Irkçılık etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Irkçılık etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

29 Haziran 2021 Salı

İSLÂM ve IRKÇILIK / Sayfa 271 - 278 / İslâm’ın Irkçılığa Karşı Tutumu

ULUSLARARASI SEMPOZYUM
YANLIŞ ALGILAR ve
DOĞRU İSLÂM
28-30 Ekim 2016
ŞanlıUrfa / TÜRKİYE
Sayfa: 271 - 278
İSLÂM ve IRKÇILIK
İslâm’ın
Irkçılığa Karşı
Tutumu
Âdem APAK *

     Hz. Peygamber’in (sav) tebliğ ettiği İslâm dininin en önemli hedeflerinden biri gönderildiği toplumda kabile sistemi üzerine kurulu soy esaslı sosyal düzenden, hukuka dayalı devlet nizamına geçişi temin etmekti. Zira İslam öncesi dönemde Araplar sürekli düşmanlığa neden olan dar kabilecilik anlayışı (asabiyet) ile hareket ediyorlardı. Bu nedenle Allah Rasûlü (sav) öncelikli olarak kabile asabiyeti dar çerçevesini aşarak kısa vadede Arapları inanç merkezli olarak bütünleştirmeyi hedeflemiştir. (1)
     Kabilecilik anlamında kullanılan asabiyet kelimesi Arapça’da a.s.b. kökünden türemiştir. Aynı kökten gelen asabe ism-i fail sigasından âsıb’ın çoğulu olup kısaca saran, kuşatan anlamlarına gelir. Terim olarak asabe, baba tarafından kan bağı bulunan akrabanın meydana getirdiği topluluk demektir. (2) Asabe aynı zamanda İslâm hukukunda miras bırakana doğrudan veya erkek vasıtasıyla bağlı bulunan vârisler için kullanılan bir fıkıh ıstılahıdır. Bu kelimeyle İslâm öncesi dönemde baba tarafından gelen erkek yakınlar ve erkek çocuklar kastedilmiş, akraba olmaları sebebiyle birbirlerini destekledikleri için onlara birbirini saran ve kuşatan anlamında asabe denilmiştir. (3)
     Asabiyet en geniş anlamıyla aralarında kan yakınlığı bulunan bir topluluğun bütün fertlerini birbirine bağlayan ve herhangi bir dış tehlike durumunda onları karşı koymaya sevk eden veya başka bir topluluk üzerine saldırı halinde bütün aile üyelerinin tereddütsüz harekete geçmesini sağlayan birlik ve dayanışma ruhu olarak tarif edilir. (4) Asabesi adına harekete geçen kişiye de asabî denilir. Aynı kökten gelen taassup ise, asabiyette aşırılık göstermek anlamına gelir. (5) 
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
* Prof. Dr.Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi. 
1) İhsan Nass, el-Asabiyyetü’l-Kabeliyye, Beyrut 1964, s. 173-174.
2) İbn Manzûr, Lisânü’l-Arab, I-XV, Beyrut ts. (Dârus-Sâdır), I, 605-506; Zebîdî, Tâcü’l-Arûs, I-X, Beyrut ts., (Dâru Sâdır), I, 384.
3) Karaman, Hayrettin, “Asabe”, DİA, III, 452.
4) Ateş, Ahmed, “Asabiyet”, İA, I,663; Çağrıcı, Mustafa, “Asabiyet”, DİA, 3:453.
5) Zebîdî, Tâcü’l-Arûs, I, 384.
~~~~ * ~~~~

     Asabiyetle ilgili özgün bir tanım ortaya koyan ve asabiyeti toplumun maddî-manevî bütün dinamiklerinin temeli olarak kabul eden İbn Haldûn asabiyetin kan bağı üzerine inşa edilmiş olmasını şu şekilde izah eder: Kan bağı insanlık için tabiî ve gerçek bir bağdır ve çok az istisna olmak üzere, yakınlara herhangi bir haksızlık yapıldığında etkisini gösterir. Öyle ki, akraba olan kişi, yakınının bir zulme uğraması durumunda ona karşı kalbinde bir yumuşaklık hissederek akrabasının derhal bu durumdan kurtulmasını arzu eder ki, bu tavır insanî/tabiî bir temayüldür. (1)
     Kabile, kadim insan topluluklarının yaşadıkları ve tanıdıkları en önemli içtimaî görünüm iken asabiyet ise kabilenin bütünlüğünü ayakta tutan ana unsur ve toplumsal nizamın esasıdır. Kabile asabiyeti günümüzdeki aşırı kavmiyetçiliğin (ırkçılık) belli bazı yönlerini yansıtır mahiyettedir. Gerçekte aşırı kavmiyetçilik (2) , kendi ırkına taassup derecesinde bağlı olmayı, ırkının diğer ırklardan mutlak olarak üstün olduğuna inanmayı gerektirir. Kabile asabiyetinde de benzer bir inanç vardır. Asabiyet, kabileyi diğer kabilelerden farklı ve üstün tutma düşüncesini barındırırken, ırkçılık belli bir ırka üstünlük tanımak, o ırkın diğerlerine göre tabiatından gelen bir üstünlüğe sahip olduğuna inanmak ve o inanç doğrultusunda hareket etmektir. Hem asabiyette hem de ırkçılıkta asıl çıkış noktası nesep, yani kan bağıdır. Bu sebeple asabiyeti bir yönüyle ırkçılığın ilk basamağı, ya da bir çeşidi olarak değerlendirmek mümkündür. Ancak bununla birlikte kabile asabiyeti, ırkçılıkla çelişen bir hususiyet de arz eder. Bir ırkı üstün kabul edip, o ırka mensup olanları bir araya getirmeyi, bütünleştirmeyi hedefleyen ırkçılığın aksine asabiyette aynı ırka mensup olanları birleştirmek yerine onları farklı gruplara (kabile, cizm, fâsıla vs) bölme, parçalama ve onlar arasından düşmanlık meydana getirme ön plândadır. Farklı aşiretlerin ortak yol takip etmelerini gerekli kılan umumî bir şuur olan kavmiyet düşüncesi, esas olarak bir bütünlük faaliyetini akla getirirken, asabiyet ise ayrışmayı ve dağınıklığı çağrıştırır. (3) Buna göre meselâ bir Arap, kendi asabiyetinden olan zenci bir mevâlîyi, başka asabeden olan bir araba karşı korumak zorundadır. Dolayısıyla aynı ırktan gelen küçük insan grupları arasındaki menfaat, hâkimiyet tesisi veya hayatta kalma mücadelesi anlamındaki asabiyeti ırkçılıkla aynı kategoride değerlendirmek doğru olmaz. (4) 
     Asabiyete göre kabilelerden her topluluk kendi başına yaşamakta ve ancak dar kabile menfaati doğrultusunda hareket etmektedir. İki kabile veya kabile federasyonları hilf yoluyla bir araya geldiklerinde dahi bu birlik, ortak bir kavmî şuur derecesine dönüşmemekte, sunî birliktelik, ancak başka kabilelere karşı olmak amacıyla ortak cephede birleşme ihtiyacının zorlamasıyla meydana gelmektedir. (5)
     Herhangi bir saldırı veya savunma durumunda dahi kabileler müstakil gruplar halinde yer aldıkları için, onların organik ve düzenli bir bütünlüğünden bahsetmek mümkün değildir. Oysa kavmiyetçilikte aynı ırktan gelenlerin her alanda birlik oluşturmayı hedefledikleri görülür. En geniş sınırı bir kabileye mensubiyetin meydana getirdiği kabile asabiyetinde bütünlük değil, ayrışma ve çatışma esastır. Asabiyet, barış sebebiyle kabilelerin bir araya gelmelerini ve bütünleşmelerini hedeflemez. Kabile ittifakları ancak siyasî-içtimaî şartların ve kabile menfaatinin zorlamasıyla gönülsüz bir şekilde ve sınırlı bir zaman diliminde istisnaî olarak gerçekleşir. Asabiyette birlik ve barış yerine, “bizden olmayan ancak bizim düşmanımızdır” prensibi geçerlidir. Bu nedenle asabiyeti, kavmiyetçilik veya şovenizmin bazı özelliklerini taşımakla birlikte, esasında çok farklı bir dayanışma ruhu olarak değerlendirmek gerekir.
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
1) İbn Haldûn, Mukaddime, (thk. Ali Abdülvâhid el-Vâfî), I-III, Mısır 1957, II, 484.
2) Kavmiyetçiliğin aşırı yönü ırkçılık (şövenizm) olarak isimlendirilmektedir. Aşırı olmayan kavmiyetiçiliği ise, günümüzde de kullanılan milliyetçilikle benzer anlamda kabul etmek mümkündür. Zaten XIX. yüzyılın ortalarından itibaren bu günkü anlamıyla milliyetçilik için kavmiyetçilik kelimesi kullanılmıştır. (bk. Sosyal Bilimler Ansiklopedisi, Risale Yayınları, I-IV, İstanbul 1990, III, 34-35.
3) Nasrî, Asabiyye Lâ Tâifiyye, Beyrut 1983, s. 11-12, 154-155.
4) Gedikli, Ahmet Ercüment, İslâm Asabiyye Milliyetçilik, Ankara 1990, s. 64.
5) Nass, İhsan, el-Asabiyye,s. 106-108.
~~~~ * ~~~~

     Asabiyet kavramı, şovenizm, ırkçılık kavramlarının yanında bazen milliyetçiliğin karşılığı olarak da kullanılmıştır. Meselâ T. Khemiri, Von Kramer, Salahattin Hudâ Bahş gibi araştırmacılar, asabiyetle milliyetçiliğin aynı anlama geldiğini iddia etmişlerdir. Buna karşılık F. Gabrieli ise asabiyetin milliyetçilikten farklı olduğunu ileri sürmektedir. (1) Milliyetçilik, genel anlamıyla, toplumda millî kültürü hâkim kılmak ve başka toplumların baskısından kurtulmak ve bağımsızlık kazanmak için uyanan kültür ve siyaset eğilimi olarak tanımlanabilir. (2) Bir millet içinde birden fazla kabile ve kabileler içinde de daha dar kapsamlı gruplar ve asabiyetler bulunur. Bu nedenle asabiyet, ferdi çok dar bir daire içinde hapseder. Hâlbuki milliyetin dairesi çok daha geniştir; bu topluluğun içinde birbirleriyle yakın akrabalık ve menfaat ilişkisi bulunmayan insanlar da daire içinde kendilerine yer bulabilirler. (3) Sonuç olarak asabiyetle anlam ilişkisi kurulan kavramlar dar çerçeveden geniş çerçeveye göre derecelendirilmek istendiğinde şöyle bir sıralama ortaya çıkar: Asabiyet, Şövenizm (Irkçılık, Aşırı kavmiyetçilik), Milliyetçilik (Kavmiyetçilik). Burada son iki kategoride aynı soydan gelenleri birleştirme asıl hedef iken, asabiyette ise aynı soydan gelenlerin kabilelere ayrışması ve parçalanması esastır. (4)
      İslâm öncesi dönemden gelen soya dayalı övünme ve kabilenin (ırkın) üstünlüğüne inanma anlayışının ortadan kaldırılması kolay gerçekleşmedi. Hz. Peygamber (sav) kabilecilikle mücadelenin ilk adımı olarak bütün müminlerin kardeş olduklarını ilân etmiş (5) ve asabiyetin esasını oluşturan soy üstünlüğü ve kabilecilik anlayışını kesinlikle reddetmiştir. (6) Nitekim Kur’ân’da insanların doğuşta kazanılan bir ayrıcalığa sahip olmadıkları, onlar arasında üstünlüğün ancak ahlâkî hassasiyet demek
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
1) Uludağ, Süleyman, Mukaddime Giriş, I, 121-122; Gabrieli, F. “Asabiyya”, EI² , I, 681.
2) Ülken, Hilmi Ziya, Sosyoloji Sözlüğü, İstanbul 1969.
3) Gedikli, İslâm Asabiyye Milliyetçilik, s. 64.
4) Hanî Yahya Nasrî, asabiyet kavramıyla Tâife kavramını karşılaştırmış, asabiyeti soya dayalı ferdî ve ictimaî dayanışma ruhu olarak nitelerken, Tâifeyi ise asabiyetle çatışan manevî birliktelik olarak tanımlamıştır. Ona göre Tâife, nesep temelli asabiyete karşı ideolojik cemaat demektir. (Nasrî, Asabiyye, s. 146). krş. Kabbânî, el-Asabiyye Bünyetü’l-Müctema‘i’l-Arabiyye, Beyrut 1997, s. 91, 148- 149, 204, 212).
5) Hucurât, 49/10.
6) Tekâsür, 102/1-8.
~~~~ * ~~~~

olan takvada ve kullukta gerçekleşeceği, bunun da ancak kişinin kendi gayretiyle sağlanabileceği hususları açıkça ifade edilmiştir. (1) Hz. Peygamber (sav) de Mekke’nin fethi hutbesinde İslâm kardeşliğinin ana prensiplerini, “Ey Kureyşliler Allah sizden cahiliye gururunu, büyüklenmeyi ve babalarınız ile övünmeyi kaldırmıştır. Bütün insanlar Adem’dendir, Adem de topraktandır”. (2) sözleriyle ortaya koymuştur. “Ey insanlar, sizin Rabbiniz birdir, babanız da birdir. Haberiniz olsun ki, takva dışında hiçbir arabın arap olmayana, hiçbir acemin araba, hiçbir siyahın beyaza, hiçbir beyazın siyaya karşı bir üstünlüğü yoktur. Şüphesiz ki ilahi huzurda en değerliniz en müttakî olanınızdır” ifadeleri de yine Vedâ hutbesinde dile getirilmiştir. (3)
     Araplar neseplerine son derece düşkün bir millet olup; nesep, kabileler arasında asıl övünç kaynağıydı. Bu nedenle Hz. Peygamber (sav) soy üstünlüğü ve asabiyet davası gütme fiillerini kınamış, bunun İslâm’ın ruhuna aykırı olduğunu açıkça ifade etmiştir: “Asabiyet, bir kişinin kavminin haksız davranışına arka çıkmasıdır”. (4) “Asabiyet duygusuyla öfkelenen, asabiyet uğruna savaşırken veyahut asabiyet davası güderken körü körüne açılmış bir bayrak altında ölen kimsenin ölümü cahiliye ölümüdür”. (5) Allah Rasûlü (sav) her şeyden önce kabilecilik/kavmiyet uğruna gayreti de cahiliye davası olarak nitelemiştir: “Cahiliye davasıyla hak iddia eden bizden değildir” (6). “Şu cahiliye çığlığını bırakınız, o ne kötü şeydir”. (7) İslâm dini kabile taassubuna dayanan bu tür yardımlaşmayı kaldırmayı hedeflemiş, anlaşmazlıkların kan davası ile değil, adaletle çözülmesini emretmiş, cahiliye davasına çağırmayı da, buna iştiraki de büyük günahlardan saymıştır. (8)
     İslâm’ın, kavmiyet duygusunun tesirini azaltmak amacıyla kabile övünmesinden sonra ikinci olarak hedef aldığı asabiyet tezahürü intikam düşüncesi, yani kan davalarıdır. Hz. Peygamber (sav) Arap kabileleri arasında husumet ve düşmanlık davalarını ilga hususunda cahiliye intikamının/kanının iptal edilmesi için özel gayret sarf etmiş, gerek Mekke’nin fethi (9) , gerekse veda hutbesinde (10) bu hususu özellikle dile getirmiştir. Allah Rasûlü (sav), çevre kabilelerle ilişkilerinde de bu hususa dikkat çekmiş, 
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
1) Hucurât, 49/9-13.
2) İbn İshâk, Sîre, (thk. Muhammed Hamidullah), Konya 1981, s. 94.
3) Ahmed b. Hanbel, Müsned, I-IV, Beyrut ts.VI, 11.
4) Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 107, 160; Ebû Dâvûd, Edeb, 112.
5) Müslim, İmâre, 57; Nesaî, Tahrim, 28; İbn Mâce, Fiten, 7.
6) Buhârî, Cenâiz, 39.
7) Buhârî, Menâkıb, 8.
8) Fayda, Mustafa, “Cahiliye”, DİA, VII, 18.
9) İbn Hişam, es-Sîretü’n-Nebeviyye, (thk. Mustafa es-Sakkâ-İbrahim el-Ebyârî-Abdülhâfız Şelebî), IIV, Beyrut ts. II, 412.
10) İbn Hişam, es-Sîre, II, 603.
~~~~ * ~~~~

meselâ Has‘am kabilesiyle yaptığı ahidnâmede onlara kavmiyetçiliğin en belirgin tezahürlerinden olan kan davasını yasaklamıştır. (1)
     Kan davalarının kötülüğünü vurgulayarak ahlâkî-vicdanî tedbirler almanın yanında İslâm dini bu hususu ayrıca hukukun konusu içine dahil ederek çözmeye çalışmıştır. “Ey iman edenler! Öldürülenler hakkında size kısas yazıldı. Hüre hür, köleye köle, kadına kadın öldürülür” âyeti (2) buna işaret eder. İslâm hukukuna göre asabiyeti besleyen ve asabiyetle beslenen intikam ve kan davası uygulamalarının ortadan kaldırılabilmesi için öldürme cezasının infazı (kısas), maktulün yakınına veya kabilesine değil, devlet otoritesine devredilmiştir. Yeni uygulamada suçluyu takip ve ceza sorumluluğu fertlerden ya da kabilelerden toplum adına devlete intikal ettirilmiş, intikam hissi de, sosyal düzeni bozmadan meşru sınırlar, yani hukuk içinde tatmin edilmeye çalışılmıştır. Kısasın infazı hukukî yolla ve devlet tarafından gerçekleştirdiği için, yeni kan davaları, dolayısıyla sonu gelmez kabile savaşlarının sebebi ortadan kalkmıştır. (3) İslâm dini ayrıca kasten öldürme vuku bulduğunda kısas hükmü yanında, buna alternatif olarak diyet sistemini de kabul etmiş, kısas ile diyet arasındaki tercihi ise öldürülenin yakınlarına bir hak olarak vermiştir. Bununla birlikte diyete razı olunması özellikle tavsiye edilmiştir. (4)
     Kan davalarını engelleme konusunda İslâm’ın getirdiği diğer bir prensip ise, suçun ve cezanın ferdîliği kuralıdır ki bu kural, suçun da cezanın da kolektif olarak kabul edildiği asabiyet düşüncesinden çok farklı bir hususiyet arz eder. Yeni durumda öldürme hadisesi sosyal boyutlu olsa da, sorumluluk ferdî olarak kabul edilmiştir. (5) İslâm dini cahiliye döneminde de geçerli olan kısas uygulamasının muhtevasıyla ilgili de bazı düzeltmeler yapmış, eski telakkinin aksine bütün Müslümanların kanlarının, yani hayat haklarının eşit düzeyde kabul edilmesi esasını getirmiştir. Hâlbuki cahiliye Araplarında toplum fertleri arasında fazilet açısından farklılık gözetilmesi sebebiyle, bir kabileden şerefli kabul edilen bir kişinin öldürülmesi durumunda, katilin ailesinden önde gelenlerinden bir kişinin kısası istenmekte veya onun yerine birden fazla kişinin öldürülmesi talep edilmekteydi. (6)
     Hz. Peygamber’in (sav) kurduğu yeni sistemde savaş artık rakip kabilelere saldırı konusu olmaktan çıkarılarak, dinin yayılması ana hedefini taşıyan cihad merkezli sistemli askerî mahiyet kazandı. Başka bir topluluk veya müslüman olmayan Arap kabileler ile yapılan savaş (cihad), kabilerere değil bütün müminlere maledildi. (7) Bundan sonra artık kimse kendi başına saldırı düzenleyemiyor, intikam almaya kalkışamıyordu. Yeni durum, geçmişte kabile adına yapılan saldırıların yerini düzenli ve plânlı gazâ ve cihadın almasına yol açmıştır ki, bu uygulamayı asabiyet-akide mücadelesinde ikincisi lehine bir gelişme olarak değerlendirmek mümkündür. 
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
1) İbn Sa‘d, et-Tabakât, I-VIII, Beyrut ts. I, 286.
2) Bakara, 2/178.
3) Bu konuda bk. Maşalı, Münteha, Mukayeseli Hukukta Ölüm Cezası ve İslâm Hukuku Açısından Değerlendirilmesi, (Basılmamış Doktora Tezi), İstanbul 2002, s. 219-227.
4) Bakara, 2/78.
5) En‘âm, 6/164; Fâtır, 35/18.
6) Maşalı, Mukayeseli Hukukta Ölüm Cezası, s. 218-219.
7) Enfâl, 8/69.
~~~~ * ~~~~

     Allah Rasûlü (sav), asabiyeti, cahiliye asabiyeti olarak nitelendirip kötülüklerine vurgu yapmakla birlikte, bu kavramı tevil yoluyla müspet anlamda yeniden tanımlamayı da ihmal etmemiştir. Buna göre kişi asabesini her durumda desteklemelidir. Ancak yeni durumda mazlumsa onu korumalı, zalimse zulmüne engel olarak yine ona yardımcı olmalıdır. (1) Çünkü zalimler için büyük azap vardır. (2) Kim zulmederse Allah tarafından büyük azaba maruz kalacaktır. (3)
     İslâm’ın bir taraftan asabiyeti tesirsiz hale getirmek, ancak diğer taraftan da insanlarda bulunan bu tabiî sâikden müspet anlamda istifade etmek için ortaya koyduğu diğer bir çözüm yolu da akrabayı himaye, başka bir ifadeyle sıla-i rahim uygulamasını teşviki ve emridir. Hz. Peygamber (sav) Araplar arasında son derece etkili olan nesep ilişkileri ve soy üstünlüğü anlayışının yerine sıla-i rahim çerçevesinde Müslümanlara dinî ve ahlakî sorumluluklar yüklemiştir. Bu yeni anlayışta, akrabalık bağının sürdürülmesine yapılan vurgu, soyun üstün tutulması düşüncesinden değil, toplum düzeninin sağlanması ve karşılıklı yardımlaşma ve dayanışma duygusunun geliştirilmesi hedefinden kaynaklanmaktadır. Bu nedenle İslâm dini sıla-i rahmi teşvik etmiş, emretmiş, hatta soyları ile bağı kesenleri yermiştir. (4) O kadar ki, Hz. Peygamber (sav) de bu emri Allah ve âhiret gününe imanın bir gereği saymıştır. (5)

     Sonuç
     Bu değerlendirmeler dikkate alındığında sonuç olarak ifade etmek gerekirse İslâm’ın ve Hz. Peygamber’in (sav) asabiyeti tamamen ortadan kaldırmaya çalıştığını veya kaldırdığını söylemek, gerçekçi bir iddia olmaz. Çünkü, kabile dayanışması anlamındaki asabiyet, kabile hayatının ayrılmaz parçası, kabile veya aşiret hayatı yaşayan toplumların coğrafî , içtimaî (sosyolojik) ve ruhî (psikolojik) bir gerçeğiydi. Bu hususta Hz. Peygamber (sav) iki türlü strateji takip ettiği anlaşılmaktadır. Birincisinde asabiyeti cahiliye davası olarak niteleyip, bu uğurda hareket edenleri kınayarak onun menfî etkilerinden Müslümanları korumaya çalışmış, ikinci olarak da asabiyete karşı, asabiyetle bir çok ortak noktası olan sıla-i rahim uygulamasını dinin prensipleri içine dahil ederek, bu sayede eski asabiyet duygusunu hem tesirsiz hale getirmek, hem ıslah etmek, hem de ondan faydalanmak istemiştir. Asabiyetin diğer bir ayağını oluşturan intikam düşüncesi de İslâm hukukunun yeni suç-ceza, kısas-diyet uygulamaları ve infazın devlet tarafından gerçekleştirilmesi prensibince en alt düzeye indirilmeye çalışılmıştır. Ayrıca İslâm dini, asabiyetin tesirini kırmak için asabiyet sebebiyle gerçekleştirilen kabile savaşlarını yasaklamış, bunun yerine cihadı ikame etmiş, kan/kabile/asabiyet için savaş yerine din adına gazâyı ikame etmiştir. Bu uygulama da asabiyetin menfî tezahürlerinin müspete çevrilmesi ve bu ruhî âmilin meşru alana kanalize edilmesinin bir başka yönünü teşkil eder.
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
1) Buhârî, Mezâlim, 4, İkrah, 7.
2) İbrahim, 14/22.
3) Furkân, 25/19.
4) Nisâ, 4/1.
5) Buhârî, Edeb, 31; Müslim, Birr, 18. (Bu konuda geniş bilgi için bk. Apak, Adem, Asabiyet ve Erken Dönem İslam Siyasi Tarihindeki Etkileri, İstanbul 2004).
~~~~ * ~~~~
 
bus

16 Haziran 2021 Çarşamba

YANLIŞ ALGILAR ve DOĞRU İSLÂM / Sayfa 179 - 192 / İSLÂM ve BATI / Sentetik Korkudan Terörize Edilmiş Gerçek Kıtal Ayetlerine: İslamofobi ve Medeniyet Problemi

 ULUSLARARASI SEMPOZYUM

YANLIŞ ALGILAR ve
DOĞRU İSLÂM
28-30 Ekim 2016
ŞanlıUrfa / TÜRKİYE
Sayfa:  179 - 192
İSLÂM ve BATI
Sentetik Korkudan Terörize Edilmiş
Gerçek Kıtal Ayetlerine:
İslamofobi ve
Medeniyet Problemi
İbrahim Hakkı İMAMOĞLU*

    Özet
     İslamofobi iki yönlü bir gerçekliktir. Batı dünyasın ‘ötekiyle’ olan problemli ilişkisi ve başarısızlığı; Müslümanların tarihin ‘dışına’ itilmeleri ve medeniyeti kaybetmeleri. Bu iki problemli alan kesişme noktasında ‘islamafobi” ortaya çıkar. Son 150 yılda -modernite döneminde- batı akliyatı yaşadığımız tarihselliğin kurucu aktörleri olarak var iken, eşzamanlı olarak İslam aklı durmuş ve kurucu/üst fıkhını kaybetmiştir. İslamofobi yaşadığımız tarihselliğin kurucularının suni ve politik bir korkusu iken, üst fıkhını kaybetmiş Müslümanlara giydirilen şiddet elbisesi gibidir.
     Bugün İslam terörle eşleştirilerek her Müslümanın belinde bir bombayla masumları öldürebilir imajlanması batının bir tezadı gibi görünse de küresel işgal ve sömürge sahası oluşturma olarak değerlendirilebilir.
     Batının askeri ve teknolojik gücü kendisi gibi olmayanlara bazı mecburiyetler bırakmaktadır. Bu yönüyle İslam batının kendisi için ürettiği bir düşmanı olması hasebiyle bir kamuoyu oluşturma çabasıdır. Dolayısıyla Müslümanların kendileriyle ilgili algı ayarlarını bozan bir geri dönüşü de vardır. Böylesine tarihten uzaklaştırılmış Müslüman aklın özgüvensizliğiyle karşılık bulan sosyo politik birçok örneğiyle beslenen İslam-terör çok yönlü bir problem olarak karşımıza çıkar.
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnot:
* Yrd. Doç. Dr., Karabük Üni. İlahiyat Fak. Öğrt. Üyesi.
~~~~ * ~~~~

     Anahtar kelimeler: İslamofobi, Cihat, Politik korku, Tefsir, Kurân

     Kavramsal Çerçeve
     Her kavramın temsil ettiği bir zihin dünyası vardır. Kavramlar düşünülürken temsil ettikleri ‘şeyin’ tarihinden ve zihin dünyasından beslenir. Başka bir ifadeyle dünyanın realitesini ifade etmekten daha ziyade geldiği toplumun önceliklerini ve ilgilerini ifade eder. (1) Kavramlar pür gerçekliği ifade etmekten öte kullanıldığı toplumun anlam yüklemesiyle ifade ettiği “şeyin” ismidir. Bu yönüyle toplumun değerlerini, kültürlerini, dünya görüşünü, inançlarını kavramlarda bulabiliriz. (2) Semantik açıdan bu durum islamofobi kavramı için de geçerlidir. İslamofobinin ortaya çıktığı unsurlarıyla ve anlam derinliğiyle anlaşılması mümkündür.
     İslamofobi, “islam” ve “phoby” (3) kelimelerinin bir araya getirilmesiyle oluşturulmuş bir kavramdır. Kısaca Türkçe karşılığı İslam ve Müslüman korkusu olarak tercüme edilebilecek bu kelimenin kavramsal olarak kullanımı, ilk olarak ne zaman kullanıldığı tartışmalı olsa da 11 Eylül ikiz kulelere saldırı düzenlenmesiyle anlam evrenimizde yerini almıştır. 11 Eylül saldırıları -her ne kadar yapanı belli olmasa da yeni bir sosyo-politik dönemin milat noktası olmuştur. Yeni politik dengelerle yeni kavramlar eşleştirilmiş ve yeni düşmanın isimlendirilmesi olarak bu kavram belirgin olarak kullanılmaya başlanmıştır. Bu kavram batının aklının yeni düşmanlara nasıl bir tavır alacağının göstergesi olmuştur. Tarihsel periyotta sürekli öteki olan İslam yeni dönemde yeniden tanımlanmıştır. Bu tanımlamaya göre gerek teolojik ve gerek sosyolojik terör üreten bir din olan İslam’a karşı batının -dolaysıyla tüm insanlığın!- kazanımlarını korumak gerekir. İslamofobi bu zihinsel refleksin kavramsal ifadesidir. Dolayısıyla islamofobi İslam terörün karşısında konumlandırılmıştır.
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
1) F. R. Palmer, Semantik, Kitabiyat, Ank. 2001, s. 35.
2) Hasan Yılmaz, Semantik Analiz Yönteminin Kurana Uygulanması, Kurav Yay., Bursa 2007, s. 41.
3) Phoby kelimesi Yunan mitolojisindeki “dehşet tanrısı” anlamına “phobos” tanrısına dayanmaktadır. Belli bir nesnenin, durumun veya etkinliğin yarattığı ve kişinin kendisi tarafından da yersiz veya aşırı kabul edilen usdışı, yoğun, inatçı bir korku. (Selçuk Budak, Psikoloji Sözlüğü, Bilim Sanat Yay., Ank. 2000, s. 304.)
~~~~ * ~~~~

     İslamofobi batının oluşturduğu sosyo-politik bir savunma biçimidir. Bu kavramın semantik alanında “Müslümanlardan nefret, kin, düşmanlık” “Müslümanlardan hoşlanmama, bir arada bulunmama” gibi anlamlar bulunmaktadır. Yine yakınsak anlam ilişkisinde “anti semitizm” “aşırı-sağ ve ırkçılık” ve “anti-İslamizm” gibi kavramlar bulunmaktadır. (1) Bu savunmanın karşılığının kendisini yukarıda biçimlendirdiği biraz evrimci bir tarihle insanlığın ulaştığı en büyük değerler bütününü korumak olduğunu görürüz.

     İslamofobinin Tarihsel Arka Planı
     Batının düşünce dünyasında İslam Orient/doğulu karmaşık kavramıyla karşılık bulur. Batı aklının İslam’a yaklaşımları oryantalisttik/orientalism bakışla geliştirilmiştir. İslam batının zorunlu olarak karşısında/zıddında bulunandır. Bu zorunlu karşıtlığın bilinmezliği ve karmaşıklığıyla İslam anlaşılmaya çalışılmıştır.
     İslamofobi kökleri çok eskiye dayanan oryantalisttik korkuların bir tezahürüdür. Başka bir anlatımla sosyolojik ve politik bir yönü olduğu kadar tarihi bir yönü vardır. Hıristiyanlığın ilk defa kendi coğrafyasında İslam’la karşılaşması Batı Avrupa kıyılarında “Endülüs” tecrübesi, Doğuda “Haçlı” seferleriyle olmuştur. Endülüs tecrübesi ortaçağını yaşayan Avrupalılara felsefi, ilmi, kültürel, sosyal alanlarda çok öğretici olmuştur. İspanya’daki Müslümanların 600 yıllık varlığı 1492 en son Benî Ahmer Devleti’nin tarafların antlaşmalarıyla İspanya kralına teslim olmasıyla sona ermiştir. Gırnata şehrinin teslim olmasından sonra “Müslüman kafirlere” verilen sözün geçerli olmadığı söylenerek şehir yağmalanmıştır. Kütüphanelerdeki 500 bin kitap yakılmış, erkekler öldürülmüş kadınlar ve çocuklar esir pazarlarında satılmıştır. (2)
     Daha sonra kurulan engizisyon mahkemelerinde “morisko” olarak adlandırılan Müslümanların ibadet etmeleri, Müslüman isimleri kullanmaları yasaklanmış; eğer yakalanan olursa işkenceyle öldürülmüştür. (3)
     Diğer taraftan Haçlı seferleri Müslüman dünyasıyla diğer bir karşılaşmadır. Batının kutsal Kudüs’ü fethetme iddiasıyla yapılan haçlı seferlerinin birisi hariç diğerleri başarıya ulaşmamıştır. Yenilgilerin ardından yapılan Büyük seferlerin gerçekleşebilmesi için dönemin papaları tarafından yapılan propagandalarda Müslümanlar insan dışı varlıklar olarak gösterilmiş ve olumsuz algı Hıristiyanlığın bilinçaltına yerleşmiştir. Haçlı seferlerinin en yoğun zamanlarında 200’ü aşkın savaş destanları kaleme alınmış, tüm Avrupa’da papazlar tarafından okunan ve halkı savaşa çağıran bu destanlarda Müslümanlar; Gaddar, barbar, zalim ahlaksız ve kötü insanlar olarak gösterilmiştir. (4)
     Batı dünyasının kolektif bilinçaltındaki olumsuz “Müslüman algısı”, tarihi süreç içinde olagelmiştir. Örneğin Avrupa medeniyetinde Hz. Muhammed kilisenin yüzyıllar boyunca ortaya koyduğu fikirlere başkaldırmış bir şahsiyettir. Klasik Hıristiyan  düşüncesi Hz. Muhammed Hıristiyanlığı öğrenmek için rahiplerin yanına gitmiş fakat öğrenememiş bir hıristiyandır.
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
1) M. A. Kirman, İslamofobinin Kökenleri, Journel Islamic Research 2010, s. 22.
2) İbrahim Halil Er, Cennet Doğuda Bir Yerdedir, Elips Yay., Ank. 2006, s. 48.
3) M. Özdemir, Endülüs Müslümanları I, TDV Yay., Ank. 1994, s. 113.
4) Bekir Karlığa, Din ve Medeniyet, Mahya yay., İst. t.y., s. 178. 
~~~~ * ~~~~

     Rönesans/aydınlanma dönemi edebiyatında Dante İlahi Komedya’sında Hz. Muhammed ve Hz. Ali’yi cehennemde bozguncuların alıkonulduğu sekizinci katına yerleştirmiştir. Yine Martin Luther İslam’ı ve Hz. Muhammed’i kötülemiş ve Hıristiyan âlemi için bir tehdit olduğunu söylemiştir. -Yaşadığı dönemde batının gözünde Müslümanlığı temsil eden başat imaj Türkler olmasında dolayı söylediği ağır sözler zaman zaman birbirine karışmaktadır.- “Kur’ân uzun süre Latinceye çevrilmedi, böylece Muhammed uzun zaman Hıristiyanlığa büyük zarar verdi. Muhammed Hıristiyan inancına düşmandır. Artık Hıristiyanlar gerçeği bileceklerdir. Muhammed’in kitabına, Kur’ân inanan Türklere insan bile denemez. Tanrı kötülüklerden dolayı bize karşı kötü şeyler düşünmektedir. Tanrının öfkesi bizim üzerimize Türkleri kırbaç olarak kullandırıyor. Türkler Tanrının kırbacı ve Hıristiyanlığın günahlarının cezasıdır. Eğer Türkler ceza vermeyecek olursa, tanrı bizzat kendisi bize ceza verecektir. O sebeple Hıristiyalar hem türke karşı savaşmalı hem de günahlarına tövbe etmelidir. Fakat Papa nasıl Deccal’in kendisi ise, Türk de gerçek şeytandır. Muhammed yalancı bir ruha sahip olduğundan ve şeytan da Kur’ân’ıyla ruhları öldürdüğünden onun da yola koyulup kılıcını alarak bedenleri öldürmek için saldırması gerekiyordu ve böylece Türk inancı vaazlarla ve mucizelerle değil bilakis kılıç ve katliamla ilerledi. (1) Burada Müslümanların askeri, sosyal, kültürel ve ilmi açıdan dünyanın merkezinde olmaları ve Avrupa’nın ortalarına kadar ilerlemeleri motivasyonunu belirtmek gerekir. (2)
     Yaşanan bu islamofobik korkuyu tarihi süreçte Batının sömürü serüveniyle birlikte düşünmek gerekir. Avrupa ve ABD’nin küresel güç olmalarının bir motivasyonu, kapitalist sistemin gereği olarak çok üretmek ve bunları üretemeyenlere satmasıdır. Üretilen için ham madde ve üretilmiş için bir Pazar kapitalizm için gereklidir. Global güç olmak aslında bugününün tarihselliğinde bu demektir. Dünyadaki güç dengeleri şuan için güçlünün güçsüzü askeri ve ekonomik pasif pazara dönüştürme denkleminde tezahür etmektedir. Hammadde ve enerji sahaları üzerinde yaşanan çatışmaların sebebi yenidünya sisteminin varlığını devam ettirme çabasıdır. Enerji sahaları üzerinde olmayan coğrafyalarda yaşanan savaşlara kayıtsız kalınarak devamına göz yumulmaktadır. Yaşanan savaşların önemli bir kısmı Afrika’da ve İslam coğrafyasında olmaktadır. Yapılan savaşlar insan ve hakları için değil kirli emeller için yapılmaktadır. Bu durum insanlığın hafızasında bir cinnet halidir. Buradan şu sonuca ulaşmak mümkündür. Bu toplumlar arası durum İslamofobi’nin beslendiği bir acımasız çatışma halini almaktadır. Aktörleri açısından İslamofobi İslam(î) bir tepki değil, çatışmaların ve savaşların doğurduğu şiddet sarmalında kalmışlığın bir tepkisidir.  İslam’dan korkmayı tetikleyecek (İslamofobi) saldırıların hepsinde kendi coğrafyalarında şiddete maruz kalmış insanların olduğu görülecektir. Şiddetin olduğu her yerde kendi türünden bir tepki olması kaçınılmaz bir gerçektir. Bu yönüyle islamofobiyi Avrupa’nın ve Amerika’nın “beyaz adamı” üretmiştir. 
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
1) S. Çınar, Martin Luther ve Luterah Kiliseleri, A.Ü. Sosyal Bilimler Enstitüsü Felsefe ve Din Bilimleri Anabilim Dalı, (Yayımlanmamış Doktara Tezi) Ank. 2004, s. 100.
2) İbrahim H. İmamoğlu, Günümüz Dünya Sorunları (İnançsal Sorunlar), Pagem Akademi, 2016 Ank., s. 440.
~~~~ * ~~~~

     Güncel Sosyo-Politik Durumun Yansıması Olarak İslamofobi
     İslamofobiyi, batı aklının politik bir aynası olarak görmek gerekir. Soğuk savaş döneminde öteki “kominizim” iken 1990’lı yıllarda -komünizmin yıkılmasıyla birlikteİslam olmuştur. İnsanlığın modernite tecrübesinden bu yana son 150-200 yıldan bu yana tarih dışı bırakılan Müslümanlar iki kutuplu kaldıracın batının diğer tarafında yer almıştır. Said Edward “islam, batının zorunlu olarak ötekisidir.” demişti. Tarih boyunca batının bilinçaltında düşman olan islam, selefi yorumuyla birlikte diğer kutup olarak konumlandırılmıştır. (1) İslam terörizm tarihten uzaklaştırılan islam aklının öteki olabilme yeteneği kabiliyeti yok iken mecburen sahaya itilmesinin bir ifadesidir. Yaşadığımız tarihselliğin kurucuları tarafından yetersiz bir öteki, manipüle edilmesi açısından bir kolaylıktır. İstediği gibi üzerinden imajlayabileceği ve mesaj verebileceği bir öteki olarak karşımıza çıkar, islam. Ne demek istediğim ABD dışişleri bakanlığının yayınladığı terörist örgütlerin listesi olmuştur.
     1980 yılında ABD’de dışişleri bakanlığının yayınladığı terör listesinde hiçbir dini grup yokken 1994 yılında 49 terörist grubun 16’sı dini kökenlidir. Bu liste batının bir düşman olarak İslam’ı terörle birlikte seçtiğinin bir göstergesidir. 1979-1989 yılları arasında Afganistan’da komünizme karşı savaşan mücahitler “kutsal savaşın cihatçıları” olarak ABD tarafından ilan edilmiş ve desteklenmişti. (2)
     Batının -kendi demokrasilerine karşı olduğu ileri sürülen tehditler farklı renklere büründürülerek sunmakta olan- korku rengi kırmızı yeşil veya sarı olarak değişmektedir. (3) 1990’lara kadar batının korku rengi kırmızı yani kominizimdir. Sonrasında yeşile yani islam-terörizmine dönüşmüştür. Bu yönüyle 11 Eylül saldırısı artık rengin değişme eşiği olarak etmek gerekir. Bu saldırılar üzerine dönemin ABD başkanı George W. Bush’un “artık yeni bir haçlı savaşına başlıyoruz. Terörizme karşı bu haçlı savaşı bir zaman alacaktır.” (4) demesi ABD için korkunun renginin değiştiğinin ve kutsal savaşın habercisi olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu korku bilerek üretilmiş olarak, kitleleri yönlendirmek ve büyük kitlesel öfke patlamalarıyla “ötekine” karşı bir olmayı motive etmek üzere karşımıza çıkar. 
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
1) Çift kutupluluk hâdis olan için iltizam bizatihi zorunludur. Çünkü eşyada her şey zıddıyla kaimdir. Bunun tek istisnası kadiri mutlak olan Allah’tır.
2) İngmar Karlsson, İslam ve Avrupa, cem yay., İst. 2004,s. 51.
3) Karlsson, İslam ve Avrupa, s. 36.
4) İlk açıklama yapıldığında bunun bir dil sürçmesi olduğu ileri sürülmüş ve bir anlam verilememişti. Fakat sonraki süreç bu sözün temsil ettiği aklın bir kanaati olduğunu ve çok bilinçli söylenmiş bir söz olduğunu ortaya koymuştur. http://www.hurriyet.com.tr/bushtan-hacli-seferi-yakistirmasi-16285 (8.9. 2016)
~~~~ * ~~~~

     Yaşadığımız tarihselliğin kurucu değerlerinin bir başka coğrafyası olan Avrupa’da yukarıda çizilmeye çalışılan resimden pek farklı bir sonuç yoktur. Avrupa yine kendi korkularının esiri olarak bir zihin tutulması yaşamaktadır. Almanya’da yapılan bir araştırmaya göre İslam’ı bir din olarak değil, ötekine yaşam hakkı vermeyen bir “izm” olarak görenlerin oranı ¾’tür. Yani her dört kişiden üçü İslam’ı olumsuzlayarak Avrupa’nın değerleriyle örtüşmediğini ifade etmişlerdir. Kendilerini sol partili olarak tanıtanların %40’ının İslam’a karşı düşüncede oldukları ortaya çıkmış, Yahudilik, Budizm, Hinduizm gibi dinlere daha pozitif olduklarını ifade ederlerken, İslam’a karşı aynı hoşgörüyü beslemediklerini söylemişlerdir. (1)
     İslamofobinin bir güncel dinamiği Avrupa içinde azınlık olarak bulunan Müslüman nüfustur. Demografik yapının hızla değişmesi islamofobiyi tetikleyen bir unsurdur. 2005 yılı itibarıyla Müslüman olmayan nüfus %3,5 oranında azalmıştır. 2015 itibarıyla Avrupa kıtasında Müslüman nüfusu 50 milyon üzerindedir. Yani bu durum İskandinav Protestanlardan daha fazla olduğu anlamına gelmektedir. Avrupa kıtasında Fransa ve İngiltere başta olmak üzere kadın başına çocuk sayısı 1’in altındadır. Müslümanların doğurganlıkları diğerlerine göre 3 kat daha fazladır. 2050 yılında Avrupa kıtasının 3’te 1’i Müslüman olması öngörülmektedir. Bu sayısal değerler batıyı keskinleştirmekte ve islamofobiyi bir başka yönden korkuyla bütünleştirmektedir. Böylesine demografik yapıyı değiştirecek agresiflikte artan bir “öteki” korkuyu da beraberinde getirmektedir. Bununla birlikte bu kütlenin ekonomik siyasal kültürel olarak etkisini artırması batı için islam korkusunu daha da artırmaktadır.
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnot:
~~~~ * ~~~~

     Almanya 1933 büyük ekonomik krizinden etkilenmiş ve yaklaşık 6 milyon Alman’ı işsiz bırakmıştır. Erkekler Alman sokaklarında incinmiş ve hırpalanmış bir halde dolaşırken Adolf Hitler şansölye olarak gücü ele aldığında muazzam bir Nazi hareketini ortaya çıkarmıştır. Almanya’nın üzerine çöken bu keder için Yahudileri kullanmıştır. Almanya’nın büyük savaşı – I. Dünya savaşı- Yahudiler yüzünden kaybettiklerini söylemiş, yapılan Versailler Anlaşmasıyla birlikte ortaya çıkan hiper enflasyonun Almanya’nın işini bitirmek için Yahudiler tarafından planladı propagandasını yaymıştır. Bunun oluşturduğu psikolojik ortamda otobüslerde restoranlarda trenlerde banklarda Yahudiler kendileri için ayrılmış yerlerde oturmalıydılar. 1935 yılında Nurumberg Kanunları kabul edilince Almanya’da yaşayan Yahudiler vatandaş olma haklarını kaybettiler. 2. Dünya savaşında da Nazi rejimi 6 milyon Yahudi’yi sistematik olarak yok ettiler. (1)
     Buna benzer bir hikaye de 2000’li yıllarda yaşanan finansal krizde yaşanmıştır. ABD’de emlak kredi sisteminin çökmesiyle Amerika hükümeti borç batağındaki bankaları kurtardı. Korkunç miktarlarda borç -yaklaşık 1 trilyon doların- ABD ekonomisini derinden sarstı. 2009’da işsizlik oranı 10,1’e çıktı. Böyle bir zeminde yaşanan toplumsal marjinalleşme ve kutuplaşma ülkedeki Müslümanların düşman ilan edilmesiyle sonuçlandı. Toplumsal endişe politik bir malzeme olarak kullanıldı. 2010 yılında yapılan bir ankette ABD’de yaşayanların sadece %37’lik kısmı Müslümanlar hakkında olumlu kanaat bildirdi. Ülkedeki Müslüman terörist algı giderek daha da güçlendirildi. (2)
     İslamofobi batının tarih boyunca getirdiği korkularından gerek korkanın tutumu açısından gerekse korkulan şey açısından farklılık göstermektedir. Modern dönemlere kadar islam korkusu tek yönlüdür. Karşıda bir “düşmanla” ilgili içerideki kamuoyuna menfi propaganda yapılırken, modern zamanların islamofobik tutumları çok yönlüdür. İslam’la ve Müslümanlarla kendi coğrafyasında mücadele edilerek, islam terörize edilmiş islam terör imajlamasıyla, gerek içeride gerekse dışarıda bir korku olarak pompalanmıştır. İslamofobi -Müslümanlarla birlikte İslam’ın bir şiddet dini olduğu algısı- Batı’nın iç kamuoyunda kendini koruma refleksini harekete geçirmek; dünyada dış kamuoyunda uluslararası ilişkilerde aşağılamak için kullanılmaktadır. Bu uluslararası dengeler açısından BM’de “5’in dünyadan büyük olmasıyla” ilgili durumdur. Dünyadaki nüfusun 1/3’ü Müslüman olmasına rağmen tek temsilcisinin olmaması büyük bir problemdir. Tarihin içinde olan ve şuan tarihselliğimizin kurucu aklı, dünyayı gelişmiş, geri kalmış ve gelişmekte olan ülkeler olarak yarı kast sistemine benzer kategorize etmekte ve ekonomik, tüketim alışkanlığı, üretim ve teknoloji olarak kendini en üste konumlandırmaktadır. Bu global kast sisteminde beklenen herkesin kendi liginde kalması ama daima en üsteki Avrupa’ya ve ABD’ye hayranlıkla bakmasıdır. Afrika sömürülmüş bir kıtadır öyle kalmalıdır. Afrika ülkesinde ileri demokrasi, bilişim sektöründe, sanayide büyük bir atılım, ekonomik verilerin iyi olması ezber bozan bir durumdur ve hayali bile kabili mümkün değildir. Bu ezberi bozma ihtimali olan tek bir gerçeklik vardır. O da islam… islam hala dünyada adaletsizliğe, haksızlığa, zulme karşı durma potansiyeli olan tek gerçekliktir. Bu yönüyle İslam’ın manipüle edilmesi son derece önemlidir. İslamafobinin düşünülmesi gereken bir yönü de budur. Boko Haram, DAEŞ, el-Kaide vb. terör gruplar İslam’ın ve Müslümanların insanlık vicdanına dair söz söyleme gücünü kırmaya matuf bir tarafı vardır. 
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
1) Nathan Lean, İslamofobi Endüstrisi, DİB Yay., Ank. 2015, s. 37.
2) Lean, İslamofobi Endüstrisi, s. 40. 
~~~~ * ~~~~

     İslamofobinin neye karşılık geldiğini bulabilmek için terör kavramıyla birlikte düşünülmesi gerekir. Birçok terör olayında kendilerini Müslüman olarak tanıtanlar yer  almaktadır. Terör ve İslam o kadar birbirine yakın hale gelmiştir ki, iki parçalı bir bütün gibidir. Müslümanların zihin dünyalarında terörün beslendiği veya imajlandığı zihinsel kısa devrelerin olduğu bir gerçektir. Savaş ayetlerin yorumlanması bu kısa devrelerden birisidir. Bu sorun alanının merkezinde Kur’ân’daki ayetleri ve kavramları yorumlanma yanlışlığı vardır. “Cihat” ve “savaş” kavramlarını aynı anlam düzeyine indirgenerek İslam'ın savaş dini olduğu gibi bir sonuca ulaşılmaktadır. Oysa cihat kavramı en yalın anlamıyla “gayret etmek, çabalamaktır.” Terim olarak “İslam’ın öğrenilip, yaşanmaya çalışılması, doğruyu anlatıp, yanlıştan sakın(dır)maktır.” Bu tanımlama (1) bir kenara bırakıldığında cihat eşittir savaş türünden indirgemeci bir anlayış ortaya çıkmaktadır.
     Muhammed Âbid el-Câbirî’nin: “Herkes kendi kültürünü sırtında taşır” ifadesinden hareketle insan içinde bulunduğu unsurlarla kendini var eder. Geçmişi, eğitimi, sosyal ve dini durumuna göre tepkiler verir. Eylemlerinde ve kararlarında varoluşundaki bu unsurlardan beslenir. Terörist ve terör arasında böyle sosyo-psikolojik bir ilişki söz konusuyken din sadece masum insanlar öldürülürken kullanılan tanrının boyasıdır. Temel motivasyon olan din, terör söyleminin ve eylemlerinin kutsal boyayla boyanması ve taraftarların koşulsuz teslim olmasıdır. Eğer bir insan terörize olmuşsa varoluşundaki sosyal, din, kültür unsurlarını kullanır. İslam’ın yerine başka bir din olsaydı, bu dinin argümanlarını kullanarak terör eylemini yine de gerçekleştirecektir. Önemli olan insanın şiddet sarmalından ve terörden uzak tutulmasıdır.
     Bu anlamıyla DAEŞ (2) ve diğer terör örgütlerinin İslam’la görüntü dışında hiçbir ilgisi yoktur. Lokal politik hesaplaşmalar için İslam’ın ve Kur’ân’ın kullanıldığı bir örgütlenme çeşididir. Uluslararası güç dengelerinin bölgesel bir etki alanı oluşturması için ortaya çıkardığı bir yapıdır. Medeniliğin ve bir arada yaşama hukukunun olmadığı kendisinden olmayanı “tekfir etmek/dinden çıkmış saymak” bir tür İslam’ın “cahiliye dönemine” ait bir anlayış olarak kabul etmek gerekir. Bu anlayış Kur’ân’la çarpık iletişimin bir sonucu olarak anlamak gerekir.
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
1) Hz. Peygamberin hadisi “Mücahid nefsiyle cihad edendir” bu bağlamda değerlendirilmesi gereken bir hadistir.
2) ABD’de yapılan bir çalışmaya göre 2014 verilerine göre terör saldırıları geçen yıllara göre %35; bu saldırılarda ölenleri sayısı %81 artış göstermiştir. DAEŞ’e 90 ülkeden 16 bin savaşçının gelmesiyle, örgüte katılım büyük bir artış göstermiştir.
~~~~ * ~~~~

     Bu türlü İslam’ın selefiye anlayışından türemiş şiddetin kendi coğrafyasında ötekiyle yaşam tecrübeyi olmayan bölgelerde yayıldığını görmek gerekir. İdeolojik islam ve oluştuğu coğrafya birbirinden ayrılamaz bir bütündür. Bu bağlamda Osmanlı dönemi ilk milliyetçilik hareketleri merkezden uzak yerlerde ortaya çıktığı gibi, klasik modern dönemde bir düşünce reaksiyonu ve siyasi isyan hareketi bugün ideolojik bir İslam hareketi olarak evrimleşmiştir. Dünyada birçok bölgede yaşanan Selefi hareketler (1) bir arada yaşamının kültürünün olmadığı “ötekiyle” iletişim kurulamadığı coğrafyalarda çıkmıştır. İslam terör eşleşmesinin tüm örgütlerinin -el-Kaide, DAEŞ, Boko Haram- hem kültür olarak kapalı hem de coğrafik olarak dünyadan tecrit edilmiş topraklardan türemiştir.
     Oysa İslam kendini medeniyetle ifade eder. Medeniyet İslam'ı anlamada bir üst fıkhı/akıldır. İslam’ın temel ilkeleri yapılan bir binaya, yola, beşeri münasebetlere, güzel ahlaka, bilgiye ve estetiğe dönüşüyorsa bir İslam Medeniyetinden söz edilebilir. İslam bir “sulh/barış” dinidir. Kur’ân, haksız yere bir cana kıymayı, tüm insanlığı öldürmekle eş sayar. (2) Bugün İslam dünyasının en büyük eksikliği bu üst fıkhın/medeniyetin olmamasıdır. Medeniyet d-y-n kökünden gelir ve din, şehir anlamında Medine ve medeniyet aynı kökten gelen kavramlardır. Medeniyetin özünde din vardır. Bu yönüyle İslam medeniyetinin kökünde vahiy vardır. Kur’an’ın kendi döneminde insani sahasında ürettiği her şeye Kur’an kendinden bir şeyler katar. Bu dönüşüm sürecinde her ne kadar Kuran’ın ayetleri bir metin olarak yoksa da amaç ve ruh olarak hep vahiy vardır. İnsaneşya, insan- aşkın varlık, insan- insan irtibatında nasıl ve nedenselliğini Kur’an’ın kurduğu üst fıkıhla tefsir edilir. Medeniyet Kur’an’ın en rafine tefsiridir. Nazil olduğu dönemden bugüne kadar Müslümanların tüm yapıp ettikleri ortaya koydukları -esasata dair- değerler Kur’an’ın ilkelerinin kendi tarihselliğinde bir forma kavuşmasıdır. Bir yönüyle aynı paydada buluşan insanlara ortak değerler verir. Bu bağlamda cihat -eğer düşmanla savaşmaksa- gaza anlayışıyla karşılık bulmaktadır. Gaza anlayışını en iyi anlatan, Çanakkale’de verilen savaştır. Düşmanının bile saygısını kazanmış bir muamele ve tutumlar bütünüdür. Bununla ilgili birçok savaş hikayesi herkesin malumudur.

     Kıtal Ayetleri (Ayatu’s-Suyuf)
     Kıtal ayetlerini birkaç anlam çerçevesiyle birlikte incelemek gerekir. Ayetlerin sure içindeki metin bütünlüğü içinde değerlendirmek, ayetlerin sure bütünlüğü içinde değerlendirmek, ayetleri kuran bütünlüğü içinde değerlendirmek, ayetleri İslam’ın bütünlüğü içinde değerlendirmek. Bu bağlamlar Kur’an’ın bir metin olarak doğru anlaşılmasının sağlaması gibidir.
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
1) Selef(iyye) tarihini üç döneme ayırmak mümkündür. İlk dönem icmal devri. Bu dönem islamın yeni karşılaştığı kadim bilgilere karşı koyma dönemi. İkinci dönem sistematize olduğu oldu tasil dönemi. İbn-i Teymiyye ile başlayan selefi düşüncenin sistematize olduğu dönem. Üçüncü dönem, sosoyolojik selefilik. İslam akliyatının Moderniteyle ilk hesaplaşmaya başladığı ve özgüven parçalanması yaşadığı dönem. Bu dönem Selefi hakaretinden kasıt, islamın elde ettiği 1400 yıllık büyük kültür ve medeniyet birikimini, islamın anlaşılmasındaki bir “engel” olarak görüp, vahyin kendisini inşa ettiği ortamı coğrafyayı, zaman ve mekan boyutların yeniden yaşama olarak tanımlamak mümkündür. İslamın asıl kaynaklarıyla kendi otantikliği içerisinde yeniden vahye ve sünnete dönmeyi projelendiren zihin dünyasının adı olarak görmek mümkündür. (bkz. http://www.akademikortadogu.com/belge/ortadogu14makale/birol_akgun_gokhan_bozbas.pdf (10.09. 2016)
2) Mâide Suresi 5/32
~~~~ * ~~~~

     Kıtal ayetleri İslam’ın iman müdafaası ve sabır dönemi olarak kabul edebileceğimiz Mekke döneminde değil, muamelat hukuk gibi kurumsal konuların işlendiği Medine dönemine karşılık gelir. Bu dönemde “ötekinin” daha net ayrıştığı Mekkeli müşrikler ve Medineli Yahudilere karşı fiili olarak savaşma “savaşa/kıtale” izninin verildiği ayetlere denir. Bakara suresi 190.-193. ayetler, Tevbe suresi 5.- 36. ayetleri klasik kaynaklarda aynı grupta değerlendirilmiştir. Ayetlerin tümü Hudeybiye musalahasından sonraki gelişen olaylara karşılık gelir. Bu olaylar ve birbirini takip eden ayetler kendi anlam ilişkisinin dışına çıkmaya izin vermemektedir. Yukarıda bahsettiğimiz Kur’an’ı anlamada doğru anlamayı gerektiren bağlamlar açısından baktığımızda ayetlerin Hudeybeyi musahalası sonrası nasıl bir tutum içinde olunması gerekir sorusuna ilişkin esbab-ı nüzulü olan Tevbe suresinin bir parçasıdır. Tevbe suresi 5. ayet özelinde ayetin öncesi Haram aylar çıktığında gibi şart cümlesi söz konusudur. Başlangıç kısmı bu ayetteki “bulduğunuz yerde öldürün” kısmını bağlar ve ayetin mutlak olarak ele alınmasını engeller. Sure bütünlüğü içinde değerlendirdiğimizde Tevbe suresinin ilk on beş ayet ismini de aldığı konu üzerine nazil olmuş ayetlerin ifade ettiği vakıanın, olay-vahiy ilişkisi çerçevesinde bir parçası durumundadır. Ayetlerin inmesine sebep olan olayla ilgili birçok hem vahiy ortamını ifade eden rivayetler, hem de sebebi nüzul rivayetleri söz konusudur. Kur’an’ın bütünlüğü içinde Tevbe suresi 5. Ayetiyle birlikte düşünmemizi gerektirecek ayetler vardır. İlgili sonraki ayetlere bakıldığında “müşrikler sizinle komşuluk yapmak isterse, onlara izin verin.” mealinde ayet de kıtalin mutlak olarak değerlendirilmesine bir bariyerdir. İslam’ın bütünlüğü içindeki ilkeleri bu ayetin yine yanlış anlaşılmasına engeldir.
     Kur’ân’ın kendini inşa ettiği dönem -başka bir ifadeyle fiziğini oluşturduğu dönemde- en önemli önceliği nazil olduğu olay ve olguları “hukuk” altına almak olmuştur. Mekke’de ve Medine’de kendi döneminde kadın erkek ilişkilerinde, aile içi tutumlarında, boşanma, nikah, cihat vd. birçok alanlarda ilkesel hukuk uygulamaları getirmiştir. Dolaysıyla Kur’ân bir alana müdahale ettiğinde birinci hedef kitle nezdindeHz. Peygamber ve ashabına- de facto bir probleme çözümü hukuk çerçevesinde üretmiştir.1 Kuran’ı kendi tarihiyle birlikte okuduğumuzda kendini zaman, mekân, olay ve tarih gibi tarihsel boyutlarıyla inşa etmiştir. Bu inşa sürecindeki en önemli unsur hukuktur. Bu cihat için de geçerli olan bir üst değerdir. Cahili dönemdeki savaş ve düşmana yapılan muameleyi vahiy reddetmiştir.2 Kıtal ayetlerinin getirdiği esas savaş hukukudur. 
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
1) Örneğin 4 kadınla evlenilmesi ayeti cahiliye döneminde 4’ten fazla kadınla evlenmenin yasaklanmasına karşılık gelir. Nisa suresi 3. Ayet, dört kadınla nikâhlanma konusundaki en üst sınırı belirler ve zımnen “poligamik bir evlilikte daha fazla evlenemezsiniz” buyurur. (Aysel Zeynep Tozduman, İslam’da Kadın Hakları, Seha Neşriyat, İst. 1991, s. 23; Mustafa Öztürk, Cahiliyeden İslamiyete Kadın, Ankara Okulu, Ank. 2016, s. 40.)
2) Bedevi örfte kazanılan savaşta karşı tarafın ölülerine cesetlerine her türlü muamele ve işkence meşu ve olağandı. Bunun en tipik örneği Hendek Savaşı sonrası Ebu Süfya’nın kızı Hint Hz. Hamza’nın cesedini savaş meydanında Vahşi’ye açtırmış ve ciğerini çıkarttırıp dişlemiştir. Yine aynı savaşta intikam duygularıyla Müslüman şehitlerin cesetlerine her türlü eziyeti göstermişlerdir. Cahili kadınları çeşitli uzuvları kopararak onlardan kolyeler yaptıkları siyer kaynaklarından mervidir. 
~~~~ * ~~~~

     Tefsir kaynaklarında kıtal ayetlerinin altında birçok Savaş hukukuyla ilgili birçok rivayet mervidir. Bu hadislerde düşman tarafında masumlara zarar verilmemesi, ürünlerinin yakılmaması, din adamlarının öldürülmemesi gibi savaş hukukuyla ilgili birçok ilke belirtilmiştir. (1)
     Cihat savaşmak gibi konuları içeren ayetlere bakıldığında iki unsura müdahale edildiği görülecektir. Cihadı amaç olarak ulvileştirmek cihadın asabiyet, kabilecilik vb. amaçlar için değil en ulvi olan Allah rızası/îlâ-i kelimetullah için yapmak ve savaşı zulmün zıddı olarak konumlanan hukuk içinde yapmaktır. Bütün savaşla ilgili ayetleri okuduğumuzda bu iki unsurun inşa edildiğini görürüz.
     Bir başka yönden kıtal ayetlerinin tefsirleri incelendiğinde iki tarafı olduğu görülecektir.
1. Ayetlerin tarihsel boyutta olayların akışının incelendiği esbab-ı nüzul rivayetleri çerçevesi; 2. Ayetlerin kendi tarihselliğinden çıkarılıp bugüne “mutlaklaştırarak” taşındığı çerçevesi.
     Bakara Suresi’ndeki 190-193. ayetlerle Tevbe Suresi 5. ayetleri Taberi’den (v.310) rivayetle Medine’de ilk nazil olan savaş ayetleridir. (2) Medine’deki Müslümanların birincil düşmanları olan Mekkeli müşriklere karşı savaşa izin veren ilk ayetlerdir. Kıtal ayetlerini kendi tarihinde okuduğumuzda bu ayetler Hudeybiye musalahasıyla birlikte nazil olmuştur. Hac için gelen rasulullah ve ashap Hudeybiye’de kurbanlarını kesmişler ve geri dönmüşler, ertesi sene kaza umresine niyet edip yola çıktıklarında Kureyş’in bir kötülük yapmasından ve onları Mescid-i Haram’a sokmamalarından korkmuşlardır. Buna rağmen haram aylarda ve mescidi haram civarında savaşmaktan imtina etmişlerdir. Hemen arkasından ayet nazil olmuştur. (3) Bakara suresi 190. ayetine sebebi nüzulü bu çerçevededir. Bir başka ifadeyle bu ayetin kendi tarihi -vakıa – vahiy ilişkisi- Hudeybiye anlaşmasıyla başlayan ve gelişen süreçtir. Daha sonraki süreçte Tevbe suresi 5. ve 36. ayetle birlikte Mescid-i Haram’ın çevresinde savaşmak yasaklanmıştır. Bu yasakla birlikte Kur’an’ın birinci hedefi olan ashabın Mekkeli Müşriklere karşı nasıl davranması gerektiği bildirilmiş ve nihayete erdirilirmiştir.
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
1) Bkz. Ebu’l-Fidâ İsmail b. Ömer İbn-i Kesîr, Daru’l-Taybe, t.y., y.y., c. I, s. 524; Müslim, Kitabu’l-Cihâd ve’s-Sîr, h. No. 1731.
2) Bu konuda Mekkeli Müşriklerle savaşa izin veren ilk ayetin Hacc Suresi 39 olduğuna dair Hz. Ebu Bekir’den bir rivayet de bulunmaktadır. Kendileriyle savaşan müşriklerle savaşmayı savaşmayanlarla savaşmamayı, dolaysıyla bu ayelerin savunma halini ifade ettiğini, atak duruma Tevbe suresi 5. Ayetle birlikte başlandığını ifade eder rivayetler de söz konusudur. (Muhammed b. Cerîr et-Taberî, Câmiu’lBeyân an Tevîl-i Ayi’l-Kurân, Mektebe İbn-i Teymiye, Kâhire yy, III/562; İbn-i Kesir, et-Tefsîr, c. I, s. 524.) 3 Ebu İshâk Ahmet es-Salebî, el-Keşf ve’l-Beyân, Daru Turasil Arabî, Beyrut 2002, II/88.
~~~~ * ~~~~

      Kıtal ayetlerine bakıldığında şiddet yanlısı/bedevi Müslümanların litarel okumayla birlikte “İslam’ın dışındaki herkesin öldürülmesi” gibi sığ ve bir o kadar tehlikeli sonuçlara götürdüğü görülecektir. Dolaysıyla ayetlerin kendini inşa ettiği fiziğini -olay zaman mekânı- yok saymak ayetlerin bugün doğru okunması ve “muradullahı” doğru anlamak açısından önemlidir. Buradan şu noktaya gelmek gerekir: Kendi anlam bağlamından kopartılan ayetler her türlü anlam anarşizmine açık hale gelir.
     Selefiye ve oluşturmaya çalıştığı şiddet iklimiyle şiddet üreten Kuran okuması birbiriyle örtüşmektedir. Selefi yorum ayetleri tüm tarihsel bağlamlarından soyutlayarak lafzı hiçbir yoruma açmamak anlamına gelir. Bu yorum kıtal ayetlerini tarih üstü okumalarıyla literal bir mutlaklaştırmaya götürdüğünü ifade etmek gerekir. Hangi selefilik tartışmasına girmeksizin selefiyenin teolojik boyutu, İslam aklının moderniteyle hesaplaşması ve beraberinde getirdiği özgüven, coğrafya ve bilinç parçalanması neticesinde ortaya çıkmıştır. İslam klasik dönemde/modernite öncesinde kendinden zuhur eden problemler ve çözümleriyle ilgilenirken modernite döneminde sürekli dışarıdan gelen problemlere cevap aramıştır. Bu bağlamda asla dönüş ve tecdit iddiasıyla başlamış daha sonra evrimleşerek şu anda kıtal ayetlerini -şiddet kuşatmasında olan İslam coğrafyasında- sığ politik hedeflerine ulaşmak için malzeme olarak kullanmaktadır.

     Sonuç
     İslam-terör bir endüstridir. Terörizm global sistemin ürettiği bir durumdur ve iç dış emperyalist hesaplar için de bitmesini istememektedir. Dinsel görülen birçok terörist eylemin arkasında politik, sosyolojik, ekonomik saikler bulunmaktadır.
     İslamofobi, bugünün tarihselliğinin kurucu aklının ürettiği sentetik bir korkudur. Bu korkunun, batının zorunlu olarak karşısında yer alan islam dünyası için “bir kelebek etkisi” yaptığını söylemek gerekir. Bu etki sosyo-politik, sosyo-kültürel bağlamlarda İslam’ın terörize edilmesi ve İslam terörün imajlanması şeklinde kendini gösterir. Ama en büyük etki İslam fobinin sosyo-teolojik İslam akliyatında karşılık bulmasıdır. İnsanlığa adalet, zulme karşı durma gibi değerler vermişken İslamın kendi coğrafyasının din adına zulüm, kan, göz yaşı ve cinayetler üretmesi -her ne kadar politika, uluslararası ilişkiler, sömürü tarihi bağlamında sebepler barındırsa da- İslam’ın zihinsel kısa devre yapmasıdır.
     İslam akliyatının karanlık bir dönemden geçtiğini ve -bu dönemde vahyin kolektif akılla yapılmış tefsiri olan- medeniyet inşa edememe problemi yaşadığını görmek elzemdir. Karşılaşılan bu sistematik hata “ötekiyle” olan ilişkilerde, kıtal ayetlerini yorumlamada, vahyin ruhunu anlamada karşımıza çıkmaktadır. Tüm bunlara öldürücü bir nefes üfleyen İslam’ın selefi yorumu, bugünün tarihselliğinde İslam’ın sığ ve şiddete en yakın yorumudur. Bu bedevi/çöl anlayış tam olarak islam medeniyetinin karşısında durmaktadır. Bugün Kur’an’ın anlaşılmasında bir sorun yaşandığı muhakkaktır. Ancak bu yanlış anlama iddia edildiği gibi Müslüman aklının yetersizliğinden değil, Kur’an’ın en rafine yorumu olan medeniyetin yeniden kurulmasına imkân verilememesinden kaynaklanmaktadır.

     Kaynakça:
     BUDAK, Selçuk, Psikoloji Sözlüğü, Bilim Sanat Yay., Ank. 2000.
     ÇINAR, S., Martin Luther ve Luterah Kiliseleri, A.Ü. Sosyal Bilimler Enstitüsü Felsefe ve Din Bilimleri Anabilim Dalı, (Yayımlanmamış Doktora Tezi) Ank. 2004.
     ER, İbrahim Halil, Cennet Doğuda Bir Yerdedir, Elips Yay., Ank. 2006.
     İMAMOĞLU, İbrahim H., Günümüz Dünya Sorunları (İnançsal Sorunlar), Pagem Akademi, 2016 Ank.
     KARLIĞA, Bekir, Din ve Medeniyet, Mahya yay., İst. t.y., 
     KARLSSON, İngmar, İslam ve Avrupa, cem yay., İst. 2004.
     KİRMAN, M. A., İslam fobinin Kökenleri, Jurnal İslami Research 2010, s. 22.
     LEAN, Nathan, İslamofobi Endüstrisi, DİB Yay., Ank. 2015.
     MÜSLİM, Ebu’l-Hüseyin İbn-i Haccâc, Sahih-i Müslim, Dâru Taybe, Riyad 2006.
     ÖZDEMİR, Mehmet, Endülüs Müslümanları I, TDV Yay., Ank. 1994.
     ÖZTÜRK, Mustafa, Cahiliyeden İslamiyet’e Kadın, Ankara Okulu, Ank. 2016.
     PALMER, F.R. Semantik, Kitabiyat, Ank. 2001.
     es-SALEBÎ, Ebu İshâk Ahmet, el-Keşf ve’l-Beyân, Daru Turasil Arabî, Beyrut 2002.
     et-TABERÎ, Muhammed b. Cerîr, Câmiu’l-Beyân an Tevîl-i Ayi’l-Kurân, Mektebe İbn-i Teymiye, Kâhire yy.
     TOZDUMAN, Aysel Zeynep, İslam’da Kadın Hakları, Seha Neşriyat, İst. 1991.
     YILMAZ, Hasan, Semantik Analiz Yönteminin Kurana Uygulanması, Kurav Yay., Bursa 2007.
 

02 - 07 Temmuz İstanbul & Güneydoğu Anadolu - GAP Turu

02 - 07 Temmuz Güneydoğu Anadolu - GAP Turu 3 Gece Otel Konaklamalı 5 Gün Gezi       Mezopotamya, bazı kaynaklarda medeniyetlerin beşiği ola...