İSLAM TARİHİ
HENDEK SAVAŞI
Benî Kureyza Yahudilerinin Anlaşmayı BozmasıResûl-i Ekrem Efendimiz, deriden çadırında bulunuyordu. Yanında Hz. Ebû Bekir de vardı. Müslümanlar, hendek kenarında düşmanı gözetlemek ve nöbet tutmakta idiler. Bu sırada Hz. Ömer, Resûlullah’ın huzuruna vardı.
“Yâ Resûlallah!” dedi. “Aldığım habere göre, Benî Kurayza Yahudileri anlaşmayı bozmuşlar ve düşmana yardım kararı almışlardır!”
Beklenmeyen bu haber, Peygamber Efendimizi fazlasıyla müteessir etti. Hâlbuki, bu kabilenin reisi Ka’b İbni Esed’le anlaşması vardı; bunun için o taraftan emin idi.
Üzülen Efendimizin dudaklarından şu cümleler döküldü:
“Hasbünallahü ve ni’mel-Vekîl [Allah bize yeter; O, ne güzel vekildir].” [18]
Benî Kurayza, büyük bir Yahudi kabilesiydi ve Medine-i Münevvere dışında kuvvetli kalelerde oturuyorlardı. Resûl-i Kibriya Efendimizle anlaşmaları vardı. Buna göre, Medine için hâricî bir tehlike söz konusu olduğu zaman Müslümanlarla birlikte şehri müdafaa edeceklerdi. Ayrıca Peygamber Efendimizden habersiz de hiçbir askerî harekâtta bulunmayacak, Kureyşli müşriklere ve onlara yardım edenleri korumayacaklardı. [19]
Bu haber üzerine Peygamber Efendimiz, Zübeyr b. Avvam’ı durumu tahkik için Benî Kurayza Yahudilerinin yurduna gönderdi. Hz. Zübeyr, Kurayzaoğullarının kalelerini onardıklarını, harp tâlim ve manevraları yaptığını bizzat gördü. Gelip durumu Efendimize haber verdi. Resûlullah, bu fedakârlığı üzerine hakkında şöyle buyurdu:
“Her peygamberin bir havarisi vardır; benim havarim de Zübeyr’dir!” [20]
Hz. Ömer’in verdiği haber doğruydu. Benî Nadîr Yahudilerinin reisi Huyeyy b. Ahtab, gelip Kurayzaoğulları reisi Ka’b b. Esed’i kandırmıştı. O da anlaşmayı bozmuştu.
Heyet Gönderilmesi
Resûl-i Kibriya Efendimiz, durumu tekrar inceden inceye tahkik etmek ve onlara nasihatte bulunmak üzere Evs kabilesinin lideri Sa’d b. Muaz, Hazreç kabilesinin lideri Sa’d b. Übade, Abdullah b. Revâha ve Havvat b. Cübeyr’i, Benî Kurayza Yahudilerine şu tâlimatı vererek gönderdi:
“Gidiniz, bakınız; Şu kavimden bize erişen haberin doğruluğunu bir kere de siz tahkik ediniz. Eğer doğru ise, onu bana halkın anlayamadığı biçimde kapalı bir dil kullanarak bildiriniz. Ben onu anlarım. Açıkça söyleyip de halkın kalbine korku ve zaaf düşürmeyiniz! Şayet, onlar aramızdaki anlaşmaya sâdık bulunuyorlarsa, bunu halka açıkça ilan edebilirsiniz!” [21]
Bu güzide sahabeler, Benî Kurayza Yahudilerinin yurtlarına gittiler. Anlaşmayı bozmanın çirkinliğinden bahsederek onlara nasihatte bulundular. Fakat onlar kulak asmadılar ve anlaşmayı bozduklarını açıkça ilan ettiler; hatta Resûl-i Kibriya Efendimiz hakkında ileri geri konuşacak kadar küstahlıkta bile bulundular.
Müslüman elçiler bu durumdan son derece rahatsız oldular. Kurayzaoğullarının öteden beri müttefiki olan Hz. Sa’d b. Muaz, “Sizinle cenk etmedikçe Allah canımı almasın!” diye hiddetli hiddetli konuştu.
Daha sonra Müslüman elçiler geri dönüp, durumu Resûl-i Kibriya Efendimize kapalı bir şekilde arz ettiler. Peygamber Efendimiz onlara, “Haberinizi gizli tutunuz! Ancak bilene açıklayınız! Çünkü harp, tedbirden ve aldatmaktan ibarettir!” dedi. [22]
Artık Medine, çepeçevre düşman tarafından sarılmış demekti. Cenab-ı Hak, Kur’an-ı Kerim’de, bu hususa şöyle işaret buyurur:
“O vakit, kâfirler üstünüzden (vadinin üst ve doğu tarafından), bir de altınızdan (vadinin aşağı ve batı tarafından) size gelmişlerdi. O zaman gözler yılmış, kalpler gırtlaklara dayanmıştı.” [23]
Benî Kurayza’nın Medine Üzerine Baskın Teşebbüsleri
Bu esnada Kurayzaoğulları, Huyeyy b. Ahtab’ı Kureyşlilere göndererek, Medine’ye geceleyin baskında bulunmak üzere müşriklerden yüz, Gatafanlardan da yüz kişi istediler. Onlar, bu kuvvetle birleşerek Medine kale ve hisarlarındaki kadın ve çocuklar üzerine baskın yapacaklardı.
Bu haber Müslümanları büyük bir telâşa düşürdü. Resûl-i Kibriya Efendimiz derhal geceleri Medine şehrini muhafaza etmek için Zeyd b. Hârise Hazretlerini üç yüz askerle, Seleme b. Eslem’i de iki yüz askerle Medine’ye gönderdi. Bu kuvvetler, gece sokaklarda devriye gezip tekbir getireceklerdi.
Bu esnada, Benî Kurayza Yahudileri, bir iki baskın teşebbüsünde bulundularsa da, muvaffak olamayıp geri çekilmek zorunda kaldılar.
Hz. Safiyye’nin Bir Yahudiyi Öldürmesi
Benî Kurayza’nın ikinci baskın denemesi esnasındaydı. On kadar Yahudi, Peygamber Efendimizin halası Hz. Safiyye’nin de içinde bulunduğu Hassan b. Sâbit’in köşkünü ok yağmuruna tuttular; hatta içeri girmeye kadar kalkıştılar. İçlerinden birisi köşkün kapısına kadar varıp içeri girmek istedi. Köşkte Hz. Safiyye ile birlikte birçok kadın ve çocuk da vardı.
Hz. Safiyye, bir Yahudinin köşkün etrafında dolaşıp durduğunu görünce, kadın olduğu bilinmesin diye başına sıkıca bir tülbent bağladı. Eline bir sırık alıp köşkten aşağı indi. Köşkün kapısını usulca açtı. Adamın arkasından yavaşça varıp, sırıkla başına bir darbe indirdi. Orada işini bitirdi. Sonra da başını kesip Yahudilere doğru fırlattı.
Bunun üzerine diğer Yahudiler korkuya kapılıp, “Bize, Müslümanların, ailelerini, yanlarında adam bulundurmaksızın, kimsesiz ve yalnız bıraktıkları haber verilmişti; Hâlbuki öyle değilmiş!” diyerek dağıldılar.
Peygamberimizin Dar Gediği Bizzat Beklemesi
Beş yüz civarında mücahidi Medine’ye gönderip şehri koruma altına alan Resûl-i Kibriya Efendimizin kendisi de, geceleri düşmanın oradan geçebileceği düşüncesiyle hendeğin en dar yerini bizzat bekliyordu.
Hz. Âişe der ki: “Resûlullah (a.s.m.), hendekteki gediği beklemek için gidip geldiği sırada soğuktan tir tir titriyordu. Yanıma gelip biraz ısındıktan sonra, ‘Ben, düşmanın oradan başka bir yerden geçip gelebileceğinden korkmuyorum! Keşke bu gece, Müslümanlardan biri, benim yerime orayı beklese!’ buyurdu. O anda bir silah ve demir âleti şakırtısı işittim.
“Resûlullah (a.s.m.), ‘Kim o?’ diye seslendi.
“‘Sa’d b. Ebî Vakkas...’ diye cevap geldi.
“Resûlullah, ‘Bu gediği sana havâle ediyorum. Orayı sen bekle’ buyurdu. “Kendisi de uyudu.”
Münafıkların Hendekten Dağılmaları
Münafıklar devamlı, “Evlat ve iyalimizi yalnız bırakıp da burada sefâletle beklemek akıl kârı değildir” diyerek Müslümanlara şüphe ve vesvese vermeye çalışıyorlardı; bir kısmı ise, bizzat Resûl-i Kibriya Efendimizin huzuruna çıkarak, “Evlerimiz Medine’nin dışındadır; duvarları da alçak olup, düşman ve hırsızlara açıktır” [24] diyerek hendekten ayrılma müsaadesi istiyorlardı. Peygamber Efendimiz, bunların bir kısmına müsaade etti.
Aslında münafıkların maksadı, böyle kritik bir anda ordudan ayrılarak Müslümanların mânevîyatını bozmaktı. Bu, onların her zaman başvurageldikleri bir taktikti. Nitekim Sa’d b. Muaz Hazretleri, bir kısım münafığın Hz. Resûlullah’tan müsaade istediğini görünce, şöyle demekten kendini alamamıştı:
“Yâ Resûlallah! Bunlara izin verme! Vallahi, biz ne zaman bir musibete uğrasak, sıkıntıya girsek, onlar hep böyle yaparlar!”
Sonra da, müsaade isteyen bu münafık grubun yanına vararak, “Biz sizden her zaman böyle hareketler mi göreceğiz? Ne zaman bir musibete uğrasak, bir sıkıntıyla karşı karşıya gelsek, siz hep böyle yapar durursunuz!” [25] diyerek onları azarlamıştı.
Cenab-ı Hak da, indirdiği vahiyle, onların, bu müsaade istemede samimi olmadıklarını şöyle açıklıyordu:
“O zaman onlardan bir gürûh, ‘Ey Yesrib [Medine] ahalisi, sizin için burada durmak yok; hemen dönün’ demişlerdi; onlardan bir kısmı da, ‘Hakikaten evlerimiz açıktır’ diyorlar, Peygamberden izin istiyorlardı. Hâlbuki, onların evleri açık değildir. Onlar kaçmaktan başka bir şey arzu etmiyorlardı!” [26]
Harbin Başlaması
Düşman, hendek arkasında çarpışmanın bir hayli zor olacağını biliyordu. Buna rağmen bütün hazırlıklarını tamamlayarak, var kuvvetiyle hücuma geçti. Fakat hendek, işlerini tahmin ettiklerinin de üstünde güçleştiriyordu. Hendeği bir türlü geçme imkân ve fırsatını elde edemiyorlardı. Haliyle bu da ümitsizliğe düşmelerine sebep oluyordu.
Sonunda, çarpışma uzaktan uzağa ok atışlarıyla devam etti. Fakat bu da, neticenin uzamasından başka bir işe yaramıyordu. Düşman ordusu, hücumlarından bir netice elde edemediğini görünce, Müslümanları muhasara altına almaya karar verdi. Zaten başka yapacak bir şeyleri de yoktu!
Tek Tek Vuruşma
Bir ara düşman süvarilerinden birkaçı atlarını sürüp hendeğin bahsedilen dar yerinden Müslümanlar tarafına geçmeye muvaffak oldular ve kendileriyle dövüşecek er dilediler. İçlerinde en meşhuru, Amr b. Abdi Vedd idi. Birçok hadise görüp geçirmiş, yalnız başına birçok topluluğu dağıtmış, cesur ve silahşörlükte mahir bir süvari idi. Arap kabileleri, onu bir bölük süvariye mukabil tutarlardı. Onunla dövüşmek için fevkalâde cesaretli ve yürekli olmak gerekirdi. Bu sebeple kimse ona karşı çıkmak istemezdi.
Bu sefer Amr, dövüşecek er dileyince, Hz. Ali, “Yâ Resûlallah, ona karşı ben çıkarım, müsaade eder misiniz?” dedi.
Peygamber Efendimiz, “Sen, otur yâ Ali! Gelen, Amr’dır” buyurdu.
Amr, tekrar Müslümanlara meydan okudu: “İçinizde muharebe meydanına çıkacak er yok mudur? Hani sizin ölülerinize tayin ettiğiniz cennet nerede?”
Hz. Ali, tekrar karşısına çıkmak istedi.
Resûl-i Ekrem Efendimiz yine “Yâ Ali, o Amr’dır” buyurarak izin vermedi.
Karşısına kimsenin çıkmadığını gören Amr, bütün bütün şımardı ve iğrenç küfürler savurarak, “Er meydanına çıkacak kimse yok mu?” diye üst perdeden bağırdı.
Hz. Ali, tekrar cesaretle yerinden fırladı. “Onunla ben dövüşürüm yâ Resûlallah!” dedi. Resûl-i Kibriya Efendimiz yine “Yâ Ali, o Amr’dır” buyurdu.
Hz. Ali, “Amr da olsa, çıkar, dövüşürüm yâ Resûlallah!” dedi. Bunun üzerine Fahr-i Âlem Efendimiz, Allah’ın Arslanına müsaade etti. Bizzat kendi eliyle zırhını ona giydirdi ve “Zülfikâr” adlı kılıcını beline bağladı; sarığını da başına sardıktan sonra, “Yâ Rab! Amcam oğlu Ubeyde, Bedir’de ve amcam Hamza, Uhud’da şehit oldular. Yanımda bir amcazâdem Ali kaldı. Sen, onu muhafaza eyle, ona yardımını ihsan eyle, beni de yalnız bırakma!” diye dua etti. [27]
Hz. Ali, yaya olarak, imanından gelen heybetle, Amr’a doğru yürüdü. İki taraf da bu büyük dövüşü hayranlıkla seyre hazır duruyordu. Zırha bürünen Hz. Ali’nin gözlerinden başka hiçbir tarafı görünmüyordu.
Amr, “Sen kimsin?” diye sordu.
Hz. Ali, “Ben, Ali’yim!” diye cevap verdi.
Amr, bu bıyıkları yeni terlemiş genci karşısında bulunca, bir merhamet ve istihfaf tavrı aldı. “Amcalarından, senden başka daha yaşlı kimse yok mudur? Ben, senin kanını dökmek istemiyorum! Çünkü baban benim dostumdu” diye konuştu.
Hz. Ali’nin ise cevabı şu oldu: “Vallahi, ben, senin kanını dökmek isterim!”
Amr, bu cevaba kahkahayla gülerek, “Bu ağızla bir kimsenin karşıma çıkacağı hatırıma bile gelmezdi!” dedi.
Hz. Ali’nin sözleri Amr’ı çileden çıkarmıştı. Kılıcını sıyırıp atıyla onun üzerine yürüdü. Hz. Ali, “Ben, seninle nasıl çarpışabileyim? Ben yayayım, sen atlı. Atından in de benim gibi yaya ol!” diye teklifte bulundu. Amr, derhal atından indi ve hayvanı salıverdi; öfke dolu bakışlarla Hz. Ali’nin karşısına dikildi. Hz. Ali, “Ey Amr!” dedi. “Ben, senin Kureyş’ten bir kimseyle karşılaştığında, onun iki isteğinden birisini kabul edip yerine getireceğin hakkında Allah’a vaatte bulunduğunu işittim. Doğru mudur?”
Amr, “Evet...” dedi.
O zaman Hz. Ali, “Öyle ise, ben seni Allah'a ve Resûlüne imana davet ediyor ve İslamiyete kabule çağırıyorum!”
Amr, “Bu, bana lâzım değil; geç bunları!” dedi.
Bu sefer Hz. Ali, “Öyle ise” dedi. “Bizimle çarpışmaktan vazgeç! Yurduna dön, git!”
Amr, “Ben adayacağımı adamış ve intikam almadıkça başıma yağ ve koku sürmeyi kendime yasaklamışım dır” diye karşılık verdi.
O zaman Hz. Ali, “O halde vuruşmaya hazır ol!” diye kükredi. Amr, yine kahkahayla güldü. “Doğrusu ben, Araplar içinde benden korkmadan benimle çarpışmak isteyecek böylesine bir kahraman bulunabileceğini tahmin etmemiştim!” diye hayretini izhar etti. Sonra da ekledi: “Sen, henüz genç bir yiğitsin. Üstelik baban da benim dostumdu. Benimle çarpışmaktan vazgeçip dön, geri git. Seni öldürmek istemiyorum!”
Cesaret kahramanı Hz. Ali, “Ama ben, seni öldürmek istiyorum!” diye karşılık verdi. Hz. Ali’nin son cümlesi, Amr’ı son derece hiddetlendirmişti. Bir vuruşta Hz. Ali'nin kalkanını parçaladı. Kalkanı delen kılıç, Hz. Ali’nin alnını sıyırdı. Hz. Ali, şimşek gibi bir hızla yana sıçradı; bu sefer sıra ondaydı. Amr’ın boyun köküne Zülfikâr’la şiddetli bir darbe indirdi. Amr’ın başı bir tarafa, gövdesi bir tarafa düştü.
Bir anda feryat ve çığlıklar koptu, ortalık birbirine karıştı. Hz. Ali ise, Cenab-ı Hakk’ın bu muvaffakiyeti kendisine ihsan etmesinden dolayı “Allahü Ekber!” diyerek tekbir getirdi. Resûl-i Ekrem ve Müslümanlar da tekbir getirince bir anda her taraf tekbirlerle çınladı.
“Kılıç Değil, El Keser!”
O esnada, Kureyş süvari ve şâirlerinden olan Hübeyre b. Ebî Vehb, Hz. Ali’yle çarpışmaya yeltendi; fakat bir kılıç darbesi yiyince, çareyi kaçmakta buldu! Bu sefer onu Hz. Zübeyr b. Avvam takip etti. Kılıçla vurup atının eğerini kesti. Daha sonra Hz. Zübeyr, Nevfel b. Abdullah’ın peşine düştü. Şiddetli bir darbeyle onu yukarıdan aşağı doğru ikiye biçti.
Sonraları Hz. Zübeyr’e, “Senin kılıcın gibi kılıç görmedik!” denilince şu cevabı verdi: “Onu yapan kılıç değildir, bilektir!”
Kureyş’in diğer süvarileri dehşete kapılarak doludizgin kaçmaya başladılar. Hatta Ebû Cehil’in oğlu İklime, can havliyle kaçıp giderken mızrağını düşürmüş, geri dönüp onu almaya bile cesaret edememişti.
Bir bölüğe bedel kabul ettikleri Amr b. Abdi Vedd’in mübâreze meydanınında düşüp kalması, Müslümanları son derece sevindirirken, müşrikleri ise fazlasıyla korkutup dehşete düşürdü; hatta Kureyş ordusu kumandanı Ebû Süfyan, “Bugün bizim için hayırlı bir iş yok” diyerek ye’s içinde hendeğin başından çekilip karargâha gitti.
Her Taraftan Hücuma Kalkış
Bir gün sonra, müşriklerin tamamı, Kurayzaoğulları Yahudileriyle birlikte her taraftan Müslümanları çepeçevre sardılar ve akşama kadar durmadan onları ok yağmuruna tuttular. Kıtlık yüzünden pek zayıf ve güçsüz düşmüş olan Müslümanlar, düşman sürüsünün böyle bir kara bulut gibi her taraftan sıkıştırması üzerine, bütün bütün mecalsiz kaldılar; akşam olup düşman çekilince, bir miktar nefes aldılar. Fakat “Düşman, yarın yine böyle her taraftan şiddetli hücuma girişirse, halimiz ne olur?” diyerek herkeste bir endişe ve telâş vardı.
Münafıklar Yine Sahnede
Münafıklar zümresi, Müslümanların maruz kaldıkları bu sıkıntı ve kıtlığı fırsat bilerek, onların mânevîyatlarını bozucu telkinlerde bulunmaya başladılar “Muhammed, size, Kayser’in ve Kisrâ’nın hazinelerini vadediyor! Hâlbuki, şu anda hendek içinde hapsolmuşuz. Korkudan abdest bozmaya bile gidemiyoruz! Vadettiği nerede, biz nerede? Allah ve Resûlü, bize aldatışdan başka bir şey vadetmiyor!”
Kur’an-ı Kerim, bu hususa da işaret eder. [28]
Ne var ki münafıkların bu haince ve dessasça telkinlerinden hiçbiri gerçek mü’minleri Hz. Resûlullah’ın yanından ayıramıyordu. Çünkü onlar, Yüce Allah’ın kendilerine yardım edeceği hususundaki vaadine bütün samimiyetleriyle inanmışlardı; Allah’ın takdirine teslimiyetleri sonsuzdu; Allah ve Resûlü uğrunda her türlü musibet ve sıkıntıya seve seve katlanıyorlardı. Münafıklar ise, tam tersine, Medine’yi çepeçevre saran düşman ordusunun, Kâinatın Efendisi Peygamberimizle ashab-ı kiramın vücutlarını ortadan kaldıracağını sanıyorlardı, hatta bunu istiyorlardı! Böylece, bu ağır imtihanda gerçek mü’minlerle münafıklar birbirlerinden ayrılıyorlardı!
Kur’an-ı Azîmüşşan’ın konuyla ilgili şu ayeti ne kadar ibret vericidir:
“Ey mü’minler! Yoksa siz, sizden evvel gelenlerin hali başınıza gelmeden cennete girivereceğinizi mi sandınız? Onlara, öyle yoksulluklar ve sıkıntılar gelip çattı ve çeşitli belâlarla sarsıldılar ki hatta peygamberleri, maiyetindeki mü’minlerle birlikte, ‘Allah’ın yardımı ne zaman yetişecek?’ diyordu. Gözünüzü açın: Allah’ın yardımı yakındır muhakkak!” [29]
Düşmanda Yılgınlık
Muhasara uzadıkça uzuyordu. Müşriklerin baskın ve hücumları her defasında Müslümanlar tarafından püskürtülüyordu. Muhasaranın uzaması, her iki tarafı da büyük sıkıntı, açlık ve soğuk ile karşı karşıya bırakmıştı. Mahsûl, harbin başlamasından bir ay kadar önce tarlalardan toplanmış olduğu için, düşman ordusunun at ve develerinin yiyecekleri de tükenmiş, hayvanlar açlıkla karşı karşıya gelmişlerdi. Bütün bunlar, düşman safında gevşekliğe, ümitsizliğe ve yılgınlığa sebep oldu.
Peygamberimizin Gatafanlara Teklifi
Resûl-i Kibriya Efendimiz, muhasaranın uzayıp gittiğini, soğuk, kıtlık ve açlığın her gün biraz daha arttığını ve Müslümanları bütün bütün sarstığını görünce, Gatafanların kumandanı Uyeyne b. Hısn ile Hâris b. Avf’a, “Müslümanları muhasaradan vazgeçip yurdunuza dönüp giderseniz, Medine’nin yıllık meyve mahsûlünün üçte birini veririm!” diye haber gönderdi. Onlar ise, “Bize, Medine’nin yıllık hurma mahsûlünün yarısı verilmelidir” dediler. Fakat Resûl-i Ekrem Efendimiz buna yanaşmadı. Bunun üzerine üçte bire râzı oldular ve bir heyet halinde Resûl-i Ekrem Efendimizin huzuruna çıkıp geldiler.
Peygamber Efendimiz, bu arada, önce ensarın reislerinden Sa’d b. Muaz ile Sa’d b. Ubâde’nin görüşlerini öğrenmek istedi. Onlar önce, “Yâ Resûlallah! Bu sizin arzu ettiğiniz bir şey midir, yoksa Allah’ın size emrettiği ve bizim de muhakkak yerine getirmemiz gereken bir şey midir?” diye sordular.
Nebiyy-i Ekrem Efendimiz, “Eğer, bunu yapmaya Allah tarafından emrolunsaydım, sizinle istişare etmez, gereğini hemen yerine getirirdim! Bu, kabul edip etmemekte serbest bulunduğunuz bir görüşten ibarettir!” buyurdu.
Bunun üzerine Sa’d b. Muaz Hazretleri, “Yâ Resûlallah!” dedi. “Biz ve şu kavim, bir zamanlar Allah’a şerik koşar, putlara tapar, Allah’a ibadet etmez ve O’nu tanımazken bile, bunlar misafirlik veya satın almak gibi durumlar dışında Medine’den tek bir hurma yemeyi ummamışlardır Şimdi, Allah, bizi İslam’la şereflendirdiği, onunla doğru yolu buldurduğu, seninle ve onunla bize kuvvet bahşettiği bir sırada mı mallarımızı bunlara haraç olarak vereceğiz? Vallahi, bizim için böyle bir anlaşmaya hiç ihtiyaç yoktur. Allah, onlarla aramızdaki hükmünü verinceye kadar, onlara sunacağımız tek şey kılıçtır!” [30]
Resûl-i Kibriya Efendimiz, bu konuşmadan memnun oldu. Gatafan heyetine de, “Kalkıp gidiniz! Artık aramızı ancak kılıç halleder!” dedi.
Bunun üzerine Gatafan heyeti, Resûlullah’ın huzurundan ayrıldı. Yolda, Hâris b. Avf, Uyeyne b. Hısn’a şunları söyledi:
“Biz, Kureyşlilere yardım maksadıyla Muhammed’e saldırmakla bir şey elde edemeyeceğiz! Vallahi, ben Muhammed’in işinin açık ve üstün bir iş olduğunu görüyor ve tahmin ediyorum! Vallahi, Hayber Yahudilerinin bilginleri Harem halkından Muhammed’in sıfatında bir peygamberin kitaplarında yazılı bulduklarını söyler dururlardı.”
Mücahitlerin Çektikleri Sıkıntı
Kuşatma esnasında mücahitler büyük sıkıntı ve meşakkatlere maruz kalıyorlardı. Harpten önce durmadan dinlenmeden hendeği kazmışlardı, o biter bitmez de harbe girmişlerdi. Bu bakımdan oldukça bitkin ve yorgun idiler. Ayrıca açlık sıkıntısı da çekiyorlardı. Hava da oldukça soğuktu.
Huzeyfe (r.a.), muharebenin sadece bir gecesini şöyle anlatır:
“Biz bir tarafta saf bağlamış, oturuyorduk. Ebû Süfyan ve ordusu üst tarafımızda Kurayza Yahudileri de alt tarafımızda idiler. Bunların Medine’deki çoluk çocuğumuza baskın yapmalarından korkuyorduk. Hiç böylesine karanlık, böylesine fırtınalı bir gece geçirmemiştik. Rüzgâr sanki ıslık çalıyor, karanlıkta hiçbirimiz uzattığı parmağını bile göremiyordu! Münafıklar, ‘Evlerimiz emniyetde değildir’ diyerek Resûlullah’tan izin istediler; Hâlbuki, evleri tehlikede değildi! İzin isteyenlerin hepsine izin verildi. İzin alanlar beklemeden sıvışıp gidiyorlardı. Biz üç yüz küsur civarında idik. Tek tek Allah Resûlünün yanında nöbet tuttuk. Sıra bana gelmişti. Üzerimde düşmana karşı koyacak ne bir kalkanım, ne de soğuktan korunmak için bir elbisem vardı; sadece zevcemin verdiği dizlerimi geçmeyen yün bir örtü vardı.” [31]
Düşmanın Şiddetli Hücumu ve Kazaya Kalan Namazlar
Muhasaranın devamı sırasında bir ara düşman birlikleri Resûlullah’ın çadırını şiddetli ok yağmuruna tutmuşlardı. Peygamber Efendimiz, üzerinde zırh, başında miğfer, çadırının önünde duruyordu.
Hz. Cabirder ki:
“Müşrikler, o gün, bizimle durmadan çarpıştılar. Askerlerini takım takım ayırdılar. Hâlid b. Velid kumandasındaki büyük ve ağır bir fırkalarını Resûlullah’ın (a.s.m.) bulunduğu yere yönelttiler. O gün, gecenin geç saatlerine kadar çarpıştılar. Ne Resûlullah ve ne de Müslümanlar, yerlerinden ayrılma imkân ve fırsatını bulamadılar.” [32]
Çarpışma öylesine şiddetli devam ediyordu ki Resûl-i Kibriya Efendimiz, o günün öğle, ikindi ve akşam namazlarını bile vaktinde kılma imkân ve fırsatını bulamadı. Zâtına eziyet ve hakaret edenlere bile beddua etmeyen Kâinatın Efendisi, namazlarını kazaya bıratırdıklarından dolayı, onlara, “Onlar nasıl, güneş batıncaya kadar uğraştırıp, bizi namazımızdan alıkoydularsa, Allah da onların evlerine, karınlarına ve kabirlerine ateş doldursun!” diyerek beddua etti; daha sonra, o günün öğle, ikindi ve akşam namazlarını ashabıyla birlikte kaza etti. [33]
Nuaym B. Mes’ud’un Büyük Hizmeti
Her iki taraf da, açlık, yorgunluk, soğuk ve netice alamamaktan gelen sıkıntıdan bunalmıştı. Bu sırada, henüz yeni Müslüman olmuş, fakat Müslüman olduğundan ne müşriklerin, ne de kavmi olan Gatafanların haberi bulunmayan Nuaym b. Mes’ud, Peygamber Efendimizin huzuruna geldi. İslam'a kavuşmuş olmanın şükrünü, Müslümanlara bir hizmette bulunmakla ifa etmek istiyordu. Şu teklifte bulundu:
“Yâ Resûlallah! Ben Müslüman oldum. Kavmim olan Gatafanların bundan haberleri yok. Emret, istediğini yapayım!”
Peygamber Efendimiz, “Sen tek bir kişisin. Cesaretinle ne yapabilirsin ki? Mamafih, yalnız başına da bir iş görebilirsin: Elinden gelirse, bizi muhasara altına almış bulunan kavimlerin arasına gir de, onları birbirinden ayırmaya çalış! Çünkü harp, hilelerden ibarettir!” [34] buyurdu.
Hz. Nuaym, kendisinden istenen hizmeti kavramıştı. “Evet, yâ Resûlallah! Bu işi yapabilirim! Fakat gerektiğinde gerçeğe aykırı bir şeyler söylememe izin vermelisin!” dedi. Peygamber Efendimiz, “İstediğini söyle! Sana helâldir!” [35] diyerek ona ruhsat verdi.
Hz. Nuaym, Kurayzaoğulları Yurdunda
Hz. Nuaym, derhal yola koyuldu. Önce, Kurayzaoğullarının yanına vardı. Şüphelerini davet edici en ufak bir harekette bulunmadan şöyle konuştu: “Şu adamın (Hz. Peygamberin) işi, şüphesiz, bir belâdır. Kaynuka ve Nadiroğullarına yaptığını da gördünüz. Kureyşliler ve Gatafanlar, Muhammed ve ashabıyla savaşmak için buraya gelmiş bulunuyorlar. Siz de onlara yardımcı oldunuz. Hâlbuki, onların yurtları, malları, mülkleri, çoluk çocukları sizin gibi burada değildir. Onlar, fırsat ve imkân bulurlarsa, onları mağlup eder, ganimetleri toplarlar; mağlup olurlarsa, buradan savuşur, giderler. Sizi ise, bu adamla başbaşa bırakırlar. Sizde ise, ona karşı koyacak güç ve kuvvet yoktur. Siz Kureyşlilerden bazılarını rehin almadıkça, asla onların yanında Muhammed’e karşı savaşmayın. Rehineler yanınızda bulunursa, kolay kolay sizi terk edip gidemezler.” [36]
Benî Kurayza Yahudileri, bu tavsiyeyi pek uygun buldular; üstelik, kendilerini ikaz ettiği için Hz. Nuaym’a teşekkür bile ettiler.
Yanlarından ayrılırken Hz. Nuaym, “Sakın anlattıklarımı kimseye söylemeyin, gizli tutun!” demeyi de ihmâl etmedi. Onlar da gizli tutacaklarına dair söz verdiler.
Hz. Nuaym, Kureyşliler Arasında
Benî Kurayza’nın yanından ayrılan Hz. Nuaym, doğruca Kureyş müşriklerinin yanına vardı ve “Sizi ne kadar çok sevdiğimi bilirsiniz! Muhammed’den ayrı olduğum da malumunuz. Öğrendiğim bir şeyi size söylemek zorundayım. Ama sır olarak saklayacağınıza yemin edin!” dedi.
“Yemin ederiz!” dediler.
Hz. Nuaym, “Haberiniz olsun ki” dedi. “Kurayzaoğulları, Muhammed’le ittifaklarını bozduklarına pişman olmuşlardır. Aralarının tekrar düzelmesi için, ileri gelenlerinizden birçok kimseyi sizden rehin isteyeceklermiş ve Muhammed’le tekrar barışmak için onların boyunlarını vuracaklarmış. Bununla birlikte Nadiroğullarının da tekrar yurtlarına dönmelerine müsaade alacaklarmış! Şayet, Kurayzaoğulları, ileri gelen adamlarınızı rehin almak için size bir haber gönderirlerse, sakın ha eşrafınızdan bir tek kimseyi dahi göndermeyiniz!” [37]
Hz. Nuaym, Gatafanlar Arasında
Hz. Nuaym, bundan sonra kendi kabilesi olan Gatafanların yanına vardı. “Ey Gatafan topluluğu! Sizler, benim kabilemsiniz, bana en sevgili olan kimselersiniz” diye söze başladıktan sonra şöyle konuştu: “Yahudilerin, sizlerle yapmış oldukları anlaşmayı bozduklarını ve Muhammed’le anlaşmak üzere olduklarını öğrendim. Benî Nadîr’i Medine’ye kabul etme karşılığında, Benî Kurayzalar, onunla sulh edeceklermiş!” Hz. Nuaym, böylece, kendi kabilesini de söylediklerine inandırmayı başardı.
Taktik, Müspet Netice Veriyor
Hz. Nuaym’ın taktiği müspet neticesini vermeye başladı. Plân gereği, Benî Kurayza Yahudileri, müşriklerin ileri gelenlerinden rehin almak üzere yetmiş kişi istediler; onlar ise, bunu yine Hz. Nuaym’ın tâlimi üzere reddettiler. Haliyle, bu durum aralarını açtı. Her iki taraf da, “Demek, Nuaym’ın söyledikleri doğruymuş!” diyerek aralarındaki münasebetleri kestiler.
Benî Kurayzalar, aynı şekilde Gatafanlardan da rehine istediler. Onlar da reddedince, plân başarıyla neticelenmiş oldu.
Son Çarpışma ve Allah’ın Nusreti!
Müşrik ordusu son defa, var gücü ve bütün şiddeti ile hendeğin her tarafından hücuma geçti. Çarpışmalar çok şiddetli oluyordu. Karşılıklı ok ve taş atışlarıyla taraflar birbirlerini yıldırmak ve püskürtmek istiyorlardı.
Harbin bütün şiddetiyle devam ettiği bu nâzik anda, Resûl-i Kibriya Efendimiz, ridâsını üzerinden yere atıp, ellerini Kadîr-i Mutlak’a açarak şöyle dua ediyordu:
“Ey kitabı (Kur’an’ı) indiren, hesabı en çabuk gören, kavim ve kabileleri bozgunlara uğratan Allah'ım! Şu kabileleri de hezimete uğrat; sars onları Allah'ım! Onlara karşı bize yardım et! Allah'ım! Sen, bu bir avuç Müslümanın helâkını dilersen, artık sana ibadet edecek kim kalır?” [38]
O gün çarpışma bütün şiddetiyle devam etti. Artık hava kararmış, taraflar karargâhlarına çekilmişlerdi. Gecenin karanlığında Hz. Cebrail (a.s.), Peygamber Efendimize geldi ve düşman ordusunun estirilen bir rüzgârla perişan edileceğini müjdeledi. Müjdeyi alan Resûl-i Ekrem, iki dizi üzerine çöktü, ellerini kaldırarak nusretini ulaştıran Cenab-ı Hakk’a, “Bana ve ashabıma merhametinden dolayı, sana hadsiz şükür ve hamd olsun Allah'ım!” diyerek şükrünü takdim etti.
Müşrikler Perişan Oluyor!
Cumartesi gecesi idi. Geceyle birlikte, müşrik ordusunun bulunduğu sahada dondurucu bir rüzgâr gürlemeye başladı. Bu, en soğuk kış gecelerinde esen bir dondurucu rüzgârdı. Müşriklerin gözleri toz ve toprakla doldu. Kap kacaklar uçuşuyor, çadırlar sökülüyor, atlar develer birbirine karışıyor, gözler birbirini göremiyordu. [39]
Düşmanı artık müthiş bir korku ve panik havası sarmıştı. Şaşırmışlardı. Bozgun evvela Kureyş müşrikleri cephesinde başladı. Askerlerden önce, Komutan Ebû Süfyan devesine atladı ve “Hemen göç ediniz; işte, ben gidiyorum!” diyerek Mekke’ye doğru yola koyuldu. Kureyş ileri gelenleri kendisini kınamasalardı, belki de tek başına doludizgin orduyu terk edip gidecekti. Kavminin ileri gelenlerinin ayıplamasına uğrayan Ebû Süfyan, tek başına gitmekten vazgeçti ve geri döndü. Ne var ki artık orduda bozgun havası başlamıştı ve durdurulacak gibi değildi. Askeri toparlamak için gösterilen gayretler neticesiz kaldı. Süratle toparlanıp Mekke yolunu tutmaktan başka yapabilecekleri hiçbir şey kalmamıştı; öyle yaptılar.
Sadece takip edilmekten korktuklarından, henüz o sırada müşrikler safında Müslümanlara karşı savaşan Amr b. Âs ve Hâlid b. Velid, iki yüz kişilik bir süvari birliğiyle geride kaldılar. [40]
Kureyş müşrikleri gerisingeri kaçınca, kendileriyle ittifak etmiş bulunan diğer kabileler de ordugâhtan ayrılıp yurtlarına döndüler.
Peygamber Efendimiz ve Müslümanlara yapılan bu İlâhî yardımdan Kur’an-ı Kerim’de şöyle bahsedilir: “Ey iman edenler! Allah'ın üzerinizdeki nimetlerini hatırlayın: O zamanda —ki, size düşman orduları saldırmıştı— da size onlara karşı bir rüzgâr ve sizin görmediğiniz ordular (melekler) göndermiştik. Allah, ne işlerseniz hepsini hakkıyla görendir.” [41]
Resûl-i Ekrem’in Cenab-ı Hakk’a Şükrü
Düşmanın büyük bir hezimete uğrayıp çekilmekte olduğunu gören Fahr-i Âlem Efendimiz, tebessümler arasında, yardımı gönderen Cenab-ı Hakk’a hamd ve şükrettikten sonra şöyle dedi: “Allah’tan başka ilâh yoktur; yalnız bir O vardır. Allah, ordusunu aziz kıldı; kuluna da yardım etti. Tek başına da Ahzab’a (Arap kabilelerine) galebe etti!” [42]
Müşrik ordusunun hiçbir müspet netice alamadan eli boş döndüklerini, Kur’an-ı Kerim bize şöyle haber verir: “Allah (Hendek Savaşı’ndaki) o kâfirleri, hiçbir zafere erdirmeden öfkeleriyle geri çevirdi. Böylece Allah, savaş yükünü mü’minlerden kaldırdı. Allah, Kâvî’dir [her şeye gücü yeter], Azîz’dir [her şeye galiptir].” [43]
Zafer, Müslümanların!
Bir ay kadar süren çetin bir çarpışma ve muhasara, böylece, Allah’ın yardımıyla sona ermişti. Düşmanlar perişan edilirken, Müslümanlara da rahat bir nefes alma imkânı doğmuştu. Küffâr ordusunun bu dönüşü, artık bütün dönüşlerin başlangıcı sayılacaktı. Bundan böyle Müslümanlar üzerine yürüme cesaretini kendilerinde bulamayacaklardı. Zira, Bedir, Uhud ve işte Hendek gibi üç büyük savaşta mü’minlerin ne derece kuvvetli olduklarını ve onları bundan böyle mağlup etmenin kolay olmayacağını anlamış oluyorlardı.
Gerisingeri dönen müşrik ordusunda hâkim hava, ye’s, keder ve üzüntü iken mü’minler arasında ise tam bir bayram havası vardı. Herkes memnun ve mesrurdu. Bunca yorucu çalışma, sebat ve cesaret ile çarpışmanın neticesini böylesine güzel bir surette elde etmekle, gönül huzuru içinde Rablerine, hamd ve şükrediyorlardı. Hz. Resûlullah’ın şu müjdesi ise, sevinçlerini kat kat artırıyordu: “Bundan sonra biz gidip onlarla çarpışacağız; artık onlar, gelip bizimle çarpışamayacaklardır!” [44]
Resûl-i Ekrem’le birlikte mücahitler bayram havası içinde, Hendekten şehre döndüler.
Şehit ve Ölü Sayısı
Bu muharebede mücahitler yedi şehit vermişlerdi; kâfirlerden ise dört ölü vardı. Şehit olan sahabelerin hepsi de ensardandı.
__________________________________________________________________
Notlar:
[19] İbn Hişam, a.g.e., c. 2, s. 147-150.
[20] İbn Sa’d, a.g.e., c. 3, s. 106; Ahmed İbn Hanbel, Müsned, c. 3, s. 314.
[21] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 232.
[22] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 233.
[23] Ahzab, 10.
[24] İbn Kesir, Sîre, c. 3, s. 200.
[25] Vakidî, Megazi, c. 2, s. 463.
[26] Ahzab, 13.
[27] İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 68; İbn Seyyid, Uyûnü’l-Eser, c. 2, s. 61; Halebî, İnsanü’l-Uyûn, c. 2, s. 642.
[28] Ahzab, 13.
[29] Bakara, 214.
[30] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 234.
[31] İbn Kesir, Sîre, c. 3, s. 220.
[32] Vakidî, Megazi, c. 2, s. 473.
[33] İbn Sa’d, Tabakat, c. 2, s. 68; Tirmizî, Sünen, c. 1, s. 337.
[34] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 240; İbn Sa’d, a.g.e., c. 4. s. 278
[35] İbn Sa’d, a.g.e., c. 4, s. 278.
[36] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 240-241; İbn Sa’d, a.g.e., c. 4. s. 278.
[37] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 241; İbn Sa’d, a.g.e., c. 4, s. 278.
[38] İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 74; İbn Kesir, a.g.e., c. 3, s. 214.
[39] İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 71.
[40] İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 69.
[41] Ahzab, 9.
[42] Buharî, Sahih, c. 3, s. 33.
[43] Ahzab, 25.
[44] Ahmed İbn Hanbel, Müsned, c. 4, s. 262.
Notlar:
[19] İbn Hişam, a.g.e., c. 2, s. 147-150.
[20] İbn Sa’d, a.g.e., c. 3, s. 106; Ahmed İbn Hanbel, Müsned, c. 3, s. 314.
[21] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 232.
[22] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 233.
[23] Ahzab, 10.
[24] İbn Kesir, Sîre, c. 3, s. 200.
[25] Vakidî, Megazi, c. 2, s. 463.
[26] Ahzab, 13.
[27] İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 68; İbn Seyyid, Uyûnü’l-Eser, c. 2, s. 61; Halebî, İnsanü’l-Uyûn, c. 2, s. 642.
[28] Ahzab, 13.
[29] Bakara, 214.
[30] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 234.
[31] İbn Kesir, Sîre, c. 3, s. 220.
[32] Vakidî, Megazi, c. 2, s. 473.
[33] İbn Sa’d, Tabakat, c. 2, s. 68; Tirmizî, Sünen, c. 1, s. 337.
[34] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 240; İbn Sa’d, a.g.e., c. 4. s. 278
[35] İbn Sa’d, a.g.e., c. 4, s. 278.
[36] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 240-241; İbn Sa’d, a.g.e., c. 4. s. 278.
[37] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 241; İbn Sa’d, a.g.e., c. 4, s. 278.
[38] İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 74; İbn Kesir, a.g.e., c. 3, s. 214.
[39] İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 71.
[40] İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 69.
[41] Ahzab, 9.
[42] Buharî, Sahih, c. 3, s. 33.
[43] Ahzab, 25.
[44] Ahmed İbn Hanbel, Müsned, c. 4, s. 262.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder