İ S L A M T A R İ H İ
BEDİR MUHAREBESİ (3)
Hz. Ebû Bekir ile Oğlu
Manzara oldukça ibretli idi. Mus’ab b. Umeyr Müslümanlar safında muhacirlerin sancaktarı iken, kardeşi Ebû Azîz İbni Umeyr ise müşrik ordusunun birinci bayraktarıydı. Daha garibi de vardı. Hz. Ebû Bekir, oğlu Abdullah’la Müslümanlar safında bulunurken; diğer oğlu Abdurrahman ise, Kureyş müşrikleri arasındaydı. Cesareti ve keskin ok atıcılığı ile meşhur olan Abdurrahman, bir ara ortaya atılıp er dileyince, Hz. Ebû Bekir ayağa kalktı; Hz. Resûlullah’tan, oğluyla çarpışmak üzere müsaade istedi. Fakat Resûl-i Kibriya Efendimiz, “Yâ Ebâ Bekir! Bilmez misin ki sen benim görür gözüm ve işitir kulağım yerindesin!” buyurarak izin vermedi ve yanından ayırmadı.
Hz. Resûlullah’tan, oğluyla kılıç kılıça dövüşmek için izin alamayan Ebû Bekir es-Sıddık (r.a.), hiddetli hiddetli oğluna, “Ey Abdurrahman! Bana olan münâsebetin nerede kaldı?” diye seslendi. Abdurrahman ise, “Aramızda silahtan, uzun, yüğrük attan ve kılıçtan başka bir şey kalmadı” [27] diye cevap verdi.
Harp Başladı
Tarih, 17 Ramazan Cuma günü sabah saatleri... Artık iki ordu, olanca güç ve kuvvetleriyle birbirine saldırmaya geçmişti.
Resûl-i Kibriya Efendimiz, mücahitleri Allah yolunda cihada teşvik eden konuşmalar yapıyor, şehit düşenlerin makamlarının cennet olacağını müjdeliyordu. “Zafer bizimdir!” diyerek de, her zaman mücahitlerin gayret ve ümitlerini hep aynı canlılıkta tutmaya ihtimam gösteriyordu. Zaman zaman da ordunun önüne geçip bilfiil cesaretini göstererek, mücahitlerin de cesaretini artırıyordu.
Hz. Ali der ki: “Bedir günü harp şiddetlendiği zaman, Resûlullah’a sığınmıştık! O gün, halkın en cesaretlisi, en kahramanı o idi! Müşriklerin saflarına ondan daha yakın kimse yoktu!” [28]
Hâris b. Süraka’nın Şehit Düşmesi
Hazreç kabilesinden Hâris b. Süraka adındaki genç, ordunun gerisinde su havuzunun başında bulunuyor ve vuruşmayı temâşâ ediyordu. Düşman tarafından atılan bir ok, ön saftaki mücahitlerin üzerinden geçerek ona isabet etti ve orada şehit oldu. İşte, ensardan ilk şehit düşen, bu zâttır. Harp safında bulunan mücahitleri aşıp giden bir okun, gerideki Haris’e isabet edip onu şehit etmesi, hepsi için bir ibret dersi oldu.
Peygamberimizin Mücahitleri Harbe Teşviki
Harp bütün şiddetiyle devam ediyordu. Resûl-i Ekrem ise, durmadan mücahitleri harpte sebat etmeye çağırıyordu: “Muhammed’in varlığı kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki bugün Allah’ın rızasını umarak sabır ve sebat göstererek çarpışanları ve arkasına dönmeden ilerlerken öldürülenleri, Allah muhakkak cennetine koyacaktır!”
Umeyr’in Şehit Düşmesi
Ensardan Umeyr b. Humam Hazretleri, elinde hurmasını yerken Resûlullah’ın bu müjdesini işitti ve “Ne iyi, ne iyi! Cennete girmek için, şu heriflerin elinde ölmekten başka bir şey lâzım değilmiş” diye konuşarak elindeki hurmaları yere attı ve hemen kılıcını sıyırarak, şehâdetin faziletine ve ahiret hayatının ehemmiyetine dair müessir beyitler söyleyip düşmanın üzerine hücum etti. Gidiş, o gidiş oldu. Bir daha geri dönmeyen Umeyr, birçok müşriği öldürdükten sonra, kendisi de arzuladığı şehâdet mertebesine ulaştı.
Bir Mucize
Çarpışma bütün şiddetiyle devam ederken, Resûl-i Kibriya Efendimiz, yerden bir avuç ince kum alıp küffar ordusunun üzerine attı ve “Yüzleri kara olsun! Allahım, kalplerine korku sal, ayaklarına titreme ver!” diye dua etti. [29] “Yüzleri kara olsun!” sözü bir kelâm iken, onlardan her birinin kulağına gitmesi gibi, o bir avuç kum dahi her bir müşriğin gözüne gitti. Hücumu terk edip gözleriyle meşgul olmaya başladılar. Kur’an-ı Azîmüşşan, bu mucizeyi şu ayetiyle ilan eder: “Onları siz değil, Allah öldürdü! Onları (kumları) attığın zaman da, sen atmadın, Allah attı!” [30]
Evet, Resûl-i Kibriya’nın avucunda küçücük taşlar zikir ve tesbih ettiği gibi, aynı avucuna alıp attığı kum ve küçücük taşlar da düşmana el bombası hükmüne geçiyor ve onları dehşete düşürüyordu!
Peygamberimizin Münâcâtı ve
Meleklerin Yardıma Gelmesi
Peygamber Efendimiz, bir taraftan mücahitler arasında dolaşıp cihada olan aşk ve şevklerini artırıcı konuşmalar yapıyor, bir taraftan da kıbleye yönelerek Yüce Mevlâsına yalvarıyordu: “Allahım! Bana vadettiğin yardımı lûtfet!”
Bu münâcâtı esnasında bir ara öylesine kendinden geçti ki ridâsı mübarek omuzlarından kayıp düştüğü halde farkına varmadı. Yanından ayrılmayan Hz. Ebû Bekir, ridâsını yerden alıp mübarek omuzlarına koydu ve “Yâ Resûlallah! Rabbine ettiğin niyaz yetişir. Şüphesiz, O, sana olan vaadini yerine getirecektir” diye konuştu. [31]
Bir müddet sonra Resûl-i Kibriya Efendimiz, “Müjde ey Ebû Bekir! Sana Allah’ın yardımı geldi. İşte şu, Cebrail’dir. Kum tepeleri üzerinde atının dizginini tutmuş, silahlanmış, emir bekliyor!” diye buyurdu.
Kur’an-ı Azîmüşşan, bu vak’ayı da şöyle hatırlatır: “Siz, (sayı, silah ve binekçe düşmandan çok) az ve zayıf iken, Allah, size Bedir’de kat’î bir zafer verdi. Allah’tan sakının; ta ki şükretmiş olasınız! “O vakit sen, mü’minlere, ‘İndirilen üç bin melekle Rabbinizin size imdat etmesi yetişmez mi?’ diyordun.” [32]
Rivayet edilmiştir ki o esnada, benzeri görülmedik, gayet şiddetli bir rüzgâr çıktı. Göz gözü görmez oldu. Sonra geçip gitti. Arkasından ikinci bir rüzgâr daha çıktı ve o da geçip gitti. Bu, Cebrail (a.s.) emrindeki üç bin meleğin gelip Resûl-i Kibriya Efendimizin yanında, sağında ve solunda yer alışının tezahürü idi. Melekler, başlarına beyaz sarıklar sarmışlar, sarıkların uçlarını ise arkalarına salıvermişlerdi. Yalnız, Hz. Cebrail’in (a.s.) sarığı sarı idi. Meleklerin hepsi alaca renkte atlara binmişlerdi.
Mücahitlerin Kahramanca Çarpışmaları
Parolaları “Yâ Mansur! Emit” olan mücahitler, düşmanla kahramanca çarpışıyor, hücum ve hamleleriyle düşman saflarını yarıyorlardı.
Hususan Hz. Hamza ile Hz. Ali (r.a.), son derece kahramanca ve cesurca müşriklere hücum ediyorlar ve düşmanın hangi koluna hücum etseler yarıp geçiyorlardı. Hz. Hamza, iki elinde iki kılıç önüne geleni bir hamlede yere seriyordu. Bu iki kahraman sahabe, müşrik ileri gelenlerinden birçok kimseyi kılıçlarıyla öldürdüler.
Ebû Cehil’in Öldürülmesi
Müslümanların büyük düşmanı olan Ebû Cehil’i öldürmek bir iftihar vesilesi olacağından, mücahitlerden her biri onu bulup öldürmek istiyordu. Hatta Ebû Cehil zannıyla, Hz. Hamza, müşriklerin reislerinden, Mahzumoğullarından Hâlid b. Velid’in biraderi olan Ebû Kays İbn Velid’i ve Hz. Ali yine Benî Mahzum’dan Abdullah İbni Münzir’i öldürmüşlerdi.
Ebû Cehil, yetmiş yaşında, korkunç yüzlü, inatçı ve mütemerrid bir İslam düşmanıydı. “Anam beni bugün için doğurmuş!” diyerek cesaretini izhar ediyor ve askerini harbe sürüyordu. Mahzumoğulları, müşriklerden birçok kimsenin öldürüldüğünü görünce, Ebû Cehil’in etrafını deve sürüsü gibi sarmışlardı. Ne pahasına olursa olsun onu koruyacaklardı.
Harp bütün şiddetiyle devam ediyordu. Hz. Abdurrahman b. Avf, harp safında sağına soluna bakınca, ensar gençlerinden iki delikanlıyı gördü. Onlardan biri kendisine yaklaşarak, “Ey amca! Sen Ebû Cehil’i tanır mısın?” diye sordu. Abdurrahman b. Avf, “Evet, tanırım. Ne yapacaksın onu?” deyince, genç şu cevabı verdi: “Allah’a söz verdim: Ebû Cehil’i gördüğüm gibi üzerine yürüyüp, ya onu öldüreceğim yahut bu uğurda şehit olacağım!”
Abdurrahman b. Avf Hazretleri, gencin bu azim ve kahramanlığını hayretle takdir ederken, diğer genç de yanına yaklaşıp aynı şeyleri söyledi. Abdurrahman b. Avf, önceleri kendi kendine, “Harp safında iki çocuk arasında kaldım!” derken onların bu cesurca sözlerine hayret etti. Bu iki genç, Afra Hâtun’un harbe iştirak etmiş yedi oğlundan ikisi olan Muaz ve Muavviz idiler. O sırada Abdurrahman b. Avf’ın (r.a.) gözü, müşrikler arasında dolaşıp duran ve Mahzunoğulları yiğitleri tarafından korunan Ebû Cehil’e ilişti. Soran gençlere göstererek, “İşte, aradığınız Ebû Cehil!” dedi.
İki kahraman fedai, derhal kılıçlarını sıyırıp, Ebû Cehil’in bulunduğu tarafa doğru yürüdüler. Bu iki genç gibi birçok mücahit de Ebû Cehil’i öldürme fırsatını kolluyordu. Gençlerin Ebû Cehil’e yetişmesinden önce, onu başından beri gözetleyip duran, ensardan Muaz b. Amr b. Cemûh, o esnada bir fırsatını bulup Ebû Cehil’in ayağına bir kılıç darbesi indirdi. Ebû Cehil’in oğlu İkrime de kılıcıyla onun elini kolunu yaraladı. Bu kahraman sahabe der ki: “Elim, derisinde sallandı kaldı. Çarpışmanın şiddeti bana onu unutturdu. O gün kesik elimi arkama atıp, hep çarpıştım durdum. Bana fazla zahmet verince de, ayağımla üzerine bastım, sallanan kolumu koparıp attım!” [33]
Muaz b. Amr b. Cemûh’un yaralanmasından sonra iki genç kardeş olan Muaz ile Muavviz de, Ebû Cehil’in yanına vardılar. Üzerine hücum ederek kılıç darbeleriyle yere serdiler, öldü zannıyla da bırakıp gittiler.
“Ebû Cehil, Bu Ümmetin Firavunudur!”
O esnada Resûl-i Kibriya Efendimiz, “Acaba Ebû Cehil, ne yaptı, ne oldu? Kim gidip bir bakar?” buyurarak, ölüler arasında onun araştırılmasını emretti.
Mücahitler aradılar, fakat bulamadılar. Peygamber Efendimiz yine “Arayınız! Benim, onun hakkında sözüm var. Eğer siz, onun ölüsünü teşhis edemezseniz, dizindeki yara izine bakınız” buyurduktan sonra sözlerine şöyle devam etti: “Bir gün onunla Abdullah b. Cüd’a ’nın ziyafetinde bulunuyorduk. Ben, ondan cüssece biraz büyükçe idim. Sıkışınca, onu ittim. İki dizi üzerine düştü. Dizinden birisi yaralandı ve bu yaralanmanın izi, uru dizinden kaybolmadı!” [34]
Bunun üzerine Abdullah İbni Mes’ûd Hazretleri, Ebû Cehil’i aramaya gitti. Onu son nefesinde, can çekişirken gördü. Kendisine, “Ebû Cehil sen misin?” dedi. Sonra da boynuna ayağıyla bastı ve “Ey Allah’ın düşmanı! Nihayet Allah seni hor ve hakir etti! Gördün mü?” dedi.
Bedir Savaşı’nda şehit düşenlerin
medfun bulundukları kabristan
Can çekiştiği halde Ebû Cehil, “Ey koyun çobanı! Pek sarp yere çıkmışsın. Büyük bir kişinin, kavim ve kabilesi tarafından öldürülmesi, hemen şimdi olan bir şey değildir! Sen bana bugün zafer ve galebenin hangi tarafta olduğunu haber ver” dedi.
İbni Mes’ûd Hazretleri, “Nusret ve galebe, Allah ve Resûlü tarafındadır!” diyerek, son nefesinde onu ye’se düşürdü. Böyle bir cihetten mey’us olan Ebû Cehil, bir kere daha küfrünü kustu: “Muhammed’e söyle ki şimdiye kadar onun düşmanı idim; şimdi düşmanlığım bir kat daha arttı!” Bunun üzerine, İbni Mes’ûd Hazretleri, hemen başını kesti.
Böylece, Ebû Cehil, son nefeste bile imana gelmedi, küfür ve dalâlette ısrar edip cehennemi boyladı. İbni Mes’ûd (r.a.), başını alıp huzur-u Nebevî’ye getirdi.
“İşte, Allah’ın düşmanı Ebû Cehil’in başı!” dedi. Bunun üzerine Resûl-i Ekrem Efendimiz, “Kuluna yardım eden, dinini üstün kılan Allah’a hamdolsun!” dedikten sonra, “Bu ümmetin Firavunu, işte budur!” buyurdu. [35]
Ebû Cehil’in öldürülmesinden sonra, müşrik ordusunda Müslümanlara karşı koyacak pek kimse kalmadı. Bu arada, azılı müşrik Ümeyye b. Halef de, Mekke’de merhametsizce işkenceye uğrattığı Bilâl-i Habeşî (r.a.) tarafından yere serilince, Kureyş ordusu fena halde bozuldu. Müşrik askerleri gerisingeri kaçmaya başladılar. Kaçanlar o anda kurtuldular, ele geçirilenler ise esir alındılar.
Netice
Birkaç saat bütün şiddetiyle devam eden kıyasıya mücadele neticesinde, Resûl-i Kibriya Efendimizin kumandanlığını yaptığı İslam ordusu, parlak bir muzafferiyet elde etmişti. Mücahitler, on dört şehit vermişlerdi; müşriklerden öldürdüklerinin sayısı ise yetmiş kadardı; bir o kadarını da esir almışlardı. Öldürülenlerden yirmi dört kişi, müşriklerin ileri gelenlerindendi. Mücahitler, Peygamberimizin emri gereği, müşrik ileri gelenlerinin cesetlerini toptan bir çukura gömdüler.
Resûl-i Ekrem, şehit olan mücahitlerin cenaze namazını da Bedir’de kıldı.
Bu parlak zaferle, şüphe ve tereddüt bulutları parçalandı, Müslümanların cesaretlerine bir kat daha cesaret katılmış oldu. Peygamber Efendimiz, derhal yola iki haberci çıkararak, bu şanlı zaferin bir an evvel Medine’ye duyurulmasını istedi. Habercilerden biri şehrin üst tarafında, diğeri ise alt tarafında bu muhteşem müjdeyi Müslümanlara ulaştırdı.
[27] İbn Hişam, a.g.e., c. 2, s. 291.
[28] İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 23.
[29] İbn Hişam, a.g.e., c. 2. s. 280.
[30] Enfâl, 17.
[31] İbn Sa’d, a.g.e., c. 3, s. 601-602; Müslim, Sahih, c. 5. s. 156-157.
[32] Âl-i İmrân, 123-124.
[33] İbn Hişam, a.g.e., c. 2, s. 287-288; Taberî, Tarih, c. 2, s. 284.
[34] İbn Hişam, a.g.e., c. 2, s. 288; Taberî, a.g.e., c. 2, s. 284.
[35] Zehebî, A’lâmü’n-Nübelâ, c. 1, s. 346.
[28] İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 23.
[29] İbn Hişam, a.g.e., c. 2. s. 280.
[30] Enfâl, 17.
[31] İbn Sa’d, a.g.e., c. 3, s. 601-602; Müslim, Sahih, c. 5. s. 156-157.
[32] Âl-i İmrân, 123-124.
[33] İbn Hişam, a.g.e., c. 2, s. 287-288; Taberî, Tarih, c. 2, s. 284.
[34] İbn Hişam, a.g.e., c. 2, s. 288; Taberî, a.g.e., c. 2, s. 284.
[35] Zehebî, A’lâmü’n-Nübelâ, c. 1, s. 346.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder