21 Ocak 2022 Cuma

RİYÂZÜ'S SÂLİHÎN (51) / ALLAH’IN RAHMETİNİ ÜMİT ETMEK (3)

RİYAZÜS SALİHİN
(51)
ALLAH’IN RAHMETİNİ ÜMİT ETMEK (3)


     431. İbni Abbas radıyallahu anhümâ, “Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’i şöyle buyururken işittim” demiştir:
     “Hangi müslümanın cenâzesinde Allah’a şirk koşmamış kırk kişi hazır bulunup namazını kılarsa, Allah, onların ölü hakkındaki şefaatini mutlaka kabul eder.”
Müslim, Cenâiz 59
  • Açıklamalar:
     Kadın olsun erkek olsun müslümanlar için ümitli olmayı gerektiren bir çok müjdeli haberden biri de bu hadîs-i şerîftir. Cenâze namazına iştirak edecek kırk kişilik bir müslüman grubunun şehâdet ve şefaatları Allah tarafından kabul edilmek suretiyle her müslümanın affedilme şansı bulunmaktadır. Hadiste geçen kırk rakamı vazgeçilmez bir sayıyı göstermemektedir. Zira bir başka hadiste (Müslim, Cenâiz 58) yüz kişi denilirken, diğer bir rivâyette de üç saflık bir cemaatın bulunması yeterli görülmektedir.
     Öte yandan müslümanların yoğun olmadığı belde ve yörelerde hiç şüphesiz daha az sayıda müslümanın şehâdet ve şefaatı da geçerli olacaktır. Bu duruma göre önemli olan sayı değil, cenâze namazına iştirak edecek olanların “Allah’a şirk koşmamış” hâlis müslümanlar olmasıdır. Belki kelime-i şehâdeti ya da Fâtiha’yı okumasını bile bilmeyen kalabalık yığınların, cenâze namazı kılınırken kıyıda köşede bekleşmek suretiyle katıldığı nice cenâzeler vardır. Yine sessiz sakin üç-beş Allah kulunun taşıyıp defnettiği cenâzeler vardır.
     Burada bizi ilgilendiren hadisteki ümit unsurudur. O da, her müslümanın ölümünde, arkasından kendisi için af dileyecek iyi müslümanların bulunması halinde, onların dualarını Allah’ın kabul edeceği gerçeğidir. İyi insanları dost edinmenin, bir mü’mine sağlayacağı bu imkân küçük görülmemelidir.
     Hadisi 935 numarayla bir daha okuyacağız.
  • Hadis-i Şeriften Öğrendiklerimiz:
   1. Allah Teâlâ kullarının dua ve niyâzlarını kabul eder.
   2. Ölmüş bir müslüman hakkında yapılacak dualar makbüldür, onun bağışlanmasına vesile olur.
   3. Arkasında kendisine dua edecek dostları olan kimselerin, “bağışlanma ümidi içinde olmaları” pek tabiîdir.


     432. İbni Mes’ûd radıyallahu anh şöyle dedi:
     Deriden yapılmış bir çadır içinde kırk kadar kişi Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem ile birlikte bulunuyorduk. Hz. Peygamber bize:
   - “Siz cennetliklerin dörtte biri olmaya razı mısınız? diye sordu. Biz:
   - Evet, dedik. Hz. Peygamber:
   - “Cennetliklerin üçte biri olmaya razı mısınız?” buyurdu. Biz:
   - Evet, dedik.
     Bunun üzerine Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem:
   - “Muhammed’in canı, kudret elinde bulunan Allah’a yemin ederim ki ben, sizin cennetliklerin yarısı olacağınızı umarım; çünkü cennete müslüman olmayan kimse giremez. Siz, müşriklere nisbetle kara öküzün derisindeki beyaz benek ya da kırmızı (beyaz) öküzün derisindeki siyah benek gibisiniz” buyurdu.
Buhârî, Rikak 45, 46, Enbiyâ 7, Eymân 3, Tefsîru sûre (22), 1;
Müslim, Îmân 377.
Ayrıca bk. Tirmizî, Cennet 13;
İbni Mâce, Zühd 34
  • Açıklamalar:
     Sayılarını ancak yüce Rabbimiz’in bildiği peygamberlerin her birine kendi zamanlarında inanan herkes cennete girecektir. Bu sebeple de başlangıçtan beri geçmiş olan peygamberlerin ümmetleri elbette büyük bir yekün oluşturmaktadır. İşte sevgili Peygamberimiz, bu hadîs-i şerîflerinde, kendi ümmetinden olanlar ile kendisinden önceki peygamberlerin ümmetlerinden cennete girmiş olanların miktarı konusuna açıklık getirmektedir.
     Söze soru sormak suretiyle ve daha düşük orandan başlaması, sonuçta açıklayacağı gerçeğe oradakilerin dikkatlerini çekmek ve vereceği müjdenin büyüklüğüne işaret etmek içindir. Cennettekilerin dörtte biri, sonra üçte biri olmaya razı olan ashâb-ı kirâm, hiç şüphesiz bu oranların çok büyük rakkamlara varan bir miktarı oluşturduğunu biliyorlardı. Ama Peygamber Efendimiz onlara daha büyük bir ümit kapısını araladı ve “Sizin cennetliklerin yarısı olacağınızı umarım” buyurdu. Bu, Muhammed ümmeti için gerçekten çok büyük bir müjdedir. Zira cennetliklerin bir yarısı bütün ümmetlerden, diğer yarısı ise sadece Ümmet-i Muhammed’den oluşacaktır. Bu, müslümanların cenneti dolduracakları anlamına gelmektedir. Hatta daha başka kaynaklardaki bazı rivayetlerde bu oran üçte iki veya 120 saflık cennet ehlinin 80 safını müslümanların teşkil edeceği şeklinde açıklanmaktadır. Bu ise, hiç şüphesiz daha büyük bir müjdedir.
     Hadisin son cümlelerindeki siyah öküz derisindeki beyaz benek (veya beyaz öküz derisindeki siyah benek) benzetmesine gelince, bu cennetliklerin yarısını teşkil edecek olan Ümmet-i Muhammed’in, dünyadaki müşriklere oranıdır. Müşriklerin sayısının inananlardan çok fazla olduğunu göstermektedir.
     Bu beyaz benek benzetmesi, sadece o mecliste bulunan kırk kişilik sahâbî topluluğunun veya bütün sahâbîlerin müşriklere oranını da gösteriyor olabilir. Her iki halde de İslâm imanına sahip olanların kıymeti anlatılmış olmaktadır. Bu da biz müslümanların büyük bir ümit içinde yaşamamız ve cenneti ummamız için yeterlidir.
  • Hadis-i Şeriften Öğrendiklerimiz:
   1. Hz. Peygamber ümmetini ümitli olmaları konusunda çok değişik yollarla müjdelemiş ve bilgilendirmiştir.
   2. Muhammed ümmeti, imansızlar cephesi içinde küçük bir topluluğu temsil etmekte ise de, cennettekilerin yarısını oluşturacaktır. Bu da onların hemen tamamının cennete gireceği anlamına gelmektedir.

 

     433. Ebû Mûsâ el-Eş‘arî radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
     “Kıyamet günü Allah, her müslümana bir yahudi veya hıristiyan verir ve Bu senin cehennemden kurtuluş fidyendir buyurur.”
Müslim, Tevbe 49
     Müslim’in yine Ebû Mûsâ radıyallahu anh’den bir başka rivayetinde (Tevbe 51), Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
     “Kıyamet günü bazı müslümanlar dağlar kadar günahlarla gelir, Allah da onları affeder.”
  • Açıklamalar:
     İlk bakışta hadisimizden, müslümanların yerine yahudi ve hıristiyanların ya da kâfirlerin azap çekeceği gibi bir mâna anlaşılmaktadır. Halbuki bu doğru değildir. Zira yüce Rabbimiz “Kimse kimsenin günahını yüklenmez” [bk. En’âm sûresi (6),164; İsrâ sûresi (17),15; Fâtır sûresi (35),18; Zümer sûresi (39),7; Necm sûresi (53),38] buyurmak suretiyle, suçu kim işlemiş ise cezâyı da sadece onun çekeceğini bildirmiştir. O halde hadisimizi nasıl anlamamız gerekmektedir?
     Hz. Ebû Hüreyre’nin rivayet ettiği bir başka hadiste (bk. İbni Mâce, Zühd 39) “herkesin hem cennette hem de cehennemde bir yeri olduğu” bildirilmektedir. Bu sebeple bir müslüman cennete girince onun cehennemdeki yerini bir kâfir doldurur. Öte yandan Allah Teâlâ cehennemi dolduracağını bildirmiş ve bunun için de bir sayı takdir etmiştir. Kâfirler küfürleri sebebiyle cehenneme girip orayı doldurunca, bir anlamda müslümanların fidyesi olmuş olurlar. Aslında onlar müslümanların yerine azap çekmek için değil, kendi küfürlerinin cezâsını çekmek üzere cehenneme girmişlerdir. Bu da cehennemden âzâd edilen müslümanlar için bir çeşit kurtuluş fidyesi demektir.
     Bu hadisin doğru anlaşılabilmesi için şu ihtimal de akla gelmektedir: Kâfirlerin açtığı kötü bir çığır ve yolu bazı müslümanlar da takip edecek ve günaha gireceklerdir. Ancak onların bu kötülüklerine vesile oldukları için o çığırı açan kâfirler ayrıca vebâl yükleneceklerdir. Kıyamet günü Allah Teâlâ müslümanları affettiği zaman, kâfirler müslümanları yanılttıkları için ayrıca yüklendikleri günahları ile cehennemde cezâlandırılacaklardır.
     Nevevî’nin buraya son cümlesini almadığı ikinci rivayette ise, dağlar misali günahlarla gelen bazı müslümanların kıyamet günü Allah tarafından bağışlanacakları ifade buyurulmaktadır. Önemli olan da günahkâr müslümanların affedilmesidir.
  • Hadisten Öğrendiklerimiz:
   1. Allah Teâlâ, kullarının günahı ne kadar çok olursa olsun, -dilerse- onları bağışlar.
   2. Kıyamet günü Allah’ın affı ve bağışı sadece müslümanlara yönelik olacaktır.
   3. Yanılttıkları müslümanlar kıyamette affedilmiş de olsa, kâfirler ve gayr-i müslimler onları yanıltmalarının cezâsını çekeceklerdir.
   4. Günahın çokluğu ümitsizlik sebebi olmamalıdır.


     434. İbni Ömer radıyallahu anhümâ “Ben, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’i şöyle buyururken işittim” demiştir:
   Mü’min kıyamet günü Rabbinin lutuf ve keremine o kadar yakın olur ki, Allah onu halktan gizler ve günahlarını itiraf ettirir:
   - Şu günahını biliyor musun, şu günahını biliyor musun? der. Mü’min:
   - Biliyorum yâ Rab, der. Cenâb-ı Hak da:
   - “Ben bu günah(ların)ı dünyada örtmüş gizlemiştim, bugün de bağışlıyorum” buyurur.
     Bunun üzerine o kimseye iyiliklerinin kaydedildiği defter verilir.
Buhârî, Mezâlim 3, Tefsîru sûre (11), 4, Edeb 60, Tevhîd 36;
Müslim Tevbe 52.
Ayrıca bk. İbni Mâce, Mukaddime 13
  • Açıklamalar:
     Hadîs-i şerîf, bir âyette geçen fısıltı (necvâ) hakkında Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’den duyduğu herhangi bir açıklama olup olmadığını soran kişiye Abdullah İbni Ömer’in verdiği bir cevabı yansıtmaktadır. Dolayısıyla bu hadîs-i şerîfi, o ismi bilinmeyen kişinin sorusu üzerine İbni Ömer’den öğrenmiş oluyoruz. Gerçi burada soran kişi, doğrudan doğruya Hz. Peygamber’den bir açıklama olup olmadığını sormuştur. Böyle olmasa bile, Allah hepsinden razı olsun, ashâb-ı kirâm’ın âdeti, kendilerine sorulan suallere, eğer varsa Hz. Peygamber’den duydukları ile cevap vermekti. Yani onlar âyet veya hadis varken kendiliklerinden görüş beyan etmez, öğrendiklerini naklederlerdi.
     Allah Teâlâ’nın kuluna yaklaşması lutuf ve ihsân bakımından bir yaklaşmadır. Mesâfe olarak bir yaklaşma yüce Rabbimiz hakkında düşünülemez. Dünyada iken öteki kullardan gizli kalmış bazı günahlarını kuluna hatırlatması, onun da bunları hatırlayıp itiraf etmesi, bir anlamda Rabbimiz’in mü’minlere özel muamele etmesi demektir. O gizli hataların kıyamette de açıklanmayıp bağışlanması, işte bu, en büyük ikrâm ve ihsândır. O halde dünyada iken işlediği hatalar gizli kalmış olan mü’minler, onları açıklamak gibi bir yola asla gitmemelidirler. Çünkü İslâm’ın asıl amacı, toplum içinde iyiliklerin ve güzelliklerin yayılmasıdır. İşlenmiş hataların ulu orta söylenmesi, kötülük işlemeye meyyâl kişileri cesaretlendirir. Yani hatayı başkalarının da tekrar etmesine bir nevi teşvik olur ki, bu da ayrıca bir hatadır. Nitekim günümüzde, haberleşme ve iletişim vasıtalarında gösterilen bir takım olayları taklid etmeye kalkan kimselerin çıktığı, muhtelif örnekleriyle görülmekte ve bilinmektedir.
     Mü’minin dünyada işlediği iyilikler gizli kalmış da olsa, onlar aslâ zayi olmayacak ve iyiliklerinin yazılı bulunduğu defter kendisine verilecektir. Hata ve kusurları bağışlanınca, zaten amel defterinde sadece iyilikleri kalmış olacaktır. Böyle bir sonuç, hiç şüphesiz her müslümanın erişmek istediği büyük bir mutluluktur.
  • Hadis-i Şeriften Öğrendiklerimiz:
   1. Mü’min gizli kalan hata ve kusurunu asla başkalarına açıklamamalıdır.
   2. Böyle gizli kalmış kusuru olan mü’min, onun âhirette de kendisine bağışlanacağı ümidini taşımalıdır.
   3. Toplumda iyiliklerin artmasına, kötülüklerin azalmasına vesile olacak her davranış güzeldir.
   4. Mü’min, günahlarından dolayı kâfir diye suçlanamaz.


     435. İbni Mes’ûd radıyallahu anh şöyle dedi:
    Bir kadını öpmüş olan bir kişi Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’e gelerek olayı anlattı. Bunun üzerine Allah Teâlâ, “Gündüzün iki yanında ve gecenin gündüze yakın saatlerinde namaz kıl. Gerçekten iyilikler, kötülükleri silip süpürür” [Hûd sûresi (11), 114] âyetini indirdi. O kişi:
   - Ey Allahın Resûlü! Bu hüküm bana mı aittir? dedi. Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem:
   - “Bütün ümmetime aittir” buyurdu.
Buhârî, Mevâkît 4; Tefsîru sûre (11), 6;
Müslim, Tevbe 39-43.
Ayrıca bk. Tirmizî, Tefsîru sûre (11), 6
  • Açıklamalar:
     Hadiste söz konusu olan kişi büyük bir ihtimalle Ebü’l-Yüsr Kâ’b İbni Amr’dır. Kadının kim olduğu ise bilinmemektedir. Ebü’l-Yüsr, Akabe biatlarına ve Bedir Gazvesi’ne katılmış bir sahâbîdir. Hatta onun Bedir Gazvesi’nde, Hz. Peygamber’in amcası Abbas İbni Abdulmuttalib’i esir aldığı da bilinmektedir. Kendisi Bedir Harbi’ne katılan mücâhidlerin en son vefat edeni olup hicrî 55 yılında Medine’de vefat etmiştir.
     Tirmizî’nin bir rivâyetinde [Tefsîru sûre (11), 6] bizzat Ebü’l-Yüsr olayı şöyle anlatmaktadır:
     Hurma satın almak için bana bir kadın geldi. Ona evde daha iyisi var dedim. İçeriye benimle beraber girdi. Ben de üzerine saldırıp öptüm. Daha sonra, duramadım bu yaptığımı Hz. Ebû Bekir’e anlattım.
   - “Tövbe et, kendini dile düşürme” dedi.
     Ömer’e anlattım. O da aynı şekilde:
   - “Tövbe et, kendini dile düşürme” dedi.
     Bu cevaplardan tatmin olmadım, daha sonra Resûlullah’a gelip durumu arzettim.
   - “Allah yolunda savaşa gitmiş bir müslümanın hanımına böyle mi bakarsın?” buyurdu.
     Bunun üzerine ben içimden:
   - “Keşke şu ana kadar müslüman olmamış olsaydım” diye temennide bulundum.
     Resûlullah uzun süre başını eğip sessiz kaldı. Nihâyet kendisine Hûd sûresinin 114. âyeti vahyolundu.
     Olayın bundan sonrası, hadisimizde geçtiği gibidir.
     Ebü’l-Yüsr’ün bu davranışında sanki şu âyet-i kerimeye ittiba gayreti vardır: “Eğer onlar kendilerine zulmettikleri zaman sana gelseler de Allah’dan bağışlanmayı dileseler, Resul de onlar için istiğfar etseydi Allah’ı ziyâdesiyle affedici, esirgeyici bulurlardı” [Nisâ sûresi (4), 64].
     Sabah, öğle ve ikindi namazları gündüzün iki ucunda, akşam ve yatsı namazları da gecenin gündüze yakın olan kısmında olan namazlardır. Böylece Hûd sûresi’nin 114. âyetinde beş vakit namazın kılınması istenmiş olmaktadır.
    Âyet-i kerîme, beş vakit farz namazın, bu namazlar arasında işlenen (küçük) günahlar için kefâret olduğunu belirlemektedir. “İyilikler, kötülükleri yok eder” âyeti ile Kur’an, hadd denilen cezâları gerektiren büyük günahlar dışında kalan hata ve kötülüklerin ibadetler ve daha başka iyilikler ile ortadan kaldırılabileceğini bildirmektedir. Nitekim Hz. Peygamber de bir hadîs-i şerîfinde “İşlediğin kötülüğün peşinden hemen bir iyilik yap ki, bu iyilik o kötülüğü silsin süpürsün!” buyurmuştur (bk. 62 numaralı hadis).
     Olayın kahramanının âyet-i kerîme’deki müjdenin sadece kendisi için mi olduğunu sorması, hükmün bütün ümmete yönelik olduğunun açıklanmasına vesile olmuştur. Bu da hiç şüphesiz müslümanlar için son derece büyük bir lutuf ve ümit kaynağıdır. Zira hadisin bu şekildeki vürûdundan anlaşılan odur ki, iyiliklerin kötülükleri ortadan kaldırması, Ümmet-i Muhammed’e mahsus bir ilâhî ikrâmdır.
  • Hadis-i Şeriften Öğrendiklerimiz:
   1. Cinsel ilişki söz konusu olmadığı sürece öpmek, tutmak ve kucaklamak gibi fiiller için belirlenmiş bir cezâ yoktur. Bu gibi fiillerin cezasını (ta’zîr) hâkimler takdir eder.
   2. Kendisi için belli bir cezâ tayin edilmemiş suçlar, işlenecek iyilikler ile ortadan kaldırılabilir.
   3. Beş vakit namaz, küçük günahlara kefârettir.
   4. Tövbe kapısı her zaman açıktır.
   5. Belli olaylar vesilesiyle vahyolunmuş hükümler, aynı türden olayların tamamı için geçerlidir. Bir başka ifade ile, sebebin husûsî /özel olması, hükmün umûmî /genel olmasına mâni değildir.


     436. Enes radıyallahu anh şöyle dedi:
     Bir adam Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’e geldi ve:
   - Ey Allah’ın Resûlü! Ben cezayı gerektiren bir iş işledim, cezâmı ver! dedi.
     Tam o sırada namaz vaktiydi. Adam, Resûlullah ile birlikte namazı kıldı. Namazdan sonra:
   - Ey Allah’ın Resûlü! Ben cezayı gerektiren bir iş yaptım, cezamı ver! dedi.
     Hz. Peygamber:
   - “Sen bizimle birlikte namaz kıldın mı?” buyurdu. Adam:
   - Evet, dedi. Hz. Peygamber de:
   - “Öyleyse sen affolundun” buyurdu.
Buhârî, Hudûd 27;
Müslim, Tevbe 44, 45.
Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Hudûd 10
  • Açıklamalar:
     Bilindiği gibi hadd, recm, dayak ve el kesme, Kur’ân-ı Kerîm’de veya Hz. peygamber’in sünnetinde yer alan cezalardır. Ta’zîr ise, dinen belirlenmemiş olup takdiri hâkime bırakılmış olan cezadır. Hadisimizde Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’e gelip hadde çarptırılmayı gerektiren bir şuç işlediğini söyleyen sahâbî, ya işlediği suçun haddi gerektirdiğini zannediyordu ya da “Ben ta’zîr cezasını gerektiren bir günah işledim” demek istiyordu. Zira, gerçekten o, dediği gibi haddi gerektiren bir suç işlemiş olsaydı, namaz kılmakla affolunmazdı. Hadisimizden anlaşıldığına göre, onun işlediği suç, namaz kılmakla affedilen küçük günahlardan ya da ta’zîr’i gerektiren suçlardandı. Bu sebeple de biz, onun sözünü “Cezayı gerektiren bir iş yaptım” diye tercüme ettik.
     Bu olayda da bir kez daha açıkça görüldüğü gibi, müminin işlediği küçük günahlar, kıldığı namazla affedilmektedir. O halde ibadetler, bizlere sadece sevap kazandırmakla kalmıyor, aynı zamanda işlediğimiz günahlara keffâret de oluyor. Bu durum bizler için gerçekten büyük bir ümit kaynağıdır. Nevevî merhum, bu hadisi recâ konusuna herhalde böylesine bir ümit vesilesi olduğu için almıştır. Zira insanı en çok endişeye ve huzursuzluğa sevkeden şey, işlediği kusurların affedilmiş olma ihtimali ve korkusudur.
  • Hadis-i Şeriften Öğrendiklerimiz:
   1. Abdest namaz gibi günlük ibadetler, küçük günahlara kefârettir.
   2. İbadetine devam eden mü’min, işlediği günahlardan kurtulma şansına sürekli sahip bulunmaktadır.
   3. Ashâb-ı kirâm işledikleri hataları asla küçük görmez, o hatalardan kurtulmak için yol ararlardı.


     437. Enes radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
     “Allah Teâlâ, kulunun bir şey yedikten sonra hamdetmesinden, bir şey içtikten sonra hamdetmesinden hoşnut olur.”
Müslim, Zikir 89.
Ayrıca bk. Tirmizî, Et’ime 18
  • Açıklamalar:
     Bir şey yediği ya da bir şey içtiği zaman Allah’a hamdetmek, kulun o nimeti kendisine verene teşekkür etmesi demektir. Bir başka ifade ile böylesi bir teşekkür, kulluk görevleri cümlesindendir. Tabiatıyla şükür, nimetin devamını ve artmasını sağlar. O halde yokluk yoksulluk çekmemek için nimetin her çeşidini şükürle karşılamak gerekmektedir. Nankörlük hayır getirmez ve eldeki nimetin elden çıkmasına sebep olur.
     Hamd etmek kulluk borcu olduğu halde, Allah Teâlâ’nın hamdeden kuldan razı olması, büyük bir lutuf ve ihsândır. O’nun sonsuz rahmetinin bir tecellisidir.
     "Allah’ın rızası” her türlü nimetin ve ikrâmın üstündedir. O, razı olduğu kulunu elbette azâba ve sıkıntıya sokmaz. O’nun rızâsını kazanmak kurtulmak demektir. Bu en büyük mazhariyettir. Hadisimizdeki büyük müjde şimdi daha iyi anlaşılmaktadır. Zira Yüce Rabbimiz, verdiği nimetlerden istifade eden kullarının kendisine hamd ve şükürde bulunmasından razı olmaktadır. O’nun rızâsını kazanmak bir anlamda bu kadar kolaydır. Bu da mü’minler için ümitli olmak için yeterlidir.
  • Hadis-i Şeriften Öğrendiklerimiz:
   1. Allah’ın rızâsını kazanmanın çok çeşitli yolları vardır.
   2. Yenilen içilen nimetlere hamdetmek de bu yollardan biridir.
   3. Allah Teâlâ kullarına hadsiz hesapsız karşılık verir. Bu sebeple O’nun rahmetini kazanmaya bakmak gerekir.


     438. Ebû Musâ radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
     “Azîz ve celîl olan Allah, gündüz günah işleyenin tövbesini kabul etmek için gece rahmet kapısını açık tutar; gece günah işleyenin tövbesini kabul etmek için gündüz rahmet kapısını açık tutar. Bu uygulama güneş batıdan doğuncaya kadar böylece devam eder.”
Müslim, Tevbe 31
  • Açıklamalar:
     Yüce Rabbimiz, günah işleyen kulları için gece ya da gündüze bağlı olarak muamele etmez. Yani onların cezalarını hemen vermediği gibi, ne zaman tövbe ederlerse o zaman kulları için kabul ve rahmet kapısını açık bulundurur. Hiç şüphesiz önemli olan, işlenen günah için derhal tövbe etmektir. Fakat tövbe, gündüzden geceye veya geceden gündüze tehir edilmişse, ya da daha sonraki zamanlara bırakılmışsa, artık kabul edilmez diye bir şey akla gelmemelidir. Allah Teâlâ’nın tövbeleri kabulü, güneşin batıdan doğuşuna yani mevcut düzenin tersine dönüp kıyametin kopmasına kadar devam etmektedir. Bu genişlik bizim gibi günahkâr ve ihmalci kullar için ne büyük bir lutuf ve ikrâmdır.
     Hiç şüphesizdir ki, güneşin batıdan doğuşuna kadar tövbelerin kabul edilmesi, o müthiş değişikliği görecek kullar içindir. O olaydan önce yaşayıp ölenler için ise, “son nefese kadar”dır.
     Güneşin batıdan doğuşu, bilindiği gibi kıyamet alâmetlerindendir. O zaman tövbe kapıları kapanır. Nitekim Allah Teâlâ, “Rabbinin bazı alâmetleri geldiği gün, önceden inanmamış ya da imanında bir hayr kazanmamış olan kimseye artık imanı bir fayda sağlamaz.” [En‘âm sûresi (6),158] buyurmuştur.
     Şahıs olarak son nefese, dünya halkı olarak da güneşin batıdan doğuşuna kadar tövbe etme imkânına sahip bulunmak, gerçekten yüce Rabbimiz’in rahmetini ümit etmek bakımından büyük bir teşvik olmaktadır. Bunun için ne kadar hamdetsek ve ümitlensek yeridir.
     Bu hadîs-i şerîf 17 numara ile “Tövbe” bahsinde geçti.
  • Hadis-i Şeriften Öğrendiklerimiz:
   1. Allah Teâlâ’nın rahmeti sınırsızdır. O günahları affetmeyi ve tövbeleri kabul etmeyi sever.
   2. Tövbe kapısı, güneşin batıdan doğuşuna kadar açıktır.
   3. Büyük arınma imkânı demek olan tövbeyi ihmal etmemek lâzımdır.


     439. Ebû Necîh Amr İbni Abese es-Sülemî radıyallahu anh şöyle dedi:
     Ben Câhiliye devrindeyken, halkın sapıklık üzere bulunduğunu ve doğru bir yolda olmadığını biliyordum. Çünkü onlar putlara tapıyorlardı. Derken Mekke’de bir kişinin önemli haberler verdiğini duydum. Bineğime atlayıp derhal o zâta geldim. Bir de baktım, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem gizlenmiş, Mekkeliler onun aleyhinde cür’etkar bir vaziyette.. Onunla görüşmenin yolunu aradım, Mekke’de kendisine ulaştım ve:
   - Sen kimsin, necisin? dedim.
   - “Ben peygamberim” cevabını verdi.
   - Peygamber ne demek? dedim.
   - “Beni Allah gönderdi” dedi.
   - Ne ile gönderdi seni? dedim.
   - “Hısım ve akrabanın gözetilmesi, putların kırılması, Allah’ın bir bilinmesi, O’na hiçbir şeyin ortak koşulmaması vazifesiyle gönderdi” buyurdu.
   - Sana bu konuda yardımcı olacak yanında kim var? dedim.
   - “Hür bir erkek ve bir köle” cevabını verdi. O gün yanında müminlerden sadece Ebû Bekir ile Bilâl vardı. Ben:
   - Sana ben de tâbî olup yardım etmek için yanında kalmak istiyorum, dedim.
   - “Sen bugün, bu dediğini yapamazsın. Benim halimi ve ortalığın durumunu görmüyor musun? Şimdi sen ailene dön. Ne zaman benim meydana çıktığımı duyarsan, yanıma gel” buyurdu.
     Ben ailemin yanına döndüm. Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem Medine’ye hicret etti. Ben hâlâ ailemin yanındaydım. Onun Medine’ye gelişini bekliyor ve haberlerini almaya gayret ediyordum. Derken Medinelilerden bir kaç kişi yanıma geldi.
   - Medineye gelen o zât ne yaptı? diye sordum.
   - Halk ona koşuyor; kavmi onu öldürmek istemiş, başaramamış, cevabını verdiler.
     Bunun üzerine Medine’ye gelip Peygamber’in huzuruna çıktım ve:
   - Ey Allahın Resûlü, beni tanıdınız mı? dedim.
   - “Evet, Mekke’de sen benimle görüşmüştün” buyurdu.
   - Evet, cevabını verdim. Sonra da:
   - Ya Resûlallah! Allah’ın sana öğrettiği ve benim bilmediğim şeyleri bana öğret; bana namazı öğret! dedim.
   - “Sabah namazını kıl. Sonra güneş doğup bir mızrak boyu yükselinceye kadar namaz kılma. Çünkü güneş, şeytanın iki boynuzu arasından (tepesinden) doğar. Kâfirler de ona o zaman secde ederler. Sonra dikilmiş mızrağın gölgesi azalıp bitinceye kadar (nâfile olmak üzere) namaz kıl. Çünkü namaz isbatlı şahitlidir. Sonra namaza ara ver. Çünkü o vakit cehennem kızdırılır. Sonra gölge döndüğü zaman öğle namazını kıl. Çünkü namaz isbatlı şahitlidir. Onu İkindiye kadar kılmaya devam et. İkindi namazını kıldıktan sonra güneş batıncaya kadar namaza ara ver; çünkü güneş şeytanın iki boynuzu arasından (tepesinden) batar, kâfirler de o zaman güneşe secde ederler” buyurdu. Ben:
   - Yâ Nebiyyallah! Bana abdestten de bahset, dedim.
   - “İçinizden her kim, abdest suyunu hazırlayıp ağzına burnuna su verir ve burnunu temizlerse, mutlaka yüzünün, ağzının ve burnunun günahları dökülür! Sonra Allah’ın emrettiği gibi yüzünü yıkarsa, yüzünün günahları su ile birlikte sakalının etrafından dökülür. Sonra dirsekleriyle birlikte ellerini yıkarsa, elinin günahları su ile beraber parmak uçlarından akar gider. Sonra başını meshederse, başının günahları su ile birlikte saçlarının ucundan dökülür. Sonra topuklarıyla beraber ayaklarını yıkarsa, ayaklarının günahları su ile beraber ayak parmaklarının ucundan akar. Eğer (böylece abdest alan) bu adam, kalkıp namaz kılar, Allah’a hamd ve senâ eder, O’nu layık olduğu vasıflarla yüceltir ve gönlünü tam anlamıyla Allah’a bağlarsa, mutlaka anasından doğduğu günkü gibi günahlarından arınmış olur” buyurdu.
     Amr İbni Abese bu hadisi, sahâbî Ebû Ümâme’ye haber vermiş. Ebû Ümâme:
   - Ey Amr, bir işten dolayı şu kişiye verilen büyük mükâfat konusundaki sözlerini iyi düşün, ikâzında bulunmuştur. Bunun üzerine Amr:
   - Ey Ebû Ümâme! Yaşım ilerledi, kemiklerim zayıfladı, ecelim yaklaştı. Ne Allah’a ne de Resûlullah’a yalan söyleme ihtiyacındayım. Ben bu hadisi Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’den bir, iki, üç hatta yedi kere işitmemiş olsaydım aslâ rivâyet etmezdim. Bu hadisi ben, Resûlullah’dan bundan da fazla duymuş bulunmaktayım” demiştir.
Müslim, Müsâfirîn 294
  • Amr İbni Abese es-Sülemî
     Ebû Necîh veya Ebû Şuayb künyesiyle ün kazanmış olan Amr İbni Abese, kendi ifadesiyle dördüncü müslüman olan meşhur bir sahâbidir [bk. Hâkim, Müstedrek III, 617; Ahmed İbni Hanbel, Müsned IV, 385]. Hendek Gazvesi’nden sonra veya Mekke Fethi’nden önce Medine’ye hicret edip oraya yerleşmiş, daha sonra da Şam’a gitmiş ve orada vefat etmiştir. Kendisinden 38 hadis rivayet edilmiştir. Bunlardan bir tanesi Müslim’in Sahîh’inde yer almıştır. Nevevî de o rivâyeti burada zikretmiş bulunmaktadır.
     İbni Mes’ûd, Ebû Ümâme, Sehl İbni Sa’d gibi sahâbîler ve tâbiîlerden bir grub kendisinden hadis rivâyet etmişlerdir. Kütüb-i Sitte müellifleri de onun hadislerini kitaplarında zikretmişlerdir.
     Allah ondan razı olsun.
  • Açıklamalar:
     Hadisimizin râvisi ve olayın kahramanı Amr İbni Abese radıyallahu anh’ın bu heyecan verici mâcerâsı, müellif Nevevî tarafından, abdest ve namazın sağladığı günahlardan arınma imkânını müjdelemesi dolayısıyla burada, “recâ” konusunda zikredilmiştir. Ancak asıl konu ile doğrudan ilgili olmasa bile, hadiste dikkat çeken bazı önemli hususlar bulunmaktadır.
     Amr İbni Abese, nisbesinden anlaşıldığına göre Süleym oğulları kabilesine mensup ve Câhiliye döneminde kendi kendine halkın putlara tapınmasını anlamsız ve yanlış bulan aklı başında, gerçeği arayan bir insandır. O, bu arayışında samimidir. Zira Hz. Peygamber’in farklı şeyler söylediğini duyar duymaz, devesine atlayıp hemen Mekke’ye gelmiştir. Hz. Peygamber’in, Kureyş’in densizlikleri yüzünden gizlenme zorunda kaldığını anlamış fakat onunla görüşmekten vaz geçmemiştir. Bir gece kendisiyle görüşme imkânı bulmuş ve onu tanımak için sorular sormuştur. Aldığı cevaplar neticesinde hemen orada iman etmiş ve Mekke’de kalıp Hz. Peygamber’e yardımcı olmak istediğini bildirmiştir. Kaynaklarda yer alan diğer rivayetlerde, Mekke’de kalmasını mı, kabilesine dönmesini mi tavsiye ettiğini Hz. Peygamber’e sormuş olduğunu yine kendisi nakletmektedir. Hz. Peygamber, Mekkeliler’in, Mekke’nin yerlisi olduğu halde kendisine ve birkaç kişilik müslüman grubuna neler ettiğini gerekçe göstererek, Mekkeli olmayan birinin daha büyük zulüm göreceği endişesiyle Amr’ı kabilesine göndermiş ve ona aslında bir büyük müjde de vermiştir. “Benim ortaya çıktığımı duyunca bana gelirsin.” Hz. Peygamber’in bu sözü, İslâm’ın gelecekte kazanacağı gelişmeleri önceden haber vermek anlamına gelmektedir. Onun bir mucizesi demektir.
     Hz. Peygamber’in Amr’ı kabilesine göndermesi olayında bir husus daha dikkat çekmektedir. İnanacak her kişiye büyük ihtiyaç duyulan bir zamanda gelip iman etmiş olan ve Mekke’de kalmaya da rızâ gösteren Amr’ı Hz. Peygamber, mevcut şartları dikkate alarak korumakta güçlük çekeceği düşüncesiyle memleketine göndermektedir. Yani bir yönetici için herşeyden önce müslümanların güvenliğini düşünmek daima en başta gelen görev olmaktadır.
     Amr İbni Abese’nin Hz. Peygamber ile ilgili haberleri takib etmesine rağmen oldukça geç bir zamanda, Hendek Gazvesi’den sonra veya Mekke Fethi’nden önce Medine’ye gitmesinin sebebini -rivayetlerde zikredilmediği için- tahmin etmek son derece güçtür. Ancak Hz. Peygamber’in, Amr’ı Medine’ye gelmekte geciktiği hususunda uyarmadığını da dikkate alacak olursak, kusur sayılabilecek bir durumun bulunmadığı anlaşılacaktır. Zaten Amr, Medineliler’den Hz. Peygamber’in oradaki durumunu öğrenir öğrenmez hemen yola çıkmıştır.
     Amr’ın Hz. Peygamber’e, “Beni tanıdınız mı?” diye sorması, aradan epeyce uzun bir zamanın geçmiş olduğunu göstermektedir. Fakat buna rağmen Hz. Peygamber, “Mekke’de bize gelen kişi değil misin?” buyurmak suretiyle kendisini unutmadığını, o ilk günlerin olaylarını ve kahramanlarını hatırladığını göstermiştir.
    Amr İbni Abese’nin isteği üzerine Hz. Peygamber önce namaz vakitlerini ve nâfile namaz kılınabilecek zamanları kendisine anlayacağı biçimde anlatmıştır. Sonra da abdestin günahlardan temizlenme vasıtası olduğunu hatırlatmıştır. Usûlüne uygun şekilde abdest almanın ve peşinden de namaz kılıp Allah Teâlâ’dan af ve mağfiret dilemenin hemen bütün günahlardan arınma vesilesi olduğunu bildirmiştir. Böyle bir imkân hiç şüphesiz, müslümanlar için en büyük ümit kaynağıdır.
     Bu müjdeli haberi dinleyen sahâbî Ebû Ümâme’nin:
   - Böyle bir iş için verdiğin büyük müjdeyi bir iyice düşün! diye Amr’ı ikaz etmesi, durumu iyice tahkik etmek içindir. Amr’ın verdiği cevap, özellikle sahâbîlerin hadis rivâyetinde gösterdikleri titizliği ve dikkati yansıtmaktadır: “1-7 defa Hz. peygamberden duymadığım hadisi rivâyet etmem.”
     Bu söz, sahâbîlerin ve dolayısıyla hadisçilerin çok büyük bir kısmının, hadis rivayeti konusunda ne ölçüde dikkatli, titiz ve sorumlu davrandıklarının açık-seçik ifadesi olmaktadır.
  • Hadis-i Şeriften Öğrendiklerimiz:
   1. Hâlis bir niyetle mümkün mertebe tam olarak yapılan işler, günahlardan arınmaya sebeptir.
   2. Abdest, abdest organlarıyla işlenmiş günahlardan temizlenme imkânını getirmektedir.
   3. Hz. Peygamber, günün birinde peygamberlik görevini açıkca ilan edeceğini tâ baştan biliyordu.
   4. İnsanlardan yapabileceklerini istemek, üstesinden gelemeyecekleri sorumlulukları yüklememek gerekir.
   5. Sahâbîler, ümmete intikal ettirilecek sünnet bilgileri konusunda son derece dikkatli ve dürüst idiler.


     440. Ebû Mûsâ el-Eş’arî radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
   “Allah Teâlâ, bir ümmete rahmetle muamele etmek isterse, o ümmetin peygamberini onlardan önce öldürür. Onu, kendileri için âhirette öncü ve kılavuz yapar. Allah Teâlâ, bir ümmeti de helâk etmek isteyince, daha peygamberleri sağ iken o millete azâbeder, onun gözü önünde onları mahveder. Peygamberi yalanlayıp emrine karşı gelmeleri yüzünden onları helâk etmek suretiyle peygamberini de memnun ve teselli eder.”
Müslim, Fezâil 24
  • Açıklamalar:
     Hadisimiz, müslümanlar için bir başka ümit kaynağına işaret etmektedir. Çünkü İslâm ümmeti yaşamaktadır. Onun büyük Peygamberi ise, âhirete intikal etmiştir. O yüce Peygamber, âhirette müslümanlar için öncü ve kılavuz olacaktır. Bu hâl, Allah Teâlâ’nın bu ümmete rahmetiyle muamele etmek istediğinin bir göstergesidir.
     Eğer geçmiş bazı peygamberlerin ümmetleri gibi daha peygamber hayatta iken bu ümmet, isyân ve itaatsizlik sebebiyle helâk edilmiş olsaydı, onlar için hiçbir kurtuluş ümidi kalmayacaktı. Çünkü peygamberlerinin gözü önünde helâk edilen ümmetlerin bağışlanması düşünülemez. Bu durum, kendilerine söz dinletemeyen peygamberler için rahatlama vesilesi olmaktadır.
     O halde İslâm ümmeti için kendisinden önce âhirete intikal etmiş olan Hz. Peygamber’in öncülüğü gibi bir büyük ümit vesilesi vardır. Bu da başlı başına bir güvencedir. Sevgili Peygamberimiz ümmetine dünyada rehberlik etmiş olduğu gibi âhirette de rehberlik edecektir. Bu da ümmetinin kurtuluşu anlamına gelmektedir. Recâ konusunun, âhirete ait böylesine büyük bir ümit kaynağını haber veren bu hadis ile bitirilmesi pek isabetli olmuştur.
  • Hadis-i Şeriften Öğrendiklerimiz
   1. Hz. Peygamber, ümmeti için âhirette de öncü ve rehberdir.
   2. Hz. Peygamber’in ümmetinden önce âhirete intikal etmiş olması, Allah Teâlâ’nın bu ümmete rahmetle muamele etmek istediğinin göstergesidir.

Hiç yorum yok:

02 - 07 Temmuz İstanbul & Güneydoğu Anadolu - GAP Turu

02 - 07 Temmuz Güneydoğu Anadolu - GAP Turu 3 Gece Otel Konaklamalı 5 Gün Gezi       Mezopotamya, bazı kaynaklarda medeniyetlerin beşiği ola...