8 Kasım 2012 Perşembe

HADİS-İ ŞERİFLER / Kıyamet Ahvali - HAŞR HAKKINDA


KÜTÜB-İ SİTTE
HADİS-İ ŞERİFLER
KIYAMET VE KIYAMETLE İLGİLİ MESELELER BÖLÜMÜ
İkinci Bab: Kıyamet Ahvali
İkinci Fasıl: HAŞR HAKKINDA

1. (5057)- Süheyl İbnu Sa'd (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
     "Kıyamet günü insanlar beyaz, bembeyaz, has unun çöreği gibi bir yerde toplanacaklar. Orada hiç kimsenin bir işareti (evi, bağı vs.) olmayacak."
[Buhârî, Rikak 44; Müslim, Münafıkûn 28, (2790).]
AÇIKLAMA:
1- Burada mevkıf da denen haşir meydanı, yani kıyametin kopmasından ve ruhların cesedlere üflenmesinden sonra hesap vermek üzere insanların toplanacağı haşir meydanı tasvir edilmektedir: Burası beyaz, bembeyaz (veya kızıla çalan) bir beyaz renk taşıyacaktır. Afrâ kelimesi için "lekesiz beyaz", "bembeyaz", "kızıla çalan beyaz", "şiddetli beyaz" gibi manalar verilmiştir. "Beyaz" dedikten sonra "kızıla çalan beyaz" manası değil, "bembeyaz" manası da uygun gözükmektedir. Nitekim has un da beyazdır.
2- Haşir meydanının ikinci vasfı, düz oluşudur. Orada dünyanın sathını andıran dağ, dere, ev, bağ, bahçe, ağaç vs. olmayacaktır. Maksad, yeryüzünün tamamen yok olduğunu ve mevkıfın tamamen başka bir hüviyette bir meydan olduğunu belirtmektir.
İbnu Ebî Cemre: "Bu ifade de, mevkıf sahasının, bu dünyadan çok daha büyük olduğuna da işaret vardır" der. İbnu Hacer de: "Bunda dünya arzının yok olup ortadan kalktığına, mevkıf arzının yeni olduğuna işaret vardır" der ve selefin bu meseleyle ilgili olarak  "O gün ki arz başka bir arza, gökler de (başka göklere) tebdil olunacaktır..." (İbrahim 28) ayetinin te'vilinde ihtilaf ettiklerini belirtir. Buradaki tebdilin manası dünyanın zâtının ve sıfatlarının değişmesi midir, yoksa sadece sıfatlarının değişmesi midir? İbnu Hacer, sadedinde olduğumuz hadisin birinci şıkkı te'yid ettiğini söyler. İbnu Mes'ud'dan bu ayetle ilgili olarak: "Arz öyle bir arza dönüşür ki, bu arz sanki gümüş gibi (saf ve tertemizdir), üzerinde haram kan dökülmemiş ve hiçbir günah işlenmemiştir." Bu hadis mevkuf ise de merfu olarak da rivayet edilmiştir. Beyhakî bunu İbnu Mes'ud'un bir yorumu olarak anlayıp: "Mevkuf olması daha sahihtir" demiştir. Taberî, Hz. Enes'ten merfu olarak "Allah arzımızı, üzerinde günahların işlenmediği gümüşten bir arza tebdil eder" hadisini rivayet eder. Başka rivayetler de var. Hülasa, arzın kıyamet günü beyaz, temiz, günahsız bir arza çevrileceği manasını te'yid eden (Resulullah'tan) merfu rivayetler de mevcuttur.

2. (5058)- İbnu Abbas (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm):
"Sizler Allah'a yalınayak, bedenleriniz çıplak ve kabuklu (sünnet edilmemiş) olarak haşr olunacaksınız!" buyurdular. 

3. (5059)- Bir diğer rivayette İbnu Mes'ud şöyle demiştir: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) va'z etmek üzere aramızda doğruldu ve dedi ki:
"Ey insanlar! Sizler (kıyamet günü) Allah'ın yanında yalın ayak, çıplak ve kabuklu olarak toplanacaksınız. [Sonra şu ayeti okudu:] "İlk yaratışa nasıl başladı isek,  üzerimizde hak bir vaad olarak yine onu iade edeceğiz..." (Enbiya 104). Haberiniz olsun! Kıyamet günü mahlukattan ilk giydirilecek İbrahim aleyhisselam'dır. Haberiniz olsun, o gün ümmetimden bazı kimseler getirilir ve sol tarafa alınırlar. Bunun üzerine ben:
     "Ey Rabbim! Bunlar ashabımdır!" derim. Bana:
     "Sen bilmiyorsun, bunlar senden sonra neler yaptılar" denilir. Ben salih kul (İsa)'nın dediği gibi diyeceğim:
     "Ben içlerinde bulunduğum müddetçe üzerlerinde bir kontrolcü idim. Fakat vakta ki sen beni (içlerinden) aldın, üstlerinde nigehban yalnız sen oldun. (Zaten) sen (her zaman) her şeye hakkıyla şahidsin. Eğer kendilerine azab edersen şüphe yok ki onlar senin kullarındır. Eğer onları affedersen mutlak galib ve yegâne hüküm ve hikmet sahibi olan da hakikaten sensin sen" (Maide 117-118).
     Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) devamla dedi ki:
"Bunun üzerine bana: "Onlar, sen aralarından ayrıldığın günden beri, dinden yüz çevirmeye hiç ara vermediler!" denilecek."
     Bir rivayette şu ziyade var: "Ben: "Rahmetten uzak olsunlar, rahmetten uzak olsunlar!" derim."
[Buhârî, Rikak 45, Enbiya 8, 44, Tefsir, Maide 14, 15, Tefsir, Enbiya 2; Müslim, Cennet 57, (2860); Tirmizî, Kıyamet 4, (3329); Nesâî, Cenaiz 118, (4, 114).]

4. (5060)- Ebu Hureyre (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
"Kıyamet günü insanlar üç sınıf olarak haşrolunurlar:
* Yayalar sınıfı,
* Binekliler sınıfı,
* Yüzü üstü sürünenler sınıfı."
Aleyhissalâtu vesselâm'a soruldu: "Ey Allah'ın Resulü! Bunlar yüzleri üzerine nasıl yürürler?" Şu cevabı verdiler:
"Onları ayakları üzerine yürüten Zat-ı Zülcelal, yüzleri üzerine yürütmeye de kadirdir. Ancak bilesiniz, bu yüzleri üstü yürüyenler, önlerine çıkan her engele, her dikene karşı kendilerini yüzleriyle korumaya çalışırlar."
[Tirmizî, Tefsir Benî İsrail (İsra), 3141).]
AÇIKLAMA:
Kıyamet günü, ebedî menzillerine gitmek üzere, herkes amel ve imanlarının derecesine göre farklı süratte yol alacaklardır. Aleyhissalâtu vesselâm bunları üç grupta ifade buyurmuştur: Yayalar, binekliler, yüzü üzeri sürünenler. İlk iki sınıf ehl-i imandır, üçüncüsü ise kâfirlerdir. Ehl-i iman da iki grupta ele alınmıştır:
Yayalar. Bunlar gidişte meşakkat çekecekler, ama sürünenlerinkinden çok hafif.
Bazı alimler, önce yayaların zikredilmiş olmasını, ehl-i imandan yayan yürüyecek olanların çoğunluğu teşkil etmeleriyle izah etmiştir.
En şerefli sınıf binekli olanlardır. Bunların da, dünyada bile bineklerin sürat ve konforca çeşitlilikleri gözönüne alınınca, kendi aralarında farklılıklar arzedeceği anlaşılır.
Yüz üstü sürünecek olanlarla ilgili şu ayeti de hatırlatabiliriz: "Biz onları kıyamet günü körler, dilsizler, sağırlar olarak  yüzü koyun haşredeceğiz. Onların varacağı yer cehennemdir ki, ateşi yavaşladıkça biz onun alevini artırırız" (İsra 97).
el-Kâdi der ki: "Yüzleriyle korunurlar, ifadesi; onların ne kadar alçaltılıp hakir kılınacaklarını beyan eder. Allah eza veren şeylere karşı, onları, ellerine ve ayaklarına bedel yüzleriyle korunmaya mecbur kılacaktır. Hedefe gidişi ayağa bedel yüzleriyle yaptırması da, onların dünyada iken yüzlerini yaratıp şekillendiren Zat için secdeye koymamalarından dolayıdır."

5. (5061)- Hz. Ebu Hureyre (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
"İnsanlar kıyamet günü üç hal üzere haşrolunurlar:
1) İstekliler, korkanlar,
2) İki kişi bir deve üzerinde olanlar, üç kişi bir deve üzerinde olanlar, dört kişi bir deve üzerinde olanlar, on kişi bir deve üzerinde olanlar.
3) Geri kalanları, ateşe tapanlar. Cehennem, onların kaylûle yaptığı yerde onlarla kaylûle yapar, geceledikleri yerde onlarla birlikte geceler, onların sabahladıkları yerde onlarla sabahlar, onların akşamladıkları yerde onlarla beraber akşamlar."
[Buhârî, Rikak 48; Müslim, Cennet 59 (2861); Nesâî, Cenaiz 118, (4, 115, 116).]

6. (5062)- Yine Ebu Hureyre (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
"İnsanlar kıyamet günü öylesine ter akıtırlar ki, bu terler yerin içinde yetmiş zira'lık derinliğe kadar iner ve bu ter (yer üstünde de birikerek insanları konuşamaz hale getirmek üzere ağızlarına) gem vurur ve kulaklarına kadar ulaşır."
[Buhârî, Rikâk 47; Müslim,  Cennet 61, (2863).]
AÇIKLAMA:
     Kıyamet günü, hesap verme esnasındaki ahvalle ilgili olarak muhtelif hadisler gelmiştir. Bunların bir kısmı ter hadisesi ile ilgilidir. Sadedinde olduğumuz hadis, insanların, hesap vermenin sıkıntısıyla yerin dibine yetmiş arşın inecek ve yerin üstünde de kulaklara kadar yükselip insanları konuşamaz hale getirecek bir derya teşkil edecek kadar çok terleyeceklerini ifade etmektedir.
     Alimler, bu ter herkesin kendi teri midir, müşterek terleri midir ihtilaf ederler, İyâz: "Bundan kişinin müşahede ettiği korkunç haller nispetinde salacağı terin kastedilmiş olması muhtemel olduğu gibi, hem kendi, hem başkasının teri kastedilmiş olması da muhtemeldir. Böylece bir kısmına çok şiddetli, bir kısmına daha hafif sıkıntı verir. Bütün bunlar, insanların izdiham ve birbirlerine sıkışmasından terin yerin altına yetmiş arşın nüfuz etmesinden sonra, yer üstünde akıp birikmesinden meydana gelir. Tıpkı suyun toprak tarafından emilmesinden sonra bir vadide akması gibi" der.
     İbnu Hacer, bu terleme hadisesini, bir başka hadisin yardımıyla daha bir tavzih eder. Hadis şudur: "Kıyamet günü güneş arza (bir mil kadar] yaklaşır. İnsanlar terlerler. Kimi vardır, teri ökçesine kadar yükselir, kimi vardır ayağının yarısına kadar yükselir; dizine kadar yükselenler, uyluğuna kadar yükselenler, böğrüne kadar yükselenler, omuzuna kadar ve hatta ağzına kadar -ve eliyle işaret eder- yükselenler, vardır. Ağzına kadar yükselen ter, sahibine gem vurmuş olur. Bazılarını ter tamamen bürür -ve bunu söylerken elini başının üzerine vurur.-"
     Bazı rivayetlere göre hesap gününün sıkıntısı o kadar şiddetlidir ki, insanlar: "Ey Rabbimiz, cehenneme giderek de olsa bizi bundan kurtar!" diye talepte bulunurlar. Müslim'in bir rivayetinde tere batmanın, kişinin ameliyle mütenasib olacağı belirtilmiştir. Bir başka hadiste bu bekleme müddetinin kırk yıl olacağı; bir diğerinde bir günün yarısının, dünya zamanına göre ellibin yıl olacağı, ancak mü'mine bu günün, güneşin batma anı gibi hafif geleceği belirtilmiştir.
     Beyhakî'nin bir hadisinde bu sıkıntılı halin kâfirlere mahsus olduğu tasrih edilmiştir. "O günün sıkıntısı kâfire çok şiddetlenir. Öyle ki ter onu gemler!" Denildi ki: "Ey Allah'ın Resulü mü'minler nerede olurlar?" Buyurdular ki: "Onlar altın kürsüler üzerindedirler, onlara bulutlar gölge yapar." Bazı rivayetlerde de "amelleri gölge yapar", bazı rivayetlerde de "güneşin, insanların başlarına iki yay boyu yaklaşacağı" ifade edilmiş ise de, (imanda kemal sahibi) mü'minlere bu hararetin zarar vermeyeceği belirtilmiştir.
     Hülasa, hesap günü uzun bir müddettir, sıkıntısı azimdir. Ancak mü' minler, amellerine göre o günün sıkıntısını az veya çok az bir derecede atlatacaklardır. İbnu Ebî Cemre: "Sadedinde olduğumuz hadis bu sıkıntının bütün insanlara şamil olacağını ifade ederse de; başka hadisler, bunun onlar çoğunluk da olsa bir kısım insanlara mahsus olduğunu tasrih eder; peygamberler, şehidler ve Allah'ın diledikleri bundan istisna edilmiş, en şiddetli ter sıkıntısının da kâfirlere, sonra kebair ehline, sonra bunları takip edenlere olacağı, mü'minlerin kâfirlere nisbetle az oldukları belirtilmiştir."
     İbnu Ebî Cemre, bu hadislerden akla gelebilecek: "İnsanlar muhtelif bazda oldukları halde hepsi nasıl kulaklarına kadar tere banar, bu arada ter bir kısmının ayağını bürümez...?" gibi sorulara: "Bunlar uhrevî, gaybî ihbarlardır, aklî izahı yoktur, kuvvetli iman sahipleri tasdik eder..." manasında cevap verdikten sonra der ki: "Bu durumu haber vermenin maksadı dinleyenleri uyarmak, mü'minleri bu korkunç hallere düşmekten kişiyi koruyacak amellere teşvik etmek, günahlardan tövbeye sevk etmek, kerim ve bağışlayıcı olan Rab Teala'ya iltica etmeye, bu hallerden ve ateşten koruyup, rahmet ve cennetine dahil etmesini talep etmeye bir sevktir."

7 Kasım 2012 Çarşamba

Ceza ve Tevkifevleri'nin 100 İdare Memur Alım İlanı



Ceza ve Tevkifevleri'nin
100 İdare Memur Alım İlanı
     

     Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürlüğünce sözlü sınav ve mülakat ile 9-5'inci dereceli kadrolara 100 idare memurluğu öğrencisi alınacaktır.
     CEZA VE TEVKİFEVLERİ GENEL MÜDÜRLÜĞÜNDEN

1) Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürlüğünce sözlü sınav ve mülakat ile 9-5'inci dereceli kadrolara 100 idare memurluğu öğrencisi alınacaktır.
2) Başvurular 26.11.2012 Pazartesi günü başlayıp 07.12.2012 Cuma günü mesai saati bitimine ağır ceza Cumhuriyet Başsavcılıklarına bağlı bilgi işlem şube müdürlükleri, şeflikleri ve bürolarına bizzat yapılacak, posta yoluyla yapılan müracaatlar kesinlikle kabul edilmeyecektir.
3) Sözlü sınav ve mülakata, 2012 KPSS LİSANS sınavına katılıp KPSSP3 puan türünden 70 ve daha yukarı puan alan öğrenci adaylarından en yüksek puandan başlamak üzere Bakanlıkça belirlenen kadro sayısının 5 katı (500) idare memurluğu öğrenci adayı çağrılacaktır.
4) Adaylardan başvuruda istenecek belgeler:
a) Ek-1 Başvuru Formu,
b) Adlî sicil ve arşiv kaydının bulunmadığına dair beyan,
c) Öğrenim belgesinin fotokopisi,
d) Merkezî sınav sonuç belgesi internet çıktısı,
e) Son altı ay içinde çekilmiş iki adet vesikalık fotoğraf.
5) Adalet Bakanlığı Memur Sınav, Atama ve Nakil Yönetmeliği ile Ceza İnfaz Kurumları ve Tutuk evleri Personeli Eğitim Merkezleri Kuruluş, Görev ve Çalışma Yönetmeliğinin 29'uncu maddesi gereğince adayların aşağıdaki şartları taşımaları gerekmektedir:
a) Türk Vatandaşı olmak,
b) Türk Ceza Kanununun 53'üncü maddesinde belirtilen süreler geçmiş olsa bile; kasten işlenen bir suçtan dolayı bir yıl veya daha fazla süreyle hapis cezasına ya da affa uğramış olsa bile devletin güvenliğine karşı suçlar, Anayasal düzene ve bu düzenin işleyişine karşı suçlar, milli savunmaya karşı suçlar, devlet sırlarına karşı suçlar ve casusluk, zimmet, irtikâp, rüşvet, hırsızlık, dolandırıcılık, sahtecilik, güveni kötüye kullanma, hileli iflas, ihaleye fesat karıştırma, edimin ifasına fesat karıştırma, suçtan kaynaklanan malvarlığı değerlerini aklama veya kaçakçılık suçlarından mahkûm olmamak,
c) Askerlikle ilgisi bulunmamak, askerlik çağına gelmemiş bulunmak, askerlik çağına gelmiş ise muvazzaf askerlik hizmetini yapmış yahut ertelenmiş veya yedek sınıfına geçirilmiş olmak,
d) Yapılacak sınavın son başvuru tarihi olan 07.12.2012 itibariyle 18 yaşını doldurmuş, merkezi sınav (KPSS) tarihi itibariyle 30 yaşını bitirmemiş olmak (07.07.1982 ve sonrası doğumlu olanlar),
e) Güvenlik soruşturması olumlu sonuçlanmak,
f) Merkezi sınavda en az 70 puan almış olmak,
g) Görevini devamlı yapmasına engel olabilecek akıl hastalığı veya bedensel özürlü olmadığını; şaşılık, körlük, topallık, işitme kaybı, çehrede sabit eser, uzuv noksanlığı, kekemelik ve benzeri engeller bulunmadığını; Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürlüğünce bölge hastaneleri olarak belirlenen Sağlık Bakanlığına bağlı tam teşekküllü Devlet hastanelerinden alacakları sağlık kurulu raporu ile belgelemek, (sağlık kurulu raporu sözlü sınav ve mülakat sonucunda başarılı olan adaylardan istenecektir).
h) Hukuk, siyasal bilgiler, iktisat, iletişim, işletme, iktisadî ve idarî bilimler, eğitim, mesleki eğitim, teknik eğitim, eğitim bilimleri, fen edebiyat, mimarlık ve mühendislik fakülteleri ile en az dört yıllık lisans eğitimi veren fakülte ve yüksek okulların sosyoloji, psikoloji ve sosyal hizmetler bölümleri ile bunlara denkliği kabul edilen yabancı fakülte veya yüksek okulların adı geçen bölümlerinden mezun olmak,
6) Sözlü sınav ve mülakat 21.01.2013 Pazartesi günü saat 09:00'da, Ceza İnfaz Kurumları ve Tutukevleri Personeli Ankara Eğitim Merkezi Müdürlüğünde başlayacaktır. Sözlü sınav ve mülakata girecek adayların isimleri ve mülakata girecekleri tarih Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürlüğü internet sitesinde (www.cte.adalet.gov.tr) ilân edilecektir.
7) Sözlü sınav ve mülakata çağırılan adayların yanlarında getirmeleri gereken belgeler;
a) Resimli bir kimlik belgesi,
b) Mezun oldukları okulun diploma ya da çıkış belgesinin aslı veya kurum/noter tasdikli sureti,
c) Merkezi sınav sonuç belgesi.
8) Sözlü sınav ve mülakat, Ceza İnfaz Kurumları ve Tutukevleri Personeli Eğitim Merkezleri Kuruluş, Görev ve Çalışma Yönetmeliğinin 4'üncü maddesi gereğince oluşturulan sınav kurulu tarafından yapılacaktır.
     A) Sözlü sınav;
a) İlgilinin atanacağı kadronun gerektirdiği mesleki bilgi 40,
b) Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihi 20,
c) Genel kültür 40, puan olmak üzere toplam 100 puan üzerinden değerlendirilecektir. İlgilinin atanacağı kadronun gerektirdiği mesleki bilgi tespit edilirken; genel hukuk, infaz mevzuatı ve ceza infaz kurumu idaresine ilişkin konuların bir veya birkaçından soru sorulacaktır.
     B) Mülâkat;
a) İlgilinin davranışı ve genel fiziki durumu 50,
b) Bir konuyu kavrama ve ifade yeteneği 50, puan olmak üzere toplam 100 puan üzerinden değerlendirilecektir.
     Öğrenci adayının sözlü sınavda ve mülâkatta başarılı sayılabilmesi için her birinden 100 tam puan üzerinden en az 70 puan alması gerekmektedir. 9) Nihai başarı listesi, adayların merkezi sınav, sözlü sınav ve mülakatta aldıkları puanların aritmetik ortalamasına göre belirlenerek sınavın bitimini takip eden üç gün içerisinde www.cte.adalet.gov.tr adresinde ilân edilecektir.
10) Sınavı kazanan adayların, öğrenciliğe kabulde istenecek belgelerle birlikte, ilân tarihinden itibaren 15 gün içinde sınav sonuç ilânında belirtilecek eğitim merkezi müdürlüğüne bizzat başvurmaları gerekmektedir.
11) Sınavı kazananlardan istenilecek belgeler;
a) Adli sicil kaydı olup olmadığına, hakkında devam eden bir ceza soruşturması veya kovuşturması bulunup bulunmadığına dair yazılı beyanı.
b) Güvenlik soruşturma ve araştırma formu (Genel Müdürlük internet adresinden temin edilecek bu formun 4 adet hazırlanması, daktilo veya bilgisayar ile doldurulması, yer alacak ifadelerde kısaltma yapılmaması, fotoğraf yapıştırılarak imzalanması),
c) Erkek adaylardan askerlikle ilişiği olmadığına dair belge,
d) Öğrenim belgesinin aslı veya kurumca onaylı sureti,
e) Görevini devamlı yapmasına engel olabilecek akıl hastalığı veya bedensel özürlü olmadığını; şaşılık, körlük, topallık, işitme kaybı, çehrede sabit eser, uzuv noksanlığı, kekemelik ve benzeri engeller bulunmadığını; Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürlüğünce bölge hastaneleri olarak belirlenen Sağlık Bakanlığına bağlı tam teşekküllü Devlet hastanelerinden alacakları sağlık kurulu raporu.
     Süresinde başvurmayanlar, istenilen belgeleri süresinde ibraz etmeyenler ve öğrenciliğe başvuru şartlarını taşımadıkları sonradan tespit edilenlerin yerine nihaî başarı listesindeki sıralamaya göre eğitimin başladığı tarihe kadar öğrenci adayı alınacaktır. Eğitimin başladığı tarihten itibaren mazeretlerine bakılmaksızın öğrenci adayı alımı yapılmayacaktır.
12) Eğitime başladıkları tarihte, sağlık raporu ve güvenlik soruşturması işlemleri tamamlanmamış olanlar için geçici kayıt yapılacaktır. Sağlık raporunun tamamlanması ve güvenlik soruşturmasının olumlu sonuçlanmasından sonra kesin kayıt yapılacaktır. Sağlık raporunun ibraz edilememesi veya güvenlik soruşturmasının olumsuz sonuçlanması halinde adayların öğrencilikle ilişikleri kesilecek ve yerlerine öğrenci adayı alınmayacaktır.
13) Özel Hükümler;
a) Hizmet öncesi eğitim alan öğrencilere, eğitim süresince (3000) gösterge rakamının memur aylık katsayısı ile çarpımı sonucu bulunacak miktarda (ilan tarihi itibariyle 214,77-TL) aylık harçlık ödenecektir.
b) Hizmet öncesi eğitimin süresi 5 ay olup hangi eğitim merkezinde yapılacağı daha sonra ilân edilecektir. Eğitim isteğe bağlı olarak yatılı şekilde sürdürülebilir. Eğitim merkezlerinde yatılı olarak kalmayan idare memurluğu öğrencileri, bu hizmetlerden yararlanmamaları karşılığı herhangi bir hak talep edemezler.
c) Eğitim görenler, eğitim süresi içinde kendilerine öğretilen konularda yazılı, sözlü ve/veya uygulamalı sınava alınacaktır. Hizmet öncesi eğitimi başarı ile tamamlayan idare memurluğu öğrencilerinin idare memurluğuna atamaları yapılacaktır.
d) Başarısız olan öğrenci adaylarının eğitim merkezi ile ilişiği kesilecektir. Başarısızlıkları veya sağlık durumları dışındaki nedenlerle öğrenciliği sona erdirilenler veya isteği ile öğrencilikten ayrılanlar, mecburi hizmet süresini tamamlamadan görevinden çekilenler ile göreviyle ilişiği kesilenlerden, kendileri için yapılmış bulunan bütün giderler iki katı fazlasıyla birlikte geri alınır.
e) Hizmet öncesi eğitim görerek ataması yapılanlar her öğretim yılı karşılığında iki yıl süre ile mecburî hizmetle yükümlüdürler.

KELİMELER - KAVRAMLAR / NİKÂH


KELİMELER - KAVRAMLAR
NİKÂH

     Evlenme, kocaya gitme, cinsî temasta bulunma, sarhoş etme, evlenmeleri yasak olmayan bir erkekle bir kadın arasında yapılan ve müşterek hayat ve nesli sürdürmek için bir bağ meydana getiren akit.
     Tarih boyunca, çeşitli milletlerde ve hukuk sistemlerindeki evlilik anlayışı ve tatbikatı aynı olmamıştır. İlâhî vahye dayanan semavî dinlerde erkekle kadının ortak bir yuva kurması ancak nikâh akdiyle mümkün kılınmıştır.
     Nikâh akdi eşlerin veya temsilcilerinin serbest iradesiyle oluşur. Karı kocadan meydana gelen aile yuvasında tarih boyunca, çeşitli topluluklarda üç usul uygulanmıştır.
     1) Koca hakimiyetine dayanan evlilik:
     Tarihin eski çağlarından beri yaygın olan evlilik şekli budur. Onsekiz ve ondokuzuncu yüzyılda Avrupa'da meydana gelen çok önemli siyasî ve sosyal gelişmelere rağmen koca, evlilik birliği içinde hâkim rolünü bazı hukuk sistemlerinde korumuştur. Meselâ, Fransız Medeni Kanunu büyük ihtilalden sonra da evlilik birliğinde kocanın hakimiyetini sürdürmüştür. Eski Roma hukukunda evlilik tamamen kocanın hakimiyetine dayanıyordu. Napolyon da bu sistemi devam ettirmiştir.
     2) Eşlerin eşitliği esasına dayanan evlilik:
     Ondokuz ve yirminci yüzyıllarda gelişen sosyal ve ekonomik şartlar, kadının da ekonomik hayatta ve birçok idarî kademelerde görev almasına yol açmıştır. Bunda üst üste yaşanan savaşların da etkisi olmuştur. Bazı ülkelerde "Koruma ve itaat prensibi" terkedilerek, karıkocanın mutlak eşitliği esası benimsenmiştir. Meselâ, Rusya'da karı koca mutlak surette eşittir. Bu yüzden Rus kadını, kocasının soy adını taşımak zorunda olmadığı gibi, ikametgâh değişikliği hâlinde isterse kocasını takip etmeyebilir. Sonuç olarak orada, evlilik kadının ehliyetine tesir etmez. İskandinav ülkelerinde de durum böyledir. Ancak bu kadar serbestlik, aile yuvasını sarsmış, sıcak anne kucağı görmeyen çocuklar bu ülkeler için problem halini almıştır.
     3) Ortalama sistem:
     Bu sistemde karıkoca esas itibariyle eşit olmakla birlikte, evlilik birliğinin korunması ve devamı için erkeğe bazı hususlarda üstünlük tanınmıştır. Bu cümleden olarak, erkek ailenin reisidir. Karı, kocanın soyadını taşır ve onun rızası olmadan bir sanat ve meslekle iştigal edemez. Ancak bu durum, kocaya her yönde bir hâkimiyet sağlamaz.

     İslâm'daki duruma gelince;
     bu konuda genel bir prensip söylemek güçtür. Çünkü kadın şahsi bakımdan kocasına tabi olmakla birlikte, kendisine ait bir mal üzerinde serbestçe tasarruf edebilmekte, her türlü hukukî muameleyi yapabilmektedir. O, her konuda dava açabilir. Bunun için kocasının rızasına da muhtaç değildir. Evlenme, kocaya karısının malları üzerinde hiçbir hak vermez. Serveti ne olursa olsun, kadın evin masraflarına katılmak zorunda değildir. Eşler arasında mal ayrılığı esası uygulandığı için boşanma veya ölüm halinde problem çıkmaz. Mal varlığı bakımından bu şekilde geniş hürriyete sahip olan kadın, şahsî bakımdan kocasına tabidir. Bu sebeple ailenin reisi kocadır. Çünkü o, daha güçlü ve hayat olayları karşısında daha dayanıklıdır.
     Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyurulur:
     "Erkekler kadınlar üzerinde hakimdirler. O sebeple ki, Allah onlardan kimini (erkekleri) kiminden (kadınlar) daha üstün kılmıştır" (en-Nisâ', 4/34).
     "Erkekler kadınlar üzerinde daha üstün bir dereceye sahiptirler" (el-Bakara, 2/228).
     Ancak İslâm, kadına, kocaya itaatı emrederken, kocaya da kadına karşı bir takım ödevler yüklemiştir. Nitekim, Bakara sûresinde yukarıdaki âyetin devamında: "Erkeklerin meşru şekilde kadınlar üzerindeki hakları gibi, kadınların da onlar üzerinde hakları vardır" buyurulur.
     Nikâh teriminde erkeğin, kadının cinsel yönlerinden yararlanma anlamı vardır. Nitekim Hanefîlerin tarifi şöyledir: Nikâh; şer'an evlenme engeli bulunmayan bir kadının cinsel yönlerinden yararlanmayı erkeğe mübah kılan bir akittir.

     Evliliğin meşrûluğu Kitap, Sünnet ve İcmâ delillerine dayanır.

     √ Kur'an-ı Kerîm'de şöyle buyurulur:
     "Size helal olan kadınlardan ikişer, üçer ve dörder tane nikâh edin" (en-Nisâ, 4/3);
     "Sizden bekârları ve kölelerinizle cariyelerinizden salih olanları evlendirin. Eğer onlar yoksul iseler, Allah onları fazlu kereminden zenginletir. Allah her şeye gücü yeten ve her şeyi bilendir" (en-Nûr, 24/32).

     √ Evlilik konusunda pek çok hadis-i şerifler nakledilmiştir:
     Allah elçisi, gençlere hitaben şöyle buyurmuştur:
     "Ey gençler topluluğu! Sizden kimin evlilik yükümlülüklerine gücü yeterse evlensin. Çünkü evlilik gözü daha çok öne eğer ve iffeti daha fazla korur. Kimin evlenmeğe gücü yetmezse, oruca devam etsin. Çünkü oruç onun için bir kalkandır" (Buhârî, Savm,10, Nikâh, II, III; Müslim, Nikâh,I, III; Ebû Dâvud, I; Tirmizî, Nikâh, I; Nesâî, Sıyâm, 43, Nikâh, III; İbn Mâce, Nikâh, I; Dârimî, Nikâh, II; Ahmed b. Hanbel, I, 378; 424, 425).
     Üç kişi Allah Elçisinin eşlerine, onun gece ibadetini sormuşlar; belki azımsayarak birincisi "Sürekli gece namazı kılmaya", ikincisi "sürekli oruç tutmaya", üçüncüsü de "kadınlardan sürekli ayrı kalmaya ve hiç evlenmemeye" karar verir. Bunu işiten Hz. Peygamber şöyle buyurur: "Bazı kimselere ne oluyor ki şöyle şöyle demişler. Ben hem namaz kılıyorum, hem uyuyorum. Oruç tutuyorum, tutmadığım da oluyor. Kadınlarla da evleniyorum. Kim benim sünnetimi terkederse, o benden değildir" (Müslim, Nikâh, 5; Nesâî, Nikâh, 4; Dârimî, Nikâh, 3; Ahmed b. Hanbel, II, 158, III, 341, 359, V, 409).
     "Mümin, Allah korkusundan ve O'na itaattan sonra, iyi bir kadından yararlandığı kadar hiç birşeyden yararlanmamıştır. Çünkü ona emretse sözünü dinler, yüzüne baksa kendisini sevindirir, üzerine yemin etse, yeminini doğru çıkarır, başka tarafa gitse, kendisinin bulunmadığı sırada namusunu ve malını korur" (İbn Mâce, Nikâh, 5).

    √ Evlenmenin meşrûluğu üzerinde bütün ümmetin görüş birliği vardır.
     Evlenmenin hükmü:
     Evleneceklerin durumuna göre nikâhın hükmü farz, vacib, sünnet, haram, mekruh veya mübah kısımlarına ayrılır:
1. Evlenmediği taktirde zinaya düşeceği kesin olan kimsenin -mehri verecek ve eşinin geçimini sağlayacak durumda ise- evlenmesi farzdır.
2. Yine evlenmezse zinaya düşme tehlikesi bulunan kimsenin -mehir ve nafakayı sağlayacak durumda ise- evlenmesi vacibtir. Hanefiler dışındaki çoğunluk farz ve vacib arasında bir ayırım yapmaz (İbnül-Hümâm, a.g.e., II, 342; el-Kâsânî, el-Bedâyî', II, 260 vd.).
3. Evlenince, eşine zulüm yapacağına kesin gözüyle bakılan kimsenin evlenmesi haramdır.
     Nitekim ayet-i kerimede, "Evlenmeye güç yetiremeyenler, Allah kendilerine fazlu kereminden zenginletinceye kadar iffetlerini korusunlar" (en-Nûr, 24/33) buyurulur.
4. Eşine zulüm yapacağından korkulan kimsenin evlenmesi mekruhtur (el-Mevsılî, el-İhtiyâr, III, 82).
5. Cinsel bakımdan itidal halde bulunanların evlenmesi sünnettir. İtidal; evlenmezse zinaya düşeceğinden korkulmayan, evlenirse de eşine zulüm yapacağından endişe duyulmayan kimsenin halidir. Toplumda çoğunluğun bu durumda olması asıldır.
     Yukarıda zikrettiğimiz, evlenemeyen gençlere oruç tutmayı tavsiye eden, evlilik konusunda aşırı çekimser kalmağa karar veren üç sahabeyi uyaran hadisler bunun delilidir.
     Diğer yandan Hz. Peygamber ve Ashab-ı kiram evlenmişler ve onlara uyanlar da bu sünneti sürdürmüşlerdir. Tercih edilen görüş budur (bk. el-Fetâvâl-Hindiyye, I, 267).
     İmam Şâfiî'ye göre ise, bu durumda evlenmek mubahtır. Evlenmek veya bekâr kalmak caiz olur. O'na göre, vakitlerini ibadete ayırmak ve ilimle uğraşmak evlilikten daha üstündür. Dayandığı deliller şunlardır: Cenab-ı Hak Yahyâ peygamberi şu sözlerle övmüştür: "...efendi, nefsine hakim, iffetli" (Âl-i İmrân, 3/39). Ayetteki hasûr ifadesi; gücü yettiği halde kadınla cinsel temas kurmayan kimse anlamına gelir. Evlilik daha üstün olsaydı, bunu terketmek övülmezdi. Çoğunluk fakihler bu örneğin daha önceki şeriat uygulaması olduğunu, İslâm ümmetini bağlamadığını söylemişlerdir.
     İmam Şâfiî'nin diğer bir delili şu ayettir: "Haram olanlar dışındaki kadınlar, onları mallarınızdan harcayarak almak, onlarla evlenmek ve zinâ etmemek şartıyla size helal kılındı" (en-Nisâ, 4/24).
     Bir şeyin helal olması mübah olması demektir. Çünkü bu iki kelime birbirinin eş anlamlısıdır. Diğer yandan evlilik, kişiye cinsel yönden yarar sağlar. Yararına olan bir işi yapmak ise bir kimseye vacib olmaz. Böylece evlilik; yeme, içme, alış-veriş gibi mübah olan muamelelerdendir (ez-Zühaylî, el Fıkhu'l-İslâmî ve Edilletüh, Dimaşk 1405/1985, VII, 33, 34; İbn Hacer el-Askalânî, Bülûğul-Merâm min Edilletil-Ahkâm, Terc. Ahmed Davudoğlu, İstanbul 1967, II, 228 vd.; Hamdi Döndüren, Delilleriyle İslâm Hukuku, İstanbul 1983, s. 183, 184).
     Eş seçimi
     Evlilikte eş seçimi önemlidir. Yuvayı yapacak, çocukları eğitecek, erkeğe ömür boyu iyi veya kötü günde destek ve mutluluk verecek olan eşi seçerken güzelliğinden, soyundan ve malından çok, dindarlığına ve iyi ahlâk sahibi olmasına dikkat edilmelidir. Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
     "Kadınla dört şeyden dolayı evlenilir: Malı, soyu, güzelliği ve dindarlığı. Sen dindar olanı seç, mutlu olursun” (Buhârî, Nikâh, 15; Ebû Dâvud, Nikâh, 2; Nesâî, Nikâh, 13; İbn Mâce, Nikâh, 6; Mâlik, Muvatta', Nikâh, 21).
     İslâm hukukuna göre nikâh akdi hem medenî bir muâmele, hem de bir ibadettir. Çünkü nikâhın rükûn ve şartlarını İslâm belirler ve evlilik sebebiyle eşlerin pek büyük ecirlere ulaşacakları açıklanır. Bu konuda İbnül-Hümâm (ö. 861/1457) şöyle der: "Nikâh, ibadetlere daha yakındır. Hattâ evlenmek, sırf ibadet niyetiyle bekâr kalmaktan daha faziletlidir" (İbnül-Hümâm, Fethu'l-Kadîr, Bulak 1315, II, 340). Son devir hukukçularından İbn Abidîn (ö. 1252/1836), Reddül-Muhtar adlı ünlü eserinde nikâh konusuna şu cümlelerle başlar: "Bizim için Hz. Adem devrinden bugüne kadar meşrû olmuş, sonra Cennette de devam edecek, nikâh ile imandan başka ibadet yoktur" (İbn Abidîn, a.g.e., II, 258). Nikâhın cami içinde aktedilmesi ve mümkünse cuma gününe rastlatılması müstehaptır. Bu da onun ibadet yönünü güçlendirir (el-Askalânî, a.g.e., III, 229).
     Şâfiîlere göre, evlilik satım akdi gibi dünyaya ait işlerden olup, bir ibadet değildir. Dayandığı delil, gayri müslimlerin nikâhının da İslâm nazarında geçerli sayılmasıdır. Eğer ibadet olsaydı, bu nikâhların geçersiz olması gerekirdi. Nikâhtan amaç, kişinin şehvetini teskin etmesidir. İbadet yapmak ise Allah için bir iş yapmaktır. Bu nedenle Allah için iş yapmak, kendi nefsi için iş yapmaktan daha faziletlidir.
     Şâfiîlerin bu görüşüne çoğunluk fakihler karşı çıkmıştır. Çoğunluğa göre nikâhın mümin veya gayri müslim için geçerli olması dünyada toplum düzeni ile ilgilidir. Nitekim mescit, yol yapımı ve benzeri hayır işleri müslüman için bir ibadet olduğu halde, gayri müslim için bir ibadet sayılmaz. Genel anlamda Allah'ın hoşnut ve razı olduğu her iş müslüman için ibadettir. İslâmî esaslara göre kurulan ve buna göre yürütülen evlilik de ibadet kabilindendir. Çünkü nikâh akdi ile, nefsi haramlardan korumak ve nesli sürdürmek gibi bir çok toplum maslahatları gerçekleşir.
     Nitekim Hz. Peygamber (s.a.s
      "Sizden birinizin evliliğinde sadaka sevabı vardır" (Müslim, Zekât, 52; Ebû Dâvud, Tatavvu', 12, Edeb, 160; Ahmed b. Hanbel, V, 167, 168) buyurmuştur.
     İslâm'da nikâh akdi sırasında evlenecek erkekle kadının veya hukukî temsilcilerinin ve şahitlerin dışında dinî veya resmî bir görevlinin bulunması zorunlu değildir. Bu durum onun dinî niteliği ve ibadet yönü için bir engel teşkil etmez. Çünkü bir İslâm âliminin nikâh meclisini yönetmesi, gerekli soru ve cevapları alması nikâhın rükün veya şartlarından değildir.

     Nikâh'ın Rükünleri Bir şeyin varlığı kendi varlığına bağlı olan ve onun yapısından bir parça teşkil eden ana unsura "rükün" denir. Evlilik akdi için "icap ve kabul" bir rükündür. Çünkü evlenme akdinin varlığı, icap ve kabulün varlığına bağlıdır ve bu akdin bir parçasıdır. Bir şeyin varlığı kendi varlığına bağlı olmakla birlikte, onun yapısından bir parça teşkil etmeyen iş veya niteliğe ise "şart" denir. Meselâ, namaz işin abdest bir şarttır. Abdestsiz namazın varlığından söz edilemez, fakat bununla birlikte abdest, namazın niteliğinden bir parça değildir. Evlilik akdinde şahitlerin bulunması, akdin şartıdır.
     Hanefilere göre evlilik akdinin rükünleri icap ve kabulden ibarettir.
     Çoğunluk müctehitlere göre ise evliliğin rükünleri dört tane olup; sîyga (icap ve kabul), kadın, koca ve veli'dir.
     Akdin konusu; eşlerin evlilikten amaçladıkları birbirinin cinsel yönlerinden yararlanmadır. Bu nedenle, yalnız ev hizmetlerini görmek üzere yapılacak bir akit bir iş akdi olabilir. Nikâh akdinde karı-koca hayatı yaşamı asıldır. Mehir, akdin kendisine bağlı olduğu bir unsur değil; nafaka gibi evliliğin hükümlerindendir.
     İcap, evlenme akdi taraflarından birisinin ilk olarak yaptığı tekliftir. "Benimle şu anda evlenmeyi kabul ediyor musun?" teklifine, diğer tarafın "Kabul ettim" şeklindeki cevabı "kabul" niteliğindedir. Burada ilk teklifin karı veya koca tarafından yapılması sonucu etkilemez. İlk teklif icap, ikincisi kabul niteliğindedir.
     Çoğunluk İslâm fakihlerine göre icap, kadının velisi veya vekili tarafından erkeğe yapılan evlendirme teklifidir. Kabul ise, kocanın bu teklife verdiği olumlu cevaptan ibarettir (el-Kâsânî, el-Bedâyi', II, 229 vd., V, 133; İbn Manzûr, Lisânül-Arab, XIII,185;
Hamdi Döndüren, a.g.e., s. 187, 188).
     İcap ve Kabulde Bulunurken Uyulacak Şartlar
1. Taraflar evlenme iradelerini nikâh meclisinde açıklamalı ve icapla kabul hemen birbirini izlemelidir. Taraflardan birisi normal konuşma işitilmeyecek şekilde diğerinden uzaklaşmışsa, nikâh meclisi terk edilmiş sayılır. Ebû Yusuf'a göre bir taraf nikâh meclisinde hazır değilken, diğer taraf şahitlerin önünde icapta bulunsa, akit, bulunmayan tarafın icazetine bağlı olarak meydana gelir. Karşı taraf bunu öğrenince olumlu cevap verirse akit kesinleşir; aksi halde ortadan kalkar (el-Kâsânî, a.g.e., II, 232, 233; el-Cezîrî, Kitabül-Fıkh Alel-Mezâhibil-Erbaa, Mısır 1969, IV,14 vd.)
2. İcap ve kabul her bakımdan birbirine uygun bulunmalıdır. İcap ve kabul arasında yanılma, hile yüzünden bir ayrılık varsa evlenme meydana gelmez.
3. İcap ve kabul taraflarca işitilmeli ve anlaşılmalıdır. Ancak sağır ve dilsizler özel işaretleriyle irade beyanında bulunabilecekleri gibi, İslâm hukukunda mektupla evlilik akdi yapma kolaylığı da getirilmiştir. Mektup diğer taraf ve şahitler huzurunda okunur, bu tarafın da kabulü ile nikâh akdi tamamlanır. Burada nikâh meclisi hükmen bir sayılır (el-Kâsânî, a.g.e., II, 231; el-Cezîrî, a.g.e., IV, 16).
4. İcap ve kabul için kullanılan sözler açık veya kinayeli olur. Yalnız evlilik akdi meydana getirmede kullanılan "inkâh" ve "tezvîc" sözcükleri ile bunların başka dildeki karşılıkları açık sözlerdir. "Tezevvüc ettim, nikâhladım, nikâh ettim, nikâhla aldım, nikâhla verdim, tezvic ettim, evlendim, evlendirdim" sözcükleri gibi (en-Nisâ, 4,'22; el-Ahzâb, 33/37). 
     Buna karşılık mülkiyetin nakli sonucunu doğuran satış, hibe, sadaka ve temlik gibi sözler de, nikâh konusunda mecâz olarak icap ve kabul için kullanılabilir. "Kendimi sana şu kadar mehir karşılığında,şahidler önünde hibe ettim" diye icapta bulunmak gibi. Burada mehrin zikredilmesi, şahitlerin hazır bulunması, meclisin bir nikâh meclisi olması tarafların gayelerinin evlenmek olduğunu açıkça gösterir. Buna karşılık kira, rehin, ibra, vedia gibi deyimler evlenmede icap ve kabul için kullanılmaya elverişli değildir. Çünkü bunlar mülkiyetin nakli sonucunu doğurmayan terimlerdir (el-Cezîrî, a.g.e., IV, 14 vd.; ez-Zühaylî, a.g.e., VII, 39; İbn Âbidîn, a.g.e., II, 364, 365, 369 vd.).
Şâfiî ve Hanbelîlere göre ise evlilik akdi yalnız nikâh ve tezvic sözcükleri ile meydana gelir. Delil, Kur'an-ı Kerim'de bu akit için yalnız belirtilen sözcüklerin kullanılmasıdır (bk. en-Nisâ, 4/22; el-Ahzâb, 33/37; İbn Rüşd, Bidâyetül-Müctehid, Kahire (t.y.), II, 4,5).
5. İcap ve kabulün şarta bağlanmaması ve kullanılan siyganın da "gelecek zaman" olması gerekir. Evlilik akdinin geçmiş zaman siygasiyle oluşması konusunda görüş birliği vardır. Kadının "şu kadar mehirle kendimi sana nikâhladım" icabına, kocanın; "Kabul ettim" diye cevap vermesi gibi. Çünkü bu siyganın anlamı, akdi o anda meydana getirmektir. Bununla akit bir niyet ve karineye ihtiyaç olmaksızın o anda meydana gelir.
     Şimdiki zaman siygası ise Hanefi ve Mâlikîlere göre akdi o anda meydana getirmeye delâlet eden bir karînenin bulunması halinde evlilik akdi meydana getirmeye elverişli sayılır. Erkek kadına, "Şu kadar mehirle seni kendime nikâhlıyorum" dese, kadın da, "Kabul ediyorum" veya "Razı oluyorum" diye cevap verse, bu geleceğe ait bir va'd olmaması ve bir nikâh meclisi bulunması şartıyla akit meydana gelir. Ancak nikâh meclisi olmaz ve akdin o anda yapıldığını gösteren bir karine de bulunmazsa bu bir nikâh değil, geleceğe ait bir "söz verme" niteliğindedir.
     Evlilik akdinde emir siygası da kullanılabilir. Erkek kadına "Beni kendine nikâhla" dese ve bununla o anda evlilik akdi yapmayı kasdetse; kadın "Sana kendimi nikâhladım" diye cevap verince akit tamam olur.
     Hanefîlere göre buradaki emir siygası ile erkek kadına evlenme için vekâlet vermiş olur. Böylece kadın kendisinden asîl, erkekten vekil sıfatıyla icap ve kabulde bulunmuş olur. Mâlikîlere göre ise burada emir siygası icap niteliğindedir.
     Soru siygası icap sayılmaz, belki icaba çağrı niteliğindedir (bk. el-Kâsânî, a.g.e., II, 231; İbnül-Hümâm, Fethul-Kadîr, II, 344, 345; İbn Abidîn, Reddül-Muhtâr, II, 371; İbn Kudâme, el-Muğnî, VI, 532-534; Hamdi Döndüren, a.g.e., s. 188,189).
     Evlilik Akdinde Velînin Rolü:
     Akıllı ve ergin erkek, velisi olmaksızın kendi irade beyanı ile evlenebilir. Onun bir vekil aracılığı ile evlenmesi de mümkündür. Hanefîlere göre hür, akıllı ve ergin kadın da evlenme akdinde bizzat taraf olabilir. Çünkü burada velinin bulunması evliliğin sıhhat şartlarından değildir.
     Allah Teâlâ şöyle buyurur: "Eğer mümin bir kadın kendisini Peygamber'e hibe edip de, Peygamber de onu nikâhla almak isterse..." (el-Ahzâb, 33/50). Bu ayet-i kerime kadının nikâh akdinde bizzat taraf olabileceğini gösterir. Hulle bildiren ayette de aynı anlamı görmek mümkündür: "Yine erkek, karısını (üçüncü defa olarak) boşarsa; ondan sonra kadın, kendinden başka bir erkeğe nikâhlanıp varıncaya kadar ona helâl olmaz" (el-Bakara, 2/230). Bu ayette de, başka bir erkekle evlenmede kadın taraf olarak gösterilmiştir.
     Hz. Peygamber'in şu hadisleri de yukarıdaki ayetlerin açıklaması niteliğindedir.
     "Dul kadın hakkında velinin yapabileceği bir iş yoktur" (Ebû Dâvud, Nikâh, 25; Ahmed b. Hanbel, I, 334). "Bekâr kadın, kendisi hakkında velisinden daha fazla hak sahibidir" (Ebû Dâvud” Nikâh, 25; Tirmizî, Nikâh, 18; İbn Mâce, Nikâh, 11; Dârimî, Nikâh,13).
     İmam Şâfiî, Mâlik ve Ahmed b. Hanbel'e göre, kadın için nikâhta erkek bir velinin bulunması şarttır. Veli, kadının asabesinden en yakın olan erkektir (bk. "Asabe" mad.). Kadının nikâhta doğrudan taraf olması caiz değildir. Yaşının küçük veya büyük olması, kendisinin dul veya bâkire bulunması, sonucu değiştirmez. Bu müctehitlere göre kadının kadını evlendirmesi de caiz değildir. Dayandıkları deliller şunlardır:
     Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyurulur: "Kadınların kendilerini, kocalarına nikâh etmelerine engel olmayın" (el Bakara, 2/232). Burada velilerin, boşanan kadının yeniden evlenmesine engel olmaması istenmektedir. Eğer kadının bizzat evlenmeye yetkisi olsaydı, velisine böyle bir yasak koymanın anlamı kalmazdı. "İçinizden bekârları evlendirin..." (en-Nûr, 24/32) ve İslâm'ı kabul etmedikçe (mümin kadınları) Allaha ortak koşan erkeklere nikâhlamayınız" (el-Bakara, 2/221) ayetlerinde de erkeklere hitap edilmekte ve velâyet yetkisi onlara verilmektedir.
     Çoğunluk hukukçular bu konuda bazı hadis-i şeriflere de dayanmışlardır. Ezcümle;
     "Herhangi bir kadın, velisinin izni olmadan evlenirse, onun nikâhı batıldır, batıldır, batıldır" (Ebû Dâvud Nikâh,19; Tirmizî, Nikâh, 14; Dârimî, Nikâh, 11; Ahmed b. Hanbel, VI, 166).
     "Kadın kadını evlendiremez, kadın bizzat kendisini de evlendiremez" (İbn Mâce, Nikâh, 15).
     "Nikâh ancak veli ile olur" (Buhârî, Nikâh, 36; Ebû Dâvud, Nikâh, 19; Tirmizî, Nikâh, 14).
     Hanefiler çoğunluğun bu görüşünü ve delillerini şu şekilde eleştirmişlerdir:
     Yukarıda zikredilen el-Bakara, 232. ayet, nikâh fiilini kadına isnat eder. Çünkü bu ayet Sahabe'den Ma'kıl b. Yesar (r.a)'ın, dul kız kardeşinin yeniden eski kocasıyla evlenmesine karşı çıkması üzerine inmiştir. Ayet baş tarafı ile bir bütün olarak ele alınınca; böyle bir kadının velinin müdahalesi olmaksızın serbestçe evlenebilmesi anlamı ortaya çıkar.
     Bekârları evlendirmeyi emreden âyetler ise yalnız velilere değil İslâm toplumuna hitap etmektedir. Hanefiler velisiz nikâh olmayacağını bildiren hadislerin zayıf, hattâ bazısının mürsel olduğunu ortaya koymuş ve velisiz evlenme konusunda "Bekâr kadının kendini evlendirme hususunda velisinden daha fazla hak sahibi olduğunu" bildiren Ebû Dâvud hadisine dayanmışlardır. Çoğunluğun delil olarak aldığı hadisleri sahih kabul etsek bile, bunların nedb'e (bk. "müstehap", "mendub" maddeleri) de ihtimali vardır. Onun için akıllı ve ergin kadının evlenmesinde velinin bulunması vacib değil, mendub hükmündedir.
     Evliliğin Tek Kişi Tarafından Akdedilmesi:
     Evlilikte tek kişinin asîl veli veya vekil sıfatıyla iki tarafı birlikte temsil ederek, şahitlerin önünde akdi meydana getirmesi mümkün ve caizdir. Şu durumlarda temsil tek kişide toplanır:
1. Bir kimsenin her iki tarafın velisi olarak hareket etmesiyle akit oluşur. Bir dedenin veli olarak oğlunun oğlunu, diğer oğlunun kızı ile evlendirmesi gibi.
2. Asil ve veli sıfatının tek kişide toplanması. Veli durumunda amca oğlunun, amcasının kızını kendisine nikâhlaması gibi.
3. İki tarafın vekâletinin tek kişide toplanması mümkündür. Ukbe b. Âmir (r.a)'den rivayete göre, Hz. Peygamber bir adama "Seni filanca kadınla evlendirmeme razı mısın?" diye sordu. Adam "Evet" dedi. Kadına da "Seni filanca erkekle evlendirmeme razı mısın?" diye sordu. Kadın da; "Evet" deyince, onları birbiri ile evlendirdi (Ebû Dâvud Nikâh, 31).
4. Asil ve vekil sıfatlarının tek kişide toplanması mümkündür. Abdurrahman b. Avf (r.a), Ümmü Hakîm (r.anhâ)'ya "Evlenmek için bana yetki veriyor musun?" diye sordu. Kadın "Evet" deyince de; "Seni kendime nikâhladım" dedi (Buhârî, Nikâh, 37).
     Şâfiîler yalnız iki tarafın velisi sıfatıyla, bir kişinin iki tarafı temsil edebileceğini söylerler (eş-Şirbînî, Muğnîl-Muhtâc, Mısır (t.y.), III,168; el-Kâsânî, a.g.e., II, 231; el-Mevsılî, el-İhtiyâr li Ta'lîlil-Muhtâr, III, 97 vd.).

     Nikâh Akdinde Özel Şartlar Belirlemek:
     Evlilik akdi yapılırken eşlerden birisi diğerini yük altına sokacak bir şart öne sürse ve karşı taraf da bunu kabul etse, böyle bir şart bağlayıcı olur mu?
1. Akdin niteliği ile bağdaşan ve şer'î hükümlerle çelişmeyen sahih şart, nikâh akdinde karşı tarafı bağlar. Meselâ kadının, koca evinde, kocasının ailesi veya kuma olmaksızın oturmayı, yahut kadının ailesi izin vermedikçe sefer mesafesinden uzak beldeye göç edilmemesini şart koşması, kocayı bağlar. Çünkü bu gibi şartlarla evlilik akdi bağdaşır niteliktedir.
2. Akdin niteliği ile bağdaşmayan veya şer'î hükümlerle çelişen fasit bir şart belirlenmişse, evlilik akdi geçerli olur. Fakat yalnız şart batıl olur. Eşlerden birisi için muhayyerliği şart koşmak gibi.
     Şartla ilgili bir yasak bulunursa, böyle bir şartı yerine getirmek mekruh olur. Evleneceği erkeğin, ilk eşini boşamasını şart koşmak gibi. Hz. Peygamber (s.a.s) bu konuda şöyle buyurmuştur: "Bir kadın için, kocasından kumasını boşamayı istemesi helal değildir" (Ebû Dâvud, Talâk, 2).
     Evliliğin hükümlerinden olan, eşlerin birbirinin cinsel yönlerinden yararlanması ve kadının nafaka hakkı gibi vazgeçilmez özlük haklarını ihlâl eden şartlar da geçersizdir. Sadece ev hizmetlerini yürütmek veya kadının maişetini sağlamamak şartıyla evlenmek gibi (bk. İbnül-Hümâm, a.g.e., III, 107 vd.; Zeylaî, Tebyînül-Hakâik, II, 148; İbn Âbidîn, a.g.e., II, 405; ez-Zühaylî, el-Fıkhul-İslâmî ve Edilletüh, Dimaşk 1405/1985, VII, 45).

     Evliliğin Sıhhat Şartları:
     (Evliliğin geçerli olması için şu şartların gerçekleşmesi gerekir)
1. Eşler arasında sürekli veya geçici bir evlenme engeli bulunmamalıdır. Bain talâkla boşanıp iddet beklemekte olan kadını nikâhlamak, biri kadın diğeri erkek olduğu takdirde birbirine haram olacak derecedeki iki hısımı bir nikâh altında toplamak gibi. Bu durumlarda nikâh fasit olur. Eğer kadın erkeğe ebedî olarak haram olan hısımlardan ise, akit ittifakla batıl olur. Artık bu bir meydana gelme şartı sayılır. Kız, kız kardeş, hala veya teyze ile evlenmek gibi. Buna göre, haramlık kesin ise; bu, butlan sebebi olur. Eğer zannî olursa fesat sebebi olur.
2. İcap ve kabul siygası geçici değil, süreklilik bildiren bir uslûbla ifade edilmelidir. Evlilik belli bir süre için yapılmışsa akit batıl olur. Erkeğin kadına "Bir ay süreyle senin cinsel yönlerinden yararlanayım" veya seni bir ay veya bir yıl yahut bu beldede oturduğu sürece kendime nikâhladım" dese, kadın bu teklifi kabul edince birincisi "mut'a", ikincisi "muvakkat nikâh" adını alır (bk. "Mut'a" nikâhı).
3. Evlilik akdi sırasında iki şahidin bulunması sıhhat şartıdır. Veli dışında iki şahit bulunmadıkça akit geçerli olmaz.
     Delil şu hadislerdir:
     Hz. Âişe (r.anhâ), Hz. Peygamber (s.a.s)'in şöyle buyurduğunu nakletmiştir: "Bir veli ve iki adaletli şahit olmadıkça nikâh olmaz" (Ebû Dâvud, Nikâh, 19; Dârimî, Nikâh, 11);
     "Şahitler bulunmadıkça nikâh olmaz" (Buhârî, Şehâdât, 8);
     "Dört kimsenin hazır bulunmadığı evlilik ancak fuhuştur. Bunlar; evlenecek olan erkek, kızın velisi ve iki şahittir" (eş-Şîrâzî, el-Mühezzeb, II, 42).
     Akit sırasında şahit bulundurulmasını bildiren ayet, evlilik akdini de kapsamına alır (el-Bakara, 2/282).
     Akitlerde şahit, genellikle anlaşmazlık halinde tarafların haklarını korumada ispat kolaylığı sağar. Evlenme akdi de eşlerin lehine ve aleyhine hukuki sonuçlar meydana getiren bir akittir. Mehir, nafaka yükümlülüğü, nesebin sabit olması, sihrî hısımlığın meydana gelmesi bunlar arasındadır. Diğer yandan evlilik akdinin alenen yapılması ve akit sırasında şahitlerin bulunması, eşleri zina töhmetinden korur.

     Evlenme Şahidinde Aranan Nitelikler:
     Evlenmede şahidin fonksiyonu, evlenmeye ilişkin icap ve kabulü işitmek ve anlamaktan ibarettir. Bunun için şahitlerin aynı yerde ve birlikte bulunmaları gerekir. Ayrı ayrı yerlerde veya aynı yerde olmakla birlikte, birbiri ardından evlenme iradelerine şahit olan kimselerin şahitlikleri geçerli sayılmaz.
     Şahitte aranan nitelikler şunlardır:
1. Şahit akıllı ve ergin olmalıdır. Akıl hastası veya küçük çocukların şahitliği yeterli değildir.
2. Şahitlerin iki erkek veya bir erkek ile iki kadın olması gerekir. Tek şahitle nikâh geçerli olmaz. Çünkü hadiste "Bir velî ve iki adaletli şahit olmadıkça nikâh olmaz" buyurulmuştur (Ebû Dâvud Nikâh, 19).
     Allah Teâlâ şöyle buyurur: "Erkeklerinizden iki şahit tutun. Eğer iki erkek bulunmazsa, bu takdirde razı olacağınız şahitlerden bir erkekle iki kadın yeter" (el-Bakara, 2/282).
     İmam Şâfiî'ye göre bu ayet nikâh akdini kapsamaz. Kısasta ve diğer şer'î cezalarda olduğu gibi, nikâhta her iki şahidin erkek olması şarttır. Hanbelî ve Mâlikîler de ayni görüştedir.
     Hanefîlere göre, kadınlar nikâhta taraf oldukları gibi, bir erkek için iki kadın olmak üzere şahitlik yapabilirler. Bunların şahitlikleri yalnız had ve kısas davalarında unutma ve gaflet sebebiyle kabul edilmez. Çünkü hadler şüphe ile düşer (bk. es-Serahsî el-Mebsût, Mısır 1324-1331/1906-1912, V, 32, 33; ez-Zühaylî, a.g.e., VII, 74, 75; Hamdi Döndüren, a.g.e., s. 208, 209).
3. Şahit hür olmalıdır.
     Hanbeliler dışındaki çoğunluk, şahitlerin hür olması gerektiğini söylerler. Hanbelîlere göre ise, köle diğer haklar konusunda şahitlik yapabildiği gibi nikâhta da şahit olabilir. Çünkü bunu yasaklayan bir ayet, hadis veya icma yoktur (ez-Zühaylî, a.g.e., VII, 75).
4. Müslüman olmalıdır.
     İki tarafın müslüman olduğu bir evlenmede her iki şahidin de müslüman olması gerektiğinde görüş birliği vardır. Çünkü gayri müslimin müslüman üzerinde velayet hakkı yoktur (bk. en-Nisâ, 4/141; el-Kâsânî, a.g.e., II, 253). Ebû Hanîfe ve Ebû Yusuf'a göre, iki taraf veya yalnız kadın ehl-i kitaptan olursa şahitler de ehl-i kitaptan olabilir.
5. Çoğunluk fakihlere göre, görme yeteneği şart olmayıp, işitme ve anlama yeteneğinin bulunması şarttır. Bu nedenle şahidin nikâh akdinde konuşulan sözleri anlaması gerekir. Çünkü şahitliğin amacı budur. Aksi halde şahit, bir söz kesme veya nişan merasimini nikâh akdi sanabilir. Bu da toplumda yanlış anlamalara neden olur.
6. Şahitler evlenecek kimselerin usûl, fürû veya diğer hısımlarından olabilir. Buna göre, ana, baba, dede ve nine ile, eşlerin oğul veya kızları nikâhta-yukarıda belirtilen niteliklere sahip iseler-şahit olabilirler. Çoğunluğa göre bu hısımlardan birisi veli olarak akde katılıyorsa şahit sayılmaz (el-Kâsânî, a.g.e., II, 253, 254; el-Fetâvâl-Hindiyye, I, 267, 268).
7. Hanefîlere göre, şahitlerin adaletli olması şart değildir. İki fasık şahidin şahitliği de yeterlidir. Çünkü fasık veli olmaya ehildir (bk. "Fasık" maddesi). İmâmiyye Şîası da bu görüştedir.

6 Kasım 2012 Salı

İSLAM TARİHİ ... UMRE SEFERİ


İSLAM TARİHİ
UMRE SEFERİ
Hicret’in 6. senesi Zilkade ayı
Milâdî 13 Mart 628
     Pey­gam­be­ri­mizin Rüyası
     Resûl-i Ekrem Efendimiz, bir gece rüyasında, hiçbir kor­ku ve en­dişe duy­madan ashabıyla birlikte gidip Kâbe-i Muazzama’yı tavaf ettiklerini, kimin ba­şını kazıttığını, kiminin de saçını kısalttığını görmüştü. [1]
     Efendimiz, bu rüyasını anlatınca, ashab-ı kiram, görülmedik bir sevinç ve heyecan izhar etmişlerdi. Zira, muhacir Müslümanların Mekke’den Medine’ye hicretlerinin üzerinden kocaman bir altı yıl geçmişti. Bu altı yıl zarfında bü­yüklü küçüklü birçok hadise cereyan etmişti, ama vatanlarının hasreti yine de gözlerinde tütüyordu. Doğup büyüdükleri vatanlarına bir gün tekrar kavuşa­caklarını her an hayallerinde yaşatıyorlardı. Hasret duydukları belde alelâde bir yer de değildi; her gün beş vakit namazlarında yöneldikleri Kâbe-i Muaz­zama’nın bulunduğu mübarek bir belde idi.
     Resûl-i Ekrem Efendimizin, “Siz muhakkak Mescid-i Haram’a gireceksiniz! ” müjdesi, bu bakımdan Müslümanlar arasında büyük bir sevinçle karşılanmıştı. Hatta hemen o yıl gidip Kâbe-i Muazza­ma’yı tavaf edeceklerini zan­net­tiler ve bunu umdular.
     Resûl-i Kibriya Efendimizin bu rüyasını Kur’an-ı Kerim de bize haber ve­rir. [2]

     Medine’den Hareket
     Peygamber Efendimiz, yerine Medine’de Abdullah b. Ümmü Mektum’u bı­raktı. Yemen işi giydiği iki elbisesiyle Pazartesi günü yola çıktı. Kendisiyle bir­likte hazırlanan Müslümanların sayısı bin dört yüz idi. Kafilede dört de kadın sahabe vardı. Bunlardan biri, Efendimizin muhtereme hanımları Ümmü Se­leme (r.anha) idi. Sadece iki yüz Müslüman'ın atı vardı. Yanlarında yolcu silahı olan kılıçtan başka bir silah da bulunmuyordu; onlar da kınlarında idi. Umre kafilesiyle birlikte ayrıca kurbanlık yetmiş de deve vardı. [3]

     Hz. Ömer’le Sa’d b. Ubâde’nin, Endişelerini İzhar Etmeleri
     Peygamber Efendimiz, ashabıyla Zülhuleyfe mevkiine gelmişti. Bu sırada Hz. Ömer huzura çıkıp, “Yâ Re­sû­lal­lah! Seninle harp halinde bulunan bir kavmin üzerine silahsız ve atsız mı gireceksin? Gerektiğinde, onlarla çarpışmak için yanımıza silahlarımızı almayalım mı?” diyerek endişesini izhar etti.
     Resûl-i Ekrem Efendimiz, “Ben, umreye niyetlenmişim; silah taşımak iste­mem” diyerek, mübarek niyetlerinin muharebe olmayıp, Mücerred Umre, yani Kâbe-i Muazzama’yı ziyaretten ibaret olduğunu ifade buyurdu.

     Aynı endişeyi bu sefer ensarın ileri gelenlerinden Sa’d b. Ubâde Hazretleri izhar etti.
“Yâ Re­sû­lal­lah!” dedi. “Keşke yanımızda silah taşısaydık! Onların şüpheli bir hareketini gördüğümüz takdirde üzerlerine yürürdük!”
     Peygamber Efendimizin, bu sahabeye de cevabı aynı oldu: “Ben silah taşı­mam; ben sadece umreye niyetlenerek yola çıkmışımdır!” [4]
     Zülhuleyfe, Medinelilerin mikatı, yani ihrama girme yeridir. Pey­gamber Efen­dimiz de burada öğle namazını kıldıktan sonra ihrama girdi. Yetmiş kadar olan kurbanlık develere de işaret vurdurdu.

     Müslümanlardan bir kısmı da burada ihrama girdi.
     Peygamber Efendimiz, öğle namazını kıldıktan sonra, kıbleye döndü ve “Lebbeyk! Allahümme Lebbeyk! Leb­bey­ke lâ şerîke Leke Lebbeyk! İnnel hamde ven’ni­me­te le­ke ve’l-Mülke lâ şerîke leke” diyerek telbiye etti. Bu ulvî sedâ, her tarafı nurani bir havaya büründürdü. Sahabelerin heye­canları zirvedeydi.
     Henüz Zülhuleyfe’den ayrılmamışlarken, Resûl-i Ekrem Efendimiz müşrikle­rin durumunu öğrenmek ve kendi geliş gayesini de bildirmek üzere Büsr b. Süfyân’ı Mekke’ye gözcü olarak gönderdi. Büsr daha önce, Medine’ye Pey­gam­ber Efendimizi ziyarete gelmişti. Efendimizin arzusu üzerine kendi­siyle birlikte Mekke’ye dönüyordu.

     Ku­reyş Müşriklerinin Kararı
     Müşrikler, Peygamber Efendimizin kalabalık bir sahabe topluluğuyla gel­mekte olduğunu öğrenmiş ve kat’î karar almışlardı: “Muhammed ve berabe­rindekiler Mekke içine sokulmayacaktır.” Bunun için, Hâlid b. Velid emrinde iki yüz kişilik bir süvari birliğini süratle Kürâü’l-Gamim denilen mevkiye gön­dermişlerdi. Diğer taraftan da Ahabiş kabilelerine ziyafetler vererek, herhangi bir çarpışma ihtimaline karşılık onları yanlarına almak için bir gayretin içine girmişlerdi.
     Müşriklerin bu kat’î karar ve gayretlerini, tecessüs için gönderilen Büsr b. Süfyân gelip Usfan mevkiinde Resûl-i Ekrem Efendimize haber verdi.
     Fahr-i Kâinat Efendimiz, bu haberi alınca, “Yazıklar olsun! Ku­reyş helâk ol­du. Zaten harp, onları yiyip bitirmiştir. Ne olurdu, benimle diğer Arap kabi­le­le­ri arasına girmeselerdi, beni onlarla başbaşa bıraksalardı. Onlar beni mağ­lup edecek olurlarsa; zaten kendilerinin de istediği budur. Eğer Allah beni on­lara ga­lip getirecek olursa ve ken­dileri de isterlerse toptan İslamiyete girer­lerdi. Eğer böy­le yapmazlarsa çarpışmayı göze almışlardır demektir. Heyhat! Ku­reyş müşrikleri kuvvetlerinin çok olduğunu mu zannediyor? Vallahi, Al­lah’ın, tebli­ği için beni göndermiş olduğu dini, hâkim ve üstün kılıncaya kadar, şu başım şu gövdemden ayrılıncaya kadar onlarla savaşmaktan asla çekinme­yeceğim!” diye konuştu. [5]
     Ku­reyş müşriklerinin karşı koymak için hazırlanmaları, Peygamber Efen­dimizi fazlasıyla müteessir etti. Birbirleriyle kanlı bıçaklı olanlar bile haram aylarda iki kardeş gibi yan yana gelip Kâbe’yi tavaf edebiliyorlardı. Müşrikler buna mani olmuyorlardı. Sadece Pey­gam­ber Efendi­mizin ve Müs­lümanların Kâbe’yi ziyaret etmek gibi masum, ulvî, kutsî ve haklı arzusu karşısında, böylesine menfi bir tavır takınıyorlardı!

     Pey­gam­be­ri­mizin Yol Güzergâhını Değiştirmesi
     Resûl-i Ekrem Efendimizin mübarek niyetleri sadece Kâbe-i Muazzama’yı zi­yaret etmekti. Bunun için herhangi bir çatışmanın çıkmasını istemiyordu. Bu sebepledir ki Hâlid b. Velid kumandasında bir Ku­reyş süvari birliğinin Gamim mevkiine gelmiş olduğunu duyunca, ashabına, “Hâlid b. Velid birtakım süva­ri­lerle birlikte gözcü olarak Gamim mevkisinde bulunuyor! Bu bakımdan siz, yo­lun sağ tarafını tutup gidiniz” buyurdu ve yol güzergâhını değiştirerek, Müs­lümanları bir başka yoldan götürdü. Hâlid b. Velid, İslam ordusunu uzak­tan görünce, derhal dönüp Ku­reyşlilere durumu haber verdi.

     Ashab-ı Kiramla İstişâre
     Bu şartlar çerçevesinde Resûl-i Ekrem bir durum değerlendirmesi yapmak istedi. Sahabeleri toplayarak görüşlerini sordu.
     Onlar, “Allah ve Resûlü daha iyi bilir! Biz, ancak umre niyetiyle buraya gelmiş bulunuyoruz. Kimseyle çarpışmaya gelmedik; ama bu niyetimizin ger­çekleşmesine mani olmak isteyen çıkarsa, elbette onlarla çarpışırız!” diyerek fi­kirlerini beyan ettiler.
     Sahabelerin bu kararlılığından Peygamber Efendimiz memnun oldu ve “Haydi, öyle ise, Allah’ın ismiyle yürüyünüz!” buyurdu.
     Sadece Kâbe’yi ziyaret etmek gibi masum ve kutsî bir maksatla yola çıkmış olan Müslümanlar, tekbir ve tel­bi­ye­ler­le Mekke’ye, Kâbe-i Muazzama’ya doğ­ru adım adım yol alı­yorlardı.

     Kasvâ’nın Aniden Çöküvermesi
     Fahr-i Âlem Efendimiz, Kasvâ adındaki devesinin üzerindeydi. Kasvâ, Mek­ke haremi sınırına girince çökmek istedi. Sahabeler buna mani olmaya ça­lış­tılar; fakat sonunda Kasvâ galip geldi ve bir adım ileri atmadan Allah’ın hikmetiyle yere çöktü. Kaldırmaya uğraştılar, fakat bir türlü muvaffak olama­dılar.
     Bunun üzerine Peygamber Efendimiz, “Onun böyle bir çökme âdeti yoktur. Fakat bir zamanlar, filin Mekke’ye girmesine mani olan, şimdi de Kasvâ’ya mani oluyor. Hayatım kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki Ku­reyş, Al­lah’ın Harem dâhilinde yapılmasını haram kıldığı şeylere hürmeti kastederek benden ne kadar zor istekte bulunursa bulunsun, ben onu muhakkak onlara vereceğim” diye buyurdu. [6]
     Gerçekten, Kasvâ çökmemiş olsaydı, Müslümanlar doğ­ruca Ku­reyş müş­rik­lerinin üzerine varacaklardı. Bu hal ise bir çarpışmayı kaçınılmaz duruma ge­ti­rebilirdi.
     Hâlbuki, Müslümanlar beraberlerinde sadece kılıç getirmişlerdi. Sâir harp silahlarından tamamıyla mahrum bu­lunuyorlardı. Sayıları da azdı. Buna kar­şı­lık Ku­reyşliler daha tedbirli ve etraftaki kabileleri de yanlarına aldıkların­dan do­layı sayıca daha fazla idiler.
     Bütün bunlara rağmen, elbette Müslümanlar çarpışmaktan geri durmaya­cak­lar­dı. Tek bir kalp halinde çarpan bir avuç Müslüman, azlığı ve teçhizatsızlı­ğı­na rağ­men cesareti ve kahramanlığı ile ve Allah’ın da yardımıyla muzaffer de ola­bi­lir­lerdi. Fakat bu durum, Harem-i Şerif’e karşı bir hürmetsizlik mana­sını taşı­ya­caktı. Pey­gam­be­ri­miz ve Müslümanlar ise, böyle bir şeyi asla arzu etmezlerdi.
     Ayrıca Mekke’de imanlarını gizlemekte devam eden, Müslüman­ların tanı­madıkları erkek kadın birçok kimse vardı. Çarpışma vuku bulduğu takdirde bunlar da arada telef olabilirlerdi.
     Kaldı ki henüz iman etmemiş olan Ku­reyş ileri gelenlerinden bir­çok zâtın, yakın bir gelecekte imana gelip İslam dinine büyük hizmet etmeleri ve nice ha­yırlı evlat yetiştirmeleri mukadderdi.
     İşte, Kasvâ’nın âdeti olmadığı halde, Allah tarafından çöküvermesi, bu gibi hikmet ve inceliklere bir işaretti.
     Sahabelerin bütün gayretlerine rağmen yürümek için yerinden kımıldama­yan Kasvâ, Peygamber Efendimizin sevkiyle kalkıp yürüyüverdi. Fakat Ku­reyşlilere doğru gitmeyip başka tarafa saparak Hudeybiye denilen mevkiin niha­yetindeki suyu çekilmiş bir kuyunun başına indi. Bunun üzerine Peygam­ber Efendimiz, Müslümanların da gelip oraya konmasını emir buyurdu. [7]

     On Musluklu Çeşme Gibi…
     Hudeybiye’de Müslümanların yerleştiği saha susuz bir yer­di. Bu yüzden o gün susuz kalmışlardı.
     Bir ara Peygamber Efendimizin abdest ibriğinden abdest almak istediğini görünce koşuştular. Resûl-i Ekrem, “Ne oluyor, size?” diye sordu.
     “Mahvolduk yâ Re­sû­lal­lah!” dediler. “Yanımızda senin ibriğindeki sudan başka ne içecek, ne de abdest alacak su var!”
     Resûl-i Ekrem Efendimiz, elini ibriğin üzerine koydu, “Alınız, Bismillah!” buyurdu. O anda çeşmelerden su akar­casına, mübarek parmaklarının arasın­dan sular fışkırmaya başladı. Müslümanlar, o sudan doya doya içtiler, abdest aldılar ve su kırbalarını ağızlarına kadar doldurdular.
     Resûl-i Kibriya Efendimizin bu mucizesini anlatan Cabir b. Abdullah Hazretlerine sonradan, “Siz, kaç kişiydiniz?” diye sorulunca, şu cevabı vermişti: “Eğer, yüz bin kişi olsaydık, yine kâfi gelecekti! Fakat biz, bin beş yüz kadar idik.” [8]

     İkinci Haber
     Resûl-i Ekrem Efendimiz, ashabıyla Hudeybiye’de bulunurken Huzaa kabi­lesi Reisi Büdeyl İbni Verka, kabilesinden birkaç kişiyle çıkıp huzura geldi. Tihame kabilelerinden olan Huzaalılar, Câhiliyye devrinde bir husustan dolayı Pey­gam­be­ri­mizin mensup olduğu Benî Hâşim’le ittifak etmişlerdi. İslamiyetin zuhurundan sonra da bu anlaşmaya sadâkat göstererek, Peygamber Efendi­mize taraftarlık göstermekten geri durmuyorlardı. Müslüman olsun, müş­rik olsun hepsi, Ku­reyş’­in hal ve hareketlerine dair Mekke’de olup bitenleri Peygamber Efendimize gizlice haber verirlerdi.
     Pey­gam­be­ri­mizin huzuruna çıkan Büdeyl, “Ku­reyşliler, seninle çarpışmaya ant içmişlerdir. Beytullah’ı ziyaret et­me­ne asla müsaade etmeyeceklerdir.” dedi.
     Resûl-i Ekrem Efendimiz, geliş maksadını tekrarladı: “Biz, buraya herhangi bir kimseyle çarpışmak için gelmedik! Maksadımız, umre yapmak, Beytullah’ı tavaf ve ziyaret etmektir! Harpler, Ku­reyş’i fazlasıyla yıpratmış, güçsüz hale getirmiş ve birçok zarara uğratmıştır. Şayet arzu eder­lerse, yine kendilerine bir mütâreke müddeti tayin ede­yim. Bu müddet zarfında, benden taraf emniyet içinde bulunsunlar. Kendileri, benimle sâir halklar arasına girmesinler; beni onlarla başbaşa bıraksınlar! Eğer ben o topluluklara galip gelir ve onlar İslam dinine girerlerse ve eğer Ku­reyş müşrikleri de o toplulukların girdikleri dine girmeyi isterlerse girebilirler. Şayet ben, zannettikleri gibi, diğer topluluklara galip gelemezsem, o zaman kendileri de rahata kavuşmuş ve kuvvet kazanmış olurlar. Eğer, Ku­reyş müşrikleri bunları kabul etmez ve benimle çarpış­ma­ya kalkışırsa, varlığım kudret elinde olan Allah’a yemin ede­rim ki şu tebliğ etti­ğim dinin uğrunda başım gövdemden ayrılıncaya kadar onlarla çarpışacağım! O zaman Allah da, bana yardım edeceği hakkındaki vaadini muhakkak yerine getirecektir!” [9]
     Büdeyl, “Ben, senin söylediklerini Ku­reyşlilere ulaştırırım” diyerek Pey­gam­be­ri­mizin yanından ayrıldı.
     Büdeyl, adamlarıyla Mekke’ye dönüp durumu Ku­reyş­li­le­re bildirmek iste­diyse de, onlar önce, “bizim, ondan gelecek bir habere ihtiyacımız yoktur! Onun bilmesini istediğimiz tek şey vardır: Bizden tek kişi sağ kalıncaya kadar o Mekke’ye giremeyecektir!” dediler.
     Sonra büyükleri olan Urve b. Mes’ud araya girdi, “Siz ne diye Büdeyl ve ar­ka­daşlarını dinlemek istemiyorsunuz? Dinleyiniz! Söyleyeceği şey hoşunuza giderse kabul edersiniz, hoşunuza gitmezse reddedersiniz!” dedi.
     Bunun üzerine Büdeyl’i dinlediler. Büdeyl, Peygamber Efendimizin geliş maksadını ve yaptığı mütâreke teklifini anlattı. [10]

     Ku­reyş Elçisi, Pey­gam­be­ri­mizin Huzurunda
     Ku­reyş’in ileri gelenlerinden biri olan Urve b. Mes’ud, Bü­deyl’in sözlerini ye­rinde buldu. “Doğrusu, Büdeyl size doğruluk ve sulh yolunu göstermek üzere gelmiştir. Siz, onun tekliflerini kabul ediniz; benim de, gidip onunla konuşmama, gö­rüş­meme izin veriniz” dedi.
     Ku­reyş müşrikleri bu sözlerden hoşlanmadılar. “Muhammed’e git! Fakat kendi görüşünü gelip bize haber verme” diyerek Urve’yi bir nevi azarladılar.
     Buna rağmen Urve çıkıp Pey­gam­be­ri­mizin yanına geldi. Müşriklerin hazır­lıklarını, Hudeybiye Suyu başında beklediklerini ve hiç­bir kimseyi Mekke’ye sokmamaya kararlı olduklarını tekrarladı.
     Peygamber Efendimiz, “Ey Urve! Allah için söyle: Şu kurbanlık develerin kurban edilmelerine, şu Beytullah’ı zi­ya­ret ve tavafa engel olunur mu?” de­dikten sonra şöyle dedi:
     “Biz çarpışmak için gelmedik. Niyet ettiğimiz umremizi ifa etmek ve kur­banlık develerimizi kurban etmek arzusundayız. Sen, benim ailem, halkım olan kavmime şunu haber ver: Harp onları yiyip bitirmiştir. Kendileri, aramızda mütâreke ve savaşmaya ara vermek için bir müddet tayin etsinler! Bir de, benimle Bey­tullah arasından çekilsinler! Bırak­sınlar, umremizi yapalım, kur­banlarımızı keselim! Aksi takdirde, yemin ede­rim ki Allah Teâlâ şu İslam dinini yeryüzünde yayacağı hakkındaki vaadini yerine getirinceye ve benim de başım gövdemden ayrılıncaya kadar, onlarla çarpışmaktan asla vazgeçmeyeceğim!” [11]
     Urve b. Mes’ud, bir taraftan Pey­gam­be­ri­mizle konuşuyor, diğer taraftan sa­ha­belerin Resûl-i Ekrem’e karşı davranış ve hareket tarzlarını göz ucuyla sü­züyordu. Ashabın Peygamberimize karşı son derece hürmetkâr ve kendisine teslimiyet içinde hareket edişlerine hayran kalmıştı.
     Ku­reyş müşriklerinin yanına dönünce, Peygamber Efendimizin maksadını bildirdikten sonra, hayranlık duyduğu müşâhedelerini an­latmaktan da kendi­sini alamadı.
     “Ey kavmim!” dedi. “Ben birçok hükümdarın huzuruna elçi olarak çıkmış bir kimseyim. Vallahi, ben bunlardan hiçbir hükümdarın adamlarının onları, ashabının Muham­med’e hürmet ettikleri, sayıp sevdikleri gibi görmedim! As­habından herhangi biri, ondan izin almadan konuşmuyordu. Muhammed, on­lara bir şey emrettiği zaman yerine getirmek için adeta birbirleriyle yarışı­yorlardı! Sahabe­leri onun yanında konuşurlarken seslerini alçaltıyorlardı, ken­disine olan hürmetlerinden dolayı yüzüne bile dikkatle bakamıyorlar, gözlerini yere indiriyorlardı. Ben öyle anladım ki bu kavim hiçbir zaman onu yalnız bı­rakmayacak, onun bir tek kılını bile kimseye teslim etmeyecek, hiçbir kimseyi onun tenine dokundurmayacaktır! Gerisini siz düşünün!” [12]
     Sonra da, “O, size bir sulh teklifinde bulunmuştur; gelin, bu teklifi kabul edelim” dedi. Urve’nin bu teklifi, Ku­reyş ileri gelenleri tarafından hoş karşılanmadı; hatta kendisini böyle konuştuğundan dolayı azarladılar. Bu azardan rahatsız olan Urve kendilerini terk edip Taif yolunu tuttu.

     Pey­gam­be­ri­mizin Elçisi
     Artık her iki taraf karargâh kurdukları yerde müzakereler yapıyor, birbirle­rine gönderdikleri karşılıklı elçilerle tekliflerde bulunuyorlardı. Peygamber Efendimiz, geliş maksadını Ku­reyşlilere bildirmek üzere Huzaalı Hırâş b. Ümeyye’yi elçi olarak gönderdi. Böylece Hıraş, Resûl-i Ekrem’in Ku­reyş müş­riklerine gönderdiği ilk elçi oluyordu. [13]
     Hırâş b. Ümeyye gidip Hz. Re­sû­lul­lah’ın geliş maksadını anlattıysa da, müş­rikler anlamak istemediler. Kendisine kaba davrandılar, devesini boğazla­dı­lar, hatta kendisini öldürmeye bile kalkıştılar. Ancak araya Ahabişliler gi­rin­ce bu hareketlerinden vazgeçtiler. Hırâş b. Ümeyye canını zor kurtararak Pey­gam­be­ri­mizin yanına döndü ve başından geçenleri haber verdi.
     Elçisini öldürmeye kalkıştıkları halde Resûl-i Ekrem Efendimiz üzerlerine yürümedi. Teennîyle hareket etti. Onlardan yeni teklifler bekledi. Çünkü onun maksadı kan akıtmak değildi.

     Ku­reyş’in Bir Elçisi Daha…
     Peygamber Efendimizin bütün bu söylenenlere rağmen geri dönmediğini gören Kureyşliler bu sefer Ahabişlerin reisi Hu­leys b. Alkame’yi elçi olarak gön­derdiler. Efendimiz uzaktan Huleys’i tanıdı. Ashabına, “Bu gelen, kurban­lık inanç ve saygısı olan bir kavimdendir. Kurbanlık develerin hepsini ona karşı salıveriniz de görsün!” [14] diye buyurdu.
     Müslümanlar, kurbanlık develerini Huleys’e karşı sürüverdiler ve “Leb­beyk! Allahümme Lebbeyk!” diyerek telbiye getirdiler. Bu ulvî ve masum manzara karşısında Huleys’in gözleri dolu dolu oldu.
     “Sübhanallah! Bu muazzam cemaatin, Beytullah’ı tavaf ve ziyaretten mene­dilmesi ne kadar çirkin bir harekettir! Kâbe’nin Rabbine andolsun ki Ku­reyş­li­ler, bu yanlış tutum ve davranışlarıyla helâk olacaklardır! Hâlbuki bun­lar, um­re yapmaktan başka bir maksatla gelmemişlerdir!” diye bağırmaktan kendini alamadı.
     Peygamber Efendimiz, Huleys’in bu sözlerini uzaktan işitti. “Evet, öyledir ey Benî Kinâne’den olan kardeş...” diye buyurdu.
     Huleys’in bu masum ve kutsî manzara karşısında söyle­yecek başka bir şeyi yoktu. Resûl-i Ekrem Efendimize olan hürmetinden dolayı, yanına gelip ko­nuşmak bile istemedi; doğruca Ku­reyşlilerin yanına döndü.

     Huleys ve Ku­reyş Müşrikleri
     Huleys’in ruh ve kalbini o ulvî manzara öylesine sarmış, kucaklamış ve yu­muşatmıştı ki müşriklere açıkça şöyle demekten çekin­me­di: “Ben onu (Hz. Peygamberi) Kâbe’yi tavaftan menetme­mi­zin doğru olmaya­cağı fikrindeyim!” [15]
     Ne var ki Ku­reyş ileri gelenleri, kendilerinden başka doğ­ru düşünen kimse­nin bulunmadığı fikrinde idiler. Hu­leys­’in bu sözleri karşısında şaşırdılar, hat­ta hiddete geldiler. “Sen nihayet bir çöl Arabısın! Câhilliğin ortada! Sus, bu işlere aklın ermez!” diyerek hakarette bulundular.
     Bu sözler Huleys’i fena halde kızdırdı. Resûl-i Ekrem Efen­dimizi müdafaa sadedinde çekinmeden, “Beytullah’a hürmet maksadıyla çıkıp gelen kimseyi ondan nasıl alıkoyabiliriz? Vallahi, biz sizinle bu hususta bir anlaşma yapmış değiliz! Yemin ederim ki ya Muhammed’in yapmak istediğine mani olunma­yacak veya ben bütün Ahabiş’i tek kişi bile bırakmadan alıp gideceğim!” [16] diye konuştu.
     Fakat bu tehdit bile Ku­reyş müşriklerini inatlarından vazgeçiremedi. Bin bir yalan ve dolanla tekrar Huleys’i kan­dırdılar ve ittifaklarının bozulmasına mani oldular!

     İkinci Elçi: Hz. Osman
     Elçiler vasıtasıyla görüşmeler devam ediyordu. Resûl-i Ekrem Efendimiz ise, bir an evvel kat’î netice elde etmek istiyordu. Geliş maksadını tekrar Ku­reyşlilere gü­zelce anlatmak için bu sefer Hz. Ömer’i göndermek istedi.
     Hz. Ömer, “Yâ Re­sû­lal­lah! Ku­reyş reisleri, benim onlara ne derece şiddetli düşman olduğumu bilirler. Korkarım, bana sui­kastte bulunurlar! Mekke’de de kabilemden hiç kimsem yoktur ki beni himâyesine alsın! Buna rağmen, mu­hakkak benim gitmemi istiyorsanız, giderim” diye konuştu.
     Peygamber Efendimiz, hiçbir şey söylemeden sustu. Bunun üzerine Hz. Ömer, “Bu iş için Osman b. Affan gitse daha münasip olur. Zira, onun Mekke’de aşiret ve akrabası çoktur!” diye teklifte bulundu. Gerçekten de, Mekke’nin eşrafından olan Benî Ümey­ye, hep Hz. Osman’ın amcazâdeleri idiler. Resûl-i Ekrem Efendimiz, Hz. Ömer’in bu teklifini kabul etti. Hz. Osman'ı yanına çağırdı. “ Kureyşlilere git! ‘Biz buraya hiç kimseyle çarpışmak için gelmedik; sadece şu Beytullah’ı ziyaret için gelmiş bulunuyoruz. Yanımızdaki kurbanlık develeri kesip döneceğiz’ diye söyle. Sonra da onları İslamiyete davet et” diye tâlimat verdi.
     Peygamber Efendimiz ayrıca Mekke’de Müslümanlıklarını gizleyen Müs­lü­man­larla da görüşüp onlara teselli vermesini ve Mekke’nin yakında fetholu­nup imanlarını gizlemeye ihtiyaç kalmayacağını da onlara haber ver­mesini, Hz. Osman’a emretti.
     Hz. Osman, Ku­reyş müşriklerinin yanına vardı. Pey­gam­be­ri­mizin geliş mak­sadını tek tek anlattı. Onları İslam’a davet etti. Fakat bu görüşmeden de bir netice alınamadı. Müşriklerin, Hz. Osman’a da cevapları menfi oldu. “Git, seni gönderene söyle: O, hiçbir zaman Mekke’ye gi­rip, Kâbe’yi tavaf edemeyecektir.”
     Hz. Osman’la birlikte ayrıca on kadar muhacir, Resûl-i Ekrem’in müsaade­siyle, akrabalarını ziyaret maksadıyla gitmişlerdi. Hz. Osman’la birlikte onlar da görüştükleri Müslüman akrabalarına Mekke’nin yakında fethedileceği müj­desini vererek, onları sevindirdiler.

     Hz. Osman’ın, Müsaade Edilmesine Rağmen Kâbe’yi Tavaf Etmeyişi
     Bu arada Ku­reyş ileri gelenleri, Hz. Osman’a, “Kâbe’yi tavaf etmek istersen, et” dediler. Hz. Osman, “Hayır!” dedi. “Re­sû­lul­lah (a.s.m.) onu tavaf etmedik­çe, ben de etmem!” dedi.
     Ku­reyşliler bundan rahatsız oldular; hatta hiddete gelerek, Hz. Osman’ı bir müddet yanlarında tutup göz hapsine aldılar.
     Fakat bu durum, Peygamber Efendimize, Hz. Osman ve beraberindeki mu­ha­cir Müslümanların müşrikler tarafından öldürüldükleri tarzında ulaştı. [17]

[1] İbn Hişam, Sîre, c. 3, s. 336.
[2] Fetih, 27.
[3] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 322; İbn Sa’d, Tabakat, c. 2, s. 95; Halebî, İnsanü’l-Uyûn, c. 2, s. 690.
[4] Taberî, Tarih, c. 3, s. 72; Halebî, İnsanü’l-Uyûn, c. 2, s. 689.
[5] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 321.,
[6] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 324; İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 96.
[7] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 324.
[8] İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 98.
[9] Taberî, Tarih, c. 3, s. 74.
[10]Taberî, a.g.e., c. 3, s. 74.
[11] Ahmed İbn Hanbel, Müsned, c. 4, s. 324; Ebû Dâvûd, Sünen, c. 3, s. 85.
[12] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 328; Ahmed İbn Hanbel, Müsned, c. 4, s. 324.
[13] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 328; İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 96.
[14] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 324; Ahmed İbn Hanbel, a.g.e., c. 4, s. 324.
[15] Ahmed İbn Hanbel, a.g.e., c. 4, s. 324; Taberî, Tarih, c. 3, s. 75.
[16] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 326; Taberî, Tarih, c. 3, s. 75-76.
[17] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 329.

02 - 07 Temmuz İstaNBUL & Güneydoğu Anadolu - GAP Turu

02 - 07 Temmuz Güneydoğu Anadolu - GAP Turu 3 Gece Otel Konaklamalı 5 Gün Gezi       Mezopotamya, bazı kaynaklarda medeniyetlerin beşiği ola...