İSLAM TARİHİ
KİSRÂ'NIN İSLÂMA DÂVET EDİLMESİ
Hükümdarları İslam’a davet kararı alan Resûl-i Kibriya Efendimiz, ashaptan Abdullah b. Huzafe’yi de İran Kisrâsı Perviz b. Hürmüz’e elçi olarak gönderdi.
İran’a varıp, saraya kabul edilen Hz. Abdullah b. Huzafe, Peygamberimizin İslam’a davet mektubunu bizzat Kisrâ Perviz’in eline teslim etti. Kisrâ, mektubu kâtibine okuttu:
“Bismillahirrahmânirrahîm!
“Allah Resûlü Muhammed’den Farsların Büyüğü Kisrâ’ya!”
Bu hitap, Kisrâ’yı son derece hiddetlendirdi. Mektubun devamının okunmasına müsaade etmeden ve muhtevasını öğrenmeden, “Şuna bak! Benim kulum, kölem olan kişi, (hâşâ) kalkıyor da bana mektup yazıyor!” diyerek Hz. Resûlullah’ın mübarek mektubunu alıp ortadan küstahça yırttı; [1] sonra da haddini aşarak, elçi Abdullah b. Huzafe’ye, “Mülk ve saltanat bana mahsustur! Benim bu hususta ne yenilgiye uğramaktan, ne de bana ortak çıkacağından asla endişem ve korkum yoktur! Firavun, İsrailoğullarına hâkim olmuştu! Siz, onlardan daha güçlü değilsiniz! Sizi derhal hâkimiyetim altına almaya engel olacak ne var? Ben, Firavun’dan daha iyi ve güçlüyümdür!” diye hitap etti ve onu adamları vasıtasıyla dışarıya çıkarttırdı. [2]
Abdullah b. Huzafe’nin Medine’ye Dönüşü
Hz. Abdullah b. Huzafe, Peygamber Efendimizin İslam’a davet mektubunu Kisrâ’ya vermekle vazifesini yerine getirmişti. Bu sebeple, saraydan çıkartılır çıkartılmaz hemen bineğine atlayarak Medine’nin yolunu tuttu.
O sırada Kisrâ’nın öfkesi bir nebze dinmiş olacak ki onu bulup getirmelerini adamlarına emretti. Ancak Hz. Abdullah çoktan oradan uzaklaşmıştı.
Medine’ye gelen Hz. Abdullah, Resûl-i Kibriya Efendimizin huzuruna çıktı. Olup bitenleri haber verdi. Resûl-i Ekrem Efendimiz, “Yâ Rabbi! Nasıl o benim mektubumu parçaladı, sen de onu ve onun mülkünü parçala!” diye Kisrâ’ya beddua etti. [3]
Bu bedduanın tesiriyledir ki Kisrâ Perviz’in oğlu Şîreveyh, hançerle onu parçaladı. Sa’d İbni Ebî Vakkas Hazretleri ise, İran saltanatını paramparça etti. Sasanîye devletinin hiçbir yerde şevketi kalmadı. [4]
Peygamberimizin Gönderdiği Mektup
Resûl-i Ekrem Efendimizin İran Kisrâsı Hüsrev Perviz’e gönderdiği İslam’a davet mektubunun tam metni şöyleydi:
“Bismillahirrahmânirrahîm!
“Allah’ın Resûlü Muhammed’den Farsların Büyüğü Kisrâ’ya!
“Doğru yola gidenlere, Allah’a ve Peygamberine iman edenlere, bir Allah’tan başka ilâh olmadığına, O’nun hiçbir ortağı da bulunmadığına ve Muhammed’in O’nun kulu ve Resûlü olduğuna şehâdet edenlere selam olsun!
“Ben, seni Allah’ın dinine [İslam’a] davet ediyorum; çünkü ben, bütün insanlara ‘hayatı olan kişilere (gelecek tehlikeleri) haber vermek ve kâfirlere o söz hak olmak için (azap sözü gerçekleşmesi için)’ (Yâsin, 70) peygamber olarak gönderildim.
“Müslüman ol ki selamete eresin! Eğer davetimden yüz çevirirsen, Mecusi kavminin günahı senin boynuna olsun!” [5]
Kisrânın, Yemen Vâlisine Emri
Kisrâ, Efendimizin mübarek mektubunu yırtmakla da hiddet ve hırsını dindirememişti; Yemen Vâlisi Bâzân’a, “Duyduğuma göre, Kureyş’ten biri ortaya çıkmış, peygamberlik dava ediyormuş! Sen, güçlü kuvvetli adamlarından ikisini gönder; onu bağlayıp getirsinler!” diye haber gönderdi. [6]
Bâzân, emri yerine getirmede gecikmedi: Peygamber Efendimize iki kişi gönderdi; ellerine de, Efendimizin gidip Kisrâ’ya teslim olmasını emreden bir mektup verdi!
Babeveyh ve Hurre Husre adındaki bu adamlar, Medine’ye gelerek, Resûl-i Ekrem Efendimizin huzuruna çıktılar. Babaveyh, Efendimize hitaben, “Kisrâ, Vâli Bâzân’a yazı yazıp, seni kendisine getirmek üzere sana adam göndermesini emretti. Bâzân da beni sana gönderdi. Eğer benimle gelirsen, Yemen Vâlisi, Kisrâ’ya senin lehinde mektup yazar, seni bağışlatır; eğer benimle birlikte gelmekten çekinirsen, Kisrâ seni de, senin kavmini de yok eder, memleketini de yıkar!” dedikten sonra, Bâzân’ın mektubunu verdi. [7]
Resûl-i Ekrem Efendimiz, Babeveyh’in anlattıklarını ve mektubun muhtevasını öğrendikten sonra gülümsedi; sonra da onları İslamiyete davet etti.
Elçiler, Efendimizin huzurunda mânevî heybetinden dolayı tir tir titriyorlardı; fakat bunu hissettirmemek için cesaretli konuşmaya çalışıyorlardı.
Peygamber Efendimiz sadece, “Ne yapmak istediğimi yarın size haber veririm” deyip onları huzurundan çıkardı. [8]
Ertesi gün Resûl-i Kibriya Efendimiz, vahiyle gelen şu haberi onlara iletti:
“Yüce Allah, Kisrâ’ya, oğlu Şîreveyh’i musallat kıldı; Şîreveyh, onu filan ayda, filan gecede ve gecenin de filan saatinde öldürdü!” [9]
Bu haber karşısında elçiler, şaşırıp kaldılar.
Peygamber Efendimiz, ayrıca onlara hitaben, “Bâzân’a deyiniz ki: ‘Benim dinim ve hâkimiyetim, Kisrâ’nın mülk ve saltanatının ulaştığı yerlere kadar ulaşacaktır!’ Yine ona deyiniz ki: ‘Eğer sen Müslüman olursan, şu anda idare etmekte olduğun yerleri sana vereceğim; seni, Ebnalar’dan (Güney Arabistan’da yerleşen İranlılar) meydana gelen kavme hükümdar yapacağım!’” [10] diye buyurdu.
Bunun üzerine, Bâzân’ın adamları Yemen’e döndüler; olup bitenleri anlatıp, Peygamberimizden görüp duyduklarını naklettiler.
Vâli Bâzân, “Vallahi, bu, hükümdar sözü değildir; öyle sanıyorum ki bu zât, dediği gibi, bir peygamberdir!” [11] demekten kendini alamadı; sonra da, gönderdiği adamlarına, “Onu nasıl buldunuz?” diye sordu.
Onlar, “Biz, ondan daha heybetli, hiçbir şeyden korkmayan ve muhâfızsız bulunan bir hükümdar görmedik! Mütevazı ve yaya olarak halk arasında yürüyordu!” cevabını verdiler.
Bâzân, bir müddet beklemeyi uygun buldu; “Kisrâ hakkında söylemiş olduğu sözün neticesini bekleyelim. Eğer sözü doğru çıkarsa, o gerçekten Allah tarafından insanlara gönderilmiş bir peygamberdir; şayet dediği doğru çıkmazsa, o zaman gereğini düşünürüz!” dedi. [12]
Aradan birkaç gün gibi kısa bir zaman geçmişti ki Kisrâ’nın oğlu Şîreveyh’ten, Bâzân’a şu mektup geldi:
“Ben, Kisrâ’yı öldürdüm! Bu mektubum sana gelince, benim nâmıma halkın bîatını al! Kisrâ’nın sana yazı yazmış olduğu zât hakkında da, yeni bir emrim gelinceye kadar bekle ve hiçbir teşebbüse geçme!” [13]
Hesap ettiler: Gördüler ki Perviz’in öldürülmesi, Fahr-i Âlem Efendimizin haber verdiği aynı günün gecesine ve gecenin de aynı saatine rastlıyor! [14]
Bâzân’ın gönül âlemi, bu apaçık mucize karşısında birden aydınlandı! “Muhammed (a.s.m.), muhakkak, Allah tarafından insanlara gönderilmiş bir peygamberdir” diyerek Müslüman oldu. [15]
Onu, Yemen’de oturan Ebnalar’ın Müslüman olması takip etti. [16]
Bâzân, daha sonra da, Müslüman olduklarını, Resûl-i Ekrem Efendimize haber verdi. Bu haberi alan Efendimiz, onu San’a Vâlisi tayin etti. Bu, Peygamberimizin tayin ettiği ilk vâli idi ve İran vâlilerinden imana gelen ilk zâttı. [17]
Peygamberimizin Kisrâya Gönderdiği Mektubun Aslı
Resûl-i Ekrem Efendimizin Kisrâ’ya gönderdiği mektubun aslı, 1962 yılının Kasım ayı sonlarına doğru, Lübnan Dışişleri Bakanlığı görevinde bulunmuş olan Mr. Henri Pharaon’un, Dr. Salahaddin el-Müneccid’e okutturmak için başvurması üzerine ortaya çıkmıştır. Vesikayı, Birinci Dünya Harbi’nin sonunda Henri Pharaon’un babası, Şam’da yüz elli altına satın almış ve mahiyetini bilemediğinden veya açığa vurmak istemediğinden olacak ki gizli tutmuştur.
Dr. Salahaddin el-Müneccid’in tarif ve tavsifine göre, bu mektup, parşömen üzerine yazılmıştır; ancak zamanla rengi değişmiş ve dokuması eskimiş yeşil bir kumaşa yapıştırılmıştır. Mahfaza, ayrıca camdan bir çerçeveyle muhafaza edilmiş olduğundan, parşömen oraya yapışık kalmıştır.
Parşömen eski ve yumuşaktır, rengi koyu kahverengidir; sahife kenarları bu sebeple siyahlaşmıştır. Mektubun boyu 28 cm, eni ise 21,5 cm’dir. Mektubun ebadı, ince uzundur; fakat üst kısmı alt kısmından geniştir. Mektupta 15 satır vardır ve bunların uzunlukları yerine göre 21,2 cmile 21,5 cmarasında değişmektedir. Çizilen satırların altında daireyi andıran bir mühür izi vardır ve bunun çapı 3 cm’dir.
Mektupta, yukarıdan aşağıya doğru akmış su izleri vardır. Bunlar, bazı yerlerde (harfler veya) kelimeleri silmiş, bazı yerlerde mürekkep izini hafifletmiş ve mührün ortasına doğru bulunan (RESÛL) kelimesindeki (R) harfi hâriç, mühürdeki yazıyı silmiştir.
Mektubun yırtılmış olduğu anlaşılmaktadır. Nitekim yırtık, başlangıçtaki ufkî üçüncü satırdan bu satırın ortasına kadar gitmekte, sonra dikey olarak onuncu satıra kadar inmekte, böylece yırtık izi tersine bir (L) harfi manzarası arz etmektedir.
Ayrıca bu yırtık, mektubun yazıldığı parşömenden fark edilebilen ve daha sonraki devre âit deriden yapılma ince bir iplikle dikilmiştir.
Mektubun yazı karakteri, Hendek Savaşı sırasında Sel dağındaki grafit kaya üzerine yazılmış bulunan en eski yazı karakterine uymaktadır. [18]
___________________________________________________________________
Dip Notlar:[1] İbn Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 260; Süheylî, Ravdü’l-Ünf, c. 6, s. 590; Taberî, Tarih, c. 3, s. 90; Halebî, İnsanü’l-Uyûn, c. 3, s. 291.
[2] Süheylî, Ravdü’l-Ünf, c. 6, s. 590.
[3] İbn Kayyim, Zâdü’l-Meâd, c. 3, s. 71.
[4] Babasını öldürüp yerine geçen Şîreveyh, ancak altı ay yaşayabilmiştir. Saltanatın verdiği ihtirasla, kardeşlerini de öldürtmüştü. Kendisine halef olacak erkek evladı da bulunmadığından, halk Şîreveyh’in Buran adındaki kızını saltanat tahtına geçirmişti. Peygamber Efendimiz bunu duyunca, “Mukadderatını bir kadının eline veren millet, felâh bulmaz!” diye buyurmuşlardı. Bu veciz ifadeleriyle Resûl-i Ekrem Efendimiz, İslam’ın âmme hukukunun en mühim bir kaidesini ortaya koymuştur. Bu kâideye göre, İslam hukukunda “âmme velâyeti” denilen devlet teşkilâtı reisliği, ancak bir erkek vatandaş tarafından temsil olunur. Millet otoritesini temsil edecek olan bu mevkiye kadın seçilemez; çünkü, kadının fıtratı birçok cihetten bu çok ağır vazifeyi yüklenip yürütmeye müsait değildir. Bu sebepledir ki İslam hukukunda kadının alış veriş, şehâdet, şirket, vesayet, veraset, vekâlet, hibe gibi her türlü medenî akid ve tasarrufları, sâir milletlerin hukukuna nisbetle en geniş ölçüde muteber ve ticarî sahadaki çalışması meşru olduğu hâlde, devlet başkanlığına seçilebilmesi hususunda kadın için herhangi bir hak kabul edilmemiştir (Tecrid Tercemesi, c. 10. s. 450).
[5] İbn Kesir, Sîre, c. 3, s. 508; İbn Kayyim, a.g.e., c. 3, s. 71; Halebî, İnsanü’l-Uyûn, c. 3, s. 291.
[6] Taberî, Tarih, c. 3, s. 90.
[7] Taberî, a.g.e., c. 3, s. 90-91.
[8] İbn Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 260.
[9] İbn Sa’d, a.g.e., c. 1, s. 260; Taberî, a.g.e., c. 3, s. 91; Halebî, İnsanü’l-Uyûn, c. 3, s. 292.
[10] Taberî, a.g.e., c. 3, s. 91.
[11] Taberî, a.g.e., c. 3, s. 91.
[12] Taberî, a.g.e., c. 3, s. 91.
[13] Taberî, a.g.e., c. 3, s. 91.
[14] İbn Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 260.
[15] Taberî, a.g.e., c. 3, s. 91.
[16] Taberî, a.g.e., c. 3, s. 91.
[17] A. Cevdet Paşa, Kısas-ı Enbiya ve Tevarih-i Hülefa, c. 1, s. 182.
[18] Prof. M. Hamidullah, İslam Peygamberi, c. 1, s. 260-261.
Dip Notlar:[1] İbn Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 260; Süheylî, Ravdü’l-Ünf, c. 6, s. 590; Taberî, Tarih, c. 3, s. 90; Halebî, İnsanü’l-Uyûn, c. 3, s. 291.
[2] Süheylî, Ravdü’l-Ünf, c. 6, s. 590.
[3] İbn Kayyim, Zâdü’l-Meâd, c. 3, s. 71.
[4] Babasını öldürüp yerine geçen Şîreveyh, ancak altı ay yaşayabilmiştir. Saltanatın verdiği ihtirasla, kardeşlerini de öldürtmüştü. Kendisine halef olacak erkek evladı da bulunmadığından, halk Şîreveyh’in Buran adındaki kızını saltanat tahtına geçirmişti. Peygamber Efendimiz bunu duyunca, “Mukadderatını bir kadının eline veren millet, felâh bulmaz!” diye buyurmuşlardı. Bu veciz ifadeleriyle Resûl-i Ekrem Efendimiz, İslam’ın âmme hukukunun en mühim bir kaidesini ortaya koymuştur. Bu kâideye göre, İslam hukukunda “âmme velâyeti” denilen devlet teşkilâtı reisliği, ancak bir erkek vatandaş tarafından temsil olunur. Millet otoritesini temsil edecek olan bu mevkiye kadın seçilemez; çünkü, kadının fıtratı birçok cihetten bu çok ağır vazifeyi yüklenip yürütmeye müsait değildir. Bu sebepledir ki İslam hukukunda kadının alış veriş, şehâdet, şirket, vesayet, veraset, vekâlet, hibe gibi her türlü medenî akid ve tasarrufları, sâir milletlerin hukukuna nisbetle en geniş ölçüde muteber ve ticarî sahadaki çalışması meşru olduğu hâlde, devlet başkanlığına seçilebilmesi hususunda kadın için herhangi bir hak kabul edilmemiştir (Tecrid Tercemesi, c. 10. s. 450).
[5] İbn Kesir, Sîre, c. 3, s. 508; İbn Kayyim, a.g.e., c. 3, s. 71; Halebî, İnsanü’l-Uyûn, c. 3, s. 291.
[6] Taberî, Tarih, c. 3, s. 90.
[7] Taberî, a.g.e., c. 3, s. 90-91.
[8] İbn Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 260.
[9] İbn Sa’d, a.g.e., c. 1, s. 260; Taberî, a.g.e., c. 3, s. 91; Halebî, İnsanü’l-Uyûn, c. 3, s. 292.
[10] Taberî, a.g.e., c. 3, s. 91.
[11] Taberî, a.g.e., c. 3, s. 91.
[12] Taberî, a.g.e., c. 3, s. 91.
[13] Taberî, a.g.e., c. 3, s. 91.
[14] İbn Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 260.
[15] Taberî, a.g.e., c. 3, s. 91.
[16] Taberî, a.g.e., c. 3, s. 91.
[17] A. Cevdet Paşa, Kısas-ı Enbiya ve Tevarih-i Hülefa, c. 1, s. 182.
[18] Prof. M. Hamidullah, İslam Peygamberi, c. 1, s. 260-261.
KAİNATIN EFENDİSİ; Hz. Muhammed (sav.)
Yazar: Salih Suruç