Gönül Erleri Mail Grubu, Tefsir Dersleri Öncesi, Giriş - 5
Yaratan Rabbinin Adıyla Okuma
İlk inen vahyin içinde de emredilen bu ilke, kelâmın sahibine aidiyetini idrak açısından bizde bir bilinç oluşturacak demektir. Bu nedenle “Oku! Seni yaratan Rabbinin adı ile…” buyrulmuştur. “Rahman ve Rahîm olan Allah’ın adı ile” diye çevrilen “Besmele”, Kur’an-ı Kerim'de 113 sûrenin başında da yer almıştır. Neml sûresinin 30. âyetinin de bir bölümüdür. Dolayısıyla Kur’an-ı Kerim'de 114 yerde tekrar edilmektedir.
Besmele, tüm hayırlı işlerde bizler için bereketin anahtarı olduğu gibi Kur’ân-ı Kerim okumada da önemli ve en başta gelen bir görevdir. Çünkü besmele çekerek Rabbimizden okuyacağımız Kur’ân-ı Kerim için bir izin ve onay istemekteyiz. Neyi okuduğumuzu ve kime ait bir kelamı muhatap aldığımızı hatırlamış olmaktayız. Zira bizler, evrenin ve bizlerin sahibi olan bir Yaratıcının, bizim için indirdiği bir Kelam ile muhatap olmaktayız. Bu nedenle O’nun kelamına O’nun adı ile başlamak, olması gereken bir davranıştır. Nitekim Sevgili Peygamberimiz (s.a.v.) de “Besmeleyle başlanmayan her ciddi iş, noksandır (onun bereketi olmaz).” buyurmaktadır.
Bizden önceki nesillerin ve kendilerine kitap verilenlerin eleştirildiği konuların başında onların parçacı bir üslupla Kitab’a yaklaşmış olmalarıdır. Bu nedenle kendilerine “…sahi siz kitabın bir kısmına inanıp da bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz.” denmiştir. Hatta bu parçacı inanç şekli nedeniyle Rabbimiz onları “bölücü” olarak nitelemiştir.
Kur’ân-ı Kerim'in kendine has bir yapıya ve düşünce örgüsüne sahip olduğu bilinmektedir. Onda hiçbir tutarsızlık yoktur. Bunu, “Onlar Kur’ân’ı hiç tedebbür ederek (iyiden iyiye düşünerek) okumuyorlar mı? Eğer Allah’tan başkası tarafından gelmiş olsaydı, onda birçok tutarsızlık bulurlardı.” âyetine baktığımızda da görebiliriz. Bu âyet, Kuran-ı Kerim'de hiçbir eksiklik ve tutarsızlık bulunmadığına ilişkin bir meydan okumayı ifade etmekle kalmamakta; aynı zamanda kendi içinde sistematik bir anlam bütünlüğünün olduğunu da ihsas etmektedir. Bu nedenle Kur’ân-ı Kerim okuyanların, vahyi kendi anlam bütünlüğü içinde okuması gerekmektedir. Teknik tabiriyle ifade edecek olursak, her âyetin bir siyâk ve sibâkının olduğu unutulmamalıdır.
Önyargılardan Uzaklaşarak Okuma
Kur’ân-ı Kerim'i okumak isteyen kişinin, içinde bulunduğu ortam sebebiyle bir dine, bir mezhebe, bir ideolojiye mensup olması mümkündür. Elbette bu tür çevrelerden ve ekollerden etkilenen kişi, eğer ilk olarak Kur’ân-ı Kerim ile tanışmamışsa, bir önyargısı olacak demektir. Bu, ya olumlu ya da olumsuz olabilir veya her iki zıt kutup o kişide bütünleşmiş olabilir. İlimde sıhhatli sonuçlara varmanın temel ilkelerinden birisinin objektiflik ilkesi olduğu, tartışmasız herkesçe kabul edilen bir husustur. Bu da, kişinin metni olumsuz anlamda bir önyargı ile yaklaşmadan değerlendirmesini gerekli kılmaktadır.
Burada “önyargılı olmak”tan kasıt şudur: Kişi daha önce bir fikre sahip olabilir. Kur’ân-ı Kerim'i, sahip olduğu bu fikri pekiştirmek ve kendi düşüncesini doğrulatmak amacıyla okumamalı, kendi fikrine tasdik ettirme mücadelesine girmemelidir. Her insanın daha önceki âlimlerden veya mensûbu olduğu mezhep (ya da din)den edindiği bir anlayışı vardır. Bu düşünceyi benimsemiş kişi, kendi fikirlerini esas alarak onun doğruluğunu ispat etmek amacıyla Kur’ân-ı Kerim okursa, bu kişi önyargılı hareket etmiş demektir. Eğer herhangi bir düşünce ve ideoloji, insanı birtakım olumsuz-cahilî yaklaşımlar ve ön kabullerle, Kitabı değerlendirecek olursa, onun bu vahiyden elde edeceği sağlıklı bir sonuç olmayacaktır. Çünkü böyle durumlarda, kişilere göre birtakım farklı anlayışların ve kanaatlerin olacağında kuşku yoktur. Halbuki Kur’ân-ı Kerim, hiçbir mezhebin tekelinde, hiçbir mesleğin şahsında olan bir kitap değildir. O İslam dinine inanan bütün müslümanların şaşmaz rehberidir. Başka dine inanan insanlar dahi, peşin fikirlerle yaklaşmamak şartıyla incelerlerse elbette onlar da bu Kitaptan istifade edeceklerdir. Çünkü, O; müttakiler için yol gösterici olduğu kadar, bütün insanlık için de bir doğru yol kılavuzudur.
Ön yargının en çok öne çıktığı hususlardan olarak kişinin kendi yolunun hak olduğuna tabi olduğu atalarını ve onlara bağlılığı gerekçe göstermesidir. Halbuki Kur’ân-ı Kerim, atalara körü körüne bağlanmayı ve onlara tabi olmayı da kınamaktadır. Aslında ecdat ve kişilerin geçmişi, meşrû zeminde hız alınacak birer semboldürler. Ama tartışmasız mutlak kriterin Kur’an-ı Kerim olduğunu, vahyin mutlak şaşmaz doğruluğu karşısında geçmişin de kimi zaman bir mania teşkil edebileceğini unutmamak gerekir.
Kısacası; Kur’ân-ı Kerim okurken, onu merkeze alıp herkese göre Kur’ân-î doğrular yerine, Kur’ân-ı Kerim'in kendi doğrularını ön planda tutmak zorundayız.
En Verimli Vakti Ayırma
Vahye ayrılacak vaktin en kıymetli ve en verimli zaman dilimi olması gerekir. Gündüzün telaş ve koşuşturmaları altında, zihni dumura uğramış insan için ilahî kelamla buluşmanın zamanı, bu kargaşanın dışında bir vakit olmalıdır. Belki bu vakit, herkesin kendi evine çekildiği ve uykuya geçtiği gece vaktidir. Nitekim Yüce Rabbimiz, vahyin ilk muhatabı olan Hz. Resulullah (s.a.v.)’a bu hususta şöyle hitap etmiştir: “Ey örtünüp bürünen (Peygamber)! Az bir kısmı hariç olmak üzere, geceleyin kalk..! …Kur’ân’ı ağır ağır, düşüne düşüne oku!” Bu âyetlerin devamında gece ibadetinin daha verimli ve gece okuyuşunun daha kalıcı olduğu vurgulandığı gibi gecenin gündüze göre daha uygun bir vakit olduğu, çünkü kişiyi gündüzleyin meşgul eden birçok işin olabileceği hatırlatılır. Kuşkusuz, Kur’an-ı Kerim okumak sadece geceye has bir durum da değildir. Ya da böyle anlaşılmamalıdır. Bunun yanında gündüzün tenha ve sakin olan yer ve zamanları da kişi için Kur’an’la buluşması açısından büyük kıymete haizdir. Kişiye düşen zihin olarak kendince en uygun olduğu vakitleri Kur’an-ı Kerim'e ayırmasıdır. Zaten gece ve gündüze ait namazların her rek’atında Kur’ân-ı Kerim'den bazı pasajları okuyarak terennüm ettiğimizi düşünecek olursak bunu daha iyi anlamış olmaktayız.
Kur’ân-ı Kerim'i, Ağır Ağır Okuma
Vahyin inişi tedrîc üzere olmuştur. Bu da 23 senelik bir zaman dilimi içerisinde gerçekleşmiştir. Bu yöntem, biz müminler için de Kur’ân-ı Kerim ile buluşurken dikkate alınması gereken bir ilkedir. Kur’ân-ı Kerim; insanlara, ağır ağır okunabilmesi için yavaş yavaş indirildiği Âyet-i Kerimeler'de vurgulanmıştur. Bunun pratik bir örneği, Hz. Peygamber (s.a.v.)’in sahabesine hatim etmeyi, bir rivâyette üç günden; başka rivâyette yedi günden daha kısa zamanda yasaklaması olayında da görülmektedir. Zira kısa zamanda yapılan hatimde anlamın buharlaşma riski vardır.
Düşünerek Okuma
Kur’ân-ı Kerim'in üzerinde en çok durduğu temel ilkelerin başında, kendisinin anlaşılması, âyetleri üzerinde insanların düşünüp ibret almalarıdır. Bu çerçevede Kur’ân-ı Kerim, insanlar düşünsünler diye âyetlerinin sürekli açıklandığını, sözün farklı şekillerde çevrilerek anlatıldığını zikreder. Ayrıca, insanları akletmez bir tutum içinde olmaları nedeniyle münafıklar özelinden eleştirerek “Onlar o sözü (Kur’ân’ı) düşünmüyorlar mı? Yoksa kalplerinin üzerinde kilit mi var?”der. Ayrıca tüm inkarcıları dikkate alarak “Hâlâ Kur’ân’ı düşünüp anlamaya çalışmıyorlar mı? Eğer o, Allah’tan başkası tarafından (indirilmiş) olsaydı, mutlaka onda birçok çelişki bulurlardı.” uyarısında bulunur.
Türkçede “düşünmek” dediğimiz zihni fonksiyon, Kur’ân-ı Kerim'de yüzlerce âyette farklı kavramlarla ifade edilir. Bu konuda “akletme”, “fıkhetme”, “tefekkür etme”, “tedebbür etme”, “tezekkür etme”, bir birine göre bazı nüansları olsa da temelde aynı anlamlara karşılık gelir. Benzer şekilde “şuûr”, “basîret”, “itibâr”, “ulü’l-elbâb”, “ulü’l-ebsâr” ve “ulü’n-nühâ” gibi kavramlarda da akıl sahipleri kastedilmiştir. Aslında Kur’ân-ı Kerim'in hedefinde bütün nüanslarıyla düşünme faaliyetinin önemine dikkat çekme vardır. Onun amacı, insanların âyetler üzerinde derin derin düşünmeleri ve gereğini yapmalarıdır. Yoksa Kur’ân-ı Kerim, kendisiyle insanlar güçlük çeksinler diye ya da insanların başına sorun çıkartmak için indirilmiş değildir.
Hayata Tatbik Etmek Amacıyla Okuma
İlahi kelâmı okumanın bir diğer prensibi, onu gereği gibi yani “tilâvetin hakkını vererek” okumaktır. Bu husus âyette,“Kendilerine Kitab verdiğimiz kimseler onu, tilâvetinin hakkını vererek (gereği gibi) okurlar.” şeklinde ifade edilir. Âyetin metninde yer alan “tilavet/ تلاوته ” kelimesi, “okumak, uymak, takip etmek, bir şeyin arkasına düşmek” gibi anlamlara gelir. “Tilâvetin hakkını vermek” ise; Kur’ân-ı Kerim'in manasını, hükümlerini düşünerek, hissederek, sindire sindire, yavaş yavaş okumak ve de ona uymaktan geçer. Bunun da anlamı, Kur’ân-ı Kerim'in hem lafzını/nazmını gözeterek yani tecvîdine, harflerinin mahreçlerine dikkat ederek hem de mânâsını, hükümlerini düşünüp okumak ve hayata tatbik etmeye çalışmaktır. Yoksa sadece lafzını gözetmek, mânâyı anlamaya ve yaşamaya çalışmamak, hakiki tilavet değildir.
Kur’ân-ı Kerim, birçok âyette kendisine tabi olunmayı emretmektedir. Âyette, “İşte bu Kur’ân mübarek bir kitaptır. Onu biz indirdik. Öyleyse ona tabî olun ve Allah’tan korkun ki O’nun rahmetine erebilesiniz.” ifadesiyle bunu görmekteyiz. Benzer şekilde âyetlerde “Allah’a itaat ediniz…” formuyla gelen tüm ifadeler, bizden Kur’ân-ı Kerim'e tabî olmamızı ve hayata tatbik etmemizi istemektedir.
Önceki sayfalarda da ifade edildiği üzere sahabe neslinin Kur’ân karşısındaki tutumunu, kendileri, “Biz Kur’ân’ı on âyet, on âyet alırdık ve aldığımız on âyeti anlayıp hayatımıza aktarmadan diğer on âyeti almaktan kaçınırdık. Kur’ân insanlara, onunla amel etsinler diye nazil olmuştur, …Sahabe Kur’ân’ı amel etmek için okudular. (Halbuki) Sizden her biri, başından sonuna kadar onu okur, tek bir harfini dahi bırakmaz iken onunla amel etmeyi tamamen terk etmiştir…” şeklinde ifade etmişler ve sonraki nesil (tabiîn) ile kendi okuyuşları arasındaki farkı göstermişlerdir.
Kur’ân’ı Kerim'i, hayata tatbik etmenin ödülü hem bu dünyada hem de âhiret gününde mutlu olmaktır: “Kim (vahye) iman edip de (onda emredilenler doğrultusunda) salih ameller işlerse, ona hoş bir hayat bahşederiz.”
Not: Bu sayfadaki notlar sisteminden alınmaktadır...
Kur’ân-ı Kerim, bizden nasıl bir okuma ister?
Vahye Karşı Kesin İnanç Sahibi Olma
Kişinin bir şeye inanması, ondaki hakikatlere özden bağlanmasını ve bu hususta kuşku duymamasını gerektirir. Dolayısıyla tamamıyla kendisine inanılmayan bir kitabın kişiye bir faydasının olamayacağı izahtan vârestedir (kurtulmuştur). Bu nedenle Kur’ân-ı Kerim'e gönül veren müminlere baktığımızda, onların hidâyet üzere oldukları ve vahye iman ettikleri muhtelif âyetlerde konu edilmiştir.
Bakara sûresinin başında “İşte o Kitap! Onda bir şüphe yoktur…” vurgusunu görürüz. Yüce Rabbimiz kitabı hakkıyla tilavet edenleri överken de onları, “Kendilerine kitab verdiğimiz kimseler…ona (Kitâb’a) inanırlar…” şeklinde tavsif eder. Benzer şekilde ilimde derinleşmiş (rusûh sahipleri) anlatılırken de onların anlayamadıkları âyetler karşısında “Bu kitaba inandık. Hepsi Rabbimiz katından gelmiştir” diyerek mümince bir hali sergiledikleri anlatılır. Tüm bu örnekler bize, Kur’ân-ı Kerim ile buluşacak kimsenin ondan gereği gibi istifade edebilmesi için kesin bir inanç sahibi olmasını göstermektedir.
Şeytandan Allah’a Sığınma
Kur’ân-ı Kerim okurken yapılması gerekecek belki en önemli tedbirlerin başında Allah (cc.)’ın rahmetinden kovulmuş olan (insan ve cin) şeytan/ların/dan Allah (cc.)’a sığınmak gerekir.
Bu hususta Kur’ân-ı Kerim'de, “Kur’an okuduğun zaman o kovulmuş şeytandan Allah’a sığın!” ve “Eğer şeytandan bir kışkırtma seni dürterse, hemen Allah’a sığın. Şüphesiz O, hakkıyla işitendir, hakkıyla bilendir.” (A'râf Suresi - 200) uyarısı bulunmaktadır.
Yüce Rabbimiz, Kur’ân-ı Kerim okuma esnasında vahyin kendisinden rahatsız olan kâfirlerin hallerini anlatırken onların yüzlerinde oluşan hoşnutsuzluk hallerine dikkat çeker ve neredeyse iman edenlerin üzerine saldıracakları anlatılır. Dolayısıyla görünür ve görünmez tüm negatif kitlelerin, bizi vahyin sahibi ile olan iletişimimizde olumsuz etkileyeceğinde hiç kuşku yoktur. Bu nedenle Kur’ân-ı Kerim'i okumada tüm şeytanlardan Allah (cc.)’a sığınmak gerekmektedir.
Yüce Rabbimiz, Kur’ân-ı Kerim okuma esnasında vahyin kendisinden rahatsız olan kâfirlerin hallerini anlatırken onların yüzlerinde oluşan hoşnutsuzluk hallerine dikkat çeker ve neredeyse iman edenlerin üzerine saldıracakları anlatılır. Dolayısıyla görünür ve görünmez tüm negatif kitlelerin, bizi vahyin sahibi ile olan iletişimimizde olumsuz etkileyeceğinde hiç kuşku yoktur. Bu nedenle Kur’ân-ı Kerim'i okumada tüm şeytanlardan Allah (cc.)’a sığınmak gerekmektedir.
Yaratan Rabbinin Adıyla Okuma
İlk inen vahyin içinde de emredilen bu ilke, kelâmın sahibine aidiyetini idrak açısından bizde bir bilinç oluşturacak demektir. Bu nedenle “Oku! Seni yaratan Rabbinin adı ile…” buyrulmuştur. “Rahman ve Rahîm olan Allah’ın adı ile” diye çevrilen “Besmele”, Kur’an-ı Kerim'de 113 sûrenin başında da yer almıştır. Neml sûresinin 30. âyetinin de bir bölümüdür. Dolayısıyla Kur’an-ı Kerim'de 114 yerde tekrar edilmektedir.
Besmele, tüm hayırlı işlerde bizler için bereketin anahtarı olduğu gibi Kur’ân-ı Kerim okumada da önemli ve en başta gelen bir görevdir. Çünkü besmele çekerek Rabbimizden okuyacağımız Kur’ân-ı Kerim için bir izin ve onay istemekteyiz. Neyi okuduğumuzu ve kime ait bir kelamı muhatap aldığımızı hatırlamış olmaktayız. Zira bizler, evrenin ve bizlerin sahibi olan bir Yaratıcının, bizim için indirdiği bir Kelam ile muhatap olmaktayız. Bu nedenle O’nun kelamına O’nun adı ile başlamak, olması gereken bir davranıştır. Nitekim Sevgili Peygamberimiz (s.a.v.) de “Besmeleyle başlanmayan her ciddi iş, noksandır (onun bereketi olmaz).” buyurmaktadır.
Bizden önceki nesillerin ve kendilerine kitap verilenlerin eleştirildiği konuların başında onların parçacı bir üslupla Kitab’a yaklaşmış olmalarıdır. Bu nedenle kendilerine “…sahi siz kitabın bir kısmına inanıp da bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz.” denmiştir. Hatta bu parçacı inanç şekli nedeniyle Rabbimiz onları “bölücü” olarak nitelemiştir.
Kur’ân-ı Kerim'in kendine has bir yapıya ve düşünce örgüsüne sahip olduğu bilinmektedir. Onda hiçbir tutarsızlık yoktur. Bunu, “Onlar Kur’ân’ı hiç tedebbür ederek (iyiden iyiye düşünerek) okumuyorlar mı? Eğer Allah’tan başkası tarafından gelmiş olsaydı, onda birçok tutarsızlık bulurlardı.” âyetine baktığımızda da görebiliriz. Bu âyet, Kuran-ı Kerim'de hiçbir eksiklik ve tutarsızlık bulunmadığına ilişkin bir meydan okumayı ifade etmekle kalmamakta; aynı zamanda kendi içinde sistematik bir anlam bütünlüğünün olduğunu da ihsas etmektedir. Bu nedenle Kur’ân-ı Kerim okuyanların, vahyi kendi anlam bütünlüğü içinde okuması gerekmektedir. Teknik tabiriyle ifade edecek olursak, her âyetin bir siyâk ve sibâkının olduğu unutulmamalıdır.
Önyargılardan Uzaklaşarak Okuma
Kur’ân-ı Kerim'i okumak isteyen kişinin, içinde bulunduğu ortam sebebiyle bir dine, bir mezhebe, bir ideolojiye mensup olması mümkündür. Elbette bu tür çevrelerden ve ekollerden etkilenen kişi, eğer ilk olarak Kur’ân-ı Kerim ile tanışmamışsa, bir önyargısı olacak demektir. Bu, ya olumlu ya da olumsuz olabilir veya her iki zıt kutup o kişide bütünleşmiş olabilir. İlimde sıhhatli sonuçlara varmanın temel ilkelerinden birisinin objektiflik ilkesi olduğu, tartışmasız herkesçe kabul edilen bir husustur. Bu da, kişinin metni olumsuz anlamda bir önyargı ile yaklaşmadan değerlendirmesini gerekli kılmaktadır.
Burada “önyargılı olmak”tan kasıt şudur: Kişi daha önce bir fikre sahip olabilir. Kur’ân-ı Kerim'i, sahip olduğu bu fikri pekiştirmek ve kendi düşüncesini doğrulatmak amacıyla okumamalı, kendi fikrine tasdik ettirme mücadelesine girmemelidir. Her insanın daha önceki âlimlerden veya mensûbu olduğu mezhep (ya da din)den edindiği bir anlayışı vardır. Bu düşünceyi benimsemiş kişi, kendi fikirlerini esas alarak onun doğruluğunu ispat etmek amacıyla Kur’ân-ı Kerim okursa, bu kişi önyargılı hareket etmiş demektir. Eğer herhangi bir düşünce ve ideoloji, insanı birtakım olumsuz-cahilî yaklaşımlar ve ön kabullerle, Kitabı değerlendirecek olursa, onun bu vahiyden elde edeceği sağlıklı bir sonuç olmayacaktır. Çünkü böyle durumlarda, kişilere göre birtakım farklı anlayışların ve kanaatlerin olacağında kuşku yoktur. Halbuki Kur’ân-ı Kerim, hiçbir mezhebin tekelinde, hiçbir mesleğin şahsında olan bir kitap değildir. O İslam dinine inanan bütün müslümanların şaşmaz rehberidir. Başka dine inanan insanlar dahi, peşin fikirlerle yaklaşmamak şartıyla incelerlerse elbette onlar da bu Kitaptan istifade edeceklerdir. Çünkü, O; müttakiler için yol gösterici olduğu kadar, bütün insanlık için de bir doğru yol kılavuzudur.
Ön yargının en çok öne çıktığı hususlardan olarak kişinin kendi yolunun hak olduğuna tabi olduğu atalarını ve onlara bağlılığı gerekçe göstermesidir. Halbuki Kur’ân-ı Kerim, atalara körü körüne bağlanmayı ve onlara tabi olmayı da kınamaktadır. Aslında ecdat ve kişilerin geçmişi, meşrû zeminde hız alınacak birer semboldürler. Ama tartışmasız mutlak kriterin Kur’an-ı Kerim olduğunu, vahyin mutlak şaşmaz doğruluğu karşısında geçmişin de kimi zaman bir mania teşkil edebileceğini unutmamak gerekir.
Kısacası; Kur’ân-ı Kerim okurken, onu merkeze alıp herkese göre Kur’ân-î doğrular yerine, Kur’ân-ı Kerim'in kendi doğrularını ön planda tutmak zorundayız.
En Verimli Vakti Ayırma
Vahye ayrılacak vaktin en kıymetli ve en verimli zaman dilimi olması gerekir. Gündüzün telaş ve koşuşturmaları altında, zihni dumura uğramış insan için ilahî kelamla buluşmanın zamanı, bu kargaşanın dışında bir vakit olmalıdır. Belki bu vakit, herkesin kendi evine çekildiği ve uykuya geçtiği gece vaktidir. Nitekim Yüce Rabbimiz, vahyin ilk muhatabı olan Hz. Resulullah (s.a.v.)’a bu hususta şöyle hitap etmiştir: “Ey örtünüp bürünen (Peygamber)! Az bir kısmı hariç olmak üzere, geceleyin kalk..! …Kur’ân’ı ağır ağır, düşüne düşüne oku!” Bu âyetlerin devamında gece ibadetinin daha verimli ve gece okuyuşunun daha kalıcı olduğu vurgulandığı gibi gecenin gündüze göre daha uygun bir vakit olduğu, çünkü kişiyi gündüzleyin meşgul eden birçok işin olabileceği hatırlatılır. Kuşkusuz, Kur’an-ı Kerim okumak sadece geceye has bir durum da değildir. Ya da böyle anlaşılmamalıdır. Bunun yanında gündüzün tenha ve sakin olan yer ve zamanları da kişi için Kur’an’la buluşması açısından büyük kıymete haizdir. Kişiye düşen zihin olarak kendince en uygun olduğu vakitleri Kur’an-ı Kerim'e ayırmasıdır. Zaten gece ve gündüze ait namazların her rek’atında Kur’ân-ı Kerim'den bazı pasajları okuyarak terennüm ettiğimizi düşünecek olursak bunu daha iyi anlamış olmaktayız.
Kur’ân-ı Kerim'i, Ağır Ağır Okuma
Vahyin inişi tedrîc üzere olmuştur. Bu da 23 senelik bir zaman dilimi içerisinde gerçekleşmiştir. Bu yöntem, biz müminler için de Kur’ân-ı Kerim ile buluşurken dikkate alınması gereken bir ilkedir. Kur’ân-ı Kerim; insanlara, ağır ağır okunabilmesi için yavaş yavaş indirildiği Âyet-i Kerimeler'de vurgulanmıştur. Bunun pratik bir örneği, Hz. Peygamber (s.a.v.)’in sahabesine hatim etmeyi, bir rivâyette üç günden; başka rivâyette yedi günden daha kısa zamanda yasaklaması olayında da görülmektedir. Zira kısa zamanda yapılan hatimde anlamın buharlaşma riski vardır.
Düşünerek Okuma
Kur’ân-ı Kerim'in üzerinde en çok durduğu temel ilkelerin başında, kendisinin anlaşılması, âyetleri üzerinde insanların düşünüp ibret almalarıdır. Bu çerçevede Kur’ân-ı Kerim, insanlar düşünsünler diye âyetlerinin sürekli açıklandığını, sözün farklı şekillerde çevrilerek anlatıldığını zikreder. Ayrıca, insanları akletmez bir tutum içinde olmaları nedeniyle münafıklar özelinden eleştirerek “Onlar o sözü (Kur’ân’ı) düşünmüyorlar mı? Yoksa kalplerinin üzerinde kilit mi var?”der. Ayrıca tüm inkarcıları dikkate alarak “Hâlâ Kur’ân’ı düşünüp anlamaya çalışmıyorlar mı? Eğer o, Allah’tan başkası tarafından (indirilmiş) olsaydı, mutlaka onda birçok çelişki bulurlardı.” uyarısında bulunur.
Türkçede “düşünmek” dediğimiz zihni fonksiyon, Kur’ân-ı Kerim'de yüzlerce âyette farklı kavramlarla ifade edilir. Bu konuda “akletme”, “fıkhetme”, “tefekkür etme”, “tedebbür etme”, “tezekkür etme”, bir birine göre bazı nüansları olsa da temelde aynı anlamlara karşılık gelir. Benzer şekilde “şuûr”, “basîret”, “itibâr”, “ulü’l-elbâb”, “ulü’l-ebsâr” ve “ulü’n-nühâ” gibi kavramlarda da akıl sahipleri kastedilmiştir. Aslında Kur’ân-ı Kerim'in hedefinde bütün nüanslarıyla düşünme faaliyetinin önemine dikkat çekme vardır. Onun amacı, insanların âyetler üzerinde derin derin düşünmeleri ve gereğini yapmalarıdır. Yoksa Kur’ân-ı Kerim, kendisiyle insanlar güçlük çeksinler diye ya da insanların başına sorun çıkartmak için indirilmiş değildir.
Hayata Tatbik Etmek Amacıyla Okuma
İlahi kelâmı okumanın bir diğer prensibi, onu gereği gibi yani “tilâvetin hakkını vererek” okumaktır. Bu husus âyette,“Kendilerine Kitab verdiğimiz kimseler onu, tilâvetinin hakkını vererek (gereği gibi) okurlar.” şeklinde ifade edilir. Âyetin metninde yer alan “tilavet/ تلاوته ” kelimesi, “okumak, uymak, takip etmek, bir şeyin arkasına düşmek” gibi anlamlara gelir. “Tilâvetin hakkını vermek” ise; Kur’ân-ı Kerim'in manasını, hükümlerini düşünerek, hissederek, sindire sindire, yavaş yavaş okumak ve de ona uymaktan geçer. Bunun da anlamı, Kur’ân-ı Kerim'in hem lafzını/nazmını gözeterek yani tecvîdine, harflerinin mahreçlerine dikkat ederek hem de mânâsını, hükümlerini düşünüp okumak ve hayata tatbik etmeye çalışmaktır. Yoksa sadece lafzını gözetmek, mânâyı anlamaya ve yaşamaya çalışmamak, hakiki tilavet değildir.
Kur’ân-ı Kerim, birçok âyette kendisine tabi olunmayı emretmektedir. Âyette, “İşte bu Kur’ân mübarek bir kitaptır. Onu biz indirdik. Öyleyse ona tabî olun ve Allah’tan korkun ki O’nun rahmetine erebilesiniz.” ifadesiyle bunu görmekteyiz. Benzer şekilde âyetlerde “Allah’a itaat ediniz…” formuyla gelen tüm ifadeler, bizden Kur’ân-ı Kerim'e tabî olmamızı ve hayata tatbik etmemizi istemektedir.
Önceki sayfalarda da ifade edildiği üzere sahabe neslinin Kur’ân karşısındaki tutumunu, kendileri, “Biz Kur’ân’ı on âyet, on âyet alırdık ve aldığımız on âyeti anlayıp hayatımıza aktarmadan diğer on âyeti almaktan kaçınırdık. Kur’ân insanlara, onunla amel etsinler diye nazil olmuştur, …Sahabe Kur’ân’ı amel etmek için okudular. (Halbuki) Sizden her biri, başından sonuna kadar onu okur, tek bir harfini dahi bırakmaz iken onunla amel etmeyi tamamen terk etmiştir…” şeklinde ifade etmişler ve sonraki nesil (tabiîn) ile kendi okuyuşları arasındaki farkı göstermişlerdir.
Kur’ân’ı Kerim'i, hayata tatbik etmenin ödülü hem bu dünyada hem de âhiret gününde mutlu olmaktır: “Kim (vahye) iman edip de (onda emredilenler doğrultusunda) salih ameller işlerse, ona hoş bir hayat bahşederiz.”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder