13 Aralık 2012 Perşembe

HADİS-İ ŞERİFLER / CENNET VE CEHENNEMİN SIFATLARI - 2

KÜTÜB-İ SİTTE
HADİS-İ ŞERİFLER
KIYAMET ve KIYAMETLE İLGİLİ MESELELER BÖLÜMÜ
Üçüncü Bab: CENNET ve CEHENNEM
Birinci Fasıl: CENNET VE CEHENNEMİN SIFATLARI - 2

     AÇIKLAMA:
     Dilimizde huri veya huri kızı denen cennet kızları tabiri Kur'anî bir tabirdir. Kur'an'da birçok kereler zikri geçer ve cennet ehline bunlardan nikah edileceği belirtilir, güzellikleri tasvir edilir. (Duhan 54, Tur 20, Rahman 72, Vakı'a 22). Hûr, lügat olarak, havra'nın cem'idir. Havra, gözünün beyazı çok beyaz, siyahı da çok siyah manasına gelir. Kısaca siyah gözlü, ceylan gözlü gibi tercümelere mazhardır.
     Sadedinde olduğumuz hadis, hurilerin cennette dünyada işitilmemiş olan fevkalâde güzel namelerle şarkı okuyacaklarını belirtmektedir. Böylece cennet ehlinin, Allah'ın bir başka nev'e giren nimetlerinden kulağa hitap eden nimetlerini de, cennete layık bir üstünlükle tadacağını haber vermektedir.

 16. (5112)-  Hz. Enes (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
     "Cennet ehlinin bir çarşısı vardır. Her cuma oraya gelirler. Derken kuzey rüzgârı eser, elbiselerini ve yüzlerini okşar. Bunun tesiriyle hüsün ve cemalleri artar. Böylece ailelerine, daha da güzelleşmiş olarak dönerler.
     Hanımları: "Vallahi, bizden ayrıldıktan sonra sizin cemal ve güzelliğiniz artmış!" derler.
     Erkekler de: "Sizler de, Allah'a kasem olsun, bizden sonra daha çok güzelleşmişsiniz!" derler."
     [Müslim, Cennet 13, (2833).]

 AÇIKLAMA: 

     Bu hadis, yeryüzünde insanların zevk aldıkları toplantı ve içtimaların ahirette de olacağını ihbar etmektedir. Çarşı diye tercüme ettiğimiz şuh kelimesi, insanların daha çok alışveriş için biraraya geldikleri, eşdostun karşılaştıkları yerdir. Çarşı, karşılaşmaya, selamlaşmaya, görüşmeye vesile olduğu için, rivayetlede, alışveriş gayesi olmadan da, bilhassa cuma namazından sonra çarşının şöyle bir dolaşılmasının sünnet kılındığı görülür. Böylece beşerî bir ihtiyaç olan ünsiyet sağlanmış olur. Şu halde bu meşru zevk ahirette de vardır. Ancak oranın zevki derece ve mertebe itibariyle çok farklıdır. Güzellik, ziyadeleşmede aile efradı arasında karşılıklı muhabbetlerin daha da artmasına vesile olmaktadır. Müteakip hadiste de belirtileceği üzere, ahirette dünyadaki gibi alışveriş ihtiyacı olmadığına göre, oranın çarşısı, alışveriş yapılan yer manasında anlaşılmamalı, ünsiyetin temin edildiği toplanma yerleri manasında anlaşılmalıdır.
     Resulullah'ın, kuzey rüzgârı tabirini kullanması, o rüzgârın yağmur ve serinlik getirmesindendir. Sıcak iklimde bu evsaftaki rüzgâr en ziyade sevilen ve arzu edilen rüzgârdır.
     el-Mebarik'de şöyle denilmiştir: "Çarşıya her hafta cennetlikler toplanır, melekler onları kuşatır, onlara gözlerin görmediği, kulakların işitmediği, insan kalbine hiç doğmamış nimetler getirirler. Onlar bu nimetlerden istedikleri kadar, para ödemeden alırlar. Bu da cennette tadılan lezzetlerden biridir."
     Yani, çarşıdan eve bir şeyler alarak gelme lezzeti. Bunun dahi cennette olduğu anlaşılmaktadır.
  
 17. (5113)-  Hz. Ali (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
     "Cennette bir çarşı vardır. Ancak orada ne alış, ne de satış vardır. Sadece erkek ve kadın suretleri vardır. Erkek bunlardan bir suret arzu ederse o surete girer."
     [Tirmizî, Cenet 15, (2553).]

 AÇIKLAMA: 

1- Hadis, cennetteki çarşı hakkında daha detaylı bilgi sunmaktadır. Orada alışveriş mevzu bahis değildir. Ancak kadın ve erkek suretleri mevcuttur. Erkek bu suretlerden dilediğine girmekte (yani bürünmektedir).
2- Şarihler hadisin iki manaya muhtemel olduğunu belirtirler:
* Birinci manaya göre çarşıya güzel suretler arzedilmektedir. Kişi bunlardan hangisini arzular ve temenni ederse, Allah Teala hazretleri Kudret-i Sübhaniyesi ile o kimseyi, arzuladığı surete sokmaktadır.
* İkinci manaya göre suretten murad zinettir. Kişi o çarşıda bu zinetle süslenir, onu takınır, kendisine arzu edip seçeceği zinet, takım, taç vs.yi giyinir. Arapçada falancanın güzel bir sureti var demek, hoş bir görünümü var demektir. Bir başka ifade ile, hadis: "Çarşıda bulunan şeylerden her ne arzu ederse kendisine verilir" manasını ifade eder. Öyleyse o çarşıya girmekten murad, orada tezeyyün etmek, süslenmektir.
     Her iki manada da zat değil, sıfat değişikliği, dış görünüş değişmesi mevzubahis olmaktadır.

CEHENNEMİN EVSAFI

 1. (5114)-  Hz. Ebu Hureyre (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm):
     "Yaktığınız ateş var ya, bu cehennem ateşinin yetmiş cüzünden bir cüzdür!" buyurmuştu.
     (Yanındakiler): "Zaten bu ateş, vallahi (asileri cezalandırmaya ahirette) yeterliydi" dediler.
     Aleyhissalâtu vesselâm: "Cehennem ateşi öbürüne altmış dokuz kat üstün kılındı. Her bir kat'ın harareti, bunun mislindedir."
     [Buhârî, Bed'ü'l-Halk 10; Müslim, Cennet 29, (2843); Muvatta, Cehennem 1, (2, 994); Tirmizî, Cehennem 7, (2592).]

 AÇIKLAMA: 

     Bu hadiste ahiretteki cehennem ateşinin, derece ve şiddet itibariyle, dünyadaki ateşin yetmiş katı olduğu ifade edilmektedir. Ashab, kâfir ve asileri cezalandırmak için dünyadaki ateşin de yeterli olacağını söylemesi üzerine, Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm), Allah'ın azabının ne kadar şiddetli olduğunu belirtmek üzere te'kiden, cehennem ateşinin dünyadaki ateşe nisbetle altmış dokuz kat olduğunu, her bir katın aynen dünyadakine eşit bir şiddete sahip bulunduğunu beyan ediyor.
     Allah'ın azabının şiddeti, ayet ve hadislerde tekrarla nazara verilmiş ve bunun "ateş"le olacağı ifade edilmiştir.
     Mesela:
     "Onlar ateşe karşı ne de sabırlıdırlar!" (Bakara 175);
     "...Öyle bir ateşten sakının ki, onun yakıtı insanlarla o taştır" (Bakara 24) buyrulmuştur.
     Öyleyse, dünya ateşini, Cenab-ı Hak, ahiretteki ateşin şiddetini haber vermek üzere onun yetmiş cüz'ünden bir cüz olarak halketmiş olmaktadır.
     Şarihler, hadisteki maksadlardan birinin Allah'tan sadır olan azabın, kullardan, zalim insanlardan sadır olmakta bulunan azabtan çok daha şiddetli olacağına dikkat çekmek olduğunu belirtirler.
     Bu hadis de, "Allah'tan korkulmaz, Allah sevilir" diyenlerin, bu çeşit sözleriyle dinî bir hakikatı ortaya koymayıp keyfî bir muğalata (demagoji) yaptıklarını ortaya koymaktadır. Evet Rabbimizi, rahmetiyle severken, celalinden, azabından ve adaletinden de korkarız; kulluk edebi bunu gerektirir. Kur'an ve hadis de bunu ders verir. "Allah'tan korkulmaz.." sözü küfrün değilse cehlin eseridir, dinde delili, dayanağı yoktur.

 2. (5115)-  Yine Ebu Hureyre (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
     "Cehennem ateşi bin yıl yakıldı. Öyle ki kıpkırmızı oldu. Sonra bin yıl daha yakıldı, öyle ki beyazlaştı. Sonra bin yıl daha yakıldı. Şimdi o siyah ve karanlıktır."
     [Tirmizî, Cehennem 8, (2594); Muvatta, Cehennem 2, (2, 994). Metin Tirmizî'ye aittir.]

 AÇIKLAMA: 

     Muvatta'nın rivayetinde, cehennemin hal-i hazır siyahlığı zifte benzetilir.

 3. (5116)-  Ebu Saidi'l-Hudrî (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
     "Cehennemi kuşatan surun dört (ayrı) duvarı vardır. Her duvarın kalınlığı kırk yıllık yürüme mesafesi kadardır."
     [Tirmizî, Cehenmem 4, (2587).]

 AÇIKLAMA: 

1- Hadis, cehennemi çevreleyen surun genişliği hakkında bilgi vermektedir. Sur, iç içe dört duvardan müteşekkildir, her duvarın kalınlığı kırk yıllık yürüme mesafesi kadardır. Hadiste, duvarlar arasındaki mesafe belirtilmemiştir. Dört ayrı duvar olduğuna göre, bitişik olmadığı, aralarında az veya çok bir mesafe, bir açıklık olacağı anlaşılmaktadır.
2- Hadis, şu ayete işaret etmektedir: "Biz zalimlere öyle bir ateş hazırladık ki, (etrafını saran) duvar(lar), çepe çevre kendilerini kuşatmıştır" (Kehf 29). "Sur" veya "duvar" diye çevirdiğimiz süradık kelimesini İbnu Abbas'ın, ateşten duvar diye açıkladığı rivayet edilmiştir.
3- Hadisin Tirmizî'deki devamında şöyle denir: "Eğer, cehennemliklerin (içinde yüzdükleri) irinden, dünyaya bir kovacık dökülecek olsa, bütün arz ahalisi(ne bu koku siner ve bu sebeple herkes) pis kokardı."

 4. (5117)-  Hasan Basri rahimehullah anlatıyor: "Utbe İbnu Gazvan (radıyallahu anh), Basra'da minberde (hutbe esnasında) dedi ki:
     "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) bize şöyle buyurmuşlardı: "Cehennemin kıyısından büyük bir taş bırakıldı. Bu taş yetmiş yıl aşağı doğru düştü de henüz dibe ulaşmadı."
     (Utbe İbnu Gazvan, devamla) der ki: "Hz. Ömer (radıyallahu anh): "Ateşi çok zikredip hatırlayın. Zira onun harareti pek şiddetlidir; derinliği çok fazladır, çengelleri demirdendir" buyurdu."
     [Tirmizî, Cehennem 2, (2578).]

 AÇIKLAMA: 
     Hadis, cehennemin derinliğine bir nihayet olmadığını belirtmektedir. Şarihler, "yetmiş" rakamının çokluk ifade ettiğini, miktar ifade etmediğini belirtirler.
     Cehennem ateşini sıkça hatırlamada, nefsi kötülüklerden frenleyen bir ibret bulunduğu için Hz. Ömer (ra.) onun sıkca tahattur edilmesini tavsiye etmiştir.

 5. (5118)-  Ebu Said el-Hudrî (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
     "Veyl, cehennemde bir vadidir. Kâfir orada, kırk yıl batar da dibine ulaşamaz."
     [Tirmizî, Tefsir, Enbiya, (3164).]

 AÇIKLAMA: 
     Veyl kelimesi, asıl itibariyle azab manasındadır. Araplar felaket temennisi için "falancaya veyl (azab) olsun!" diye sıkça kullanırlar. Dilimize "yazıklar olsun!", "vay haline!" gibi tabirlerle çeviririz. Sadedinde olduğumuz hadis, veyl kelimesinin cehennemde muayyen bir azab vadisinin ismi olduğunu belirtmektedir. Öyle bir vadi ki, cehennemlikler satıhtan aşağı doğru düşüşe geçseler, kırk yılda dibe ulaşmayacaklardır, öylesine derin bir vadidir. Şu halde tabirinde "falanca, cehennemin Veyl vadisinin azabına uğrasın!" manası da vardır.

 6. (5119)-  İbnu Abbas (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
     "Eğer zakkumdan, dünyaya tek damla damlatılacak olsa, bu dünya ehlinin yiyeceklerini ifsad ederdi. Öyleyse, yiyecek ve içeceği zakkumdan olan cehennemliğin hali ne olur (anlayın)!"
     [Tirmizî, Cehennem 4, (2588).]

 AÇIKLAMA: 

     Zakkum: Ayet-i kerimede cehennemden çıkan bir ağaç olarak tavsif edilir (Saffat 62-66). Alimler, zakkum ağacını: "Cehennem ehline mahsus pek acı bir ağaç" diye tarif ederler. Zakkum cehennemliklerin yiyeceğidir. Cehennemlikler onun üzerine kaynar su içeceklerdir (Vakıa 52-55). Sadedinde olduğumuz hadis, zakkumun, son derece pis kokulu olduğunu belirtmektedir.

 7. (5120)-  Hz. Ebu Hureyre (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
     "Cehennem, Rabbine şikayet ederek: "Ey Rabbim! Bir parçam diğer bir parçamı yemektedir" dedi. Bunun üzerine, Allah Teala hazretleri ona, iki nefes almaya izin verdi; Bir nefes kışta, bir nefes de yazda. (Yazdaki nefesi) sizin rastladığınız en şiddetli sıcaktır. (Kıştaki nefesi de) sizin rastladığınız en şiddetli (soğuk olan) zemherirdir."
     [Buhârî, Bed'ülhalk 10; Müslim, Mesacid 185, (617); Tirmizî, Cehennem 9, (2595).]

 8. (5121)-  Yine Ebu Hureyre anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
     "Kıyamet günü, ateşten bir parça, boyun şeklinde uzanır. Bunun; gören iki gözü, işiten iki kulağı, konuşan iki dili vardır. Der ki: "Ben üç takım (insanı cezalandırmak) için vazifelendirildim. Allah'la birlikte bir başka ilaha dua eden kimse, bile bile zulmeden cebbar ve tasvirciler."
     [Tirmizî, Cehennem 1, (2577).]


 9. (5122)-  İbnu Mes'ud (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
     "Kıyamet günü cehennem, yetmiş bin yuları olduğu halde getirilir. Her yularında, onu çeken yetmiş bin melek vardır."
     [Müslim, Cennet 29, (2842); Tirmizî, Cehennem 1, (2576).]

 AÇIKLAMA: 

1- Hadiste, cehennemin, kıyamet günü, yaratıldığı yerden Mevkif'e getirileceği ifade edilmektedir. Bu mana şu ayette de gelmiştir. (Mealen): "O gün cehennem de getirilmiştir..." (Fecr 23). "Cehennemin Mevkif'e getirilmesi, orada toplanan insanlara gösterilerek onların korkutulması gayesine mebni olabilir" denmiştir.
2- 5120 numarada geçen hadisi esas alan alimler, cehennemin el'an yaratılmış olduğunu kabul ederler. Bu hadis, zahiri esas alındığı takdirde cehennemin taşınabilecek mahiyette, müstakil bir ünite, bir varlık olduğunu ifade etmektedir. Mazirî, hadisin zahirini esas almak gerektiğini söyler ve: "Bunu hakikatı üzere hamletmeye hiçbir mani yoktur" der. Esasen, nassların zahirini kabule açık bir mani olmadıkça te'vil caiz değildir.

 10. (5123)-  Mücahid anlatıyor: "İbnu Abbas (radıyallahu anhümâ) bana: "Cehennemin genişliği ne kadardır, biliyor musun?" diye sordu. Ben: "Hayır!" deyince: "Doğru, Allah'a yemin olsun, bilemezsin!" dedi ve ilave etti: "Bana Hz. Aişe (radıyallahu anhâ) dedi ki: Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a: 
"Kıyamet günü arz toptan O'nun bir kabzasıdır (tam tasarrufundadır). Gökler de O'nun sağ eliyle dürülmüşlerdir" (Zümer 67) ayetinden sormuş ve "Bu sırada insanlar nerede olurlar [ey Allah'ın Resulü]" demiştim.
     Aleyhissalâtu vesselâm: "Cehennem köprüsünde!" cevabını verdi."
     [Tirmizî, Tefsir, Zümer, (3242).]

*CENNET VE CEHENNEMİN 
MÜŞTEREK YÖNLERİ

 1. (5124)-  Ebu Hureyre (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
     "Allah Teala hazretleri cenneti yarattığı zaman Cibril aleyhisselam'a: "Git ona bir bak!" buyurdular. O da gidip cennete baktı ve: "[Ey Rabbim!] Senin izzetine yemin olsun, onu işitip de ona girmeyen kalmayacak, herkes ona girecek!" dedi. (Allah Teala hazretleri) cennetin etrafını mekruhlarla çevirdi. Sonra: "Hele git ona bir daha bak!" buyurdu. Cebrail gidip ona bir daha baktı.
     Sonra da: "Korkarım, ona hiç kimse girmeyecek!" dedi.
     Cehennemi yaratınca, Cebrail'e: "Git, bir de, şuna bak!" buyurdu. O da gidip ona baktı ve: "İzzetine yemin olsun, işitenlerden kimse ona girmeyecektir!" dedi. Allah Teala hazretleri de onun etrafını şehvetlerle kuşattı.
     Sonra da: "Git ona bir kere daha bak!" dedi. O da gidip ona baktı. Döndüğü zaman: "İzzetine yemin olsun, tek bir kişi kalmayıp herkesin ona gireceğinden korkuyorum!" dedi."
     [Ebu Davud, Sünnet 25, (4744); Tirmizî, Cennet 21, (2563); Nesâî, Eyman 3, (7, 3).]

 AÇIKLAMA: 
     Hadis, cennetin cazib fakat kazanılmasının kolay olmadığını, cehennemin de çok kötü fakat oraya şiddetle çeken cazibeler bulunduğunu belirtmektedir. Hz. Cebrail, birinci görüşlerinde onları zatî evsaflarıyla değerlendirir: "Cennet o kadar güzel ki, herkes oraya girer, yani onu kazanma iştiyakı izhar eder, kazanılması için gerekli gayreti gösterir" demek istemiştir. Keza "cehennemin çirkinliği, kötülüğü karşısında herkes oraya girmemek için elinden geleni yapar" demek istemiştir.

     Ama ikinci defa, yani cenneti kazanmak için nefsin hoşlanmadığı nice mekarihin aşılması gerektiğini, cennetin etrafını bunların sardığını görünce, bu hoş olmayan engelleri aşacak kimseler çıkmayacak endişesine düşer, zira cennetin etrafında ibadet için meşakkatler, sabır, tevekkül, kötülüklerden içtinab, zekat, sadaka vermek, cihad etmek, kulluk yolunda açsusuz ve uykusuz kalmak, yanılmak, nefse hakim olmak vs. gibi meşakkatli teklifler, nefsanî arzulara muhalefet ve şehvetlerin kırılması var. İnsan nefsi bunları sevmez. Cennetin etrafı da hep bunlarla sarılı. Keza cehennemin etrafında da nefsin hoşuna giden, pek cazip şeyler var: Serbestlik, sorumsuzluk, eğlence, israf, dedikodu, fuhuş, yalan, gıybet.. vs. Bunların cazibesine kapılmamak her insanın işi değil. B
uralara gidecek insanların miktarı hususunda endişelenir.
     Şarihler, bu hadisi Resulullah'ın bedî sözlerinden biri kabul ederler. Cennetin nefsin hoşuna gitmeyen amellerle kazanılabileceği; keza cehennemden korunmak için de mutlaka şehevî arzulardan, nefsin meylettiği şeylerden kaçınmak gerektiği çok güzel bir teşbihle ifade edilmiş olmaktadır.
     Hadis, cenneti kazanma ve cehennemden kaçınmanın yollarını en veciz bir şekilde belirtmekte, mü'minleri bu mühim meselede uyarmaktadır.

 2. (5125)-  Hz. Enes (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
     "Cennetin etrafı mekarihle (nefsin hoşlanmadığı şeylerle) sarılmıştır. Cehennemin etrafı da şehevî (nefsin arzuladığı, cazip) şeylerle sarılmıştır."
     Sahiheyn'de, Ebu Hureyre'den bu rivayet aynen gelmiştir. Ancak iki yerde "sarılmış" kelimesine bedel "örtülmüş" kelimesi kullanılmıştır.

 3. (5126)-  Yine Hz. Enes (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
     "Cehennem, içerisine asiler atıldıkça: "Daha var mı?" demekten geri durmaz. Bu hal, Rabbu'l-İzze'nin cehennemin üzerine ayağını koyup, iki yakasını dürüp birleştirmesine kadar devam eder. İşte o zaman cehennem:
     "Yeter, yeter. İzzet ve keremine yemin olsun yeter!" der. Cennette fazlalık devam eder. Allah, ona mahsus yeni bir halk yaratır ve bunları cennetin fazla kısmına yerleştirir."
     [Buhârî, Tefsir, Kaf 1, Eyman 12, Tevhid 7; Müslim, Cennet 37, (2848); Tirmizî, Tefsir, Kâf (3268).]

 AÇIKLAMA: 

1- Bu hadis, müteşabih hadislerdendir. Zahiri üzere alınması mümkün değildir. Çünkü Allah'a ayak nisbet etmektedir. Halbuki Allah hiçbir şeye benzemez. Ona hakiki manada ne el, ne de ayak nisbet edilemez. Mükerrer seferler geçtiği üzere, selef uleması bu çeşit hadisleri kabul edip, "Bundan murad ne ise onu Allah bilir" diyerek te'vile gitmemiştir. Bunlara muvaffıza denir. Ancak müteahhir ulema, bu çeşit hadislerde kastedilebilecek mana üzerinde durarak, hadisleri te'vil cihetine gider. Bunlara müevvile denir. Bazı tevilcilere göre "ayak"tan kastedilen şey, mütekaddimdir (yani önde olan, evvel gelen). Böylece hadis "Allah cehennemin üzerine cehennemliklerden bir kısmını koyar" diye anlaşılmalıdır. Kademle, "bir mahluk ismi kastedilmiş", "yer ismi kastedilmiştir" "ayak koymak, yeter artık demektir" gibi değişik yorumlar yapılmıştır.
2- Hadis, Ehl-i Sünnetin "sevab amele bağlı değildir" hükmüne delildir. Çünkü cennette yaratılanların hiç ameli olmadığı halde, onlara cennet lutfedilecektir. Ehl-i Sünet küçükken ölen çocuklar ve hatta deliler hakkında da böyle hükmeder. Amelleri olmadığı halde Hak Teala, onlara sevap verip cennete koyacaktır.
3- Hadis cennetin çok geniş olduğuna, orada, yeni yaratılacaklara da yetecek yer olacağına delildir. Başka hadislerde her ferde dünya genişliğinde cennet verileceği, on misli kadar da ziyadesi ihsan edileceği belirtilmiştir.

Diyanet İşleri'ne 490 Kur’an kursu öğreticisi, 1.920 imam-hatip ve 170 müezzin-kayyım alınacak...

DİYANET İŞLERİ BAŞKANLIĞI

     Diyanet İşleri Başkanlığı taşra teşkilatında imam-hatip ve müezzin-kayyım
ihtiyacının karşılanması amacıyla, 657 sayılı Devlet Memurları Kanununun 4’üncü maddesinin (B) bendi ile 6/6/1978 tarihli ve 7/15754 sayılı Bakanlar Kurulu Kararında belirtilen “Sözleşmeli Personel Çalıştırılmasına İlişkin Esasların” “Sınav Şartı” başlıklı Ek Madde 2/b çerçevesinde sözleşmeli 490 Kur’an kursu öğreticisi, 1.920 imam-hatip ve 170 müezzin-kayyım alınacaktır.


     A- Adaylarda aranacak şartlar:
1- 657 sayılı Devlet Memurları Kanununun 48 inci maddesinin (A) bendinde belirtilen şartları taşımak.
2- Diyanet İşleri Başkanlığı Atama ve Yer Değiştirme Yönetmeliğinin 5 inci maddesinin birinci fıkrasının (b) bendinde belirtilen “itikat, ibadet, tavır ve hareketlerinin İslâm törelerine uygunluğunun çevresinde bilinir olmak” şartını taşımak.
3- Müracaat ettiği unvanla ilgili ve geçerlilik süresi sona ermemiş yeterlik belgesine sahip olmak.
4- İmam-hatip ve müezzin-kayyım için erkek olmak, Kur’an kursu öğreticiliği için bayan olmak.
5- Askerlikle ilişiği bulunmamak.
6- 2012 KPSS (B) grubu sınavına girmiş ve sözleşmeli Kur’an kursu öğreticiliği için en az 60, sözleşmeli imam-hatiplik ve sözleşmeli müezzin kayyımlık için ise en az 50 puan almış olmak. (Aday KPSS’ye hangi öğrenim düzeyinde katılmışsa yerleştirme işleminde o öğrenim düzeyi dikkate alınacaktır. Ayrıca, ortaöğretim mezunları için KPSSP94, ön lisans mezunları için KPSSP93 ve lisans mezunları için KPSSP3 puanı esas alınacaktır.)
7- Kur’an kursu öğreticisi ve imam-hatiplik için; en az imam-hatip lisesi mezunu olmak.
8- Müezzin-kayyımlık için; en az imam-hatip lisesi mezunu olmak veya en az lise/dengi okul mezunu olup hafızlık belgesine sahip olmak.
9- 657 sayılı Devlet Memurları Kanununun 4 üncü maddesinin (B) bendi uyarınca halen sözleşmeli Kur’an kursu öğreticisi, sözleşmeli imam-hatip ve sözleşmeli müezzin-kayyım olarak görev yapmakta olanların farklı unvanlar için müracaatları kabul edilecek, görev yaptıkları unvanlar için ise müracaatları kabul edilmeyecektir.
11- Sözleşmeli Kur’an kursu öğreticisi, sözleşmeli imam-hatip ve sözleşmeli müezzin-kayyım olarak görev yapmakta iken, istifaen görevlerinden ayrılanların ayrıldıkları tarih ile müracaat tarihi itibariyle 1 yılı dolmadıkça müracaatları kabul edilmeyecektir. Bu hususun sonradan anlaşılması halinde sözleşmeleri iptal edilecektir.
12- Son sınıf öğrencisi olarak KPSS’ye katılıp mezun olamayanların müracaatları kabul edilmeyecektir.
13- Adaylar; en fazla 25 tercih kodu tercihinde bulunabileceklerdir.
14- Müftülük onayından (aktivasyon) sonra her ne sebeple olursa olsun tercihlerde kesinlikle değişiklik yapılmayacaktır.
15- 657 sayılı Devlet Memurları Kanununun 4/A maddesine göre kadrolu olarak görev yapanların müracaatları kabul edilmeyecektir.

     B- Başvuru şekli:
     Adaylar, Başkanlığın web sayfasında ve İnsan Kaynakları Genel Müdürlüğü web sayfasındaki duyuruda bulunan adresten 24.12.2012- 29.12.2012 tarihleri arası saat 16:30’a kadar başvurularını yaptıktan sonra Müftülük onayının yapılması (aktivasyon) için, gerekli belgelerle birlikte herhangi bir il müftülüğüne şahsen müracaat edeceklerdir.
     İl Müftülüklerinde konuyla ilgili yetkili memurlar da 24.12.2012- 29.12.2012 tarihleri arası saat 18:00’e kadar web adresinde yazılı olan programa girerek adayın girdiği bilgiler ile verdiği belgelerdeki bilgileri kontrol ederek hatalı beyan veya giriş varsa düzelttikten sonra web programındaki Müftülük Onayı (aktivasyon) işlemini tamamlayacak ve aday başvuru formundan iki nüsha yazdırıp, müftülük gelen evrak defterine kaydını yapacak, formun her iki nüshası, kendisi ve müracaat eden aday tarafından (ad, soyad ve unvanı yazılarak) imzalanacak, formun bir nüshası müftülükteki dosyada muhafaza edilecek, diğer nüshası ile ibraz edilen belgeler adayın kendisine iade edilecektir.
     Müftülük tarafından onaylanmamış müracaatlar yerleştirmede dikkate alınmayacaktır. 
Müftülük onayından (aktivasyon) sonra aday bilgileriyle ilgili tercih alanlarında hangi  nedenle olursa olsun kayıt değişikliği yapılmayacaktır.
     Bu duyuruda belirlenen esaslara uygun olmayan, posta yolu ile yapılan müracaatlar ve ilan edilen tarihlerde yapılmayan müracaatlar kabul edilmeyecektir.

     C-Yerleştirme işlemleri:

     İlan edilen boş pozisyonlara yerleştirme işlemleri, Başkanlığımızca bilgisayar ortamında KPSS puanı esas alınmak ve en yüksek puandan başlanmak suretiyle adayların tercihleri dikkate alınarak aşağıdaki kriterlere göre;
1- Kur’an kursu öğreticisi ile İmam-hatiplerin;

a- Öncelikle hafızlık belgesine sahip ilahiyat fakültesi mezunları arasından,
b- Dolmaması halinde ilahiyat fakültesi mezunları arasından,
c- Dolmaması halinde hafızlık belgesine sahip en az ilahiyat ön lisans mezunları arasından,
d- Dolmaması halinde en az ilahiyat ön lisans mezunları arasından,
e- Dolmaması halinde hafızlık belgesine sahip en az imam-hatip lisesi mezunları arasından,
f- Dolmaması halinde en az imam-hatip lisesi mezunları arasından,

2- Müezzin-kayyımların ise; en az imam-hatip lisesi mezunu veya hafızlık belgesine sahip en az lise/dengi okul mezunları arasından y
apılacaktır.

3- Boş kontenjan kalması halinde, tercihlerine göre yerleşemeyen adaylar yukarıdaki kriterler çerçevesinde Başkanlıkça re ’sen yerleştirilecektir.

     Yerleştirme kategorisi içerisinde KPSS puanı eşit olanlardan KPSS sonuç belgesinde yer alan öğrenim belgesinin mezuniyet tarihi önce olanlara, bu da eşit ise doğum tarihi önce olanlara öncelik verilecektir.

     Yerleştirme sonuçları, www.diyanet.gov.tr adresindeki “İnsan Kaynakları Genel Müdürlüğü” bölümünde duyurulacaktır.

     D- Müftülük Onayı (Aktivasyon) için gerekli belgeler;

1- T.C. Kimlik nolu nüfus hüviyet cüzdanının veya sürücü belgesinin aslı,
2- KPSS sonuç belgesindeki öğrenim durumunu gösterir diplomanın aslı veya onaylı örneği,
3- KPSS (B) Grubu sonuç belgesi 2012 yılına ait)
4- Hafızlık belgesinin aslı veya onaylı örneği (hafız olduğunu beyan etmiş ise).
5- Sabıka Kayıt Belgesi, (Sabıka kayıt belgesinde, sabıka kaydı veya arşiv kaydı bulunanların mahkeme kararlarının Başkanlığımızca değerlendirilmek üzere 0312 286 74 36 nolu faksa ivedi olarak resmi yazı ile fakslanması ve Başkanlığımız görüşü alındıktan sonra müracaatlarının kabul edilmesi gerekmektedir.)
6- Daha önce herhangi bir kurum da çalıştı ise hizmet belgesi.
7- Askerlikle ilişiği olmadığına dair yazılı beyanı .

NOT: İbraz edilen belgeler yetkili memurlar tarafından kontrol edildikten sonra adaylara iade edilecektir.

İlgililere duyurulur.

D.İ.B.İNSAN KAYNAKLARI GENEL MÜDÜRLÜĞÜ

KELİMELER - KAVRAMLAR / RİYA

KELİMELER - KAVRAMLAR
RİYA
 Aşağıdaki notlar, Şâmil İslam Ansiklopedisi'nden alıntıdır...
     İş, söz ve davranışlarda gösterişe yer verme; bir iyiliği veya salih bir ameli Allah'ın rızasını kazanmak niyetiyle değil, insanların beğenisi için yapma. Bu davranışta bulunan kimseye riyakâr veya müraî denir.

     Riya, insanlar arasında manevî nüfûz, şan ve şöhret, maddî çıkar sağlamak için yapılır. Dünyaya âit bu tür maddî ve manevî çıkarları elde etmek için, dinin insanlar tarafından kutsal değerlere karşı beslenen bağlılık ve hürmet duygularının âlet edilmesi, riyanın en kötü şeklidir. Bu tür davranışlar, hilekârlık ve yalancılıktır. İnsan şeref ve haysiyetine hakarettir.
     Riyakâr kişinin söz ve davranışlarındaki samimiyetsizlikleri, diğer insanlar tarafından kısa zamanda anlaşılır. Bunlara kimse güvenmez.
     Riyanın her çeşidi ahlaksızlık olduğu halde, ibadetlerde riyakâr olmak çok daha büyük bir ahlâksızlıktır. Rasûlüllah Efendimiz; "Muhakkak ki, sizin için en çok korktuğum şey, küçük şirk, yani riyadır." (Tirmizi, Hudut, 24) buyurmuştur. İbadet, Allah için yapılır. Allah'ın rızası dışında bir amaçla; gösteriş olarak ibadet yapmak, Allah rızasını ortadan kaldırır. Gösteriş için ve bir çıkar düşüncesiyle Kur'ân okumak, namaz kılmak, oruç tutmak, zekât vermek, hacca gitmek, sadaka vermek, ibadetleri boşa çıkarır.
     Allah Teâlâ; "Ey iman edenler! Sadakalarınızı, insanlara gösteriş için malını harcayan, Allah'a ve âhiret gününe inanmayan kimse gibi başa kakmak ve eziyet etmek suretiyle boşa çıkarmayın. Çünkü onun bu gösterişinin hâli, üzerinde az bir toprak bulunan bir kaya parçasının hâline benzer ki, ona şiddetli bir yağmur isabet edince üzerindeki toprağı temizleyip kendisini katı bir taş hâlinde bırakır" (el-Bakara, 2/264) buyurmuştur. Şu halde, Allah'ın emrini ve rızasını düşünerek değil de, dindar görünmek için ibadet etmek, âlim ve bilgili desinler diye ilimle uğraşmak, cömert tanınmak için zekât ve sadaka vermek, riyadan ibaret kötü bir davranışın ötesinde bir anlam ifade etmemektedir.
     Resûlullah şöyle buyurmuştur: "Her kim duyulsun diye bir iş işlerse, Allah onun kıymetsizliğini duyurur. Her kim gösteriş olsun diye bir iş yaparsa, Allah da onun gösteriş yapmasını ve değersizliğini ortaya çıkarır" (Müslim, Zühd, 38); "Şüphesiz riya şirktir" (İbn Mace, Fiten, 16).
     Dünyevî menfaat söz konusu olunca ameller boşa çıkar. Yine Rasûlüllah (s.a.s) şöyle buyurur: "Gösteriş için oruç tutan, namaz kılan, sadaka veren kimse Allah'a şirk koşmuştur" (et-Tergib ve'r-Terhib, I, 32).
     Hadis-i Kudsî'de de Cenab-ı Allah şöyle buyurur: "Ben ortakların ortaklığından en müstağnî olanıyım. Her kim bir iş yapar da, onda, benden başkasını ortak kılarsa onu da, o ortaklığını da terk ederim" (Müslim, Zühd, 46).
     Riya çok değişik şekillerde yapılmakla birlikte, bunlarda ortak özellik, dindarlık veya dürüstlük görüntüsü altında, insanlar arasında çıkar sağlamak, şan ve şöhrete ulaşmak arzusudur. Sevmedikleri kişileri seviyormuş gibi görünen, onlara yağ çeken, öven ve böylece menfaat sağlamaya çalışan riyakârlar hep olmuştur.
     Allah'a ve insanlara karşı samimi davranarak riyadan uzak durmak mümkün olduğu kadar ibadetleri gizli yapmak, Allah rızasını insanların övgüsü, isteği, yergisi, korkusu ve çıkar düşüncesine tercih etmek müslümanın prensibidir.

Şâmil İslam Ansiklopedisi

 Aşağıdaki notlar, Rehber Ansiklopedisi'nden alıntıdır... 

     Kötü huylardan biri. Kalbin mânevî hastalıklarından biri de riyâdır. Riyâ, Arapça bir kelime olup rü’yetten (görmekten) türemiştir. Lügatta, bir şeyi olduğunun tersine göstermek mânâsınadır. Kısaca, gösteriş demektir. Riyâ, iyi görünmekle insanların kalbinde yer almak istemektir. Yalnız ibâdetle insanların gönlünde yer almayı istemek demek, Allah’a yaptığı ibâdetle kulları kastetmektir. İbâdet ederek, başka insanların gönlünde yer almayı isteyen kimseye “Müraî veya Riyâkâr” denir.
     Riyâ, kalbin Allahü Teâlâ'dan başkasına bağlılığından hâsıl olan kötü bir huydur. Bu işi Allah için değil dünyâ menfaatlerine kavuşmak, şan, şöhret, makam, mevki kazanmak düşüncesiyle yapmaktır. Âhiret işlerini yaparak, âhiret yolunda olduğunu göstererek, dünyâ arzularına kavuşmak demektir. Kısaca riyâ, dünyâ kazancına dînî âlet etmektir. İbâdetlerini göstererek, insanların sevgisini kazanmaktır.
     Dinde, ibâdetleri riyâ ile yapmak yasak edilmiştir. Ölümle veya bir uzvunu yok etmekle tehdit edilen, zorlanan kimsenin riyâ yapmasına izin verilmiştir. Riyânın zıttı, aksi ihlâs’tır. İhlâs, dünyâ faydalarını düşünmeyip ibâdetlerini yalnız Allah rızâsı için yapmaktır. İhlâs sâhibi, ibâdet yaparken başkalarına göstermeyi hiç düşünmez. Bunun ibâdetlerini başkalarının görmesi ihlâsına zarar vermez. Hadîs-i şerîfte; “Allahü teâlâyı görür gibi ibâdet et! Sen görmüyor isen de O, seni görmektedir.” buyruldu.
     İslâm dîninin, kötü huy saydığı ve böyle hareket edenlere acı azâb verileceğini bildirdiği riyâ, birçok işlerde ve ibâdetlerde olabilir.
     Başkalarının sevgisine ve övgüsüne kavuşmak için dünyâ işleriyle onlara iyilik yapmak riyâ olur. İbâdetle olan riyâ bundan daha fenâdır. Allah rızâsını hiç düşünmeden yapılan riyâ hepsinden daha fenâdır.
     İbâdetlerini başkalarına göstermek, onlara öğretmek ve teşvik etmek niyetiyle olursa riyâ olmaz ve çok sevap olur. Ramazan orucunu tutmakta riyâ olmaz. Allah rızâsı için farza başlayıp, sonradan hâsıl olan riyânın zararı olmaz. Riyâ ile yapılan farz ibâdetler sahîh, yâni geçerli olur. Fakat ibâdet borcu ödenmiş olur ise de sevâbı olmaz.
     Riyâdan korkarak ibâdet terk edilmez! Allah rızâsı için namaza durup, namazı bitirinceye kadar hep dünyâ işlerini düşünürse, namazı olur. Bu, riyâ olmaz.
     Allahü teâlâ, Mâûn sûresi 3, 4 ve 5’inci âyet-i kerîmelerinde meâlen; “Şiddetli azâb olsun (riyâ sûretiyle) namaz kılanlara ki, onlar namazlarından gâfildirler. Namazlarını insanlar yanında riyâ ile kılıp, yalnızken terk ederler.” ve
     Kehf sûresi 110’uncu âyetinde meâlen; “Rabbine kavuşmayı isteyen sâlih (iyi, yararlı) amel işlesin ve Rabbine yaptığı ibâdete hiç kimseyi ortak etmesin!” buyuruyor.
     Resûlullah’a, kurtuluş nededir? diye suâl edildiği zaman, cevâbında; “Kulun, Allahü Teâlâya olan ameli (iş ve ibâdeti) ile insanları murâd etmemesindedir.” buyurdu.
     Bir başka hadîs-i şerîfte; “Allahü teâlâ meleklerine, bu kimse ameliyle beni murâd etmedi. Onu siccînde (Cehennemde) tutun buyurur.” buyruldu.
     Peygamber efendimiz bir hadîs-i şerîfte; “Sizin için en çok korktuğum şey küçük şirktir.” buyurunca, küçük şirk nedir, yâ Resûlallah? dediler. Reshulullah; “Cübb-il hüzn’den Allahü teâlâya sığınınız.” buyurdu. O nedir, yâ Resûlallah? dediler. “Cehennemde bir vâdidir. Riyâ ile Kur’ân-ı Kerîm okuyanlara hazırlanmıştır.” buyurdu.

     Hadîs-i şerîflerde buyuruldu ki:
     "Başkalarına gösteriş için namazını güzel kılan, yalnız olduğu zaman böyle kılmayan, Allahü teâlâyı tahkir etmiş olur."

     "Sizde bulunmasından en çok korktuğum şey, şirk-i asgara yakalanmanızdır. Şirk-i asgar, riyâ demektir."

     "Dünyâda riyâ ile ibâdet edene, kıyâmet günü, ey kötü insan! Bugün sana sevap yoktur. Dünyâda kimler için ibâdet ettin ise, sevaplarını onlardan iste, denir."

     "Allahü teâlâ buyuruyor ki, benim şerîkim yoktur. Başkasını bana şerîk eden, sevaplarını ondan istesin. İbâdetlerinizi ihlâsla yapınız! Allahü teâlâ, ihlâsla yapılan işleri kabul eder."

12 Aralık 2012 Çarşamba

İSLAM TARİHİ / Hendek Savaşı Öncesi

İSLAM TARİHİ

Hendek Savaşı Öncesi

     Hicret’in 5. senesi 29 Şevval / Milâdî Ocak 627
     Uhud Harbi’nden iki yıl sonra vuku bulan Hendek Muharebesi, İslami gelişmenin önündeki engellerin büyük ölçüde bertaraf olmasında büyük rol oynamış mühim 
muharebelerden biridir.
     Düşman saldırısını kolayca önlemek maksadıyla Resûl-i Ekrem’in emriyle Medine etrafında hendekler kazılması sebebiyle Hendek Savaşı adını alan bu muharebenin bir diğer adı da “Ah­zab”­tır. Bu adı, Ku­reyş müşrikleriyle birlikte Yahudiler, Gata­fanlar ve daha birçok Arap kabilesinin ve topluluğunun Me­dine üzerine yürümek için bir araya gelmiş olmalarından dolayı almıştır.
     Hatırlanacağı gibi, Resûl-i Ekrem Efendimiz, Yahudi kabilelerinden biri olan Benî Nadîr’i Medine’den sürmüştü. Onlar da kuzeye giderek Hayber, Şam ve Vadi’l-Kurâ gibi mühim yerlere yerleşmişlerdi.
     Bunlar, Medine’den kovulmuş olmanın acısını, gittikleri yerlerde Pey­gam­be­ri­miz ve İslamiyet aleyhinde menfi propaganda ve tahriklerde bulunmak, civar halkını Müslümanlar aleyhinde kışkırtmak suretiyle dindirmeye çalışıyorlardı.
     Benî Nadîr Yahudilerinin kışkırtmaları, teşvikleri ve öncülük etmeleriyle meydana gelmesine sebep oldukları hadiselerden biri de, işte bu Hendek Mu­harebesi’dir.
     “Medine üzerine topluca yürüyüp, Hz. Re­sû­lul­lah ve Müslümanların vü­cudunu ortadan kaldırmak” menhus fikrini, bu Yahudiler ortaya attılar. Zaten, Ku­reyş müşrikleri de böyle bir şeyi her zaman düşünüyor ve böyle bir teşeb­büse her zaman hazır bulunuyorlardı. Zira, onlar, Uhud Savaşından galip çıkmalarına rağmen, İslami gelişmeyi durduramadıklarının, Müslümanların gittikçe çoğalmasına engel olamadıklarının ve Resûl-i Ekrem Efendimizin nüfuz sahasının genişlemesine mani olamadıklarının çok iyi farkında idiler. Ticaret kervanlarına hemen hemen bütün yollar kapanmış durumdaydı. [1] İktisadi yönden kendilerini yok olmakla karşı karşıya getirecek bu duruma seyirci kalmak istemiyorlardı. Rahat hareket edebilmeleri için de, Medine’deki İslam devletinin nüfuzunu kırmak arzu ve emelini taşıyorlardı.
     “Medine üzerine birlikte yürüyüp, Hz. Re­sû­lul­lah’ın bayraktarlığını yaptığı iman ve İslam hareketini yerinde boğma” teklifi, daha evvel belirttiğimiz gibi, Benî Nadîr Yahudilerinin liderleri durumunda olanlardan geldi. [2]
     Müşriklerin lideri Ebû Süfyan, “Siz bu işte samimi misiniz?” diye sordu.
     Dessas Yahudiler, “Evet!” dediler. “Biz, Muhammed’le çarpışma husu­sun­da sizinle anlaşalım diye geldik.”
     Ebû Süfyan bundan memnun oldu: “Öyle ise hoş geldiniz, sefa geldiniz! Muhammed’e düşmanlıkta bize yardımcı olanlar, yanımızda en sevgili, en makbul kimselerdir!”
     Sonra da samimiyetlerini ölçme babında şu teklifte bulundu: “Ama” dedi. “Siz bizim ilâhlarımıza tapmadıkça, size pek güvenemeyece­ğiz!”
     Menhus gayeleri uğrunda her türlü aşağılığı işleyen Yahudi heyeti, derhal putlar önünde secdeye vardılar.
     Böylece, Medine üzerine yürüyüp, Hz. Muhammed’in (a.s.m.) bayraktarlı­ğı­nı yaptığı iman ve İslam hareketini yerinde boğma kararında birleşip anlaştılar.

     Yahudilerin Bile Bile Hakkı Gizlemeleri
     Mekke’ye gelen heyet, Yahudi âlimlerinden müteşekkildi. Müşrikler, hazır ayağa gelmişken, onlardan bir hususu da öğrenmek istiyorlardı. Kendi arala­rında, “Gelenler, bilgi sahipleri ve ehl-i kitaptırlar. Biz mi, yoksa Muham­med mi daha doğru yoldadır; bunu kendilerine bir soralım” diye konuştular.
     Bunun üzerine Ebû Süfyan, onlara, “Ey Yahudi cemaati!” dedi. “Sizler, kendilerine ilk semâvî kitap inmiş, ilim ehli kimselersiniz. Muhammed’le anla­şa­madığımız meseleyi açıklığa kavuşturunuz: Bizim yolumuz mu, onun dini mi daha hayırlıdır?”
     Aleyhlerinde olan hakkı gizlemeyi meslek edinen Yahudiler, “Allah için söylenecekse  siz hakka ondan daha yakınsınız!” demekte tereddüt göstermediler!
     Bu sözler, haliyle müşrikleri fazlasıyla sevindirdi. Derhal bu kararlarının tahakkuku için hazırlanmaya başladılar.

     Nâzil Olan Ayet
     Yahudilerin müşriklere söyledikleri, gerçek dışı beyanlardı; hakkı bile bile gizliyorlardı. Bunun üzerine inen ayet-i kerimelerde meâ­len şöyle buyruldu:
     “Bakmadın mı, şu, kendilerine kitaptan biraz nasip verilenlere? Kendileri haça, şeytana inanıyorlar; diğer küfredenler için de, ‘Bunlar, iman edenlerden daha doğru bir yoldadır’ diyorlar.
     “Bunlar, Allah’ın kendilerine lânet ettiği kimselerdir. Allah kime lânet eder­se, artık ona hakikî hiçbir yardımcı bulamazsın.
     “İşte, onlardan kimi ona (Muhammed’e) iman etti, kimi de ondan yüz çe­virdi. Çılgın bir ateş olarak cehennem yeter bunlara!” [3]


     Diğer Kabilelere Yapılan Davet
     Benî Nadîr Yahudileri, Mekkeli müşriklerden, beraber hareket etmek üzere kesin söz aldıktan sonra, Gata­fanlarla da, Hayber’in bir yıllık hurma mahsû­lünü ken­di­lerine vermek şartıyla anlaştılar. [4] Ayrıca civarda bulu­nan diğer Arap kabilelerine de propagandacılarını gön­der­di­ler. Onları da Medine üze­ri­ne yürümek için ayaklan­dır­dı­lar.
     Bu arada, harpte başrol oynayacak olan Mekkeli müşrikler de, Arap kabile­lerinden bazılarını harbe iştirak için kiraladılar. Böylece, Yahudilerin propa­ganda, tahrik ve teşvikleriyle Mekkeli müşriklerden, civardaki Arap kabilele­rinden, Gatafanlar ve Ahabiş kabilelerinden büyük bir ordu teşkil edildi.
     Her zaman olduğu gibi hedef ve gaye tekti: Medine üzerine yürüyüp, Pey­gam­ber Efendimizin vücudunu ortadan kaldırmak ve Müs­lümanları yok et­mek!
     Adı geçen kabileler, bu menfur gaye ve hedef etrafında, Hz. Re­sû­lul­lah’a ve İslamiyete düşmanlık derecelerine göre toplanmışlardı.

     Düşman Ordusu
     Ku­reyş müşriklerinin sayısı, Ahabiş ve onlara katılan kabilelerle birlikte dört bindi. Yahudilerin teşvik ve kışkırtmaları ile bir araya gelenlerin sayısı ise altı bindi. Böylece, düşman ordusunun sayısı on bini buluyordu. Müşrik ordu­suna Ebû Süfyan b. Harb komuta etmekte idi. Orduda, üç yüz at, yüz deve var­dı. [5] Bunlar dışında diğer kabilelerden meydana gelen altı bin kişilik kala­balı­ğın at ve deve sayısı kesin bilinmemektedir. Bütün küfür birlikleri bir­leşince, ko­muta yine Ebû Süfyan’da kaldı. [6]


     Pey­gam­be­ri­mizin Haber Alması
     Huzaa kabilesi, eskiden beri Resûl-i Ekrem Efendimizle dost ge­çinen bir ka­bile idi. Bu dostluğun başlangıcını Ab­dül­mut­ta­lib’le olan anlaşma ve ittifakları teşkil ediyordu.
     İşte, Ku­reyş müşriklerinin ciddi bir hazırlık içinde bulundukları hakkındaki raporu, bu kabileden bir süvari, normal olarak on iki günde alınan yolu fev­kalâde bir süratle tam dört günde katederek Medine’ye, Peygamber Efendi­mi­ze ulaştırdı.

     Medine’de Hazırlık
     Haberi alan Peygamber Efendimiz, vakit geçirmeden derhal ashab-ı kiramı toplayarak kendileriyle istişare etti.
     Resûl-i Ekrem, “Medine dışında düşmanla çarpışalım mı? Yoksa Medine’de kalarak müdafaa savaşı mı yapalım?” diye sordu.

Hendek Savaşı Korkisi

     Görüşmeye sunulan bu tek­lifle ilgili muhte­lif fikirler serd­e­dildi. Bu arada Selmân-ı Fârisî, “Yâ Re­sû­lal­lah! Biz, Fars topra­ğında düşman süvarilerinin bas­kınlarından kork­tuğumuz za­manlarda, etra­fı­mızı hendeklerle çevirip sa­vu­nurduk” diye konuştu.
     Teklif hem Hz. Re­sû­lul­lah, hem sahabeler tarafından mâkul karşılandı ve it­tifakla şu karar alındı:
     Medine’de kalınacak ve şehrin etrafında hendekler kazılmak suretiyle düş­man saldırısına karşı konulacak. Böylece, muhasarada kalmak, açık arazide vuruşmaya tercih edildi.
     Peygamber Efendimizin böyle bir taktiği tercih etmesi altında, harpte az in­sanın öldürülmesi, az kan akıtılması gibi mühim bir gaye de yatıyordu. As­lında bu, Resûl-i Ekrem Efendimizin bütün harplerde gözden uzak tutmadığı bir prensipti.

     Hendek Kazı İşine Başlanması
      İttifakla şehrin dahilden müdafaasına karar verilince, hendek kazı işine Re­sûl-i Ekrem Efendimizin emir ve tavsiyeleri üzerine derhal başlandı. Peygam­ber Efendimiz, nerelerin kimler tarafından kazılacağını bizzat tayin ve tespit etti. Şehrin güneyinde oldukça sık bahçeler vardı. Düşmanın buradan geçe­bilme ihtimali çok zayıf idi. Geçmeyi göze alsa dahi, yayılarak değil de, birer kol halinde geçme­ye mecbur olacağından durdurulması ve bozguna uğratıl­ması için kü­çük bir askerî müfreze bile kâfi gelirdi. Doğu istikametinde ise, Peygamber Efendimizle anlaşma halinde bulunan Benî Ku­ray­za ve diğer Ya­hu­diler ikamet ediyorlardı. Bu sebeple hendek kazı işi, tamamen açık arazi olan şehrin kuzey tarafında yapılıyordu. Ya­pı­lan tespitler bunu gerektiriyordu.
     Bütün Müslümanlar, hatta az çok eli iş tutabilecek çocuklar bile canla başla hendek kazı işini sürdürüyorlardı. Kazı işine bizzat Resûl-i Kibriya Efendimiz de katılıyor, bir an evvel tamamlanması için Müslümanların şevk ve gayretle­ri­ni her zaman canlı tutuyordu. Gönüllü Müslümanlar, bütün gün çalışıyorlar, ge­ceyi geçirmek için­se evlerine dönüyorlardı. Buna karşılık Resûl-i Ekrem Efen­dimiz, bir tepecik üzerinde kurdurduğu çadırında [7] gece gündüz kalı­yor­du. Hem çalışmalara bizzat katılıyor, hem de çalışanlara nezaret ediyor ve mü­rakabe­sini sürdürüyordu.
     Kâinatın Efendisi, toza toprağa, sıcağa, açlığa aldırmadan yaptığı çalışmala­rında, zaman zaman Müslümanların, “Yâ Re­sû­lal­lah! Bizim çalışmamız yeter. Sen ne olur, çalışma da istirahat buyur” tekliflerine muhatab oluyordu. Ancak Efendimiz, “Ben de çalışarak, bu sevaba ortak olmak istiyorum” cevabını vere­rek gayret ve sevaba nâiliyet arzusunu dile getiriyordu.
     Zaman zaman da kazı ve zembille toprak taşıma esnasında, Abdullah b. Re­va­hâ’nın, “Allahım! Sen bize doğru yolu gös­termemiş olsaydın, biz ne sa­da­ka ve­rebilir, ne de namaz kılabilirdik! Üzerimi­ze yürüyen kâfirler, bizim çe­kin­di­ği­miz fitne ve fesadı yapmak istedikleri ve bizimle karşılaştıkları zaman, sen kalplerimize  sabır ve sekînet in­dir, ayaklarımıza sebat ver!” [8] meâlindeki kıt’a­la­rı te­rennüm ediyordu. Haliyle, bu, gönüllü mücahitlerin gayretlerini ar­tı­rı­yor­du.
     Müslümanlar bütün gün durmadan dinlenmeden kazı işine devam ediyor­lardı. Resûl-i Ekrem, onların bu hallerine şefkat ve merhametle bakıyor ve “Allahım! Ahiret hayatından baş­ka talep edi­le­cek bâkî bir hayat yoktur. Sen, ensar ve muhacirlere mağrifet ey­le!” diye dua ediyordu.
     Çalışan Müslümanlar da, Hz. Re­sû­lul­lah’ın bu samimi duasına, şu içli mu­kabelede bulunuyorlardı:
     “Hayatta olduğumuz müddetçe Allah yolunda cihat etmek üzere Muham­med’e (a.s.m.) bîat etmiş kimseleriz.” [9]

     Pey­gam­be­ri­mizin Sert Kayayı Parçalaması
     Kazı işi devam ediyordu. Bir ara sahabeler sert bir kayayla karşı karşıya geldiler. Onu parçalamaya uğraşırken, balyoz, kazma kürek gibi bir sürü âletleri kırıldı. Yine de onu parçalamaya muvaffak olmadılar.
     Durumu; kıldan dokunmuş çadırın içinde o sırada dinlenmekte olan Re­sû­lul­lah Efendimize haber verdiler. “Yâ Re­sû­lal­lah! Karşımıza kazı esnasında ak bir kaya çıktı. Onu bir türlü parçalayamadık! Bu husustaki emriniz?”
     Peygamber Efendimiz, Selmân-ı Fârisî’nin balyozunu aldı. “Bis­millah!” di­ye­rek kayaya bir darbe indirdi. Kayanın üçte birini yerinden kopardı ve “Al­la­hü Ekber! Bana Şam’ın anahtarları verildi. Vallahi, ben şu anda Şam’ın kırmızı köşklerini görüyorum!” buyurdu. Sonra, yine “Bismillah!” deyip ka­yaya bal­yozla ikinci darbeyi indirdi. Kayanın üçte biri daha parçalandı. Yine “Allahü Ek­ber! Ba­na, Fars’ın anahtarları verildi! Vallahi, şu anda ben, Kis­râ’nın Me­dâ­yin şehrini ve onun beyaz köşklerini görüyorum!” buyurdu. Ondan sonra üçüncü defa yine “Bismillah!” deyip balyozla vurdu; kayanın geri kalan kısmını da yerinden kopardı. Yine “Allahü Ek­ber! Bana, Yemen’in anahtarları ve­ril­di! Vallahi, şu anda ­ben San’a’ nın kapılarını görüyorum!” buyurdu. [10]
     Resûl-i Kibriya Efendimizin haber verdiği bütün fetihler, Hz. Ömer ile Hz. Osman zamanında bir bir gerçekleşti. Bunları gören Ebû Hüreyre (r.a.), Müslü­manlara, “Bu fetihler, sizin için bir başlangıçtır. Vallahi, Allah, fethedeceğiniz veya kıyamete kadar fet­ho­lu­nacak şehirlerin hepsinin anahtarlarını önceden Muhammed’e (a.s.m.) vermiştir” derdi. [11]

     Orduya Verilen Ziyafet
     Hendek kazı işini bir an evvel bitirmek için durmadan dinlenmeden çalışan Müslümanlar, doğru dürüst yiyecek bir şeyler de bulamıyorlardı. Zira, o yıl Arabistan’da şiddetli bir kıtlık ve kuraklık hüküm sürüyordu; Medine de bu kıtlık çemberinin içindeydi.
     Kazı işi devam ediyordu. Bir gün, Hz. Cabirb. Abdullah, evine vararak, hanımına, “Re­sû­lul­lah’ı (a.s.m.) son derece acıkmış gördüm. Başkası olsaydı bu açlığa dayanamazdı. Ev­de yiyecek bir şey var mı?” diye sordu.
     Hanımı, “Vallahi, yanımda şu oğlaktan ve şu bir sa' arpadan başka bir şey yok” dedi.
     Hz. Cabiroğlağı kesti, hanımı ise arpayı el değirmeninde öğütüp un yaptı. Eti çömleğe koydular, hamuru da mayaladılar. Et çömleğini tandıra koyup piş­meye bıraktılar.
     Hz. Cabirevinden ayrılacağı sırada hanımı, “Sakın, beni Re­sû­lul­lah’­a ve ya­nın­dakilere karşı utandırma!” diyerek, yemeklerinin azlığını nazara vermek is­te­di.
     Hz. Cabir, Resûl-i Kibriya Efendimizin yanına vardı. “Yâ Re­sû­lal­lah!” dedi. “Azıcık yemeğim var. Yanına bir veya iki ki­şi al da yemeğe gidelim!” Resûl-i Ekrem, “Yemeğin ne kadardır?” diye sordu. Hz. Cabir, “Bir sa’ arpadan yapılmış ekmek ve kesilmiş bir oğlak” dedi.
     Bunun üzerine Efendimiz, “Hem çok, hem de güzel bir yemek!” diye bu­yurdu ve ilave etti: “Hanımına söyle: Ben gelinceye kadar, tandırdan et çöm­le­ği ile ekmeği çıkarmasın!” Daha sonra Hz. Cabir’in gözleri önünde, “Ey hen­dek halkı! Kalkınız; Câbir’in ziyafetine gideceğiz” diye seslendi. Muhacir ve ensardan orada bulunanların hepsi kalktı.
     Hz. Câbir, şaşkın şaşkın evine döndü. Hanımına, “Allah senin iyiliğini ver­sin! Re­sû­lul­lah (a.s.m.), yanındakilerin hepsiyle yemeğe geliyor! ‘İnnâ lillah ve innâ ileyhi râciûn!’ Şimdi ne yapacağız?” dedi.
     Hanımı, “Re­sû­lul­lah (a.s.m.), yemeğimizin ne kadar olduğunu sana sor­madı mı?” dedi.
     Hz. Cabir, “Evet, sormuştu. Ben de söylemiştim.”
     Bunun üzerine hanımı, “Mahcup olacak sensin, ben değil!” diye ko­nuştu ve sordu: “Onları sen mi davet ettin, yoksa Re­sû­lul­lah mı?”
     Hz. Cabir,“Re­sû­lul­lah (a.s.m.) davet etti” diye cevap verince, ha­nı­mı, “O, senden daha iyi bilir!” dedi.
     Resûl-i Ekrem Efendimiz, kalabalık ashabıyla Hz. Cabir’in evine geldi. On­lara, “Birbirinizi sıkıştırmadan içeri giriniz” diye emretti.
     Sahabeler, onar onar içeri girdiler.
     Resûl-i Kibriya Efendimiz, ete ve ekmeğe bereket duası yaptı. Sonra ev ha­nımına, “Bir ekmekçi kadın çağır da seninle birlikte ek­mek yapsın. Çömleği­nizden de kepçe kepçe al! Sakın çömleği tandırdan çıkarma!” dedi.
     Nebiyy-i Muhterem Efendimiz, bundan sonra, mübarek elleriyle tandırdan ekmeği çıkarıp parçaladı ve üzerine et koyarak ashabına sunmaya başladı. Da­vetliler yiyip doyuncaya kadar ziyafet böylece devam etti.
     Hepsi yediği halde et ve ekmekten hiçbir şey eksilmiş değildi! Resûl-i Ekrem, ev hanımına, “Bu kalanı da hem kendin yersin, hem de he­diye edersin. Çünkü bütün halk açlık çekiyor” buyurdu. Misafirlere karşı yüzde yüz mahcup olacağını düşünen Hz. Câbir’in, bütün bu olanlarla ilgili şehâdeti ise şöyle:
     “Allah’a yemin ederim ki gelenler bin kişiydi. Hepsi de doyup kalktılar. Buna rağmen çömleğimiz hâlâ olduğu gibi kaynamakta, hamurumuzdan da olduğu gibi ekmek yapılmakta idi! Ondan biz yedik, konu komşuya da hediye ettik!” [12]

     Hendek Kazı İşinin Tamamlanması
     Hendek kazı işinde sahabelerin gösterdikleri üstün gayret, gerçekten sadâ­katlerinin, Allah’a ve Resûlüne olan bağlılıklarının en açık bir delili idi. Ça­lışma sırasında ihtiyaçlarını görme durumunda kaldıklarında bile Peygamber Efendimizden müsaade almadan işlerinin başından kat’­iy­yen ayrılmıyorlardı. Bu durum elbette sahabe­ye yakışır bir fedakârlık ve feragat örneğiydi. Nitekim Cenab­-ı Hak da, gönderdiği ayetlerde, onların gerçek mü’minler olduklarına ve eşsiz sadâkatlerine şehâdet ediyordu: “Gerçek mü’­min­ler ancak o kimseler­dir ki Allah’a ve Resûlüne iman etmişler ve toplu bir işte bulundukları vakit de Peygamberden izin almadıkça bırakıp gitmezler. Doğrusu (ey Resûlüm), sen­den izin isteyenler, Allah’­a ve Resûlüne iman eden kimselerdir. Bu bakımdan bazı işleri için senden izin istediklerinde sen de onlardan dilediğin kimseye izin ver; onlar için Allah’tan mağrifet dile. Şüphe yok ki Allah, Gafûr’dur [çok bağışlayıcıdır], Rahîm’dir [merhameti boldur].” [13]
     Resûl-i Ekrem’in ve Müslümanların ciddiyetle sarıldıkları bu işi, münafıklar ise hafife alıyorlardı. Oldukça gevşek davranıyorlar, can­ları istediği zaman da Resûl-i Ekrem’den izin alma ihtiyacı bile duymadan çekip gidiyorlardı. Zaman zaman da canlarını dişlerine takarak çalışan iman, sadâkat, feragat ve gayret timsâli sahabelerle istihza ediyorlardı; morallerini, huzurlarını bozmak için de gülüşüyorlardı.
     Cenab-ı Hak, in­dirdiği ayet-i kerimelerde onların uygun olmayan bu hare­ketlerinden bahsede­rek şöyle buyurdu:
     “Peygamberin çağrışını, aranızda birbirinizi çağırış gibi tutmayın (Davetine hemen koşun ve izinsiz ayrılmayın). İçinizden birini siper ederek çıkıp giden­leri Allah, mu­hakkak biliyor! Bunun için Peygamberin emrine aykırı hareket edenler, başlarına bir belâ inmekten yahut kendilerine acıklı bir azap isabet etmekten sakınsınlar.” [14]
     Yorucu bir çalışma neticesinde, hendek kazı işi altı gün sürdü. [15] Hendek beş arşın (3.40 cm) derinliğindeydi, genişliği ise en namlı süvarilerin dahi ko­lay kolay atlayıp geçemeyeceği kadardı. Sadece tek bir yeri aceleye geldiğin­den dar kalmıştı. Oradan atlılar geçebilirdi. Bu sebeple Peygamber Efendimiz, orası hakkındaki endişesini, “Müşriklerin buradan başka bir yerden geçip ge­lebileceklerinden korkmuyorum!” diyerek izhar etti. Resûl-i Ekrem, çarpışma boyunca bu dar kısmı nöbet tutturup bekletecektir!
     Ayrıca Pey­gam­be­ri­miz, hendeğin münasip kısımlarına giriş çıkış yerleri yaptırdı. Düşman gelip hendeğin önüne karargâhını kurunca, buralara nöbet­çiler dikecek ve başına da Zübeyr b. Avvam Hazretlerini tayin edecektir.

     İslam Ordusu
     İslam ordusu üç bin kişiden ibaretti. Bu, sayı bakımından düşman ordusu­nun üçte biri demekti. Sadece otuz altı atlı vardı. Orduda biri muhacirlerin, di­ğeri ensarın olmak üzere iki sancak bulunuyordu. Muhacirlerinkini Zeyd b. Hârise, ensarınki­ni ise Sa’d b. Übade Hazretleri taşıyordu. [16]
     Resûl-i Kibriya, karargâhını Sel dağı eteklerinde kurdu. Ordunun sırtı bu dağa geliyordu. Harbe katılmayan ka­dın ve çocuklar ise kale ve hisarlara yer­leştirildi. Yiyecek maddeleri, kıymetli ve ehemmiyetli eşyalar da yine bu hi­sarlarda muhafaza altına alındı.
     Peygamber Efendimiz için Sel dağı eteklerinde deriden bir çadır kuruldu. Bu çadır, bugünkü Fetih Mescidi’nin bulunduğu yerde idi.

     Düşman Ordusu Karargâhı
     Hendek, henüz yeni bitmişti ki ovayı düşman çadırlarının kapladığı gö­rül­dü. Düşman, karargâhını Medine’nin kuzeyinde Uhud Savaşı’nın cereyan ettiği sahada kurdu. Hendekle karşılaşmaları şaşkınlıklarına sebep oldu. O âna ka­dar böyle bir harp plân ve taktiği görmüş değillerdi. Haliyle bu durum, da­ha başından itibaren morallerini sars­tı.
     Hâlbuki, onlar, Medine’yi tamamen ele geçirecekleri hayal ve ümi­diyle çı­kıp gelmişlerdi. Eli boş dönmeyi düşünmek bile istemiyorlardı.
     Mücahitler, on bin askerlik düşmanı görmekle asla kork­madılar ve tereddüt göstermediler. Kur’an-ı Azî­müş­şan, onların bu halini şöyle tasvir eder: “Mü’minler, düşman birliklerini görünce, ‘Allah’ın ve Resûlünün bize va­dettiği (zafer) budur. Allah ve Peygamberi doğru söylemiştir’ dediler. (Mü’­minlerin düşman birlikleri görmeleri) ancak onların imanlarını ve teslimi­yet­le­rini artırdı.” [17]

Notlar:
[1] İbn Hişam, Sîre, c. 3, s. 225.
[2] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 225.
[3] Nisâ, 51-52, 55.
[4] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 226.
[5] İbn Sa’d, Tabakat, c. 2, s. 66.
[6] İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 66.
[7] İbn Sa’d ve Taberî’nin rivâyetine göre, kıldan kurulan bu çadır, bir Türk çadırı idi
      (İbn Sa’d, Tabakat, c. 4, s. 83; Taberî, Tarih, c. 3, s. 45).
[8] İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 70-71; Ahmed İbn Hanbel, Müsned, c. 4. s. 282.
[9] İbn Sa’d, a.g.e., c. 2. s. 70.
[10] Ahmed İbn Hanbel, Müsned, c. 4, s. 303.
[11] Taberî, Tarih, c. 3, s. 46.
[12] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 229; Buharî, Sahih, c. 5, s. 46-47;
        Müslim, Sahih, c. 3, s. 1611; İbn Ke­sir, Sîre, c. 3, s. 188.
[13] Nur, 62.
[14] Nur, 63.
[15] İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 67.
[16] İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 67.
[17] Ahzab, 22.

11 Aralık 2012 Salı

GENÇ HAREKET'İN GECESİ MUHTEŞEMDİ...

Genç Hareket,
“İnananlar ancak kardeştir” ilahi ilkesini yeniden hatırlatmak,
Müslümanlar arasındaki kardeşlik ve dayanışmayı arttırmak için
"Kardeşlik Bedel İster" konulu Kardeşlik Gecesi düzenledi.
9 Aralık Pazar günü
Üsküdar Bağlarbaşı Kültür Merkezinde gerçekleşen programa
yoğun ilgi gösterildi.
Salonda oturacak yer bulamayan misafirler programı salon dışından takip ettiler.
Program Kur'an-ı Kerim tilaveti ile başladı.
İsmail İLERİ ve Ensar Selim YALNIZ ikilisinin sunumunda gerçekleşen programda
açılış ve hoşgeldiniz konuşmasını yapmak üzere
Genç Hareket Başkanı Sezgin KIZILKOCA söz aldı.
Genç Hareket; Davet Aşkıyla Yüklü Bir Nesil Hedefliyor. 
     KIZILKOCA konuşmasında Genç Hareket'in nasıl bir gençlik ideali ortaya koyduğunu anlattı ve sözlerine şöyle devam etti:
     "Her bir ferdi takva dairesinde halkalanmış ve İslam kardeşliği şuuruyla birbirine kenetlenmiş, Mazi-hal-istikbal yorumu ve sorgusu yapabilecek bir tarih şuuruna sahip, yerelliği önemseyen ve yeryüzündeki tüm Müslüman halkları kardeş bilen, onların tırnağına halel gelse acısını yüreğinde hissettirecek bir ümmet bilincine sahip, yakın çevresindeki insanlardan başlamak suretiyle halka halka İslam dairesine insanları davet aşkıyla yüklü bir nesildir. Genç Hareket bu neslin inşa sürecinde mimarlıktan inşaat işçiliğine kadar her tür sorumluluğa önem vermekte ve talip olmaktadır."
Ümmet Evrensel Bir Cemaattir.
Programda İnsan ve Medeniyet Hareketi
Teşkilatlanma Komisyonu Başkanı Muhammed Fesih KAYA söz aldı.
Fesih KAYA, konuşmasında;
İslam coğrafyasının şu an içinde bulunduğu durumu analiz ederek
müslümanların ümmet olma sorumluluğunu kuşanarak
neler yapması gerektiğini anlattı.
Bu anlamda Ümmet bilincini ifade ederken
ümmetin evrensel bir cemaat olduğunu söyledi.
Programda konuşmaların arasında
Genç Hareket tarafından hazırlanan sinevizyon gösterimi izlendi.
Sinevizyonda İslam ümmetinin içinde bulunduğu zor durumlara dikkat çekilerek,
dünyanın bir ucunda cefa çeken bir müslümanın acısı ile
diğer ucundaki müslümanın dertlenmesi gerektiği vurgulandı.
Genç Hareket Marş Grubunun seslendirmiş olduğu marşlar
salondaki misafirlerin yürek tellerini sızlattı.
Söylenen marşlarla müslümanlar arasındaki bağları güçlendirecek ve
kardeşlik ruhunu diriltecek bir atmosfer oluşturuldu.
Kardeşlik Ruhu Mavi Marmara'yı Karadan Yürütüyor.
     Programda son konuşmacı olarak İHH Genel Başkanı Bülent YILDIRIM sahneye davet edildi. Bülent YILDIRIM konuşmasında Mavi Marmara gemisinde yaşanan bazı anektodları anlatarak müslümanların ümmet şuuru içinde hep birlikte Allah'ın ipine sarılmaları gerektiğini hatırlattı. YILDIRIM konuşmasında şu an çok zor şartlar altında zulümden kurtulmak için mücadele veren Suriye'deki mücahit kardeşlerimize yardım edilmesi gerektiğinin altını çizdi. Allah'ın izni ile Suriye'deki kardeşlerimizin Şam'ı feth ettikten sonra Golan Tepelerini aşarak Filistin'e özgürlük götüreceklerini söyledi. YILDIRIM konuşmasını "Kardeşlik Ruhu Mavi Marmara'yı karadan yürütüyor" diyerek sonlandırdı.
Programda tiyatro sanatçısı Davut AKGÜL'ün okuduğu
Daralan Vakitler isimli şiir
salonda bulunan misafirlerin duygu dolu anlar yaşattı...
Genç Hareket'in düzenlemiş olduğu Kardeşlik Gecesi
Şahin İbrahim GÜLERYÜZ ağabeyin
dünyanın dört bir yanında zulüm altında yaşayan müslümanların
kurtuluşu için ettiği dua ile sona erdi.




































02 - 07 Temmuz İstanbul & Güneydoğu Anadolu - GAP Turu

02 - 07 Temmuz Güneydoğu Anadolu - GAP Turu 3 Gece Otel Konaklamalı 5 Gün Gezi       Mezopotamya, bazı kaynaklarda medeniyetlerin beşiği ola...