10 Nisan 2013 Çarşamba

CENNET İLE İLGİLİ AYET-İ KERİMELER - 8

C E N N E T
CENNET İLE İLGİLİ AYET-İ KERİMELER - 8
"Rabbinin huzurunda durmaktan korkan kimselere iki cennet vardır.
İki cennet de çeşit çeşit ağaçlarla doludur.
İkisinde de akıp giden iki kaynak vardır.
İkisinde de her türlü meyveden çift çift vardır.
Hepsi de örtüleri atlastan minderlere yaslanırlar.
İki cennetin de meyvesinin devşirilmesi yakındır.
Oralarda gözlerini yalnız eşlerine çevirmiş güzeller var ki,
bunlardan önce onlara ne insan ne de cin dokunmuştur.
Sanki onlar yakut ve mercandırlar.
İyiliğin karşılığı iyilikten başka bir şey midir?
Bu ikisinden başka iki cennet daha vardır.
Bu cennetler koyu yeşildirler.
İkisinde de durmadan fışkıran iki kaynak vardır.
İkisinde de her türlü meyveler, hurma ve nar vardır.
İçlerinde huyu güzel yüzü güzel kadınlar vardır.
Otağlar içinde sahiplerine tahsis edilmiş huriler vardır.
Bunlara onlardan önce ne bir insan ne bir cin dokunmuştur.
Yeşil yastıklara ve harikulade güzel döşemelere yaslanırlar."
(Rahmân Suresi / 46. Ayet'den, 76. Ayet'e kadar olan bölüm.)
(Bu bölümde her Ayet-i Kerime'den sonra
"Öyleyken Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlayabilirsiniz?"
Ayet-i, tekrarlanıyor. Yukarıda o Ayet-i Kerime'yi yazmadık)
"(Hayırda) önde olanlar, (ecirde de) öndedirler.
İşte bunlar, (Allah'a) en yakın olanlardır,
Naim cennetlerinde.
(Onların) çoğu önceki ümmetlerden, birazı da sonrakilerdendir.
Cevherlerle işlenmiş tahtlar üzerindedirler,
Onların üzerlerinde karşılıklı olarak oturup yaslanırlar.
Çevrelerinde (hizmet için) ölümsüz gençler dolaşır.
Main çeşmesinden doldurulmuş testiler, ibrikler ve kadehlerle.
Bu şaraptan ne başları ağrıtılır, ne de akılları giderilir.
(Onlara) beğendikleri meyveler, canlarının çektiği kuş etleri,
iri gözlü huriler, saklı inciler gibi;
yaptıklarına karşılık olarak (verilir).
Orada boş bir söz ve günaha sokan bir laf işitmezler.
Söylenen, yalnızca "selam, selam" dır.
Sağdakiler, ne mutlu o sağdakilere!
Düzgün kiraz ağacı, meyveleri salkım salkım dizili muz ağaçları,
uzamış gölgeler, çağlayarak akan sular, sayısız meyveler içindedirler;
Tükenmeyen ve yasaklanmayan.
Ve kabartılmış döşekler üstündedirler.
Gerçekten biz hurileri apayrı biçimde yeni yarattık.
Onları, bakireler kıldık. Eşlerine düşkün ve yaşıt.
Bütün bunlar sağdakiler içindir.
Bunların birçoğu önceki ümmetlerdendir.
Birçoğu da sonrakilerdendir. 
(Vâkı'a Suresi 17. Ayet'den 40. Ayet'e Kadar)
"Eğer (ölen kişi Allah'a) yakın olanlardan ise,
ona rahatlık, güzel rızık ve Naim cenneti vardır.
Eğer o sağdakilerden ise,
Ey sağdaki! Sana selam olsun!"
(Vâkı'a Suresi 88. Ayet'den 91. Ayet'e Kadar)
"O gün, mü'min erkekler ile mü'min kadınları
nurları önlerinde ve sağlarında koşarken görürsün.
Bugün sizin müjdeniz içinde ebedi kalıcılar (olduğunuz)
altından ırmaklar akan cennetlerdir.
İşte ‘büyük kurtuluş ve mutluluk' budur."
(Hâdid Suresi / 12)
"Allah'a ve ahiret gününe iman eden hiçbir kavim (topluluk) bulamazsın ki;
Allah'a ve elçisine başkaldıran kimselerle
bir sevgi (ve dostluk) bağı kurmuş olsunlar.
Bunlar; ister babaları, ister çocukları, ister kardeşleri,
isterse kendi aşiretleri (soyları) olsun.
Onlar öyle kimselerdir ki (Allah) kalplerine imanı yazmış ve
onları kendinden bir ruh ile desteklemiştir.
Onları altlarından ırmaklar akan cennetlere sokacaktır;
orda süresiz olarak kalacaklardır.
Allah onlardan razı olmuş onlar da O'ndan razı olmuşlardır.
İşte onlar Allah'ın fırkasıdır.
Dikkat edin; şüphesiz Allah'ın fırkası olanlar
felah (umutlarını gerçekleştirip kurtuluş) bulanların ta kendileridir.
(Mücâdele Suresi / 22)
"Cehennem ehliyle cennet ehli bir olmaz.
Cennet ehli, isteklerine erişenlerdir."
(Haşr Suresi / 20
"O da sizin günahlarınızı bağışlar,
sizi altlarından ırmaklar akan cennetlere ve
Adn cennetlerindeki güzel konaklara yerleştirir.
İşte ‘büyük mutluluk ve kurtuluş' budur."
(Saff Suresi / 12)
"Sizi, toplanma günü için bir arada toplayacağı gün;
işte bu aldanma (teğabün) günüdür.
Kim Allah'a iman edip salih bir amelde bulunursa
(Allah) onun kötülüklerini örter ve içinde ebedi kalıcılar olmak üzere
altından ırmaklar akan cennetlere sokar.
İşte büyük ‘mutluluk ve kurtuluş (fevz)' budur."
(Tegâbun Suresi / 9)
"İman edip salih amellerde bulunanları,
karanlıklardan nura çıkarması için
Allah'ın apaçık ayetlerini size okuyan bir elçi de (gönderdik).
Kim iman edip salih bir amelde bulunursa
(Allah) onu içinde süresiz kalıcılar olmak üzere
altından ırmaklar akan cennetlere sokar.
Allah gerçekten ona ne güzel bir rızık vermiştir."
(Talak Suresi / 11)
"Allah; iman edenlere de, Firavun'un karısını örnek verdi.
Hani demişti ki: "Rabbim bana kendi katında cennette bir ev yap;
beni Firavun'dan ve onun yaptıklarından kurtar ve
beni o zalimler topluluğundan da kurtar."
(Tahrîm Suresi / 11)
"Tahtlar üzerinde bakıp-seyretmektedirler."
(Mutarfifîn Suresi / 23)
"Onları gördükleri zaman ise:
"Bunlar elbette şaşkın-sapıklardır" derlerdi."
(Mutarfifîn Suresi / 32)
"Şüphesiz, iman edip salih amellerde bulunanlara gelince;
onlar için altından ırmaklar akan cennetler vardır.
İşte büyük ‘kurtuluş ve mutluluk' budur."
(Bürûc Suresi / 11)

"O gün öyle yüzler de vardır ki, nimette (engin bir mutluluk içinde)dirler.
Harcadığı-çabadan dolayı hoşnuttur.
Yüksek bir cennettedir.
Orda anlamsız bir söz işitmez.
Orda ‘durmaksızın akan' bir kaynak vardır.
Orda ‘yükseklerde kurulmuş tahtlar da vardır;
Konulmuş (içecek dolu) kaplar, dizi dizi yastıklar
ve serilmiş yaygılar."
(Gaşiye Suresi / 8. Ayet-i Kerime'den, 16. Ayet-i Kerimeye Kadar.
"Ey mutmain (tatmin bulmuş) nefis;
Rabbine, hoşnut edici ve hoşnut edilmiş olarak dön.
Artık, kullarımın arasına gir.
Cennetime gir."
(Fecr Suresi 27. Ayet-i Kerime'den 30. Ayet'i Kerimeye Kadar.)
"İman edip salih amellerde bulunanlar ise;
işte onlar da yaratılmışların en hayırlılarıdır.
Rableri katında onların ödülleri,
içinde ebedi kalıcılar olmak üzere altından ırmaklar akan Adn cennetleridir.
Allah onlardan razı olmuştur,
kendileri de O'ndan razı (hoşnut memnun) kalmışlardır.
İşte bu Rabbinden ‘içi titreyerek korku duyan kimse' içindir."
(Beyyine Suresi / 7, 8)

9 Nisan 2013 Salı

KELİMELER - KAVRAMLAR / SEFERİLİK

SEFERİLİK

     Yolculuk, yolculuğa çıkma; sefer mesafesine yolculuk yapma. Bir fıkıh terimi olarak yolculuk, belirli bir mesafeye gitmektir. Bu mesafe ise orta yürüyüşle üç günlük, yani on sekiz saatlik bir uzaklıktan ibarettir. Buna üç merhalelik mesafe de denir.
     Orta yürüyüş, yaya yürüyüşü ve kafile içindeki deve yürüyüşüdür. Denizlerde ise yelkenli gemilerin mutedil havadaki üç günlük yolculuğudur.
     İşte karalarda böyle bir yürüyüş ile denizlerde ise mutedil bir havada yelkenli bir gemi ile on sekiz saat sürecek bir mesafe "sefer süresi" sayılır. Bu yolun yalnız gidilecek mesafesi esas alınır; yoksa gidiş dönüş mesafesine bakılmaz. Yolculuk yapan kimse süratli bir araçla yolculuk yaparak bu mesafeyi günümüzde yeni çıkan ulaşım vasıtalarında olduğu gibi daha kısa bir sürede katederse bile yine yolcu sayılır ve namazlarını kısa kılar. Yolculukta üç günün esas alınmasında üç günlük mesh süresine kıyas yapılmıştır. Rasûlullah (s.a.s) şöyle buyurmuştur: "Mukim kimse tam bir gün bir gece, yolcu ise üç gün üç gece mesh eder" (Zeylaî, Nasbu'r Râye, II, 183).
     Vatanında veya o hükümdeki bir yerde oturan kimseye "mukim", buradan çıkıp en az on sekiz saatlik mesafeye gitmeye başlamış olan kimseye de "misafir" (yolcu) denir.
     Yolculuk hali genel olarak güçlük ve sıkıntılardan uzak değildir. Bu yüzden İslâm dini yolcular hakkında bazı kolaylıklar getirmiştir. Yolculukta gece gündüz aralıksız yolculuğa devam edilemez, istirahata da ihtiyaç vardır. Bu yüzden günlük yolculuk süresi altı saat olarak belirlenmiştir. Saatte 5 km. yol katedilmesi esas alınınca, seferilik mesafesi 90 km. olmuş bulunur. Bazı yolculukların rahat, meşakkatsiz ve çok kısa sürede yapılabilmesi, sonucu değiştirmez. Çünkü hüküm ferde göre değil, cinse göre meydana geleceğinden, bütün yolculuk hallerini kapsamına alır. Diğer yandan Hanefîlere göre, yolculukta getirilen kolaylıkların illeti, mücerret seferiliktir. Güçlük ve sıkıntı bunun hikmetidir.
     Hanefîler dışındaki çoğunluğa göre, namazların kısaltılmasını mubah kılan uzun yolculuk, zaman bakımından ortalama iki günlük yolculuk veya ağır yükle ve yaya olarak iki konaklık mesafedir.
     Bazı fakihlere göre sefer süresi, on sekiz fersahlık bir mesafedir. Bir fersah üç mil; bir mil de 1849 metredir.
     Bir fersah on iki bin adım; bir mil de dört bin adım sayılmaktadır. Bununla birlikte fersahlar düz yerler ile dağlık ve derelik yerlere göre değişir. Meselâ; düz bir yerde bir fersah bir saatte alınabildiği halde; dağlık bir yerde böyle bir mesafe 1 saatte alınamaz. Bu yüzden bu konuda fersah bir ölçü sayılmamalıdır. Ancak fersaha itibar edilince bir çok meselelerin çözümü kolaylaşmaktadır.
     Meselâ; tren veya uçakla yapılacak yolculuklarda yolun kaç fersah olduğu dikkate alınır. En âz on sekiz fersahlık bir mesafe katedilmiş olunca, sefer süresi gerçekleşmiş ve sefer hükmü cereyan etmeye başlamış olur; artık kara veya deniz aracının hızlı seyreden bir araç olmasına itibar edilmez.
     Diğer yandan Hanefiler dışındaki üç imam da fersah ölçüsünü esas almıştır. İmam Malik ve Ahmed b. Hanbel'e göre sefer süresi 16 fersah yani 48 mildir. Bir mil ise altı bin el arşınıdır. İmam Şafiî'nin yeni görüşüne göre de 48 mildir. Eski görüşüne göre bir gün bir gecedir.
     Gidilecek yerin hem denizden hem de karadan yolu bulunsa, yolcunun gideceği yola itibar edilir. Bu yüzden, bir beldeye meselâ deniz yoluyla on iki saatte; kara yoluyla da on sekiz saatte gidilecek olsa, karadan gidenler yolcu sayılır; denizden gidenler sayılmaz. Bir yerin karadan iki yolu bulunduğu takdirde de hüküm böyledir, yalnız sefer mesafesinde bulunan yoldan gidenler misafir olmuş bulunurlar.
     Yolculuk, vatan edinilen beldenin veya köyün yola çıkıldığı tarafındaki evlerinden ayrıldıktan ve en az üç günlük bir yere gidilmeye niyet edildikten itibaren başlar. Bu yüzden şehir kenarlarındaki yerleşim alanları şehirle bütünleşmiş olan köyler veya köyden yola çıkanlar için "finayı mısır" denilen harmanlık, mezarlık ve ağıl gibi eklentiler geçilmedikçe yolculuk başlamış olmaz.
     Şehir veya köyün yerleşim alanı dışında kalan fabrikalar, organize sanayi kuruluşları, toptancı halleri, bağlar, bahçeler, hayvan ve tavuk çiftliği gibi alanlar şehirden sayılmaz.

     Seferîliğin Hükümleri
     Yolcular için bir takım kolaylıklar, ruhsatlar getirilmiştir. Ramazanda yolculukta bulunan için orucu geri bırakmak mübahtır. Yolcunun mesh süresi üç gün üç gecedir. Yolcu dört rekatlı farz namazlarını ikişer rekat olarak kılar. Buna "kasrı salat" denir.
     Yolculukta dört rekatlı namazların kısaltılarak kılınması Kur'an, Sünnet ve icma ile câizdir.
     Allah Teâlâ şöyle buyurur: "Eğer kâfirlerin size fitne vermesinden korkarsanız, yeryüzünde sefere çıktığınız zaman namazları kısaltarak kılmanızda bir sakınca yoktur" (en-Nisa, 4/101). Bu âyette kısaltmanın korku şartına bağlanması o günkü olayı tespit etmek içindir. Çünkü Rasûlüllah (s.a.s)'in çoğu yolculukları korkudan uzak değildi. Ashab-ı Kiram'dan Ya'la b. Ümeyye (r.a) Hz. Ömer'e şöyle demiştir: Biz neden namazları kısaltarak kılıyoruz? Halbuki güven içindeyiz. Hz. Ömer de buna cevap olmak üzere şöyle buyurdu: Ben de aynı durumu Hz.. Peygamber'e sormuştum; şöyle buyurmuştu: "Bu, Allah'ın size verdiği bir bağıştır, Allahın sadakasını kabul edin” (Müslim, Misafir, 4; Tirmizi, Tahare, 4, 20; Nesâi, Taksir, I).
     Hz. Peygamber'in umre, hac veya savaş için yaptığı yolculuklarında namazları kısaltarak kıldığı ile ilgili haberler tevatür derecesindedir. Abdullah ibn Ömer (r.a) şöyle demiştir:
     "Hz. Peygamber (s.a.s)'e yolda arkadaşlık ettim. O, yolculuklarında iki rekattan fazla kılmazdı. Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer ve Hz. Osman da böyle yaparlardı" (İbn Mâce, İkâme, 75). Hz. Ömer'in şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Yolcunun namazı, Nebinizin lisanı üzere kısaltılmaksızın tam iki rekattır" (Buhârî, Taksîr, 11; Küsûf, 4; İbn Mâce, İkâme, 73, 124).
     Yolcunun dört rekatlı farz namazları kısaltması zorunlu mudur; yoksa kısaltmakla tam kılmak arasında serbest midir?
     Hanefîlere göre, yolcunun namazları kısaltarak kılması vacib ve aynı zamanda azimettir. Yolcunun bilerek iki rekattan fazla kılması mekruhtur. Bununla birlikte iki rekat kılıp da teşehhütte bulunduktan sonra iki rekat daha kılacak olsa farzı eda etmiş, son iki rekât da nafile olmuş olur. Ancak selâmı tehir etmiş olmasından ötürü kötü bir iş yapmış sayılır. Fakat birinci teşehhüdü terketse veya ilk iki rekatta kıraatta bulunmamış olsa farzı eda etmiş olmaz. Nitekim sabah ve cuma namazlarında da hüküm böyledir. Hz. Aişe (r.anha)'den şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Namaz ikişer rekat olarak farz kılındı, sonra hazarda ziyade olundu, seferde ise olduğu gibi bırakıldı (Buhari, Salat,1; Müslim, Misafirin,1; Ebû Davud, II, 3). ibn Abbas (r.a)'ın şöyle dediği nakledilmiştir: "Allah Teâla namazı, Peygamberimizin dili ile hazarda dört rekat, seferde iki rekat olarak farz kılmıştır" (Müslim, Müsâfirîn, 5, 6; Ebû Davud Sefer, 18; Nesâî, Havf 4; İbn Mace İkame, 75).
     Malikilere göre, seferde namazı kısaltarak kılmak müekked sünnet, Şafiî ve Hanbelilere göre ise yolculukta namazları kısaltarak kılmak, muhayyer olmak üzere ruhsattır. Seferî kişi namazlarını kısaltarak da, tam olarak da kılabilir. Ancak Hanbelîlere göre kısaltmak mutlak olarak tam kılmaktan daha faziletlidir. Çünkü, Hz. Peygamber ile dört halife bu şekilde yapmaya devam etmişlerdir.
     Yolculuk ister ibadet için, ister mübah veya masiyet bulunan bir amaçla olsun, her türlü yolculuk sırasında namazları kısaltmak caizdir. Meselâ; yol kesmek, meşrû olmayan bir eğlenti yapmak veya başka bir haram işlemek için yolculuk yapan kimse de ruhsatlarından yararlanır. Zira bu konudaki nasslar bunun ifadesidir; "Yeryüzünde yürüdüğünüz zaman sizin için namazları kısaltmanızda bir sakınca yoktur" (en-Nîsa, 4/104) âyetinde yolculuğun meşrû veya gayri meşrû olması arasında bir ayırım yapılmamıştır (İbnül-Hümâm, a.g.e., I, 405 vd.; İbn Abidin, Reddül-Muhtar, I, 733, 736).
     Hanefiler dışındaki çoğunluk müctehidlere göre ise; yol kesmek, şarap ve haram şeylerin ticaretini yapmak gibi Allah'a isyanın söz konusu olduğu yolculuklarda, sefere mahsus olan namazların kısaltılması, birleştirilmesi oruçlunun iftar etmesi, mestler üzerine üç gün mesh etmek, binek üzerinde nafile namaz kılmak gibi ruhsatlar mübah olmaz. Çünkü, bu gibi kimseler Allah'a isyan için yolculuk yapmış sayılır. Bu konudaki kaide şudur:
     "Ruhsatlar masiyet ve kötülük işlemeye dayanak yapılamaz". Yine Allah Teâlâ darda kalana ölü hayvan etini yemeyi "haddi aşmama ve Allah'a isyanda bulunmama" şartına bağlamıştır (el-Bakara, 2/173). Bu durumda ruhsatlar günah ve kötülük işlemeye dayanak yapılamaz (İbn Kudame, el-Muğnî, Kahire 1970, II, 261; Zühaylî, II, 323 vd.; İbn Rüşd Bidâyetül-Müctehid, I, 163).
     Seferi kimse bir beldede on beş gün ve daha fazla kalmaya niyet edince mukîm olur ve artık namazlarını tam kılar. Eğer on beş günden az kalmaya niyet ederse seferîliği devam eder. Bu konuda dayanılan delil, kadınların temizlik süresine kıyastır. Temizlik süresi, hayız sebebiyle kadının üzerinden düşen namaz ve orucun edasına dönmeyi gerektirir. İkamet yerinde bulunmak da sefer sebebiyle kişinin üzerinden düşen bazı vecibelerin yapılmasına geri dönmeyi gerektirir. Bu yüzden temizlik süresinin on beş gün ile sınırlanması gibi, en az ikâmet süresinde on beş gün olarak takdir edilmesi gerekir. Bu görüş İbn Abbas ve İbn Ömer (r.a)'dan nakledilen şu söze dayanır: Seferî olduğun halde bir beldeye girer ve bu beldede on beş gün kalmaya niyet edersen namazını tam kıl. Eğer buradan ne zaman sefere çıkacağını bilmezsen namazlarını kısaltarak kıl" (ez-Zühayli, el-Fıkhul-İslâmî ve Edilletüh, Dimaşk 1405/1985, II, 323).
     Bir yolcu, bir beldede belirli bir ihtiyacını görmek için beklerse, bekleme işi yıllarca sürse bile namazlarını kısaltarak kılar. On beş günden fazla kalmaya, niyet etmediği için seferîlik hali devam eder. Nitekim İbn Ömer (r.a) Azerbaycan'da altı ay kalmış ve namazlarını bu şekilde kısaltarak kılmıştır. Bir kısım sahabenin de böyle yaptığı rivayet edilmiştir.
     Ordu bir beldeye girse, askerler burada on beş günden daha fazla kalmaya niyet etseler bile namazlarını kısaltarak kılarlar. Çünkü orada kalmak veya yenilip çekilmek ihtimali bulunduğu için süre ile ilgili niyet geçerli değildir.
     Şâfiî ve Malikilere göre, yolcu bir yerde dört gün kalmaya niyet ederse namazlarını tam kılar. Çünkü sünnette, dört günden az ikâmetin, seferin hükmünü kesmeyeceği açıklanmıştır. Rasülullah (s.a.s) şöyle buyurmuştur:
     "Muhacir hacdaki ibadetlerini yaptıktan sonra üç gün ikâmet eder. " Nitekim Hz. Peygamber (s.a.s), umre yaptığı zaman Mekke'de üç gün süreyle kaldığı halde namazlarını kısaltarak kılıyordu" (eş-Şevkânî, Neylül-Evtâr, III, 207 vd.).
     Hanbelîlere göre yolcu, dört günden fazla veya yirmi vakitten fazla kalmaya niyet ederse namazlarını tam kılar. Bundan az olursa kısaltarak kılar.
     Yolculuk ve ikâmet hallerinde, tabi olanın değil, tabi olunanın niyeti geçerlidir. Bu yüzden asker, komutanının; işçi işvereninin; öğrenci hocasının; kadın kocasının niyetine göre mukim veya yolcu olmuş olur.
     Yolculuk konusunda henüz erginlik çağına girmemiş olan çocuk hakkında da sefer hükümleri cereyan etmez. Şâfiîlere göre ise, mümeyyiz çocuğun yolculuğa niyeti geçerli olup, namazını kısaltarak kılabilir.
     Yolculukta bulunan kimse tabi olduğu kimsenin nereye gideceğini ve niyetini bilmediği ve sorusuna da cevap alamadığı takdirde üç günlük mesafeye kadar namazlarını tam kılar, ondan sonra kısaltmaya başlar.
     İslâm devlet başkanı, sefere niyet etmeksizin ülkesi içinde bir süre dolaşacak olsa, namazlarını tam kılar; fakat, sefer süresi dolaşmaya niyet ederse, namazlarını kısaltır. Doğru olan budur.
     Mukîmin kazaya kalan namazları, yolculuğa çıkmasıyla ve yolcunun kazaya kalan namazları da ikamete niyet etmesiyle değişmez. Bu yüzden seferde iken kazaya kalan namazları ikişer rekat olarak kılar. Bir yolcu da ikâmet zamanında kazaya kalmış namazlarını dörder rekat olarak kılar.
     Mukîm, müsafire; müsafir de mukîme uyabilir. Burada müsafir iki rekatın sonunda selâm verince, mukîm kalkar -sağlam görüşe göre- kıraatta bulunmaksızın namazını tamamlar; yanılırsa secde de etmez. Çünkü, bu mukîm bir lâhik mesabesindedir (bk. "lahik" mad.). İmam olan müsafirin namazdan önce "Ben seferîyim, siz namazlarınızı tamamlayın" demesi müstehaptır.
     Yolcu ise ancak vakit içinde mukîme uyabilir. Bu durumda dört rekatlı bir farz namazını mukîm gibi tam olarak kılar. İmama vakit içinde uymakla farz namazı iki rekattan dört rekata dönüşmüş olur. "İbn Abbas "Seferî'nin durumuna ne dersiniz? Yalnız başına kılınca iki rekat, mukîm olarak dört rekat kılıyor" sorusuna; "Bunu yapmak sünnettir" cevabını vermiştir" (ez-Zühayli, a.g.e., II, 335).
     Nâfi' şöyle demiştir: "İbn Ömer seferî olduğu zaman imamla birlikte kılınca dört rekat kılar; yalnız başına kıldığı zaman ise iki rekat kılardı" (ez-Zühayli, a.g.e., II, 335).
     Bir kimse müsafir iken kazaya kalan dört rekatlı bir namazında mukîm imama uyamaz. Çünkü bu namaz daha önceden iki rekat olarak meydana gelmiştir.
     Yolculuk veya yağmur, kar gibi bir mazeretle iki namazı bir vakitte kılmak caiz değildir. Yalnız Arafat'ta öğle ile ikindi, Müzdelife'de akşam ile yatsı namazlarını birleştirip cemaatle kılmak caiz görülmüştür (bk. "Namazın Vakitleri").
     Hanefîler dışında üç mezhep imamına göre bir mazeret bulununca öğle ve ikindi veya akşam ile yatsı namazlarını takdim veya tehir şekliyle bir vakitte birleştirmek caizdir. Meselâ; öğle namazı ile ikindi namazı öğle vaktinde kılınabileceği gibi, ikindi vaktinde akşam ile yatsı birleştirilerek iki vakitten birinde yani takdim veya te'hirle kılınabilir. Hanefîlerin dışında kalan alimler takdim ve te'hir'in caiz olduğu kanaatindedirler.
     Mukîm iken kazaya kalan namazlar, yolculuğa çıkmakla veya yolcu iken kazaya kalan namazlar mukîm olmakla değişikliğe uğramaz. Bu yüzden yolculukta kazaya kalan dört rekatlı namazlar, ister yolculuk sırasında isterse mukîm iken kaza edilsin, kısaltılarak kılınır. Mukîm iken kazaya kalan namazlar da yolculuk halinde kaza edilecekse tam olarak kılınır.

     Yolculuğun Sona Ermesi
     Aslî vatana dönüp gelmekle yolculuk hali sona erer. Burada oturmaya niyet edilip edilmemesi sonucu değiştirmez. İkâmet vatanına dönüşte ise, oturmaya niyet gereklidir.

     Vatan üçe ayrılır
1. Aslî vatan: Bir kimsenin doğup büyüdüğü veya evlenip içinde yaşamak istediği veya içinde barınmayı kasd edip, başka yeri vatan edinmek istemediği yere "aslî vatan" denir.
2. İkâmet vatanı: Bir kimsenin doğup büyüdüğü, evlenip içinde sürekli yerleşmeye karar verdiği bir yer niteliğinde olmaksızın, yalnız içinde on beş günden fazla kalmak üzere yerleştiği yere de "ikâmet vatanı (vatan-ı ikâmet)" denir. Askerlik, öğrencilik, işçilik veya memurluk gibi hizmetler sebebiyle sürekli bir şekilde yerleşilmeyen beldeler on beş günden fazla kalmaya niyet edilmesi yüzünden "ikâmet vatanı" niteliğindedir.
3. Süknâ vatanı: Bir yolcunun, içinde on beş günden az oturmak istediği yer de kendisinin bir vatan-ı süknâsı olur. Bu sonuncuya itibar edilmez. Bununla ne aslî vatan ve ne de ikâmet vatanı değişmez. Böyle bir yolcu, hem yolculuk sırasında hem de on beş günden az kaldığı bu süre içinde "seferî" sayılır; Aslî veya ikâmet vatanlarına olan yolculukta ise yalnız yolculuk sırasında seferî hükümleri uygulanır. Bu vatanlara ulaşan kimse, orada "mukîm" sayılır.

     Seferîlik konusunda bu vatanlar kendi misli ile veya üstü ile bozulur, aşağısı ile bozulmaz. Bu yüzden insanın asıl vatanı olan yer, diğer ikâmet ve süknâ vatanları ile bozulmaz. Yani vatan-ı ikâmette bulunan kimse vatan-ı aslîye dönmekle müsafir olmaz. İnsan doğup yerleştiği veya karısının yerleştiği yere varınca seferî olmaz. Sadece gideceği bu yer 90 km.'den uzakta olursa yolculuk sırasında seferî olur, fakat oraya varınca seferîliği kalkar.
     Bir kimse yerleştiği yerden, yine sürekli olarak yerleşmek amacıyla başka bir yere giderse, gittiği yer vatan-ı aslîsi olur; birinci vatanı vatan-ı aslî olmaktan çıkar. Çünkü, Hz. Peygamber (s.a.s) Mekke'ye gittiklerinde kendisini müsafir saymış ve "Biz seferîyiz" buyurmuştur (eş-Şevkânî, a.g.e., III, 270).
     Vatan-ı aslî, vatan-ı ikâmetle bozulmaz. Doğduğu veya karısının bulunduğu yerden öğrencilik, askerlik, işçilik gibi bir amaçla on beş günden az kalmak üzere başka bir yere giden bir kimsenin önceki aslî vatanı nitelik değiştirmez. Oraya dönünce üç gün bile kalacak olsa seferî sayılmaz. Çünkü vatan-ı ikâmet, vatan-ı aslîyi bozmaz.
     Bir kimse bir şehirde otururken ailesini nakletmeden başka bir şehirde de evlense, her iki şehir kendisi için asıl vatan olur. Hangisine gitse mukîm sayılır. Vatan-ı ikâmet ise, başka bir vatan-ı ikâmete gitmek veya oradan ayrılıp yolculuğa çıkmak yahut aslî vatana dönmekle bozulur. Yani vatan-ı ikâmetten ayrılan kimse, yeniden buraya döndüğünde on beş günden az kalacaksa seferî sayılır.
     On beş günden az kalınacak yer olan vatan-ı süknanın bir önemi yoktur. Kişi orada seferî sayılır. Bu vatan, diğer vatan çeşitlerini değiştirmez. Kişi onbeş günden kısa süren ve 90 km.'den uzağa yaptığı tüm yolculuklarında, şehrin yerleşim alanları dışına çıktığı andan itibaren ve gittiği yerde seferî sayılır. Bu durum geri dönünceye kadar devam eder.
     Cemaatle namâzda mukîm müsafire uymuşsa, müsafir iki rekat kılınca selâm verir, mukim selâm vermeyip namazı dörde tamamlar. Namazı dörde tamâmlarken hiç bir şey okumaz; çünkü namazın baş tarafını imamla kılmış ve farz kıraat yerine gelmiştir (İbnül-Hümam, I, 405; İbn Âbidîn, I, 733 vd.; Zeylaî, et-Tebyîn, I, 215).

ŞAMİL İSLAM ANSİKLOPEDİSİ
Hamdi DÖNDÜREN

CENNET İLE İLGİLİ AYET-İ KERİMELER - 7

C E N N E T
CENNET İLE İLGİLİ AYET-İ KERİMELER - 7
"Ancak Rablerinden korkup-sakınanlar ise;
onlara yüksek köşkler vardır,
onların üstünde de yüksek köşkler bina edilmiştir.
Onların altında ırmaklar akmaktadır.
(Bu) Allah'ın va'didir. Allah va'dinden dönmez."
(Zümer Suresi / 20)
"Rablerinden korkup-sakınanlar da cennete bölük bölük sevkedildiler.
Sonunda oraya geldikleri zaman kapıları açıldı ve
onlara (cennetin) bekçileri dedi ki:
"Selam üzerinizde olsun, hoş ve temiz geldiniz.
Ebedi kalıcılar olarak ona girin.
(Onlar da) Dediler ki: "Bize olan va'dinde sadık kalan ve
bizi bu yere mirasçı kılan Allah'a hamd olsun ki;
cennetten dilediğimiz yerde konaklayabiliriz.
(Salih) Amellerde bulunanların ecri ne güzeldir."
(Zümer Suresi / 73, 74)
"Rabbimiz onları Adn cennetlerine sok ki onlara (bunu) va'dettin;
babalarından eşlerinden ve soylarından salih olanları da.
Gerçekten Sen üstün ve güçlü olansın hüküm ve hikmet sahibisin."
(Mü'min Suresi / 8)
"Kim bir kötülük işlerse kendi mislinden başkasıyla ceza görmez;
kim de -erkek olsun dişi olsun- bir mü'min olarak
salih bir amelde bulunursa
işte onlar içinde hesapsız olarak rızıklandırılmak üzere
cennete girerler.
(Mü'min Suresi / 40)
"Şüphesiz: "Bizim Rabbimiz Allah'tır" deyip
sonra dosdoğru bir istikamet tutturanlar (yok mu);
onların üzerine melekler iner (ve der ki:)
"Korkmayın ve hüzne kapılmayın size vadolunan cennetle sevinin."
(Fussilet Suresi / 30)
"(O gün) Zalimleri kazandıkları dolayısıyla korkuyla titrerlerken görürsün;
o (yaptıkları) da üstlerine çöküvermiştir.
İman edip salih amellerde bulunanlar ise cennet bahçelerindedirler.
Rableri katında her diledikleri onlarındır.
İşte büyük fazl (nimet ve üstünlük) budur."
(Şûrâ / 22)
"Siz ve eşleriniz cennete girin; ‘sevinç içinde ağırlanacaksınız.
Onların etrafında altın tepsiler ve testilerle dolaşılır;
orada nefislerin arzu ettiği ve gözlerin lezzet (zevk) aldığı herşey var.
Ve siz orada süresiz kalacaksınız.
İşte yaptıklarınız dolayısıyla mirasçı kılındığınız cennet budur.
Orda sizin için birçok meyveler vardır; onlardan yiyeceksiniz.
(Zuhruf / 70-73)
"Muttakilere gelince; muhakkak onlar güvenli bir makamdadırlar.
Cennetlerde ve pınarlarda.
Hafif ipekten ve ağır işlenmiş atlastan (elbiseler) giyinirler,
karşılıklı (otururlar).
İşte böyle; ve biz onları iri gözlü hurilerle evlendirmişizdir.
Orda güvenlik içinde her türlü meyveyi istiyorlar;
Orda ilk ölümün dışında başka ölüm tadmazlar.
Ve (Allah da) onları cehennem azabından korumuştur."
(Duhân / 51-56)
"Takva sahiplerine va'dedilen cennetin misali (şudur):
İçinde bozulmayan sudan ırmaklar,
tadı değişmeyen sütten ırmaklar içenler için
lezzet veren şaraptan ırmaklar ve süzme baldan ırmaklar vardır ve
orda onlar için meyvelerin her türlüsünden ve
Rablerinden bir mağfiret vardır.
Hiç (böyle mükafaatlanan bir kişi) ateşin içinde ebedi olarak kalan ve
bağırsaklarını ‘parça parça koparan'
kaynar sudan içirilen kimseler gibi olur mu?"
(Muhammed / 15)
"Cennet de muttakiler için uzakta değildir (o gün) yakınlaştırılmıştır."
(50/31)
"Ona ‘esenlik ve barış (selam)la' girin. Bu ebedilik günüdür.
Orda diledikleri herşey onlarındır;
katımızda daha fazlası da var."
(Kâf Suresi / 34-35)
"Şüphesiz muttaki olanlar cennetlerde ve pınarlardadırlar;
Rablerinin kendilerine verdiğini alanlar olarak.
Çünkü onlar bundan önce ihsanda (güzel davranışta) bulunanlardı."
(Zariyât Suresi / 15-16)
"Hiç şüphesiz muttakiler cennetlerde ve nimet içindedirler;
Rablerinin verdikleriyle ‘sevinçli ve mutludurlar'.
Rableri kendilerini ‘çılgınca yanan cehennemin' azabından korumuştur.
Yaptıklarınızdan dolayı afiyetle yiyin ve için.
Özenle dizilmiş tahtlar üzerinde yaslanmışlardır.
Ve Biz onları iri-ceylan gözlü hurilerle evlendirmişiz.
Onlara istek duyup-arzuladıkları meyvelerden ve etten bol bol verdik.
Orada bir kadeh kapışır-çekişirler ki
onda ne ‘boş ve saçma bir söz' ne günaha sokma yoktur.
Kendileri için (hizmet eden) civanlar etrafında dönüp dolaşırlar;
sanki (her biri) ‘sedefte saklı inci gibi tertemiz pırıl pırıl.'
Kimi kimine dönüp sorarlar;
Dediler ki: "Biz doğrusu daha önce ailemiz (yakın akrabalarımız) içinde
endişe edip-korkardık."
Şimdi Allah bize lütufta bulundu ve
‘hücrelere kadar işleyen kavurucu' azabdan korudu."
(Tûr Suresi / 17. ayetden, 27. ayete kadar.)

RİYÂZÜ’S-SÂLİHÎN / TÖVBE - ALLAH’DAN AF DİLEMEK (3)

HADİS-İ ŞERİFLER / RİYÂZÜ’S-SÂLİHÎN
TÖVBE
ALLAH’DAN AF DİLEMEK (3)

     19. 
 Ebû Abdurrahman Abdullah İbni Ömer İbni’l-Hattâb radıyallahu anhümâ’dan rivayet edildiğine göre Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
     “Bir kul can çekişmeye başlamadığı sürece, Allah Teâlâ onun tövbesini kabul eder.”
     Tirmizî, Daavât 98. Ayrıca bk. İbni Mâce, Zühd 30

     Açıklamalar
     Tövbenin belli bir zamanı olmadığını, insanın her zaman tövbe edebileceğini belirten hadîs-i şerîflerden biri de budur. Bir önceki hadiste konuya bütün insanlık açısından bakılarak tövbenin kıyamet kopana kadar kabul edileceği belirtilmişti. Burada ise konu şahıs plânında ele alınmış, her ferdin kıyametinin, ölümü olduğu gösterilmek istenmiştir.
     İnsanoğlunun en büyük zaaflarından biri, uzun yaşama arzusudur. Yaşı ne olursa olsun, önünde daha nice yıllar bulunduğunu düşünür. En azından uzun bir süre daha yaşamayı hayâl eder. Bu sebeple de günahlarından tövbe etmek için önünde daha zaman bulunduğunu zanneder. Kırk yaşından, elli yaşından sonra ibadete başlayacağını söyleyenleri aldatan ve yanıltan fikir de aynıdır. Bir saat sonra âni bir ölümle hayata veda edecek insan da aynı yanılgının kurbanıdır.
     Tövbe konusunda insanı ihmâlci yapan hususlardan biri de, tövbesini yeni bir günahla bozacağı yanılgısıdır. Bazıları tövbe ettikten sonra bir daha günah işlemenin çok daha mahzurlu olduğunu zannederler; bu sebeple de tövbe etmeyi ileri bir tarihe bırakırlar. Bu düşünce İslâmiyet’i bilmemekten kaynaklanıyor. Bir hadîs-i şerîfte Peygamber Efendimiz’in günde yetmişden fazla tövbe ettiğini, diğerinde günde yüz defa tövbe ettiğini gördük. Kâinâtın Efendisi günahlardan korunmuş bir kimse olduğu halde, günde bu kadar tövbe etmenin gereğine inanıyor. 17. hadisin açıklamasında geçtiği üzere, Allah Teâlâ insanın her tövbe edişinde “Kulum bir günah işledi ve bildi ki, günahı affeden ve günahından dolayı kendisini hesaba çekecek olan bir Rabbi vardır” diye memnun olur. O halde tövbenin bozulması diye bir şey yoktur. Her tövbe bir önceki günahın bağışlanması için yapılır. Günah işlendikçe de tövbe tekrarlanır. Yeni bir günah işlememek, elbette arzu edilen şeydir. Fakat insanın hatalardan kurtulması, melekler gibi günahsız olması mümkün değildir.
     Şu halde tövbe etmeyi geciktirmemeli, daha sonra yaparım diye düşünmemelidir. Çünkü ölümün bizi ne zaman yakalayacağı belli değildir. Ecelin kollarına düştükten, gerçekleri bütün açıklığı ile gördükten sonra tövbe etmenin faydası yoktur. Bu gerçek Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle dile getirilmektedir:
     “Kötülük işlemeye devam eden, ölüm gelip çatınca da “Artık tövbe ettim” diyen kimseler ile kâfir olarak ölenlerin tövbesi geçersizdir” [Nisâ sûresi (4), 18].
     Demek ki yakayı ecele kaptırdıktan sonra tövbe etmenin faydası yoktur.
     Eli ayağı tutarken zekâtını vermeyen, fakat öleceği kesinleşince, “Rabbim! Ne olur, ölümümü biraz geciktirsen de, sadaka verip iyilik edenlerden olsam” [Münâfikûn sûresi (63), 10] diyen kimsenin de aynı şekilde sözüne değer verilmeyeceği âyet-i kerîmede belirtilmektedir. Zira değişmeyen bir gerçek vardır: Can boğaza gelip de âhiret yolu görününce pişmanlık duymanın ve tövbe kapısı kapandıktan sonra tövbe etmeye kalkmanın hiçbir değeri yoktur. Çünkü: “Eceli gelen bir kimseye Allah zaman verip geciktirmez” [Münâfikûn sûresi (63), 11].

     Hadisten Öğrendiklerimiz
1. Allah Teâlâ, can boğaza gelmeden önce yapılan tövbeleri kabul eder.
2. İnsan ileride nasıl olsa tövbe ederim diye düşünmemeli, aklı ve şuuru yerinde iken tövbe etmeye bakmalıdır.
3. Tövbe etme hususunda tenbel olmamalıdır.

     20.  Zirr İbni Hubeyş şöyle dedi;
     Mestler üzerine nasıl mesh edileceğini sormak üzere Safvân İbni Assâl radıyallahu anh’ın yanına gitmiştim. Bana:
     - Zirr! Niçin geldin? diye sordu. Ben de:
     - İlim öğrenmek için, deyince şunları söyledi:
     - Melekler, ilim öğrenenlerden hoşlandıkları için onlara kanat gererler. Ben de:
     - Büyük ve küçük abdestten sonra mestler üzerine nasıl mesh edileceği kafamı kurcaladı. Sen de Hz. Peygamber’in ashâbından olduğun için, onun bu konuda bir şey söylediğini duydun mu diye sormaya geldim, dedim. Safvân:
     - Evet, duydum. Resûl-i Ekrem seferde bulunduğumuz zaman mestleri üç gün üç gece çıkarmamayı, büyük ve küçük abdest bozduktan, uyuduktan sonra bile mestlere meshetmeyi, ancak cünüp olunca mestleri çıkarmayı emrederdi, dedi.
     - Onun sevgiye dair bir şey söylediğini duydun mu? diye sordum.
     - Evet, duydum. Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem ile bir sefere çıkmıştık. Biz onun yanındayken bir bedevî kaba sesiyle:
     - Muhammed! diye bağırdı.
     Hz. Peygamber de onun sesine yakın bir sesle:
     - “Gel bakalım”, dedi.
     Bedevîye dönerek:
     - Yazıklar olsun sana! Hz. Peygamber’in huzurunda bulunuyorsun. Kıs sesini! Yüksek sesle bağırmanı Allah yasakladı, dedim.
     Bedevî:
     - Vallahi sesimi kısmam, dedi ve Resûl-i Ekrem’e: Birilerini seven, ama onlarla beraber olacak kadar iyiliği bulunmayan kimse hakkında ne dersin? diye sordu.
     Hz. Peygamber şöyle buyurdu:
     - “Bir kimse, kıyamet gününde, sevdikleriyle beraberdir.”
     Safvân İbni Assâl sözüne devamla dedi ki:
     - Hz. Peygamber bu konuda uzun uzun konuştu. Hatta bir ara batı taraflarında bulunan bir kapıdan bahsetti. “Kapı yaya yürüyüşüyle kırk yıl veya yetmiş yıl (yahut râvinin hatırladığına göre süvari gidişiyle kırk veya yetmiş yıl) genişliğindedir”, buyurdu.
     Şamlı muhaddislerden Süfyân İbni Uyeyne şöyle dedi:
     - Allah gökleri ve yeri yarattığı gün, bu kapıyı tövbe için açık olarak yaratmıştır. Güneş battığı yerden doğuncaya kadar o kapı kapanmayacaktır.
     Tirmizî, Daavât 98. Ayrıca bk. Tirmizî, Tahâret, 71; Nesâî, Tahâret 97, 113; İbni Mâce, Fiten 32

     Zirr İbni Hubeyş
     Hadisimizi sahâbî Safvân İbni Assâl’den rivayet eden Zir, çölde yaşayan bir bedevî idi. Hem Câhiliye hem de İslâm devrinde yaşadığı hâlde Hz. Peygamber’i görememişti. Fakat Hz. Ömer, Hz. Ali, Hz. Osman, Übey İbni Ka`b gibi büyük sahâbîlerle görüşmüş ve onlardan hadis rivayet etmiştir.
     Zir, ashâb-ı kirâmla görüşmek üzere Medine’ye geldiği zaman, yukarıdaki hadisimizin râvisi olan Safvân İbni Assâl ile de görüştü ve ona Resûl-i Ekrem’i görüp görmediğini sordu. O da Hz. Peygamberle birlikte on iki gazveye katıldığını söyledi.
     Müslüman olduktan sonra hayatı değişen Zir İbni Hubeyş, hadis ve kırâat ilimlerinde üstaddı. Güvenilir bir muhaddisti. Rivayet ettiği hadisler Kütüb-i Sitte’de yer almıştır.
     Kaynaklarda gerek Zirr’in ve gerekse Peygamber Efendimiz’den yirmi hadis rivayet etmiş olan Safvân İbni Assâl’in hayatları hakkında fazla bilgi yoktur. Zirr, 82 (701) tarihinde 120 yaşında vefat etti.
     Allah ondan razı olsun.

     Açıklamalar
     Zirr İbni Hubeyş çöl hayatını bırakıp ashâb-ı kirâmla görüşmek üzere Medine’ye geldiği zaman, yıllarının boşa geçtiğini anladı. Karşılaştığı sahâbîlerden ilim öğrenerek eksiklerini tamamlamaya çalıştı. Safvân İbni Assâl’in yanına gittiğinde Safvân ona niçin geldiğini sordu. O da ilim öğrenmek için geldiğini söyledi. Zir, “ilim” kelimesiyle mestler üzerine mesh etmeyi kasdetmişti.
     Safvân onu önce bu güzel davranışından dolayı kutlamak istedi ve ilim öğrenmenin değeri hakkında bizzat Hz. Peygamber’den duyduğu bir hadisi haber verdi. Rivayet edildiğine göre kendisi de bir zamanlar Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in huzuruna vardığında:
     - Senden ilim öğrenmeye geldim, yâ Resûlallah, demişti.
     Resûl-i Ekrem de ona:
     - “Merhaba, ilim yolcusu!” diye iltifat ettikten sonra “Melekler, ilim öğrenenlerden hoşlandıkları için onlara kanat gererler” buyurmuştu. Şimdi de o aynı şekilde Zirr İbni Hubeyş’i sevindirmek istemişti.
     Büyüklerimizin âdeti böyleydi. İlim öğenmek isteyenleri severler ve onları sevindirmek isterlerdi. Ebü’d-Derdâ hazretlerinin de böyle davrandığını biliyoruz. Bu muhterem sahâbî birgün Dımaşk mescidinde otururken bir adam çıkageldi ve ona:
     - Ben tâ Medine’den buraya, Hz. Peygamber’den rivâyet ettiğini haber aldığım bir hadisi, senin ağzından duymak için geldim, dedi.
     O zaman Ebü’d-Derdâ radıyallahu anh ona:
     - Bir iş için mi geldin? Ticaret yapmak için mi geldin? diye defalarca sordu. Onun gerçekten de sadece hadis öğrenmek için geldiğini anlayınca sevindi ve bu ilim yolcusuna yaptığı işin değerini anlatmak üzere Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’den duyduğu şu hadîs-i şerîfi haber verdi:
     - “Kim ilim öğrenmek için yola çıkarsa, Allah Teâlâ ona cennet yolunu kolaylaştırır. Melekler, ilim öğrenenlerden hoşlandıkları için onlara kanat gererler. Göklerde ve yerde bulunan varlıklar, hatta sudaki balıklar bile âlimlerin bağışlanması için Allah’a yalvarırlar. Bir âlimin sadece ibadetle uğraşan bir kimseye üstünlüğü, on dördüncü gecesinde ayın diğer yıldızlara üstünlüğü gibidir. Âlimler peygamberlerin mirasçılarıdır. Peygamberler altın, gümüş değil, sadece ilmi miras bırakmışlardır. İşte bu ilim mirasına konan kimse, çok büyük bir kısmet kazanmış olur”
     (Ebû Dâvûd, İlim 1; Tirmizî, İlim 19. Ayrıca bk. 1379-1395. hadisler).
     İlim öğrenenlere meleklerin neden kanat gerdikleri, ilim yolcularının değerini ortaya koyan bu hadîs-i şerîf ile daha iyi öğrenilmiş oldu.
     Mestler üzerine nasıl mesh edileceğini henüz öğrenmemiş olan Zir, pek merak ettiği bu konuyu Safvân İbni Assâl’den sorup öğreniyor. Buna göre misafir olmayan, yâni evinin barkının bulunduğu yerde yaşayan bir kimse abdest alıp mestini giydikten sonra, yirmi dört saat boyunca, her abdest aldığında mestlerine mesh edebilecektir. Küçük veya büyük abdeste çıkmak mestlere mesh etmeye engel değildir. Yalnız boy abdesti almak gerektiğinde mestler mutlaka çıkarılacak, boy abdesti aldıktan sonra tekrar giyilebilecektir.
     Yolculukta farz namazları bile yarıya düşürmek suretiyle kullarına kolaylık gösteren Allah Teâlâ, misafirlere, mestlere mesh etme konusunda da kolaylık lutfetmiştir. Onlar abdest alıp mestlerini giydikten sonra, isterlerse üç gün boyunca mestlerini hiç çıkarmadan abdest alıp ibadet edebileceklerdir. Boy abdesti almak gerektiğinde, onlar da mestlerini çıkaracaklardır.
     Sevgi konusu da Zirr İbni Hubeyş’in merak ettiği bir şeydir. Safvân’a bu konuda Peygamber Efendimiz’den bir hadis duyup duymadığını soruyor. Safvân İbni Assâl, Zirr’e Hz. Peygamber’den duyduğu hadisi söylemekle yetinmiyor; onu Efendimiz’den nasıl duyduğunu da anlatıyor.
     Buna göre, çölde yaşadığı için görgü ve nezâketten pek haberi olmayan bir bedevî, Peygamber aleyhisselâm’a merak ettiği bir konuyu sormak istiyor. Peygamber’e nasıl hitâb edileceğini bilmediği için de bağırarak “Yâ Muhammed!” diye sesleniyor.
     Safvân onu uyarıyor. Kur’ân-ı Kerîm’in bu nevi kaba davranışları yasakladığını ve: “Ey imân edenler! Seslerinizi Peygamber’in sesinden yüksek çıkarmayın” [Hucurât sûresi (49), 2] âyetinin geldiğini hatırlatmak istiyor. Fakat bütün bunları anlatmaya zamanı müsait olmadığı için kısaca sesini alçaltmasını tavsiye ediyor. Bedevî, sert mizacı sebebiyle, öğrenmek istediği konuyu sormasına kimsenin engel olamayacağını anlatmak için “Vallahi sesimi kısmam” diye bir de yemin ediyor.
     Ümmetine son derece merhametli olan sevgili Efendimiz, sözünü ettiğimiz âyet-i kerîmeden bedevînin haberi olmadığını anlıyor ve günahkâr olmasını arzu etmediği için o da sesini bedevininkine benzeterek “Gel bakalım!” diye sesleniyor. Bedevî kendi yetersiz ibadetlerini hatırlayarak, âhirette Hz. Peygamber’le ve onun aziz sahâbîleriyle beraber olamayacağını düşünerek problemini dile getiriyor:
     - Birilerini seven, ama onlarla beraber olacak kadar iyiliği bulunmayan kimse hakkında ne dersin? diye soruyor.
     Resûl-i Ekrem Efendimiz’in cevabı, mü’min gönüllere derin hazlar ve büyük ümidler verecek sıcaklıktadır:
     - “Bir kimse, kıyamet gününde, sevdikleriyle beraberdir.”
     369 - 371 numaralı hadislerde üç büyük sahâbîden ayrı ayrı rivayet edildiğini göreceğimiz bu hadîs-i şerîf, Peygamber sevgisinin insanı ne yüce makamlara çıkaracağını gösteriyor. Enes İbni Mâlik’in rivayetine göre bedevînin biri Resûl-i Ekrem’e:
     - Kıyamet ne zaman kopacak? dedi.
     Fahr-i Cihân Efendimiz de ona:
     - “Kıyamet için ne hazırladın?” diye sorunca, bedevî:
     - Allah ve Peygamber sevgisini hazırladım, cevabını verdi.
     O zaman Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem:
     - “Öyleyse sevdiğinle berabersin”, buyurdu.
     O bedevilerden Allah razı olsun. Şayet zihinlerine takılan bu soruları sormasalardı, nice yanık gönüller böylesine serinlemeyecek, ümid ışığıyla canlanmayacaktı.
     Bu hadîs-i şerîfi duydukları zaman ashâb-ı kirâm da çok sevinmişlerdi. Hatta Enes radıyallahu anh’ın söylediğine göre, İslâmiyet’le şereflendikten sonra hiçbir şeye böylesine sevinmemişlerdi. Enes sevincini şöyle dile getirmişti:
     “Ben Allah’ı, Resûlünü, Ebû Bekir’i ve Ömer’i seviyorum. Onların yaptığı ibadetleri ve güzel hareketleri yapamasam bile onlarla beraber olmayı umuyorum.”
     Demekki sevgi ve muhabbet, hasta gönülleri diriltecek, ulaşılması zor hedeflere insanı emniyetle iletecek üstün bir güce sahiptir.
     Ne mutlu Allah’ı ve Resûlullah’ı gönülden sevenlere!..

     Tövbenin kabûlü ve zamanı:
     Birçok müjdeyle dolu olan hadîs-i şerîfin bu bahiste yer almasının sebebi, sonundaki tövbeyle ilgili sevindirici haberdir. Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem, şimdiye kadar gördüklerimizden farklı bir hadîs-i şerîfle, tövbeleri Allah Teâlâ’nın her zaman kabul edeceğini anlatıyor.
     Buna göre; Allah Teâlâ, gökleri ve yeri yarattığı zaman, Efendimiz’in “batı” diye ifade buyurduğu tarafta geniş bir kapı yaratmıştır. Bu kapının iki kanadının arası, râvinin tereddütlü bir ifadeyle söylediğine göre, yaya veya atlı bir yolcunun kırk yılda veya yetmiş yılda ancak varabileceği kadar geniştir. Bu kapı tövbe kapısıdır. Günahkâr kulların yapacağı tövbe, hiçbir engele çarpmadan Allah Teâlâ’nın yüce huzuruna rahatlıkla varabilecektir. Bu sebeple hiçbir kimse, acaba benim Cenâb-ı Hakk’a sunduğum tövbem ona varmış mıdır? diye endişe etmemelidir.
     Tövbenin zamanı ve süresi yoktur. “Güneş battığı yerden doğuncaya kadar o kapı kapanmayacaktır” ifadesiyle, kıyamet kopana kadar insanların tövbe edebileceği anlatılmak istenmiştir. Bu bir müjdedir. Allah Teâlâ’nın kullarına olan sevgi ve merhametinin sonsuzluğunu göstermektedir.
     Tövbe süresinin bu kadar geniş tutulması, bizi hiçbir zaman tenbelliğe sevk etmemelidir. Tövbe edebilmek için önümüzde daha nice zaman bulunduğu aldatmacasına kapılmamalıyız. Günahlara düşkün nefsimiz, bizi böyle aldatır. Ecelin ne zaman kapımızı çalacağını bilmediğimizi, hiçbir zaman da bilemeyeceğimizi hatırdan çıkarmamalı, ilk fırsatta tövbe etmeye bakmalıyız.

     Hadisten Öğrendiklerimiz
1. Allah Teâlâ’nın tövbe kapısını ardına kadar açması, kullarına olan sonsuz merhametini, onların ebedî kurtuluşa ermesini arzu ettiğini bütün açıklığı ile göstermektedir.
2. İlim öğrenmek ve öğretmek Allah Teâlâ’yı memnun eden değerli bir meşgaledir. Bu sebeple ashâb-ı kirâm ve tâbiîn ilim tahsiline büyük önem vermişlerdir.3. İnsan bilmediği şeyleri öğrenmeye çalışmalı ve o konuyu iyi bilen birini bulup sormalıdır.
4. Mestler üzerine meshetme kolaylığı, İslâmiyet’in müsamaha dini olduğunu göstermektedir.
5. Kendilerinden ilim öğrenilen büyüklerin huzurunda saygılı davranmalı, sesini gereğinden fazla yükseltmemelidir.
6. Bilgisizliği sebebiyle hata edenlere kızmamalı, ne yapmaları gerektiğini onlara sabırla öğretmelidir.
7. İnsanlara karşı anlayışlı olma ve onlara seviyelerine göre davranma hususunda Peygamber Efendimiz örnek alınmalıdır.
8. İyi insanlarla beraber olmaya, onların sohbetinde bulunmaya gayret etmeli, onları sevmelidir. Kötü olduğu bilinen kimselerden uzak durmalı, onların sohbetlerine katılmamalıdır. Üzüm üzüme baka baka kararır atasözünün ifade ettiği gerçek unutulmamalıdır.
9. Sevginin gereği, sevilen gibi olmaya çalışmak ve davranışlarında onu örnek almaktır.
10. İnsanlara öğüt veren kimseler, güzel vaadler ve müjdelerle onları ümitlendirmeli, onlara kolaylıklar göstermelidir.

8 Nisan 2013 Pazartesi

İSLAM TARİHİ / Mukavkıs'ın İslâma Dâvet Edilmesi

İSLAM TARİHİ
Mukavkıs'ın İslâma Dâvet Edilmesi

     (Hicret’in 7. senesi Muharrem ayı / Milâdî 628)
     Bu tarihte, ashaptan Hâtıb b. Ebî Beltaa, Peygamber Efendimiz­den aldığı Mukavkıs’a hitaben yazılmış İslam’a davet mektubuyla Mı­sır’a doğru yola çıktı. Gece gündüz yoluna devam eden Hz. Ha­tıb, o sırada İskenderiye’de bu­lu­nan Mukav­kıs’a Resûl-i Ekrem Efendimizin mübarek mek­tubunu sundu. Hü­kümdarın okuttuğu mek­tupta Resûl-i Ekrem Efendimiz ona hitaben şunları ya­zı­yordu:
     “Bismillahirrahmânirrahîm!
     Allah’ın kulu ve Resûlü Muhammed’den, Kıbtîlerin Bü­yüğü Mukavkıs’a!
     Hidayet yoluna uyanlara selam olsun!
     Bu dua ve temenniden sonra ben, seni İslam’a davet ediyorum. Müslüman ol ki selamete eresin. Müslüman ol ki Allah ecrini, mükâfatını iki kat versin. Eğer bu davetim­den yüz çevirirsen, Kıb­tî­le­rin günahı senin boynuna olsun!
     ‘De ki: Ey ehl-i kitap! Bizimle sizin aranızda müsâvî ve müşterek olan bir söze geliniz: Allah’tan başkasına ibadet etmeyelim ve O’na hiçbir şeyi ortak koşmayalım. Allah’ı bırakıp da birbirimizi Rabler edinmeyelim.’ Eğer yüz çevi­rirlerse, siz de onlara, ‘Şahit olun; biz, muhakkak, Müs­lümanlarız’ deyiniz.” (Âl-i İmrân, 64) [1]
     Mektup okunup bitince, Mukavkıs, “Hayırlı olsun!” dedi ve elçi Hz. Hatıb’a izzet-ü ikramda bulundu; sonra da, Ser­ver-i Kâinat Efen­dimizin mübarek mek­tubunu fil dişinden bir kutu içine koyup kutuyu mühürledi. [2]
     Mukavkıs’ın İkrarı
     Bir gece vakti Mukavkıs, Hâtıb b. Ebî Beltaa’yı huzuruna çağırttı. Yanla­rında sadece tercüman bulunuyordu. Uzun uzadıya konuştuktan sonra, Mukavkıs, sonunda, Mü­s­lüman olmadığı halde, Peygamber Efendimizin risâ­letini ikrar edip şöyle konuştu:
     “Ben, bir peygamberin daha geleceğini biliyordum; lâkin Şam’­dan çıkaca­ğını tahmin ediyordum. Çünkü daha evvelki peygamberlerin çoğu oradan zu­hur etmişlerdi. Gerçi, son peygamberin Arabistan’da, sertlik, darlık yoksulluk ülkesinde çı­kacağını da ki­taplarda görmüştüm!
     Allah’ın kitabında sıfatlarını yazılı bulduğumuz peygamberin ortaya çık­ma zamanı da tam bu zamandır.
     Fakat ona uymak hususunda, Kıbtîler beni dinlemezler! Ben, sal­tanatım­dan ayrılmaya da kıyamayacağım! O peygamber, memleketlere hâkim olacak, kendisinden sonra da sahabe­leri bu meydanlarımıza kadar gelip yer­leşeceklerdir; sonunda şuradakilere ga­lip geleceklerdir.” [3]

     Bu konuşmasıyla Pey­gam­be­ri­mizin risâletini ikrar eden Mu­kavkıs, ne yazık ki “saltanatı elinden gider” endişesiyle ne hal­kına olup bitenlerden bahsetti ve ne de Müslüman oldu; [4] saltanat, hükümdarlık sevgisi, onu iman saadetin­den mahrum bıraktı!

     Mukavkıs’ın, Pey­gam­be­ri­mize Mektup ve Hediyeleri
     Dünya saltanatının sevgi ve muhabbeti gönlünde ağır basıp iman etmeye yanaşmayan Mukavkıs, bununla beraber Peygamber Efendimize bir mektup ile bazı kıymetli hediyeler ve iki de cariye gön­derdi. [5]
     Bütün bunlardan sonra Hz. Hâtıb b. Ebî Beltaa’yı İskenderiye’den uğurla­yan Mukavkıs, ona, “Sakın, Kıbtîler, senin ağzından tek bir kelime bile işitme­sinler!” dedi. [6]
     Mukavkıs’ın Resûl-i Ekrem Efendimize gönderdiği iki cariye, Mâ­riye ile kız kardeşi Sîrîn idi. Hâtıb b. Ebî Beltaa Hazretleri, onlara yolda İslamiyeti anlattı ve Müslüman olmalarını teklif edince, Müslüman oldular.
     Daha sonra Peygamber Efendimiz, Hz. Mâriye’yi kendisine nikâhlayıp zev­celiğe aldı; Sîrin’i ise, şâiri Hassan b. Sâbit (r.a.) ile nikahladı. [7]

     Mukavkıs’tan gelen diğer hediyeler ise şunlardı:
* Ak tüylü bir katırla bir merkep,
* Bin miskal altın,
* Yirmi kat Mısır işi ince elbise,
* Billûr bir bardak,
* Kokulu bal, misk gibi güzel kokular v.s... [8]
     Hediye gelen katıra “Düldül”, merkebe ise “Ufeyr” adı takıldı.
     Hâtıb b. Ebî Beltaa, Medine’de
     Mukavkıs’ın ülkesinde beş gün kadar kaldıktan sonra oradan ayrılan Hâtıb b. Ebî Beltaa, Medine’ye gelip Resûl-i Ekrem’in huzuruna çıkarak, olup biten­leri anlattı ve Mukavkıs’ın mektubu ile gönderdiği hediyeleri takdim etti.
     Mukavkıs, cevabî mektubunda şöyle diyordu:
     Muhammed b. Abdullah’a, Kıbtîlerin Büyüğü Mukav­kıs’­­tan!
     Selam olsun sana!
     Bundan sonra derim ki: Mektubunu aldım, okudum. Mektubunda zikrettiğin ve beni davet ettiğin şeyleri anladım. Gelecek bir peygamber daha kaldığını biliyordum; ancak onun Şam’dan zuhur edeceğini tahmin ediyordum! Elçini ağırladım. Sana Kıbtîlerin yanında mevkileri yük­sek iki cariye ile el­biseler gönderdim; binmen için de sana bir katır hediye ettim. Selam olsun sana!” [9]
     Mektup okunup bitince, Peygamber Efendimiz, “Bedbaht adam! Saltanatına kı­yamadı; fakat üzerinde titrediği saltanatı, kendisine kalmayacaktır!” [10] bu­yurdu.

     Pey­gam­be­ri­mizin, Mukavkıs’a Gönderdiğin Mektubun Aslı
     Resûl-i Ekrem Efendimizin, Mukavkıs’a gönderdiği mübarek mek­tupları, ha­len İstanbul Topkapı Sarayı Müzesi Mukaddes Ema­net­ler Bölümü’nde muha­faza edilmektedir.
     Mektup, Hicret’in 1267 senesinde Mısır’ın Ahmim beldesinde bulunan eski bir manastırdaki Kıbt kitapları arasında olduğu anlaşılmış, bunun üzerine Sul­tan Abdül­me­cid Han tarafından satın alınarak İstanbul’a getirtilmişti.
     Bu mübarek mektup, 16x19 cm ebadında, kahverengi bir deri üzerine siyah mürekkeple yazılmıştır ve on iki satırdan ibarettir.
     Mektubun altında Resûl-i Ekrem Efendimizin mührü bulunmaktadır.
     Mektupta yer yer güve yenikleri ve delikleri de vardır. [11]
_____________________________________________________________________
Dip Notlar:


[1] İbn Kayyim, Zâdü’l-Meâd, c. 3, s. 72; Halebî, İnsanü’l-Uyûn, c. 3, s. 295-296.
[2] İbn Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 260; İbn Seyyid, Uyûnü’l-Eser, c. 2, s. 266.
[3] İbn Sa’d, a.g.e., c. 1, s. 260; İbn Seyyid, a.g.e., c. 2, s. 266.
[4] İbn Sa’d, a.g.e., c. 1, s. 260; İbn Seyyid, a.g.e., c. 2, s. 266. Halebî, a.g.e., c. 3, s. 296-297.
[5] İbn Seyyid, a.g.e., c. 2, s. 266.
[6] İbn Seyyid, a.g.e., c. 2, s. 266.
[7] İbn Sa’d, a.g.e., c. 8, s. 212-213.
[8] İbn Sa’d, a.g.e., c. 1, s. 485; Halebî, a.g.e., c. 3, s. 297.
[9] İbn Sa’d, a.g.e., c. 1, s. 260; İbn Kayyim, Zâdü’l-Meâd, c. 2, s. 72; İbn Seyyid, Uyûnü’l-Eser, c. 3, s. 266.
[10] İbn Sa’d, a.g.e., c. 1, s. 261; Halebî, a.g.e., c. 3, s. 266.
[11] Tahsin Öz, Hırka-i Saadet Dairesi ve Emanet-i Mübareke, s. 29-30.
Kainatın Efendisi, Hz. Muhammed (sav.)
Yazar: Salih Suruç

Kitap Tanıtımı ღ💗ღ Yazar Şüheda Derya Terzi ❀💗❀ A'MAK-I ERVAH

  Kitap Özgün <kitapokuyalim@gmail.com> okunmadı, 00:18 (10 dakika önce)     alıcı gonulerleri@googlegroups.com      2007 de birkaç...