13 Aralık 2010 Pazartesi

KELİMELER - KAVRAMLAR ... MEVLÂ


 K E L İ M E L E R - K A V R A M L A R 
  M  E  V  L    

     Dost, malik, sahib, efendi, yardımcı, koruyucu; bir işi idare edip yürüten; ihsan eden ve iyilik yapan, kendisine iyilik yapılan; köle, köle azad eden, azad edilmiş köle; müttefik ve andlaşmalı; komşu, misafir; akraba, oğul (evlad), amca, amca oğlu, kız kardeşin oğlu, damad, enişte, veli, tâbi, zahid, yaraşan, yakışan ve layık olan kimse gibi sözlük anlamlarını taşıyan bir terim. Mevlâ kelimesi Ve-leye fiillerinden türetilmiş bir isimdir. Çoğulu mevâli gelir.
     Kur'an-ı Kerim'de; Rabb, sahib, hâmi (koruyucu) yardımcı, dost, yâr lütuf ve ihsanda bulunan, iyilik yapan anlamlarında Yüce Allah'a Mevlâ denilmiştir: "Bilin ki Allah sizin mevlânızdır (sahibiniz, hâminiz, yardımcınızdır). O, ne güzel Mevlâ ve ne güzel yardımcıdır" (el-Enfâl, 8/40).
     "Bunun sebebi Şudur. Çünkü Allah şüphesiz iman edenlerin mevlâsıdır (velisi ve yardımcısıdır). Kâfirlere gelince, onların mevlası (dost ve yardımcısı) yoktur" (Muhammed, 47l/11; el-Hacc, 22/78; ÂI-u İmran, 3i 150; el-Bakara, 2/286; el-En'âm, 6/62; et-Tevbe, 9/51; Yûnus, 10/30; et-Tahrim, 66/2, 4) âyetlerinde Mevlâ kelimesi bu manada, özellikle Rabb anlamında kula mevlâ kelimesi Allah Teâlâ kasd edilerek bu anlamlarda kullanılmıştır. Hadiste bu manada, özellikle Rabb anlamında kula mevlâ denilmesi yasaklanmıştır: "... Ve kimse de efendisine Mevlâm (Rabbim ve Sahibim) diye hitab etmesin. Lakin efendim desin... Çünkü sizin Mevlânız Aziz ve Celil olan Allah'tır" (Müslim, el-Elfâz mine'l-Edeb, 3).
     Şu âyette, yaraşan ve lâyık olan anlâmınadır: "Münafıklar ve kâfirler. Sizin sığınacağınız yer ateştir. Size yaraşan ve layık olan (mevlâküm), odur. O ne kötü gidiş yeridir" el-Hadid,57/15.
     En-Nahl sûresi 16/76. âyette Nisâ' sûresinin 33.âyetinde mevlâ, mevâli şeklinde çoğul yapılarak mirascı, varis anlamında kullanılmıştır: "Anne, baba ve akrabanın bıraktığı malların her biri için mirasçılar (mevâli) kıldık."
     Meryem sûresinin beşinci âyetinde akraba veya amcazade anlamına gelir. Hz. Zekeriyya'nın duasından: "Doğrusu ben arkamdan gelecek akrabamdan (amcazadelerimden) (el-mevâliden) endişe ettim..."
     Ahzab beşinci âyet ise ed-Duhân kırk birinci âyette dost ve yâr anlamındadır. "O gün, dost (mevlâ) bile yârine (dostuna mevlasına) hiçbir şeyle fayda vermez, dostunun azabını önleyemez" (ed-Duhân, 44/41).
     İslâma göre aralarında yardımlaşma ve dostluk cari olacağı için kölesini azâd eden efendiye de azad edilen köleye de mevlâ denilir. Aralarını ayırmak için azad edene "Mevlây-ı Âla" azad edilene de "Mevlây-ı Esfel" denilir. Mevlay-ı esfel, mevali şeklinde çoğul yapılır ve daha ziyade bu şekilde kullanılırdı.

     İslâm hukukunda başlıca iki türlü mevlâ geçer:
1) Mevla'l-İtâka: Azad edilen kölenin eski sahibi veya köleyi azad eden kimsedir. Azad edilen köleye Türkçe'de azadlı denir. Köleyi azad eden zat ile, azad edildikten sonra azadlı arasında velâ (bir dostluk ve yardım bağı) kalır. Eğer, ölünce azadlının mirascısı yoksa, eski efendisi ona mirascı olurdu. İslâm gelince, yeryüzünün her tarafında kölelik yayılmış durumdaydı. İslâm dini kesin bir emirle köleliği birdenbire kaldırmamış, fakat hikmet gereği tedricen kaldırmayı amaç edinmişti. Çünkü müslümanlar ile gayr-i müslimler arasında savaşlar oluyor ve birbirlerinden esir alıyor ve bunları köle yapıyorlardı. Köleliği tek taraflı kaldırma hikmete uygun düşmezdi. Müslüman olmayanlar, müslümanlardan esir alır ve köle yaparlar da, müslümanların bunlara bu şekilde hiç bir karşılık vermemesi, kendilerine bir çeşit zulüm olurdu. "Eğer herhangi bir ceza ile mukabele edecek olursanız, ancak size yapılan cezanın benzeri bir cezâ verin. Andolsun ki sabr ederseniz, elbette bu, sabredenler için daha hayırlıdır" (en-Nahl, 16/126). Kur'an-ı Kerim hiçbir yerinde köle almayı tavsiye etmemiş, köleleri ıslah etmeyi, onlara insanca muamele etmeyi ve onları en kısa zamanda azâd etmeyi tavsiye etmiştir. İşte bu sebeple de yardımcı ve dost anlamında köleye "mevlâ" denilmiştir.
     İslâmda köle yalnız ve sadece müslüman olmayan harb esirlerinden edinilirdi. Müslüman hükümdar veya ulü'l-emr, müslümanlarla savaşan kâfirleri cezalandırmayı ve onların kuvvetlerini azaltmayı uygun görürse, yalnız müslüman olmayan harb esirlerinden köle olabilirdi. Bu şekilde harb esirlerinden köle almak Allah'ın emri değildi. Sadece buna dair bir ruhsat verilmişti. Bununla beraber İslâm dini köleleri azad etmeye teşvik etmiştir.
a) İslâm dini köleleri serbest bırakmayı iyiliklerin en başında ve en sevablı bir iş saymış ve bunu Allah'a yaklaşmaya bir vesile saymıştır: "Ve Biz insana iki yol (hayır ve Şer yollarını) gösterdik. Fakat o (yüksek gayeye ermek için çıkılması lazım gelen) o sarp iyilik yokuşuna müşkilatını yenerek atılmadı. Bildin mi (o çıkılması büyük bir iyilik ve yüksek bir iş olan) o sarp yokuş nedir? O, köle azad etmektir" (el-Beled 90/10-13).
b) Allah bir kısım günahlara keffâret olarak en başta köle âzâd etmeyi emretmiştir.
c) İslâm devletlerinde zekât gelirlerinin bir kısmı kölelerin azad edilmesine tahsis edilmişti.
d) İslâm, sahibinden kölesini, kazanıp taksitle ödeyeceği bir mal karşılığında serbest bırakmasını istemiştir (en-Nûr, 24l33).
e) İslâm, efendilerin yaptığı bir dövme eziyet karşılığında kölelerini azat etmelerini gerekli görmüştür.
f) Bir köleyi gördüğü mühim bir hizmetten, yaptığı bir iyilikten dolayı azad etmek âdet idi.
Hulefâ-i Raşidin ve Emeviler devrinde mevâfinin (azadhların) sayısı oldukça çoğalmıştı. Emeviler devrinde daha fazla riyaset ve siyaset işleriyle Araplar uğraşır, sinai, zirai, dini ve ilmi işlerde de daha çok mevâlî çalışırdı. Bu devirlerde, muhaddis, fakih, kurrâ' şâir ve kâtiblerin çoğunluğu mevâlidendi. Mevâlinin zengin olanlarından bir kısmı köleler satın alarak azad ettikleri için, bunların da azadlıları bulunurdu. İşte bu şekilde bir adam, bir mevlânın, mevlasının mevlası... (bir azadlının azadlısının azadlısı) veya daha çok mevla silsilesinin mevlası olurdu.
     Arap ırkçılığı yaptıklarından dolayı Emevileri, mevâlî sevmezdi. Emevilere karşı ayaklanan kimselerin çoğunluğunu mevâlî teşkil ederdi. Osmanlı Devletinin son devirlerinde mevlâlık ve kölelik tarihe karışmıştır. Zaten İslâmın hedefi de bu idi.
2) Mevla'l-Muvâlât: Bu türlü mevlalık, akid ve dostluk mevlâlığıdır. Akrabası olmayan bir şahsın, nüfuzlu bir kimseye gelerek kendisine yardım etmesi, cinayet işlediğinde diyetini ödemesi karşılığında, o kimsenin de bu şahıs öldüğünde mirasçısı olmak üzere anlaşmalarıyla meydana gelen münasebete muvâlât akdi, bu şekilde anlaşmayı kabul eden nüfuzlu kimseye de "mevla'l-muvâlât" (akid ve dostluk mevlâsı) denilirdi. İslâm âlimlerinin çoğunluğuna göre böyle bir münasebet İslâmdan sonra hukukiliğini kaybetmiştir. Hanefilere göre böyle bir muvâlât (dostluk) sözleşmesi câizdir. Mevla'l-muvâlât'ın varis olabilmesi için akidleştiği kimsenin karısı hariç, başka mirasçısının olmaması lâzımdır.
     Ayrıca İslâm âleminin bir çok bölgelerinde, özellikle Hindistan ve Afganistan'da dost, efendi ve muhterem anlamında; âlim ve salih kimselere "mevlâ, mevlâye, mevlânâ" lakapları verilirdi. Anadolu'da Celâleddin Rûmi'ye "Mevlânâ" denilmiştir. Kuzey Afrika'da da salih kimseler için de aynı anlamda gelen Mevlânâ, mevla kelimelerinin kullanıldığı görülmektedir (İbnu'l-Esir, el-Kamil fi't-Tarih, Beyrut 1965-1967; Alaüddin Ebubekr b. Mes'ûd el-Kasânî, Bedâyiu's-Sanayî' Mısır 1328; İbnü'l-Hümam Kemaleddin Muhammed b. Abdulvahid Fethu'l-Kadir, Bulak,1317; İbni Âbidin Muhammed b. Emin Abidin, Reddü'l Muhtâr Alâ Ş'erhi'd-Dürri'l-muhtâr, Kâhire 1307).
     Kişilere isim olarakta AbdulMevlâ adı verilir. Asıl Mevlâ yani dost, malik, sahib, efendi, yardımcı, koruyucu, herşeyi idare edip yürüten, yöneten, ihsan eden ve iyilik yapan, Rabbimiz olduğu için de AbdulMevlâ yani Mevlâ'nın kulu diye adlandırma yapılması gerekir...

İLKOKULDAKİ KARDEŞİNİZ !

Bir kampanya başlatıyoruz...
 Kampanyanın adı:
   "ilköğretimdeki kardeşiniz"  
 Yardım elinizi uzatmak istermisin?
     Şanlıurfa'nın merkezinde, Muradiye Mahallesindeki, Mehmet Hacibozanoglu İlköğretim Okulu'nun 5/D sınıfındaki 45 öğrenci kardeşimize kardeşlik elimizi uzatacağız inşAllah...
    
Mehmet Hacibozanoglu İlköğretim Okulu'nun 5/D sınıfının, sınıf öğretmeni Battal Okur sizin bir kardeşiniz...
     Sınıf öğretmeni Battal Okur kardeşiniz Gönül Erleri Mail Grubu Yönetimimize gönderdiği mektubunda diyor ki; "Okulumuz Şanlıurfanın bir kenar mahallesinde ve öğrencilerimizin çok ciddi maddi ihtiyaçları var. Öğrencilerimiz, aileleriyle birlikte tarım işçisi olarak il dışına çalışmaya gitmektedirler. Yardımlarınızı esirgemeyeceğinizi umuyor, şimdiden teşekkür ediyorum..." 
     Bizde Gönül Erleri Mail Grubu olarak bu 45 kardeşimize yardım elimizi uzatacağız inşAllah... Sınıfın öğretmeni Battal Okur kardeşimizin mektubuna cevap olarak, sınıfındaki 45 öğrencinin adını, soyadını, boyunu, kilosunu, ayakkabı numarasını listeleyip bize bildirmesini istedik ve çok sevinçli, mutlu bir halde "birkaç gün içinde, hemen  hazırlıyorum" diye cevap geldi.
     Şöyle bir yol izleyeceğiz inşAllah... Yardım elini uzatmak isteyen kardeşlerimizi bizzat öğrenci kardeşlerimizle muhatap edeceğiz. Yardım elini uzatmak isteyenlere bir öğrencinin bilgilerini yazacağız (adını, soyadını, boyunu, kilosunu, ayakkabı numarasını). Size yakın bir mahalle pazarından; birer tane kışlık ayakkabı, gömlek, kazak, pantolon, kaban, birkaç tane de atlet, kilot, çorap ve kitap alıp, bir koli yapıp, vereceğimiz isme ve okulun adresine kargo ile göndermenizi rica edeceğiz... İnşAllah, bir anda ülkemizin dörtbir yanından, bir noktaya yardım elleri uzanacak, kargolar koliler getirecek. Yaşanacak sevinci, heyecanı artık siz düşünün...
     Ayrıca çok daha önemli birşey daha yapmanız gerekecek. Bir mektup yazacaksınız ve yardım kolinize koyacaksınız. Size vereceğimiz isime göre "canım kardeşim ......" diye başlayacak mektubunuz. Sizin nerden kardeşiniz olduğunu, bu hediye paketinizi neden gönderdiğinizi, neler hissettiğinizi, temennilerinizi, dualarınızı, güzel sözlerinizi vs. vs... içtenlikle kaleme alıp, kendi iletişim bilgilerinizi de yazacaksınız inşAllah ve her bayramda o kardeşinize bir mektup yada bayram tebrik kartı göndermenizi rica edeceğiz...
     Göndereceğiniz kıyafetler birkaç yıl sonra eskiyecek, yıpranacak ama, emin olun ki; sizin kaleme alacağınız "kardeşlik mektubunuz" ömründe hiç mektup almamış, belki adı anılmamış o kardeşinizin, ömür boyu saklayacağı, hiç unutmayacağı bir sürpriz olacak inşAllah...
     Yardım elini uzatmak isteyen kardeşler, bu mektuba cevap olarak; kendi adınızı, soyadınızı, hangi ilde olduğunuzu ve iletişim bilgilerinizi de belirterek "Şanlıurfa'daki ilköğretim okulundaki bir öğrenci de, benim kardeşimdir" yazın. Biz de size bir öğrenci kardeşimizin adını, soyadını, şahsi bilgilerini (boy, kilo, ayakkabı numarası) ve okulun adresini size cevap olarak yazalım... Tarihi belirleyelim ve hediye paketlerimiz gitmeye başlasın inşAllah...


Not: Yardım elinizi uzatmak isterseniz, size bir öğrenci kardeşinizin bilgilerini yazacağız ve yukarıda belirttiğimiz gibi size en yakın mahalle pazarından yahut bildiğiniz ekonomik bir mağazadan sağlam, kaliteli ürünleri seçmenizi rica edeceğiz...
 ~~~*~~~*~~~*~~~
     “Allah yolunda mallarını harcayanların örneği, yedi başak bitiren bir dane gibidir ki, her başakta yüz dane vardır. Allah dilediğine kat kat fazlasını verir. Allah'ın lütfu geniştir, O her şeyi bilir. Mallarını Allah yolunda harcayıp da arkasından başa kakmayan, fakirlerin gönlünü kırmayan kimseler var ya, onların Allah katında has mükâfatları vardır. Onlar için korku yoktur, üzüntü de çekmeyeceklerdir.” (Bakara 261-262)

     “Allah'ın rızasını kazanmak ve ruhlarındaki cömertliği kuvvetlendirmek için mallarını hayra sarf edenlerin durumu, bir tepede kurulmuş güzel bir bahçeye benzer ki, üzerine bol yağmur yağmış da iki kat ürün vermiştir. Bol yağmur yağmasa bile bir çisenti düşer (de yine ürün verir). Allah, yaptıklarınızı görmektedir.” (Bakara 265)
     “Rabbinizin bağışına ve takvâ sahipleri için hazırlanmış olup genişliği gökler ve yer kadar olan cennete koşun! O takvâ sahipleri ki, bollukta da darlıkta da Allah için harcarlar; öfkelerini yutarlar ve insanları affederler. Allah da güzel davranışta bulunanları sever.” (Ali-imran133-134)
 ~~~*~~~*~~~*~~~

Yardım elinizi uzatmak istiyorsanız
mgyk@hotmail.com.tr  adresimize
ad-soyad, tlf. numaranızı ve hangi ilde olduğunuzu yazınız.
Bir öğrencinin bilgilerini de size iletelim...
Şanlıurfa Muradiye Mahallesi'ndeki
Mehmet Hacıbozanoğlu İlköğretim Okulu
5 / D sınıfındaki, ellerinden tutacağınız kardeşleriniz...
 kampanyanın adı:
"ilkokuldaki kardeşiniz"

12 Aralık 2010 Pazar

FIKHİ MÜKELLEFİYET VE HÜKÜM

İ S L Â M   İ L M İ H A L İ
Dördüncü Bölüm: Fıkıh
III. MÜKELLEFİYET ve HÜKÜM

     İslâmî terminolojide mükellefiyet, kişinin dinin hitabına muhatap olması halini ifade eden bir terimdir. Mükellef de, dinî hitapla yükümlü tutulan, düşünce, söz ve davranışlarına birtakım dünyevî-uhrevî, dinî-hukukî sonuçlar bağlanan aklî melekeleri yerinde (âkıl) ve ergin (bâliğ) olan insan demektir. Mükellefiyetin temel şartı ehliyet, yani kişinin dinî-hukukî sorumluluk taşımaya elverişli olmasıdır. Ancak böyle bir ehliyetin mevcudiyeti için ne gibi şartların aranacağı hususu, iman, ibadet, toplumsal ödevler ve sorumluluklar gibi farklı alanlarda bazı farklılıklar gösterebilir.

     A) EHLİYET
     Ehliyet, kişinin dinî ve hukukî hükme konu (muhatap) olmaya elverişli oluşu demektir. Kur'an'da yerin ve göğün taşımaktan çekindiği emaneti insanın yüklendiği belirtilerek (el-Ahzâb 33/72) diğer bütün varlıklar arasında sadece insanın ehliyet ve sorumluluk taşıdığına işaret edilir. İnsanın dinin hitabına ehil olması akıl denilen anlama, düşünme ve ona göre davranma kabiliyetine sahip bulunması sebebiyledir. İnsanın bu anlamdaki ehliyet ve sorumluluğuna İslâm âlimleri ehliyyetü'l-hitâb derler. Bundan maksat insanın dinin davetini anlayacak konum ve kıvamda olması demektir. Bu tür dinî sorumluluk için aklın tek başına yeterli olup olmadığı veya ne gibi ilâve şartlar arandığı özellikle kelâm ve usul âlimleri arasında geniş tartışmalara konu olmuştur.
     İslâm hukukunda ehliyet kavramı, kişinin hak ve borçlarının sabit olması, dinî ödevlerle mükellef tutulması, hukukî işlem ve davranışlarının geçerliliği, toplumsal ve cezaî sorumluluk taşıyabilmesi gibi farklı kademelerdeki hak ve yükümlülükleri kapsadığından ehliyetin buna uygun bazı ayırım ve kademelendirmelere tâbi tutulması kaçınılmaz olmaktadır. Çünkü bu kademelerden her biri, farklı seviyede aklî ve bedenî yetişkinliği gerektirir. Bunun için de ehliyet, kişinin anlama, düşünme ve yapabilme kabiliyetinin inkişaf seyrine bağlı olarak tedrîcen gelişme gösteren itibarî bir sıfat olarak algılanmıştır. Diğer bir ifadeyle, ehliyetin belirlenmesinde kişinin konumu kadar karşılaşılan hak ve borcun, dinî ve hukukî fiil ve işlemin mahiyeti de önem arzeder. Bunun sonucu olarak İslâm hukukunda ehliyet "vücûb ehliyeti" ve "edâ ehliyeti" şeklinde iki ana safhaya, insan hayatı da cenin, çocukluk, temyiz, bulûğ ve rüşd şeklinde devrelere ayrılmıştır.
     Vücûb ehliyeti, kişinin haklara sahip olabilme ve borç altına girebilme ehliyetidir. Vücûb ehliyetinin temelini zimmet ve hukukî kişilik teşkil eder; bu ehliyetin yaş, akıl, temyiz ve rüşd ile alâkası yoktur. Aklî ve bedenî gelişimi ne durumda olursa olsun yaşayan her insanın bu tür ehliyete sahip olduğu kabul edilir. Ceninin sağ doğması kaydıyla miras, vasiyet, vakıf ve nesep haklarının bulunduğu bu sebeple de eksik vücûb ehliyetine sahip olduğu belirtilir. Edâ ehliyeti ise, kişinin dinen ve hukuken muteber olacak tarzda davranmaya ve hukukî işlem yapmaya elverişli oluşu demektir. Edâ ehliyetinin temelini akıl ve temyiz gücü teşkil eder. Akıl ve temyiz gücü tam olduğunda tam edâ ehliyetinden, eksik olduğunda ise eksik edâ ehliyetinden söz edilir.
     Kişinin iyiyi kötüden, faydalıyı zararlıdan ana hatlarıyla olsun ayırabilmesi demek olan temyiz, edâ ehliyetinin başlangıcıdır. Temyiz çağına gelmeyen çocuğun, akıl hastasının ve bu hükümde olan kimselerin edâ ehliyeti yoktur, haklarını kanunî temsilciler vasıtasıyla kullanırlar. Bunların dinen ve hukuken geçerli niyet ve iradeleri bulunmadığından imanla ve ibadetlerle mükellef tutulmazlar, fiilleri sebebiyle cezaî sorumluluk da taşımazlar. Sözleri, hukukî fiil ve işlemleri hukuken geçersiz olup yok hükmündedir.
     Henüz bulûğa ermemiş fakat temyiz çağına gelmiş çocuklar ise eksik edâ ehliyetine sahiptir. Kişiler yaklaşık olarak yedi yaşından bulûğa kadar mümeyyiz sayılır. Mümeyyizlerin dinî edâ ehliyeti ile hukukî (medenî) edâ ehliyeti bazı farklılıklar gösterir. Mümeyyiz çocuklar iman, namaz, oruç, hac, kefâret, cihad, iyiliği emredip kötülüğü engelleme gibi dinî ödevlerle ve bedenî ibadetlerle mükellef değildir. Davranışlarının hukukî-malî sorumluluğu bulunsa da cezaî sorumlulukları yoktur. Bu sebeple bu kimseler için dinî teklif ehliyeti ile cezaî ehliyet ortak özellikler taşır. Ancak çocukların dinî hayata, ibadetlerin ifasına erken yaşta alıştırılması ve bu yönde eğitilmesi tavsiye edilmiştir. Ayrıca Mu`tezile temyiz çağından itibaren Allah'a imanın vâcip olduğu, Ahmed b. Hanbel de çocuğun on yaşından itibaren namaz ve oruçla mükellef sayılacağı görüşündedir. İslâm âlimleri, mümeyyiz çocuk mükellef tutulsun-tutulmasın, imanın ve ifa ettiği ibadetlerin sahih olduğu görüşündedir. Ancak bulûğdan önce yapılan hac ibadeti sahih olsa bile bulûğ sonrası farz olabilecek hac farîzasını düşürmez. Mümeyyiz çocuğun ve bu hükümde olan kimselerin yaptığı hukukî işlemlere gelince hibeyi, sadakayı, vasiyeti kabul gibi sırf fayda yönü bulunan ve mal varlığında artışa yol açan hukukî işlemleri kimsenin izin ve onayına bağlı olmaksızın geçerli olur. Mahiyet icabı hem kâr hem de zarar yönü bulunan alım satım, kira, şirket gibi bedelli hukukî işlemleri ancak kanunî temsilcisinin izin veya onayı ile geçerli olur. Hibede bulunma, borç ikrarı, kefalet gibi sırf zarar sayılan hukukî işlemleri ise mümeyyiz de kanunî temsilcisi de yapamaz. Bu sınırlamalar hem sınırlı aklî yetişkinliğe ve muhakeme gücüne sahip bulunan mümeyyiz küçüğü hem de üçüncü şahısları korumayı amaçlayan tedbirlerdir.
     Biyolojik ergenlik demek olan bulûğ, kişinin çocukluk döneminden çıkıp yetişkin insanlar grubuna katıldığı hayatının önemli bir dönüm noktasıdır. Bulûğ erkek ve kız çocuğunun fiilen ergenliğe kavuşması (erkeklerin ihtilâm olmaya, kızların âdet görmeye başlaması) ya da fiilen bâliğ olup olmadığına bakılmaksızın belli bir âzami yaş sınırına ulaşması demektir. Bu ikincisine hükmen bulûğ tabir edilir. Hükmen bulûğ yaşı Ebû Hanîfe'ye göre erkeklerde 18, kızlarda 17 yaş, çoğunluğa göre her ikisi için de 15 yaştır. Bulûğla birlikte kişinin yeterli aklî yetişkinlik kazandığı var sayıldığı için aksini gösteren bir delil olmadıkça kişi akıl ve bulûğ ile tam edâ ehliyeti kazanır. Dinî terminolojide buna "âkıl ve bâliğ olmak" tabir edilir. Bunun anlamı kişinin, hakları kullanmaya, sözlü yazılı ve fiilî hukukî işlemleri bizzat yapmaya, dinî ve içtimaî mükellefiyetlere muhatap olmaya ve cezaî sorumluluk taşımaya ehil hale gelmesidir. Tam edâ ehliyetine teklif ehliyeti de denir. Kişinin malî konularla normal seviyede tedbirli ve basiretli davranması demek olan rüşd, genelde bulûğ ile birlikte gerçekleşir. Kişi bâliğ olmuş da reşid olmamışsa, bu durum onun dinî ve cezaî ehliyetini etkilemez, bu iki ehliyeti tam olarak mevcuttur, sadece malî yönü bulunan hukukî işlemlerde ehliyetine bazı sınırlamalar getirilir.
     Dinî ve hukukî sorumluk için kişinin edâ (teklif) ehliyetine sahip bulunması şart olduğundan bu ehliyeti yok eden veya azaltan her kalıcı veya ârızî durum haliyle kişinin mükellefiyetini de yakından etkiler. Bu sebeple edâ ehliyeti bulunmayan gayri mümeyyiz küçük ve akıl hastaları dinen mükellef sayılmazlar. Uyku, unutma, baygınlık gibi ârızî hallerde de mükellefiyet yoktur. Hz. Peygamber "Üç kişiden kalem (sorumluluk) kaldırılmıştır; uyanıncaya kadar uyuyan, bulûğa erinceye kadar çocuk ve aklî dengesine kavuşuncaya kadar deli" (Tirmizî, "Hudûd", 1; Dârimî, "Hudûd", 1) buyurarak buna işaret eder. Çünkü İslâm dininde kişilere yüklenen sorumluluk ile kişilerin bu sorumluluğu taşıma gücü arasında daima bir denge bulunur. Kur'an'da da İslâm tebliğinin rahmet ve merhametten ibaret olduğu (el-Bakara 2/178; el-A`râf 7/52; Yûnus 10/57; el-Enbiyâ 21/107), hiç kimseye gücünün üzerinde yük yüklenmeyeceği belirtilmiş (el-Bakara 2/286), hadislerde de mükellefiyetlerin vazedilmesinde tedrîcîliğin, insanların hal ve şartlarının gözetildiği, mükellefiyetlerin asgari sınırda tutulup kolaylığın esas alındığı sıklıkla vurgulanmıştır. Ehliyeti kısmen azaltan veya tamamıyla yok eden sürekli ve geçici hallerde dinî-hukukî mükellefiyetlerin de bu duruma uyumlu olarak azaltılmış veya kaldırılmış olması bu genel ilkenin bir uygulaması mahiyetindedir.

     B) HÜKÜM
     İslâm dininin, insanların dünya ve âhiret mutluluğunu sağlamak üzere getirdiği kuralların bütününe şer`î hükümler (ahkâm-ı şer`îyye) veya ilâhî hükümler (ahkâm-ı ilâhiyye) tabir edilir. Şer`î hüküm denince, âyet ve hadislerin doğrudan ifade ettiği hükümler anlaşılır ve bunlar da konuları itibariyle itikadî, ahlâkî ve amelî olmak üzere üç ana gruba ayrılabilir. Dinin itikadî hükümleri, bütün dinî ahkâmın temelini oluşturur. İman esasları böyle olup bunlara kendi bütünlüğü içinde ve nasların bildirdiği şekilde inanılması esastır. Bu hükümlerle akaid ve kelâm ilimleri ilgilenir. Ahlâkî hükümler, insanların kendi aralarında ve diğer canlılarla ilişkilerini iyileştirip nefsin eğitilmesini hedefleyen hükümlerdir. Ahlâk ve tasavvuf ilimlerinin ana konusunu teşkil ederler.
     Amelî hükümler, itikadî hükümlere nisbetle ikinci derecede oldukları için bunlara ahkâm-ı fer`iyye de denilir. Bu hükümler mükellefin dış dünyaya yansıyan davranışlarına bağlanacak sonuçları ve bunlarla ilgili kuralları konu edinir. Bunlar da ibadetler ve muâmelât şeklinde iki kısma ayrılır. İbadetler insan ruhunu ve iradesini terbiye eden, düşünme yeteneğini geliştiren, fikrî olgunluğunu artıran, dünyevî menfaati bulunsun veya bulunmasın sırf Allah'ın rızâsını kazanmak için yapılan fiil ve davranışlardır. İbadetlerle ilgili temel kurallar ve şartlar Allah ve Resulü tarafından tek tek açıklanmıştır. İbadetler Allah hakkı olarak yapılır, zamanın ve şartların değişmesiyle değişmez, artmaz eksilmez. Bu sebeple de ibadetlerle ilgili dinî hükümlere "taabbüdî hükümler" denilir. Bunlar iman esaslarından sonra dinin ikinci derecede önemli unsurunu teşkil eder. Muâmelât ahkâmı ise ferdin diğer fertlerle ve toplumla ilişkilerini düzenler, bunları belli kurallara ve sonuçlara bağlar. Bu hükümler temelde adalet ilkesine dayanmakta olup Kur'an ve Sünnet'te muâmelât ahkâmının sadece temel ilkeleri ve amaçları açıklanmış, bununla birlikte bazı konularda ayrıntılı hükümler de sevkedilmiştir. Diğer bir ifadeyle Kur'an ve Sünnet'teki muâmelât ahkâmı sınırlı sayıdadır ve çoğu ilke ve amaç tesbiti mahiyetindedir. İslâm literatür ve geleneğinde oluşan zengin muâmelât ahkâmı, genelde İslâm hukukçularının âyet ve hadisler etrafında geliştirdiği hukuk kültürünü yansıtır. Bu sebeple de muâmelet ahkâmı, Kur'an ve Sünnet'e aykırı olmamak kaydıyla zaman, yer ve örfe göre değişiklik gösterebilirler.
     Dinî hükümler bu şekilde üç gruba ayrılsa bile, Kur'an ve Sünnet'te yer alan bir hükmün hangi grupta yer aldığına bakılmaksızın doğruluğuna ve geçerliliğine inanmak aynı zamanda itikadî bir vecîbedir. Meselâ namaz kılma, zekât verme, şarap içmeme, hırsızlık yapmama amelî bir hüküm ise de bu emir ve yasaklara uymanın doğru ve gerekli olduğuna, inanmak itikadî bir gerekliliktir. Bu sebeple namaz kılmama veya içki içme dinî-amelî bir hükmün ihlâli, namazın, orucun farziyetini, faizin, zinanın haramlığını inkâr ise itikadî bir hükmün ihlâli anlamını taşır. Çünkü İslâm inancına göre Allah ve Resulü neyi emretmiş ve neyi yasaklamışsa müslümanın önce bunların doğru ve gerekli olduğuna inanması sonra da gücü yettiği ölçüde bunları yerine getirmesi gerekir.
     Fıkıh usulünde hüküm önce vaz`î hüküm-teklifî hüküm şeklinde iki gruba ayrılır. Her bir grupta yer alan temel kavramlar ve hükümler aynı zamanda mükellefin davranışlarının dinî ve hukukî sonucunu da yakından ilgilendirir.

     a) Vaz`î Hüküm
     İki durum arasında şâriin kurduğu bağı ifade eden vaz`î hüküm, kendi içinde sebep, şart ve mâni` şeklinde üçe ayrılır. Bu grupta yer alan sebep, rükün, şart, mâni, sıhhat, fesad, butlân gibi ayırım ve kavramlar özellikle ibadetler ve ahvâl-i şahsiyye alanında önemli sonuçlara sahip olduğundan öncelikle bu temel kavramların bilinmesine ihtiyaç vardır.

     Sebep. Şâriin varlığını hükmün varlığı, yokluğunu da hükmün yokluğu için alâmet kıldığı durumdur. Meselâ vakit namazın, ramazan ayının girmesi orucun, malın nisab miktarına ulaşması zekâtın sebebidir. İbadetler genelde mükellefin iradesi dışında gerçekleşen sebeplere, muâmelât ise iradesi ile gerçekleşen sebeplere bağlanmıştır. Satım akdi mülkiyetin intikali, hırsızlık ve adam öldürme öngörülmüş cezaların infazı için sebep olduğu gibi. Sebep doğmazsa hüküm de gerçekleşmez.

     Rükün. Fıkıh ilminde bir şeyin varlığı kendi varlığına bağlı olan ve onun yapısından bir parça teşkil eden bir unsuru ifade eder. Bu daha çok Hanefîler'in tanımına göre yapılmış bir açıklamadır. Diğer fakihlere göre, bir şeyin temelde varlığı kendisine bağlı husus -o şeyin yapısından bir parça teşkil etmese de- rükün olarak anılır. İbadetlerde rükünler ve bunların yanında sıhhat şartları o ibadetin farzlarını oluşturur. Bunlardan birinin eksik olması o ibadeti geçersiz (bâtıl, fâsid) kılar. Namazda Kur'an okumanın (kıraat), rükû veya secdenin terkedilmesi böyledir.

     Şart. Bir hukukî sonucun varlığı kendi varlığına bağlı olan, ancak kendisinin varlığı onun varlığını zaruri kılmayan ve onun yapısından bir parça teşkil etmeyen fiil veya vasıftır. Meselâ namaz için abdest, nikâh akdinde şahit şarttır. Bunlar olmadan namaz ve nikâh olmaz. Ancak bunlar namazın ve nikâhın birer parçası olmadığı gibi abdest ve şahit namazı ve nikâhı zorunlu kılmaz. Şâri` bir şartı bir hükmün muteber olması için gerekli görmüşse buna şer`î şart denir. Bu şartlar bulunmadan ibadetler ve hukukî işlemler gerçekleşmez. Küçüğe malının verilebilmesi için rüşd çağına gelmesi, zekâtta nisab miktarına mâlik olduktan sonra üzerinden bir yılın geçmesi şartları böyledir. İnsanların kendi hukukî işlemleriyle ilgili olarak ileri sürdükleri şartlara da ca`lî şartlar denir. Takyîdî ve ta`likî şartlar böyledir. Özellikle akidlerde hangi tür şartın ileri sürülebileceği ve bu şartların akde etkisi İslâm hukukçuları arasında geniş tartışmalara yol açmıştır.

     Mâni`. "Varlığı sebebe hüküm bağlanmaması veya sebebin gerçekleşmemesi sonucunu doğuran durum" şeklinde tanımlanır. Din ayrılığı ve mirasçısını öldürme mirasçı olmaya, hayız ve nifas halleri namazın farz olmasına, yakın kan hısımlığı nikâh akdine mâni` sayılmıştır. Nisab miktarı mala sahip olduğu halde aynı miktarda borcun bulunmasının zekâtın vâcip olmasına mâni` teşkil etmesi de bir diğer örnektir.

     Gerek ibadet gerekse muâmelât türünden olsun mükelleften sâdır olan şer`î-hukukî nitelikteki fiiller, yukarıda sözü edilen rükün ve şartları taşıyıp taşımamasına göre sahih-bâtıl veya sahih-fâsid ve bâtıl şeklinde bir ayırıma ve nitelendirmeye tâbi tutulur. Bir ibadetin veya hukukî işlemin, öngörülen rükün ve şartları ihtiva etmesi halinde sahih olacağında görüş ayrılığı yoktur. Bu bağlamda sıhhat, bir fiilin gerekli rükün ve şartları taşıması, butlân rüknünün veya kurucu unsurlarından birinin eksik olması, fâsid de rüknü ve unsurları tamam olduğu halde şartlarının eksik olması anlamlarını taşır. Bir hukukî işlemin bâtıl olması, onun kurulmamış ve yok hükmünde olması ve bu işleme hiçbir hukukî sonucun bağlanmaması demektir. Bir hukukî işlemin fâsid olması ise, esasen onun var olup sadece bazı şartlarının eksik bulunması ve çoğu kez bu eksikliğinin sonradan giderilebilmesi ve işlemin ancak böyle bir ikmalden sonra sahih hale gelebilmesi demektir. Bu sebeple fâsid bir fiile bazı hukukî sonuçlar bağlanabilir. Muâmelâtta bâtıl-fâsid, yani butlân-fesad ayırımı özellikle Hanefîler'in ön plana çıkardığı bir yaklaşımdır.

     İbadetlere gelince, fakihler butlân ile fesadın ibadetlerde aynı anlama ve sonuca sahip olduğunda görüş birliğindedir. Bu sebeple de ibadetten eksiklik ister rükünde isterse şartların birinde olsun sonuç aynıdır. Meselâ secdesiz namazda rükün, abdestsiz kılınan bir namazda şart eksiktir. Bu tür fiillere hiçbir dinî ve hukukî olumlu sonuç terettüp etmez. Netice itibariyle rükün ve şartlarından biri eksik olan ibadet fâsid veya bâtıl olacağı gibi, şer`an geçerli halde başlanmış bir ibadet, mahiyetleriyle bağdaşmayan bir davranış sebebiyle de fâsid ve bâtıl hale gelebilir. Meselâ namazda konuşulması, oruçlunun bilerek yemesi ve içmesi böyledir. İbadetler konusunda fâsid ve bâtıl aynı anlamı ifade ettiği gibi yine aynı anlamda olmak üzere sahih değil, câiz değil, muteber olmaz, geçersiz gibi tabirler de kullanılabilir. Bozulup geçersiz hale gelen ibadetin iadesi veya kazâsı gerekir. Bazan da ceza olarak ayrıca kefâret gerekli olur.
     Fesadın sözlükte "bozulma", ifsadın "bozma", fâsidin de "bozuk" olan şey" anlamına geldiğini biliyoruz. Bundan hareketle, bir ibadeti bozan veya bir hukukî işlemi sakatlayan fiil ve eksikliğe müfsid denir. Diğer bir ifadeyle, ibadetler alanında müfsid, usul ve âdâbına uygun şekilde başlanmış bir ibadeti bozup geçersiz hale getiren davranış ve eksiklik demektir.

konumuza kaldığımız yerden devam edeceğiz...

TBMM' ye PERSONEL ALINACAK...

Türkiye Büyük Millet Meclisi
Başkanlığından Duyuru
     Türkiye Büyük Millet Meclisi Genel Sekreterliği Teşkilatının yasama hizmetlerinde çalıştırılmak üzere, yarışma ve yeterlik sınavı ile (40) uzman yardımcısı alınacaktır.

     I- SINAV ŞEKLİ VE PUAN TÜRLERİ:
     Uzman Yardımcılığı sınavının yazılı kısmı için, Öğrenci Seçme ve Yerleştirme Merkezince ve (A) grubu kadrolar için 2009-2010 yıllarında gerçekleştirilen Kamu Personeli Seçme Sınavlarının sonuçları esas alınacaktır.

     Atanacak Yasama Uzman Yardımcısı adedi, Kamu Personeli Seçme Sınavı puan türü ile yabancı dil bilgisi aşağıda belirtildiği şekilde tespit edilmiştir.

PUAN TÜRÜKAD. SAYISIKPSS/KPDS YAB.DİL TESTİ DOĞRU CEVAP SAYISI / DÜZEYİ
KPSSP 216KPSS Dil Sınavından 42 (En az) veya KPDS (İng.Alm.Fran.İsp.Çince,Arapça,Rusça) (C) düzeyi (En az)
KPSSP 223KPSS Dil Sınavından 42 (En az) veya KPDS (İng.Alm.Fran.İsp.Çince,Arapça,Rusça) (C) düzeyi (En az)
KPSSP 242KPSS Dil Sınavından 42 (En az) veya KPDS (İng.Alm.Fran.İsp.Çince,Arapça,Rusça) (C) düzeyi (En az)
KPSSP 271KPSS Dil Sınavından (İng.) 48 (En az) veya KPDS (İng.) (B) düzeyi (En az)
KPSSP 307KPSS Dil Sınavından 42 (En az) veya KPDS (İng.Alm.Fran.İsp.Çince,Arapça,Rusça) (C) düzeyi (En az)
KPSSP 338KPSS Dil Sınavından (İng.) 48 (En az) veya KPDS (İng.) (B) düzeyi (En az)
KPSSP 343KPSS Dil Sınavından 42 (En az) veya KPDS (İng.Alm.Fran.İsp.Çince,Arapça,Rusça) (C) düzeyi (En az)
KPSSP 371KPSS Dil Sınavından (İng.) 48 (En az) veya KPDS (İng.) (B) düzeyi (En az)
KPSSP 461KPSS Dil Sınavından 42 (En az) veya KPDS (İng.Alm.Fran.İsp.Çince,Arapça,Rusça) (C) düzeyi (En az)
KPSSP 472KPSS Dil Sınavından 42 (En az) veya KPDS (İng.Alm.Fran.İsp.Çince,Arapça,Rusça) (C) düzeyi (En az)
KPSSP 493KPSS Dil Sınavından 42 (En az) veya KPDS (İng.Alm.Fran.İsp.Çince,Arapça,Rusça) (C) düzeyi (En az)
KPSSP 971KPSS Dil Sınavından (İng.) 48 (En az) veya KPDS (İng.) (B) düzeyi (En az)
KPSSP 1031KPSS Dil Sınavından 42 (En az) veya KPDS (İng.Alm.Fran.İsp.Çince,Arapça,Rusça) (C) düzeyi (En az)
KPSSP 1151KPSS Dil Sınavından 42 (En az) veya KPDS (İng.Alm.Fran.İsp.Çince,Arapça,Rusça) (C) düzeyi (En az)


     KPSS sonuçlarına göre seçilecek adaylar, ayrıca TBMM tarafından yapılacak sözlü sınava alınacaklardır.

     II- ARANAN ŞARTLAR :
1. 657 sayılı Devlet Memurları Kanununun 48 inci maddesinde belirtilen şartları taşımak,
2. Eğitim süresi en az dört yıl olan hukuk, siyasal bilgiler, iktisat, işletme, iktisadi ve idari bilimler fakülteleri ile aynı konularda eğitim veren ve bunlara denkliği Yükseköğretim Kurulunca kabul edilen yurt dışındaki fakülte ya da yüksek okulların;
KPSSP 21, 97 ve 103 puan türü için,
Hukuk (8),
KPSSP 22, 27 ve 34 puan türü için,
İktisat (7),
KPSSP 24 ve 49 puan türü için,
Maliye (5),
KPSSP 30, 37 ve 47 puan türü için,
Kamu Yönetimi, Kamu Yönetimi ve Siyaset Bilimi (10),
KPSSP 33 puan türü için,
Uluslararası İlişkiler (8),
KPSSP 46 ve 115 puan türü için,
Çalışma Ekonomisi, Çalışma Ekonomisi ve Endüstri İlişkileri (2),
bölümlerinden mezun olmak,
3. Birinci bölümde belirtilen puan türleri itibariyle KPSS Sınavında en az yetmiş ve üzerinde puan almış olmak,
4. 01.01.2011 tarihi itibariyle otuz yaşını doldurmamış olmak,
5. Erkek adaylar için askerlikle ilişiği olmamak (Askerliğini yapmış veya tecil ettirmiş olmak),
6. Devamlı olarak görev yapmasına engel olabilecek, daimi vücut ya da akıl hastalığı ile vücut sakatlığı ya da özrü bulunmamak,

     III-BAŞVURU :
     2009-2010 yıllarında (A) grubu kadrolar için yapılan KPSS LİSANS sınavları sonucunda, 100 üzerinden 70 ve daha yüksek puan alarak başarılı olan adaylardan, Kurumumuzdan görev talebinde bulunacaklar, bu ilanın Resmi Gazete’de yayımladığı tarihten başlamak üzere 30 gün içinde (30. Gün dahil),
1- 2009 veya 2010-KPSS LİSANS Sınav Sonuç Belgesi,
2- Giriş sınavı başvuru dilekçesi,
3- Yükseköğrenim diplomasının aslı veya noter tasdikli örneği,
4- Nüfus Cüzdanı Örneği ve 2 adet vesikalık fotoğraf
ile birlikte mesai saatleri içerisinde TBMM Personel ve Özlük İşleri Müdürlüğüne (TBMM Genel Sekreterliği Ek Hizmet Binası Atatürk Bulvarı No:153) şahsen veya posta yoluyla başvuracaklardır. Postadaki gecikmeler ve ilanda belirtilen süre içinde yapılmayan başvurular dikkate alınmayacaktır.

     IV- SÖZLÜ SINAV :
2009-2010-KPSS LİSANS Sınavlarında 100 üzerinden 70 ve daha yüksek puan alan adaylar arasından, en yüksek puan alan adaydan başlayarak bu ilanın I. Maddesinde belirtilen kadro sayısının en fazla dört katı aday, onbeş gün önce yer, gün ve saat bildirilmek suretiyle sözlü sınava çağrılacaktır.
     Yapılacak sıralamaya göre sözlü sınava katılmaya hak kazanan adayların isim listesi TBMM Genel Sekreterliği tafından duyurulacaktır.
     Sözlü sınavda başarılı sayılabilmek için en az yetmiş puan almak şarttır.
Sözlü sınav için yapılacak başvurularda istenen belgelerde, gerçeğe aykırı beyanda bulunduğu tespit edilenlerin sınavları geçersiz sayılacak ve atamaları yapılmayacaktır. Bunların atamaları yapılmış olsa dahi iptal edilecektir.
     İlgilenenlere duyurulur.

Yazışma ve Başvurular İçin Formlar:
TBMM' de yeni göreve başlayacak personel hakkında yaptırılacak güvenlik soruşturması için doldurulması gereken form ve doldurulurken dikkat edilecek hususlar.

10 Aralık 2010 Cuma

HADİS-İ ŞERİFLER ... KONU: DUANIN FAZİLETİ ve VAKTİ

H A D İ S - İ    Ş E R İ F L E R
KONU: DUA

   DUA konumuza 1 mektup ile giriş yapmıştık. İlk konuyu okumadıysanız buraya tıklayarak, açılan sayfaya bir göz atın...

BİRİNCİ FASIL


DUANIN FAZİLETİ VE VAKTİ

1. (1750)- Nu´man İbnu Beşîr (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm): "Dua ibadetin kendisidir" buyurdular ve sonra şu âyeti okudular. (Meâlen): "Rabbiniz: "Bana dua edin ki size icâbet edeyim. Bana ibadet etmeyi kibirlerine yediremeyenler alçalmış olarak cehenneme gireceklerdir" buyurdu." (Gâfir 60). [Tirmizî, Tefsir, Gâfir, (2973); Ebû Dâvud, Salât 358, (1479). Metin Tirmizî´ye aittir.][3]

AÇIKLAMA:
Normalde cümle "Dua ibâdettir" şeklinde olabilirdi. Ancak araya hem zamir girmesi ve hem de ibâdet kelimesinin başına eliflâm konarak kelimenin ma´rife kılınması, Arapça´da mânaya kuvvet kazandırmaktadır. Böylece hadis, "ibadet münhasıran duadır”, "duadan başka bir şey değildir" gibi hasr ifâde eden bir mânâya gelir. Bunun örneği hacc bahsinde geçmiştir. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) haccın esâsını Arafat vakfesi teşkil ettiği için, "Hacc Arafat´tır" buyurmuştur. Bunun mânâsı, "haccla ilgili rükünlerin en büyüğü Arafat´taki vakfedir" demektir.

Öyle ise, dua da kabul edilsin edilmesin bir ibadet olmaktadır. Çünkü dua ile kişi, ihtiyacını teminde aczini idrak etmiş, bunu ancak her şeye kâdir olan Rabbinin te´min edeceğinin şuuruna ermiş ve bu sebeple O´na iltica etmiş olmaktadır. Esâsen ibâdet de bundan başka bir şey değildir. Nitekim, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın delil olarak okuduğu âyet, önce dua etmeyi emrediyor, sonra da kibir ve büyüklük havasıyla "dua etmemek"i, "ibadet etmemek" olarak ifâde zımnında duâ etme dâvetine icâbet etmeyenlerin cehenneme hakîr ve zelîl olarak gireceklerini beyan ediyor. [4]

2. (1751)- İbnu Ömer (radıyallâhu anhümâ) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Kime dua kapısı açılmış ise ona rahmet kapıları açılmış demektir. Allah´a taleb edilen (dünyevî şeylerden) Allah´ın en çok sevdiği afiyettir. Dua, inen ve henüz inmeyen her çeşit (musibet) için faydalıdır. Kazayı sadece dua geri çevirir. Öyle ise sizlere dua etmek gerekir."[Tirmizî, Daavât 112, (3542).][5]

AÇIKLAMA:
1- Kişiye dua kapısının açılması, çokça dua etmeye muvaffak kılınmasıdır. Dua edebilmek, kişi için büyük bir hayırdır. Mü´min, ayet-i kerîmenin mantûkunca, kendisine isâbet eden her hayrı Allah´tan bilmekle mükelleftir: "Sana ne iyilik gelirse Allah´tandır, sana ne kötülük gelirse nefsindendir" (Nisâ 79), Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) dua etme hayrını "dua kapılarının açılması" olarak ifâde buyurmuştur.

2- Rahmet kapısının açılması, -duası sebebiyle- bazan dileğinin aynen verilmesi, bazan da ona denk şekilde günahının affını ifade eder. Her ikisi de rahmettir, Hadisin başka vecihleri, şârihlerin bu yorumunu te´yîd eder, zîra bir vechinde: "Onun için icâbet kapıları açılır" denilirken, bir başka vechinde: "Onun için cennet kapıları açılır" denmiştir.

3- Allah´tan istenenler arasında Allah´ın en ziyade sıhhati sevmesi, insan için sıhhatin önemini te´yîd eder. Ancak, sıhhat ve âfiyet âbid mü´minde kıymet ve değer kazanır. Çünkü mü´min, sıhhatli geçen ömrünü faydalı ve hayırlı faaliyetle, ibâdetlerle meyvadâr kılar. Sıhhat kâfirin küfrünü, fâsığın fıskını artırabilir. Bu ise kişi için hayır değil, şerdir. Öyle ise mü´min, sıhhat isteyecek fakat bu ömrü hayırlı işlerde geçirme gayretini eksik etmeyecektir, zira ahirette ömrün her anından hesap var ve sağlıklı ömrün hesabını vermek daha zordur.

4- Duanın, inen musibet için faydası, onun ortadan kalkması, hafif atlatılması şeklinde olabilir. Yahut da Cenâb-ı Hakk´ın vereceği sabır ve mukâvemet yoluyla da olabilir. Böylece musibete tahammül edilir ve zararı hafif atlatılır. Zaten gelmiş olan musibet karşısındaki sabırsızlık ve panik musibeti katmerler. Allah´tan geldiğinin şuuru içinde "her duaya cevap var" inancıyla Rabb-i Rahimine iltica edenin kazanacağı rûhî emniyet ve sekinet kişiyi panikten ve dolayısıyla paniğin getireceği müteakip musîbetlerden korur. Binaeleyh, musîbet anında yapılacak duanın tesiri kesindir.

5- İnmeyen musîbete duanın faydası daha zâhirdir. Henüz inmemiş olan belâ, duanın bereketiyle defedilip kaldırılabilir. Yahut, musibete maruz kalacak kişiyi, duanın önceden te´yid ve takviyesi de âlimlerce bir fayda olarak değerlendirilmiştir, duanın kaza ve belayı defedeceğine dair Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın beyanlarını en başta kaydetmiştir.

Hadis, son olarak, belirtildiği gibi mutlak hayır ve fayda olan duaya mü´minleri teşvîk etmekte, "öyle ise sizlere dua etmek gerekir" buyurmaktadır.

3. (1752)- Ubâde İbnu´s-Sâmit (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Yeryüzünde, mâsiyet veya sıla-i rahmi koparıcı olmamak kaydıyla Allah´tan bir talepte bulunan bir Müslüman yoktur ki Allah ona dilediğini vermek veya ondan onun mislince bir günahı affetmek suretiyle icabet etmesin." [Tirmizî, Da´avât 126, (3568).][7]

AÇIKLAMA:
Yukarıda kaydedilen "Dua edin icabet edeyim" meâlindeki âyeti açıklayan bu hadis-i şerif, duaların ya aynen kabulü yani ne istenmişse o şeyin verilmesi, ya da bir günahın affı şeklinde mutlaka karşılık göreceğini te´yid eder.

Cenab-ı Hak, Müslümanın her talebine mutlaka cevap vermektedir. Ancak, her dua eden, dua ettiği şeyin gerçekleşmesini aynen görmeyebilecektir. Çünkü Allah, hikmetle iş yapmaktadır. O´nun hikmeti, isteneni olduğu gibi vermeyi gerektirmeyebilir. O takdirde günahının affı veya -dua ibadet olması sebebiyle- ibadet sevabı kazanmak şeklinde cevap almaktadır.

Bu hadis duaya icâbet için gerekli olan iki şarta dikkat çekiyor:

1- Dua ile taleb edilen şey, mâsiyet olmamalı, yani günah olan, Allah´a isyana götürecek olan bir şey olmamalıdır. Çünkü, insan dar görüşlü ve hissî olduğu için, aleyhine olan veya uzun vadede aleyhine tecellî edecek olan bazı şeyleri isteyebilir: "İnsan iyiliğin gelmesine dua ettiği gibi, kötülüğün gelmesine de dua eder. Esasen insanoğlu acelecidir" (İsrâ 11); "...İhtimal ki hoşlanmadığınız şey, sizin iyiliğinizedir ve ihtimal ki sevdiğiniz bir şey sizin kötülüğünüzedir" (Bakara 216).

2- Sıla-i rahme aykırı olmamalı: Yani insanlar arasındaki akrabalık, arkadaşlık, komşuluk, din kardeşliği gibi bir kısım yakınlıkların te´sis ettiği beşerî bağları koparıcı bir gaye gütmüş olmamalı.

Şimdi âyet ve hadislerde dualarımıza Cenâb-ı Hakk´ın icabet edeceği hususunda verilen kesin te´minat ve garantiye nefisleri iyice ikna için şöyle bir soru soralım:
"Madem Allah söz vermiş, Resûlü kesin bir ifade ile mükerrer hadislerinde te´yid etmiş, öyle ise buna inanmamanın veya tereddüt etmenin sebebi ne?"
"Allah, hâşa va´dinde, sözünde yalancı mı, bizi aldatmak mı istiyor?"
"Yoksa Allah,va´dini yapmaktan aciz mi?"
O celle şânuhu, her kusurdan müberra, her şeye kâdir olduğuna göre, va´di haktır. Resûlü (aleyhissalâtu vesselâm)´nün garantisi ayn-ı hakikattir.

Her duamıza ya aynen cevap verilmek, yahut da günahlarımızın affı veya sevaplarımızın artması suretiyle icabet edilmektedir. Yeter ki hak şey taleb edilsin, ihlâsla istenilsin.

Ya Rabb! Va´dine istinâden Resûl-i Ekrem (aleyhissalâtu vesselâm)´ ini, İsm-i Âzam´ını, Kitâb-ı Mübîn´ini ve sana dua eden melâike-i izâm ve Enbiya-ı kirâmı şefaatçi yaparak dua ediyoruz. [8]

4. (1753)- Ebû´d-Derdâ (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûl-i Ekrem (aleyhissalâtu vesselâm), (bir gün) sordu:
 
"En hayırlı olan ve derecenizi en ziyade artıran, melîkinizin yanında en temiz, sizin için gümüş ve altın paralar bağışlamaktan daha sevaplı, düşmanla karşılaşıp boyunlarını vurmanız veya boyunlarınızı vurmalarından sizin için daha hayırlı olan amelinizin hangisi olduğunu haber vereyim mi "

"Evet! Ey Allah´ın Resûlü!" dediler.
"Allah´ın zikridir!" buyurdu.
[Tirmizî, Daavat 6, (3374); Muvatta, Kur´ân 24.][9]

5. (1754)- Hz. Enes (radıyallâhu anh) anlatıyor:
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
"Allahu Teâlâ hazretleri şöyle seslenir: "Beni bir gün zikreden veya bir makamda benden korkan kimseyi ateşten çıkarın!"
[Tirmizî, Cehennem 9, (2597).][10]

AÇIKLAMA:
1- Hadiste geçen bir gün tâbiri zamanlardan bir zaman, vakitlerden bir vakit demektir. Yani bir kimse mü´min olarak, Allah´ı herhangi bir an için bile zikretmiş olsa bunun boşa gitmeyeceğini, başkaca günahlar için cehenneme girmiş bile olsa dünyadaki o bir müddetcik zikri sebebiyle ateşten çıkarılacağını ifade ediyor.

Tîbî, hadiste kastedilen zikrin "kalbî ihlâsla ve doğru niyetle yapılan zikir" olduğunu söyler. "Aksi takdirde kâfirler, kalbî olmaksızın dilleriyle zikri onlar da yapıyorlar" der. Bu mânada olmak üzere Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm): "Kim kalbinden gelerek ihlâsla Lâilâhe illallah derse cennete girer" buyurmuştur.

2- Makam da, zaman gibi mutlak ifade edilmiştir. Günah işleme makamında veya durumunda Allah´tan korkup vazgeçen demektir. Nitekim âyet-i kerimede: "Ama kim Rabbinin makamından korkup da kendini kötülükten alıkoymuşsa varacağı yer şüphesiz cennettir" (Nâziat 40-41) buyurulmuştur. Korkudan maksad, âzaların masiyetten uzak tutulması, tâatle kayıtlanmasıdır. Bu olmadığı takdirde korku laftan ibaret kalır. Korku demeye liyakat kazanmaz. Bazı büyükler fiile intikal etmedikçe, kendimizi "Allah´tan korkuyorum" diyerek aldatmamamıza dikkat çekerler ve: "Eğer derler, birisi size Allah´tan korkmuyor musun diye sorarsa sükût et. Zira hayır desen küfürdür, evet desen yalandır."[11]

 
6. (1755)- Hz. Muâz (radıyallâhu anh) anlatıyor
: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
"Akşamdan (abdestli olarak) temizlik üzere zikrederek uyuyan ve geceleyin de uyanıp Allah´tan dünya ve âhiret için hayır taleb eden hiç kimse yoktur ki Allah dilediğini vermesin."
[Ebû Dâvud, Edeb 105, (5042).][12]

 
7. (1756)- Hz. Câbir (radıyallâhu anh) anlatıyor:
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
"Bir kimse evine veya yatağına girince hemen bir melek ve bir şeytan alelacele gelirler. Melek:
"Hayırla aç!" der. Şeytan da:
"Şerle aç!" der.
Adam, şayet (o sırada) Allah´ı zikrederse melek şeytanı kovar ve onu korumaya başlar. Adam uykusundan uyanınca, melek ve şeytan aynı şeyi yine söylerler. Adam, şayet: "Nefsimi, ölümden sonra bana geri iade eden ve uykusunda öldürmeyen Allah´a hamdolsun. İzniyle yedi semayı arzın üzerine düşmekten alıkoyan Allah´a hamdolsun" dese bu kimse yatağından düşüp ölse şehit olur, kalkıp namaz kılsa faziletler içinde namaz kılmış olur."
[Rezîn ilâvesidir.][13]

8. (1757)- Hz.Enes (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
"Allah´ı zikreden bir cemaatle sabah namazı vaktinden güneş doğuncaya kadar birlikte oturmam, bana İsmâil´in oğullarından dört tanesini âzad etmemden daha sevgili gelir. Allah´ı zikreden bir cemaatle ikindi namazı vaktinden güneş batımına kadar oturmam dört kişi âzad etmemden daha sevgili gelir."
[Ebû Dâvud, İlm 13, (3667).][14]

AÇIKLAMA:
1- Burada Allah´ı zikirden maksad her çeşit zikir olabilir: Kur´ân-ı Kerim´i tilâvet etmek, tesbih (subhânallah), tehlil (lâilâhe illallah), tahmid (elhamdülillah), Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´a salavât. Âlimler zikir ve ibadet mânasına dâhil edilen ilmî meşguliyet, tefsir ve hadis gibi şer´î ilimlerin öğrenilmesini de burada mütâlaa ederler.

2- Böyle bir cemaatte, fiilen zikretmeyip dinleyici olarak bulunmanın da aynı fazileti vereceği belirtilmiştir. "Böyle hayırla meşgul olanlara arkadaşlıktan zarar gelmez" denmiştir.

3- Bu hadis, zikrin, köle âzadı ve sadakadan efdal olduğunu beyan etmektedir.

4- Hadis günlük zamanı tanzim yönüyle de yol göstericidir: "Mü´min imkân nisbetinde sabah ve ikindi vakitlerini faydalı sohbetlere tahsis etmelidir.” [15]

9. (1758)- Hz. Ebû Hüreyre (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
"Her gece, Rabbimiz gecenin son üçte biri girince, dünya semasına iner ve:
"Kim bana dua ediyorsa ona icabet edeyim. Kim benden bir şey istemişse onu vereyim, kim bana istiğfarda bulunursa ona mağfirette bulunayım" der."
Rivayetin Müslim´deki bir vechi şöyle: "Allahu Teâla gecenin ilk üçte biri geçinceye kadar mühlet verir. Ondan sonra yakın semâya inerek şöyle der:
"Melik benim, Melik benim. Kim bana dua edecek "
[Buhârî, Tevhid 35, Teheccüd 14, Daavât 13, Müslim,Salâtu´l-Müsâfirin 166, (758); Muvatta, Kur´ân 30, (1, 214); Tirmizî, Daavât 80, (3493); Ebû Dâvud, Salât 311, (1315).][16]

AÇIKLAMA:
1- Allah´ın dünya semasına inmesini ifade eden rivayetler çoktur, tevâtür derecesine ulaşmıştır.
2- İnme vaktiyle ilgili olarak hadislerde farklı zaman dilimleri zikredilmiştir:
"Cuma gecesi", "her gece", "gecenin son üçte biri", "gecenin yarısı, yahut üçte ikisi gittimi", "gecenin üçte biri geçtiği vakit."
3-
Allah´ın yeryüzüne inmesi müteşâbih bir ifadedir. İfadeyi, lügavî hakikatiyle anlamak mümkün değildir. Zîra Allah´a mekan izâfe etmek olur. Halbuki Cenab-ı Hakk, mahlûkata ait bir vasıf olan tehayyüzden (yani mekanla kayıtlanmak, bir yerde olup başka yerde olmamakla, gelmek, gitmek gibi vasıflardan) münezzehtir, uzaktır, bunlar mahlûkatla ilgili nâkıslık ifade eden sıfatlardır. Öyle ise bunların Cenab-ı Hakk´a izâfesi, bir kısım gaybî hakikatı ve İlâhî şuûnâtı bize anlatmak, onların tarafımızdan kavranmasını sağlamaktır.

Allah´ın kullarına yakınlaşması, O´nun rahmetini ifade eder. Öyle ise geceleyin belirtilen saatlerde, Allah´ın, yapılan duaları kabul etmek suretiyle lütuf ve rahmetini bol kılacağı, lisan-ı nübüvvette o suretle ifâde edilmiştir. Hammâd İbnu Zeyd, "Allah´ın inmesi, ikbal ve teveccühüdür" demiştir. "Allah´ın emîr ve melekleri iner" şeklinde de te´vil edilmiştir. Hattâbî, bu ve benzer hadislerin sıfat hadisi olduğunu, selef ulemâsının bu sıfatlara inanıp hadisleri zahirî mâna üzerine bıraktığını, tevilden kaçındığını belirtir.

Esâsen, hadiste temas edilen mânaya şu âyette destek bulunmuştur:
"Rabbin (in emri geldiği) melekler saf saf olarak geldikleri vakit" (Fecr 22). [17]

10. (1759)- Ebû Ümâme (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Derdi ki: "Ey Allah´ın Resûlü! En ziyade dinlenmeye (ve kabule) mazhar olan dua hangisidir "
"Gecenin sonunda yapılan dua ile farz namazların ardından yapılan dualardır!" diye cevap verdi."
[Tirmizî, Daavât 80.][18]

11. (1760)- Hz. Enes (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
"Ezanla kaamet arasında yapılan dua reddedilmez (mutlaka kabule mazhar olur.)"
"Öyleyse, dendi, "ey Allah´ın Resûlü, nasıl dua edelim "
"Allah´tan, dedi, dünya ve âhiret için âfiyet isteyin!"
[Ebû Dâvud, Salât 35, (521); Tirmizî, Salât 46, (216), Daavât 138, (3588, 3589).][19]

12. (1761)- Sehl İbnu Sa´d (radıyallâhu anh) anlatıyor:
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
"İki şey vardır, asla reddedilmezler: Ezan esnasında yapılan dua ile, insanlar birbirine girdikleri savaş sırasında yapılan dua."
[Muvatta, Nidâ 7, (1, 70); Ebû Dâvud, Cihâd 41, (2540).][20]

AÇIKLAMA:
1- Rivâyetin Muvatta´da gelen vechi bazı nüshalarda mevkuftur. Ancak, ictihadla söylenemeyecek bu çeşit ahbarın ref´ine hükmedilmiştir. Yani Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)´in sözü olmalıdır. Mamafih, aynı rivayet İmam Mâlik´ten merfu olarak da rivayet edilmiştir. Muvatta´nın rivayeti metin itibariyle de farklıdır:

"İki vakit vardır, onlarda sema kapıları açılır,dua edenlerden pek azının duası kabul edilmeyip geri çevrilir: Namaz için ezan okunma vakti, Allah yolunda (cihad için) saf tutma ânı."

2- Sema kapılarının söylenen iki vakitte açılması, o vakitlerin faziletini ifade eder. Yani o iki vaktin Allah indindeki kıymet ve faziletleri sebebiyle o zamalarda sema kapıları açılır ve yapılan dualar kabul-i İlâhi´ye mazhar olurlar.

Hadis nadir hallerde, o mübârek vakitlerde yapılacak duanın geri çevrileceğini ifade ediyor. Zürkânî, duanın kabul edilme şartlarından veya rükünlerinden birinin eksikliği gibi bir sebeple reddedilmesinin söz konusu olacağını belirtir.

3- Duayı makbul kılan savaş, îlayı kelimetullah için yapılan savaştır. Bu da küffâra karşı bu niyetle yapılan savaştır. Ganimet, şeref, tegallüb gibi Allah´ın rızasını kazanmaya yönelik olmayan maksadlarla yapılan savaşlar buraya girmez.

4- Şunu da belirtelim ki, bu anlarda yapılan duada istenen şeyler de mühimdir. Allah´ın rızasına uymayacak şeyler taleb edilmemelidir. Taberânî, Müstedrek ve Deylemî´de gelen bir rivayet şöyle: "Müslüman kişi için üç vakit vardır, onlarda dua ederse, sıla-i rahmi kıran ve günah olan bir şey taleb etmedikçe, kendisine mutlaka icabet edilir: Namaz için müezzin ezan okurken susuncaya kadar, savaşta iki saf karşılaşınca Allah aralarında hükmedinceye kadar, yağmur yağarken kesilinceye kadar."[21]


 13. (1762)- Ebû Hüreyre (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
"Kul Rabbine en ziyade secdede iken yakın olur, öyle ise (secdede) duayı çok yapın."
[Müslim, Salât 215, (482); Ebû Dâvud, Salât 152, (875).][22]

AÇIKLAMA:
Bu hadiste ifade edilen yakınlık, maddî bir yakınlık, yâni mekân yakınlığı olmamalıdır. "Zira Allah, ilmiyle kişiyi bilme, kalbinin hatıratından bile haberdar olma, kişi üzerinde istediği şekilde tasarruf ederek ona kıyam, sağlık, hastalık, ölüm verme gibi hususlarla şah damarından daha yakındır" (Kâf 16). Tıpkı güneşin ışıklarıyla yeryüzündeki her bir mahlukun yanında hazır bulunması gibi.

Ama kul, maddî olarak Rabbinden uzaktır, Secde hâlinde kulluk, en geniş, en kâmil hâliyle tezâhür ettiği için, bu kula mânevî bir yakınlık, Rabbinin rızasına uygun bir hal kazandırmaktadır. Nitekim âyet-i kerimede "Secde et ve yakınlık kazan" (Alak 19) emredilmektedir.

Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), sadedinde olduğumuz rivayette, İlâhî yakınlığa ermede zirve olduğu bizzat Allahu Zülcelâl hazretleri tarafından belirtilmiş olan secde hâlinde çok dua etmeye teşvik etmektedir.[23]

14. (1763)- Yine Ebû Hüreyre (radıyallâhu anh) anlatıyor:
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) anlatıyor:
"(Allah´ın kabul ettiği) üç müstecab dua vardır, bunların icâbete mazhariyetleri hususunda hiç bir şekk yoktur. Mazlumun duası, müsâfirin duası, babanın evladına duası."
[Tirmizî, Birr 7, (1906); Cennet 2, (2528), Daavât 139, (3592); Ebû Dâvud, Salât 364, (1536); İbnu Mâce, Dua 11, (3862).][24]

AÇIKLAMA:
1- Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), burada duası makbul olan üç kişiyi haber vermektedir: Mazlum, misafir ve baba. Aslında hadislerde duası makbul olan başka kimseler de mevzubahis edilmiştir. Oruç açtığı sırada oruçlunun duası, âdil imamın duası, gâibin gâibe duası (kişinin arkasından yapılan dua). Şu halde, hadislerde geçen rakamlar kesin sayı bildirmeye mâtuf değildir.

2- Mazlumun yâni zulme uğrayanların dualarının makbuliyeti, onların Mü´min ve Müslüman olmaları şartına bağlı değilir. Başka rivayetlerde zulme uğrayan kimsenin fâcir (büyük günahı alenen işleyen) veya kâfir olmaları hâlinde de dualarının makbul olduğu tasrih edilmiştir.
"Mazlumun duasından kaçının, kâfir bile olsa. Zira onun duasının önünde perde yoktur.""Mazlumun duası makbuldür, fâcir bile olsa; zira onun fücûru kendi aleyhinedir."
Hemen kaydedelim ki, hadiste yasaklanan zulüm, mutlaktır. Âlimler, bu durumdan hareketle mal, can, ırz vs. her neye yönelik olursa olsun, bütün çeşitleriyle zulmün yasaklandığını belirtirler.[25]

15. (1764)- Abdullah İbnu Amr İbni´l-Âs (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
"İcâbete mazhar olmada gâib kimsenin gâib kimse hakkında yaptığı duadan daha sür´atli olanı yoktur."
[Tirmizî, Birr 50, (1981), Ebû Dâvud, Salât 364, (1535); Müslim, Zikr 88, (2733); Buhârî, Mezâlim 9.][26]
AÇIKLAMA:1- Bu hadise göre, Allah´ın derhal kabul buyuracağı dualardan biri de, mü´min kimsenin mü´min kardeşi için gıyâbında yapacağı duadır. Bu hususta Müslim´in bir riayeti daha açıktır:
 "Müslüman kimsenin, kardeşi için gıyâbında yaptığı dua müstecâbdır. Dua edenin başucunda ona müvekkel bir melek vardır. Kardeşi için hayır dua yaptıkça bu melek: "Amin, istediğin şeyin bir misli de sana olsun" der." [27]

Dip Notları
[3] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/513.
[4] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/513.
[5] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/514.
[6] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/514-515.
[7] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/516.
[8] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/516-517.
[9] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/517.
[10] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/518.
[11] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/518.
[12] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/519.
[13] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/519.
[14] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/520.
[15] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/520.
[16] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/521.
[17] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/521.
[18] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/522.
[19] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/522.
[20] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/523.
[21] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/523-524.
[22] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/524.
[23] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/524.
[24] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/525.
[25] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/525.
[26] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/526.
[27] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/526.

Sağlıklı Beslenmek / VİTAMİNLERİN ÖNEMİ!

Neden Yaşlanırız?      Doğal yaşlanma sürecinde cildimizin esnek yapısı git gide azalmaktadır. Esnekliğin azalması cildimizin genç görünümün...