5 Mart 2021 Cuma

SOSYOPSİKOLOJİ * Erken Dönem İslâm Âlimlerinin Psikolojiye Katkıları; Akıl, Nefs ve Ruh Kavramları * 4 / Dr. Nazife VARLI

Erken Dönem İslâm Âlimlerinin
Psikolojiye Katkıları
4
Akıl, Nefs ve Ruh
Kavramları

Nazife VARLI
Doctor of Philosophy
Community Psychology/America
Makale Bilgisi/Article Info:
Geliş/Received: 06.03.2019
Düzeltme/Revised: 13.05.2019
Kabul/Accepted: 14.05.2019
(Bu yazı; Dr. Nazife Hanımın
rızası alınarak sitemizde yayınlanmıştır.
9 bölüme ayrılmıştır.)

     C. Ruh

     ‘R-v-h’ harflerinden meydana gelen ruh kelimesi de Arapça bir kelimedir. Bu üç kök harften oluşan kelimenin ‘koku, esinti ve rahatlama’ şeklinde üç belirgin anlamı vardır. Bunun yanında, ona mecâzî olarak ‘iyilik, kuvvet, hızlılık’ gibi manâlar da verildiği olmuştur. Ayrıca, Arapça sözlüklere bakıldığında ruh için, ‘insanın kendisiyle yaşayan şey’ ifadesinin kullanıldığı görülür (İbn Manzûr, 1990). Kabul etmek gerekir ki, ruhun terim anlamını ele almak oldukça zordur, çünkü zaman içerisinde bu kelimenin felsefe, kelâm ve tasavvuf alanlarında çok farklı tanımları ortaya çıkmış ve bu çevrelerde değişik görüşler ileri sürülmüştür. Bundan dolayı, ruhun mahiyetinin ne olduğu sorusuna Kur’ân-ı Kerîm’in cevabı çok mânidardır ve insanın ruhun mahiyeti konudaki bilgisinin yetersiz olduğunu Kur’ân açıkça ifade eder:
     “De ki: Ruh, Rabbimin bileceği bir iştir. Bu hususta size pek az bilgi verilmiştir.” (9) Bu âyetten yola çıkarak, insanın kendisine zaten sınırlı şekilde verilmiş bir bilginin tamamına ulaşma imkânının olamayacağı, dolayısıyla böyle bir çabanın insanı bir yere götürmeyeceği düşüncesine sahip olmak çok da yanlış olmayacaktır.

     Felsefe literatüründe üzerinde çokça tartışılan ruh kelimesi genel olarak, ‘bireyin kişiliğini oluşturan düşünsel, hissel ve etik eğilimlerin tümü, parçalara ayrılmayan cevher, bedene hareket gücü veren etkin bilgi, edilgen ve canlı olmayan bedende efektiv kuvvet, yaşamla eş tutulan özden farklı yaşama prensibi’ şeklinde karşılığını bulur (Cevizci, 2017). İncelendiğinde görülecektir, Tasavvuf ve Kelâm ruh kavramına çok başka yaklaşmıştır. Genel anlamda ruh kelimesinden kastedilen insanın manevî varlığıdır. Aynı zamanda, Türkçeleşmiş bir kelime olan ruh kelimesine, ‘öz, tin, can, en önemli nokta, esans, duygu, bedeni etkin kılan canlılık ilkesi, bedenin hayat gücü’ anlamları da yüklenmiştir (TDK, 1998). Şevket Rado, ‘Büyük Türk Sözlüğü’ adlı eserinde ruhun insan ve hayvanlardaki hayat maddesi olduğunu vurgular.

     Helenistik felsefenin İslâm düşünce dünyasına girmesinde büyük emeği ve katkısı olan Hıristiyan düşünür Kusta b. Luka’ya (820-913) göre ruh, kalpten başlayarak damarlar kanalıyla insan bedeninde yayılan latîf (maddesi yoğun olmayan) bir cisimdir, ki beyinden çıkarak sinirler aracılığı ile hareket ve duyumu (his) gerçekleştiren canlılık (hayat), teneffüs ve nabız onun etkisi ile meydana gelir (Aydın, 1999). Böylece ruhun maddî, dolayısıyla ölümlü olduğu görüşü, İslâm’ın özüne aykırı olacak bir şekilde Doğu felsefesine giriş yapar. Kusta b. Luka, insan bedeninde iki tane ruh olduğunu belirttikten sonra; bunları maddesi hava, kaynağı kalp olan hayvanî ruh ve maddesi hayvanî ruh, kaynağı beyin olan nefsanî ruh olarak sınıflandırır.

     Farabî’ye (870-950) göre ise, ruh nefsten daha latif olup akla göre hayvanî bir mahiyet taşır ve nefse göre ikinci derecede bir varlıktır. Hayat ve hareket onun tabiatı gereğidir, ki meskeni kalp ve o, emir âleminden bir cevherdir. Bedenin canlanma sebebidir, fakat ruh şekil almaz. Ruh, aklın kendisine ilham etmiş olduğu ilim ve irade ile yüklenerek kalbe gelir, oradan da beyne geçer. Bir başka ifadeyle, onun menşei ve masdarı akıldır. Aynı zamanda geçmişi idrak edip geleceğe hayâl gücüyle bakar, ki Farabî bunu nübüvvet teorisi ile açıklayarak ruhun rüyalarda sûretleştiğini belirtir. Ruh, rüyâlar aracılığıyla akıl ve duyuların etkisinden kurtulup serbestlik kazanır (Farabî, 2009). Genel anlamda ruhu değil de, daha çok kuvvetlerden oluşan bir sistem olarak kabul ettiği insanı konu alan Farabî, ruhun bedenle bir şekilde iletişim hâlinde olduğunu vurgular.

     Gazzâlî (1058-1111), ruh konusunu diğer bazı düşünürler gibi kalp, nefs ve akıl kavramlarıyla birlikte ele alır ve eserlerinde bu konuya kapsamlı yer verir (Akçay, 2005). Eserlerinde iki çeşit ruhun üzerinde durur:
     a) Kaynağı cismanî kalbin boşluklarında bulunan latif, buhar gibi bir cisim olan ruhtur. Bu ruh, damarlar vasıtasıyla bütün bedene aynı oranda yayılır.
     b) İnsanda idrak eden ve bilen ruhanî bir latîfedir. Vahiy, ilham ve ilimlerin bulunduğu yerdir.
     Gazzâlî burada ruh ile ‘hayvanî ruh’u ve nefs ile de ‘insanî ruh’u kastetmektedir. Ruh, damarlarda akan şey olup; ruhun özü, sinir ve damarlara nüfuz eden fıtrî bir hararettir. Bu ruh aynı zamanda hayvanlarda da bulunur ve hayvanın canlılığı bununla sağlanır. Nefs ise kendi başına varlığını sürdürebilen, herhangi bir mekâna ihtiyaç duymadan bir cisme işlemeyen öz/cevherdir. İnsan ile hayvan arasındaki farkı oluşturan neden işte bu nefstir. Dolayısıyla, vurgulanmak istenen; insan ruh, nefs ve cisme sahipken, hayvanın sadece ruh ve cismi bulunduğudur. Ancak Gazzâlî, ruhun bir hakikat ve ona has sıfatlarının bir sır olduğunu baştan kabul etse de, bu sırrın içeriğini bilmenin imkânsız olmadığını belirtir. Fakat bu sır, yetkin kişiler dışında herkese açılmaması gereken bir konudur. Gazzâlî öncelikle ruhun mevcudiyeti üzerinde durarak ruhun var olduğunu ispata çalışmıştır. Ona göre mevcudu kavramayı hedefleyen her şeyin cismen mevcut olması gerekir. Maddî / manevî her şeyin Allah tarafından yaratıldığına inanan Gazzâlî, bu noktadan yola çıkarak ruhun da yaratılmış olduğunu savunur. Buna ek olarak, ruhlar zaman ve mekâna bağlı olmaksızın yaratılmışlardır, madde ile özdeş değillerdir. İnsanî ruh latif ve kendi başına varlığını sürdüren bir cevherdir, ancak cisim değildir. Kindî’nin nefsi sınıflandırdığı gibi, Gazzâlî de eserlerinde üç çeşit ruhtan bahseder: Nebatî Ruh, Hayvanî Ruh ve İnsanî Ruh. Ruh yaratılmış olsa da ölümlü değildir ve yok olmaz (Gazzâlî, 1975).

Notlar:
9) Kur’ân-ı Kerîm, İsrâ, 17/85.

Konulara Göre Sayfalar:
5. Sayfada: İSLÂM ÂLİMLERİ [A) Hâris el-Muhâsibî (781/857), B) Ebû Yusuf El-Kindî (796-866)]
6. Sayfada: İSLÂM ÂLİMLERİ [C) Farabî (870-950), D) İbni Sînâ (980/1037)]
7. Sayfada: İSLÂM ÂLİMLERİ [E) Gazzâlî (1058-1111), F) İbn Rüşd (1126/1198)]
8. Sayfada: İSLAM ÂLİMLERİ [G) Mevlânâ Celâleddîn-i Rumî (1207/1273)]
9. Sayfada: SONUÇ
Bölümlerini yayınlayacağız...

Gönül Erleri Mail Grubu GENİŞLETİLMİŞ İSTİŞARE KURULU / MG-GİK'e Katılmak İsterseniz!

     Gönül Erleri Mail Grubu'muzun muhterem üyesi;
     Mail Grubumuzu 2007 'de, Derneğimizi de 2016 'da kurmuştuk. Birkaç yüz üyeyle kurduğumuz mail grubu üye sayımız şu an itibari ile 273.051 ve her geçen gün yüzlerce yeni üye katılıyor... 2021 sonu hedefimiz 330.000Derneğimizin de "Yönetim Kurulu - YK", Mail Grubumuzun da "Mail Grubu Yönetim Kurulu - MGYK"  var. MGYK 'mızda bu dönem 24 değerli üyemiz vardı. Bu zamana kadar Yöneticilerimiz ve STK 'mız İstanbul'da olduğundan YK ve MGYK üyelerimizi de hep İstanbul'dan seçiyorduk.

     Mail Grubu üyelerimizin yaklaşık %70-75 'i ülkemizdeyken, %25-30 'u da dünyanın dört bir yanında. Ülkelere göre tıklanma sayılarını görebiliyoruz ancak illere göre göremiyoruz. Ülkemizdeki bölgelere dağılım muhtemelen; nüfus, eğitim ve ekonomi düzeyine göredir. Yani; 273.000 bin üyemizin (bunun yaklaşık %20 ye yakınının kapatılmış yahut maillerine hiç bakmayanların (vefatlar da düşünülmeli) adresleri olduğunu düşünürsek, maillerini sağlıklı takip eden yaklaşık 225.000 kadar üyemiz olduğunu düşünebiliriz. (Sayfalara tıklanma sayısından da bunu görebiliyoruz.)

     Bunun da %70-75 'i ülkemizde olsa; yani 170-175 bin kişi Türkiye'den, %25-30 'u dünyanın dört bir yanından olsa; yani 50-55 bini yurt dışında diye düşünebiliriz. Yurt dışında gibi gördüklerimizin bir kısmı da işi gereği bir ayakları yurt dışında olup; gidip gelenler ile devlet personeli, yurt dışında eğitimlerini sürdürenler vb. ile google dan otomatik çeviri ile blogumuzun onlarca başka dile çevrilmesi sebebi ile ana dilleri Türkçe olmayan da binlerce insanın sistemimize girdiğini ve bir kısmının da yurtdışında, değişik coğrafyalarda yaşayan Türkçe bilen insanlar olduğunu düşünebiliriz......

     Ülkemizde bölgelere göre yaklaşık nüfus dağılımı;
  • 25,5 milyonu Marmara Bölgesi’nde,
  • 13 milyonu İç Anadolu Bölgesi’nde,
  • 11 milyonu Akdeniz Bölgesi'nde,
  • 10,5 milyonu Ege Bölgesi'nde,
  • 9 milyonu Güneydoğu Bölgesi’nde
  • 8 milyonu Karadeniz Bölgesi’nde ve
  • 6 milyonu da Doğu Anadolu Bölgesi'nde bulunuyor.
     Bütün bunları neden sıralıyoruz?
     Üyesi olmakla onurlandırdığınız Gönül Erleri Mail Grubu' muzda ülkemizdeki bölgelere dağılım oranı göz önüne alındığında (batı ile doğu arasında internet kullanımı ve ortalama eğitim, yaş, mali durumlar vs göz önüne alındığında %15-20 gibi fark ediyor, onu da düşünerek) üyelerimizin bölgelere dağılımı yaklaşık aşağıdaki gibidir diye düşünüyoruz;
  • Marmara Bölgesi’nde: 59.000
  • İç Anadolu Bölgesi’nde: 30.000
  • Akdeniz Bölgesi'nde: 24.000
  • Ege Bölgesi'nde: 23.000
  • Güneydoğu Bölgesi’nde: 14.000
  • Karadeniz Bölgesi’nde ve: 13.000
  • Doğu Anadolu Bölgesi'nde: 10.000
     Bu oranlardaki yanılma da yaklaşık (±) 5 gibidir diye düşünebilirsiniz...

     Biz de; "neden o zaman, ülkemizin dört bir yanından ve biraz da yurt dışından katacağımız değerli üyelerimiz ile bir GÖNÜL ERLERİ GENİŞLETİLMİŞ İSTİŞARE KURULU / MG-GİK kurmayalım" diye düşündük ve öncelikle mail grubu iletişimimiz üzerinden (yıllardır programlarımıza katılan veya bir şekilde  internet yoluyla) irtibat kurduğumuz, tanıştığımız, görüştüğümüz, güven duyduğumuz, değerlerimizin eşit veya yakın olduğu kanısına vardığımız kişilerle ve biraz da henüz iletişim kuramadığımız ancak bu şekilde onlarla da iletişim kuracağımız; aklı başında, hassasiyet sahibi, şuurlu, milli ve manevi değerlerine saygılı, sosyal yönden de biraz daha aktif olmak isteyen; her yaştan, her meslekten, her bölgeden katılımcılar olsun dedik...
     İlk etapta 100 kişilik bir GÖNÜL ERLERİ GENİŞLETİLMİŞ İSTİŞARE KURULU oluşturuyoruz.
     Bunun 24 ü zaten MGYK 'da olanlar. 76 kişi de birazı İstanbul'dan, birazı farklı illerden, az bir kısmı da yurt dışından olacak... Yurt dışından aynı ülkeden 2'den fazla, yurt içinden (İstanbul hariç) aynı ilden 5-6 dan fazla olmamasına özen göstereceğiz. İlk etapta mail grubumuza duyurmadan yakın irtibatlı olduğumuz Mail Grubumuza üye dostlarımız ile 62 kişilik bir ekip oluşturduk, duyuru sonrası gelen başvurularla şu an 70 kişi oldu ve kalan 30 kişiyi de yine mail grubumuzdan gelecek başvurulardan alacağız inşAllah...

     Şuan Genişletilmiş İstişare Kurulumuza katılmış olanların;
  • 4 'ü (1 'i Tıp, 3 'ü de farklı alanlarda) Profesör, 
  • 4 'ü Tıp Doktoru,
  • 5 'i Sağlık Sektörü çalışanı (Hemşire, Eczacı, vs.)
  • 8 'i farklı alanlarda Mühendis
  • 3 'ü Hukukçu-Avukat,
  • 5 'i öğretmen,
  • 12 'si farklı alanlarda bürokrat, memur
  • 9 'u emekli,
  • 5 'i öğrenci,
  • 4 'ü ev hanımı ve
  • 11 'i de serbest meslek sahibi, iş adamı, esnaf.
     Aşağıda gördüğünüz mavi renkli başlığa tıkladığınızda GÖNÜL ERLERİ GENİŞLETİLMİŞ İSTİŞARE'mize (MG-GİK) katılım talebinde buluna bilirsiniz...
     Öncelikle en az 1 senedir mail grubumuzda olma şartı arıyoruz.
     GENİŞLETİLMİŞ İSTİŞAREMİZE aldığımız 70 kişiden 7 si yurt dışından farklı ülkelerden, 63 'ü de ülkemizden (onun da yaklaşık 35 'i İstanbul'dan, 30 'u farklı illerden.)
     Son 30 kişiyi; Yurt dışından 5-10, ülkemizin dört bir yanından, her yaştan, her meslekten 20-25 kişiyi daha katmayı planlıyoruz... 
     Siz de aşağıdaki linkten forum sayfamıza bağlanabilir ve GÖNÜL ERLERİ GENİŞLETİLMİŞ İSTİŞARE KURULUNA / MG-GİK katılım talebinde buluna bilirsiniz...
el-sallama-hareketli-resim-0072

el-hareketli-resim-0041 FORUM el-hareketli-resim-0041
  • Kurulacak Genişletilmiş İstişare Kurulu ZOOM ve benzeri canlı yayın toplantı sistemleri ile senede en az 1, en fazla 2 defa ve en geç 2 senede 1 de bizzat buluşarak toplanacaklar. Her bir MG-GİK üyesinden de senede 1 defa belli konularda yazılı rapor talep edilecek.
  • Genişletilmiş İstişare Kurulu kurulduktan sonra ilk etapta;
    - Teşkilat,
    - Eğitim,
    - Kültür & Sanat,
    - Mali İşler
    - Öğrenci Konseyi ve
    - Kadın Kolları
    gibi komisyonlar kurulacak. Komisyonlarda en az 10, en fazla 15 kişi olacak ve zoom üzerinden ayda 1 veya 2 ayda 1 düzenli toplanılacak... Senede en az 1 defa da buluşularak toplanılacak (İstanbul dışındakiler zoomdan katılacaklar.)
  • MG-GİK ve Komisyonlarda olup, başka il veya ülkelerde olanlardan senede en az 1 defa buluşarak düzenlenecek toplantıya katılma zorunluluğu da olmayacak.
  • GİK ve Komisyonlar 2 yıllık görevlendirilecekler.
Birlikte büyüyeceğiz ve
hayırlı pek çok işi de
birlikte yapacağız inşAllah...
İyiki varsınız;
Sevgili Gönül Erleri...

3 Mart 2021 Çarşamba

KELİMELER ~ KAVRAMLAR: ZULÜM (1)

KELİMELER ~ KAVRAMLAR
ZULÜM (1)
الظلم
     Sözlükte “bir şeyi ona ait olmayan yere koymak” anlamındaki zulüm (zulm) din, ahlâk, hukuk gibi alanlarda terim olarak “belirlenmiş sınırları çiğneme, haktan bâtıla sapma, kendi hak alanının dışına çıkıp başkasını zarara sokma, rızasını almadan birinin mülkü üzerinde tasarrufta bulunma, zorbalık”, özellikle de “güç ve otorite sahiplerinin sergilediği haksız ve adaletsiz uygulama” gibi anlamlarda kullanılır. Aynı kökten mazlime (çoğulu mezâlim) “zalimin elinde bulunan başkasına ait nesne” demektir. Zulümden şikâyetçi olmaya tazallüm, zulme katlanmaya inzılâm denir (Lisânü’l-ʿArab, “ẓlm” md.; et-Taʿrîfât, “Ẓulm” md.; Tehânevî, Keşşâf, II, 938; EI2 [Fr.], XI, 612-613). Adl/adâlet, kıst ve insaf kavramları zulmün karşıtı, cevr, bağy, tuğyân, fısk, udvân/taaddî/i‘tidâ kavramları da zulmün eş anlamlısı veya yakın anlamlısı olarak kullanılır. Zulmün kök anlamı bakımından özellikle insan ilişkilerindeki haksızlıkları ifade ettiği, bu sebeple cevre göre daha dar anlamlı olduğu belirtilirse de (Ebû Hayyân et-Tevhîdî, s. 84-85) literatürde zulmün eş anlamlısı olarak en çok cevr geçer.

     Kur’ân-ı Kerîm’de yirmi âyette zulüm kelimesi, 269 defa da türevleri yer alır. 200’den fazla yerde zulüm kavramı “küfür, şirk” veya “Allah’ın hükümlerini çiğneme, günah işleme”, yirmiyi aşkın âyette “beşerî ilişkilerde haksızlığa sapma” anlamında kullanılmıştır. Yetmişten fazla âyette Allah’ın hiç kimseye hiçbir şekilde zulmetmeyeceği, insanların dünyada uğradıkları zararların ve âhirette uğrayacakları cezaların kendi kötülüklerinin karşılığı olduğu, inkârcıların ve kötülük işleyenlerin sonuçta kendilerine zulmettikleri belirtilir (M. F. Abdülbâkī, el-Muʿcem, “ẓlm” md.). Kur’an’da cevr kelimesi geçmez; ancak birçok âyette bağy, tuğyân, fısk ve türevleri bulunur. Yine Kur’an’da ve İslâmî kaynaklarda İslâm öncesini İslâm döneminden ayırmak için kullanılan “câhiliyye” kavramı temelde biri putperestlik inancı ve uygulamasıyla müesseseleşen itikadî sapmayı, diğeri zalimane davranışlarla insan ilişkilerine yansıyan ahlâkî sapmayı ifade ediyordu. Bu bakımdan Kur’an’da zulüm öncelikle o dönem kültüründe “azgınlık, serkeşlik, saldırganlık” gibi anlamlara gelen (Amr b. Külsûm’ün Muʿallaḳa’sındaki böyle bir kullanım için bk. Hüseyin b. Ahmed ez-Zevzenî, s. 178) “cehl” kavramıyla ve kültür içinde bu kavramın yakından ilgili olduğu “şirk” ile bir anlam ilişkisi oluşturur. Hz. Peygamber’in evden çıkarken, “Bismillâh, Allah’a sığındım. Allahım! Hata yapmaktan, yanlış yollara sapmaktan, zulmetmekten ve zulme uğramaktan, cahillik etmekten ve cahilliğe mâruz kalmaktan sana sığınırız” şeklinde dua ettiğine dair zevcesi Ümmü Seleme’den nakledilen hadis (Müsned, VI, 306; Tirmizî, “Daʿavât”, 34) zulüm ile cehl arasındaki anlam ilişkisini gösterir. Kur’an’da zulüm hem itikadda hem ahlâk ve hukukta doğru, gerçek, meşrû ve âdil olandan sapmayı ifade edecek şekilde kullanılmıştır; bu kullanımda Câhiliye döneminin belirtilen inanç ve ahlâk zihniyetini tamamıyla reddetme maksadının bulunduğu açıktır. Bundan dolayı Kur’an’da zulüm öncelikle şirk, inkâr, günahkârlık, Allah’ın koyduğu itikadî ve amelî kuralları, sınırları çiğneme, aşma gibi kötülükleri anlatır (meselâ bk. el-Bakara 2/229; el-A‘râf 7/19; et-Talâk 65/1). Bir âyette inkârcılar hakkında, “Zalimlerin ta kendileridir” ifadesi geçer (el-Bakara 2/254); Lokmân’ın, oğluna öğüt verirken, “Şirk kesinlikle büyük bir zulümdür” dediği bildirilir (Lokmân 31/13). İmanlarına zulüm karıştırmayanların doğru yolda olduklarını anlatan âyetteki (el-En‘âm 6/82) zulüm kelimesine ashaptan bazıları “kişiye yapılan haksızlık” mânası verince Resûl-i Ekrem buradaki zulmün “Allah’a ortak koşmak” anlamına geldiğini belirtmiştir (Ebü’l-Fidâ İbn Kesîr, II, 153). Bazı tefsirlerde zulmün bu anlamı dikkate alınarak şirkin büyük bir zulüm olmasının sebebi Allah’tan başkasına tapan insanın, Allah’ın hakkı olan kulluğu Allah’tan başkasına yöneltmek suretiyle haktan sapması veya değersiz varlığa kulluk ederek insanlık onuruna karşı haksızlık etmesi şeklinde izah edilir (Fahreddin er-Râzî, XXV, 146; Âlûsî, XXI, 85; Elmalılı, VI, 3844).

     Kur’an’da Allah’ın emrini çiğneme ve hükmünü ihlâl etme bağlamında ilk zulüm, yasaklanan meyveyi yiyen Âdem ile Havvâ tarafından işlenmiştir (el-Bakara 2/35; el-A‘râf 7/19, 23). Nûh’un kavmi Nûh’u ve inananları aşağılayıp davetini reddetmeleri sebebiyle “zulmedenler” diye anılır (Hûd 11/27, 37, 44). İsrâiloğulları’nın Hz. Mûsâ’ya, “Allah’ı açıkça görmedikçe sana asla inanmayacağız” demeleri, altın buzağıya tapmaları, cumartesi yasağıyla ilgili hükmü ihlâl etmeleri gibi tutumları da zulüm diye nitelenmiştir (el-Bakara 2/54-59; el-A‘râf 7/160-165). Yine Kur’an’da belirtildiğine göre daha önce inkârcı bir kavimden olan Sebe melikesi Hz. Süleyman’ın kendisiyle bağlantı kurmasından sonra, “Ey rabbim, ben kendime zulmetmişim” diyerek Allah’a teslim olduğunu ifade etmiştir (en-Neml 27/38-44). Birçok âyette, gerek inançları bakımından gerekse söz ve davranışlarıyla Allah’ın hükümlerini çiğneyip doğru yoldan saptıkları için zalimler diye anılanların dünyada çeşitli felâketlerle helâk edildikleri (meselâ bk. Hûd 11/67, 94; el-Kehf 18/59; el-Ankebût 29/14, 40), âhirette cezalandırılacakları (Âl-i İmrân 3/151; el-Mâide 5/29; et-Tûr 52/47), bunların dünyada yaptıkları, iyi gibi görünen işlerinin boşa gideceği (Âl-i İmrân 3/117) bildirilir.

     Muallaka şairlerinden Züheyr b. Ebû Sülmâ’nın, “Kabilesini silâhıyla savunmayan kişi zillete uğratılır / Ve insanlara zulmetmeyen zulme mâruz kalır” anlamındaki beytinin gösterdiği üzere (Hüseyin b. Ahmed ez-Zevzenî, s. 115) acımasızlığın yaygın olduğu Câhiliye döneminde zulüm var olma mücadelesinin kaçınılmaz gereği olarak düşünülüyordu. Yine aynı dönemde insan hakkındaki kötümser anlayış da zulmün kaçınılmazlığı telakkisini beslemiştir. Abbâsî dönemi şairi Mütenebbî’nin, “Yüksek şerefler eziyetten kurtulamaz / Uğruna kanlar akıtılmadıkça // Zalimlik insanların karakterinde vardır; şayet görürsen / Bir ağır başlı adamın bilesin ki bir engel yüzündendir zulmetmemesi” anlamındaki beyitleri (Nâsîf b. Abdullah el-Yâzicî, I, 11) bu anlayışın İslâmî dönemdeki bir kalıntısı olmalıdır. İslâm’ın gerek insanın ahlâkî mahiyetine ilişkin öğretisi gerekse ortaya koyduğu ahlâk ve hukuk ilkeleri zulmü meşrulaştırma maksadı taşıyan bu zihniyeti ortadan kaldırmayı hedefler. Nitekim Kur’an’ın genelinde olduğu gibi zulmün beşerî ilişkiler bağlamında kullanıldığı yerlerde de bu tutum haksız fiil şeklinde görülmüş ve reddedilmiştir (meselâ bk. Yûsuf 12/23, 79; Sâd 38/22-24). Saldırıya uğrama ve ülkesinden zorla çıkarılma gibi haksız eylemler Kur’an’da zulüm olarak değerlendirilmiş ve savaş sebebi sayılmış (el-Hac 22/39-40), haksızlıkla yetimlerin mallarını yiyenlerin karınlarına ateş doldurdukları (en-Nisâ 4/10), meşrû sınırlar dışına çıkarak ve zulmederek birbirinin mallarını yiyenlerin cehennem ateşine atılacakları (en-Nisâ 4/29-30) bildirilmiştir. Ribâyı yasaklayan âyetlerin birinde bu hükme uyanlara, “Böylece ne zulmetmiş ne de zulme uğramış olursunuz” denilerek (el-Bakara 2/279) bu konuda temel ahlâkî ve hukukî ölçü ortaya konulmuştur.

     Hadislerde zulüm ve diğer ilgili kavramlar daha çok haksız fiilleri ifade etmek üzere sıkça geçer (Wensinck, el-Muʿcem, “bġy”, “cvr”, “ẓlm”, “ʿadv”, “fsḳ” md.leri). Bir kutsî hadiste Allah’ın, “Ey kullarım! Ben zulmü kendime haram kıldım ve onu sizin aranızda da yasakladım; sakın birbirinize zulmetmeyin!” buyurduğu belirtilir (Müsned, V, 160; Müslim, “Birr”, 55). Hz. Peygamber’in, “Allahım! Fakirlikten, kıtlıktan, zillete düşmekten, zulmetmekten ve zulme uğramaktan sana sığınırım” şeklinde dua etmeyi öğütlediği (Müsned, II, 540), kendisinin de bu anlamda dualarının olduğu nakledilir (Müsned, II, 305, 325; VI, 306; Ebû Dâvûd, “Edeb”, 3; Nesâî, “İstiʿâẕe”, 14, 15). Resûl-i Ekrem’in bir hadiste, “Sakın zulmetmeyin ve kendinize zulmettirmeyin” dediği ve bunu üç defa tekrarladığı kaydedilir (Müsned, V, 72). Mazluma yardımcı olmayı emreden ve onun bedduasını almaktan sakındıran çok sayıda hadis vardır (Wensinck, el-Muʿcem, “ẓlm” md.). Hemen bütün hadis mecmualarında yer alan bir rivayete göre Resûlullah, “İster zalim ister mazlum olsun kardeşine yardım et!” demiş, Câhiliye dönemi şairlerinden Cündeb b. Anber b. Temîm’e isnat edilen (Meydânî, II, 334) ve dönemin asabiyet ruhunu yansıtan bu ifadeyi Peygamber’den duyduklarına şaşıran sahâbîlerin bu şaşkınlığı karşısında Resûl-i Ekrem, “Zalime yapılacak yardım onun zulüm yapmasını engeller” demiştir (Müsned, III, 99, 201, 324; Buhârî, “Meẓâlim”, 4; Müslim, “Birr”, 62). Bir hadiste haksız tecavüze (mazlime) karşı kendini ve malını savunurken öldürülenler şehid sayılmış (Müsned, I, 305; II, 205), başka bir hadiste de bu şekilde öldürülen kimsenin cennetlik olduğu bildirilmiştir (Müsned, II, 221, 224; Nesâî, “Taḥrîm”, 22). Bazı hadislerde günahkârlık ve haksız fiiller “kendine zulmetme” olarak değerlendirilmiştir. Fâtır sûresinin 32. âyetindeki “kendine zulmeden” ifadesi bir hadiste, kötülük edenlerin kıyamet gününde bunun bedelini ödeyecekleri için sonuçta kendilerine kötülük etmiş olacakları şeklinde açıklanmıştır (Müsned, V, 194, 198; VI, 444). Hz. Peygamber’in, “Rabbim! Kendime çok zulmettim” diyerek Allah’tan af dilemeyi öğütlediği, kendisinin de uzunca bir duasında, “Allahım! Kendime kötülük ettim, kusurlarımı itiraf ediyor, bütün günahlarımı bağışlamanı diliyorum” dediği bildirilir (Buhârî, “Eẕân”, 149; Müslim, “Ṣalâtü’l-müsâfirîn”, 201). Hadislerde cevr kelimesi daha çok yöneticilerin haksız uygulamaları bağlamında geçer. Ebû Dâvûd’un Sünen’inde “Cihâd” bölümünün 33. babı “Zulüm (Cevr) Yöneticileriyle Mücadele” başlığını taşır. Meşhur bir hadiste, “Cihadın en faziletlisi zalim yönetici karşısında adaleti dile getirmektir” buyurulur (Müsned, III, 19, 61; IV, 314, 315; Ebû Dâvûd, “Melâḥim”, 17; Tirmizî, “Fiten”, 13). Özellikle yöneticileri ve hâkimleri zulümden sakındıran, adaletli hüküm vermeye çağıran birçok hadis vardır (Wensinck, el-Muʿcem, “cvr”, “ẓlm”, “ʿadl” md.leri).

     İslâm ahlâk literatüründe zulüm konusu genellikle adaletle birlikte biri ahlâkî erdemler ve erdemsizlikler, diğeri siyaset ve hukuk bağlamında olmak üzere iki yönden ele alınır. Zulüm kavramını İslâm ahlâk felsefesi içinde ele alan ilk düşünür Kindî’dir. Aristo’nun ahlâk anlayışına uygun biçimde dört temel faziletten bahseden Kindî bunlardan hikmet, necdet (şecaat) ve iffeti ifrat ve tefrit şeklindeki iki aşırılığın ortası, ahlâk kitaplarında dördüncü fazilet olarak geçen adaleti ise zulmün karşıtı saymıştır. Kindî’nin fazilet-rezîlet tasnifi sonraki düşünürlerce de ele alınmış; Mâverdî, Gazzâlî, Râgıb el-İsfahânî gibi felsefeciler dışındaki âlimler de âyetler, hadisler ve İslâmî mirastan yaptıkları diğer nakillerle destekleyerek bu sistemi benimsemiştir. Ancak ahlâk kitaplarında zulüm bazan -Kindî’de görüldüğü gibi- adaletin karşıtı, bazan da ifrat yönünde adaletten sapma sayılmıştır. Meselâ ahlâk felsefesiyle tanınan İbn Miskeveyh Tehẕîbü’l-aḫlâḳ’ta önce diğer faziletlerle birlikte adaleti zulmün karşıtı (s. 39), ardından zulüm ve inzılâm şeklindeki iki aşırılığın ortası (s. 45-48) gösterirken Gazzâlî hikmet, şecaat ve iffet konusunda düşünülen ifrat ve tefrit yönündeki sapmaların adalet için söz konusu olamayacağını, adaletin sadece cevr denilen karşıtının bulunduğunu belirtir (İḥyâʾ, III, 54). Râgıb el-İsfahânî zulmü “adaletten sapma” ve “adaletin zıddı” diye tanımlar. Ona göre adalet merkezî bir erdem, bu merkezden her türlü sapma ise zulüm, dalâlet ve tuğyandır. İsfahânî adaletten inzılâm (zulme katlanma) şeklinde de sapma olabileceğini düşünür. İnzılâm mala, şerefe ve sağlığa yönelik haksızlığa katlanma tarzında olur. Bir kimsenin kendi aleyhine olan bir davranışa karşı tepki göstermeyip sabır ve fedakârlık duygusuyla kandırılıyor gibi görünmesi ve farkında değilmiş gibi davranması erdemli bir tutumdur. İsfahânî’ye göre zulme katlanma mal konusunda olursa müsamaha, can konusunda olursa af, şeref ve itibar konusunda olursa tevazu sayılır. Ancak haksızlığa katlanma bu tür erdemlerden kaynaklanmayıp kişiyi aldatılmışlık, ahmaklık ve alçaklık konumuna düşürüyorsa bu kötü bir tutumdur. Zulme razı olma sadece şahsî haklarda olup başkalarının hukukuyla ilgili konularda adaletten sapmaya hiçbir şekilde meşruiyet tanınmaz (eẕ-Ẕerîʿa, s. 355).

     İslâm ahlâk literatüründe zulmü siyaset ve hukuk bağlamında ele alanların başında Fârâbî gelir. Fârâbî ilki ülkedeki güvenlik, maddî varlık, itibar, mevki gibi imkân ve fırsatların bireyler arasında ehliyet ölçülerine göre paylaştırılmasına, diğeri bunların korunmasına yönelik iki türlü adaletten bahsedip bu imkânların gerekenden eksik verilmesinin bireye zulüm, fazla verilmesinin topluma zulüm olduğunu, hatta -zararı sonuçta topluma yansıyacağından- bireye yapılan zulmün de topluma zulüm sayılabileceğini belirtir. Bir kimseye ait hakkın, rızası hilâfına veya eşit değerde karşılığı verilmeden elinden alınması, yine birinin kendine veya başkalarına ait bir hakkı toplumun aleyhine kullanması zulümdür, dolayısıyla devlet tarafından engellenmelidir. Fârâbî devletin uygulayacağı cezaların suçlara denk olarak belirlenmesi gerektiğini, cezanın suça göre ağır olmasının bireye, hafif olmasının topluma zulüm sayılacağını ileri sürer; ayrıca devletin suçluları affedip edemeyeceğini ve bu meselenin zulme uğrayan tarafla ilişkisini değerlendirir (Fuṣûlü’l-medenî, s. 141-144). Fârâbî’nin bu düşünceleri Nasîrüddîn-i Tûsî, Celâleddin ed-Devvânî, Kınalızâde Ali Efendi gibi felsefî mahiyette ahlâk kitabı yazan sonraki âlimlerce de benzer ifadelerle tekrarlanmıştır.

     Adalet ve zulüm konusunu ağırlıklı biçimde sosyolojik ve siyasal boyutuyla inceleyen klasik dönem âlimlerinin başında Mâverdî gelir. Mâverdî’nin toplumsal yapı bakımından en çok değer verdiği ilkenin kamu düzeni, devlet idaresi bakımından ise yönetimde adalet olduğu, hatta neticede adaletsizliği kamu düzenini bozan en büyük tehlike saydığı söylenebilir. Çünkü ona göre gerek dış dünyada gerekse insanların vicdanlarında adaletsizliğin meydana getireceği tahribatın yıkıcılığı başka hiçbir olumsuzlukla kıyaslanamayacak kadar büyüktür. Nerede bir kötülük varsa onun ortaya çıkmasında adaletten sapmanın mutlaka bir payı bulunur. Özellikle yöneticilerin halka zulmetmesi ülkenin varlığını tehlikeye sokacak bir kötülüktür. Sosyal huzursuzlukları zulüm ve baskıyla önlemeye kalkışmanın aldatıcı bir çözüm yolu olduğunu söyleyen Mâverdî’ye göre halkına zulmeden devlet onun güvenini, dolayısıyla kendi meşruiyet zeminini kaybedeceğinden artık bir baskı yönetimi ve yıkıcı güç haline gelir (Edebü’d-dünyâ ve’d-dîn, s. 138, 141-144; Teshîlü’n-naẓar, s. 209, 281). “Devlet dinsiz bile yaşayabilir, fakat zulümle ayakta kalamaz” şeklindeki meşhur fikri diğer birçok siyaset düşünürü gibi (meselâ bk. Gazzâlî, et-Tibrü’l-mesbûk, s. 173; Takıyyüddin İbn Teymiyye, II, 247) Mâverdî de tekrarlar. Bununla birlikte kamu düzeninin korunması, toplumsal kargaşa ve fitnenin önlenmesi için başka bir çare bulunamadığı takdirde toplumun siyasî baskı ve zulümlere katlanmak zorunda olduğu yönündeki geleneksel Sünnî telakkiyi Mâverdî de benimsemiştir. Mâverdî’nin adalet, güvenlik ve iktisat arasında kurduğu ilişki ve zulmün ekonomik, sosyal, siyasal alanlarda meydana getireceği tahribatla ilgili görüş ve tesbitleriyle İbn Haldûn’a öncülük ettiği görülmektedir (meselâ bk. Edebü’d-dünyâ ve’d-dîn, s. 136-146; krş. Muḳaddime, s. 286-290). İslâm hukuk ve siyaset kültüründe şahsa ve mala yönelik haksızlıklara, bunlarla ilgili davalara ve bu davaları çözmek üzere geliştirilen idarî ve hukukî kuruma “mezâlim” denilmiştir. Daha çok, güçlü ve etkili kişi ve kurumlarca işlendiği için sıradan hâkimlerin adaletle hüküm vermekte zorlanacağı mezâlim davalarına İslâm’ın ilk yıllarından itibaren devletin üst düzey yetkililerinin bakması esası benimsenmiştir (ayrıca bk. ADALET; HAKSIZ FİİL; MEZÂLİM).

1/2Müellif: MUSTAFA ÇAĞRICI
Maddenin bu bölümü TDV İslâm Ansiklopedisi’nin 2013 yılında İstanbul’da basılan 44. cildinde, 507-509 numaralı sayfalarda yer almıştır.
Matbu nüshayı pdf dosyası olarak indirmek için tıklayınız. 


02 - 07 Temmuz İstanbul & Güneydoğu Anadolu - GAP Turu

02 - 07 Temmuz Güneydoğu Anadolu - GAP Turu 3 Gece Otel Konaklamalı 5 Gün Gezi       Mezopotamya, bazı kaynaklarda medeniyetlerin beşiği ola...