İSLAM TARİHİ
İslam Ordusunun Dağılması!
(Uhud Muharebesi)
Önden ve arkadan hücuma maruz kalıp sıkıştırılan mücahitler, bir anda kendilerini toparlayamadılar ve ister istemez dağılmak zorunda kaldılar. Peygamber Efendimizin çevresinde her şeye rağmen 10-15 kadar sahabe kalmıştı. Bu bir avuç mücahit, canını dişine takarak, müşriklerden gelen oklara, mızrak ve kılıç darbelerine göğüs geriyor, vücutlarını siper ederek Kâinatın Efendisini korumaya çalışıyorlardı. Bu arada küfür ordusundan atılan taşlardan biri, Hz. Resûlullah’ın sağ alt çenesindeki mübarek dişlerinden birini şehit etti. Bir diğer taş ise, alnını ve alt dudağını yardı. Abdullah İbni Kamîe adındaki kâfirin kılıç darbesiyle de, elmacık kemiği yara aldı. Darbenin şiddetiyle miğfer parçalandı ve iki halkası mübarek yüzüne battı. [40]
Sevgili Peygamberimizin mübarek yüzüne miğferin iki halkasının battığını gören Ebû Ubeyde b. Cerrâh, bir anda kendisini onun önüne atıverdi ve yanından bir an dahi olsun ayrılmayan Hz. Ebû Bekir’e, “Yâ Ebû Bekir! Allah aşkına olsun, Resûlullah’la aramızdan çekil. Bırak da mübarek yüzünden halkaları çıkarayım!” diyerek halkaların her birini dişleriyle çekip çıkardı. Bu arada kendisi de iki dişinden oldu. [41]
Bir müşrik tarafından, Müslümanların düşürülmesi için kazılmış bir çukur vardı. İslam ordusunun bozulmaya yüz tuttuğu o dehşetli anda harbin şiddetinden dolayı farkına varamayarak, Resûl-i Ekrem, kazılmış olan çukura yanı üzerine düştü. Çukurun etrafı derhal mücahitler tarafından sarıldı ve düşman askerlerinin yaklaşmasına müsaade edilmedi.
Çukurdan çıkmaya muvaffak olan Kâinatın Efendisinin yüzü gözü kanlar içinde kalmıştı. Elini, kanayan yüzüne sürdü. “Kendilerini Rablerine imana davet ederken, Peygamberlerinin yüzünü kana bulayan bir kavim nasıl felâh bulabilir?” dedi.
Bu, bir sitemdi, bir serzenişti.
Cenab-ı Hak, Sevgili Resûlünün bu sitemi üzerine şu meâldeki ayetleri indirdi:
“Ey Resûlüm! Kulların işinden hiçbir şey sana âit değildir (senin elinde bir şey yoktur). Allah, ya onlara (rahmetiyle) tevbe nasip eder, yahut zalim oldukları için onları azaba çarpar. Göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah’ındır; O dilediğini bağışlar, dilediğini azaba uğratır. Allah, kulları hakkında çok bağışlayıcı, çok merhametlidir.” [42]
“Zülfikâr Gibi Kılıç, Ali Gibi Yiğit Bulunmaz!”
Çok az sayıda Müslümanın, müşriklere karşı direndiği sıradaydı.
Peygamber Efendimiz, bir grup müşriğin kendisine doğru gelmekte olduğunu fark etti. Yanından ayrılmayıp kahramanca çarpışan Hz. Ali’ye, “Hücum et onlara!” diye emretti. Allah’ın Arslanı Hz. Ali, cesaretle müşrik birliğinin üzerine yürüdü, onları püskürtüp, içlerinden birini de yere serdi. Bu esnada Cebrail (a.s.), “Yâ Resûlallah! Bu, sizin için yapılan iyilik ve civanmertliktir” diye seslendi.
Peygamber Efendimiz cevaben, “O, bendendir, ben de ondanım” buyurdu.
Tam o esnada bir ses işittiler: “Zülfikâr gibi kılıç, Ali gibi yiğit bulunmaz!” [43]
Sa’d b. Ebî Vakkas’ın Müşriklere Ok Yağdırması
Mücahitlerin, Resûl-i Ekrem Efendimizin etrafından dağıldıkları esnada, Hz. Sa’d b. Ebî Vakkas da bir köşeye çekilmiş, kararsız duruyordu. Kendi kendine, “İçimden ne şehitlik arzusunu, ne de kurtulma arzusunu atabiliyorum!” diyordu. O sırada mücahidin biri ona, “Yâ Sa’d! Resûlullah seni çağırıyor” dedi. Hz. Sa’d, derhal Hz. Resûlullah’ın yanına vardı.
Sonrasını Hz. Sa’d şöyle anlatır:
“Resûlullah, beni önüne oturttu. Ok atmaya başladım. Her atışta, ‘Allah'ım! Bu senin okundur. Onunla düşmanını vur!’ diyordum. Resûlullah da (a.s.m.), ‘Allah'ım, Sa’d’ın duasını kabul et! Allah'ım, Sa’d’ın atışını, okunu doğrult! Devam, devam Sa’d! Babam, annem sana feda olsun!’ buyuruyordu. Her ok atışımda Resûlullah (a.s.m.) aynı duayı tekrarlıyordu.
“Ok çantam boşalınca, Resûlullah (a.s.m.), kendi çantasında bulunan okları da birer birer yayıma yerleştirip attırdı. Okları yaya yerleştirmekte, o, herkesten daha çabuk ve süratli idi.”
Hz. Ali der ki:
“Resûlullah (a.s.m.), anne ve babasını, Sa’d’dan başka hiç kimse hakkında birleştirerek ‘feda olsun’ dememiştir. Uhud günü, ona, ‘At, ey Sa’d! Annem babam sana feda olsun! At, ey kısa boylu, kuvvetli delikanlı!’ buyurdu. Nebi’nin (a.s.m.) ondan başkasına böyle söylediğini bilmiyorum.” [44]
Hz. Talha b. Ubeydullah’ın Kahramanlığı
Harbin en nâzik ve dehşetli ânı idi. Müslümanlar, önden ve arkadan hücuma geçen müşrik kuvvetlerinden kendilerini kurtarmak için tepelere doğru çıkıyorlardı. Hz. Resûlullah’ın etrafında kala kala on beş kadar mücahit kalmıştı. Bunlar, Peygamber Efendimizle birlikte sabır ve sebat göstererek müşriklere karşı kahramanca savaşıyorlardı. Bunlardan biri de Hz. Talha b. Ubeydullah idi.
Müşriklerin Resûlullah’ın dört tarafını sardıkları sırada, Hz. Talha sağa sola dönerek kılıcıyla onları uzaklaştırmaya çalışıyordu.
Bir ara, müşriklerin keskin nişancı okçularından Mâlik b. Züheyr, Efendimize nişan alıp bir ok attı. Hz. Talha, bu okun Kâinatın Efendisine isabet edeceğini anlayınca, buna mani olmak için, elini oka hedef tuttu. Son süratle gelen ok, parmağını delip, elini çolak yaptı. [45]
Peygamber Efendimiz, “Yeryüzünde gezen cennetlik bir kimseye bakmak isteyen, Talha b. Ubeydullah’a baksın!” buyurdu. [46]
Hz. Resûlullah’ı korumak uğrunda müşriklerden gelen kılıç darbelerine ve oklara vücudunu siper eden Hz. Talha’nın baş ve gövde damarlarından biri kesildi. Gövdesi yaralar içinde kaldı. Fazla kan kaybından bayılıp yere düştü. O sırada Hz. Ebû Bekir, Peygamberimizin yanına geldi. Resûl-i Ekrem, ona, “amcanın oğluyla ilgilen” dedi.
Hz. Ebû Bekir yüzüne su serpince, Hz. Talha kendine geldi. Yaralarının acısı sızısı umurunda değildi. Şahsını düşünmüyordu; uğrunda bunca fedakârlığa katlandığı zâtın durumunu merak ediyordu. Başucunda duran Hz. Ebû Bekir’e, “Resûlullah ne yapıyor?” diye sordu.
Hz. Ebû Bekir, “İyidir. Beni sana o gönderdi” diye cevap verince, bu kahraman ve fedakâr sahabe, “Allah’a şükürler olsun! Resûlullah sağ olduktan sonra her musibet bizim için hiçtir!” diye konuştu. [47]
İ’lây-ı Kelimetullah uğrunda gösterdiği bunca kahramanlık ve fedakârlıktan dolayı, Hz. Resûlullah tarafından bu harpte “Talhatü’l-Hayr (Hayırlı Talha)” olarak adlandırılan Hz. Talha’nın, Uhud’dan döndüğü zaman vücudunda tam yetmiş beş yarası vardı. Başı dört köşeli yarılmış, uyluk damarı baştan aşağı kesilmişti. Eli ise çolak olmuştu. [48]
Hz. Hamza’nın Şehadeti
Müslümanların tepelere doğru dağıldıkları karışık hengâmede idi. Hz. Hamza, var gücüyle müşriklere karşı direniyor ve “Allah'ım! Müslümanların şu hallerinden dolayı sana sığınır, senden af dilerim” diye dua ediyordu. Müşrikler, onun yanına pek yaklaşamıyorlardı. Onu uzaktan vurup düşürmenin çaresini arıyorlardı. Mekke’de, “Vahşî” adında bir köle vardı. Habeş usûlüne göre kargı atmakta oldukça maharetli ve becerekli idi. Tespit ettiği hedefe isabet edemediği pek az olurdu.
Kureyş ordusu Mekke’den ayrılmadan önce idi. Efendisi Cübeyr b. Mut’im, kölesi Vahşî’yi yanına çağırmış ve “Orduya katıl. Eğer Muhammed’in amcası Hamza’yı, amcam Tuayme b. Adiyy yerine öldürürsen hür ve azatsın” demişti. [49]
Bedir’de babası öldürülen Ebû Süfyan’ın karısı Hind de, bunun için Vahşî’ye birçok mükâfat vadetmişti.
Bu sebeple Vahşî, harp boyunca Hz. Hamza’yı gözetip duruyordu. Hz. Hamza’nın müşrikleri kasıp kavurduğu, kılıcıyla biçtiği bir sıradaydı. Vahşî, fırsat kollamak için bir kayanın arkasına gizlenmiş, bekliyordu. Düşmanın üzerine doludizgin yürüyen Hz. Hamza’nın bir ara ayakları kaydı ve arkaüstü yere yıkıldı. Keskin bir nişancı olan Vahşî, mızrağını fırlattığı gibi bu kahraman sahabenin böğrüne sapladı ve onu şehit etti. Vahşî, bununla da yetinmedi; Ebû Süfyan’ın karısı Hind’in gönlünü yapmak için, göğsünü yararak ciğerini alıp ona götürdü. Üzerindeki kıymetli eşyaları, başardığı bu büyük işten dolayı Vahşî’ye çıkarıp veren Hind, intikam hırsıyla, bu aziz şehidin ciğerini çiğnedi. [50] Bununla da intikam hırsı dinmeyince, bizzat Hz. Hamza’nın başucuna vardı; burnunu, kulağını, kendine bilezik, pazubent ve halhal yapmak niyetiyle kesti. [51]
Mus’ab b. Umeyr’in Şehit Düşmesi
Mücahitlerin birçoğu oraya buraya dağılmıştı. Her şeye rağmen Resûlullah’ın yanından ayrılmayan mücahitler de vardı. Bunlardan biri de, İslam ordusunun sancaktarı Hz. Mus’ab b. Umeyr idi. İbni Kamîe denilen kâfir, bir ara atlı olduğu halde Resûl-i Ekrem Efendimize yaklaştı. “Gösteriniz bana Muhammed’i! O kurtulursa, ben kurtulmayayım” diyerek haykırıyordu.
Hz. Mus’ab, mücahitlerden birkaç kişi ve Nesibe Hâtun ile İbni Kamîe’ye karşı çıktı. Bu kâfir, Hz. Resûlullah’ı korumaya çalışan Hz. Nesibe’nin omuzuna bir kılıç darbesi indirdi. Nesibe Hâtun da, cesurca ona birçok darbe indirdi. Fakat bu müşriğin üzerinde iki kat zırh bulunduğundan darbeler pek tesir etmedi.
İbni Kamîe, önüne çıkan Hz. Mus’ab’ın sağ elini bir kılıç darbesiyle kesti. Hz. Mus’ab, İslam’ın izzet ve şerefini sembolize eden sancağı sol eline aldı. İbni Kamîe, bir kılıç darbesiyle sol elini de kesti. Bu sefer Hz. Mus’ab, sancağı kollarıyla tutup göğsüne bastırdı. O anda tek gayesi, bu zındığın Resûlullah’a ulaşmasına mani olmak ve İslam sancağını yere düşmekten korumaktı. İbni Kamîe, bu sefer mızrağıyla vücudunu deldi. Hz. Mus’ab, artık dayanamayıp yere yıkıldı. Böylece o da şehâdet şerbetini içenler arasına katıldı. Sancak da yere düştü. [52]
Hz. Mus’ab şehit düşünce, Peygamber Efendimiz sancağı Hz. Ali’ye verdi. Hz. Ali çarpışmaya gidince de, sancağı sonuna kadar Ebürrum taşıdı.
“Muhammed Öldürüldü” Yaygarası
Mus’ab b. Umeyr Hazretleri, zırhını giydiği zaman, Resûl-i Kibriya Efendimize pek benzerdi. İbni Kamîe de, Hz. Mus’ab’ı şehit etmekle, Peygamber Efendimizi öldürdüğünü zannetmişti. Derhal müşriklerin yanına vararak, “Muhammed’i öldürdüm!” dedi. [53]
Bunu duyan müşrikler, sevinç çığlıkları attılar. Onlardan birisi de, dağ başına çıkarak, “Muhammed öldürüldü!” diye bağırmaya başladı.
Bu dehşetli yaygarayı duyan mücahitlerin birden kolu kanadı kırılıverdi. İslam ordusunda umumî bir geri çekilme ve panik havası başladı. Her biri başka başka istikametlerden harp sahasını terk ediyordu. Bu dehşetli hengâmede, farkına varmadan, düşman askeri diye din kardeşlerine kılıç sallamaya kalkanlar bile oluyordu. Hatta bu karışıklık esnasında Huzayl b. Cabir, bir başka sahabe tarafından yanlışlıkla şehit edildi.
Mücahitlerin Hz. Resûlullah’ı Araması
Müşriklerin kopardığı yaygaraya inanmak istemeyen mücahitler, Hz. Resûlullah’ı aramaya koyuldular. Bunlardan Hz. Ali, hem önüne gelen düşman askerine kılıç sallıyor, hem de etrafa göz gezdirerek Peygamberimizi arıyordu. Harp sahasında bulunan mücahitlerin o anda en büyük ve tek arzusu, artık Resûl-i Kibriya Efendimizi bulmak olmuştu! Bu esnada, yürekleri ferahlatıcı bir ses yükseldi: “Ey Müslüman! Müjde size: İşte Resûlullah!”
Bu sesin sahibi, Ka’b b. Mâlik’ti. Resûl-i Ekrem Efendimizi Şi’b mevkiinde, miğferinin altında pırıl pırıl parlayan mübarek gözlerinden tanımıştı. Müslümanlara seslenirken, eliyle de Resul-i Ekrem’in bulunduğu yeri gösteriyordu. [54]
Peygamber Efendimiz, düşman tarafından nerede olduğunun bilinmesini istemiyordu. Müslümanlara müjdeyi veren Ka’b’a, eliyle, “Sus, sus!” [55] diye işaret verdi.
Artık Hz. Resûlullah’ın yeri tespit edilmiş ve etrafa yayılan haberin bir şayiadan ibaret olduğu anlaşılmıştı. Mücahitler, derhal Resûl-i Ekrem’in bulunduğu yere doğru koştular ve kendisini emniyet çemberi içine aldılar. O anda mücahitlerin bir tek gayesi vardı; Hz. Resûlullah’ın vücudunu muhafaza etmek. Bunu başardılar.
Nesibe Hâtun’un Kahramanlığı
Ümmü Umare Nesibe bint-i Ka’b...
Kocası ve iki oğluyla birlikte İslam ordusuna katılıp Uhud’a gelmiş; kocasıyla oğulları müşriklerle çarpışacak, kendisi de yaralanan Müslümanlara yardım edip su yetiştirecekti. Ancak harbin ikinci safhasında Müslümanlar bozulmaya başlayıp Resûlullah’ın etrafında çok az sayıda mücahidin kaldığını gören Nesibe Hâtun, derhal Resûl-i Kibriya Efendimizin yanına vardı ve çarpışmaya koyuldu. Kılıçla, okla, Resûl-i Zîşan Efendimizi, müşriklerden korumaya çalıştı. Bu sırada yaralandı. Peygamber Efendimiz, sağına soluna baktıkça hep Nesibe Hâtun’un müşriklere karşı koyduğunu görüyordu. Şöyle buyurdu: “Ey Ümmü Umare! Senin katlandığın, dayanabildiğin şeye, herkes dayanamaz ve katlanamaz!”
Peygamber Efendimiz, Nesibe Hâtun’un omuzundan aldığı yarayı görünce, oğlu Abdullah’a, “Annenin yarasını sar!” dedi. Sonra da şöyle buyurdu:
“Ev halkınıza Allah mübarek kılsın: Senin annenin makamı, filanca ve filancaların makamından hayırlıdır! Babanın makamı da filan ve filanların makamından hayırlıdır! Senin makamın da filan ve filanların makamından hayırlıdır! Allah, sizin ev halkınıza rahmet etsin!”
O esnada imanın verdiği cesaretle müşriklere karşı cesurca kılıç sallayan Nesibe Hâtun da, “Yâ Resûlallah! Allah’a dua et de, cennette sana komşu olalım!” dedi. Resûl-i Kibriya Efendimiz, “Allah'ım! Bunları cennette bana komşu ve arkadaş et!” diye dua etti. Bunun üzerine, Nesibe Hâtun, sevinç içinde, “Bana artık dünyada ne musibet gelirse gelsin gam çekmem, bu bana yeter!” [56] diyerek, Allah ve Resûlullah’a karşı olan muhabbet ve bağlılığını ortaya koydu.
Notlar:
[40] İbn Hişam, a.g.e., c. s. 84; İbn Sa’d, a.g.e., c. 3, s. 410.
[41] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 85; İbn Sa’d, a.g.e., c. 3, s. 410.
[42] Âl-i İmrân, 128-129.
[43] Taberî, Tarih, c. 3, s. 17.
[44] İbn Sa’d, a.g.e., c. 3, s. 141; Buharî, Sahih, c. 3, s. 22-23, İbn Esir, Üsdü’l-Gabe, c. 2, s. 290.
[45] İbn Sa’d, a.g.e., c. 3, s. 217.
[46] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 85; Tirmizî, Sünen, c. 5, s. 644.
[47] Vakidî, Megazi, s. 199.
[48] İbn Sa’d, a.g.e., c. 3, s. 218.
[49] İbn Hişam, a.g.e., c. 3. s. 76.
[50] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 76.
[51] Halebî, İnsanü’l-Uyûn, c. 2, s. 275.
[52] İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 42.
[53] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 77.
[54] İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 46.
[55] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 88.
Hz. Ali der ki:
“Resûlullah (a.s.m.), anne ve babasını, Sa’d’dan başka hiç kimse hakkında birleştirerek ‘feda olsun’ dememiştir. Uhud günü, ona, ‘At, ey Sa’d! Annem babam sana feda olsun! At, ey kısa boylu, kuvvetli delikanlı!’ buyurdu. Nebi’nin (a.s.m.) ondan başkasına böyle söylediğini bilmiyorum.” [44]
Hz. Talha b. Ubeydullah’ın Kahramanlığı
Harbin en nâzik ve dehşetli ânı idi. Müslümanlar, önden ve arkadan hücuma geçen müşrik kuvvetlerinden kendilerini kurtarmak için tepelere doğru çıkıyorlardı. Hz. Resûlullah’ın etrafında kala kala on beş kadar mücahit kalmıştı. Bunlar, Peygamber Efendimizle birlikte sabır ve sebat göstererek müşriklere karşı kahramanca savaşıyorlardı. Bunlardan biri de Hz. Talha b. Ubeydullah idi.
Müşriklerin Resûlullah’ın dört tarafını sardıkları sırada, Hz. Talha sağa sola dönerek kılıcıyla onları uzaklaştırmaya çalışıyordu.
Bir ara, müşriklerin keskin nişancı okçularından Mâlik b. Züheyr, Efendimize nişan alıp bir ok attı. Hz. Talha, bu okun Kâinatın Efendisine isabet edeceğini anlayınca, buna mani olmak için, elini oka hedef tuttu. Son süratle gelen ok, parmağını delip, elini çolak yaptı. [45]
Peygamber Efendimiz, “Yeryüzünde gezen cennetlik bir kimseye bakmak isteyen, Talha b. Ubeydullah’a baksın!” buyurdu. [46]
Hz. Resûlullah’ı korumak uğrunda müşriklerden gelen kılıç darbelerine ve oklara vücudunu siper eden Hz. Talha’nın baş ve gövde damarlarından biri kesildi. Gövdesi yaralar içinde kaldı. Fazla kan kaybından bayılıp yere düştü. O sırada Hz. Ebû Bekir, Peygamberimizin yanına geldi. Resûl-i Ekrem, ona, “amcanın oğluyla ilgilen” dedi.
Hz. Ebû Bekir yüzüne su serpince, Hz. Talha kendine geldi. Yaralarının acısı sızısı umurunda değildi. Şahsını düşünmüyordu; uğrunda bunca fedakârlığa katlandığı zâtın durumunu merak ediyordu. Başucunda duran Hz. Ebû Bekir’e, “Resûlullah ne yapıyor?” diye sordu.
İ’lây-ı Kelimetullah uğrunda gösterdiği bunca kahramanlık ve fedakârlıktan dolayı, Hz. Resûlullah tarafından bu harpte “Talhatü’l-Hayr (Hayırlı Talha)” olarak adlandırılan Hz. Talha’nın, Uhud’dan döndüğü zaman vücudunda tam yetmiş beş yarası vardı. Başı dört köşeli yarılmış, uyluk damarı baştan aşağı kesilmişti. Eli ise çolak olmuştu. [48]
Hz. Hamza’nın Şehadeti
Müslümanların tepelere doğru dağıldıkları karışık hengâmede idi. Hz. Hamza, var gücüyle müşriklere karşı direniyor ve “Allah'ım! Müslümanların şu hallerinden dolayı sana sığınır, senden af dilerim” diye dua ediyordu. Müşrikler, onun yanına pek yaklaşamıyorlardı. Onu uzaktan vurup düşürmenin çaresini arıyorlardı. Mekke’de, “Vahşî” adında bir köle vardı. Habeş usûlüne göre kargı atmakta oldukça maharetli ve becerekli idi. Tespit ettiği hedefe isabet edemediği pek az olurdu.
Kureyş ordusu Mekke’den ayrılmadan önce idi. Efendisi Cübeyr b. Mut’im, kölesi Vahşî’yi yanına çağırmış ve “Orduya katıl. Eğer Muhammed’in amcası Hamza’yı, amcam Tuayme b. Adiyy yerine öldürürsen hür ve azatsın” demişti. [49]
Bedir’de babası öldürülen Ebû Süfyan’ın karısı Hind de, bunun için Vahşî’ye birçok mükâfat vadetmişti.
Bu sebeple Vahşî, harp boyunca Hz. Hamza’yı gözetip duruyordu. Hz. Hamza’nın müşrikleri kasıp kavurduğu, kılıcıyla biçtiği bir sıradaydı. Vahşî, fırsat kollamak için bir kayanın arkasına gizlenmiş, bekliyordu. Düşmanın üzerine doludizgin yürüyen Hz. Hamza’nın bir ara ayakları kaydı ve arkaüstü yere yıkıldı. Keskin bir nişancı olan Vahşî, mızrağını fırlattığı gibi bu kahraman sahabenin böğrüne sapladı ve onu şehit etti. Vahşî, bununla da yetinmedi; Ebû Süfyan’ın karısı Hind’in gönlünü yapmak için, göğsünü yararak ciğerini alıp ona götürdü. Üzerindeki kıymetli eşyaları, başardığı bu büyük işten dolayı Vahşî’ye çıkarıp veren Hind, intikam hırsıyla, bu aziz şehidin ciğerini çiğnedi. [50] Bununla da intikam hırsı dinmeyince, bizzat Hz. Hamza’nın başucuna vardı; burnunu, kulağını, kendine bilezik, pazubent ve halhal yapmak niyetiyle kesti. [51]
Mus’ab b. Umeyr’in Şehit Düşmesi
Mücahitlerin birçoğu oraya buraya dağılmıştı. Her şeye rağmen Resûlullah’ın yanından ayrılmayan mücahitler de vardı. Bunlardan biri de, İslam ordusunun sancaktarı Hz. Mus’ab b. Umeyr idi. İbni Kamîe denilen kâfir, bir ara atlı olduğu halde Resûl-i Ekrem Efendimize yaklaştı. “Gösteriniz bana Muhammed’i! O kurtulursa, ben kurtulmayayım” diyerek haykırıyordu.
Hz. Mus’ab, mücahitlerden birkaç kişi ve Nesibe Hâtun ile İbni Kamîe’ye karşı çıktı. Bu kâfir, Hz. Resûlullah’ı korumaya çalışan Hz. Nesibe’nin omuzuna bir kılıç darbesi indirdi. Nesibe Hâtun da, cesurca ona birçok darbe indirdi. Fakat bu müşriğin üzerinde iki kat zırh bulunduğundan darbeler pek tesir etmedi.
İbni Kamîe, önüne çıkan Hz. Mus’ab’ın sağ elini bir kılıç darbesiyle kesti. Hz. Mus’ab, İslam’ın izzet ve şerefini sembolize eden sancağı sol eline aldı. İbni Kamîe, bir kılıç darbesiyle sol elini de kesti. Bu sefer Hz. Mus’ab, sancağı kollarıyla tutup göğsüne bastırdı. O anda tek gayesi, bu zındığın Resûlullah’a ulaşmasına mani olmak ve İslam sancağını yere düşmekten korumaktı. İbni Kamîe, bu sefer mızrağıyla vücudunu deldi. Hz. Mus’ab, artık dayanamayıp yere yıkıldı. Böylece o da şehâdet şerbetini içenler arasına katıldı. Sancak da yere düştü. [52]
Hz. Mus’ab şehit düşünce, Peygamber Efendimiz sancağı Hz. Ali’ye verdi. Hz. Ali çarpışmaya gidince de, sancağı sonuna kadar Ebürrum taşıdı.
“Muhammed Öldürüldü” Yaygarası
Mus’ab b. Umeyr Hazretleri, zırhını giydiği zaman, Resûl-i Kibriya Efendimize pek benzerdi. İbni Kamîe de, Hz. Mus’ab’ı şehit etmekle, Peygamber Efendimizi öldürdüğünü zannetmişti. Derhal müşriklerin yanına vararak, “Muhammed’i öldürdüm!” dedi. [53]
Bunu duyan müşrikler, sevinç çığlıkları attılar. Onlardan birisi de, dağ başına çıkarak, “Muhammed öldürüldü!” diye bağırmaya başladı.
Bu dehşetli yaygarayı duyan mücahitlerin birden kolu kanadı kırılıverdi. İslam ordusunda umumî bir geri çekilme ve panik havası başladı. Her biri başka başka istikametlerden harp sahasını terk ediyordu. Bu dehşetli hengâmede, farkına varmadan, düşman askeri diye din kardeşlerine kılıç sallamaya kalkanlar bile oluyordu. Hatta bu karışıklık esnasında Huzayl b. Cabir, bir başka sahabe tarafından yanlışlıkla şehit edildi.
Mücahitlerin Hz. Resûlullah’ı Araması
Müşriklerin kopardığı yaygaraya inanmak istemeyen mücahitler, Hz. Resûlullah’ı aramaya koyuldular. Bunlardan Hz. Ali, hem önüne gelen düşman askerine kılıç sallıyor, hem de etrafa göz gezdirerek Peygamberimizi arıyordu. Harp sahasında bulunan mücahitlerin o anda en büyük ve tek arzusu, artık Resûl-i Kibriya Efendimizi bulmak olmuştu! Bu esnada, yürekleri ferahlatıcı bir ses yükseldi: “Ey Müslüman! Müjde size: İşte Resûlullah!”
Bu sesin sahibi, Ka’b b. Mâlik’ti. Resûl-i Ekrem Efendimizi Şi’b mevkiinde, miğferinin altında pırıl pırıl parlayan mübarek gözlerinden tanımıştı. Müslümanlara seslenirken, eliyle de Resul-i Ekrem’in bulunduğu yeri gösteriyordu. [54]
Peygamber Efendimiz, düşman tarafından nerede olduğunun bilinmesini istemiyordu. Müslümanlara müjdeyi veren Ka’b’a, eliyle, “Sus, sus!” [55] diye işaret verdi.
Artık Hz. Resûlullah’ın yeri tespit edilmiş ve etrafa yayılan haberin bir şayiadan ibaret olduğu anlaşılmıştı. Mücahitler, derhal Resûl-i Ekrem’in bulunduğu yere doğru koştular ve kendisini emniyet çemberi içine aldılar. O anda mücahitlerin bir tek gayesi vardı; Hz. Resûlullah’ın vücudunu muhafaza etmek. Bunu başardılar.
Nesibe Hâtun’un Kahramanlığı
Ümmü Umare Nesibe bint-i Ka’b...
Kocası ve iki oğluyla birlikte İslam ordusuna katılıp Uhud’a gelmiş; kocasıyla oğulları müşriklerle çarpışacak, kendisi de yaralanan Müslümanlara yardım edip su yetiştirecekti. Ancak harbin ikinci safhasında Müslümanlar bozulmaya başlayıp Resûlullah’ın etrafında çok az sayıda mücahidin kaldığını gören Nesibe Hâtun, derhal Resûl-i Kibriya Efendimizin yanına vardı ve çarpışmaya koyuldu. Kılıçla, okla, Resûl-i Zîşan Efendimizi, müşriklerden korumaya çalıştı. Bu sırada yaralandı. Peygamber Efendimiz, sağına soluna baktıkça hep Nesibe Hâtun’un müşriklere karşı koyduğunu görüyordu. Şöyle buyurdu: “Ey Ümmü Umare! Senin katlandığın, dayanabildiğin şeye, herkes dayanamaz ve katlanamaz!”
Peygamber Efendimiz, Nesibe Hâtun’un omuzundan aldığı yarayı görünce, oğlu Abdullah’a, “Annenin yarasını sar!” dedi. Sonra da şöyle buyurdu:
“Ev halkınıza Allah mübarek kılsın: Senin annenin makamı, filanca ve filancaların makamından hayırlıdır! Babanın makamı da filan ve filanların makamından hayırlıdır! Senin makamın da filan ve filanların makamından hayırlıdır! Allah, sizin ev halkınıza rahmet etsin!”
O esnada imanın verdiği cesaretle müşriklere karşı cesurca kılıç sallayan Nesibe Hâtun da, “Yâ Resûlallah! Allah’a dua et de, cennette sana komşu olalım!” dedi. Resûl-i Kibriya Efendimiz, “Allah'ım! Bunları cennette bana komşu ve arkadaş et!” diye dua etti. Bunun üzerine, Nesibe Hâtun, sevinç içinde, “Bana artık dünyada ne musibet gelirse gelsin gam çekmem, bu bana yeter!” [56] diyerek, Allah ve Resûlullah’a karşı olan muhabbet ve bağlılığını ortaya koydu.
Notlar:
[40] İbn Hişam, a.g.e., c. s. 84; İbn Sa’d, a.g.e., c. 3, s. 410.
[41] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 85; İbn Sa’d, a.g.e., c. 3, s. 410.
[42] Âl-i İmrân, 128-129.
[43] Taberî, Tarih, c. 3, s. 17.
[44] İbn Sa’d, a.g.e., c. 3, s. 141; Buharî, Sahih, c. 3, s. 22-23, İbn Esir, Üsdü’l-Gabe, c. 2, s. 290.
[45] İbn Sa’d, a.g.e., c. 3, s. 217.
[46] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 85; Tirmizî, Sünen, c. 5, s. 644.
[47] Vakidî, Megazi, s. 199.
[48] İbn Sa’d, a.g.e., c. 3, s. 218.
[49] İbn Hişam, a.g.e., c. 3. s. 76.
[50] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 76.
[51] Halebî, İnsanü’l-Uyûn, c. 2, s. 275.
[52] İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 42.
[53] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 77.
[54] İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 46.
[55] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 88.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder