tekliflerin aynısı ona da yapıldı. Fakat bu büyük sa­habe de, Hubeyb’in verdiği aynı cevapları pervasızca verdi.
     Ebû Süfyan, bu durum karşısında hayret ve takdirini gizleyemedi: “Ben, in­sanlar arasında ashabının Muhammed’i sevdiği kadar hiç kimsenin, hiç kim­seyi sevdiğini şimdiye kadar görmüş değilim!” [11]
     Tekliflerinden netice almayan müşrikler, Hz. Zeyd’i oklarına he­def aldılar ve onu da şehit ettiler. Cesedi bağlı bulunduğu yerde kalan büyük sahabenin ruhu kim bilir hangi yüce âlemde tayeran ediyordu?
     Her iki sahabe de, imanlarında, Allah’a ve Resûlüne sadâkatte zerre kadar tereddüde düşmeden, işte böylesine imrenilecek güzel bir surette hayat def­terlerini kapadılar.

______________________________________________________________
Notlar:
[1] İbn Sa’d, Tabakat, c. 2, s. 51.
[2] İbn Hişam, Sîre, c. 3, s. 178; İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 55.
[3] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 178; İbn Sa’d, a.g.e., c. 2. s. 55.
[4] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 179; Ahmed İbn Hanbel, Müsned, c. 2, s. 294.
[5] İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 463; Halebî, İnsanü’l-Uyûn, c. 3, s. 189.
[6] Buharî, Sahih, c. 3, s. 28.
[7] Buharî, a.g.e., c. 2, s. 28.
[8] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 182; Halebî, İnsanü’l-Uyûn, c. 3. s. 190.
[9] Halebî, İnsanü’l-Uyûn, c. 3, s. 191.
[10] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 182.
[11] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 181; İbn Sa’d, a.g.e., c. 2. s. 56.
Salih SURUÇ

Kitap Tanıtımı ღ💗ღ Yazar Şüheda Derya Terzi ❀💗❀ A'MAK-I ERVAH

  Kitap Özgün <kitapokuyalim@gmail.com> okunmadı, 00:18 (10 dakika önce)     alıcı gonulerleri@googlegroups.com      2007 de birkaç...