14 Nisan 2013 Pazar

CENNET KONULU HADİS-İ ŞERİFLER (2)

C E N N E T
KÜTÜB-İ SİTTE'DE KAYITLI
CENNET KONULU
HADİS-İ ŞERİFLER (2)
     5070  - Hz. Ebu Hureyre radıyallahu anh anlatıyor:
     "Cennette hiçbir ağaç yoktur ki gövdesi, altından olmasın."
     Tirmizi, Cennet 1, (2527).

     5071  - Yine Ebu Hureyre radıyallahu anh anlatıyor: "Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki:
     "Cennette, yay kadar bir yer, güneşin üzerine doğduğu veya battığı şeyden (dünyadan) daha hayırlıdır."
     Buhari, Bed'ü'l-Halk 8, Tefsir, Vakı'a 1; Müslim, Cennet 6, (2826); Tirmizi, Cennet 1, (2525).
     Tirmizi, Hz. Enes'ten şu ziyadede bulunmuştur: "Sizden birinizin yayı kadar veya kamçısı kadar cennetteki bir yer, dünya ve içindekilerden daha hayırlıdır. Cennet ehlinden bir kadın, arz ehline görünecek olsa, dünya ve içindekileri aydınlatır, arzla semâ arasını güzel koku ile doldururdu, onun başörtüsü dünya ve içindekilerden daha hayırlıdır."

     5072  - Sa'd İbnu Ebi Vakkâs radıyallahu anh anlatıyor:
     "Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: "Cennette olan şeyden bir tırnağın azalttığı miktar, semavat ve dünya arasında dört ciheti de tezyin etmiş olarak görünürdü. Eğer cennet ehlinden bir adam dünya ehline zuhûr etse ve bilezikleri görünse o(nun şavkı) güneşin ziyasını bastırırdı, tıpkı güneşin, yıldızların ziyasını bastırması gibi."
     Tirmizi, Cennet 7, (2541).

     5073  - Hz. Enes radıyallahu anh anlatıyor: "Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki:
     "Sidretü'l-Müntehâ'ya çıkarıldım. Orada dört nehir gördüm: İki nehir zâhirdi, iki nehir de bâtın. Zâhir olan iki nehir Nil ve Fırat nehirleriydi. Bâtın olanlar da cennetin iki nehri idi."
     Buhari, Eşribe 12; Müslim, İman 264, (164).

     5074  - Hz. Büreyde radıyallahu anh anlatıyor: "Bir adam Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm'a: "Cennette at var mı?" diye sordu. Aleyhissalatu vesselam da:
     "Allah Teâla Hazretleri seni cennete koyduğu takdirde, kızıl yâkuttan bir at üzerinde orada dolaşmak isteyecek olsan, o seni istediğin her yere uçuracaktır" buyurdular. Bunun üzerine diğer biri de:
     "Cennette deve var mı?" diye sordu. Ama buna Aleyhissalatu vesselam öncekine söylediği gibi söylemedi. Şöyle buyurdular:
     "Eğer Allah seni cennete koyarsa, orada canının her çektiği, gözünün her hoşlandığı şey bulunacaktır."
     Tirmizi, Cennet 11, (2546).

     5075  - Hz. Ali radıyallahu anh anlatıyor: "Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki:
     "Cennette siyah gözlülerin (hurilerin) toplanma yerleri vardır. Orada, benzerini mahlukâtın hiç işitmediği güzel bir sesle şarkı okurlar ve şöyle söylerler:
     "Bizler ebedileriz, hiç ölmeyiz!
     Bizler nimetlere mazharız, fakr bilmeyiz!
     Rabbimizden razıyız, mükedder olmayız!
     Kendisinin olduğumuz beylerimize ne mutlu!"
     Tirmizi, Cennet 24, (2567).

     5076  - Hz. Enes radıyallahu anh anlatıyor: "Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki:
     "Cennet ehlinin bir çarşısı vardır. Her cuma oraya gelirler. Derken kuzey rüzgârı eser, elbiselerini ve yüzlerini okşar. Bunun tesiriyle hüsün ve cemalleri artar. Böylece ailelerine, daha da güzelleşmiş olarak dönerler. Hanımları:
     "Vallahi, bizden ayrıldıktan sonra sizin cemal ve güzelliğiniz artmış!" derler. Erkekler de:
     "Sizler de, Allah'a kasem olsun, bizden sonra çok daha güzelleşmişsiniz!" derler."
     Müslim, Cennet 13, (2833).

     5077  - Hz. Ali radıyallahu anh anlatıyor: "Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki:
     "Cennette bir çarşı vardır. Ancak orada ne alış, ne de satış vardır. Sadece erkek ve kadın sûretleri vardır. Erkek bunlardan bir suret arzu ederse o sûrete girer."
     Tirmizi, Cennet 15, (2553).

İSLAM TARİHİ / KİSRÂ'NIN İSLÂMA DÂVET EDİLMESİ

İSLAM TARİHİ
KİSRÂ'NIN İSLÂMA DÂVET EDİLMESİ

     (Hicret’in 7. senesi Muharrem ayı / Milâdî 628)
     Hükümdarları İslam’a davet kararı alan Resûl-i Kibriya Efendimiz, ashap­tan Abdullah b. Huzafe’yi de İran Kisrâsı Per­viz b. Hürmüz’e elçi olarak gön­derdi.
     İran’a varıp, saraya kabul edilen Hz. Abdullah b. Hu­zafe, Pey­gam­be­ri­mizin İslam’a davet mektubunu bizzat Kis­râ Per­viz’in eline teslim etti. Kisrâ, mek­tubu kâtibine okut­tu:
     “Bismillahirrahmânirrahîm!
     “Allah Resûlü Muhammed’den Farsların Büyüğü Kis­râ’­ya!”
     Bu hitap, Kisrâ’yı son derece hiddetlendirdi. Mektubun devamının okunması­na müsaade etmeden ve muhtevasını öğrenmeden, “Şuna bak! Be­nim kulum, kölem olan kişi, (hâşâ) kalkıyor da bana mektup yazıyor!” diyerek Hz. Re­­sû­lul­lah’ın mübarek mektubunu alıp ortadan küstahça yırt­tı; [1] sonra da had­dini aşarak, elçi Abdullah b. Hu­za­fe’­ye, “Mülk ve saltanat bana mahsustur! Be­nim bu husus­ta ne yenilgiye uğramaktan, ne de bana ortak çıkacağından asla endişem ve korkum yoktur! Firavun, İsrailoğullarına hâkim olmuş­tu! Siz, on­lardan daha güçlü değilsiniz! Sizi derhal hâkimiyetim altına almaya engel ola­cak ne var? Ben, Firavun’dan daha iyi ve güçlüyümdür!” diye hitap etti ve onu adamları vasıtasıyla dışarıya çıkarttırdı. [2]

     Abdullah b. Huzafe’nin Medine’ye Dönüşü
     Hz. Abdullah b. Huzafe, Peygamber Efendimizin İslam’a davet mektubunu Kisrâ’ya vermekle vazifesini yerine getirmişti. Bu sebeple, saraydan çıkartılır çı­kartılmaz hemen bineğine atlayarak Me­dine’nin yolunu tuttu.
     O sırada Kisrâ’nın öfkesi bir nebze dinmiş olacak ki onu bulup getirmelerini adamlarına emretti. Ancak Hz. Abdullah çoktan oradan uzaklaşmıştı.
     Medine’ye gelen Hz. Abdullah, Resûl-i Kibriya Efendimizin huzuruna çıktı. Olup bitenleri haber verdi. Resûl-i Ekrem Efendimiz, “Yâ Rabbi! Nasıl o benim mektubumu parçaladı, sen de onu ve onun mülkünü parçala!” diye Kis­râ’­ya beddua etti. [3]
     Bu bedduanın tesiriyledir ki Kisrâ Perviz’in oğlu Şî­re­veyh, hançerle onu par­çaladı. Sa’d İbni Ebî Vakkas Haz­ret­leri ise, İran saltanatını paramparça etti. Sasanîye dev­le­tinin hiçbir yerde şevketi kalmadı. [4]

     Pey­gam­be­ri­mizin Gönderdiği Mektup
     Resûl-i Ekrem Efendimizin İran Kisrâsı Hüsrev Per­viz’e gönderdiği İslam’a davet mektubunun tam metni şöy­leydi:
     “Bismillahirrahmânirrahîm!
     “Allah’ın Resûlü Muhammed’den Farsların Büyüğü Kis­râ’­ya!
     “Doğru yola gidenlere, Allah’a ve Peygamberine iman edenlere, bir Al­lah’tan başka ilâh olmadığına, O’nun hiçbir ortağı da bulunmadığına ve Mu­hammed’in O’nun kulu ve Resûlü olduğuna şe­hâ­det edenlere selam olsun!
     “Ben, seni Allah’ın dinine [İslam’a] davet ediyorum; çün­kü ben, bütün in­san­lara ‘hayatı olan kişilere (gelecek teh­likeleri) haber ver­mek ve kâfirlere o söz hak olmak için (azap sözü gerçekleşmesi için)’ (Yâsin, 70) peygamber ola­rak gönderildim.
     “Müslüman ol ki selamete eresin! Eğer davetimden yüz çevirirsen, Mecusi kavminin günahı senin boynuna olsun!” [5]
     Kisrânın, Yemen Vâlisine Emri
     Kisrâ, Efendimizin mübarek mektubunu yırtmakla da hiddet ve hırsını din­di­rememişti; Yemen Vâlisi Bâzân’a, “Duyduğuma göre, Ku­reyş’ten biri or­taya çıkmış, peygam­ber­lik dava ediyormuş! Sen, güçlü kuvvetli adamlarından iki­si­ni gönder; onu bağlayıp getirsinler!” diye haber gönderdi. [6]
     Bâzân, emri yerine getirmede gecikmedi: Peygamber Efendimize iki kişi gön­derdi; ellerine de, Efendimizin gidip Kisrâ’­ya teslim olmasını emreden bir mektup verdi!
     Babeveyh ve Hurre Husre adındaki bu adamlar, Medine’ye gelerek, Resûl-i Ekrem Efendimizin huzuruna çıktılar. Baba­veyh, Efendimize hitaben, “Kisrâ, Vâli Bâzân’a yazı yazıp, seni kendisine ge­tirmek üzere sana adam gönderme­sini emretti. Bâzân da beni sana gönderdi. Eğer benimle gelirsen, Yemen Vâlisi, Kisrâ’ya senin lehinde mektup yazar, seni bağışlatır; eğer benimle birlikte gel­mekten çekinirsen, Kisrâ seni de, senin kavmini de yok eder, mem­le­ketini de yıkar!” dedikten sonra, Bâzân’ın mektubu­nu verdi. [7]
     Resûl-i Ekrem Efendimiz, Babeveyh’in anlattıklarını ve mektubun muhte­vasını öğrendikten sonra gülümsedi; son­ra da onları İslamiyete davet etti.
     Elçiler, Efendimizin huzurunda mânevî heybetinden dolayı tir tir titriyor­lardı; fakat bunu hissettirmemek için cesaretli konuşmaya çalışıyorlardı.
     Peygamber Efendimiz sadece, “Ne yapmak istediğimi yarın size haber veri­rim” deyip onları huzurundan çıkardı. [8]
     Ertesi gün Resûl-i Kibriya Efendimiz, vahiyle gelen şu ha­beri onlara iletti:
     “Yüce Allah, Kisrâ’ya, oğlu Şîreveyh’i musallat kıldı; Şî­re­veyh, onu filan ayda, filan gecede ve gecenin de filan saatinde öldürdü!” [9]
     Bu haber karşısında elçiler, şaşırıp kaldılar.
     Peygamber Efendimiz, ayrıca onlara hitaben, “Bâzân’a deyiniz ki: ‘Benim di­nim ve hâkimiyetim, Kisrâ’nın mülk ve saltanatının ulaştığı yerlere kadar ula­­şacaktır!’ Yine ona deyiniz ki: ‘Eğer sen Müslüman olursan, şu anda idare et­mekte olduğun yerleri sana vereceğim; seni, Eb­na­lar’­dan (Güney Arabis­tan’da yerleşen İranlılar) meydana gelen kavme hükümdar yapacağım!’” [10] diye buyurdu.
     Bunun üzerine, Bâzân’ın adamları Yemen’e döndüler; olup bitenleri anlatıp, Pey­gam­be­ri­mizden görüp duyduklarını naklettiler.
     Vâli Bâzân, “Vallahi, bu, hükümdar sözü değildir; öyle sa­nıyorum ki bu zât, dediği gibi, bir peygamberdir!” [11] de­mekten kendini alamadı; sonra da, gönder­diği adamları­na, “Onu nasıl buldunuz?” diye sordu.
     Onlar, “Biz, ondan daha heybetli, hiçbir şeyden korkmayan ve muhâfızsız bulunan bir hükümdar görmedik! Mütevazı ve yaya olarak halk arasında yü­rüyordu!” cevabını verdiler.
     Bâzân, bir müddet beklemeyi uygun buldu; “Kisrâ hakkında söylemiş ol­duğu sözün neticesini bekleyelim. Eğer sözü doğru çıkarsa, o gerçekten Allah tarafından insanlara gönderilmiş bir peygam­berdir; şayet dediği doğru çık­mazsa, o zaman gereğini düşünürüz!” dedi. [12]
     Aradan birkaç gün gibi kısa bir zaman geçmişti ki Kisrâ’nın oğlu Şîre­veyh’ten, Bâzân’a şu mektup geldi:
     “Ben, Kisrâ’yı öldürdüm! Bu mektubum sana gelince, benim nâmıma halkın bîatını al! Kisrâ’nın sana yazı yaz­mış olduğu zât hakkında da, yeni bir emrim gelinceye kadar bekle ve hiçbir teşebbüse geçme!” [13]
     Hesap ettiler: Gördüler ki Perviz’in öldürülmesi, Fahr-i Âlem Efen­dimizin haber verdiği aynı günün gecesine ve gecenin de aynı saatine rastlıyor! [14]
     Bâzân’ın gönül âlemi, bu apaçık mucize karşısında birden aydınlandı! “Mu­hammed (a.s.m.), muhakkak, Allah tarafından insanlara gönderilmiş bir pey­gamberdir” diyerek Müslüman oldu. [15]
     Onu, Yemen’de oturan Ebnalar’ın Müslüman olması takip etti. [16]
     Bâzân, daha sonra da, Müslüman olduklarını, Resûl-i Ekrem Efendimize ha­ber verdi. Bu haberi alan Efendimiz, onu San’a Vâlisi tayin etti. Bu, Pey­gam­be­ri­mizin tayin ettiği ilk vâli idi ve İran vâlilerinden imana gelen ilk zâttı. [17]
     Pey­gam­be­ri­mizin Kisrâya Gönderdiği Mektubun Aslı
     Resûl-i Ekrem Efendimizin Kisrâ’ya gönderdiği mektubun aslı, 1962 yılının Kasım ayı sonlarına doğru, Lübnan Dışişleri Bakanlığı görevinde bulunmuş olan Mr. Henri Pharaon’un, Dr. Salahaddin el-Müneccid’e okutturmak için başvurması üzerine ortaya çıkmıştır. Vesikayı, Birinci Dün­ya Harbi’nin so­nunda Henri Pharaon’un babası, Şam’­da yüz elli altına satın almış ve mahiye­ti­ni bilemediğinden ve­ya açığa vurmak istemediğinden olacak ki gizli tut­muş­tur.
     Dr. Salahaddin el-Müneccid’in tarif ve tavsifine göre, bu mektup, parşömen üzerine yazılmıştır; ancak zamanla rengi değişmiş ve dokuması eskimiş yeşil bir kumaşa yapıştırılmıştır. Mahfaza, ayrıca camdan bir çerçeveyle muhafaza edilmiş olduğundan, parşömen oraya yapışık kalmıştır.
     Parşömen eski ve yumuşaktır, rengi koyu kahverengidir; sahife kenarları bu sebeple siyahlaşmıştır. Mektubun boyu 28 cm, eni ise 21,5 cm’dir. Mektubun ebadı, ince uzundur; fakat üst kısmı alt kısmından geniştir. Mektupta 15 satır vardır ve bunların uzunlukları yerine göre 21,2 cmile 21,5 cmarasında değişmektedir. Çizilen satırların altında daireyi andıran bir mühür izi vardır ve bunun çapı 3 cm’dir.
     Mektupta, yukarıdan aşağıya doğru akmış su izleri vardır. Bunlar, bazı yer­lerde (harfler veya) kelimeleri silmiş, bazı yerlerde mürekkep izini hafiflet­miş ve mührün ortasına doğru bulunan (RESÛL) kelimesindeki (R) harfi hâriç, mühürdeki yazıyı silmiştir.
     Mektubun yırtılmış olduğu anlaşılmaktadır. Nitekim yırtık, başlangıçtaki ufkî üçüncü satırdan bu satırın ortasına kadar gitmekte, sonra dikey olarak onuncu satıra kadar inmekte, böylece yır­tık izi tersine bir (L) harfi manzarası arz etmektedir.
     Ayrıca bu yırtık, mektubun yazıldığı parşömenden fark edi­le­bi­len ve daha sonraki devre âit deriden yapılma ince bir iplikle di­kil­miştir.
     Mektubun yazı karakteri, Hendek Savaşı sırasında Sel dağındaki grafit kaya üzerine yazılmış bulunan en eski yazı karakterine uy­mak­tadır. [18]
___________________________________________________________________
Dip Notlar:[1] İbn Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 260; Süheylî, Ravdü’l-Ünf, c. 6, s. 590; Taberî, Tarih, c. 3, s. 90; Hale­bî, İnsanü’l-Uyûn, c. 3, s. 291.
[2] Süheylî, Ravdü’l-Ünf, c. 6, s. 590.
[3] İbn Kayyim, Zâdü’l-Meâd, c. 3, s. 71.
[4] Babasını öldürüp yerine geçen Şîreveyh, ancak altı ay yaşayabilmiştir. Saltanatın verdiği ihti­rasla, kardeşlerini de öldürtmüştü. Kendisine halef olacak erkek evladı da bulunmadığından, halk Şîreveyh’in Buran adındaki kızını saltanat tahtına geçirmişti. Peygamber Efendimiz bunu duyunca, “Mukadderatını bir kadının eline veren millet, felâh bulmaz!” diye buyurmuşlardı. Bu veciz ifadele­riyle Resûl-i Ekrem Efendimiz, İslam’ın âmme hukukunun en mühim bir kaide­si­ni ortaya koymuş­tur. Bu kâideye göre, İslam hukukunda “âmme velâyeti” denilen devlet teş­ki­lâtı reisliği, ancak bir erkek vatandaş tarafından tem­sil olunur. Millet otoritesini temsil edecek olan bu mevkiye kadın se­çilemez; çünkü, kadının fıtratı birçok cihetten bu çok ağır vazifeyi yük­lenip yürütmeye müsait de­ğildir. Bu sebepledir ki İslam hukukunda kadının alış veriş, şe­hâ­det, şirket, vesayet, veraset, vekâlet, hibe gibi her türlü medenî akid ve tasarrufları, sâir mil­let­lerin hukukuna nisbetle en geniş ölçüde muteber ve ticarî sahadaki çalışması meşru olduğu hâl­de, devlet başkanlığına seçilebilmesi husu­sunda kadın için herhangi bir hak kabul edil­memiştir (Tecrid Tercemesi, c. 10. s. 450).
[5] İbn Kesir, Sîre, c. 3, s. 508; İbn Kayyim, a.g.e., c. 3, s. 71; Halebî, İnsanü’l-Uyûn, c. 3, s. 291.
[6] Taberî, Tarih, c. 3, s. 90.
[7] Taberî, a.g.e., c. 3, s. 90-91.
[8] İbn Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 260.
[9] İbn Sa’d, a.g.e., c. 1, s. 260; Taberî, a.g.e., c. 3, s. 91; Halebî, İnsanü’l-Uyûn, c. 3, s. 292.
[10] Taberî, a.g.e., c. 3, s. 91.
[11] Taberî, a.g.e., c. 3, s. 91.
[12] Taberî, a.g.e., c. 3, s. 91.
[13] Taberî, a.g.e., c. 3, s. 91.
[14] İbn Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 260.
[15] Taberî, a.g.e., c. 3, s. 91.
[16] Taberî, a.g.e., c. 3, s. 91.
[17] A. Cevdet Paşa, Kısas-ı Enbiya ve Tevarih-i Hülefa, c. 1, s. 182.
[18] Prof. M. Hamidullah, İslam Peygamberi, c. 1, s. 260-261.

KAİNATIN EFENDİSİ; Hz. Muhammed (sav.)
Yazar:  Salih Suruç

12 Nisan 2013 Cuma

CENNET KONULU HADİS-İ ŞERİFLER

C E N N E T
KÜTÜB-İ SİTTE'DE KAYITLI
CENNET KONULU HADİS-İ ŞERİFLER

     CENNETİN SIFATI
     5061  - Hz. Ebu Hureyre radıyallahu anh anlatıyor: "Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki:
     "Allah Teâla hazretleri ferman etti ki: "Ben Azimu'ş-Şân, salih kullarım için gözlerin görmediği, kulakların işitmediği ve insanın hayal ve hatırından hiç geçmeyen nimetler hazırladım."
     Ebu Hureyre ilaveten dedi ki: "Dilerseniz şu ayet-i kerimeyi okuyun. (Mealen): "Yaptıklarına karşılık Allah katında onlar için göz aydınlığı olacak ne mükâfaatların saklandığını kimse bilemez" (Secde 17).
     Buhari, Bed'ü'l-Halk 8, Tefsir, Secde 1, Tevhid 35; Müslim, Cennet 2, (2824); Tirmizi, Tefsir, (3195).

     5062  - Buhari, bir diğer rivayetinde şu ziyadeyi kaydeder: "Sehl İbnu Sa'd anlatıyor -deyip, hadisin aynısını kaydettikten sonra- der ki: "Muhammed İbnu Ka'b dedi ki: "Onlar Allah için ameli gizli tuttular. Allah da onların sevabını gizli tuttu. Kullar yanına gelince onları nimete boğacak."
     Hadis, bu muhtevada olarak Buhari'de değil, Hâkim'in el-Müstedrek'inde mevcuttur (2, 413-414).

     5063  - Yine Sa'd İbnu Sa'd radıyallahu anh anlatıyor: "Ey Allah'ın Resûlü dedim, insanlar neden yaratıldı?"
     "Sudan!" buyurdular.
     "Ya cennet?" dedim, o neden inşa edildi?"
     "Gümüş tuğladan ve altın tuğladan! Harcı da kokulu misk. Cennetin çakılları inci ve yakuttan, toprağı da zâferandır. Ona giren nimete mazhar olur, eziyet görmez, ebediyet kazanır, ölümle karşılaşmaz. Elbisesi eskimez, gençliği kaybolmaz."
     Aleyhissalâtu vesselâm sözlerine şöyle devam buyurdular: "Üç kişi vardır duaları reddedilmez (mutlaka kabul edilir):
     - Âdil imâm (devlet başkanı).
     - İftarını yaptığı zaman oruçlu.
     - Zulme uğrayanın duası.
     Allah, (mazlumun) duasını bulutların fevkine çıkarır ve onlara sema kapıları açılır ve Allah Teâla Hazretleri:
     "İzzetime yemin olsun! Vakti uzasa da, duanı mutlaka kabul edeceğim!" buyurur."
     Tirmizi, Cennet 2, (2528).

     5064  - Hz. Ebu Musa radıyallahu anh anlatıyor: "Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki:
     "Gümüşten iki cennet vardır. Kapları ve içinde bulunan diğer şeyleri de gümüştendir. Altından iki cennet vardır, kapları ve içlerinde bulunan diğer eşyaları da hep altındandır. Adn cennetinde, cennetliklerle Rablerini görmeleri arasında Allah'ın veçhindeki rıdâu'l-kibriyadan (büyüklük perdesinden) başka bir şey yoktur."
     Buhari, Tefsir, Rahman 1, 2, Bedu'l-Halk 8, Tevhid 24; Müslim, İman 180, (296); Tirmizi, Cennet 3, (2530).

     5065  - Yine aynı kaynaklarda şu rivayet gelmiştir: "Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki:
     "Cennette, mü'min için, içi boş tek bir inciden bir çadır vardır. -Bir rivayette- Genişliği altmış mildir. Her köşesinde bir refikası bulunur, hiçbiri diğerini görmez, mü'min bunların herbirini dolaşır."
     Buhari, Bed'ü'l-Halk 8, Tefsir, Rahman 1, 2, Tevhid 24; Müslim, Cennet 23, (2838); Tirmizi, Cennet 3, (2530).

     5066  - Hz. Ebu Hureyre radıyallahu anh anlatıyor: "Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki:
     "Cennette yüz derece vardır. Her iki derece arasında yüz yıl(lık yürüme mesafesi) vardır."
     Tirmizi, Cennet 4, (2531).

     5067  - Ubâde İbnu's-Sâmit radıyallahu anh anlatıyor: "Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki:
     "Cennette yüz derece vardır. Her bir derecenin diğer derece ile arası, sema ile arz arası kadar geniştir. Firdevs bunların en yukarıda olanıdır. Cennetin dört nehri buradan çıkar. Bunun üstünde Arş vardır. Allah'tan cennet istediğiniz vakit Firdevs'i isteyin."
     Tirmizi, Cennet 4, (2533).

     5068  - Ebu Said radıyallahu anh anlatıyor: "Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki:
     "Cennette yüz derece vardır. Bütün alemler bunlardan birinin içinde toplansalar, hepsini de kuşatır, istiab eder."
     Tirmizi, Cennet 4, (2534).

     5069  - Hz. Enes radıyallahu anh anlatıyor: "Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki:
     "Cennette bir ağaç vardır ki, binekli bir kimse yüz yıl gölgesinde yürüse onu katedemez. İsterseniz şu ayeti okuyun: (Mealen) "Daimi gölgededirler, çağlayıp duran su başlarındadırlar" (Vâkı'a 30-31).
     Tirmizi, Tefsir, Vakıa, (3289), Cennet 1, (2525).

İSLAM İLMİHALİ / ZEKÂT / ZEKÂTA TÂBİ MALLAR (1)

İSLAM İLMİHALİ
Dokuzuncu Bölüm
ZEKÂT
Dördüncü Konu
ZEKÂTA TÂBİ MALLAR (1)

     Zekât konusundaki fıkhî tartışmalar, zekâtın vücûb ve sıhhat şartları konusundan ziyade hangi malların ne ölçüde zekâta tâbi olacağı konusunda yoğunlaşır. Bunun belki de en başta gelen sebebi, mal ve zenginlik kavramlarının, ekonomik değer taşıyan malların dönemden döneme, toplumdan topluma değişmekte oluşudur. Kur'ân-ı Kerîm'de insanların önem ve ekonomik değer atfettikleri bazı mallar değişik vesilelerle zikredilse bile hangi mallardan ne ölçüde zekât alınacağına ilişkin bir sayım ve açıklama yer almaz.
     Hz. Peygamber'in ve sahâbenin uygulamasında bazı malların zekâta tâbi tutulduğu ve bunlar için belli bir alt sınır ve zekât oranı belirlendiği, bazı malların da zekâta tâbi tutulmadığı bilinmektedir. İleri dönemde oluşan fıkıh doktrini de bu bilgiler etrafında oluşmuştur. Ancak Hz. Peygamber ve sahâbe döneminin uygulamalarında hareket noktasının, o dönem İslâm toplumunun mal ve ekonomik değer ölçüleri olduğu da göz ardı edilmemelidir. Böyle olunca bu bilgi ve ölçülerin, mal ve ekonomik değer kavramının eski dönemlere göre bir hayli değiştiği günümüz toplumlarına güncelleştirilerek getirilmesi, zekâtın mâna ve gayesine daha uygun bir yaklaşım olacaktır.
     Burada zekâta tâbi mallar konusunda ağırlıklı olarak klasik fıkıh kitaplarındaki bilgilere yer verilecek ve bundan hareketle güncel problemlerin çözümüne ışık tutulmaya çalışılacaktır.

     A) ALTIN ve GÜMÜŞ
     Kur'an'da insanların dünya malına olan aşırı düşkünlüğü sürekli kınanır, zenginlerin ihtiyaç sahipleri için harcama yapması, infakta bulunması istenir. Altın ve gümüş âdeta dünya malını simgelediği için bu bağlamda sıkça zikredilmiştir.     Hz. Peygamber ve onu takip eden Hulefâ-yi Râşidîn ve Emevîler devirlerinde piyasada tedavülde olan para, dirhem (gümüş) ve dinar (altın) adı verilen paralar idi. Ayrıca külçe halinde altın ve gümüşler de ödemeler için kullanılıyordu.
     Bu itibarla altın-gümüş paradan zekât yükümlülüğü konusu;
     a) Mübâdele aracı olması bakımından nakit veya külçe altın ve gümüş,
     b) Altın ve gümüşten yapılan ziynet eşyası,
     c) Günümüzdeki paralar olmak üzere üç ayrı alt başlıkta ele alınabilir.

     Mübâdele Aracı Olması Bakımından Nakit veya Külçe
     Altın ve Gümüş
     Hadis kitaplarının ittifak halinde Ebû Saîd el-Hudrî'den rivayet ettikleri bir hadiste Hz. Peygamber 5 ukiyeden (=200 dirhem) az olan gümüşte zekât yükümlülüğünün olmadığını (Buhârî, Zekât, 32); ayrıca başka bir rivayette de gerek para, gerekse külçe halindeki gümüşün 1/40 (% 2,5) nisbetinde zekâta tâbi olduğunu bildirmiştir (Buhârî, Zekât, 38). Böylece Hz. Peygamber tarafından gümüşün zekât nisabı 200 dirhem, nisbeti de 1/40 (% 2.5) olarak tayin edilmiştir.
     Gümüşün nisab ve nisbetlerini bildiren hadisler kadar meşhur olmamakla birlikte hadis mecmualarında altının nisab ve nisbetini bildiren hadisler de yer almaktadır. Hz. Ömer ve Hz. Ali'nin her 20 dinar altından 1/2 dinar zekât aldığı rivayet edilir (Ebû Ubeyd, el-Emvâl, nr. 1107, 1167).
     Bu bilgi ve rivayetleri esas alan mezhep imamları gümüşün zekât nisabının 200 dirhem, altının nisabının 20 miskal, her ikisinin de zekât nisbetlerinin 1/40 (% 2,5) olduğunda görüş birliğine varmışlardır.

     Dirhem ve dinarların bugünkü ölçülerle ağırlıkları:
     Fıkıh ve tarih kitapları dirhem ve dinarların ağırlıklarının arpa, buğday, hardal gibi hububatla tesbit edildiğini, altın para birimi dinarla, miskalin eşit ağırlıkta olduklarını kaydederler. Ayrıca dirhemle dinar arasında -her 7 dinarın 10 dirheme eşitliği gibi- aritmetik bir bağın bulunduğunu bildirirler. Dirhem ve dinarın ağırlıklarının hububatla tesbiti, o dönemin şartları açısından kolay ve pratik bir çözüm olmakla birlikte, bu durum ileriki dönemlerde dirhem ve dinarın başka ölçü birimlerine dönüştürülmesi sırasında ufak bazı farklılıkların çıkmasına sebep olmuştur.
     200 dirhem gümüş ve 20 miskal altın için, Din İşleri Yüksek Kurulu, nisabın esas alınmasında 20 miskal altının 80,18 gr, 200 dirhem gümüşün ise 561,2 gram olmasını esas almıştır.
     Altın ve gümüş bu nisab miktarına ulaşınca zekâta tâbi olur ve 1/40 (kırkta bir) nisbetinin zekât olarak verilmesi gerekir. Altın ve gümüş de nisab fazlası kısım için de zekât oranı, fakihlerin ağırlıklı görüşüne göre, aynıdır.
     Altın ve gümüş nisabdan az ise nisabı tamamlamak için biri diğerine ilâve edilir mi? Hanefîler'e göre ilâve edilmelidir. Şâfiîler ve Hanbelîler ise aksi görüştedir.

     b) Altın ve Gümüşten Yapılan Ziynet Eşyası
     Altın ve gümüşten yapılan kadın ziynet eşyasının zekâta tâbi olup olmayacağı sahâbe devrinden itibaren tartışma konusu olmuştur.
     Hanefî mezhebine göre altın ve gümüşten yapılmış süs eşyaları zekâta tâbidir. Meselâ altın ve gümüşten yapılmış bilezik, kolye, gerdanlık gibi kadın süs eşyası nisaba ulaşır ve üzerinden bir sene geçerse, o günkü altın fiyatları ile değeri bulunur ve 1/40 zekâtı verilir.
     İmam Şâfiî, İmam Mâlik ve Ahmed b. Hanbel'e göre ise mubah olan kadın süs eşyası zekâta tâbi değildir. Ancak Şâfiîler'e göre kadın süs eşyalarında israfa kaçarsa, meselâ 200 miskal ağırlığında ziynet eşyası bulundurursa bunların zekâtını vermesi gerekir.
     Kadın süs eşyasının zekâta tâbi olup olmaması hususunda iki farklı görüş ileri süren fakihler, bu konu ile ilgili aşağıdaki hususlarda da görüş birliğine varmışlardır:
1. Altın ve gümüş dışında, hangi maddeden olursa olsun bütün süs eşyaları zekâta tâbi değildir.2. Erkekler tarafından kullanılan veya dince kullanılması haram sayılan altın-gümüş mâmulü bütün süs eşyası zekâta tâbidir.

     c) Madenî ve Kâğıt Paraların Zekâtı
     Tarihin ilk devirlerinde alışveriş trampa usulüyle, mal malla değiştirilerek yapılıyordu. Daha sonra altın ve gümüş madeni, giderek de altın ve gümüş paralar temel mübâdele aracı olarak yaygınlık kazandı. Son bir iki yüzyıl içinde çeşitli sebepler sonucu bunlar da tedavülden kalkarak yerini itibarî değere sahip madenî paralar, banknot ve kâğıt paralar aldı.
     Mezhep imamları devrinde kâğıt para henüz kullanılmadığı için klasik dönem fıkıh kitaplarında kâğıt paranın zekâtı ile ilgili açık bir hükme rastlanmaması tabiidir. Altını temsil eden ve altın yerine ödemelerde kullanılan para türünün (banknot) kullanıldığı devirde yaşayan fakihler, bu paraları "karşılığı hemen ödenebilen borç senedi" olarak değerlendirmiş ve borcunun dışında, üzerinden bir yıl geçmiş nisab miktarı, yani 80,18 gram altın veya 561,2 gram gümüş karşılığı parası olanların bu paranın 1/40'ını (% 2,5) zekât olarak vermeleri gerektiğini söylemişlerdir.
     Kâğıt para giderek altına bağlı olmaktan çıkarılmış ve tamamen mübadele aracı olmuştur. Günümüzde artık para denilince, kâğıt para anlaşılmaktadır. Alışveriş onunla yapılmakta, işçi ücretleri, memur maaşları onunla verilmekte, artık kâğıt para zenginlik ölçüsü kabul edilmektedir. İhtiyaçların giderilmesi, kâr etme gibi ekonomik faaliyetlerde altın kuvvetinde ve onun gibi görev yapmaktadır.
     Bütün bunların anlamı, kâğıt paranın şer`î para olan altın ve gümüşün mübâdele vasıtası olarak yapmış oldukları görevi yüklenmiş olmasıdır. O halde, o parada da, altın ve gümüş parada olduğu gibi, fakir ve yoksulların hakkı vardır ve bu hak zekât şeklinde ödenmelidir.
     Madenî ve kâğıt paralar altın, gümüş ve ticaret malları hükmündedir. Kendi başlarına veya altın-gümüş ve ticaret mallarıyla beraber nisab miktarına ulaşınca sene sonunda 1/40 'ını (% 2,5) zekât olarak vermek gerekir.

     B) TİCARET MALLARI
     Kur'ân-ı Kerîm'de,"Ey iman edenler! Kazandıklarınızın temizlerinden ve sizin için yerden çıkardıklarımızdan infak edin; göz yummadan alamayacağınız âdi, bayağı şeyleri vermeye kalkmayın. Bilin ki Allah müstağnidir, övülmeye lâyıktır" buyurulur (el-Bakara 2/267). Bu âyette geçen "kazandıklarınızın temizlerinden ... infak edin" anlamındaki ibare fakihlerin çoğunluğu tarafından "ticarî yolla elde ettiğiniz kazançtan zekât verin" şeklinde anlaşılmıştır.
     Hadis kitaplarında Hz. Peygamber'in ashabına, ticaret maksadıyla ellerinde bulundurdukları mallarından zekât ödemelerini emrettiği rivayetleri vardır. Halifelerin uygulaması da bu yönde olmuş, ticaretle uğraşıp elinde nisab miktarı ticaret malı bulunan kimselerden, o dönemlerden itibaren zekât alınagelmiştir.
     İslâm bilginleri, her çeşit ticaret malının kural olarak zekâta tâbi olacağında görüş birliğindedir. Ancak ticaret mallarında zekâtın farz olması için aranan nisab şartının sene başında mı, sene sonunda mı, yoksa bütün sene boyunca mı bulunması gerekeceği, zekât ödemesinin aynî mi nakdî mi yapılacağı hususları aralarında tartışmalıdır.
     Ticaret mallarının nisabının teorik olarak altın veya gümüşün nisabına göre hesaplanacağı ve bu değerlerden noksan olan ticaret malının zekâta tâbi olmayacağı söylenmiştir.
     Şurası da bir gerçek ki; günümüzde altına göre gümüş çok değer kaybetmiş, altın ve gümüş nisabı arasında büyük bir dengesizlik meydana gelmiştir. Bu durum gerek paranın, gerekse ticaret mallarının nisabında altının mı yoksa gümüşün mü esas alınması gerektiği tartışmasını gündeme getirmiştir. Günümüz fıkıh bilginleri, altının asırlardır değerini koruduğunu dikkate alarak para (banknot) ve ticaret mallarının nisabını tayinde altın nisabının esas alınmasını uygun görmüşlerdir.
     Hanefî fakihlerine göre, ticaret mallarının kıymeti sene başında ve sene sonunda, yukarıda gösterilen altın veya gümüş nisablarının altına düşmemelidir. Aksi halde bu mallarda zekât gerçekleşmez. Ticaret mallarının kıymetlerinin sene içinde nisabın altına düşmesi zekâtın farz olmasına mani değildir. Mâlikî ve Şâfiî fakihlerine göre, ticaret mallarında nisab sadece sene sonunda aranır. Sene başı ve sene içinde nisabın düşmesi bu mallarda zekâtın vücûbuna mani sayılmaz.
     Ticaret mallarının sene sonunda kıymetleri maliyet fiyatlarına göre tesbit edilir.
     Ticarete konu olan her mal, şartları tahakkuk edince zekâta tâbi olur. Bunları sayı ile sınırlamak mümkün değildir. Her çeşit giyim eşyası, gıda maddeleri, inşaat malzemeleri ticaret niyeti ile elde bulundurulursa o ticaret malıdır ve zekâta tâbidir.
     Ticaret malları, sene içinde kendi cinsleri veya başka bir malla değiştirilirse "üzerinden bir yıllık sürenin geçmesi" şartı kesilmiş olmaz. Tüccar sene sonunda sahip olduğu mallarının değerini hesaplar, buna mevcut parasını ve alacaklarını ilâve eder. Bulduğu toplam değerin 1/40'ını (% 2,5) zekât olarak verir.
     Hanefîler'e göre ticaret mallarının zekâtı hesap edilirken borçlar çıkarılır. Şâfiîler'e göre ise borç zekâtı etkilemez. Mevcut malın zekâtı -borç dikkate alınmadan- hesap edilip verilir.
     Ticaret mallarının zekâtı Hanefîler'e göre mal olarak verilebileceği gibi bu malın tutarı para olarak da ödenebilir. Şâfiîler'e göre, hangi mal zekâta tâbi ise zekâtın o maldan çıkarılıp verilmesi gerekir. Bu görüş ayrılığı mükellef için bir kolaylık teşkil etmekte olup, mükellef durumuna göre bu iki şekilden birini tercih edebilir. Fakat gerek malın para cinsinden değerini belirlerken, gerekse mal olarak ödeme yaparken ortalama kalitenin altına düşmemeye özen göstermelidir.

10 Nisan 2013 Çarşamba

CENNET İLE İLGİLİ AYET-İ KERİMELER - 8

C E N N E T
CENNET İLE İLGİLİ AYET-İ KERİMELER - 8
"Rabbinin huzurunda durmaktan korkan kimselere iki cennet vardır.
İki cennet de çeşit çeşit ağaçlarla doludur.
İkisinde de akıp giden iki kaynak vardır.
İkisinde de her türlü meyveden çift çift vardır.
Hepsi de örtüleri atlastan minderlere yaslanırlar.
İki cennetin de meyvesinin devşirilmesi yakındır.
Oralarda gözlerini yalnız eşlerine çevirmiş güzeller var ki,
bunlardan önce onlara ne insan ne de cin dokunmuştur.
Sanki onlar yakut ve mercandırlar.
İyiliğin karşılığı iyilikten başka bir şey midir?
Bu ikisinden başka iki cennet daha vardır.
Bu cennetler koyu yeşildirler.
İkisinde de durmadan fışkıran iki kaynak vardır.
İkisinde de her türlü meyveler, hurma ve nar vardır.
İçlerinde huyu güzel yüzü güzel kadınlar vardır.
Otağlar içinde sahiplerine tahsis edilmiş huriler vardır.
Bunlara onlardan önce ne bir insan ne bir cin dokunmuştur.
Yeşil yastıklara ve harikulade güzel döşemelere yaslanırlar."
(Rahmân Suresi / 46. Ayet'den, 76. Ayet'e kadar olan bölüm.)
(Bu bölümde her Ayet-i Kerime'den sonra
"Öyleyken Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlayabilirsiniz?"
Ayet-i, tekrarlanıyor. Yukarıda o Ayet-i Kerime'yi yazmadık)
"(Hayırda) önde olanlar, (ecirde de) öndedirler.
İşte bunlar, (Allah'a) en yakın olanlardır,
Naim cennetlerinde.
(Onların) çoğu önceki ümmetlerden, birazı da sonrakilerdendir.
Cevherlerle işlenmiş tahtlar üzerindedirler,
Onların üzerlerinde karşılıklı olarak oturup yaslanırlar.
Çevrelerinde (hizmet için) ölümsüz gençler dolaşır.
Main çeşmesinden doldurulmuş testiler, ibrikler ve kadehlerle.
Bu şaraptan ne başları ağrıtılır, ne de akılları giderilir.
(Onlara) beğendikleri meyveler, canlarının çektiği kuş etleri,
iri gözlü huriler, saklı inciler gibi;
yaptıklarına karşılık olarak (verilir).
Orada boş bir söz ve günaha sokan bir laf işitmezler.
Söylenen, yalnızca "selam, selam" dır.
Sağdakiler, ne mutlu o sağdakilere!
Düzgün kiraz ağacı, meyveleri salkım salkım dizili muz ağaçları,
uzamış gölgeler, çağlayarak akan sular, sayısız meyveler içindedirler;
Tükenmeyen ve yasaklanmayan.
Ve kabartılmış döşekler üstündedirler.
Gerçekten biz hurileri apayrı biçimde yeni yarattık.
Onları, bakireler kıldık. Eşlerine düşkün ve yaşıt.
Bütün bunlar sağdakiler içindir.
Bunların birçoğu önceki ümmetlerdendir.
Birçoğu da sonrakilerdendir. 
(Vâkı'a Suresi 17. Ayet'den 40. Ayet'e Kadar)
"Eğer (ölen kişi Allah'a) yakın olanlardan ise,
ona rahatlık, güzel rızık ve Naim cenneti vardır.
Eğer o sağdakilerden ise,
Ey sağdaki! Sana selam olsun!"
(Vâkı'a Suresi 88. Ayet'den 91. Ayet'e Kadar)
"O gün, mü'min erkekler ile mü'min kadınları
nurları önlerinde ve sağlarında koşarken görürsün.
Bugün sizin müjdeniz içinde ebedi kalıcılar (olduğunuz)
altından ırmaklar akan cennetlerdir.
İşte ‘büyük kurtuluş ve mutluluk' budur."
(Hâdid Suresi / 12)
"Allah'a ve ahiret gününe iman eden hiçbir kavim (topluluk) bulamazsın ki;
Allah'a ve elçisine başkaldıran kimselerle
bir sevgi (ve dostluk) bağı kurmuş olsunlar.
Bunlar; ister babaları, ister çocukları, ister kardeşleri,
isterse kendi aşiretleri (soyları) olsun.
Onlar öyle kimselerdir ki (Allah) kalplerine imanı yazmış ve
onları kendinden bir ruh ile desteklemiştir.
Onları altlarından ırmaklar akan cennetlere sokacaktır;
orda süresiz olarak kalacaklardır.
Allah onlardan razı olmuş onlar da O'ndan razı olmuşlardır.
İşte onlar Allah'ın fırkasıdır.
Dikkat edin; şüphesiz Allah'ın fırkası olanlar
felah (umutlarını gerçekleştirip kurtuluş) bulanların ta kendileridir.
(Mücâdele Suresi / 22)
"Cehennem ehliyle cennet ehli bir olmaz.
Cennet ehli, isteklerine erişenlerdir."
(Haşr Suresi / 20
"O da sizin günahlarınızı bağışlar,
sizi altlarından ırmaklar akan cennetlere ve
Adn cennetlerindeki güzel konaklara yerleştirir.
İşte ‘büyük mutluluk ve kurtuluş' budur."
(Saff Suresi / 12)
"Sizi, toplanma günü için bir arada toplayacağı gün;
işte bu aldanma (teğabün) günüdür.
Kim Allah'a iman edip salih bir amelde bulunursa
(Allah) onun kötülüklerini örter ve içinde ebedi kalıcılar olmak üzere
altından ırmaklar akan cennetlere sokar.
İşte büyük ‘mutluluk ve kurtuluş (fevz)' budur."
(Tegâbun Suresi / 9)
"İman edip salih amellerde bulunanları,
karanlıklardan nura çıkarması için
Allah'ın apaçık ayetlerini size okuyan bir elçi de (gönderdik).
Kim iman edip salih bir amelde bulunursa
(Allah) onu içinde süresiz kalıcılar olmak üzere
altından ırmaklar akan cennetlere sokar.
Allah gerçekten ona ne güzel bir rızık vermiştir."
(Talak Suresi / 11)
"Allah; iman edenlere de, Firavun'un karısını örnek verdi.
Hani demişti ki: "Rabbim bana kendi katında cennette bir ev yap;
beni Firavun'dan ve onun yaptıklarından kurtar ve
beni o zalimler topluluğundan da kurtar."
(Tahrîm Suresi / 11)
"Tahtlar üzerinde bakıp-seyretmektedirler."
(Mutarfifîn Suresi / 23)
"Onları gördükleri zaman ise:
"Bunlar elbette şaşkın-sapıklardır" derlerdi."
(Mutarfifîn Suresi / 32)
"Şüphesiz, iman edip salih amellerde bulunanlara gelince;
onlar için altından ırmaklar akan cennetler vardır.
İşte büyük ‘kurtuluş ve mutluluk' budur."
(Bürûc Suresi / 11)

"O gün öyle yüzler de vardır ki, nimette (engin bir mutluluk içinde)dirler.
Harcadığı-çabadan dolayı hoşnuttur.
Yüksek bir cennettedir.
Orda anlamsız bir söz işitmez.
Orda ‘durmaksızın akan' bir kaynak vardır.
Orda ‘yükseklerde kurulmuş tahtlar da vardır;
Konulmuş (içecek dolu) kaplar, dizi dizi yastıklar
ve serilmiş yaygılar."
(Gaşiye Suresi / 8. Ayet-i Kerime'den, 16. Ayet-i Kerimeye Kadar.
"Ey mutmain (tatmin bulmuş) nefis;
Rabbine, hoşnut edici ve hoşnut edilmiş olarak dön.
Artık, kullarımın arasına gir.
Cennetime gir."
(Fecr Suresi 27. Ayet-i Kerime'den 30. Ayet'i Kerimeye Kadar.)
"İman edip salih amellerde bulunanlar ise;
işte onlar da yaratılmışların en hayırlılarıdır.
Rableri katında onların ödülleri,
içinde ebedi kalıcılar olmak üzere altından ırmaklar akan Adn cennetleridir.
Allah onlardan razı olmuştur,
kendileri de O'ndan razı (hoşnut memnun) kalmışlardır.
İşte bu Rabbinden ‘içi titreyerek korku duyan kimse' içindir."
(Beyyine Suresi / 7, 8)

9 Nisan 2013 Salı

KELİMELER - KAVRAMLAR / SEFERİLİK

SEFERİLİK

     Yolculuk, yolculuğa çıkma; sefer mesafesine yolculuk yapma. Bir fıkıh terimi olarak yolculuk, belirli bir mesafeye gitmektir. Bu mesafe ise orta yürüyüşle üç günlük, yani on sekiz saatlik bir uzaklıktan ibarettir. Buna üç merhalelik mesafe de denir.
     Orta yürüyüş, yaya yürüyüşü ve kafile içindeki deve yürüyüşüdür. Denizlerde ise yelkenli gemilerin mutedil havadaki üç günlük yolculuğudur.
     İşte karalarda böyle bir yürüyüş ile denizlerde ise mutedil bir havada yelkenli bir gemi ile on sekiz saat sürecek bir mesafe "sefer süresi" sayılır. Bu yolun yalnız gidilecek mesafesi esas alınır; yoksa gidiş dönüş mesafesine bakılmaz. Yolculuk yapan kimse süratli bir araçla yolculuk yaparak bu mesafeyi günümüzde yeni çıkan ulaşım vasıtalarında olduğu gibi daha kısa bir sürede katederse bile yine yolcu sayılır ve namazlarını kısa kılar. Yolculukta üç günün esas alınmasında üç günlük mesh süresine kıyas yapılmıştır. Rasûlullah (s.a.s) şöyle buyurmuştur: "Mukim kimse tam bir gün bir gece, yolcu ise üç gün üç gece mesh eder" (Zeylaî, Nasbu'r Râye, II, 183).
     Vatanında veya o hükümdeki bir yerde oturan kimseye "mukim", buradan çıkıp en az on sekiz saatlik mesafeye gitmeye başlamış olan kimseye de "misafir" (yolcu) denir.
     Yolculuk hali genel olarak güçlük ve sıkıntılardan uzak değildir. Bu yüzden İslâm dini yolcular hakkında bazı kolaylıklar getirmiştir. Yolculukta gece gündüz aralıksız yolculuğa devam edilemez, istirahata da ihtiyaç vardır. Bu yüzden günlük yolculuk süresi altı saat olarak belirlenmiştir. Saatte 5 km. yol katedilmesi esas alınınca, seferilik mesafesi 90 km. olmuş bulunur. Bazı yolculukların rahat, meşakkatsiz ve çok kısa sürede yapılabilmesi, sonucu değiştirmez. Çünkü hüküm ferde göre değil, cinse göre meydana geleceğinden, bütün yolculuk hallerini kapsamına alır. Diğer yandan Hanefîlere göre, yolculukta getirilen kolaylıkların illeti, mücerret seferiliktir. Güçlük ve sıkıntı bunun hikmetidir.
     Hanefîler dışındaki çoğunluğa göre, namazların kısaltılmasını mubah kılan uzun yolculuk, zaman bakımından ortalama iki günlük yolculuk veya ağır yükle ve yaya olarak iki konaklık mesafedir.
     Bazı fakihlere göre sefer süresi, on sekiz fersahlık bir mesafedir. Bir fersah üç mil; bir mil de 1849 metredir.
     Bir fersah on iki bin adım; bir mil de dört bin adım sayılmaktadır. Bununla birlikte fersahlar düz yerler ile dağlık ve derelik yerlere göre değişir. Meselâ; düz bir yerde bir fersah bir saatte alınabildiği halde; dağlık bir yerde böyle bir mesafe 1 saatte alınamaz. Bu yüzden bu konuda fersah bir ölçü sayılmamalıdır. Ancak fersaha itibar edilince bir çok meselelerin çözümü kolaylaşmaktadır.
     Meselâ; tren veya uçakla yapılacak yolculuklarda yolun kaç fersah olduğu dikkate alınır. En âz on sekiz fersahlık bir mesafe katedilmiş olunca, sefer süresi gerçekleşmiş ve sefer hükmü cereyan etmeye başlamış olur; artık kara veya deniz aracının hızlı seyreden bir araç olmasına itibar edilmez.
     Diğer yandan Hanefiler dışındaki üç imam da fersah ölçüsünü esas almıştır. İmam Malik ve Ahmed b. Hanbel'e göre sefer süresi 16 fersah yani 48 mildir. Bir mil ise altı bin el arşınıdır. İmam Şafiî'nin yeni görüşüne göre de 48 mildir. Eski görüşüne göre bir gün bir gecedir.
     Gidilecek yerin hem denizden hem de karadan yolu bulunsa, yolcunun gideceği yola itibar edilir. Bu yüzden, bir beldeye meselâ deniz yoluyla on iki saatte; kara yoluyla da on sekiz saatte gidilecek olsa, karadan gidenler yolcu sayılır; denizden gidenler sayılmaz. Bir yerin karadan iki yolu bulunduğu takdirde de hüküm böyledir, yalnız sefer mesafesinde bulunan yoldan gidenler misafir olmuş bulunurlar.
     Yolculuk, vatan edinilen beldenin veya köyün yola çıkıldığı tarafındaki evlerinden ayrıldıktan ve en az üç günlük bir yere gidilmeye niyet edildikten itibaren başlar. Bu yüzden şehir kenarlarındaki yerleşim alanları şehirle bütünleşmiş olan köyler veya köyden yola çıkanlar için "finayı mısır" denilen harmanlık, mezarlık ve ağıl gibi eklentiler geçilmedikçe yolculuk başlamış olmaz.
     Şehir veya köyün yerleşim alanı dışında kalan fabrikalar, organize sanayi kuruluşları, toptancı halleri, bağlar, bahçeler, hayvan ve tavuk çiftliği gibi alanlar şehirden sayılmaz.

     Seferîliğin Hükümleri
     Yolcular için bir takım kolaylıklar, ruhsatlar getirilmiştir. Ramazanda yolculukta bulunan için orucu geri bırakmak mübahtır. Yolcunun mesh süresi üç gün üç gecedir. Yolcu dört rekatlı farz namazlarını ikişer rekat olarak kılar. Buna "kasrı salat" denir.
     Yolculukta dört rekatlı namazların kısaltılarak kılınması Kur'an, Sünnet ve icma ile câizdir.
     Allah Teâlâ şöyle buyurur: "Eğer kâfirlerin size fitne vermesinden korkarsanız, yeryüzünde sefere çıktığınız zaman namazları kısaltarak kılmanızda bir sakınca yoktur" (en-Nisa, 4/101). Bu âyette kısaltmanın korku şartına bağlanması o günkü olayı tespit etmek içindir. Çünkü Rasûlüllah (s.a.s)'in çoğu yolculukları korkudan uzak değildi. Ashab-ı Kiram'dan Ya'la b. Ümeyye (r.a) Hz. Ömer'e şöyle demiştir: Biz neden namazları kısaltarak kılıyoruz? Halbuki güven içindeyiz. Hz. Ömer de buna cevap olmak üzere şöyle buyurdu: Ben de aynı durumu Hz.. Peygamber'e sormuştum; şöyle buyurmuştu: "Bu, Allah'ın size verdiği bir bağıştır, Allahın sadakasını kabul edin” (Müslim, Misafir, 4; Tirmizi, Tahare, 4, 20; Nesâi, Taksir, I).
     Hz. Peygamber'in umre, hac veya savaş için yaptığı yolculuklarında namazları kısaltarak kıldığı ile ilgili haberler tevatür derecesindedir. Abdullah ibn Ömer (r.a) şöyle demiştir:
     "Hz. Peygamber (s.a.s)'e yolda arkadaşlık ettim. O, yolculuklarında iki rekattan fazla kılmazdı. Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer ve Hz. Osman da böyle yaparlardı" (İbn Mâce, İkâme, 75). Hz. Ömer'in şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Yolcunun namazı, Nebinizin lisanı üzere kısaltılmaksızın tam iki rekattır" (Buhârî, Taksîr, 11; Küsûf, 4; İbn Mâce, İkâme, 73, 124).
     Yolcunun dört rekatlı farz namazları kısaltması zorunlu mudur; yoksa kısaltmakla tam kılmak arasında serbest midir?
     Hanefîlere göre, yolcunun namazları kısaltarak kılması vacib ve aynı zamanda azimettir. Yolcunun bilerek iki rekattan fazla kılması mekruhtur. Bununla birlikte iki rekat kılıp da teşehhütte bulunduktan sonra iki rekat daha kılacak olsa farzı eda etmiş, son iki rekât da nafile olmuş olur. Ancak selâmı tehir etmiş olmasından ötürü kötü bir iş yapmış sayılır. Fakat birinci teşehhüdü terketse veya ilk iki rekatta kıraatta bulunmamış olsa farzı eda etmiş olmaz. Nitekim sabah ve cuma namazlarında da hüküm böyledir. Hz. Aişe (r.anha)'den şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Namaz ikişer rekat olarak farz kılındı, sonra hazarda ziyade olundu, seferde ise olduğu gibi bırakıldı (Buhari, Salat,1; Müslim, Misafirin,1; Ebû Davud, II, 3). ibn Abbas (r.a)'ın şöyle dediği nakledilmiştir: "Allah Teâla namazı, Peygamberimizin dili ile hazarda dört rekat, seferde iki rekat olarak farz kılmıştır" (Müslim, Müsâfirîn, 5, 6; Ebû Davud Sefer, 18; Nesâî, Havf 4; İbn Mace İkame, 75).
     Malikilere göre, seferde namazı kısaltarak kılmak müekked sünnet, Şafiî ve Hanbelilere göre ise yolculukta namazları kısaltarak kılmak, muhayyer olmak üzere ruhsattır. Seferî kişi namazlarını kısaltarak da, tam olarak da kılabilir. Ancak Hanbelîlere göre kısaltmak mutlak olarak tam kılmaktan daha faziletlidir. Çünkü, Hz. Peygamber ile dört halife bu şekilde yapmaya devam etmişlerdir.
     Yolculuk ister ibadet için, ister mübah veya masiyet bulunan bir amaçla olsun, her türlü yolculuk sırasında namazları kısaltmak caizdir. Meselâ; yol kesmek, meşrû olmayan bir eğlenti yapmak veya başka bir haram işlemek için yolculuk yapan kimse de ruhsatlarından yararlanır. Zira bu konudaki nasslar bunun ifadesidir; "Yeryüzünde yürüdüğünüz zaman sizin için namazları kısaltmanızda bir sakınca yoktur" (en-Nîsa, 4/104) âyetinde yolculuğun meşrû veya gayri meşrû olması arasında bir ayırım yapılmamıştır (İbnül-Hümâm, a.g.e., I, 405 vd.; İbn Abidin, Reddül-Muhtar, I, 733, 736).
     Hanefiler dışındaki çoğunluk müctehidlere göre ise; yol kesmek, şarap ve haram şeylerin ticaretini yapmak gibi Allah'a isyanın söz konusu olduğu yolculuklarda, sefere mahsus olan namazların kısaltılması, birleştirilmesi oruçlunun iftar etmesi, mestler üzerine üç gün mesh etmek, binek üzerinde nafile namaz kılmak gibi ruhsatlar mübah olmaz. Çünkü, bu gibi kimseler Allah'a isyan için yolculuk yapmış sayılır. Bu konudaki kaide şudur:
     "Ruhsatlar masiyet ve kötülük işlemeye dayanak yapılamaz". Yine Allah Teâlâ darda kalana ölü hayvan etini yemeyi "haddi aşmama ve Allah'a isyanda bulunmama" şartına bağlamıştır (el-Bakara, 2/173). Bu durumda ruhsatlar günah ve kötülük işlemeye dayanak yapılamaz (İbn Kudame, el-Muğnî, Kahire 1970, II, 261; Zühaylî, II, 323 vd.; İbn Rüşd Bidâyetül-Müctehid, I, 163).
     Seferi kimse bir beldede on beş gün ve daha fazla kalmaya niyet edince mukîm olur ve artık namazlarını tam kılar. Eğer on beş günden az kalmaya niyet ederse seferîliği devam eder. Bu konuda dayanılan delil, kadınların temizlik süresine kıyastır. Temizlik süresi, hayız sebebiyle kadının üzerinden düşen namaz ve orucun edasına dönmeyi gerektirir. İkamet yerinde bulunmak da sefer sebebiyle kişinin üzerinden düşen bazı vecibelerin yapılmasına geri dönmeyi gerektirir. Bu yüzden temizlik süresinin on beş gün ile sınırlanması gibi, en az ikâmet süresinde on beş gün olarak takdir edilmesi gerekir. Bu görüş İbn Abbas ve İbn Ömer (r.a)'dan nakledilen şu söze dayanır: Seferî olduğun halde bir beldeye girer ve bu beldede on beş gün kalmaya niyet edersen namazını tam kıl. Eğer buradan ne zaman sefere çıkacağını bilmezsen namazlarını kısaltarak kıl" (ez-Zühayli, el-Fıkhul-İslâmî ve Edilletüh, Dimaşk 1405/1985, II, 323).
     Bir yolcu, bir beldede belirli bir ihtiyacını görmek için beklerse, bekleme işi yıllarca sürse bile namazlarını kısaltarak kılar. On beş günden fazla kalmaya, niyet etmediği için seferîlik hali devam eder. Nitekim İbn Ömer (r.a) Azerbaycan'da altı ay kalmış ve namazlarını bu şekilde kısaltarak kılmıştır. Bir kısım sahabenin de böyle yaptığı rivayet edilmiştir.
     Ordu bir beldeye girse, askerler burada on beş günden daha fazla kalmaya niyet etseler bile namazlarını kısaltarak kılarlar. Çünkü orada kalmak veya yenilip çekilmek ihtimali bulunduğu için süre ile ilgili niyet geçerli değildir.
     Şâfiî ve Malikilere göre, yolcu bir yerde dört gün kalmaya niyet ederse namazlarını tam kılar. Çünkü sünnette, dört günden az ikâmetin, seferin hükmünü kesmeyeceği açıklanmıştır. Rasülullah (s.a.s) şöyle buyurmuştur:
     "Muhacir hacdaki ibadetlerini yaptıktan sonra üç gün ikâmet eder. " Nitekim Hz. Peygamber (s.a.s), umre yaptığı zaman Mekke'de üç gün süreyle kaldığı halde namazlarını kısaltarak kılıyordu" (eş-Şevkânî, Neylül-Evtâr, III, 207 vd.).
     Hanbelîlere göre yolcu, dört günden fazla veya yirmi vakitten fazla kalmaya niyet ederse namazlarını tam kılar. Bundan az olursa kısaltarak kılar.
     Yolculuk ve ikâmet hallerinde, tabi olanın değil, tabi olunanın niyeti geçerlidir. Bu yüzden asker, komutanının; işçi işvereninin; öğrenci hocasının; kadın kocasının niyetine göre mukim veya yolcu olmuş olur.
     Yolculuk konusunda henüz erginlik çağına girmemiş olan çocuk hakkında da sefer hükümleri cereyan etmez. Şâfiîlere göre ise, mümeyyiz çocuğun yolculuğa niyeti geçerli olup, namazını kısaltarak kılabilir.
     Yolculukta bulunan kimse tabi olduğu kimsenin nereye gideceğini ve niyetini bilmediği ve sorusuna da cevap alamadığı takdirde üç günlük mesafeye kadar namazlarını tam kılar, ondan sonra kısaltmaya başlar.
     İslâm devlet başkanı, sefere niyet etmeksizin ülkesi içinde bir süre dolaşacak olsa, namazlarını tam kılar; fakat, sefer süresi dolaşmaya niyet ederse, namazlarını kısaltır. Doğru olan budur.
     Mukîmin kazaya kalan namazları, yolculuğa çıkmasıyla ve yolcunun kazaya kalan namazları da ikamete niyet etmesiyle değişmez. Bu yüzden seferde iken kazaya kalan namazları ikişer rekat olarak kılar. Bir yolcu da ikâmet zamanında kazaya kalmış namazlarını dörder rekat olarak kılar.
     Mukîm, müsafire; müsafir de mukîme uyabilir. Burada müsafir iki rekatın sonunda selâm verince, mukîm kalkar -sağlam görüşe göre- kıraatta bulunmaksızın namazını tamamlar; yanılırsa secde de etmez. Çünkü, bu mukîm bir lâhik mesabesindedir (bk. "lahik" mad.). İmam olan müsafirin namazdan önce "Ben seferîyim, siz namazlarınızı tamamlayın" demesi müstehaptır.
     Yolcu ise ancak vakit içinde mukîme uyabilir. Bu durumda dört rekatlı bir farz namazını mukîm gibi tam olarak kılar. İmama vakit içinde uymakla farz namazı iki rekattan dört rekata dönüşmüş olur. "İbn Abbas "Seferî'nin durumuna ne dersiniz? Yalnız başına kılınca iki rekat, mukîm olarak dört rekat kılıyor" sorusuna; "Bunu yapmak sünnettir" cevabını vermiştir" (ez-Zühayli, a.g.e., II, 335).
     Nâfi' şöyle demiştir: "İbn Ömer seferî olduğu zaman imamla birlikte kılınca dört rekat kılar; yalnız başına kıldığı zaman ise iki rekat kılardı" (ez-Zühayli, a.g.e., II, 335).
     Bir kimse müsafir iken kazaya kalan dört rekatlı bir namazında mukîm imama uyamaz. Çünkü bu namaz daha önceden iki rekat olarak meydana gelmiştir.
     Yolculuk veya yağmur, kar gibi bir mazeretle iki namazı bir vakitte kılmak caiz değildir. Yalnız Arafat'ta öğle ile ikindi, Müzdelife'de akşam ile yatsı namazlarını birleştirip cemaatle kılmak caiz görülmüştür (bk. "Namazın Vakitleri").
     Hanefîler dışında üç mezhep imamına göre bir mazeret bulununca öğle ve ikindi veya akşam ile yatsı namazlarını takdim veya tehir şekliyle bir vakitte birleştirmek caizdir. Meselâ; öğle namazı ile ikindi namazı öğle vaktinde kılınabileceği gibi, ikindi vaktinde akşam ile yatsı birleştirilerek iki vakitten birinde yani takdim veya te'hirle kılınabilir. Hanefîlerin dışında kalan alimler takdim ve te'hir'in caiz olduğu kanaatindedirler.
     Mukîm iken kazaya kalan namazlar, yolculuğa çıkmakla veya yolcu iken kazaya kalan namazlar mukîm olmakla değişikliğe uğramaz. Bu yüzden yolculukta kazaya kalan dört rekatlı namazlar, ister yolculuk sırasında isterse mukîm iken kaza edilsin, kısaltılarak kılınır. Mukîm iken kazaya kalan namazlar da yolculuk halinde kaza edilecekse tam olarak kılınır.

     Yolculuğun Sona Ermesi
     Aslî vatana dönüp gelmekle yolculuk hali sona erer. Burada oturmaya niyet edilip edilmemesi sonucu değiştirmez. İkâmet vatanına dönüşte ise, oturmaya niyet gereklidir.

     Vatan üçe ayrılır
1. Aslî vatan: Bir kimsenin doğup büyüdüğü veya evlenip içinde yaşamak istediği veya içinde barınmayı kasd edip, başka yeri vatan edinmek istemediği yere "aslî vatan" denir.
2. İkâmet vatanı: Bir kimsenin doğup büyüdüğü, evlenip içinde sürekli yerleşmeye karar verdiği bir yer niteliğinde olmaksızın, yalnız içinde on beş günden fazla kalmak üzere yerleştiği yere de "ikâmet vatanı (vatan-ı ikâmet)" denir. Askerlik, öğrencilik, işçilik veya memurluk gibi hizmetler sebebiyle sürekli bir şekilde yerleşilmeyen beldeler on beş günden fazla kalmaya niyet edilmesi yüzünden "ikâmet vatanı" niteliğindedir.
3. Süknâ vatanı: Bir yolcunun, içinde on beş günden az oturmak istediği yer de kendisinin bir vatan-ı süknâsı olur. Bu sonuncuya itibar edilmez. Bununla ne aslî vatan ve ne de ikâmet vatanı değişmez. Böyle bir yolcu, hem yolculuk sırasında hem de on beş günden az kaldığı bu süre içinde "seferî" sayılır; Aslî veya ikâmet vatanlarına olan yolculukta ise yalnız yolculuk sırasında seferî hükümleri uygulanır. Bu vatanlara ulaşan kimse, orada "mukîm" sayılır.

     Seferîlik konusunda bu vatanlar kendi misli ile veya üstü ile bozulur, aşağısı ile bozulmaz. Bu yüzden insanın asıl vatanı olan yer, diğer ikâmet ve süknâ vatanları ile bozulmaz. Yani vatan-ı ikâmette bulunan kimse vatan-ı aslîye dönmekle müsafir olmaz. İnsan doğup yerleştiği veya karısının yerleştiği yere varınca seferî olmaz. Sadece gideceği bu yer 90 km.'den uzakta olursa yolculuk sırasında seferî olur, fakat oraya varınca seferîliği kalkar.
     Bir kimse yerleştiği yerden, yine sürekli olarak yerleşmek amacıyla başka bir yere giderse, gittiği yer vatan-ı aslîsi olur; birinci vatanı vatan-ı aslî olmaktan çıkar. Çünkü, Hz. Peygamber (s.a.s) Mekke'ye gittiklerinde kendisini müsafir saymış ve "Biz seferîyiz" buyurmuştur (eş-Şevkânî, a.g.e., III, 270).
     Vatan-ı aslî, vatan-ı ikâmetle bozulmaz. Doğduğu veya karısının bulunduğu yerden öğrencilik, askerlik, işçilik gibi bir amaçla on beş günden az kalmak üzere başka bir yere giden bir kimsenin önceki aslî vatanı nitelik değiştirmez. Oraya dönünce üç gün bile kalacak olsa seferî sayılmaz. Çünkü vatan-ı ikâmet, vatan-ı aslîyi bozmaz.
     Bir kimse bir şehirde otururken ailesini nakletmeden başka bir şehirde de evlense, her iki şehir kendisi için asıl vatan olur. Hangisine gitse mukîm sayılır. Vatan-ı ikâmet ise, başka bir vatan-ı ikâmete gitmek veya oradan ayrılıp yolculuğa çıkmak yahut aslî vatana dönmekle bozulur. Yani vatan-ı ikâmetten ayrılan kimse, yeniden buraya döndüğünde on beş günden az kalacaksa seferî sayılır.
     On beş günden az kalınacak yer olan vatan-ı süknanın bir önemi yoktur. Kişi orada seferî sayılır. Bu vatan, diğer vatan çeşitlerini değiştirmez. Kişi onbeş günden kısa süren ve 90 km.'den uzağa yaptığı tüm yolculuklarında, şehrin yerleşim alanları dışına çıktığı andan itibaren ve gittiği yerde seferî sayılır. Bu durum geri dönünceye kadar devam eder.
     Cemaatle namâzda mukîm müsafire uymuşsa, müsafir iki rekat kılınca selâm verir, mukim selâm vermeyip namazı dörde tamamlar. Namazı dörde tamâmlarken hiç bir şey okumaz; çünkü namazın baş tarafını imamla kılmış ve farz kıraat yerine gelmiştir (İbnül-Hümam, I, 405; İbn Âbidîn, I, 733 vd.; Zeylaî, et-Tebyîn, I, 215).

ŞAMİL İSLAM ANSİKLOPEDİSİ
Hamdi DÖNDÜREN

CENNET İLE İLGİLİ AYET-İ KERİMELER - 7

C E N N E T
CENNET İLE İLGİLİ AYET-İ KERİMELER - 7
"Ancak Rablerinden korkup-sakınanlar ise;
onlara yüksek köşkler vardır,
onların üstünde de yüksek köşkler bina edilmiştir.
Onların altında ırmaklar akmaktadır.
(Bu) Allah'ın va'didir. Allah va'dinden dönmez."
(Zümer Suresi / 20)
"Rablerinden korkup-sakınanlar da cennete bölük bölük sevkedildiler.
Sonunda oraya geldikleri zaman kapıları açıldı ve
onlara (cennetin) bekçileri dedi ki:
"Selam üzerinizde olsun, hoş ve temiz geldiniz.
Ebedi kalıcılar olarak ona girin.
(Onlar da) Dediler ki: "Bize olan va'dinde sadık kalan ve
bizi bu yere mirasçı kılan Allah'a hamd olsun ki;
cennetten dilediğimiz yerde konaklayabiliriz.
(Salih) Amellerde bulunanların ecri ne güzeldir."
(Zümer Suresi / 73, 74)
"Rabbimiz onları Adn cennetlerine sok ki onlara (bunu) va'dettin;
babalarından eşlerinden ve soylarından salih olanları da.
Gerçekten Sen üstün ve güçlü olansın hüküm ve hikmet sahibisin."
(Mü'min Suresi / 8)
"Kim bir kötülük işlerse kendi mislinden başkasıyla ceza görmez;
kim de -erkek olsun dişi olsun- bir mü'min olarak
salih bir amelde bulunursa
işte onlar içinde hesapsız olarak rızıklandırılmak üzere
cennete girerler.
(Mü'min Suresi / 40)
"Şüphesiz: "Bizim Rabbimiz Allah'tır" deyip
sonra dosdoğru bir istikamet tutturanlar (yok mu);
onların üzerine melekler iner (ve der ki:)
"Korkmayın ve hüzne kapılmayın size vadolunan cennetle sevinin."
(Fussilet Suresi / 30)
"(O gün) Zalimleri kazandıkları dolayısıyla korkuyla titrerlerken görürsün;
o (yaptıkları) da üstlerine çöküvermiştir.
İman edip salih amellerde bulunanlar ise cennet bahçelerindedirler.
Rableri katında her diledikleri onlarındır.
İşte büyük fazl (nimet ve üstünlük) budur."
(Şûrâ / 22)
"Siz ve eşleriniz cennete girin; ‘sevinç içinde ağırlanacaksınız.
Onların etrafında altın tepsiler ve testilerle dolaşılır;
orada nefislerin arzu ettiği ve gözlerin lezzet (zevk) aldığı herşey var.
Ve siz orada süresiz kalacaksınız.
İşte yaptıklarınız dolayısıyla mirasçı kılındığınız cennet budur.
Orda sizin için birçok meyveler vardır; onlardan yiyeceksiniz.
(Zuhruf / 70-73)
"Muttakilere gelince; muhakkak onlar güvenli bir makamdadırlar.
Cennetlerde ve pınarlarda.
Hafif ipekten ve ağır işlenmiş atlastan (elbiseler) giyinirler,
karşılıklı (otururlar).
İşte böyle; ve biz onları iri gözlü hurilerle evlendirmişizdir.
Orda güvenlik içinde her türlü meyveyi istiyorlar;
Orda ilk ölümün dışında başka ölüm tadmazlar.
Ve (Allah da) onları cehennem azabından korumuştur."
(Duhân / 51-56)
"Takva sahiplerine va'dedilen cennetin misali (şudur):
İçinde bozulmayan sudan ırmaklar,
tadı değişmeyen sütten ırmaklar içenler için
lezzet veren şaraptan ırmaklar ve süzme baldan ırmaklar vardır ve
orda onlar için meyvelerin her türlüsünden ve
Rablerinden bir mağfiret vardır.
Hiç (böyle mükafaatlanan bir kişi) ateşin içinde ebedi olarak kalan ve
bağırsaklarını ‘parça parça koparan'
kaynar sudan içirilen kimseler gibi olur mu?"
(Muhammed / 15)
"Cennet de muttakiler için uzakta değildir (o gün) yakınlaştırılmıştır."
(50/31)
"Ona ‘esenlik ve barış (selam)la' girin. Bu ebedilik günüdür.
Orda diledikleri herşey onlarındır;
katımızda daha fazlası da var."
(Kâf Suresi / 34-35)
"Şüphesiz muttaki olanlar cennetlerde ve pınarlardadırlar;
Rablerinin kendilerine verdiğini alanlar olarak.
Çünkü onlar bundan önce ihsanda (güzel davranışta) bulunanlardı."
(Zariyât Suresi / 15-16)
"Hiç şüphesiz muttakiler cennetlerde ve nimet içindedirler;
Rablerinin verdikleriyle ‘sevinçli ve mutludurlar'.
Rableri kendilerini ‘çılgınca yanan cehennemin' azabından korumuştur.
Yaptıklarınızdan dolayı afiyetle yiyin ve için.
Özenle dizilmiş tahtlar üzerinde yaslanmışlardır.
Ve Biz onları iri-ceylan gözlü hurilerle evlendirmişiz.
Onlara istek duyup-arzuladıkları meyvelerden ve etten bol bol verdik.
Orada bir kadeh kapışır-çekişirler ki
onda ne ‘boş ve saçma bir söz' ne günaha sokma yoktur.
Kendileri için (hizmet eden) civanlar etrafında dönüp dolaşırlar;
sanki (her biri) ‘sedefte saklı inci gibi tertemiz pırıl pırıl.'
Kimi kimine dönüp sorarlar;
Dediler ki: "Biz doğrusu daha önce ailemiz (yakın akrabalarımız) içinde
endişe edip-korkardık."
Şimdi Allah bize lütufta bulundu ve
‘hücrelere kadar işleyen kavurucu' azabdan korudu."
(Tûr Suresi / 17. ayetden, 27. ayete kadar.)

Kitap Tanıtımı ღ💗ღ Yazar Şüheda Derya Terzi ❀💗❀ A'MAK-I ERVAH

  Kitap Özgün <kitapokuyalim@gmail.com> okunmadı, 00:18 (10 dakika önce)     alıcı gonulerleri@googlegroups.com      2007 de birkaç...