27 Haziran 2021 Pazar

İSLÂM ve CİHAD / Sayfa 243 - 251 / Tadlil, Tekfir ve Cihad Üçgeninde İslam ~Hakikat ve Tasavvurlar~

ULUSLARARASI SEMPOZYUM

YANLIŞ ALGILAR ve
DOĞRU İSLÂM
28-30 Ekim 2016
ŞanlıUrfa / TÜRKİYE
Sayfa:  243 - 251
İSLÂM ve CİHAD
Tadlil, Tekfir ve
Cihad Üçgeninde İslam
-Hakikat ve Tasavvurlar-

     İslâm dini, Hz. Peygamber’le birlikte tevhid dininin son hali olarak, insanlar arasında bölünme ve sömürünün yaygınlaştığı, insana saygının dibe vurduğu bir dönemde, yeniden ortaya çıktı. Bu dönemde her türlü gasp, riba ve diğer meşru olmayan yöntemlerle para kazanmanın yaygın olduğu iktisadi bir yapı, kan davalarının yüzyıllarca sürdüğü sosyal bir yapı ve fuhşun birçok türünün hüküm sürdüğü bir aile yapısı hâkimdi. İslâm dini, böyle bir ortamda tevhid inancının yanı sıra başkasına saygı, ötekinin menfaatlerini kendi menfaatinden öncelikli sayma, yemeden yedirme, Allah’ın verdiği cana kıymayı en büyük suç sayma, aklı harekete geçirerek bir tefekkür geliştirme ve bu tefekkür doğrultusunda günlük hayatı inşa etme gibi projeler ortaya koyarak, yerleşik gidişata meydan okudu. Yirmi üç yıllık çok da uzun olmayan bir süre neticesinde, söz konusu ilkeleri kabul eden insanlar, dönüşerek bütün dünyaya ve bütün zamanlara örnek olacak ahlakî ve ictimâî başarılar elde ettiler. Ne var ki, Hz. Peygamber’in vefatından kısa bir süre sonra, bu topluluğu temsil eden çevreler, tersinden bir dönüşüm yaşayarak, cahiliye hayatına benzer bir dünya oluşturdular.
     Günümüze gelindiğinde 1,7 milyara baliğ olan nüfusuyla İslâm ümmeti, savaş, göç, dengesiz ekonomik dağılım, kin, nefret, kan ve gözyaşının en yaygın olduğu bir ortamı yaşamaktadır. Barışı öncelemesi gereken Müslümanlar arasında savaş, paylaşmayı emreden bir dinin mensupları arasında sömürü, kardeşliği en temel ilke olarak kabul eden bir dinin mensupları arasında bencillik en yaygın ahlaki özellik olarak öne çıkmaktadır. Bunun neticesi olarak tekfir, tadlil ve cihad en çok gündeme gelen kavramlar haline gelmiştir. Tebliğimizde günümüzde Müslümanların yaşadıkları açmazlarla İslâm dini arasında bağlantılar kurarak, bu açmazlardan kurtulmanın yolları araştırılacaktır.

     Giriş
     İslam dini Hz. Âdem’le başlayan, Hz. Muhammed’le kemale eren (1) , Allah tarafından insanları dünya ve ahiret mutluluğuna erdirmeyi vâd eden bir dindir. İslam dinini tebliğ eden son Peygamber Hz. Muhammed’in, insanları davet ettiği ve bizzat kendisinin hayatında pratize ettiği ilkeler dikkate alındığında, bu sonuca varmamız mümkündür. Allah katında yegâne din olan İslâm dini, bir bütün olarak dikkate alındığında; “Zârûriyât” veya “Külliyât-ı Hamse” olarak da isimlendirilen beş temel ilkenin, bütün düzenlemelerde özellikle gözetildiği dikkat çekmektedir. Bunlar yaşama hakkı, özel mülk hakkı, şeref ve onur hakkı, aklını kullanma hakkı ile düşünce ve din edinme hakkından ibarettir. Kuşkusuz tarihin her döneminde, bir kısım insanlar hemcinslerinin bu haklarının tamamını ya da bazılarını kullanmalarına saygı göstermeyerek, bu hakları tecavüz edebilmişlerdir. Allah’ın gönderdiği bütün peygamberler, bu ilkeler üzerine kurulan ve Allah’ın dini tarafından teminat altına alınan sosyal ve bireysel hayatın korunmasını temin etmekle görevlendirilmişlerdir.
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnot:
* (Sempozyumun olduğu tarihte henüz Prof. değildi, 2019 da Prof. oldu) Doç. Dr.Gaziantep Ü. İlahiyat Fak. Öğretim Üyesi.
1) el-Mâide 5/3.
~~~~ * ~~~~

     Bilindiği gibi insana kötülüğü fısıldayan, kötülük yapmaya teşvik eden ve onu sürekli bir şekilde iyilik yapmaktan alı koyan şeytandır. Kur’an’da şeytanın insanı iğva ederek yoldan çıkarmasını konu edinen birçok ayet vardır. Bu ayetler, insanları uyararak, onun saptırmalarına maruz kalması durumunda nasıl tavır alması gerektiğine dikkat çekmektedirler. Bunlardan bir tanesinde Yüce Allah, İblis’in insanları yoldan çıkarma yöntemlerinden bahsederken şöyle buyurmaktadır: “Sonra (pusu kurup) onlara önlerinden, arkalarından, sağlarından ve sollarından sokulacağım ve sen onların çoğunu şükreden (kimseler) olarak bulamayacaksın” (1) . Bu ayet, o melûnun insanın bütün zayıf noktalarını bildiğini ve hangisi daha elverişli ise onu kullandığı konusunda dikkatlerimizi çekmektedir. İbn Kesir’in, Ali b. Ebû Talha’nın İbn Abbâs rivayetine dayandırdığı bir yorumda: “Sağlarından sokulmasının” anlamı, dinleriyle ilgili hususları kendilerine şüpheli bir şekilde sunması (دينهم امر عليهم اشبإ) olarak kaydedilmektedir (2).
     Günümüzde Müslümanlar arasında meydana gelen ayrılıkların, tamamına yakını dinî referanslar gerekçe gösterilerek meydana gelmekte, taraflar kendi tercihlerini tek doğru kabul ederek, bunu kabul etmeyen çevreleri yok etme çabası içerisine girmektedirler. Bu çabanın dini referanslarla yapılması, yukarıda verilen ayette ifade edildiği gibi, şeytanın sağdan yanaşmasıdır. Gerçekten de Hz. Peygamber’in vefatından çok kısa bir süre sonra, adalet, hakkaniyet, îsar ve kardeşliğin mümessili olan ümmetin bireyleri içinde bu tür eğilimlerin ortaya çıktığı görülmektedir. Karşılıklı suçlamaların zaman zaman tadlil ve tekfir şeklinde ilerlediği ve bunun doğal sonucu olarak da birbirini öldürmeye varan sonuçlar yaşanmaktadır.
     İslam tarihinin başlangıcından itibaren çatışan bütün taraflar, Kur’ân ayetleri başta olmak üzere dinî referansları kullansalar da, gerçekte Haricilerle başlayan tekfirci zümrelerin faaliyetleri incelendiğinde, tekfiri besleyen asıl muharrik sebebin, dinden daha çok siyasi, iktisadi ve ictimaî olduğu anlaşılmaktadır. Hariciler, kendilerinin temsil ettiği kabilelerin siyasi geleceklerinin tahkim olayıyla birlikte, ipotek altına alındığını görünce, tahkime muhalefet etmiş ve neticede tarafları tekfir ederek, olayı siyasi mecrasından çıkarıp dinî bir görünümle ortaya koymuşlardır (3).
     Böylelikle geniş kitlelerin dini kaygılarla, kendilerine destek vermelerini sağlamaya çalışmışlardır. Gerçekten de bu düşünce oldukça geniş kitleler tarafından kabul edilmiş, yıllarca sıcak çatışma ve kardeş savaşının sürmesine sebep olmuştur. Ancak bu savaşlar hiç kimseye zafer getirmemiş, hem Hariciler hem de onların mücadele ettikleri siyasi çevreler büyük zayiatlar vermişlerdir. 
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
1) el-Arâf 7/17.
2) İbn Kesir, Tefsiru’l-Kur’âni’l-azîm, İstanbul: Çağrı Yay. 1406/1986, II, 205.
3) Adnan Demircan, Din Siyaset İlişkisi, İstanbul: Beyan y., 2000, s. 13-32.
~~~~ * ~~~~

     Ümmetin birliğine kast eden tartışmaların İslâm tarihinin ilk dönemlerinden itibaren, dramatik bir şekilde cereyan ettiğinin örnekleri, sadece Haricilerden ibaret değildir. Ne yazık ki oldukça fazladır. Siyasi çevrelerin etraflarını genişletmek ve kendilerine daha fazla destek sağlamak için, girdikleri faaliyetler, dinî, fikrî ve ilmî birtakım gerekçeler uydurularak, şiddetli baskılara yol açmıştır. Dinin temel prensiplerine aykırı düşmemek kaydıyla, alabildiğine müsamahakâr davranan Hz. Peygamber’in aksine, farklı görüşlere tahammül edilmemiş ve tahammülsüzlük büyük acılara sebep olmuştur. Yukarıda kısaca değinilen Haricilerin faaliyetlerinin yanı sıra, Mûtezile eliyle Ehl-i hadisin, daha sonra da Ehl-i hadis eliyle Mûtezilenin tabi tutulduğu ve ‘Mihne’ (1) olarak bilinen süreç bu durumun en acı örneğidir.
     İslam düşünce tarihinde orta yol ve uzlaşmanın en güçlü temsilcisi olan Ehl-i sünnet literatüründe de bu zihniyeti besleyecek temaların bulunduğunu belirtmek gerekir. Ehl-i sünnet içerisinde, kullandıkları yöntem açısından Mûtezileye en yakın olan İmam Mâtürîdî (ö. 33/944) ve Ebü’l-Muîn en-Nesefî’nin (2) (ö. 508/1115), kelam tarihinin vazgeçilemez kabul edilen eserlerinde, Mûtezile ile ilgili kullandıkları dil, ne yazık ki bu eserleri gölgeleyecek kadar dışlayıcıdır. Kuşkusuz bu eserlerin yazıldığı dönemin şartları, onun dil ve yöntemini etkilemiştir. İlgili müelliflerin yaşadıkları dönemde kendilerine ve mensubu bulundukları dinî çevrelere yapılan ithamların da bu dilin benimsenmesinde etkili olduğu kuvvetle muhtemeldir. Belki de kendilerine yöneltilecek ithamları bertaraf etmek maksadıyla bu şekilde davranmışlardır. Ancak her şeye rağmen, sorgulama ve tenkid etme geleneğini ihmal etmeden, değerlendirme yaparken, daha kapsayıcı ve kardeşliği besleyen bir dilin kullanılması önemlidir. Bu anlamda literatürde kullanılan dil, dikkatle okunmalı, aşırılıklar tespit edilerek yeni bir dil inşa etme yoluna gidilmelidir. Zira literatür dönemin tartışmalarının etkisiyle oluşmuştur. Zaman zaman objektif olmayan değerlendirmelerin yer aldığı kuşkusuzdur.
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
1) Geniş bilgi için bk. Ed. Mahfuz Söylemez, Mihne Süreci ve İslami İlimlere Etkisi, Ankara: Ankara Okulu y., 2012.
2) Örnek olarak bk Ebû Mansûr el-Mâtürîdî, Kitabü’t-tevhîd (nşr. B. Topaloğlu- M. Arûçî) İstanbul: İSAM 1433/2003, s. 380; Ebü’l-Muîn en-Nesefî, Tabsiratü’l-edille (nşr. H. Atay- Ş. A. Düzgün), Ankara: DİB y.; 2003, II, 177-181.
~~~~ * ~~~~

      Bununla beraber literatürde, ötekileştirmenin hiçbir şekilde makul karşılanmayacağını, bu tavrın bir bütün olarak ümmete zarar vereceğini temellendirmeye çalışan risalelerin de bulunduğunu kabul etmek gerekir. İmam Gazzâlî’nin (ö. 505/1111) Faysalü’t-tefrika isimli eseri, bunun en belirgin örneklerindendir. Tehâfütü’l-felâsife’de filozofları tekfir derecesinde tenkid eden Gazzâlî, hem tekfirin sakıncalarını ortaya koymak hem de bu tavrını gerekçelendirmek üzere, söz konusu risaleyi kaleme almıştır (1). Özellikle delalet ve sübutü katî olmayan konularda, aynı mezhep ve meşrebi paylaşan çevreler arasında bile görüş ayrılıklarının ortaya çıkabileceğini, dolayısıyla bunlara dayanarak ötekileştirici yorum ve değerlendirmelerde bulunmanın sakıncalarına dikkat çekmektedir.

     Tadlil, Tekfir ve Cihad’ın Anlam Değişmesine Uğrayarak Günümüze Gelmesi
     Günümüzde, Müslümanlar arasında yaşanılan, tartışma ve çatışmaların gerçek sebebi din olmamakla beraber, geniş kitleler üzerindeki etkileri açısından bakıldığında, dinî referansların öne çıktığı görülmektedir. Kısaca ötekileştirme ve neticede imha etme gibi sonuçlara yol açan bu süreci, en hafifinden başlayarak tadlîl, tekfir ve cihad olmak üzere üç aşamada değerlendirmemiz mümkündür.
     Birinci aşama muhatabın yanlış yolda olduğuna, ikinci aşama onun İslam dinini terk ettiğine, üçüncü aşama ise bulunduğu konum itibariyle onu yok etmek gerektiğine inanma ve bunu fiilen gerçekleştirmek için çaba içerisine girmeyi ifade etmektedir.
     Sözlükte “kaybolmak, telef olmak, şaşırmak ve yanılmak” gibi manalara gelen ‘dalal’ veya ‘dalalet’ köklerinden türetilen tadlil, birilerinin dinî açıdan doğru yoldan ayrıldığını ifade etmek için kullanılır (2). İslâm düşünce tarihinde fırkalar için, “Firak-ı dalle” şeklindeki niteleme kullanıldığı gibi, zaman zaman yanlış görüş ve tavır sahibi olduğu düşünülen bireylerin de dalalette oldukları, ehl-i sünnet literatüründe daha çok Şia, Mûtezile ve Havâric de dâhil olmak üzere, sünnî olmayan fırkaların tamamı, kimi zaman bidât ehli kimi zaman da dalalet ehli olarak kaydedilmiştir.
     Kuşkusuz dalalet ehli olarak kabul edilen çevreler hakkında hep negatif düşünülmüş, zaman zaman onları tekfir edecek derecede ileri giden bir sosyal psikoloji oluşturulmuştur. Yukarıda örnekleri verilen fırkalardan Mûtezile ile Ehl-i hadis arasında h. III. Yüz yılda yaşanılan çatışma, özü itibariyle siyasi olduğu halde, bu temel üzerine oturtulmuş, bugün bile kendilerini Ehl-i sünnete mensup olarak tanımlayan birçok kişi ve topluluk, Mûtezile anıldığında karşıt bir tavır içerisine girebilmekte ve onları sapık (dalalette) olarak tanımlaya bilmektedir. Bu durum tarihi olan bir tartışmanın tarihte kalmadığını, izlerini günümüzde de sürdürdüğünü göstermektedir.
     Günümüze gelindiğinde, tarihi tartışmaların yanı sıra birçok grup, tarikat ve cemaatin ortaya çıktığı ve bunların sadece kendilerini hidayette, kendilerinden olmayanları ise farklı ölçeklerde de olsa dalalette gördükleri görülmektedir. “Farklı ölçeklerde de olsa” kaydıyla belirtmemizin sebebi, her bir grubun eşit ölçüde başkalarını ötekileştirmediği, kimlerinin bu anlamda daha yumuşak bir zihin ve tavır sergilediğini ima ederek haksızlık yapmama gayretidir. Ancak şunu belirtelim ki, tabanda genel olarak ötekileştirmenin daha sert ve daha yoğun olduğu, tavandakilerin de bunun farkında oldukları halde herhangi bir tedbir alma yoluna gitmedikleri, aksine bu kutuplaşma karşısında sessiz kalarak dolaylı destek verdikleri müşahede edilmektedir. 
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
1) Geniş bilgi için bk. Ebû Hâmid el-Gazzâlî, Faysalü’t-tefrikâ (nşr. Muhammed Bîcû), Dımaşk 1413/1992.
2) Geniş bilgi için bk. Ö Faruk Harman vdğr., “Dalalet”, DİA, VIII, 427-430.
~~~~ * ~~~~

     Ayrışma ve ötekileştirmenin ikinci aşaması tekfirdir. Sözlükte “örtmek, gizlemek; nankörlük etmek” anlamındaki küfr (küfrân) kökünden türeyen tekfîr “küfre nisbet etmek, mümin diye bilinen bir kişi hakkında kâfir hükmü vermek” demektir. Aynı kökten gelen ikfâr da bu mânada kullanılır (1). Kur’ân’da, açıkça kendini Müslüman olarak tanımlayan bir kimsenin tekfir edilmesi yasaklanmış olmasına rağmen (2), Haricilerden itibaren Müslümanlar arasında, çok fazla yaygın olmasa da tekfir müessesinin kullanıldığı görülmektedir.
     Günümüzde de sertlik ve şiddet yanlısı grupların, kendilerinden olmayanları, özellikle yöntemlerine mesafeli duran çevreleri tekfir ettikleri açıktır. Tekfir müessesesini, dinî bir tercih olarak benimseyenlerin yanı sıra, bunu intikam alma ve yok sayma aracı olarak kullananların sayısı da az değildir. Ancak hangi amaçla kullanılırsa kullanılsın tekfirin, öldürmekten hemen önceki adım olduğu kesindir. Zira tekfir, daha önce kendisini mümin olarak tanımlayan ve bu şekilde kabul edenler için kullanıldığından, tekfir edilen şahıs mürted olarak kabul edilmekte ve bunun kanı helal görülmektedir. Bu nedenle tekfir edenlerin ilişkileri, psikolojileri ve beslendikleri kaynaklar irdelendiğinden, hep şiddet taraftarlarının öne çıktığı görülecektir.
     Ayrışma ve ötekileştirmenin üçüncü aşaması olarak cihad gelir. Cihad, nefisle mücadele, İslâm’ı tebliğ ve düşmanla savaşma anlamında kullanılan bir terimdir. Kur’ân’daki âyetlerin bir kısmında cihad kelimesinden doğrudan savaşın kastedildiği anlaşılmakta ise de, cihad daha çok “Allah’ın rızâsına uygun bir şekilde yaşama çabası” şeklinde özetlenebilecek olan genel anlamıyla kullanılmıştır (3). Allah yolunda savaş daha çok kıtal tabiriyle ifade edilmiştir. Buna göre mümin bir kulun hem kendi nefsinde hem de başkasında, Allah’ın iradesini gerçekleştirme ve kendisini bu doğrultuda düzelterek kemale ermek için harcadığı bütün çabalar, cihad olarak kabul edilir. Ancak ilerleyen süreç içerisinde, bu tabir anlam daralmasına uğrayarak, sadece fiili savaş (kıtal) öne çıkarılmıştır. Günümüzde cihadçı çevrelerin bu faaliyetlerini, daha çok dindaşları olan müminlere karşı sürdürdükleri görülmektedir. Zira cihad ettikleri çevreleri mümin olarak kabul etmemekte, onları ötekileştirerek yok edilmesi gereken zararlı varlıklar olarak algılamaktadır.
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
1) Geniş bilgi için bk. Y. Şevki Yavuz, “Tekfir””, DİA, IL, 350-356.
2) bk. en-Nisa 4/49: “Ey iman edenler! Allah yolunda sefere çıktığınız zaman, gerekli araştırmayı yapın. Size selâm veren kimseye, dünya hayatının geçici menfaatine (ganimete) göz dikerek, "Sen mü'min değilsin" demeyin. Allah katında pek çok ganimetler vardır. Daha önce siz de öyle idiniz de Allah size lütufta bulundu (müslüman oldunuz). Onun için iyice araştırın. Çünkü Allah yaptıklarınızdan hakkıyla haberdardır”.
3) Geniş bilgi için bk. Ahmet Özel – Bekir Topaloğlu, “Cihad”, DİA, VIL, 527-534.
~~~~ * ~~~~

     Ümmeti Oluşturan Topluluklar Arasında Birliği Oluşturma Vizyonu
     Hz. Peygamber’in peygamberlik göreviyle görevlendirilmesinden bu yana, fiziki olarak sürekli büyüyerek günümüze gelen İslam ümmetinin mensupları arasında birliği sağlama ve iç çatışmaları önlemenin imkân ve vizyonu, hem kaynaklarımızda hem de geleneğimizde mevcuttur. Bunların başlıcalarını birkaç madde halinde sıralamak mümkündür:
     1. Kardeşlik Algısı
     Kur’ân’da müminlerin karşılıklı ilişkileri “kardeşlik” tabiri üzerinden temellendirilmektedir. “Müminler ancak, kardeştir” (1) meâlindeki ayet, karşılıklı ilişkinin sadece kardeşlik bağlamında değerlendirilmesi gerektiğine, bunun dışındaki herhangi bir ilişki türünün doğru olmadığına işaret etmektedir. Bilindiği gibi kardeşlik her şeyden önce iki hususu temsil etmektedir: Eşitlik ve paylaşım. Bu niteleme ile kardeşlerin, ebeveynlerini dahi paylaşmak suretiyle, paylaşımı en ileri düzeyde gerçekleştirmeleri beklenmektedir. Ayrıca her biri aynı köken ve eşit sosyal statüye sahip olan bir aile içinde dünyaya geldikleri için, birinin diğerinden üstünlüğü söz konusu olmamaktadır. Biyolojik ve sosyolojik olarak sadece aynı anne babadan olan bireylerin karşılıklı ilişkisini ifade eden kardeşlik, bütün müminler için genelleştirilerek, böylelikle adalet, hakkaniyet, merhamet, hamiyet ve eşitlik gibi duyguların yaygınlaşması hedeflenmektedir.
     Kardeşlik ideali, Kur’ân’da hedef olarak gösterildiği, Hz. Peygamber’in de bizzat ashabı üzerinden yaşayarak gerçekleştirildiği halde, bugün bütün ümmet tarafından benimsenip uygulanması adeta imkânsız bir ideal gibi durmaktadır. Oysa ümmetin duyarlı olan her bir ferdi, bu anlamda gayret gösterip adım atmaya başladığı zaman, bunun hiç de imkânsız olmadığı kolayca anlaşılacaktır. Kardeş olmak için sadece mümin olmanın yeterli görüldüğü ve her türlü ilişkinin kardeşlik hukuku içerisinde yürütüldüğü bir ortamda, asla savaşlara yer olmayacaktır.

     2. Farklı Yorum ve İctihadlara Müsamaha Göstermeme
     Kardeşlik hukukuna bağlı bir ilişki geliştirmesi gereken müminlerin birbirlerine karşı seviyeli bir şekilde tenkid ve doğruyu araştırma ameliyesini ihmal etmemeleri de önemlidir. Kuşkusuz İslam düşüncesinin dinamizmi, eleştiri, farklı yorum ve seviyeli tenkitlerle korunabilir. Bunu ihmal etmemek gerektiği gibi, bunu yaparken, kardeşlik hukukuna riayet etmek de en az o kadar önemli ve gereklidir. Gerçekte dinimizin cüzî meselelere dair, birçok hususun, nazari (zan/tartışmaya açık) bilgi ifade den haber-i vahitle sabit olması, önümüze muazzam bir yorum ve ictihad imkânı sunmaktadır. Kuşkusuz bu durum, bütün çağlara ve coğrafyalara hitap eden İslam dininin evrenselliğinin bir sonucudur. Aksi takdirde, İslam’ın her ortamda varlığını sürdürmesi ve insanlığa yol göstermesi zorlaşacaktır. İctihad ve yoruma açık meseleler, İslam dininin dinamizminin ve her ortamda yaşanılabilirliğinin garantisidir. 
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnot:
1) el-Hucurât 49/10.
~~~~ * ~~~~

     Buna bağlı olarak, her sorumlu mümin, İslam’ın temel ilkeleriyle çelişmediği takdirde, farklı görüş ve yorumlara karşı alabildiğine müsamahakâr davranmak durumundadır. Yorum ve ictihada açık olan cüzi meselelerde, farklı düşünen şahıs ya da çevreleri tadlil ve tekfir derecesinde ötekileştirip suçlamak, problemin çözümüne hiçbir katkı sağlamadığı gibi, ayrıca parçalanmışlık problemini daha da derinleştirecektir. Zira bir mümini tekfir veya tadlil etmek, onu öldürmekten hemen önceki adımdır. Bir adım ilerisi onu öldürmektir. Hz. Peygamber’in Veda Haccı esnasında, hac menasikini kendisinin gösterdiği doğrultuda değil de, zaman zaman takdim - tehir yaparak ifa eden, daha sonra hatalarının farkına varınca, ona gelerek durumunu arz eden ashabına karşı gösterdiği engin hoşgörü ve kolaylaştırıcı örnekliği bağlamında oldukça çarpıcıdır.
     Bu anlamda birçok muteber hadis mecmuasında yer alan rivayetlerden biri de Buhari ve Müslim’in Abdullah b. Amr b. As’a dayandırarak naklettikleri rivayettir. Buna göre Hz. Peygamber Veda haccı esnasında, Minada insanların sorularını cevaplamaktayken, birisi gelip: “Bilemedim, kurban kesmeden tıraş oldum” der. Resulullah (s): “Kurbanını kes, sıkıntı yoktur” buyurur. Başka birisi gelir ve “Bilemedim, taşlarımı atmadan kurban kestim” der. Resulullah (s) ona da: “Taşlarını at, sıkıntı yoktur” buyurur. Resulullah’a (s) takdim ve tehirle ilgili ne sorulduysa, hepsine: “ج َر َحَ َع ْل َوالَ ْاف / Yap, sıkıntı yoktur” şeklinde karşılık verdi” (1) . Onun hayatında bu tavrına benzer oldukça fazla örnek vardır. Bu örnekler, bizlere ne kadar hoşgörülü ve pozitif düşünmemiz gerektiği konusunda ışık tutmaktadır/tutmalıdır.

     3. Farklı Mercilerin Dinde Otorite Kabul edilmesi
     Ümmet içinde, özellikle yakın çevremizde meydana gelen ihtilafların başlıca nedenlerinden biri de, dinde otorite olarak farklı mercilerin benimsenmesidir. Söz konusu otorite, bazen bir rivayet, bazen bir şahıs ya da bir klik olabilmektedir. Herkes kendisinin otorite olarak benimsediği mercii tek doğru ve sırat-ı müstakim üzere bilince, kendilerinden olmayanları doğrudan ötekileştirmiş olmaktadır. Buna karşılık, ümmetin tamamını ve birliğini temsil eden Müslüman kimliği ile bu kimliğin dayandığı Allah’ın kitabı ve resûlüdür. Hiçbir Müslüman tarafından tartışmaya konu olmayacak tek merci bu ikisidir. Bunun dışındaki herkes, her şey tartışmaya açıktır ve otoritesi bu ikisine bağlılığı ölçüsünde meşruiyyet kazanır.
     Kuşkusuz ümmetin her bir ferdinin birtakım mercileri otorite edinmesi, bazı şahıs veya kitaplara, diğerlerinden daha fazla değer verip onlara saygı göstermesi insani bir eğilimdir. Bunun yadırganacak hiçbir tarafı yoktur. Ancak bu anlamda kendisi için tanıdığı insiyatifi başkasına da tanımak ve başkasının da en az kendisi kadar haklı olabileceğini teslim etmek kaydıyla, hem anlaşılır hem de zararsız hale gelir. Aksi halde, kendisi gibi düşünmeyenlerle kardeşlik hukuku içerisinde ilişkilerini sürdürmesi zorlaşır.
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnot:
1) Örnek olarak bk. Buhari, “Hac”, 125. 
~~~~ * ~~~~

     Sonuç
     Yüce Allah’ın insanlığın dünya ve ahiret mutluluğu için gönderdiği ve Hz. Adem’le başlayarak Hz. Muhammed’le kemale eren İslam dini, itikadi, ameli ve ahlaki düzenlemelerin tamamında, beş temel ilkeyi gözetmiştir. “Külliyât-ı Hamse” veya “Zarûriyyât” olarak da isimlendirilen bu beş temel ilke can, mal, şeref ve onur, akıl ve din güvenliğidir.
     Buna göre hiçbir itikadi hüküm, hiçbir ibadet veya muamelat, hiçbir ahlaki değer, insanların yaşama, mal edinme, şeref ve onur sahibi olma, sağlıklı düşünme ve dini tercihte bulunma hakkını kısıtlayamaz. Zaman zaman kitap ve sünnet kaynaklarında, ilk bakışta bu ilkelerle çelişen bazı unsurlara rastlamak mümkündür. Bu durumda söz konusu cüzi unsurların bu ilkeler doğrultusunda anlaşılıp yorumlanması esastır. Zira bu unsurun bizim ilk anda göremediğimiz bir bağlamı veya konjonktürel bir boyutu olabilir. Bir bütün olarak Kur’ân’ı ve Hz. Peygamber’in sünnetini dikkate aldığımızda, söz konusu çelişkilerin çıkması mümkün değildir.
     Ümmete mensup olan bütün bireylerin, anılan temel ilkelerle çelişmemek kaydıyla, cüzî meselelerde farklı yorum ve ictihadları benimsemeleri mümkündür. Ayrıca her biri, kendi tercihinin daha isabetli olduğuna dair iddia sahibi de olabilir. Yine diğer yorum ve tercihleri tenkid etme, onların zayıf noktalarını ortaya koyma hakkına da sahiptir. Bütün bunlar, İslam düşüncesinin dinamizmine katkı sağlar. Ancak bunları yaparken, hep kardeşlik hukuku içinde ve tenkid edilen görüşün kendisinin tercih ettiği görüşten daha isabetli olması ihtimali de asla göz ardı edilmemelidir. Bunu yakaladığımız zaman, ümmet olarak çok daha farklı bir dünyaya uyandığımız görülecektir.

    Kaynaklar:
* Âl Şeyh, Salih b. Abdülaziz, Mevsûatü’l-Hadîsi’ş-şerîf (el-Kütübü’s-sitte), Riyad 1421/2000.
* Demircan, Adnan, Din Siyaset İlişkisi, İstanbul: Beyan y., 2000.
* Gazzâlî, Ebû Hâmid, Faysalü’t-tefrikâ (nşr. Muhammed Bîcû), Dımaşk 1413/1992.
* Harman, Ö. Faruk vdğr., “Dalalet”, DİA, VIII, 427-430.
* İbn Kesir, Ebü’l-Fidâ, Tefsiru’l-Kur’âni’l-azîm, İstanbul: Çağrı y., 1406/1986, II. cilt.
* Mâtürîdî, Ebû Mansûr, Kitabü’t-tevhîd (nşr. B. Topaloğlu- M. Arûçî) İstanbul: İSAM 1433/2003.
* Nesefî, Ebü’l-Muîn, Tabsiratü’l-edille (nşr. H. Atay- Ş. A. Düzgün), Ankara: DİB y.; 2003, II. cilt.
* Özel, Ahmet –Topaloğlu, Bekir, “Cihad”, DİA, VIL, 527-534.
* Söylemez, Mahfuz (Editör), Mihne Süreci ve İslami İlimlere Etkisi, Ankara: Ankara Okulu y., 2012.
* Yavuz, Y. Şevki, “Tekfir””, DİA, IL, 350-356.
 
bus

Hiç yorum yok:

02 - 07 Temmuz İstanbul & Güneydoğu Anadolu - GAP Turu

02 - 07 Temmuz Güneydoğu Anadolu - GAP Turu 3 Gece Otel Konaklamalı 5 Gün Gezi       Mezopotamya, bazı kaynaklarda medeniyetlerin beşiği ola...