21 Aralık 2012 Cuma

KELİMELER - KAVRAMLAR ✿✿✿ RUH (2)

KELİMELER - KAVRAMLAR
RUH (2)
     Daha önce Rehber Ansiklopedisi'nden alıntı yapılıp sitemize eklenmişti. Aşağıdaki not da, Diyanet işlerinin...


     Sözlükte "can, nefs, hayatın kendisine bağlı olduğu varlık, maddenin zıddı" anlamlarına gelen ruh, Kur'ân'da yirmi dört yerde geçmiş ve şu anlamlarda kullanılmıştır: Rahmet, melek, Cibril, vahiy ve Kur'ân, ilham, Hz. İsâ ve ruh. Ruhun çeşitli tanımları yapılmıştır. Kur'ân'da, "Sana ruhtan soruyorlar. De ki; Ruh, Rabbimin emrindedir. Size ilimden pek az bir şey verilmiştir" buyurulmaktadır (İsrâ, 17/85).
     Buna göre ruhun mahiyetini bilmemiz mümkün değildir, mahiyetini sadece Allah bilir. Biz ancak onun varlığını yaptığı işlerden ve hareketlerinden anlayabiliriz. İnsan, beden ve ruhtan müteşekkil bir varlıktır.
     İnsan öldükten sonra ruh yaşamaya devam eder. İlâhî hitâba muhatap olan, sorumluluk yüklenen ve mükellef olan ruhtur. İnsan ruhu dünyaya gelmeden önce ruhlar âleminde idi. Bu âleme geldikten sonra ise asli vatanı olan o âleme kavuşmanın hasret ve iştiyâkı ile yaşar. (M.C.)
Hareketli Ayıraç Gifleri 2013
KELİMELER - KAVRAMLAR
RUH
     Bu bölüm Şamil İslam Ansiklopedisi'nden alıntı yapılıp sitemize eklenmiştir...

     İnsana hayat veren ve onu, düşünen, anlayan, idrak eden bir kişi haline sokan maddî olmayan, ölümsüz varlık. Can, nefes, öz, nefis, ilham, vahiy, cebrail vb. anlamları vardır.
     Rûh kavramının, insanın yaşam ve var oluşuyla ilişkilendirilmiş bir şekilde tarih boyunca üzerinde durulmuş, mahiyeti hakkında çeşitli açıklamalar getirilmiş ve tezler ileri sürülmüştür. Ancak, rûhun madde dışı bir yapıya sahip olması onun tanımlanmasını imkânsız kılmakta ve ileri sürülen görüşleri askıda bırakmaktadır.
     Bazılarına göre rûhlar latif cisimlerdirler ve vücuttaki damarlar vasıtasıyla bedende dolaşan ve ona hayatiyet kazandıran havaî varlıklardırlar. Pnevma denilen ve maddî olarak düşünülen rûh, birçok felsefi ekole göre bedeni sadece ayakta tutan hayat kuvvetinden ibaret sayılmayıp, bizzat nefsin kendisidir (Paul Janet-Gabriel Seaille s, Metalib ve Mezahib, çev. M. Hamdi Yazır, İstanbul 1978, 145; ayrıca bk. Ali et-Tehanevî, Keş-Şafu İstilahatı'l-funun, İstanbul 1984, I, 541). Bununla birlikte çok eskilerden beri, maddî özelliklerden tamamen somutlanmış bir rûh kavramının varlığı değişik topluluk ve kültürlerce kabul görmüştür. İnsanlık tarihi boyunca, cismanî cesetten farklı, onun içine yerleşmiş maddesiz ve ölümsüz bir varlığın bulunduğuna inanılmıştır.
     İnsanlık tarihinin belki de ilk dönemlerine kadar uzanan ve insanları üzerinde düşündürmeye sevkeden ruh kavramının doğuşunu ilk insanın Allah'dan vahiy alan bir peygamber olmasıyla izah etmek mümkündür. Ruh, insanların vahiy çizgisinden sapmalar gösterip, putperest yönelişlere bekletmeleriyle birlikte, değişik anlamları içeren ve tapınma, korku, ümit gibi hisleri harekete geçiren bir doğa üstü varlık haline geldi. İlkel puta tapıcılık dinlerinde, cansız, donuk cisimlerden yapılan şekil verilmiş putlar veya kutsal sayılan diğer cansız varlıklar, hareketsiz oldukları ve yerlerinden kımıldamaya güç yetişemeyecekleri bilindiği halde onlara tapınılır ve onlardan isteklerde bulunulurdu. Bu, çağdaş putperest toplumlarda devam eden bir davranış şekli olarak varlığını sürdürmektedir. İnsanların böyle bir yola sapmalarının sebebi, tapındıkları bu cisimlerde ruhî bir kuvvetin ve yaptırım gücünün var olduğuna inanılmasıdır.

     Rûh konusunda tarih boyunca temelde iki akım sürekli karşıt doktrinler geliştirerek düşüncelerini ispatlamaya çalışmışlardır. Bunlardan biri, maddî âlemin dışındâ maddesiz, manevî bir âlemin ve bu âleme mensup varlıkların mevcudiyetini kabul edenlerin oluşturduğu grup; diğeri de madde dışında başka bir varlığı tanımayan eski tabirle Maddiyyün denilen Materyalistlerin oluşturduğu ekol. Ancak ruhun varlığını kabul eden din ve düşünceler, onun tanımlanması ve mahiyeti hakkında birbirinden oldukça farklı anlayışlara sahip olmuşlardır.
     Eski Mısırlılarda ve Çinlilerde ikili bir rûh inancı hâkimdi. Mısırlılar, ölümden sonra rûh (soluk)'un birinin cesedin yanında kaldığına, tinsel (ruhî) olan diğerinin de ölüler diyarına gittiğine inanmaktaydılar. Çinliler ise insanın ölümüyle birlikte kaybolan bir rûh yanında, ölümden sonra da yaşayan ve kendisine tapınılması gereken üstün bir rûhun (Hun) varlığına inanmaktaydılar. Hintliler ise öldürdükleri düşman savaşçılarının sağ ellerini keserlerdi. Böylece inançlarına göre ölüm sonrası yaşamlarında silah kullanmaları engellenmiş olurdu. 
Yunan felsefesinde rûh kavramının içerdiği anlam, dönemlere ve felsefe akımlarına göre değişiklikler göstermiştir. Epikuroscular ruhun beden gibi atomlardan meydana geldiğini ileri sürerlerken, Platoncular ise, rûhu ilahlarla soy birliğine sahip, madde ve cisimden soyut bir tözsel ilke olarak kabul ediyorlardı. Batı felsefesinde rûh üzerindeki tartışmalar ortaçağ ve sonrasında devam etmiştir.
     Hristiyanlıktaki ruh anlayışı, antik batının putperest etkisiyle vahiy gerçeğinden farklı bir platforma oturtulmuştur. Meselâ, Allah bir rûh olarak telakki edilir ve Ruhul-Kudüs (Cebrail), teslis inancının bir unsuru olarak Allah'a şirk koşulur. Öte taraftan, İnsanlara ait rûhlar konusunda da birtakım gerçek dışı ve mesnetsiz iddialar ortaya atılmıştır. Meselâ, İncil'de "Rûh, rüzgar gibi, istediği yere eser. Rab ile birleşen onunla bir ruh olur" (bk. P. Janet-G. Seailles, a.g.e., 148) denilmektedir.
     Bazı dinlerde, ölümsüz olan rûhların bir bedenden başka bir bedene geçtiğine inanılmaktadır. Rûh göçü (tenasuh) adıyla anılan bu inanışa göre, ölen bir kimsenin rûhu tekrar başka bir bedenle dünyaya döner ve bu sonsuza dek böylece sürüp gider. Hint inançlarında yer etmiş olan bu düşünce eski Mısır'da da oldukça yaygındı. Onlara göre, kötü rûhlar hayvan bedenlerine hulül ettirilerek iyileşip iyileşmedikleri denenir, iyi rûhlar ise üç bin yıllık bir cennet yaşamından sonra yeniden dünyaya dönerler. Cesedlerin mumyalanmasının sebebi, yeniden dünya yaşamına dönecek olan rûhların kendi bedenlerini bulmalarını sağlamaktır. Bu ilkel rûh göçü inancı günümüzde de kendisine taraftar bulabilmekte ve bazı toplumlarda kitle inancı şeklinde varlığını sürdürmektedir.
     Eski batı toplumlarının çoğu ruh göçü inancına sahip olmuşlardır. Antik Yunan filozoflarından Pythagoras, ruh göçüne inanmakta, Platon ise bilginin önceki yaşamdan kalan bir birikim olduğu iddiasını desteklemek için rûh göçünü delil olarak ileri sürmekteydi. Rûh kavramı hakkında tarih öncesi devirlerden beri süregelmekte olan ve her çağda üstüne yeni bir şeyler eklenen nazariyelerin birer hayal ürünü ve vehimden ibaret olduğu bir gerçektir. (bk. Tenasüh mad.).


     Allah Teâlâ, Hz. Adem'le başlayan ve Hz. Muhammed (s.a.s) ile son bulan vahiy süreci içerisinde insan oğlunu bir çok gaybî meselede bilgilendirmiştir. Madde dışı âleme dair bilinen bilgilerden sağlıklı ve güvenilir olanı sadece, Allah'ın peygamberleri aracılığıyla insanlara ulaştırmış olduğu bilgilerdir. Kur'ân-ı Kerîm'de insanı canlı kılan anlamdaki ruhun mahiyeti hakkında hemen hemen hiç bir bilgiye yer verilmemiş olmasından hareketle; ilahî hikmetin, ruhun hakikatini, Allah'ın insanoğluna vermiş olduğu ve bütün bilginin yanında çok cüz'i kalan malumatın dışında tuttuğu söylenebilir.

     Kur'ân-ı Kerim'de rûh kelimesi değişik bir kaç anlamda kullanılmıştır.
     Allah Teâlâ, Hz. Âdem (a.s)'ın cesedini topraktan şekillendirdikten sonra ona kendi rûhundan üflemiş ve böylece Adem (a.s) hayat kazanmıştır. Yine, insanı ana rahminde yarattıktan sonra, ona kendi rûhundan üflemiş ve onu rûh sahibi canlı bir insan haline getirmiştir:

     "Her şeyi en güzel şekilde yaratan, insanı önce balçıktan vareden sonra insan soyunu adi bir suyun özünden yaratan, sonra şekil verip düzelten, ona kendi ruhundan üfleyen... O'dur" (es-Secde, 32/7-9);
     "Hani bir zaman Rabbin melekler: "Ben balçıktan bir insan yaratacağım; Şeklini tamamlayıp rûhumdan üflediğim zaman hemen ona secde edin" demişti" (es-Sa'd, 38/71-72)
     Ana karnında insan yaratılışının aşamaları ve rûhun ona üfürülüşü hak. ayrıca bk. Buhari, Enbiya, I ; Müslim, Kader, I ). İsa (a.s)'ın babasız olarak yaratılışı anlatılırken de rûh, aynı anlamda kullanılır: "Irzını koruyan Meryem'i de hatırla. Biz ona ruhumuzdan üfledik..." (el-Enbiya, 21/91: Ayrıca bk. Et-Tahrim, 66/12). İsa (a.s) bundan dolayı rûhullah (Allah'ın rûhu) olarak da isimlendirilmiştir (bk. Buharî, Tefsiru Sûre, 2; Tevhid, 19; Müslim, İman, 322; Ahmed b. Hanbel, III, 368).

     Yine ruh kelimesi Cebrail (a.s)'ın karşılığı olarak kullanılmaktadır. Bu anlamda, "Ruhul-Kudüs" ve "Ruhul-Emin" terkipleri ile geçmektedir: "De ki; "Kur'ânı, Ruhul-Kudüs (Cebrail), Rabbimin katından hak olarak indirdi" "...Meryemoğlu İsa'ya da açık mucizeler verdik ve onu Ruhu'l-Kudüs ile te'yid ettik" (el-Bakara, 2/87, 253); "Uyarıcılardan olasın diye, bu Kur'ân-ı açık bir Arapça lisanıyla senin kalbine, "Ruhul-Emin" (Cebrail) indirmiştir" (eş-Şuara, 26/ 193-195).

     Bazı âyetlerde de rûh kelimesi ile Allah, Teâlâ'nın vahyi, yani âyetleri kastedilir: "Allah meleklerini, vahyi (ruh) ile, kullarından dilediğine göndererek..." (en-Nahl, 16/2; ayrıca bk. el-Mü'min, 40/15; eş-Şûra, 42/52).

     Dört âyette rûh, Allah Teâlâ'nın emrine bağlanmıştır (el-İsra, 17/85; en-Nahl, 16/2; el-Mü'min, 40/15; eş-Şûra, 42/52). Rûhu Allah'ın emrine bağlayan ve muhtevasından ruh ile neyin kastedildiği açıkça anlaşılmayan;
     "Ey Muhammed! Sana ruhtan sorarlar. De ki; "Ruh, Rabbimin emrindendir (O'nun bildiği bir iştir) size ancak az bir bilgi verilmiştir" (el-İsra, 17/85) mealindeki âyet, ruh konusu üzerindeki tartışmaların odak noktasını oluşturmaktadır. Müfessirler bu âyette ruhtan Cebrail'in, İsa (a.s)'ın, Kur'ân'ın ve Hz. Ali (r.a)'a isnad edilen ve fakat doğruluğu çok şüpheli sayılan tuhaf bir yaratık kılığındaki bir meleğin kastedildiği şeklinde değişik görüşler ileri sürmüşlerdir. Kelamcıların ve müfessirlerin çoğuna göre ise bu âyette sorulan ruh, cesede hayat veren şeydir (Kurtubî, el-Cami li Ahkâmil-Kur'ân, Beyrut 1966, X, 323-324; Fâhreddin er-Râzî, Tefsirül-Kebir, XXI, 36). Görüş sahibi müfessirler, peygamberden, insanı canlı kılan bu ruhun mahiyeti, insan bedeninde gördüğü fonksiyonu, cisimle birleşmesinin şekli ve yaşama olan bağlantısının sorulduğunu ileri sürmüşler ve işte bu şeyin Allah'tan başka hiç bir kimse tarafından bu yönlerinin bilinmediğini kabul etmişlerdir (bk. Kurtubî, aynı yer).

     Er-Râzî, ruhun; mahiyetinin kadîm veya hadis (sonradan yaratılıp yaratılmadığı) olduğu, cesedlerin ölümünden sonra bâki mi kaldığı, yoksa onunda fena mı bulduğu; ruhun saadeti ve şekavetinin ne olduğu vb. açılarından öğrenilmek istendiğini; Allah Teâlâ'nın da buna cevap olarak: "De ki ruh Rabbimin emrindedir" mealindeki âyeti indirdiğini söylemektedir (er-Râzî, a.g.e., XXI, 37). Evet, ruhun yaradılışının Allah Teâlâ'nın en büyük fiillerinden biri olduğunu ortaya koymakta; insanın, varlığı hakkında kesin bilgisi olmasına rağmen, nefsinin hakikatını kavramaktan aciz olduğunu bildirmektedir (Kurtubî, aynı yer).

     Kelamcılar insan terimi üzerinde dururlarken, insan olarak isimlendirilen şeyin cesed mi, ruh mu yahut da her ikisi mi olduğu konusunda değişik görüşler ileri sürmüşlerdir. İleri sürülen bir takım delillere göre, insan olarak isimlendirilen ve muhatap alınan şeyin görünen bu cesed olmadığı; onun ölümüyle yaşamaya devam eden ruhun insan olarak adlandırıldığı isbata çalışılmıştır. Nassların kesin olarak ortaya koyduğu gibi ruh, cesedin ölümünden sonra yaşamaya devam etmekte; ceza ve mükafat ile muhatap olmaktadır. Allah Teâlâ, Kur'ân-ı Kerim'de "Allah yolunda öldürülenlere ölüler demeyin; bilakis onlar diridirler; fakat siz farkında değilsiniz" (el-Bakara, 2/ 154) buyurmaktadır.

     Rasûlüllah (s.a.s); "Âllah'ın peygamberleri ölmezler. Onlar bir dünyadan ötekine nakledilirler" ve "kabir ya Cennet bahçelerinden bir bahçedir ya da Cehennem çukurlarından bir çukurdur" buyurmaktadır. Bu ifadeler, insan olarak isimlendirilen varlığın, cesedin ölümünden sonra da yaşamaya devam eden ruhun olduğuna delalet etmektedir. Yani insan bu cesed ve kalıptan başka bir şeydir (Râzî, a.g.e., XXI, 41).

     Her ne kadar ruhun mahiyeti, niteliği, fonksiyonları vb. yönlerinin insan bilgi ve idrakinin ötesinde olduğu, bu âyete (el-İsra, 17/85) dayanılarak kabul edilmişse de; bazı âlimler ruh hakkında konuşma hususunda bir sakınca görmemişler ve onu izah etmeye çalışmışlardır. Alusî, ruhun ulvî (yüce), nuranî ve hayat sahibi olan bir varlık olduğu görüşündedir. Ancak ona göre ruh, mahiyet itibariyle duyu organlarıyla hissedilebilecek cisimler gibi değildir. Bu, bir anlamda suyun gül içinde dolaşması gibidir. O, ne hulûlü ve ne de ayrılmayı kabul etmez. Bedende dolaştığı sürece ona bağlı olarak tüm organlara hayat verir. İbn Kayyım el-Cevziyye de aynı görüştedir.

     Kur'ân-ı Kerim'de; "Rabbın, Ademoğlunun sûlblerinden zürriyetlerini çıkarmış, onları kendi nefislerine şahit tutarak; "Ben, sizin Rabbiniz değil miyim?" demiş, onlar da; "Evet şahidiz, Sen bizim Rabbimizsin" diye cevap vermişlerdi. Bu kıyamet gününde, "Bizim bundan haberimiz yoktu" dememeniz içindir... (el-A'raf, 7/172) meâlindeki ayetin tefsirinde âlimler çeşitli görüşler ileri sürmüşlerdir. Bu görüşler hakkındaki farklılıklar, Allah Teâlâ'nın, insanlara; bu soruyu sormasının ne zaman, insanın yaradılışı ve gelişiminin hangi aşamasında ve ne şekilde olduğu gibi konular çerçevesinde ortaya çıkmıştır.

     Tirmizî'nin naklettiği bir hadiste Rasûlüllah (s.a.s) şöyle buyurmaktadır: "Allah Teâlâ, Adem'i yarattığında onun sırtını sıvazlamış ve kıyamet gününe kadar Allah Teâlâ'nın onun zürriyetinden yaratacağı her insan onun sırtından düşmüştür...” (İbn Kesîr, Hadislerle Kur'an-ı Kerim tefsiri, Terc. Bekir Karlığa-Bedrettin Çetiner, İstanbul 1985, VII, 3135).
     Başka bir hadiste de şöyle denilmektedir: "Allah Teâlâ Adem'in sülbünden Nu'man yani Arafat'ta ahit almıştır. Onun sülbünden yarattığı her zürriyeti çıkarmış, önünde yaymış, saçmış, onlarla doğrudan konuşup; "Ben sizin Rabbiniz değil miyim? demişti. Onlar şöyle demişlerdi: "Evet, biz buna şahidiz." (İbn Kesir, a. g. e. , VII, 3133).
     Müfessirler bu konuda deliller çerçevesinde değişik görüşler ileri sürmüşlerse de, insanların Adem (a.s)'ın yaradılışından sonra topluca yaratılmış oldukları, dolayısıyla "Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" sorusuyla, ruhların muhatap olduğu sonucu da çıkarılabilir. Nitekim Ubey b. Ka'b'dan gelen bir rivâyette o; "Rabbin Ademoğullarının sülblerinden zürriyetlerini çıkarmış." âyeti hakkında şöyle demiştir: "Allah Teâlâ, kıyamet gününe kadar ondan olacakların tamamını o gün huzurunda toplamış, önce onları ruh haline getirmiş, sonra onlara şekil vermiş, sonra da onları kendi nefisleri üzerine şahit tutarak "Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" diye sormuştu... (İbn Kesir, a.g.e., VII, 3136-3147). Bu rivâyetten açıkça anlaşıldığı gibi, ruhların, anlayan, idrak eden ve kelâma muhatap olup cevap verebilen kişilik kazanmış yapıda yaratılmış oldukları kabul edilmektedir. Ebu Hureyre (r.a) de bu konuda şöyle demiştir: "İlim erbabı, ruhların bedenlerden önce olduğu ve Allah'ın onları konuşturup şahit kıldığı hususunda ittifak etmişlerdir" (İbn Kesir, a.g.e., VII, 3145).
     Rasûlüllah (s.a.s)'den nakledilen "Ruhlar toplu cemaatlerdir. Onlardan birbiriyle tanışanlar kaynaşır, tanışmayanlar da ayrılırlar" (Buharî, Enbiya, I; Müslim, Birr, 159) hadis-i şerifi de ruhların bedenlerden önce yaratılmış olduğuna işarettir (İbn Hacer el-Askalânî, Fethul-Bârî, Mısır 1959, VII, 179-180). Bedrüddin el-Aynî, bu hadisi şerhederken şöyle demektedir:
     "Bu delil, ruhların (cesed için) araz olmadığını, onların cesetlerden önce mevcut olduklarını ve cesedin yok olmasından sonra da var olmaya devam edeceklerini ortaya koymaktadır" (Umdetul-Karî, Mısır 1972, XII, 371). Ruhların toplu olarak yaratıldıkları ve sonra da cesedlere dağıtıldıkları söylenmektedir (a.g.e., aynı yer). Görüldüğü gibi alimler, bu konu ile alakâlı âyet ve hadislerin tefsirinde ruhların bedenlerden önce toplu olarak bir defada yaratıldıkları, Allah Teâlâ'nın "Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" Sorusuna muhatab oldukları ve sonra da insanın ana rahminde yaratılmasıyla cesedlere nefhedildikleri sonucuna varmaktadırlar.
     Ruhun anne karnındaki cenine nefhedilmesi (üfürülmesi), insanın rahimde oluşumu ve gelişmesi hadis-i şerifte şu şekilde ifade edilmiştir: "Şüphesiz sizden birinizin teşekkülâtı annesinin karnında kırk günde toplanır. Sonra orada o kadar bir müddette bir pıhtı olur. Sonra o kadar müddette orada bir parça et haline gelir. Sonra, Allah ona bir melek gönderir. Meleşe; "Amelini, ecelini, rızkını, Şakî ve sa'id olacağını yazması şeklinde dört kelime emrolunur. Sonra da ona ruh üfürülür..." (Buhârî, Enbiya, I). Abdullah b. Mes'ud (r.a)'dan rivayet edilen bu hadis, Müslim tarafından ruhun üfürülmesi, dört emirden önce zikredilerek rivayet edilmektedir (Müslim, Kader, I).
     Ruhun ölümlülüğü ve ölümsüzlüğü üzerinde de tartışmalar yapılmıştır. Ruh, ölümden sonra nerede kalmaktadır? Her insanın ömrü, Allah tarafından takdir edilmiş olup, ne bir artma ve ne de bir eksilmeye tabi tutulmaz. Allah'ın takdir etmiş olduğu zaman dolunca, ya bir sebeb çerçevesinde ya da sebebsiz olarak insan ölür. Yani, ölüm meleği (Azrail) tarafından ruh kabzolunur, bedenden geri alınır. Ölümden sonra ruhun kıyamet gününe kadar geçici olarak kalacağı aleme "Berzah alemi" denir. Berzah âlemi, dünya ile ahiret arasında bir geçiş yeridir ve bu iki alemden de farklı olup, mahivetini ancak Allah Teâlâ bilmektedir. Ancak, Berzah aleminde ceza ve mükafatın ruhlar üzerinde etkili olacağını, "Kabir ya Cennet bahçelerinden bir bahçe veya Cehennem çukurlarından bir şukurdur" (Tirmizi, Kıyâmet, 26) hadisi bildirmektedir.
     Alimlerin çoğunluğuna göre (ki doğru olan görüş budur), ruhlar beka (süreklilik) için yaratılmışlardır. Ezeli değildirler; ancak, ebedidirler, ölen, insanın cesedidir. Ruhun bedenden ayrıldıktan sonra, kıyamet gününde tekrar bedenine dönünceye kadar, Allah'ın nimet ve azabına muhatap olacağı bir gerçektir.

     Şehidlerle alakalı (el-Bakara, 2/ 184) âyet buna delalet etmektedir. Yine Allah Teala; "Her nefis ölümü tadacaktır" (Alû İmran, 3/185) buyurmaktadır. Nefsin ölümü tatması, bedenin ölümü esnasında ölüm acısını hissetmesi, bedenden ayrılırken acı duymasıdır. Tadmak için diri ve duyarlı olmak gerekmektedir. Nefsin ölümü, ruhun bedenden ayrılmasıdır. Bedenden ayrılan ruh, içinde kazandığı şekli bedensiz olarak sürdürür.

    Bazı alimler; "Sûr'a üflendi, göklerde ve yerde bulunanlar, korkudan düşüp bayıldılar. Ancak Allah'ın dilediği müstesna" (ez-Zümer, 39/68) meâlindeki âyete dayanarak; kıyamet gününde Allah'ın dilediği bazı kimseler hariç, yerde ve gökte bulunanların hepsinin öleceğini söylemişlerdir. Bu "bayılmak" anlamındaki "sa'k" kelimesini ölüm olarak değerlendirmelerinden kaynaklanmaktadır. Bu doğru değildir. Çünkü Allah Teâlâ; "Orada (Cennette) ilk ölümden başka ölüm tadmazlar" (ed-Duhan, 44/56) buyurmaktadır. Âyet, Cennet ehlinin, dünyada öldükten sonra bir daha ölmeyeceklerini haber vermekte ve ruhun ölümsüzlüğünü dile getirmektedir. Zira, Cennetteki ruhlar, kıyamette tekrar ölselerdi, ikinci kez ölümü tadmış olurlardı ki bu, zikredilen âyete ters düşmektedir.

     Kurtubî'nin hocası olan Ahmed b. Amr şöyle demektedir: "Ölüm, mutlak yokluk değil, bir halden diğer bir hale geçmektir. Şehidlerin Allah indinde diri ve rızıklandırılmakta olmaları, kendilerine verilen nimetten ötürü sevinmeleri de bunu gösterir. Şehidler diri olduklarına göre peygamberler de diri olmalıdırlar. Nitekim Peygamber (s.a.s), Mirac gecesinde, Mescid-i Aksa'da ve göklerde peygamberlerin ruhlarıyla karşılaşmış, onlarla görüşmüştür. Öte taraftan Hz. Peygamber (s.a.s), kendisine selam veren herkese selamını iade edeceğini haber vererek bedeninin ölümüyle, ruhunun ölmediğini ve verilen selam ve salatların kendisine ulaşacağını bildirmektedir.

     Sûr'a üflendiği zaman, henüz dünyada bulunan bütün canlılar derhal ölürler. Fakat, daha önce ölümü tatmış ve bedeninden ayrılmış olan ruhlar ise Sûr'un dehşetinden düşüp bayılırlar. Ruhların içinde Hz. Musa'dan sonra ilk ayılan Hz. Peygamber (s.a.s) olacaktır (Buhârî, Tefsir, 9; Müslim, Fedail, 10, 161, 162).

     Bazı düşünürlere göre, ruh maddeden ayrı olup; ne âlemin içindedir, ne de dışındadır. Onun bir şekli, biçimi ve kişiliği yoktur. Kimilerine göre ise, ruh, bedenin arazlarındandır. Ruhlar ancak beden ile birbirinden ayırdedilebilirler. Bedenin ölümünden sonra ruh tamamen yok olur. Görüldüğü gibi ileri sürülen bu görüşler birer faraziye niteliğinde olup, dayanaktan yoksundurlar. Bu tür gaybî meselelerle alakalı sağlıklı bilgiler, ayet ve hadislerde verilen bilgilerle sınırlıdır.

     Ayet ve hadislerde öldükten sonra ruh; çıkma, inme, alınma, dönme, gök kapılarının kendisine açılması gibi fiillerle nitelendirilmektedir: "Ölüm sarhoşluğu içinde bulunan zalimlere; melekler, ellerini uzatmış; "Nefislerinizi çıkarınız" (derlerken) onların halini görsen” (el-En'am, 6/93);

     "Ey mutmain olan nefis! Razı olmuş ve olunmuş olarak Rabbine dön, kullarımın arasına katıl, Cennetime gir" (el-Fecr, 89/27-30); Bu nasslar ruhun bir kişiliğe sahip olduğuna işaret etmektedirler. Yine bir âyeti kerimede "Nefse ve onu şekillendirene and olsun” (eş-Şems, 91/97) buyurularak, nefsin düzenlenerek bir şekle sokulduğu ortaya konulmaktadır.
     Anlaşıldığına göre, muhtemelen ruh, bedene girmeden önce belirli bir şekle sahip değildir ve o durumu hakkında insanoğlunun hiç bir bilgisi yoktur. Anne karnında oluşan insan bedenine üflendikten sonra bir kişiliğe sahip olur. Ancak, ruh bedenle birlikte gelişir, olgunlaşır ve bir kişilik kazanır. Zaman, bedeni yıpranır fakat ruh, zamanın yıpratıcılığından etkilenmez. Kişinin iyi işleri, ibadetleri ruhu güzelleştirir, kuvvetlendirir ve olgunlaştırır. Kötü ameller ise ruhu çirkinleştirir.
     İbn Kayyim el-Cevziyye şöyle demektedir: "Yüce Allah, bedeni ruha kalıp olarak düzeltmiştir. Beden ruhun kalıbıdır. Ruh bedeninden bir şekil alır ve onunla diğerlerinden ayrılır. Ruhun taşıdığı özellikler ve kabiliyetler bedene tesir eder. Bundan dolayı beden, ruhun iyilik veya kötülüğünden etkilenir. Dünyada bedenle ruh kadar birbirine sıkı sıkıya bağlı olan ve birbirini etkileyen başka bir şey yoktur. Bundan dolayı ruh, bedenden ayrılınca, iyi bedende olan ruha; "Ey mutmain nefis, çık!" diye hitab edilir. Kötü bedende olan ruha da "Ey habis nefis, çık" denilir. Yüce Allah "Allah, öldükleri sırada nefisleri (ruhları) alır, ölmeyenleri de uykularında (bedenlerinden alıp kendinden geçirir); sonra ölümüne hükmettiğini yanında tutar, ötekilerini de belli bir süreye kadar (bedenlerine) gönderir..." (ez-Zümer, 39/42) âyetiyle nefislerin alındığını, sonra bazılarının bırakıldığını bildirmiştir. Tutulup bırakılmak, bir ferdiyyeti gerektirir. Hz. Peygamber (s.a.s) de "Ölenin gözü, alınan ruhunun ardından bakakalır" demiş; meleğin kabzolunan ruhun elinden tuttuğunu, bu sırada yer yüzünde benzeri görülmemiş bir koku meydana getirdiğini haber vermiştir. Eğer ruh, bir arazdan ibaret olsaydı, kokusu olmazdı. Çünkü arazın kokusu olmaz, arazın elinden de tutulmaz. Kendisinden koku gelmesi, elinden tutulması, onun insan şeklini koruduğunu gösterir" (İbn Kayyim, Kitabu'r-Ruh, s. 46-47).

     Hadislere göre kabzolunan ruhlar göklere çıkarılmakta, orada melekler iyi ruhları selamlamakta, nihayet, Rabbin huzuruna sokulmaktadırlar:
     "Mü'minin ruhu çıktığı vakit, onu iki melek karşılar, yukarıya çıkarırlar. Sema ehli "Güzel bir ruh yer tarafından geldi. Allah sana ve yaşattığın cesede salat eylesin" derler. Peşinden onu Rabbine (c.c) götürürler. Sonra "Bunu hududun sonuna kadar götürün" buyurur. Kâfirin ruhu çıktığı vakit, sema ehli; Pis bir ruh yer tarafından geldi" derler ve "Bunu hududun sonuna kadar götürün denilir" (Müslim, Cenne, 17).

     İyi amelle beslenmiş ruh, dünyadaki şeklinden daha mükemmel, daha parlak daha nurlu olmakta, ibadeti vücuduna ruh olarak yansımaktadır. Günahlarla bulanmış ruh ise dünyadaki şekline benzemekle beraber çirkin bir hal almaktadır.

     Yine hadislerden öğrendiğimize göre iyi ruhlar, yeşil kuşlar haline girip, Cennetin ağaçlarına konmaktadır. Bu, ruhların, başka şekillere de girebileceğini gösterir. Fakat her durumda ruhlar, birbirinden ayırdedilir. Ve kendi kişiliklerini muhafaza ederler.

     İbn Kayyim el-Cevziyye ise, ruhların bedenlerden daha net olarak birbirinden ayırdedilebileceğini söylemektedir. Bedenlerin birbirine benzemesi, ruhların benzemesinden fazladır. Ruhun, kendisini diğer ruhlardan ayırdedecek özellikleri ve sıfatları bedenin ayırdedici özellik ve sıfatlarından daha çoktur. Mü'min ve kâfirin bedenleri birbirine benzer ama, ruhları farklıdır. İki öz kardeş bedence birbirine benzerler, fakat ruhları asla benzemez. Düşünce ve davranışları çok farklıdır. Bu iki ruh, bedenlerinden ayrılınca, ayrılmaları gayet açık biçimde ortaya çıkar.

     Yüce ruhlar -ki melaikelerdir- bir beden içinde bulunmadan birbirinden ayırdedildiğine, cinler de yine birbirinden farklı olduklarına göre; bir beden içinde gelişen insan ruhları da elbette birbirinden ayrıdırlar ve ayırdedici özelliklerini korurlar (bk. İbn Kayyim el-Cevziyye, Kitabu'r-Ruh).

     Akaid kitapları genellikle ruhun, kabirde cesedine döneceğini bildirir. Bu inanç "Gerçekten ölü kabrine konulduğu vakit, kendisini getirenlerin oradan ayrılırken ayakkabılarının seslerini pekala işitir" (Müslim, Cenne, 17) şeklinde rivayet edilen hadise istinat etmektedir. Bu konuda İslâm âlimlerinin görüşleri şu şekildedir:

     a) Ruh, kabirde cesede girecektir.
     b) Cesetten ayrılan ruh, kabirde değil, ancak kıyamette bedene girecektir.
     c) Cesetten ayrılan ruh, artık hiç bir zaman cesede girmeyecektir. İbn Kayyim el-Cevziyye, ruhların kabirlerde cesedlerine döneceğini bildiren bazı hadislere dayanarak, öldükten sonra ruhun, kabirde cesede döneceğini, fakat bu dönüşün, dünyadaki bedene hayat vermesi şeklinde olmayacağını söylemektedir. Ona göre ruhun, bedenle beş türlü irtibatı (ilişkisi) vardır. Kabirde ruhun cesetle irtibatı, uykuda bedenle irtibatına benzer. Kabirde ruhun bedene dönmesi, bedenle bizim fark edemeyeceğimiz biçimde irtibat kurmasıdır. İbn Kayyim, bu görüşünü ruhun bedene döneceğine dair naklettiği uzun bir hadise dayandırmaktadır. (bk. el-Cevâhir fi Tefsiril-Kur'ân, IX, 117).

     Ruh hakkında âyet ve hadisler dışında ileri sürülen bütün görüşler kabule ve redde açıktır. Çünkü mutlak bilgi anlamında bir bağlayıcılıkları bulunmamaktadır.

     "Sana ruh'tan sorarlar. De ki; Ruh, Rabbimin emrindendir. Size ancak az bir bilgi verilmiştir" (el-İsra, 17/85) âyetindeki ruhtan, insanı canlı kılan ruhun kastedilmediğini ve dolayısıyla, insanın ruhu hakkında âlimlerin konuşmalarının câiz olduğunu ileri sürenlerin, ruh hakkında ortaya koymuş oldukları görüşler, hiç bir zaman ruhun mahiyetinin gerçekliği hakkında ne tatmin edici olmuştur ve ne de aklın ve hayalin ürünü olmaktan ileri gitmiştir. Çünkü bilgi verilmeyen konu, tamamıyla gayb alemiyle alakalıdır ve gayba dair bilgileri de Allah'tan başka kimsenin bilmesi söz konusu değildir.

     Ruh Çağırma, Ruhun varlığını kabul eden fakat hakkında sapık ve gerçek dışı bir anlayışa sahip olan kimseler, ölmüş insanların ruhlarıyla irtibat kurulabileceğini ve böylece, gayb âleminden bilgi alınabileceğini ileri sürmüşlerdir. Bu kimseler düzenlemiş oldukları ruh çağırma seanslarıyla insanları kandırmakta ve onların cehaletlerinden istifade ederek menfaat elde etmektedirler. Ruh, Allah Teâlâ'nın emrinde ve denetiminde olan bir varlıktır. Onun insanlar tarafından çağrılıp bazı istekleri yerine getirmesinin mümkün olduğuna inanmanın hiç bir dayanağı yoktur.

Şamil İslam Ansiklopedisi
Ömer TELLİOĞLU

19 Aralık 2012 Çarşamba

KELİMELER - KAVRAMLAR ✿✿✿ RUH (1)

KELİMELER - KAVRAMLAR
RUH (1)
 Bir Ayet: 
"Sana ruh hakkında soru sorarlar.
De ki: Ruh, Rabbimin emrindendir.
Size ancak az bir bilgi verilmiştir."
İsrâ - 85

     Aşağıdaki notlar, Rehber Ansiklopedisi'nden alıntıdır... Daha sonra Şamil İslam Ansiklopedisi'nden ve İslam Fıkhı Ansiklopedisi'nden alıntı yapıp sitemize ekleyeceğiz ve yayınlayacağız.

     Almanca: Seele (f), Fransızca: Ame (f), İngilizce: Soul, Spirit.
     İnsanda, aklın erdiği bilgileri anlayan, his (duygu) organlarından beyne gelen duyguları alan, bedendeki bütün kuvvetleri, hareketleri idâre eden, kullanan ve kendisi parçalanmayan bir cevher, varlık.
     İnsanların duygu organları ve hareket sinirleri, kalp ismindeki bir kuvvetin emrindedir. Bedenin dört yapı maddesi olan toprak maddeleri, su, hava ve ateş (harâret) ile yine insanda var olan nefis ve kalp kuvvetlerini bir arada tutan, çalıştıran kuvvet de, ruhtur. Kalbi (yürek başkadır), insânî rûhu ve nefsi olmadığından hayvanlar, içgüdü (sevk-i tabiî) ile hareket ederler (bkz: içgüdü). İnsanlarda olduğu gibi nebâtların (bitkilerin) ve hayvanların da kendilerine göre ruhları vardır. Bu bakımdan ruh, üçe ayrılır:     1. Bitkisel ruh:
     Her canlıda vardır. Doğma, büyüme beslenme, zararlı maddeleri dışarı atma, üreme ve ölme gibi canlılık işlerini “bitkisel ruh” yapar. Bu işler, insanlarda, hayvanlarda ve bitkilerde de olmaktadır. İşlerin nasıl yapıldığı tabiat bilgisi (biyoloji) derslerinde öğretilmektedir. Büyüme, bütün hayat boyunca yapılmaz. Belli bir miktara vardıktan sonra, bu iş durur. Bu miktar, insanlarda ortalama yirmi dört yaşına geldiği zamandaki miktardır. Yağlanmak, şişmanlamak, büyümek değildir. Beslenme, ölünceye kadar devam eder. Çünkü gıda alınmadan yaşanamaz.
     2. Hayvânî ruh:
     Buna “cân” da deni. Hayvanlarda ve insanlarda, bitkisel ruh bulunduğu gibi hayvânî ruh da vardır. Bunun yeri yürektir. İstekli hareketleri yaptıran bu ruhtur. Hayvânî ruh, latif bir madde olup, menbaı (kaynağı) cismânî kalbin (yüreğin) boşluğudur, içidir. Atardamarlarla bütün bedene yayılır. Damarlar içinde bedende dolaşır; nurlarını ulaştırır. Nurların, parlaklığı ev içinde dolaşan bir kandile benzetilerek açıklanabilir. Latif bir buhardır. Kalbin hararetinden, kaynamasından çıkar. Buna âit bilgiler, insan vücûdunu konu eden tıp ilminin, mütehassıs doktorların işidir. Bu rûhun bedenden ayrılması, bedenin ölümüdür.
     3. İnsânî ruh:
     İnsanlarda ayrıca bir ruh daha vardır ki, “ruh” deyince yalnız bu anlaşılır. Aklı kullanmak, düşünmek ve gülmek gibi şeyleri yapan bu ruhtur. Ruh, insanda olan bilici ve idrak edici bir latifedir. Bu, insanın hakîkatıdır, kendisidir. İnsanı bilen, tanıyan odur. Ahirette, Allahü Teâlâ (cc.) 'ya muhâtab olacak odur.
     İnsanın rûhu, kendi hülâsasıdır, özüdür. Allahü Teâlâ (cc.) insanın ruhunu, bilinemez olarak yarattı. Bu ruh, madde değildir, mekânsızdır. Ruh, radyo dalgalarına benzetilebilir. Bu dalgalar, madde değildir. Yer kaplamazlar. Böyle olmakla birlikte, her yerde vardırlar, denir. Ruhun bedene bağlılığı, Allahü Teâlâ (cc.) 'nın âlem ile olması gibidir. Ne içindedir, ne dışındadır. Ne bitişiktir, ne ayrıdır. Yalnız onu varlıkta durdurmaktadır. Bedenin her zerresini diri tutan ruhtur. Bunun gibi, öleni varlıkta durduran Allahü Teâlâ (cc.) 'dır. Allahü Teâlâ (cc.), bedeni, ruh vâsıtası ile diri tutmaktadır. İnsana gelen her feyiz, önce rûha gelir. Ruhtan bedene yayılır.

     İnsanda, ruh ve nefis ayrıdır. Dinde ruh adı verilen varlığa, eski Yunan filozofları ve onların taklitçileri “nefs-i nâtıka” veya kısaca “nefis” de demişlerdir. Halbuki, tasavvuf ve ahlâk bilgilerinin mütehassısı İmâm-ı Rabbânî, nefsin, kalbin ve rûhun birbirinden farklı varlıklar olduklarını ve “nefs-i nâtıka”, nefsin ismi olduğunu bildirmektedir.
     İsrâ sûresi 85’inci âyetinde meâlen; “Sana ruhtan soruyorlar. Ruh, Rabbinin yarattığı varlıklardan biridir, diye cevap ver!” buyruldu. Rûhun ne olduğunu anlatmak ve anlamak zordur, hatta imkânsızdır. Fakat hassalarını, özelliklerini anlatmak mümkündür. Bunun için İslâm âlimlerinin çoğu, soranlara; rûhun cisim olmadığını, bir cevher-i basit, yâni parçalanmayan, ayrılmayan varlık olduğunu söylediler. Aklın erdiği bilgileri anlayan, his organlarından beyne gelen duyguları alan, bedendeki bütün kuvvetleri, hareketleri idâre eden, kullanan hep odur.

     Rûhun varlığı meydanda olup, ispat etmeye bile lüzum yoktur. Şöyle ki, insana en belli olan şey; kendi kendini tanımasını, bir şeyle ispat etmeye lüzum yoktur. Fakat, ruh madde midir? Madde değil midir. Kendi kendine var mıdır? Başka şeyle mi bulunur? gibi ve daha başka özellikleri ispat edilebilir. Zâten bu özelliklerin çoğu meydandadır. Bu bakımdan denilir ki:
     1. Ruh cevherdir. Yâni kendisi vardır. Rûha, Farsçada “can” denir. Hayvan ölünce, canı çıktı, denir. Rûhu bedenden ayrıldı, demektir. Her mahluk (yaratılan varlık), ya cevherdir, yâhut araz (özellik, sıfat)dır. Varlıkta kalabilmesi için, başka bir varlığa muhtaç değilse, kendi kendine var ise buna “cevher” denir. Varlıkta kendi kendine durmayıp, başka bir şeye muhtaç ise “araz” veya “sıfat” denir. Madde ve cisim, birer cevherdir. Bir cismin rengi, kokusu, şekli ise arazdır, özelliktir. Renk cisimle vardır. Cisim olmazsa, renk olmaz.
     Cevher iki türlüdür:
     * Biri mücerred olmayan, yâni maddî olmayan varlıktır. Ağırlığı, şekli, rengi ve his organlarına tesiri yoktur.
     * İkincisi maddedir. Mücerred olan cevher, his (duygu) organları ile duyulmaz. Parçalanmaz. Akıl ve ruh böyledir. Madde ise, his olunur, parçalanabilir. Cisim, maddenin şekil almış hâlidir. Ruhun cevher olduğu birçok yoldan ispat edilmiştir. En kısası şöyledir ki, araz (özellik, sıfat), bir cevher üzerinde bulunur. Cevher, arazı taşımaktadır. His olunan, düşünülen herşeyi ruh almakta, taşımaktadır. Bunun için ruh, cevherdir, araz değildir. Araz, araz üzerinde de bulunabilir. Meselâ, sür’at, yâni hız, harekette bulunur diyerek, bu ispatı kabul etmeyenler de vardır.
     2. Ruh, basittir. “Basit” demek, parçalanamaz, ayrılamaz demektir. Bunun karşılığı, bileşik, yâni “mürekkeb” olmaktır. Rûhun basit olduğu şöyle anlaşılır ki, basit olduğu bilinen şeyi, ruh kavramaktadır. Ruh, bileşik olsaydı, parçalanabilseydi, basit olan bir şey bunda yerleşmezdi. Çünkü ruh parçalanırsa, bunda yerleşen basit şey de parçalanmak lâzım gelir. Basit olan şey ise parçalanamaz.
     3. Ruh, cisim değildir. Eni, boyu, yüksekliği olan cevhere, yâni şekil almış maddeye cisim denir. Cisimde yerleşen şeylere “cismânî” denir. Araz, yâni özellikler, cisimlerde bulundukları için cismânîdirler.
     4. Ruh, anlayıcıdır ve idâre edicidir. Ruh evvelâ kendini bilir. Kendini bildiğini de bilir. Göz vâsıtasıyle renkleri, kulakla sesleri kavrar. Sinirleri çalıştırır. Kasları hareket ettirir. Böylece bedene iş yaptırır. Böyle işlere ihtiyârî yâni istekli işler denir.
     5. Ruh, his organları ile duyulmaz. Cisim ve cismânî olan şeyler his olunur. Ruh; cisim ve cismanî olmadığı için his olunmaz.

     Ruh ölümsüzdür
     İnsan ölünce, ceset çürüyünce ruh yok ölmaz. Ölmek, rûhun bedenden ayrılması, demektir. Ruh bedenden ayrılınca, maddî olmayan âleme karışır. Hiç yok olmaz. Bütün dinler, felsefeciler ve müteassıb olmayan fen adamları böyle söylemiştir. Yalnız tabiatçılardan (materyalistlerden) pek az kısmı bu söz birliğinden ayrılmış ve yanlış bir yola sapmışlardır. Bunlar, Allah'ü Teâlâ (cc) 'nın yeryüzünde, en şerefli varlık olarak yarattığı insanı, çöldeki otlara benzettiler. İnsan ot gibi biter, büyür, yok olur. Rûhu, ebedî kalmaz dediler. Böyle söyledikleri için “Haşâşî”ler, yâni “otçular” adıyla anıldılar. Felsefeciler ve bütün din adamları bu otçuların bozuk düşüncelerini çeşitli delillerle çürüttüler.
     Allah'ü Teâlâ, bugün bilinen 120 ye yakın element yaratmış, bunlardan her birine başka başka özellikler vermiştir. Her element atomlardan yapılmıştır. Her atomu, bir mikro-dinamo gibi, büyük bir enerji deposu yapmıştır. Atomların yığılmasından molekülleri veya iyon şebekelerini, böylece organik ve anorganik bileşikleri ve hücreleri, çeşitli dokuları ve sistemleri yaratmıştır. Bunların her birinde, akılları şaşırtan incelikler, kânunlar, düzenler vardır. Meselâ, ancak mikroskopla görülebilen bir hücre, çeşitli atölyeleri bulunan muazzam bir fabrika gibidir. İnsan aklı, bugüne kadar, bu fabrikanın ancak birkaç makinasını görebilmiştir. İnsandaki milyonlarca hücrenin çalışabilmesi, gerek insanda, gerekse dış âlemde binlerce, uygun şartların bulunmasına bağlıdır. Bu binlerce şart ve düzenden biri bozulursa, insanın bedeni çalışamaz, durur. O büyük, bilici, yapıcı olan Allahü Teâlâ (cc.), bu sayısız düzenleri yaratarak, beden makinasını otomatik olarak çalıştırmaktadır. Ruh, bu makinanın elektrik kuvveti gibidir. Bir motorda ufak bir ârıza olunca, cereyan kesildiği gibi, insan vücûdunun iç ve dışındaki yapı ve düzenlerde hâsıl olacak bir ârıza da, rûhun bedenden ayrılmasına sebep olur ve insan ölür. Dünyâda hiçbir makina, hiçbir motor süresiz çalışamıyor. Aşınarak, yıpranarak, çürüğe ayrılıyor. Bu, bir genel kânundur. Vücut makinası da, bu kânuna uyarak, yıpranıyor, çürüğe ayrılıyor. İnsan mezarda çürüyünce, hiçbir zerresi, hiçbir elementi yok olmuyor. Çürümek, bedeni meydana getiren organik moleküllerin anaerobik mikroplar tesiriyle parçalanarak, karbondioksit, amonyak, su gibi ufak moleküllere ve serbest azota kadar ayrılması demektir. Bu parçalanma, fizik ve kimyâ olaylarıdır. Fizik ve kimyâ reaksiyonlarında maddenin yok olmadığı bugün kesin olarak bilinmektedir.
     İnsan bedeninin yapısında bulunan maddeler, topraktan, sudan ve havadan gelmektedir. Canlıların ihtiyaç maddeleri, bu üç kaynaktan hâsıl olmaktadır. İnsan çürüyünce, hâsıl olan maddeler, yine bu üç yere dağılıyor.
     Ruh da, melekler de, terakki etmez; yükselmez. Yaratıldığı şekilde kalır. Ruh, bu bedenle birleşince, terakki etmek, yükselebilmek özelliğini kazanıyor. Bedene gelen rûh, yaratıldığı gibi kalmıyor. Yâni kıymetleniyor, yükseliyor. Yâhut inkâr etmek ve günah işlemek sebepleriyle, alçaklaşıyor, harap oluyor.
     Bu dünyâda her cisim belirli özellikleriyle tanınmaktadır. Her cisim, elementlerin ve bileşiklerin birer yığınıdır. Elementler, bileşikten bileşiğe geçerek yer değiştirmekte, her cismin yapısı bozularak, özellikleri yok olmakta, başka özellikte, başka cisim hâline dönmektedir. Bu devamlı değişmelerde, madde yok olmuyor ise de, cisimler zamanla değişmekte, yok olup, başka cisim hâsıl olmaktadır. Eskiden maddeye “heyûlâ”, cisme, yâni maddenin şekil almasına “sûret” diyorlardı.
     Rûh parçalanmadığı ve parçalardan meydana gelmediği, yâni mücerred olduğu için, hiç değişmez, bozulmaz, yok olmaz. Halbuki, fizik olaylarında cisimlerin şekli ve hâli değişiyor. Meselâ su, ısı enerjisi alınca buhar oluyor. Sıvı haldeyken gaz hâline dönüyor. Su cismi yok oluyor, buhar cismi var oluyor. Kimyâ tepkimelerinde ise, cismin yapısı bozuluyor. O cismin maddesi yok olup, başka madde var oluyor. Fizik olayında cisim değişiyor. Madde değişmiyor. Kimyâ değişmesinde, cisim yok oluyor. Madde değişiyor. Hiçbirinde madde yok olmuyor. Nükleer değişmelerde ise, madde de yok olup, enerji hâline dönüyor.
     Rûh; bir sanat sâhibi kimseye benzer. Beden, bu kimsenin elindeki sanat âletleri gibidir.
     Rûh; bir süvâriye, binici kimseye de benzer. Beden, bunun atı gibidir. İnsanın ölmesi, rûhun bedenden ayrılmasıdır. Bu da, sanat adamının âletlerinin yok olmasına, binicinin hayvanının elinden gitmesine benzer.

     Rûhun kuvvetleri: Rûhun kuvvetleri vardır. Bu kuvvetler, bitki ve hayvanların kuvvetleri gibi değildir.
     A) Hayvânî rûhun müdrike ve hareket kuvvetleri vardır.
     1. Müdrike Kuvveti:
     İdrak edici, anlayıcı kuvvettir. Bu anlama iki yolla olur. Görünen ve görülmeyen (iç) organların anlamasıdır. Görünen duygu organları beştir. Bunlar, göz, kulak, burun, dil ve deridir. Görünmeyen duygu organları da beştir. Bunlar da; müşterek his, hayâl, vâhime, hâfıza ve mutasarrıfadır.
     Müşterek his: Duygu organlarından beyindeki duygu merkezlerine gelen dış etkilerin hepsi, beynin önünde toplanarak meydana gelir.
     Hayâl: Müşterek his olarak toplanıp anlaşılan duygular, beynin birinci boşluğunun önünde saklanır ve bir cisme bakınca bu cisim müşterek histe duyulur. Bu cisim göz önünden çekilince müşterek histe duygu kalmaz. Fakat hayâle gelen duygu uzun zaman kalır. Hayâl olmasaydı, herkes birbirlerini unutur, kimse kimseyi tanımazdı.
     Vâhime: Görünen his organları ile duyulmayan, fakat duyulanlardan çıkarılabilen mânâları anlar. Meselâ düşmanlık, doğruluk bir organla hissedilmez. Fakat dost, düşman olan kimse görülür, hissedilir. Bu kimselerden dostluğu, düşmanlığı anlayan iç kuvvete vâhime denir. Vâhime kuvveti olmasaydı, koyun, kurdun düşman olduğunu anlamaz, ondan kaçmazdı. Yavrusunu da korumazdı.
     Hâfıza: Vâhimenin anladığı mânâları saklar.
     Mutasarrıfa: Anlaşılan duyguları ve mânâları karşılaştırıp, yeni mânâlar elde eder. Meselâ, zümrüdden bir dağ ve gümüşten bir ağaç düşünür. Şâirlerde bu kuvvet çok gelişmiştir.

     2. Hareket Kuvveti
     İki türlüdür.
     Birincisi; “Şehevî” kuvvettir. İnsan ve hayvanlar şehvet kuvvetleriyle, kendilerine tatlı gelen ve muhtaç oldukları şeyleri isterler. Bunlara “Behîmî” (hayvânî” kuvvet de denir.
     İkincisi; “Gazabî” kuvvettir. Bu kuvvetle, kendilerine çirkin, zararlı olan şeyleri def ederler, kovarlar. Bunlara “canavar” kuvvetler de denir.
     Hareket kuvvetleri, müdrike kuvvetlerine muhtaçtır. Çünkü önce duygu organları ile, iyi veya kötü olduğu anlaşılmalıdır ki, istenebilsin veya atılsın. Bütün bu duyguların ve hareketlerin hepsi sinirlerle yapılmaktadır.

     B) İnsan rûhu, yalnızca insanlarda bulunur. Bu rûhun da iki kuvveti vardır. İnsan; bilici ve yapıcı kuvvetler ile hayvandan ayrılır. Bu iki kuvvet şunlardır:
     1. Bilici Kuvvet (kuvve-i âlime): Buna “Nutuk” veya “Akıl” da denir. Bu kuvvet ikiye ayrılır. Biri, tecrübî ilimleri, yâni fen bilgilerini elde etmeye yarayan kuvvettir. İkincisi, ahlâk ilimlerine âlim olan, bilen kuvvettir. Fen bilgileri edinen kuvvet, maddenin hakîkatını anlamayı sağlar. Ahlâk bilgileri edinen kuvvet, iyi huyları ve faydalı işleri, kötü huylardan ve çirkin işlerden ayırır.
     2. Yapıcı kuvvet (kuvve-i âmile): Faydalı, başarılı işlerin yapılmasını sağlar. Bilici kuvvetlerle elde edinilen bilgilere göre iş yapar. Hayvan rûhundaki hareket kuvvetleri, vâhime kuvvetlerinin iyi bulduklarını çekerdi, çirkin bulduklarını iterdi. İnsan rûhunun yapıcı kuvveti, akla dayanır. Bir işte iyilik, fayda olduğunu akıl ile anlarsa, onu yapar. Sonu noksan, zarar olacağını anlarsa, o işi yapmaz veya def eder. Hayvânî rûhun, şehevî ve gazabî kuvvetlerini de idâre eder.
     Çok kimse vardır ki, çok işlerini nefsin veya hayvânî rûhun kuvvetlerine tâbi olarak yapar. Yâni vehim ve hayâlle yaparlar.
     İmâm-ı Muhammed Gazâlî ve bazı İslam büyükleri buyurdu ki:
     “Rûhun bu kuvvetleri, meleklerdir. Allahü teâlâ, lutuf ve merhâmet ederek, melekleri rûhun emrine vermiştir. Küçük kıyâmet kopuncaya kadar, yâni rûh bedenden ayrılıncaya kadar, rûhun emrinde kalırlar. Hadîs-i şerîflerde de buna işâretler vardır. Bâzı kimselerden, durup dururken, tecrübeli kimselere parmak ısırtan hünerlerin meydana gelmesi de, bunu göstermekdedir” İnsanın kemâle gelmesi, yükselmesi, saadete kavuşması, rûhun iki kuvvetiyle olur.

     Tenâsüh (reenkarnasyon) yoktur:
     Rûhun bağlı olduğu bir bedenden ayrılıp canlılık ve hareket meydana getirmek üzere başka bir bedene geçmesine tenâsüh denir. Tenâsühün aslı yoktur. Çünkü her beden için bir ruh vardır. Ölen bir insanın rûhu, yeni doğan başka bir çocuğa geçmez. Eski felsefecilerin ve şimdiki spritizmacıların, medyumların iddiâsı olan tenâsüh saçmalığını İslâmiyet reddetmektedir. Tenâsühe inanmak, ölenin kabirde azap veya mükâfat görmesini ve kıyâmetin kopup bedenlerin ruhları ile birlikte haşr ve neşr olmasını, Cennet ve Cehenneme götürülmesini inkâr etmek olur. Bu ise, İslâmiyete inanmamak demektir.
Hareketli Ayıraç Gifleri 2013

18 Aralık 2012 Salı

TÜRK PATENT ENSTİTÜSÜ MARKA UZMAN YARDIMCISI 16 PERSONEL ARIYOR

TÜRK PATENT ENSTİTÜSÜ

MARKA UZMAN YARDIMCILIĞI
GİRİŞ SINAVI DUYURUSU
     Enstitüde Marka Uzmanı olarak yetiştirilmek üzere, 11.02.2013 tarihinde sözlü sınavla aşağıda grubu, derecesi, 
sınıfı ve adedi belirtilen Marka Uzman Yardımcısı kadrolarına atama yapılacaktır.

GRUBUDERECESINIFKADRO ADEDİ
Hukuk Fakültesi9GİH6
Siyasal Bilgiler İktisat, İşletme,
İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi 
9GİH
10

     A - GİRİŞ SINAVINA BAŞVURU ŞARTLARI
1. 657 sayılı Devlet Memurları Kanununun 48 inci maddesinin birinci fıkrasının (A) bendinde yer alan genel şartları taşımak,
2. Üniversitelerin en az 4 yıllık lisans eğitimi veren hukuk, siyasal bilgiler, iktisat, işletme, iktisadi ve idari bilimler fakülteleri bölümlerinden ya da bunlara denkliği Yüksek Öğretim Kurulu tarafından kabul edilen yurt içindeki veya yurt dışındaki öğretim kurumlardan mezun olmak,
3. Ölçme, Seçme ve Yerleştirme Merkezi tarafından; (A) grubu kadrolar için 09-10 Temmuz 2011 veya 07-08 Temmuz 2012 tarihlerinde yapılan Kamu Personeli Seçme Sınavı (KPSS) neticesinde;
   a. Siyasal Bilgiler, İktisat, İşletme, İktisadi ve İdari Bilimler Fakültelerinden mezun olanlar için KPSSP54 puan türünden en az 80 puan almış olmak,
   b. Hukuk Fakültesinden mezun olanlar için KPSSP11 puan türünden en az 80 puan almış olmak,
4. Kamu Personel Seçme Sınavından (KPSS) en az 42 yabancı dil sorusunu doğru cevaplamış olmak veya Kamu Personeli Yabancı Dil Bilgisi Seviye Tespit Sınavından (KPDS) en az 70
puan
almış olmak ya da buna denk kabul edilen ve uluslararası geçerliliği bulunan belgeye sahip olmak.

5. Sınavın yapıldığı gün itibarıyla otuzbeş yaşını doldurmamış olmak.

     B - BAŞVURU ŞEKLİ, YERİ VE İSTENİLEN BELGELER
1. Başvurular, şartları taşıyan adaylar tarafından, ilan tarihinden itibaren otuz gün içinde elektronik ortamda Enstitümüz resmi internet sitesinin (www.turkpatent.gov.tr) duyurular bölümünde yayımlanan form, eksiksiz ve doğru bir şekilde doldurularak yapılacaktır.
2. Sadece internetten yapılan başvurular geçerli olup, Enstitümüze elden veya posta yoluyla yapılacak başvurular kabul edilmeyecektir.
3. Sınava, her grup için belirlenen KPSS puan türünden kendi içinde en yüksek puana sahip adaydan başlamak üzere yapılan sıralamaya göre, atama yapılacak kadro sayısının en fazla 4 katı kadar aday çağrılacaktır. (Son sıradaki aday ile eşit puana sahip adaylarda sınava çağrılır.)

4. Sınava girmeye hak kazanan adayların isimleri, sınavın yapılacağı yer, tarih ve saat ile istenilen belgeler, sınav tarihinden en az onbeş gün önce Enstitümüz (www.turkpatent.gov.tr) internet adresinde ve duyuru panosunda ilan edilecektir.
5. Sözlü sınava girecek adaylardan;
   a. Enstitümüz resmi internet sitesi üzerinden (www.turkpatent.gov.tr) oluşturulan başvuru formu,
   b. Mezuniyet belgesinin veya çıkış belgesinin aslı veya kurumca (mezun olunan okul) onaylı örneği, eğitimi yurt dışında tamamlamış olanlar için diploma denkliğinin yetkili makamlarca kabul edildiğini gösterir belgenin aslı veya kurumca onaylı örneği,
   c. KPSS sonuç belgesinin aslı veya bilgisayar çıktısı,
   d. T.C. Kimlik Numarası beyanı (nüfus cüzdanı fotokopisi),
   e. Kendi el yazısı ile yazılmış özgeçmiş,
   f. Marka Uzman Yardımcısı sınavında iki defadan fazla başarısız olmadıklarını belirtir beyan istenecektir.

     C - SÖZLÜ SINAV KONULARI
     Sözlü sınav;

   a. Türk Patent Enstitüsü Başkanlığı Uzman Yardımcılığı ve Uzmanlığı Sınav, Atama, Görev, Yetki ve Sorumlulukları Hakkında Yönetmeliğin 12 nci maddesinde belirtilen yazılı sınav alan bilgisi konularına ilişkin bilgi düzeyi,
   b. Bir konuyu kavrayıp özetleme, ifade yeteneği ve muhakeme gücü,
   c. Liyakati, temsil kabiliyeti, davranış ve tepkilerinin mesleğe uygunluğu,
   d. Özgüveni, ikna kabiliyeti ve inandırıcılığı,
   e. Genel yetenek ve genel kültürü,
   f. Bilimsel ve teknolojik gelişmelere açıklığı, yönlerinden değerlendirilerek, ayrı ayrı puan verilmek suretiyle gerçekleştirilir.

     D - SINAV SONUÇLARININ DEĞERLENDİRİLMESİ, İLANI VE SONUÇLARA İTİRAZ
          
     Adaylar, Komisyon tarafından (a) bendi için elli puan, (b) ila (f) bentlerine kadar yazılı özelliklerin her biri için onar puan üzerinden değerlendirilecektir.
     Sözlü sınavda başarılı sayılmak için, komisyon başkanı ve üyelerince yüz tam puan üzerinden verilen sözlü sınav puanlarının aritmetik ortalaması en az yetmiş olmalıdır.
     Adayın başarı puanı, ilgili KPSS puanı ile sözlü sınav puanının aritmetik ortalaması alınarak hesaplanacaktır. Her grup kendi içinde başarı puanına göre sıralanacak, başarı puanı en yüksek olan adaydan başlamak suretiyle giriş sınav duyurusunda belirtilen uzman yardımcısı kadro sayısı kadar asıl, kadro sayısının yarısı kadar yedek adayın isimleri belirlenerek Enstitümüz (www.turkpatent.gov.tr) internet adresinde ve duyuru panosunda ilan edilecek, ayrıca sınav sonucu asıl ve yedek adaylara on gün içinde yazılı olarak bildirilecektir.
     Adaylar sözlü sınav sonucuna, ilan tarihinden itibaren 7 gün içerisinde yazılı olarak itiraz edebilirler.

     E - DİĞER HUSUSLAR

     İstenen belgelerde gerçeğe aykırı beyanda bulundukları tespit edilenlerin sınavı geçersiz sayılır ve atamaları yapılmaz. Bunların atamaları yapılmış olsa dahi iptal edilir. Ayrıca, bu kişiler hakkında Cumhuriyet Savcılığına suç duyurusunda bulunulur. Bu şekilde, Enstitüyü yanıltanlar kamu görevlisi ise ayrıca çalıştıkları kuruma da bu durum bildirilir.


Tüm Başvurular Elektronik Ortamda Alınacaktır.
Başvuru Formu
Yukarıdaki mavi renkli başlığa tıklayıp online iş başvurusu yapabilirsiniz...

İSLAM TARİHİ - HENDEK SAVAŞI

İSLAM TARİHİ
HENDEK SAVAŞI
     Benî Kureyza Yahudilerinin Anlaşmayı Bozması
     Resûl-i Ekrem Efendimiz, deriden çadırında bulunuyordu. Yanında Hz. Ebû Bekir de vardı. Müslümanlar, hen­dek kenarında düş­manı gözetlemek ve nö­bet tutmakta idiler. Bu sırada Hz. Ömer, Re­sû­lul­lah’ın huzuruna vardı.
     “Yâ Re­sû­lal­lah!” dedi. “Aldığım habere göre, Benî Ku­ray­za Yahudileri an­laş­mayı bozmuşlar ve düşmana yardım ka­rarı almışlardır!”
     Beklenmeyen bu haber, Peygamber Efendimizi fazlasıyla mütees­sir etti. Hâlbuki, bu kabilenin reisi Ka’b İbni Esed’le anlaşması vardı; bunun için o ta­raftan emin idi.

     Üzülen Efendimizin dudaklarından şu cümleler döküldü:
     “Hasbünallahü ve ni’mel-Vekîl [Allah bize yeter; O, ne güzel vekildir].” [18]

     Benî Kurayza, büyük bir Yahudi kabilesiydi ve Medine-i Münevvere dı­şında kuvvetli kalelerde oturuyorlardı. Resûl-i Kibriya Efendimizle anlaşma­ları vardı. Buna göre, Medine için hâricî bir tehlike söz konusu olduğu zaman Müslümanlarla birlikte şehri müdafaa edeceklerdi. Ayrıca Peygamber Efendi­mizden habersiz de hiçbir as­ke­rî harekâtta bulunmayacak, Ku­reyşli müşriklere ve onlara yardım edenleri korumayacaklardı. [19]
     Bu haber üzerine Peygamber Efendimiz, Zübeyr b. Av­vam’ı durumu tahkik için Benî Kurayza Yahudilerinin yur­du­na gönderdi. Hz. Zübeyr, Kurayzaoğul­larının kalelerini onardıklarını, harp tâlim ve manevraları yaptı­ğını bizzat gör­dü. Gelip durumu Efendimi­ze haber verdi. Re­sû­lul­lah, bu feda­kârlığı üzerine hakkında şöyle buyurdu:
     “Her peygamberin bir havarisi vardır; benim havarim de Zü­beyr’­dir!” [20]

     Hz. Ömer’in verdiği haber doğruydu. Benî Nadîr Yahudilerinin reisi Hu­yeyy b. Ahtab, gelip Kurayzaoğulları reisi Ka’b b. Esed’i kandırmıştı. O da an­laşmayı bozmuştu.

     Heyet Gönderilmesi
     Resûl-i Kibriya Efendimiz, durumu tekrar inceden inceye tahkik etmek ve onlara nasihatte bulunmak üzere Evs kabilesinin lideri Sa’d b. Muaz, Hazreç ka­bilesinin lideri Sa’d b. Übade, Abdullah b. Revâha ve Havvat b. Cü­beyr’­i, Benî Ku­rayza Yahudilerine şu tâlimatı vererek gönderdi:
     “Gidiniz, bakınız; Şu kavimden bize erişen haberin doğruluğunu bir kere de siz tahkik ediniz. Eğer doğru ise, onu bana halkın anlayamadığı biçimde kapalı bir dil kullanarak bildiriniz. Ben onu anlarım. Açıkça söyleyip de halkın kalbine korku ve zaaf düşürmeyiniz! Şayet, onlar aramızdaki anlaşmaya sâdık bulunuyorlarsa, bunu halka açıkça ilan edebilirsiniz!” [21]
     Bu güzide sahabeler, Benî Kurayza Yahudilerinin yurtlarına gittiler. Anlaş­mayı bozmanın çirkinliğinden bahsederek onlara nasihatte bulundular. Fakat onlar kulak asmadılar ve anlaşmayı bozduklarını açıkça ilan ettiler; hatta Re­sûl-i Kibriya Efendimiz hakkında ileri geri konuşacak kadar küstahlıkta bile bulundular.
     Müslüman elçiler bu durumdan son derece rahatsız oldular. Kurayzaoğul­la­rının öteden beri müttefiki olan Hz. Sa’d b. Muaz, “Sizinle cenk etmedikçe Al­lah canımı almasın!” diye hiddetli hiddetli konuştu.
     Daha sonra Müslüman elçiler geri dönüp, durumu Resûl-i Kibriya Efendi­mize kapalı bir şekilde arz ettiler. Peygamber Efendimiz onlara, “Haberinizi gizli tutunuz! Ancak bilene açıklayınız! Çünkü harp, tedbirden ve aldatmaktan ibarettir!” dedi. [22]
     Artık Medine, çepeçevre düşman tarafından sarılmış demekti. Cenab-ı Hak, Kur’an-ı Kerim’de, bu hususa şöyle işaret buyurur:
     “O vakit, kâfirler üstünüzden (vadinin üst ve doğu tarafından), bir de altınızdan (vadinin aşağı ve batı tarafından) size gelmişlerdi. O zaman gözler yılmış,  kalpler gırtlaklara dayanmıştı.” [23]
     Benî Kurayza’nın Medine Üzerine Baskın Teşebbüsleri
     Bu esnada Kurayzaoğulları, Huyeyy b. Ahtab’ı Ku­reyş­lile­re göndererek, Me­dine’ye geceleyin baskında bulunmak üzere müşriklerden yüz, Gatafan­lar­dan da yüz kişi istediler. Onlar, bu kuvvetle birleşerek Medine kale ve hisarlarındaki kadın ve çocuklar üzerine baskın yapacaklardı.
     Bu haber Müslümanları büyük bir telâşa düşürdü. Resûl-i Kibriya Efendimiz  derhal geceleri Medine şehrini muhafaza etmek için Zeyd b. Hârise Hazretlerini üç yüz askerle, Seleme b. Eslem’i de iki yüz askerle Medine’ye gönder­di. Bu kuvvetler, gece sokaklarda devriye gezip tekbir getireceklerdi.
     Bu esnada, Benî Kurayza Yahudileri, bir iki baskın teşebbüsünde bulundularsa da, muvaffak olamayıp geri çekilmek zorunda kaldılar.

     Hz. Safiyye’nin Bir Yahudiyi Öldürmesi
     Benî Kurayza’nın ikinci baskın denemesi esnasındaydı. On kadar Yahudi, Peygamber Efendimizin halası Hz. Sa­fiy­ye’nin de içinde bulunduğu Hassan b. Sâbit’in köşkünü ok yağmuruna tuttular; hatta içeri girmeye kadar kalkıştılar. İçlerinden birisi köşkün kapısına kadar varıp içeri girmek istedi. Köşkte Hz. Safiyye ile birlikte birçok kadın ve çocuk da vardı.
     Hz. Safiyye, bir Yahudinin köşkün etrafında dolaşıp durduğunu görünce, kadın olduğu bilinmesin diye başına sıkıca bir tülbent bağladı. Eline bir sırık alıp köşkten aşağı indi. Köşkün kapısını usulca açtı. Adamın arkasından yavaşça varıp, sırıkla başına bir darbe indirdi. Orada işini bitirdi. Sonra da başını kesip Yahudilere doğru fırlattı.
     Bunun üzerine diğer Yahudiler korkuya kapılıp, “Bize, Müs­lümanların, ai­lelerini, yanlarında adam bulundurmaksızın, kimsesiz ve yalnız bıraktıkları haber verilmişti; Hâlbuki öyle değilmiş!” diyerek dağıldılar.

     Peygamberimizin Dar Gediği Bizzat Beklemesi
     Beş yüz civarında mücahidi Medine’ye gönderip şehri koruma al­tına alan Resûl-i Kibriya Efendimizin kendisi de, geceleri düşmanın oradan geçebileceği düşüncesiyle hendeğin en dar yerini bizzat bekliyordu.
     Hz. Âişe der ki: “Re­sû­lul­lah (a.s.m.), hendekteki gediği beklemek için gidip geldiği sırada soğuktan tir tir titriyordu. Yanıma gelip biraz ısındıktan son­ra, ‘Ben, düşmanın oradan başka bir yerden geçip gelebileceğinden korkmuyorum! Keşke bu gece, Müslümanlardan biri, benim yerime orayı beklese!’ buyurdu. O anda bir silah ve demir âleti şakırtısı işittim.
     “Re­sû­lul­lah (a.s.m.), ‘Kim o?’ diye seslendi.
     “‘Sa’d b. Ebî Vakkas...’ diye cevap geldi.
     “Re­sû­lul­lah, ‘Bu gediği sana havâle ediyorum. Orayı sen bekle’ buyurdu. “Kendisi de uyudu.”

     Münafıkların Hendekten Dağılmaları
     Münafıklar devamlı, “Evlat ve iyalimizi yalnız bırakıp da burada sefâletle beklemek akıl kârı değildir” diyerek Müslümanlara şüphe ve vesvese vermeye çalışıyorlardı; bir kısmı ise, bizzat Resûl-i Kibriya Efendimizin huzuruna çıka­rak, “Evlerimiz Medine’nin dışında­dır; duvarları da alçak olup, düşman ve hır­sızlara açıktır” [24] diyerek hendekten ayrılma müsaadesi istiyorlardı. Pey­gam­ber Efendimiz, bunların bir kısmına müsaade etti.
     Aslında münafıkların maksadı, böyle kritik bir anda ordudan ayrılarak Müslümanların mânevîyatını bozmaktı. Bu, onların her zaman başvuragel­dik­leri bir taktikti. Nitekim Sa’d b. Muaz Hazretleri, bir kısım münafığın Hz. Re­sû­lul­lah’tan müsaade istediğini görünce, şöyle demekten kendini ala­mamıştı:
     “Yâ Re­sû­lal­lah! Bunlara izin verme! Vallahi, biz ne zaman bir musibete uğ­rasak, sıkıntıya girsek, onlar hep böyle yaparlar!”
     Sonra da, müsaade isteyen bu münafık grubun yanına vararak, “Biz sizden her zaman böyle hareketler mi göreceğiz? Ne zaman bir musibete uğrasak, bir sıkıntıyla karşı karşıya gelsek, siz hep böyle yapar durursunuz!” [25] diyerek on­ları azarlamıştı.
     Cenab-ı Hak da, indirdiği vahiyle, onların, bu müsaade istemede samimi olmadıklarını şöyle açıklıyordu:
     “O zaman onlardan bir gürûh, ‘Ey Yesrib [Medine] ahalisi, sizin için burada durmak yok; hemen dönün’ demişlerdi; onlardan bir kısmı da, ‘Hakikaten ev­lerimiz açıktır’ diyorlar, Peygamberden izin istiyorlardı. Hâlbuki, onların ev­leri açık değildir. Onlar kaçmak­tan başka bir şey arzu etmiyorlardı!” [26]

     Harbin Başlaması
     Düşman, hendek arkasında çarpışmanın bir hayli zor olacağını biliyordu. Buna rağmen bütün hazırlıklarını tamamlayarak, var kuvvetiyle hücuma geçti. Fakat hendek, işlerini tahmin ettiklerinin de üstünde güçleştiriyordu. Hendeği bir türlü geçme imkân ve fırsatını elde edemiyorlardı. Haliyle bu da ümitsiz­liğe düşmelerine sebep oluyordu.
     Sonunda, çarpışma uzaktan uzağa ok atışlarıyla devam etti. Fakat bu da, ne­ticenin uzamasından başka bir işe yaramıyordu. Düşman ordusu, hücumlarından bir netice elde edemediğini görünce, Müs­lümanları muhasara altına almaya karar verdi. Zaten başka yapacak bir şeyleri de yoktu!

     Tek Tek Vuruşma
     Bir ara düşman süvarilerinden birkaçı atlarını sürüp hendeğin bahsedilen dar yerinden Müslümanlar tarafına geçmeye muvaffak oldular ve kendileriyle dövüşecek er dilediler. İçlerinde en meşhuru, Amr b. Abdi Vedd idi. Birçok hadise görüp geçirmiş, yalnız başına birçok topluluğu dağıtmış, cesur ve silahşörlükte mahir bir süvari idi. Arap kabileleri, onu bir bölük süvariye mukabil tutarlardı. Onunla dövüşmek için fevkalâde cesaretli ve yürekli olmak gerekirdi. Bu sebeple kimse ona karşı çıkmak istemezdi.
     Bu sefer Amr, dövüşecek er dileyince, Hz. Ali, “Yâ Re­sû­lal­lah, ona karşı ben çıkarım, müsaade eder misiniz?” dedi.
     Peygamber Efendimiz, “Sen, otur yâ Ali! Gelen, Amr’­dır” buyur­du.
     Amr, tekrar Müslümanlara meydan okudu: “İçinizde muharebe meydanına çıkacak er yok mudur? Hani sizin ölülerinize tayin ettiğiniz cennet nerede?”
     Hz. Ali, tekrar karşısına çıkmak istedi.
     Resûl-i Ekrem Efendimiz yine “Yâ Ali, o Amr’dır” buyurarak izin vermedi.
     Karşısına kimsenin çıkmadığını gören Amr, bütün bütün şımardı ve iğrenç küfürler savurarak, “Er meydanına çıkacak kimse yok mu?” diye üst perdeden bağırdı.
     Hz. Ali, tekrar cesaretle yerinden fırladı. “Onunla ben dövüşürüm yâ Re­sû­lal­lah!” dedi. Resûl-i Kibriya Efendimiz yine “Yâ Ali, o Amr’dır” buyurdu.
     Hz. Ali, “Amr da olsa, çıkar, dövüşürüm yâ Re­sû­lal­lah!” dedi. Bunun üzerine Fahr-i Âlem Efendimiz, Allah’ın Ars­la­nına müsaade etti. Biz­zat kendi eliyle zırhını ona giydirdi ve “Zülfikâr” adlı kılıcını beline bağ­la­dı; sarığını da başına sardıktan sonra, “Yâ Rab! Amcam oğlu Ubeyde, Be­dir’de ve amcam Hamza, Uhud’da şehit oldular. Yanımda bir amcazâdem Ali kaldı. Sen, onu muhafaza eyle, ona yardımını ihsan eyle, beni de yalnız bı­rakma!” diye dua etti. [27]
     Hz. Ali, yaya olarak, imanından gelen heybetle, Amr’a doğru yürüdü. İki taraf da bu büyük dövüşü hayranlıkla seyre hazır duruyordu. Zırha bürünen Hz. Ali’nin gözlerinden başka hiçbir tarafı görünmüyordu.
     Amr, “Sen kimsin?” diye sordu.
     Hz. Ali, “Ben, Ali’yim!” diye cevap verdi.
     Amr, bu bıyıkları yeni terlemiş genci karşısında bulunca, bir merhamet ve istihfaf tavrı aldı. “Amcalarından, senden başka daha yaşlı kimse yok mu­dur? Ben, senin ka­nını dökmek istemiyorum! Çünkü baban benim dostumdu” diye konuştu.
     Hz. Ali’nin ise cevabı şu oldu: “Vallahi, ben, senin kanını dökmek isterim!”
     Amr, bu cevaba kahkahayla gülerek, “Bu ağızla bir kimsenin karşıma çıkacağı hatırıma bile gelmezdi!” dedi.
     Hz. Ali’nin sözleri Amr’ı çileden çıkarmıştı. Kılıcını sıyırıp atıyla onun üzerine yürüdü. Hz. Ali, “Ben, seninle nasıl çarpışabileyim? Ben yayayım, sen atlı. Atından in de benim gibi yaya ol!” diye teklifte bulundu. Amr, derhal atından indi ve hayvanı salıverdi; öfke dolu bakışlarla Hz. Ali’nin karşısına dikildi. Hz. Ali, “Ey Amr!” dedi. “Ben, senin Ku­reyş’ten bir kim­seyle kar­şılaştı­ğın­da, onun iki isteğinden birisini kabul edip yerine getireceğin hakkında Al­lah’a vaatte bulunduğunu işittim. Doğru mudur?”
     Amr, “Evet...” dedi.
     O zaman Hz. Ali, “Öyle ise, ben seni Allah'a ve Resûlüne imana davet edi­yor ve İslamiyete kabule çağırıyorum!”
     Amr, “Bu, bana lâzım değil; geç bunları!” dedi.
     Bu sefer Hz. Ali, “Öyle ise” dedi. “Bizimle çarpışmaktan vazgeç! Yurduna dön, git!”
     Amr, “Ben adayacağımı adamış ve intikam almadıkça başıma yağ ve koku sürmeyi kendime yasaklamışım dır” diye karşılık verdi.
     O zaman Hz. Ali, “O halde vuruşmaya hazır ol!” diye kük­redi. Amr, yine kahkahayla güldü. “Doğrusu ben, Araplar içinde benden kork­ma­dan benimle çarpışmak isteyecek böylesine bir kahraman bulunabileceğini tah­min etmemiştim!” diye hayretini izhar etti. Sonra da ekledi: “Sen, henüz genç bir yiğitsin. Üstelik baban da benim dostumdu. Benimle çarpışmaktan vazgeçip dön, geri git. Seni öldürmek istemiyorum!”
     Cesaret kahramanı Hz. Ali, “Ama ben, seni öldürmek is­ti­yo­rum!” diye kar­şı­lık verdi. Hz. Ali’nin son cümlesi, Amr’ı son derece hiddetlendirmişti. Bir vuruşta Hz. Ali'nin kalkanını parçaladı. Kalkanı delen kılıç, Hz. Ali’­nin alnını sıyırdı. Hz. Ali, şimşek gibi bir hızla yana sıçradı; bu sefer sıra ondaydı. Amr’ın boyun köküne Zülfikâr’la şiddetli bir darbe indirdi. Amr’ın başı bir tarafa, gövdesi bir tarafa düştü.
     Bir anda feryat ve çığlıklar koptu, ortalık birbirine karıştı. Hz. Ali ise, Ce­nab-ı Hakk’ın bu muvaffakiyeti kendisine ihsan etmesinden dolayı “Allahü Ek­ber!” diyerek tekbir getirdi. Resûl-i Ekrem ve Müslümanlar da tekbir geti­rince bir anda her taraf tekbirlerle çınladı.
“Kılıç Değil, El Keser!”
     O esnada, Ku­reyş süvari ve şâirlerinden olan Hübeyre b. Ebî Vehb, Hz. Ali’yle çarpışmaya yeltendi; fakat bir kılıç darbesi yiyince, çareyi kaçmakta buldu! Bu sefer onu Hz. Zübeyr b. Avvam takip etti. Kılıçla vurup atının eğe­rini kes­ti. Daha sonra Hz. Zübeyr, Nev­fel b. Abdullah’ın peşine düştü. Şiddetli bir darbeyle onu yukarıdan aşağı doğru ikiye biçti.
     Sonraları Hz. Zübeyr’e, “Senin kılıcın gibi kılıç görmedik!” denilince şu ce­vabı verdi: “Onu yapan kılıç değildir, bilektir!”
     Ku­reyş’in diğer süvarileri dehşete kapılarak doludizgin kaçmaya başladılar. Hatta Ebû Cehil’in oğlu İklime, can havliyle kaçıp giderken mızrağını düşürmüş, geri dönüp onu almaya bile cesaret edememişti.
     Bir bölüğe bedel kabul ettikleri Amr b. Abdi Vedd’in mü­bâreze meydanınında düşüp kalması, Müslümanları son derece sevindirirken, müşrikleri ise fazlasıyla korkutup dehşete düşürdü; hatta Ku­reyş ordusu kumandanı Ebû Süfyan, “Bugün bizim için hayırlı bir iş yok” diyerek ye’s içinde hendeğin başından çekilip karargâha gitti.

     Her Taraftan Hücuma Kalkış
     Bir gün sonra, müşriklerin tamamı, Kurayzaoğulları Yahudileriyle birlikte her taraftan Müslümanları çepeçevre sardılar ve akşama kadar durmadan on­ları ok yağmuruna tuttular. Kıtlık yüzünden pek zayıf ve güçsüz düşmüş olan Müslümanlar, düşman sürüsünün böyle bir kara bulut gibi her taraftan sıkıştırma­sı üzerine, bütün bü­tün mecalsiz kaldılar; akşam olup düşman çekilince, bir miktar nefes aldılar. Fakat “Düşman, yarın yine böyle her taraftan şiddetli hücuma girişirse, hali­miz ne olur?” diyerek herkeste bir endişe ve telâş vardı.

     Münafıklar Yine Sahnede
     Münafıklar zümresi, Müslümanların maruz kaldıkları bu sıkıntı ve kıtlığı fırsat bilerek, onların mânevîyatlarını bozucu telkinlerde bulunmaya başladılar  “Muhammed, size, Kayser’­in ve Kisrâ’nın hazinelerini vadediyor! Hâlbuki, şu anda hendek içinde hapsolmuşuz. Korkudan abdest bozmaya bile gidemi­yoruz! Vadettiği nerede, biz nerede? Allah ve Resûlü, bize aldatışdan başka bir şey vadet­mi­yor!”
     Kur’an-ı Kerim, bu hususa da işaret eder. [28]
     Ne var ki münafıkların bu haince ve dessasça telkinlerinden hiçbiri gerçek mü’minleri Hz. Re­sû­lul­lah’ın yanından ayıramıyordu.  Çünkü onlar, Yüce Al­lah’ın kendilerine yardım edeceği hususundaki vaadine bütün samimiyetleriyle inanmışlardı; Allah’ın tak­dirine teslimiyetleri sonsuzdu; Allah ve Resûlü uğrunda her türlü musibet ve sıkıntıya seve seve katlanıyorlardı. Münafıklar ise, tam tersine, Medine’yi çepeçevre saran düşman ordusunun, Kâinatın Efendisi Peygamberimizle ashab-ı kiramın vücutlarını ortadan kaldıracağını sanıyorlardı, hatta bunu istiyorlardı! Böylece, bu ağır imtihanda gerçek mü’min­ler­le münafıklar birbirlerinden ayrılıyorlardı!
     Kur’an-ı Azîmüşşan’ın konuyla ilgili şu ayeti ne kadar ibret vericidir:
     “Ey mü’minler! Yoksa siz, sizden evvel gelenlerin hali başınıza gelmeden cennete girivereceğinizi mi sandınız? Onlara, öyle yoksulluklar ve sıkıntılar gelip çattı ve çeşitli belâlarla sarsıldılar ki hatta peygamberleri, maiyetindeki mü’minlerle birlikte, ‘Allah’ın yardımı ne zaman yetişecek?’ diyordu. Gözünüzü açın: Allah’ın yardımı yakındır muhakkak!” [29]

     Düşmanda Yılgınlık
     Muhasara uzadıkça uzuyordu. Müşriklerin baskın ve hücumları her defasında Müslümanlar tarafından püskürtülüyordu. Muhasaranın uzaması, her iki tarafı da büyük sıkıntı, açlık ve soğuk ile karşı karşıya bırakmıştı. Mahsûl, harbin başlamasından bir ay kadar önce tarlalardan toplanmış olduğu için, düşman ordusunun at ve develerinin yiyecekleri de tükenmiş, hayvanlar açlıkla karşı karşıya gelmişlerdi. Bütün bunlar, düşman safında gevşekliğe, ümitsizliğe ve yılgınlığa sebep oldu.

     Pey­gam­be­ri­mizin Gatafanlara Teklifi
     Resûl-i Kibriya Efendimiz, muhasaranın uzayıp gittiğini, soğuk, kıtlık ve aç­lı­ğın her gün biraz daha arttığını ve Müslümanları bütün bütün sarstığını gö­rün­ce, Gata­fan­la­rın kumandanı Uyeyne b. Hısn ile Hâris b. Avf’a, “Müslü­man­la­rı muhasaradan vazgeçip yurdunuza dönüp giderseniz, Medine’nin yıllık meyve mahsûlünün üçte birini veririm!” diye haber gönderdi. Onlar ise, “Bize, Medine’nin yıllık hurma mahsûlünün yarısı verilmelidir” dediler. Fakat Resûl-i Ekrem Efendimiz buna yanaşmadı. Bunun üzerine üçte bire râ­zı oldular ve bir heyet halinde Resûl-i Ekrem Efendimizin huzuruna çıkıp geldiler.
     Peygamber Efendimiz, bu arada, önce ensarın reislerinden Sa’d b. Muaz ile Sa’d b. Ubâde’nin görüşlerini öğrenmek istedi. Onlar önce, “Yâ Re­sû­lal­lah! Bu sizin arzu ettiğiniz bir şey midir, yoksa Allah’ın size emrettiği ve bizim de mu­hakkak yerine getirmemiz gereken bir şey midir?” diye sordular.
     Nebiyy-i Ekrem Efendimiz, “Eğer, bunu yapmaya Allah tarafından emro­lun­saydım, sizinle istişare etmez, gereğini hemen yerine getirirdim! Bu, kabul edip etmemekte serbest bulunduğunuz bir görüşten ibarettir!” buyurdu.
     Bunun üzerine Sa’d b. Muaz Hazretleri, “Yâ Re­sû­lal­lah!” dedi. “Biz ve şu kavim, bir zamanlar Allah’a şerik koşar, putlara tapar, Al­lah’a ibadet etmez ve O’nu tanımazken bile, bunlar misafirlik veya satın almak gibi durumlar dı­şında Medine’den tek bir hurma yemeyi ummamışlardır  Şimdi, Allah, bizi İs­lam’la şereflendirdiği, onunla doğru yolu buldurduğu, seninle ve onunla bize kuvvet bahşettiği bir sırada mı mallarımızı bunlara haraç olarak vereceğiz? Vallahi, bizim için böyle bir anlaşmaya hiç ihtiyaç yoktur. Allah, on­larla aramızdaki hükmünü verinceye kadar, onlara sunacağımız tek şey kılıçtır!” [30]
     Resûl-i Kibriya Efendimiz, bu konuşmadan memnun oldu. Gatafan heye­tine de, “Kalkıp gidiniz! Artık aramızı ancak kılıç halleder!” dedi.
     Bunun üzerine Gatafan heyeti, Re­sû­lul­lah’ın huzurundan ayrıldı. Yolda, Hâris b. Avf, Uyeyne b. Hısn’a şunları söyledi:
     “Biz, Ku­reyşlilere yardım maksadıyla Muhammed’e saldırmakla bir şey el­de edemeyeceğiz! Vallahi, ben Muham­med’in işinin açık ve üstün bir iş olduğunu görüyor ve tahmin ediyorum! Vallahi, Hayber Yahudilerinin bilginleri Harem halkından Muhammed’in sıfatında bir peygamberin kitaplarında yazılı bulduklarını söyler dururlardı.”
     Mücahitlerin Çektikleri Sıkıntı
     Kuşatma esnasında mücahitler büyük sıkıntı ve meşakkatlere maruz kalı­yorlardı. Harpten önce durmadan dinlenmeden hendeği kazmışlardı, o biter bitmez de harbe girmişlerdi. Bu bakımdan oldukça bitkin ve yorgun idiler. Ayrıca açlık sıkıntısı da çekiyorlardı. Hava da oldukça soğuktu.
     Huzeyfe (r.a.), muharebenin sadece bir gecesini şöyle anlatır:
     “Biz bir tarafta saf bağlamış, oturuyorduk. Ebû Süfyan ve ordusu üst tarafımızda  Kurayza Yahudileri de alt tarafımızda idiler. Bunların Medine’deki çoluk çocuğumuza baskın yapmalarından korkuyorduk.  Hiç böylesine karanlık, böylesine fırtınalı bir gece geçirmemiştik.  Rüzgâr sanki ıslık çalıyor, karanlıkta hiçbirimiz uzattığı parmağını bile göremiyordu! Münafıklar, ‘Evlerimiz emniyetde değildir’ diyerek Re­sû­lul­lah’tan izin istediler; Hâlbuki, evleri teh­li­kede de­ğildi! İzin isteyenlerin hepsine izin verildi. İzin alanlar beklemeden sıvışıp gidiyorlardı. Biz üç yüz küsur civarında idik. Tek tek Allah Resûlünün ya­nın­da nöbet tuttuk. Sıra bana gelmişti. Üzerimde düşmana karşı koyacak ne bir kalkanım, ne de soğuktan korunmak için bir elbisem vardı; sadece zevcemin verdiği dizlerimi geçmeyen yün bir örtü vardı.” [31]

     Düşmanın Şiddetli Hücumu ve Kazaya Kalan Namazlar
     Muhasaranın devamı sırasında bir ara düşman birlikleri Re­sû­lul­lah’ın çadı­rını şiddetli ok yağmuruna tutmuşlardı. Peygamber Efendimiz, üzerinde zırh, başında miğfer, çadırının önünde duruyordu.
     Hz. Cabirder ki:
     “Müşrikler, o gün, bizimle durmadan çarpıştılar. Askerlerini takım takım ayırdılar. Hâlid b. Velid kumandasındaki büyük ve ağır bir fırkalarını Re­sû­lul­lah’ın (a.s.m.) bulunduğu yere yönelttiler. O gün, gecenin geç saatlerine kadar çarpıştılar. Ne Re­sû­lul­lah ve ne de Müslümanlar, yerlerinden ayrılma imkân ve fırsatını bulamadılar.” [32]
     Çarpışma öylesine şiddetli devam ediyordu ki Resûl-i Kibriya Efendimiz, o günün öğle, ikindi ve akşam namazlarını bile vaktinde kılma imkân ve fırsatını bulamadı. Zâtına eziyet ve hakaret edenlere bile beddua etmeyen Kâinatın Efendisi, namazlarını kazaya bıratırdıklarından dolayı, onlara, “Onlar nasıl, güneş batıncaya kadar uğraştırıp, bizi namazımızdan alıkoydularsa,  Allah da onların ev­lerine, karınlarına ve kabirlerine ateş doldursun!” diyerek beddua et­ti; daha sonra, o günün öğle, ikindi ve akşam namazlarını ashabıyla birlikte kaza etti. [33]

     Nuaym B. Mes’ud’un Büyük Hizmeti
     Her iki taraf da, açlık, yorgunluk, soğuk ve netice alamamaktan gelen sıkıntıdan bunalmıştı. Bu sırada, henüz yeni Müslüman olmuş, fakat Müslüman olduğundan ne müşriklerin, ne de kavmi olan Gatafanların haberi bulunmayan Nuaym b. Mes’ud, Peygamber Efendimizin huzuruna geldi. İslam'a kavuşmuş olmanın şükrünü, Müslümanlara bir hizmette bulunmakla ifa etmek istiyordu. Şu teklifte bulundu:
     “Yâ Re­sû­lal­lah! Ben Müslüman oldum. Kavmim olan Gata­fanların bundan haberleri yok. Emret, istediğini yapayım!”
     Peygamber Efendimiz, “Sen tek bir kişisin. Cesaretinle ne yapabilirsin ki? Mamafih, yalnız başına da bir iş görebilirsin: Elinden gelirse, bizi muhasara al­tına almış bulunan kavimlerin arasına gir de, onları birbirinden ayırmaya çalış! Çünkü harp, hilelerden ibarettir!” [34] buyurdu.
     Hz. Nuaym, kendisinden istenen hizmeti kavramıştı. “Evet, yâ Re­sû­lal­lah! Bu işi yapabilirim! Fakat gerektiğinde ger­çe­ğe aykırı bir şeyler söylememe izin vermelisin!” dedi. Peygamber Efendimiz, “İstediğini söyle! Sana helâldir!” [35] diyerek ona ruh­sat verdi.

     Hz. Nuaym, Kurayzaoğulları Yurdunda
     Hz. Nuaym, derhal yola koyuldu. Önce, Kurayzaoğullarının yanına vardı. Şüphelerini davet edici en ufak bir harekette bulunmadan şöyle konuştu: “Şu adamın (Hz. Peygamberin) işi, şüphesiz, bir belâdır. Kaynuka ve Na­diroğullarına yaptığını da gördünüz. Ku­reyşli­ler ve Ga­tafanlar, Muhammed ve ashabıyla savaşmak için buraya gelmiş bulunuyorlar. Siz de onlara yardımcı oldunuz. Hâlbuki, onların yurtları, malları, mülkleri, çoluk çocukları sizin gibi burada değildir. Onlar, fırsat ve imkân bulurlarsa, onları mağlup eder, gani­met­­leri toplarlar; mağlup olurlarsa, buradan savuşur, giderler. Sizi ise, bu adamla başbaşa bırakırlar. Sizde ise, ona karşı koyacak güç ve kuvvet yoktur. Siz Ku­reyş­lilerden bazılarını rehin almadıkça, asla onların yanında Muham­med’e karşı savaşmayın.  Rehineler yanınızda bulunursa, kolay kolay sizi terk edip gidemezler.” [36]
     Benî Kurayza Yahudileri, bu tavsiyeyi pek uygun buldular; üstelik, kendilerini ikaz ettiği için Hz. Nuaym’a teşekkür bile ettiler.
     Yanlarından ayrılırken Hz. Nuaym, “Sakın anlattıklarımı kimseye söylemeyin, gizli tutun!” demeyi de ihmâl etmedi. Onlar da gizli tutacaklarına dair söz verdiler.

     Hz. Nuaym, Ku­reyşliler Arasında
     Benî Kurayza’nın yanından ayrılan Hz. Nuaym, doğruca Kureyş müşrikle­ri­nin yanına vardı ve “Sizi ne kadar çok sevdiğimi bilirsiniz! Mu­hammed’den ayrı olduğum da malumunuz. Öğrendiğim bir şeyi size söylemek zorundayım. Ama sır olarak saklayacağınıza yemin edin!” dedi.
     “Yemin ederiz!” dediler.
     Hz. Nuaym, “Haberiniz olsun ki” dedi. “Kurayzaoğulları, Muhammed’le ittifaklarını bozduklarına pişman olmuşlardır. Aralarının tekrar düzelmesi için, ileri gelenlerinizden birçok kimseyi sizden rehin isteyeceklermiş ve Mu­ham­med’le tekrar barışmak için onların boyunlarını vuracaklarmış. Bununla bir­likte Nadiroğullarının da tekrar yurtlarına dönmelerine müsaade alacaklarmış! Şayet, Kurayzaoğulları, ileri gelen adamlarınızı rehin almak için size bir haber gönderirlerse, sakın ha eşrafınızdan bir tek kimseyi dahi göndermeyiniz!” [37]

     Hz. Nuaym, Gatafanlar Arasında
     Hz. Nuaym, bundan sonra kendi kabilesi olan Ga­ta­fan­ların yanına vardı. “Ey Gatafan topluluğu! Sizler, benim kabilemsiniz, bana en sevgili olan kimselersiniz” diye söze başladıktan sonra şöyle konuştu: “Yahudilerin, sizlerle yapmış oldukları anlaşmayı bozduklarını ve Mu­ham­med’le anlaşmak üzere olduklarını öğrendim. Benî Nadîr’i Medine’ye ka­bul etme karşılığında, Benî Kurayzalar, onunla sulh edeceklermiş!” Hz. Nuaym, böylece, kendi kabilesini de söylediklerine inandırmayı ba­şardı.

     Taktik, Müspet Netice Veriyor
     Hz. Nuaym’ın taktiği müspet neticesini vermeye başladı. Plân gereği, Benî Kurayza Yahudileri, müşriklerin ileri gelenlerinden rehin almak üzere yetmiş kişi istediler; onlar ise, bunu yine Hz. Nuaym’ın tâlimi üzere reddettiler. Haliyle, bu durum aralarını açtı. Her iki taraf da, “Demek, Nu­aym’ın söyledikleri doğruymuş!” diyerek aralarındaki münasebetleri kestiler.
     Benî Kurayzalar, aynı şekilde Gatafanlardan da rehine istediler. Onlar da red­dedince, plân başarıyla neticelenmiş oldu.

     Son Çarpışma ve Allah’ın Nusreti!
     Müşrik ordusu son defa, var gücü ve bütün şiddeti ile hendeğin her tarafından hücuma geçti. Çarpışmalar çok şiddetli oluyordu. Karşılıklı ok ve taş atışlarıyla taraflar birbirlerini yıldırmak ve püskürtmek istiyorlardı.
     Harbin bütün şiddetiyle devam ettiği bu nâzik anda, Resûl-i Kibriya Efen­dimiz, ridâsını üzerinden yere atıp, ellerini Kadîr-i Mut­lak’a açarak şöyle dua ediyordu:
     “Ey kitabı (Kur’an’ı) indiren, hesabı en çabuk gören, kavim ve kabileleri bozgunlara uğratan Allah'ım! Şu kabileleri de hezimete uğrat; sars onları Al­lah'ım! Onlara karşı bize yardım et! Allah'ım! Sen, bu bir avuç Müslümanın he­lâkını dilersen, artık sana ibadet edecek kim kalır?” [38]
     O gün çarpışma bütün şiddetiyle devam etti. Artık hava kararmış, taraflar karargâhlarına çekilmişlerdi. Gecenin karanlığında Hz. Cebrail (a.s.), Peygam­ber Efendimize gel­di ve düşman ordusunun estirilen bir rüzgârla perişan edi­leceğini müjdeledi. Müjdeyi alan Resûl-i Ekrem, iki dizi üzerine çöktü, ellerini kal­dırarak nus­re­tini ulaştıran Cenab-ı Hakk’a, “Bana ve ashabıma merhame­tin­den dolayı, sana hadsiz şükür ve hamd olsun Allah'ım!” diyerek şük­rünü tak­dim etti.

     Müşrikler Perişan Oluyor!
     Cumartesi gecesi idi. Geceyle birlikte, müşrik ordusunun bulunduğu sahada dondurucu bir rüz­gâr gürlemeye başladı. Bu, en soğuk kış gecelerinde esen bir dondurucu rüz­gârdı. Müşriklerin gözleri toz ve toprakla doldu. Kap kacaklar uçuşuyor, ça­dırlar sökülüyor, at­lar develer bir­birine karışıyor, gözler birbirini göremi­yor­du. [39]
     Düşmanı artık müthiş bir korku ve panik havası sarmıştı. Şaşırmışlardı. Boz­gun evvela Ku­reyş müşrikleri cep­he­sinde başladı. Askerlerden önce, Ko­mu­tan Ebû Süfyan devesine atladı ve “Hemen göç ediniz; işte, ben gidiyo­rum!” diyerek Mekke’­ye doğru yola koyuldu. Ku­reyş ileri gelenleri kendisini kı­namasalardı, belki de tek başına doludizgin orduyu terk edip gidecekti. Kav­minin ileri gelenlerinin ayıplamasına uğrayan Ebû Süfyan, tek başına gitmekten vazgeçti ve geri döndü. Ne var ki artık orduda bozgun havası başla­mıştı ve durdurulacak gibi değildi. Askeri toparlamak için gösterilen gayretler neticesiz kaldı. Süratle toparlanıp Mekke yolunu tutmaktan başka yapabilecekleri hiçbir şey kalmamıştı; öyle yaptılar.
     Sadece takip edilmekten korktuklarından, henüz o sırada müşrikler safında Müslümanlara karşı savaşan Amr b. Âs ve Hâlid b. Velid, iki yüz kişilik bir sü­vari birliğiyle geride kaldılar. [40]
     Ku­reyş müşrikleri gerisingeri kaçınca, kendileriyle ittifak etmiş bulunan di­ğer kabileler de ordugâhtan ayrılıp yurtlarına döndüler.
     Peygamber Efendimiz ve Müslümanlara yapılan bu İlâhî yardımdan Kur’an-ı Kerim’de şöyle bahsedilir: “Ey iman edenler! Allah'ın üzerinizdeki nimetlerini hatırlayın: O zamanda —ki, size düşman orduları saldırmıştı— da size onlara karşı bir rüzgâr ve sizin görmediğiniz ordular (melekler) göndermiştik. Allah, ne işlerseniz hepsini hakkıyla görendir.” [41]

     Resûl-i Ekrem’in Cenab-ı Hakk’a Şükrü
     Düşmanın büyük bir hezimete uğrayıp çekilmekte olduğunu gören Fahr-i Âlem Efendimiz, tebessümler arasında, yardımı gönderen Cenab-ı Hakk’a hamd ve şükrettikten sonra şöyle dedi: “Allah’tan başka ilâh yoktur; yalnız bir O vardır. Allah, ordusunu aziz kıldı; kuluna da yardım etti. Tek başına da Ahzab’a (Arap kabilelerine) galebe etti!” [42]
     Müşrik ordusunun hiçbir müspet netice alamadan eli boş döndüklerini, Kur’an-ı Kerim bize şöyle haber verir: “Allah (Hendek Savaşı’ndaki) o kâfirleri, hiçbir zafere erdirmeden öfkele­riyle geri çevirdi. Böylece Allah, savaş yükünü mü’min­lerden kaldırdı. Allah, Kâvî’dir [her şeye gücü yeter], Azîz’dir [her şeye galiptir].” [43]

     Zafer, Müslümanların!
     Bir ay kadar süren çetin bir çarpışma ve muhasara, böy­lece, Allah’ın yardı­mıyla sona ermişti. Düşmanlar perişan edilirken, Müslümanlara da rahat bir nefes alma imkânı doğmuştu. Küffâr ordusunun bu dönüşü, artık bütün dönüşlerin başlangıcı sayılacaktı. Bundan böyle Müslümanlar üzerine yürüme cesaretini kendilerinde bulamayacaklardı. Zira, Bedir, Uhud ve işte Hendek gibi üç büyük savaşta mü’minlerin ne derece kuvvetli olduklarını ve onları bundan böyle mağlup etmenin kolay olmayacağını anlamış oluyorlar­dı.
     Gerisingeri dönen müşrik ordusunda hâkim hava, ye’s, keder ve üzüntü iken mü’minler arasında ise tam bir bayram havası vardı. Herkes memnun ve mes­rurdu. Bunca yorucu çalışma, sebat ve cesaret ile çarpışmanın neticesini böylesine güzel bir surette elde etmekle, gönül huzuru içinde Rablerine, hamd ve şükrediyorlardı. Hz. Re­sû­lul­lah’ın şu müjdesi ise, sevinçlerini kat kat artırı­yordu: “Bundan sonra biz gidip onlarla çarpışacağız; artık onlar, gelip bizimle çar­pışamayacaklardır!” [44]
     Resûl-i Ekrem’le birlikte mücahitler bayram havası içinde, Hen­dek­ten şehre döndüler.

     Şehit ve Ölü Sayısı
     Bu muharebede mücahitler yedi şehit vermişlerdi; kâfirlerden ise dört ölü vardı. Şehit olan sahabelerin hepsi de ensar­dandı.
__________________________________________________________________

Notlar:
[19] İbn Hişam, a.g.e., c. 2, s. 147-150.
[20] İbn Sa’d, a.g.e., c. 3, s. 106; Ahmed İbn Hanbel, Müsned, c. 3, s. 314.
[21] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 232.
[22] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 233.
[23] Ahzab, 10.
[24] İbn Kesir, Sîre, c. 3, s. 200.
[25] Vakidî, Megazi, c. 2, s. 463.
[26] Ahzab, 13.
[27] İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 68; İbn Seyyid, Uyûnü’l-Eser, c. 2, s. 61; Halebî, İnsanü’l-Uyûn, c. 2, s. 642.
[28] Ahzab, 13.
[29] Bakara, 214.
[30] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 234.
[31] İbn Kesir, Sîre, c. 3, s. 220.
[32] Vakidî, Megazi, c. 2, s. 473.
[33] İbn Sa’d, Tabakat, c. 2, s. 68; Tirmizî, Sünen, c. 1, s. 337.
[34] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 240; İbn Sa’d, a.g.e., c. 4. s. 278
[35] İbn Sa’d, a.g.e., c. 4, s. 278.
[36] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 240-241; İbn Sa’d, a.g.e., c. 4. s. 278.
[37] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 241; İbn Sa’d, a.g.e., c. 4, s. 278.
[38] İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 74; İbn Kesir, a.g.e., c. 3, s. 214.
[39] İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 71.
[40] İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 69.
[41] Ahzab, 9.
[42] Buharî, Sahih, c. 3, s. 33.
[43] Ahzab, 25.
[44] Ahmed İbn Hanbel, Müsned, c. 4, s. 262.

Kitap Tanıtımı ღ💗ღ Yazar Şüheda Derya Terzi ❀💗❀ A'MAK-I ERVAH

  Kitap Özgün <kitapokuyalim@gmail.com> okunmadı, 00:18 (10 dakika önce)     alıcı gonulerleri@googlegroups.com      2007 de birkaç...