17 Nisan 2013 Çarşamba

KELİMELER - KAVRAMLAR / SELEFİLİK (Selefiyye)

KELİMELER - KAVRAMLAR
SELEFİYYE

     Daha çok bir Kelam ilmi terimi olarak kullanılan bu kelime, Selef'in mezhebi ve görüşü anlamına gelir. Akaid konu ve meselelerinde nass (Kur'an-ı Kerim ve Hadis) da varid olan hususları müteşabih olanlar da dahil olmak üzere, olduğu gibi kabul edip, teşbih ve tecsime (benzetme ve cisimlendirme) düşmemekle birlikte, te'vile (yoruma) de başvurmayan Ehl-i Sünnet-i Hassa'ya selefiyye denmiştir. Bunlar, Hz. Peygamber ile Sahabenin akaid (inanç) hususlarında takib ettikleri yolu olduğu gibi izleyenler diye bilinir.
     Tâbiîn mezhep imamları, önde gelen fakihler ve muhaddisler Selefiyye içinde kabul edilirler. Hicrî dördüncü yüzyılda Eş'arî ve Maturidî tarafından Ehl-i Sünnet Kelâm ilmi kuruluncaya kadar yaşamış olan bütün Ehl-i Sünnet âlimleri Selefin görüşlerini paylaşmışlardır.
     Selefiyye, ayrıca, bir görüş (mezhep) halinde hicri IV. yüzyılda ortaya çıkmış ve Hanbelî mezhebi mensupları tarafından ortaya atılıp savunulmuş bir görüşü de ifade eden bir terimdir. Bu anlamıyla Selefiyye mezhebi, Selefin akidesini canlandırmayı hedef edinir. Söz konusu mezhep VII. hicrî asırda kuvvetlenmiş, özellikle İbn Teymiye tarafından bu mezhebe yeni fikirler ilave edilmiştir.
     Selefiyye, metod olarak nakle ve nassa kesin olarak bağlılığı kendilerine gaye edinmişler, tartışmayı gerektirecek ve çözümü zor olan mesele ve konular ile uğraşmamışlardır. Âyetlerde ve Sünnette bulunan her şeye, meselâ; habere ait sıfatlara ve müteşabihat dahil tartışma götürebilecek konulara teslimiyetle iman etmişlerdir; teşbihten kaçındıkları gibi te'vile (yorum)'de gitmemişlerdir.
     Selefiyye, İslâm'a, Yunan düşüncesinin tesiriyle sonradan sokulduğunu kabul ettikleri mantık-akıl metodlarını, Sahabe ve Tâbiînin bunları bilmediğini ve kullanmadığını ileri sürerek benimsemezler. Bu sebeple, Mutezile mezhebi ve diğer mezheplerin aksine, mantıkî münakaşa (cedel) ve akıl yürütme metodunu kullanmayıp; akidenin esaslarını sadece Kitap (Kur'an) ve Sünnetten hareketle tesbit ve tayin etmenin gerekliliğini savunmuşlardır. Yani, inanç esaslarının kaynağı nass'lar olduğu gibi; bunların delilleri de oradan çıkarılmalıdır. Bu sebeple Selef mezhebi, Kur'an ve Sünnette yani nass'ta Allah'ın sıfatları ve fiilleri ile ilgili hususları, mecazi manasına bakmaksızın, olduğu gibi kabul ederler; onları te'vil ve yoruma gerek duymazlar.
     Selefiyye, sadece kendilerinin takib ettikleri yolun Kur'an yolu ve metodu olduğunu kabul eder. Onlara göre Kur'an'da İslâm dinine ve Allah'ın yoluna davetin metodu gösterilmiştir: "Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel öğütle davet et; onlarla, en güzel tarz hangisi ise onunla mücadele et" (en-Nahl, 16/125).
     Görüldüğü gibi, âyette, irşad için; hikmet, güzel öğüt ve cedel olmak üzere üç derece bulunmaktadır. Hikmet; düşüncede ve fiilde hakikate ulaşmak demek olup, hakkı arayan iyi niyetli kimselere uygulanır. Doğruyu kabul eden, fakat nefsinin arzularına uyanlara güzel nasihat ve bunların hiç birine sahip olmayanlara ise, durumuna göre cedel metodu uygulanacaktır (Bekir Topaloğlu, Kelam İlmi (Giriş), İstanbul 1987, s. 87 vd.).
     Mu'tezile ekolünün akaid konularındaki aklî yorum ve izahlarına karşı çıkan ve özellikle nass'daki müteşabih (farklı anlayış ve yoruma müsait) ifadelerin te'viline şiddetle muhalefet eden Selef âlimlerinin akaid sistemlerini şu yedi temel prensip karakterize etmektedir:

     1- Takdis: Cenab-ı Allah'ı şanına uygun düşmeyen şeylerden tenzih etmek.
     2- Tasdik: Kur'an-ı Kerim ve hadislerde Allah'ın isim ve sıfatları hakkında nasıl bir ifade kullanılmış ve ne söylenmişse, onları olduğu gibi kabul etmek; yani, Allah'ı bizzat kendisinin ve peygamberinin tanıttığı gibi bilip tasdik etmek.
     3- Aczini itiraf etmek: Bilhassa nass'ta geçen müteşabih ifadeler konusunda tevil ve yorum yapmadan, bu konuda aczini kabul etmek.
     4- Sükût (susmak): Yine nass'ta geçen müteşabih ifadeleri anlamayanların, bunlar hakkında soru sormayıp susmaları.
     5- İmsak (uzak tutma): Müteşabih ifadeler üzerinde yorum ve te'vilden kendini alıkoymak.
     6- Keff: Müteşabih olan hususlarla zihnen bile meşgul olmamak.
     7- Ma'rifet ehlini teslim: Müteşabihe giren konuları bilmesi mümkün olan Hz. Peygamber, Sahabe, evliya ve mütehassıs âlimlerin söylediklerini kabul ve tasdik etmek (İsmail Hakkı İzmirli, Yeni İlmi Kelam, İstanbul 1339/1341, I, s. 98 v.d.; Neşet Çağatay - İ. Agah Çubukçu, İslâm Mezhepleri Tarihi, Ankara 1976, s. 191).

     Dördüncü hicrî yüzyıldan sonra Selef inancını özellikle Hanbelî mezhebine bağlı olan ulema devam ettirmiştir. Selefiyenin müteahhirinini yani sonraki dönem temsilcilerini İbn Teymiye (751/1350), İbnül-Vezir (840/1436) ve Şevkânî (1250/1834) gibi alimler teşkil eder.
     Son derece muhafazakâr bir özellik gösteren Selef akidesi, halk tabakası (avam) için en sade ve güvenilir bir yol olarak kabul edilmiştir. Ancak çeşitli felsefe ve kültürleri tanımış olanlar için, Selefin bu metodu yeterli görülmemiş; bunlar için Ehl-i Sünnet kelamcılarının metodu daha uygun bir yol olarak gösterilmiştir.
    Selefiyye mezhebi müstakil ve birlikli bir mezheptir. Ancak, konu ve meseleleri kısa (icmali) ve geniş, teferruatla ele almaları bakımından iki kısma ayrılabilir. Önceki, yani ilk dönem (Mütekaddimîn) Selefiye, icmal ile yetindikleri halde; daha sonraki (Müteahhirûn) Selefiye, tafsile önem vermiştir. Selefiye mezhebine dair ilk bilinen eser İmam Ebu Hanife'nin Fıkh-ı Ekber'idir. Tafsile itina edenlerin başında İbn Teymiye bulunur. Selefiye mezhebine mensup olanların hepsi Ehl-i Sünnettendir (İsmail Hakkı İzmirli, a.g.e., I, s. 105 v.d.).

Şamil İslam ANsiklopedisi
Necip TAYLAN

16 Nisan 2013 Salı

CENNET KONULU HADİS-İ ŞERİFLER (3)

C E N N E T
KÜTÜB-İ SİTTE'DE KAYITLI
CENNET KONULU HADİS-İ ŞERİFLER (3)

     5091  - Sehl İbnu Sa'd radıyallahu anh anlatıyor: "Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki:
     "Cennet ehli, gurfelerde kalanları seyrederler, tıpkı gökteki yıldızları seyretmeniz gibi."
     Buhari, Rikak 51; Müslim, Cennet 10, (2830).

     5092  - Ebu Sa'id radıyallahu anh anlatıyor: "Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki:
     "Cennet ehli gurfelerde kalanları (ehl-i guraf) görürler. Tıpkı, ufukta doğudan batıya giden inci gibi parlak yıldızları gördüğünüz gibi. Aralarındaki fazilet farkı, (gurfe ehlini) böyle yukarıda gösterir."
     Bunun üzerine Ashâb: "Ey Allah'ın Resûlü! Bu söylediğiniz, peygamberlerin makamı olmalı, başkaları oraya ulaşamamalı!" dedi. Ancak Aleyhissalatu vesselâm:
     "Hayır! Ruhumu kudret elinde tutan Zât'a yemin olsun! Gurfelerde kalanlar (peygamberler değiller), Allah'a inanıp peygamberleri tasdik eden kimselerdir!" buyurdular."
     Buhari, Bed'u'l-Halk 8; Müslim, Cennet 11, (2831).

     5093  - Hz. Ebu Hureyre radıyallahu anh anlatıyor: "Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki:
     "Cennete ilk girecek zümre, dolunay gecesindeki ay suretindedir. Onu takip eden zümre, parlaklık yönüyle gökteki en büyük yıldız gibidir. Cennetlikler bevletmezler, büyük abdest de bozmazlar, tükürmezler, sümkürmezler de. Tarakları altındandır, terleri misktir. Buhurdanları öd ağacından, zevceleri kara gözlü hurilerden olacak. Onlar ataları Âdem'in yaratılışı üzere, altmış zirâ boyunda tek bir adam suretinde olacaklar."
     Buhari, Bed'ü'l-Halk 8, Enbiya 1; Müslim, Cennet 15, (2834); Tirmizi, Cennet 7, (2540).

     5094  - Hz. Câbir radıyallahu anh anlatıyor: "Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm: "Cennet ehli cennette yerler ve içerler. Ancak tükürmezler, küçük ve büyük abdest bozmazlar, sümkürmezler de!" buyurmuştu. Ashab:
     "Peki yedikleri ne olur?" diye sordular. Aleyhissalatu vesselam:
     "Geğirmek ve misk sızıntısı gibi ter! Onlara tıpkı nefes ilham olunduğu gibi tesbih ve tahmid ilham olunur."
     Müslim, Cennet 18, (3835); Ebu Davud, Sünnet 23, (4741).

     5095  - Ebu Said el-Hudri radıyallahu anh anlatıyor: "Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki:
     "Bir kimse cennetlik olarak ölünce, büyük veya küçük, yaşı ne olursa olsun, otuz yaşında bir kimse olarak cennete girer ve artık bu yaş ebediyyen değişmez. Cehennemlikler için de durum böyledir."
     Tirmizi, Cennet 23, (2565).

     5096  - Hz. Ebu Hureyre radıyallahu anh anlatıyor: "Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki:
     "Cennet ehlinin vücudu kılsız, yüzü sakalsız, gözleri sürmelidir, gençlikleri zail olmaz, elbiseleri eskimez."
     Tirmizi, Cennet 8, (2542).

     Tirmizi'nin bir rivayetinde şu ziyade var: "Cennetliklerin başlarında taçlar vardır. Taçtaki tek bir inci, meşrık ile mağrib arasını aydınlatır."

     5097  - Ebu Rezin el-Ukayli radıyallahu anh anlatıyor: "Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki:
     "Cennet ehlinin çocuğu olmaz, (orada doğum yoktur)."
     Tirmizi, Cennet 23, (2566).

     5098  - Hz. Enes radıyallahu anh anlatıyor: "Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm: "Mü'mine cennette şu şu kadar (kadınla) cima gücü verilir!" buyurmuşlardı. Kendisine:
     "Ey Allah'ın Resûlü! Buna tâkat getirilebilir mi?" diye soruldu.
     "Yüz (kişinin) gücü verilir! (Böyle olunca takat getirir!)" buyurdular."
     Tirmizi, Cennet 6, (2539).

     5099  - el-Hudri radıyallahu anh anlatıyor: "Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki:
     "Kıyamet günü arz, tek bir çörek olacak. Cebbâr (olan Allah Teâla hazretleri), onu, cennetliklere azık olarak elinde çevirecektir, tıpkı sizin sefer sırasında çöreğinizi çevirdiğiniz gibi!" Bu sırada bir yahudi gelerek:
     "Ey Ebu'l-Kâsım! Rahman (olan Allah) seni mübarek kılsın! Kıyamet günü cennet ehlinin (iştah açıcı) ikramı ne olacak haber vereyim mi?" dedi. Efendimiz:
     "Söyle bakalım!" buyurdular. Adam, tıpkı Aleyhissalâtu vesselâm'ın söylediği gibi:
     "Arz, tek bir çörek olur!" dedi. Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm bize baktılar. Sonra azı dişleri görününceye kadar tebessüm buyurdular ve:
     "Peki cennet ehlinin katıklarını sana haber vereyim mi?" dediler. Adam: "Buyurun!" dedi. Aleyhissalatu vesselam:
     "Bâlâm ve nûn!" buyurdular. Adam:
     "Bu nedir?" dedi. Aleyhissalatu vesselam:
     "Öküz ve balıktır. Bunların ciğerlerinin kenarından yetmişbin kişi yer" buyurdular."
     Buhari, Rikak 44; Müslim, Münafikûn 30, (2792).

     5100  - el-Hudri radıyallahu anh anlatıyor: "Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki:
     "Cennet ehlinden derecesi en düşük olanın seksenbin hizmetçisi, yetmişiki zevcesi vardır. Onun için inciden, zebercedden ve yakuttan bir çadır kurulur. Bu çadır, Câbiye'den San'a'ya kadar uzanan bir büyüklüktedir."
     Tirmizi, Cennet 23, (2565).

     5101  - İbnu Ömer radıyallahu anhüma anlatıyor: "Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki:
     "Cennet ehlinin mertebece en düşük olanı o kimsedir ki: Bahçelerine, zevcelerine, nimetlerine, hizmetçilerine, koltuklarına bakar. Bunlar bin yıllık yürüme mesafesini doldururlar.
     Cennetliklerin Allah nezdinde en kıymetli olanları ise, vech-i ilahiye sabah ve akşam nazar ederler."
     Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm sonra şu ayeti okudu. (Meâlen): "Yüzler vardır, o gün ter ü tâzedir, Rablerini görecektir" (Kıyamet 22-23).
     Tirmizi, Cennet 17, (2556), Tefsir, Kıyamet (3327).

     5102  - Mugire İbnu Şu'be radıyallahu anh anlatıyor: "Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki:
     "Hz. Musa aleyhisselâm Rabbine sordu:
     "Derece itibariyle cennet ehlinin en düşüğü nasıldır?" Rab Teâla buyurdu: "O, cennet ehli cennete dahil edildikten sonra gelecek olan bir adamdır ki kendisine:
     "Cennete gir!" denilir. Adam:
     "Ey Rabbim nasıl gireyim. Herkes yerlerine yerleşti, mekanlarını tuttu!" der. Ona şöyle denilir:
     "Sana dünya meliklerinden birinin mülkü kadar mülk verilmesine razı mısın?"
     "Rabbim, razıyım!" der. Rab Teâla:
     "Sana bu verilmiştir. Onun misli, onun misli, onun misli, onun misli de."
     Adam beşincide:
     "Ey Rabbim razı oldum (yeter!)" der. Rab Teâla:
     "Bu sana verildi, on misli daha verildi. Ayrıca gönlün her ne isterse, gözün neden zevk alırsa, sana hep verilmiştir!" buyurur. Adam:
     "Rabbim razı oldum (yeter!)" der. (Hz. Musa sormaya devam eder):
     "Ya derecesi en üstün olan (nasıldır)?"
     "İşte irade ettiklerim bunlardı. Onların keramet fidanlarını kendi elimle diktim ve üzerlerine mühür vurdum. Onlara hazırladığımı, ne bir göz görmüş ne bir kulak işitmiştir, hiçbir beşer kalbine de hutur etmemiştir."
     Müslim, İman 312, (189); Tirmizi, Tefsir, Secde, (3196).

     5103  - Ebu Sa'id el-Hudri radıyallahu anh anlatıyor: "Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: "Allah Teâla hazretleri cennet ehline;
     "Ey cennet ahalisi!" diye seslenir. Onlar:
     "Ey Rabbimiz, buyur! Ebrine âmâdeyiz! Hayır senin elindedir!" derler. Rab Teâla:
     "Razı oldunuz mu? diye sorar. Onlar:
     "Ey Rabbimiz! Razı olmamak ne haddimize! Sen bize mahlûkatından bir başkasına vermediğin nimetler verdin!" derler. Rab Teâla:
     "Ben sizlere bundan daha fazlasını vereyim mi?" der. Onlar:
     "Bu verdiklerinden daha üstün ne olabilir?" derler. Rab Teâla:
     "Size rızamı helal kıldım. Artık, size ebediyen gadab etmeyeceğim!" buyururlar."
     Buhari, Rikâk 51, Tevhid 38; Müslim, Cennet 9, (2829); Tirmizi, Cennet 18, (2558).

     5104  - Ebu Hureyre radıyallahu anh anlatıyor: "Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki:
     "Bana cennete giren ilk üç kişi arzedildi. Bunlardan biri şehid, biri iffetli olan (ve azla yetinerek) iffetini koruyan, biri de Allah'a ibadetini güzel yapan ve efendilerine hayırhah olan bir köle idi."
     Tirmizi, Fezâilu'l-Cihad 13, (1642).

     5105  - Harise İbnu Vehb radıyallahu anh anlatıyor: "Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm:
     "Size cennet ehlini haber vereyim mi?" buyurdular. Ashab:
     "Evet ey Allah'ın Resûlü" dedi. Aleyhissalatu vesselâm:
     "Her bir biçare addedilen zayıf kimsedir. Bu kimse, bir hususta Allah'a yemin etse, Allah onun dilediğini yerine getirirek tebrie eder ve hânis kılmaz" buyurdu ve tekrar sordu:
     "Size cehennem ehlini haber vereyim mi? Bunlar kaba, cimri ve kibirli kimselerdir."
     Buhari, Tefsir, Nûn 1, Edeb 61, Eymân 9; Müslim, Cennet 46, (2853); Tirmizi, Cehennem 13, (2608).

     5106  - Ebu Davud'da Harise radıyallahu anh'tan gelen bir rivayette, Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm şöyle buyurmuştur:
     "Cennete ne zengin cimri, ne de kaba merhametsiz girer."
     Ebu Davud, Edeb 8, (4801).

RİYÂZÜ’S-SÂLİHÎN / TÖVBE - ALLAH’DAN AF DİLEMEK (4)

HADİS-İ ŞERİFLER / RİYÂZÜ’S-SÂLİHÎN
TÖVBE
ALLAH’DAN AF DİLEMEK (4)

     21.  Ebû Saîd Sa`d İbni Mâlik İbni Sinân el-Hudrî radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
     “Vaktiyle doksan dokuz kişiyi öldürmüş bir adam vardı. Bu zât yeryüzünde en büyük âlimin kim olduğunu soruşturdu. Ona bir râhibi gösterdiler.
     Bu adam râhibe giderek:
     - Doksan dokuz adam öldürdüm. Tövbe etsem kabul olur mu? diye sordu.
     Râhip:
     - Hayır, kabul olmaz, deyince onu da öldürdü. Böylece öldürdüğü adamların sayısını yüz’e tamamladı. Sonra yine yeryüzünde en büyük âlimin kim olduğunu soruşturdu. Ona bir âlimi tavsiye ettiler. Onun yanına giderek:
     - Yüz kişiyi öldürdüğünü söyledi; tövbesinin kabul olup olmayacağını sordu.
     Âlim:
     - Elbette kabul olur. İnsanla tövbe arasına kim girebilir ki! Sen falan yere git. Orada Allah Teâlâ’ya ibadet eden insanlar var. Sen de onlarla birlikte Allah’a ibadet et. Sakın memleketine dönme. Zira orası fena bir yerdir, dedi.
     Adam, denilen yere gitmek üzere yola çıktı. Yarı yola varınca eceli yetti. Rahmet melekleriyle azap melekleri o adamı kimin alıp götüreceği konusunda tartışmaya başladılar.
     Rahmet melekleri:
     - O adam tövbe ederek ve kalbiyle Allah’a yönelerek yola düştü, dediler.
     Azap melekleri ise:
     - O adam hayatında hiç iyilik yapmadı ki, dediler.
     Bu sırada insan kılığına girmiş bir melek çıkageldi. Melekler onu aralarında hakem tayin ettiler.
     Hakem olan melek:
     - Geldiği yerle gittiği yeri ölçün. Hangisine daha yakınsa, adam o tarafa aittir, dedi.
     Melekler iki mesâfeyi de ölçtüler. Gitmek istediği yerin daha yakın olduğunu gördüler. Bunun üzerine onu rahmet melekleri alıp götürdü.
     Buhârî, Enbiyâ 54; Müslim, Tevbe 46, 47, 48

     Sahîh(-i Müslim)deki bir başka rivayete göre:
     “O kimse iyi insanların yaşadığı köye bir karış daha yakın olduğundan oralı sayıldı.”

     Sahîh(-i Müslim)deki bir diğer rivayete göre:
     “Allah Teâlâ öteki köye uzaklaşmasını, beriki köye yaklaşmasını, meleklere de iki mesâfenin arasını ölçmelerini emretti. Adamın beriki köye bir karış daha yakın olduğu görüldü. Bunun üzerine affedildi.”

     Bir başka rivayette ise:
     “Adam göğsünün üzerinde öteki köye doğru ilerledi” denilmektedir.

     Ebû Saîd el-Hudrî
     Tam adı Sa’d İbni Mâlik İbni Sinân el-Hudrî’dir. Medine’de müslüman bir ailede büyüdü. İslâmiyet ile çocukluk yıllarında şereflendi. Mescid-i nebevî’nin inşâsına yardım etti. Uhud savaşına katılmayı çok istediği halde, Resûl-i Ekrem onun henüz çocuk olduğunu söyleyerek bu dileğini kabul etmedi. Babasının Uhud’da şehid olmasından sonra, şiddetli geçim sıkıntısı çekti. Hatta açlıktan karnına taş bağlamak zorunda kaldı. Yine böyle açlıktan kıvrandığı bir gün annesinin ısrarıyla Hz. Peygamber’e durumunu anlatmak ve ondan yardım istemek üzere huzuruna gitti. Resûl-i Ekrem ona, istemekten sakınanı Allah’ın iffetli kılacağını, halktan bir şey beklemeden elinde olanla yetineni zengin edeceğini, sabretmek isteyene de sabır vereceğini söyledi. O günden sonra Ebû Saîd kimseden bir şey talep etmedi. İşleri yoluna girdi ve Medineli müslümanlar arasında sayılı zenginlerden oldu.
     İlk defa Hendek Gazvesine daha sonra 12 gazveye iştirak etti. Bazı seriyyelerde görev aldı, hatta seriyye komutanlığı yaptı.
     Ashâb-ı kirâm’ın fakihlerinden olması sebebiyle Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem’in vefâtından sonra Medine’de fetvâ vermekle ve öğretimle meşgul oldu. Ayrıca Ebû Saîd el-Hudrî, binden fazla hadis rivâyet eden ve müksirûn diye anılan yedi sahâbîden biridir.
     Birgün Medine valisi Mervân İbni Hakem’in oturmakta olduğu yerden bir cenâze götürüyorlardı. Mervân ayağa kalkmadı. Bunun üzerine Ebû Saîd:
     - “Biz Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem ile oturuyorken bir cenâze geçti. Efendimiz derhal ayağa kalktılar” diye hadisi okuyunca Mervân ayağa kalkmak zorunda kaldı.
     Ebû Saîd kendisine baş vurulan konularda Hz. Peygamber’den duyduğu bir hadisle veya onun yaptığını gördüğü bir fiille cevap verirdi. Böylece Peygamber Efendimiz’in sünnetinin ümmet arasında gerek bilgi gerekse uygulama olarak yayılmasına gayret gösterirdi.
     Ebû Saîd hak yanlısı bir kimse olduğu kadar cesur, pek sabırlı ve fedâkar bir zât idi.Yoksullara, yetimlere dâima yardım eder, bakıma muhtaç çocukları evine alarak besler, büyütür ve eğitirdi. 74 (694) yılında, seksen küsur yaşlarında iken bir cuma günü vefât etti.
     Allah ondan razı olsun.

     Açıklamalar
     Günahlar ne kadar çok ne kadar büyük olursa olsun, onlardan kurtulmanın mutlaka bir yolu vardır. Adam öldürmek büyük günahlardan biridir. Bir katil beş on kişiyi değil, yüz kişiyi bile öldürmüş olsa, Allah’ı inkâr etmedikten sonra günahını affettirmesi mümkündür. İşte hadisimiz bu gerçeği çarpıcı bir misalle anlatmaktadır.
     Hz. Îsâ’dan sonraki zamanlarda doksan dokuz kişiyi öldüren bir adam, yaptığı yanlışı sonunda anlamış, günahlarından temizlenmeyi arzu etmiş, bunun mümkün olup olmadığını öğrenmek üzere dünyanın en bilgili adamını aramaya başlamıştı.
     Ne yazıkki ona âlim diye gösterilen kimse, gerçek bir din âlimi değildi. Bunun için de o günah hastasına bir kurtuluş reçetesi veremedi. Vicdanını kanatmaya başlayan günahların dayanılmaz baskısı altında bulunan zavallı adam, derdinin bir devası bulunmadığını duyunca eski çılgınlıkları depreşti, âlim geçinen o adamı da cinayet listesine ekleyiverdi.
     Halbuki o sözde âlim etraflıca düşünmeliydi. Öldürmeyi alışkanlık hâline getirmiş bir cinayet makinasıyla karşı karşıya bulunduğunu hesap etmeliydi. Arslan için parçalamak nasıl tabii bir olaysa, böylesi kimseler için de öldürmenin aynı derecede tabii olduğunu bilmeliydi. Ama bilemedi. Zira bunu bilecek kadar ilmi ve anlayışı yoktu. Allah Teâlâ’nın sonsuz merhamet sahibi olduğunu bilen bir âlim, tövbe yollarını arayan birini ümitsizlik batağına nasıl fırlatabilirdi. Bu olacak şey değildi. Tövbe kapısına yapışan bir günahkârı ilâhî rahmetin yıkayıp arıtacağını bilmeyen bir kimsenin ne ilmi ne de anlayışı olabilirdi. Halk o râhibin ibadetle meşgul olmasına bakarak kendisini âlim sanmıştı. Ne yazıkki bu câhil adam bir şey bilmediğini de bilmiyordu. Bir kurtuluş yolu arayan katile bu sebeple yanlış fetvâ vermiş ve böylece hem kendini mahvetmiş hem de karşısındakini günaha sokmuştu.
     Katilin ikinci arayışında, gerçek âlimi bulduğu görülmektedir. Çünkü bu adam samimiyetle tövbe eden bir kimseyi Allah Teâlâ’nın reddetmeyeceğini biliyordu. Bu sebeple o günahkâra ümit verdi ve bu davranışıyla o, ilmin ibadetten üstün olduğunu ortaya koydu.
     Bu âlimin günahkâr adama “Sakın memleketine dönme! Zira orası fena bir yerdir” şeklindeki tavsiyesi pek önemli bir gerçeği ortaya koymaktadır. “Üzüm üzüme baka baka kararır” atasözünün de ifade ettiği gibi, kötü insanların çoğunlukta olduğu bir yerde yaşayan, ahlâkı bozulmuş kimselerle düşüp kalkmaya devam eden kimsenin, onların fena tesirinden kurtulması kolay değildir. Şu hâlde iyiye, doğruya ve güzele ulaşmak isteyen birinin, içinde yaşadığı kötü çevreyi mutlaka terk etmesi gerekir. Kara kazanın karasından kurtulmanın bir başka yolu yoktur.
     Güzel, temiz ve mutlu bir hayatı kucaklayıp ömür boyu bahtiyar yaşamanın ikinci şartı ise, o gerçek âlimin tavsiye ettiği gibi, iyi kimselerle bir arada olmaktır. Onlarla düşüp kalkmak, Allah’a giden yolda onlarla birlikte yürümektir.
     İyilerin zarar etmesi mümkün değildir. Yüce Rabbimiz’in iyi kimseleri gözetip kolladığı, günahlarını affederek onları cennetinde ağırlamak istediği bu hadîs-i şerîfte açıkca görülmektedir. Yüz kişiyi öldürmesine rağmen, Cenâb-ı Hak o günahkâr kulunun gönlünde parıldayan tövbe ışığını rahmet meleklerine göstermiş ve onu azap meleklerine karşı savunmalarını istemiştir. Anlaşıldığına göre azap melekleri o şahsın tövbe yolunu tuttuğunu bilmiyorlardı. Bu sebeple rahmet meleklerine “İyi ama o adam hayatında hiç iyilik yapmadı ki!” diye diretiyorlardı.
     Tövbe etmeye karar verenleri bağışlayacağını bize canlı bir misalle göstermek isteyen Allah Teâlâ, rahmet melekleri ile azap melekleri arasındaki çekişmeyi halletmek üzere bir başka meleğini insan kılığında gönderdi; aralarında onu hakem tayin etmelerini diledi ve o meleğe nasıl hakemlik yapacağını öğretti.
     Hadîs-i şerîfin bir başka rivayetinde Cenâb-ı Mevlâ’nın “öteki köye uzaklaşmasını, beriki köye de yaklaşmasını emretmesi”, yüz kişiyi bile öldürmüş olsalar tövbekâr kullarını affedeceğini ve onları rahmetiyle kucaklayacağını ortaya koymaktadır.
     Furkan sûresinin 68-70. âyetlerinde Cenâb-ı Hakk’ın has kulları anlatılırken onların Allah Teâlâ’ya ortak koşmayacakları,adam öldürmeyecekleri ve zina etmeyecekleri belirtilir. Bu günahları işleyenlerin ise, yaptıklarının cezasını mutlaka çekecekleri ve kıyamet gününde pek kötü bir duruma düşecekleri anlatılır. Sonra da bir istisna yapılarak şöyle buyurulur:
     “Ancak tövbe ve iman edip iyi işler yapanlar başkadır. Allah onların kötülüklerini iyiliklere çevirir. Allah çok bağışlayıcıdır; engin merhamet sahibidir.”
     Tövbe kapısını açık bırakarak günahkâr gönüllere soğuk sular serpen bu âyet-i kerîmeyi Zümer sûresinin 53. âyeti pekiştirmekte ve sonsuz merhamet sahibi Allah Teâlâ’dan asla ümit kesilmeyeceğini şöyle ifade etmektedir:
     “Ey kendilerinin aleyhinde çalışarak haddi aşan kullarım! Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin. Çünkü Allah bütün günahları bağışlar.” Bu kıssada anlatılan tövbekâr katilin İslâmiyet’ten önce yaşadığı, bu sebeple de onun bize örnek olamayacağı düşünülebilir. Burada dinimizin bir prensibini hatırlatmak faydalı olacaktır. Bu prensibe göre Allah ve Resûlü, eski milletlerin din ve inançlarına dair bazı bilgiler verdikten sonra o bilgilerin hükümsüz olduğunu belirtmezlerse, bunlar bizim için de bir kaynak ve dayanak olur. Peygamber Efendimiz bu kıssayı anlattıktan sonra onun bizim için geçersiz olduğunu söylemediğine göre, bu olaydan ders almamızı ve buna uygun hareket etmemizi istediği anlaşılmaktadır.

     Hadisten Öğrendiklerimiz
1. Günahım bağışlanmaz diye ümitsiz olmamalıdır. Çünkü günah ne kadar büyük olursa olsun, Allah’ın merhameti daha büyüktür.
2. Cenâb-ı Hakk’ın kendisine tövbe nasip ettiği ve iyiliğe kabiliyetli olarak yarattığı kimse, büyük günahlar da işlemiş olsa, birgün gelir Allah’a yönelir; tövbe ederek günahlarını affettirir.
3. İyi bir âlim çok ibadet eden bilgisiz kişiden daha değerli ve faydalıdır. Kıssamızdaki câhil âbidin hem kendisini hem de kendisine akıl danışan kimseyi mahvetmesi, şuurlu âlimin ise hem kendisini hem de kendisine akıl danışanı kurtuluşa götürmesi bunu göstermektedir.
4. Halkın mânevî önderi durumunda olan kişilerin son derece anlayışlı, ümit verici ve sevgi dolu kimseler olması gerekir.
5. İyi kimselerle dostluk kurmalı, fena hâlleri devam ettiği sürece kötü insanlardan uzak durmalıdır. Aksi hâlde kötülerin etkisinden kurtulmak mümkün değildir. İyilerle bir arada olma gayreti, kişinin doğru yolda olduğunu gösterir.
6. Resûl-i Ekrem Efendimiz ümmetini eğitirken geçmiş milletlerin ibretli hikâyelerine zaman zaman baş vurmuştur. Güzel dinimizin esaslarına ters düşmemek şartıyla, insanları irşad eden kimseler bu nevi kıssalardan faydalanabilir.

14 Nisan 2013 Pazar

CENNET KONULU HADİS-İ ŞERİFLER (2)

C E N N E T
KÜTÜB-İ SİTTE'DE KAYITLI
CENNET KONULU
HADİS-İ ŞERİFLER (2)
     5070  - Hz. Ebu Hureyre radıyallahu anh anlatıyor:
     "Cennette hiçbir ağaç yoktur ki gövdesi, altından olmasın."
     Tirmizi, Cennet 1, (2527).

     5071  - Yine Ebu Hureyre radıyallahu anh anlatıyor: "Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki:
     "Cennette, yay kadar bir yer, güneşin üzerine doğduğu veya battığı şeyden (dünyadan) daha hayırlıdır."
     Buhari, Bed'ü'l-Halk 8, Tefsir, Vakı'a 1; Müslim, Cennet 6, (2826); Tirmizi, Cennet 1, (2525).
     Tirmizi, Hz. Enes'ten şu ziyadede bulunmuştur: "Sizden birinizin yayı kadar veya kamçısı kadar cennetteki bir yer, dünya ve içindekilerden daha hayırlıdır. Cennet ehlinden bir kadın, arz ehline görünecek olsa, dünya ve içindekileri aydınlatır, arzla semâ arasını güzel koku ile doldururdu, onun başörtüsü dünya ve içindekilerden daha hayırlıdır."

     5072  - Sa'd İbnu Ebi Vakkâs radıyallahu anh anlatıyor:
     "Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: "Cennette olan şeyden bir tırnağın azalttığı miktar, semavat ve dünya arasında dört ciheti de tezyin etmiş olarak görünürdü. Eğer cennet ehlinden bir adam dünya ehline zuhûr etse ve bilezikleri görünse o(nun şavkı) güneşin ziyasını bastırırdı, tıpkı güneşin, yıldızların ziyasını bastırması gibi."
     Tirmizi, Cennet 7, (2541).

     5073  - Hz. Enes radıyallahu anh anlatıyor: "Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki:
     "Sidretü'l-Müntehâ'ya çıkarıldım. Orada dört nehir gördüm: İki nehir zâhirdi, iki nehir de bâtın. Zâhir olan iki nehir Nil ve Fırat nehirleriydi. Bâtın olanlar da cennetin iki nehri idi."
     Buhari, Eşribe 12; Müslim, İman 264, (164).

     5074  - Hz. Büreyde radıyallahu anh anlatıyor: "Bir adam Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm'a: "Cennette at var mı?" diye sordu. Aleyhissalatu vesselam da:
     "Allah Teâla Hazretleri seni cennete koyduğu takdirde, kızıl yâkuttan bir at üzerinde orada dolaşmak isteyecek olsan, o seni istediğin her yere uçuracaktır" buyurdular. Bunun üzerine diğer biri de:
     "Cennette deve var mı?" diye sordu. Ama buna Aleyhissalatu vesselam öncekine söylediği gibi söylemedi. Şöyle buyurdular:
     "Eğer Allah seni cennete koyarsa, orada canının her çektiği, gözünün her hoşlandığı şey bulunacaktır."
     Tirmizi, Cennet 11, (2546).

     5075  - Hz. Ali radıyallahu anh anlatıyor: "Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki:
     "Cennette siyah gözlülerin (hurilerin) toplanma yerleri vardır. Orada, benzerini mahlukâtın hiç işitmediği güzel bir sesle şarkı okurlar ve şöyle söylerler:
     "Bizler ebedileriz, hiç ölmeyiz!
     Bizler nimetlere mazharız, fakr bilmeyiz!
     Rabbimizden razıyız, mükedder olmayız!
     Kendisinin olduğumuz beylerimize ne mutlu!"
     Tirmizi, Cennet 24, (2567).

     5076  - Hz. Enes radıyallahu anh anlatıyor: "Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki:
     "Cennet ehlinin bir çarşısı vardır. Her cuma oraya gelirler. Derken kuzey rüzgârı eser, elbiselerini ve yüzlerini okşar. Bunun tesiriyle hüsün ve cemalleri artar. Böylece ailelerine, daha da güzelleşmiş olarak dönerler. Hanımları:
     "Vallahi, bizden ayrıldıktan sonra sizin cemal ve güzelliğiniz artmış!" derler. Erkekler de:
     "Sizler de, Allah'a kasem olsun, bizden sonra çok daha güzelleşmişsiniz!" derler."
     Müslim, Cennet 13, (2833).

     5077  - Hz. Ali radıyallahu anh anlatıyor: "Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki:
     "Cennette bir çarşı vardır. Ancak orada ne alış, ne de satış vardır. Sadece erkek ve kadın sûretleri vardır. Erkek bunlardan bir suret arzu ederse o sûrete girer."
     Tirmizi, Cennet 15, (2553).

İSLAM TARİHİ / KİSRÂ'NIN İSLÂMA DÂVET EDİLMESİ

İSLAM TARİHİ
KİSRÂ'NIN İSLÂMA DÂVET EDİLMESİ

     (Hicret’in 7. senesi Muharrem ayı / Milâdî 628)
     Hükümdarları İslam’a davet kararı alan Resûl-i Kibriya Efendimiz, ashap­tan Abdullah b. Huzafe’yi de İran Kisrâsı Per­viz b. Hürmüz’e elçi olarak gön­derdi.
     İran’a varıp, saraya kabul edilen Hz. Abdullah b. Hu­zafe, Pey­gam­be­ri­mizin İslam’a davet mektubunu bizzat Kis­râ Per­viz’in eline teslim etti. Kisrâ, mek­tubu kâtibine okut­tu:
     “Bismillahirrahmânirrahîm!
     “Allah Resûlü Muhammed’den Farsların Büyüğü Kis­râ’­ya!”
     Bu hitap, Kisrâ’yı son derece hiddetlendirdi. Mektubun devamının okunması­na müsaade etmeden ve muhtevasını öğrenmeden, “Şuna bak! Be­nim kulum, kölem olan kişi, (hâşâ) kalkıyor da bana mektup yazıyor!” diyerek Hz. Re­­sû­lul­lah’ın mübarek mektubunu alıp ortadan küstahça yırt­tı; [1] sonra da had­dini aşarak, elçi Abdullah b. Hu­za­fe’­ye, “Mülk ve saltanat bana mahsustur! Be­nim bu husus­ta ne yenilgiye uğramaktan, ne de bana ortak çıkacağından asla endişem ve korkum yoktur! Firavun, İsrailoğullarına hâkim olmuş­tu! Siz, on­lardan daha güçlü değilsiniz! Sizi derhal hâkimiyetim altına almaya engel ola­cak ne var? Ben, Firavun’dan daha iyi ve güçlüyümdür!” diye hitap etti ve onu adamları vasıtasıyla dışarıya çıkarttırdı. [2]

     Abdullah b. Huzafe’nin Medine’ye Dönüşü
     Hz. Abdullah b. Huzafe, Peygamber Efendimizin İslam’a davet mektubunu Kisrâ’ya vermekle vazifesini yerine getirmişti. Bu sebeple, saraydan çıkartılır çı­kartılmaz hemen bineğine atlayarak Me­dine’nin yolunu tuttu.
     O sırada Kisrâ’nın öfkesi bir nebze dinmiş olacak ki onu bulup getirmelerini adamlarına emretti. Ancak Hz. Abdullah çoktan oradan uzaklaşmıştı.
     Medine’ye gelen Hz. Abdullah, Resûl-i Kibriya Efendimizin huzuruna çıktı. Olup bitenleri haber verdi. Resûl-i Ekrem Efendimiz, “Yâ Rabbi! Nasıl o benim mektubumu parçaladı, sen de onu ve onun mülkünü parçala!” diye Kis­râ’­ya beddua etti. [3]
     Bu bedduanın tesiriyledir ki Kisrâ Perviz’in oğlu Şî­re­veyh, hançerle onu par­çaladı. Sa’d İbni Ebî Vakkas Haz­ret­leri ise, İran saltanatını paramparça etti. Sasanîye dev­le­tinin hiçbir yerde şevketi kalmadı. [4]

     Pey­gam­be­ri­mizin Gönderdiği Mektup
     Resûl-i Ekrem Efendimizin İran Kisrâsı Hüsrev Per­viz’e gönderdiği İslam’a davet mektubunun tam metni şöy­leydi:
     “Bismillahirrahmânirrahîm!
     “Allah’ın Resûlü Muhammed’den Farsların Büyüğü Kis­râ’­ya!
     “Doğru yola gidenlere, Allah’a ve Peygamberine iman edenlere, bir Al­lah’tan başka ilâh olmadığına, O’nun hiçbir ortağı da bulunmadığına ve Mu­hammed’in O’nun kulu ve Resûlü olduğuna şe­hâ­det edenlere selam olsun!
     “Ben, seni Allah’ın dinine [İslam’a] davet ediyorum; çün­kü ben, bütün in­san­lara ‘hayatı olan kişilere (gelecek teh­likeleri) haber ver­mek ve kâfirlere o söz hak olmak için (azap sözü gerçekleşmesi için)’ (Yâsin, 70) peygamber ola­rak gönderildim.
     “Müslüman ol ki selamete eresin! Eğer davetimden yüz çevirirsen, Mecusi kavminin günahı senin boynuna olsun!” [5]
     Kisrânın, Yemen Vâlisine Emri
     Kisrâ, Efendimizin mübarek mektubunu yırtmakla da hiddet ve hırsını din­di­rememişti; Yemen Vâlisi Bâzân’a, “Duyduğuma göre, Ku­reyş’ten biri or­taya çıkmış, peygam­ber­lik dava ediyormuş! Sen, güçlü kuvvetli adamlarından iki­si­ni gönder; onu bağlayıp getirsinler!” diye haber gönderdi. [6]
     Bâzân, emri yerine getirmede gecikmedi: Peygamber Efendimize iki kişi gön­derdi; ellerine de, Efendimizin gidip Kisrâ’­ya teslim olmasını emreden bir mektup verdi!
     Babeveyh ve Hurre Husre adındaki bu adamlar, Medine’ye gelerek, Resûl-i Ekrem Efendimizin huzuruna çıktılar. Baba­veyh, Efendimize hitaben, “Kisrâ, Vâli Bâzân’a yazı yazıp, seni kendisine ge­tirmek üzere sana adam gönderme­sini emretti. Bâzân da beni sana gönderdi. Eğer benimle gelirsen, Yemen Vâlisi, Kisrâ’ya senin lehinde mektup yazar, seni bağışlatır; eğer benimle birlikte gel­mekten çekinirsen, Kisrâ seni de, senin kavmini de yok eder, mem­le­ketini de yıkar!” dedikten sonra, Bâzân’ın mektubu­nu verdi. [7]
     Resûl-i Ekrem Efendimiz, Babeveyh’in anlattıklarını ve mektubun muhte­vasını öğrendikten sonra gülümsedi; son­ra da onları İslamiyete davet etti.
     Elçiler, Efendimizin huzurunda mânevî heybetinden dolayı tir tir titriyor­lardı; fakat bunu hissettirmemek için cesaretli konuşmaya çalışıyorlardı.
     Peygamber Efendimiz sadece, “Ne yapmak istediğimi yarın size haber veri­rim” deyip onları huzurundan çıkardı. [8]
     Ertesi gün Resûl-i Kibriya Efendimiz, vahiyle gelen şu ha­beri onlara iletti:
     “Yüce Allah, Kisrâ’ya, oğlu Şîreveyh’i musallat kıldı; Şî­re­veyh, onu filan ayda, filan gecede ve gecenin de filan saatinde öldürdü!” [9]
     Bu haber karşısında elçiler, şaşırıp kaldılar.
     Peygamber Efendimiz, ayrıca onlara hitaben, “Bâzân’a deyiniz ki: ‘Benim di­nim ve hâkimiyetim, Kisrâ’nın mülk ve saltanatının ulaştığı yerlere kadar ula­­şacaktır!’ Yine ona deyiniz ki: ‘Eğer sen Müslüman olursan, şu anda idare et­mekte olduğun yerleri sana vereceğim; seni, Eb­na­lar’­dan (Güney Arabis­tan’da yerleşen İranlılar) meydana gelen kavme hükümdar yapacağım!’” [10] diye buyurdu.
     Bunun üzerine, Bâzân’ın adamları Yemen’e döndüler; olup bitenleri anlatıp, Pey­gam­be­ri­mizden görüp duyduklarını naklettiler.
     Vâli Bâzân, “Vallahi, bu, hükümdar sözü değildir; öyle sa­nıyorum ki bu zât, dediği gibi, bir peygamberdir!” [11] de­mekten kendini alamadı; sonra da, gönder­diği adamları­na, “Onu nasıl buldunuz?” diye sordu.
     Onlar, “Biz, ondan daha heybetli, hiçbir şeyden korkmayan ve muhâfızsız bulunan bir hükümdar görmedik! Mütevazı ve yaya olarak halk arasında yü­rüyordu!” cevabını verdiler.
     Bâzân, bir müddet beklemeyi uygun buldu; “Kisrâ hakkında söylemiş ol­duğu sözün neticesini bekleyelim. Eğer sözü doğru çıkarsa, o gerçekten Allah tarafından insanlara gönderilmiş bir peygam­berdir; şayet dediği doğru çık­mazsa, o zaman gereğini düşünürüz!” dedi. [12]
     Aradan birkaç gün gibi kısa bir zaman geçmişti ki Kisrâ’nın oğlu Şîre­veyh’ten, Bâzân’a şu mektup geldi:
     “Ben, Kisrâ’yı öldürdüm! Bu mektubum sana gelince, benim nâmıma halkın bîatını al! Kisrâ’nın sana yazı yaz­mış olduğu zât hakkında da, yeni bir emrim gelinceye kadar bekle ve hiçbir teşebbüse geçme!” [13]
     Hesap ettiler: Gördüler ki Perviz’in öldürülmesi, Fahr-i Âlem Efen­dimizin haber verdiği aynı günün gecesine ve gecenin de aynı saatine rastlıyor! [14]
     Bâzân’ın gönül âlemi, bu apaçık mucize karşısında birden aydınlandı! “Mu­hammed (a.s.m.), muhakkak, Allah tarafından insanlara gönderilmiş bir pey­gamberdir” diyerek Müslüman oldu. [15]
     Onu, Yemen’de oturan Ebnalar’ın Müslüman olması takip etti. [16]
     Bâzân, daha sonra da, Müslüman olduklarını, Resûl-i Ekrem Efendimize ha­ber verdi. Bu haberi alan Efendimiz, onu San’a Vâlisi tayin etti. Bu, Pey­gam­be­ri­mizin tayin ettiği ilk vâli idi ve İran vâlilerinden imana gelen ilk zâttı. [17]
     Pey­gam­be­ri­mizin Kisrâya Gönderdiği Mektubun Aslı
     Resûl-i Ekrem Efendimizin Kisrâ’ya gönderdiği mektubun aslı, 1962 yılının Kasım ayı sonlarına doğru, Lübnan Dışişleri Bakanlığı görevinde bulunmuş olan Mr. Henri Pharaon’un, Dr. Salahaddin el-Müneccid’e okutturmak için başvurması üzerine ortaya çıkmıştır. Vesikayı, Birinci Dün­ya Harbi’nin so­nunda Henri Pharaon’un babası, Şam’­da yüz elli altına satın almış ve mahiye­ti­ni bilemediğinden ve­ya açığa vurmak istemediğinden olacak ki gizli tut­muş­tur.
     Dr. Salahaddin el-Müneccid’in tarif ve tavsifine göre, bu mektup, parşömen üzerine yazılmıştır; ancak zamanla rengi değişmiş ve dokuması eskimiş yeşil bir kumaşa yapıştırılmıştır. Mahfaza, ayrıca camdan bir çerçeveyle muhafaza edilmiş olduğundan, parşömen oraya yapışık kalmıştır.
     Parşömen eski ve yumuşaktır, rengi koyu kahverengidir; sahife kenarları bu sebeple siyahlaşmıştır. Mektubun boyu 28 cm, eni ise 21,5 cm’dir. Mektubun ebadı, ince uzundur; fakat üst kısmı alt kısmından geniştir. Mektupta 15 satır vardır ve bunların uzunlukları yerine göre 21,2 cmile 21,5 cmarasında değişmektedir. Çizilen satırların altında daireyi andıran bir mühür izi vardır ve bunun çapı 3 cm’dir.
     Mektupta, yukarıdan aşağıya doğru akmış su izleri vardır. Bunlar, bazı yer­lerde (harfler veya) kelimeleri silmiş, bazı yerlerde mürekkep izini hafiflet­miş ve mührün ortasına doğru bulunan (RESÛL) kelimesindeki (R) harfi hâriç, mühürdeki yazıyı silmiştir.
     Mektubun yırtılmış olduğu anlaşılmaktadır. Nitekim yırtık, başlangıçtaki ufkî üçüncü satırdan bu satırın ortasına kadar gitmekte, sonra dikey olarak onuncu satıra kadar inmekte, böylece yır­tık izi tersine bir (L) harfi manzarası arz etmektedir.
     Ayrıca bu yırtık, mektubun yazıldığı parşömenden fark edi­le­bi­len ve daha sonraki devre âit deriden yapılma ince bir iplikle di­kil­miştir.
     Mektubun yazı karakteri, Hendek Savaşı sırasında Sel dağındaki grafit kaya üzerine yazılmış bulunan en eski yazı karakterine uy­mak­tadır. [18]
___________________________________________________________________
Dip Notlar:[1] İbn Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 260; Süheylî, Ravdü’l-Ünf, c. 6, s. 590; Taberî, Tarih, c. 3, s. 90; Hale­bî, İnsanü’l-Uyûn, c. 3, s. 291.
[2] Süheylî, Ravdü’l-Ünf, c. 6, s. 590.
[3] İbn Kayyim, Zâdü’l-Meâd, c. 3, s. 71.
[4] Babasını öldürüp yerine geçen Şîreveyh, ancak altı ay yaşayabilmiştir. Saltanatın verdiği ihti­rasla, kardeşlerini de öldürtmüştü. Kendisine halef olacak erkek evladı da bulunmadığından, halk Şîreveyh’in Buran adındaki kızını saltanat tahtına geçirmişti. Peygamber Efendimiz bunu duyunca, “Mukadderatını bir kadının eline veren millet, felâh bulmaz!” diye buyurmuşlardı. Bu veciz ifadele­riyle Resûl-i Ekrem Efendimiz, İslam’ın âmme hukukunun en mühim bir kaide­si­ni ortaya koymuş­tur. Bu kâideye göre, İslam hukukunda “âmme velâyeti” denilen devlet teş­ki­lâtı reisliği, ancak bir erkek vatandaş tarafından tem­sil olunur. Millet otoritesini temsil edecek olan bu mevkiye kadın se­çilemez; çünkü, kadının fıtratı birçok cihetten bu çok ağır vazifeyi yük­lenip yürütmeye müsait de­ğildir. Bu sebepledir ki İslam hukukunda kadının alış veriş, şe­hâ­det, şirket, vesayet, veraset, vekâlet, hibe gibi her türlü medenî akid ve tasarrufları, sâir mil­let­lerin hukukuna nisbetle en geniş ölçüde muteber ve ticarî sahadaki çalışması meşru olduğu hâl­de, devlet başkanlığına seçilebilmesi husu­sunda kadın için herhangi bir hak kabul edil­memiştir (Tecrid Tercemesi, c. 10. s. 450).
[5] İbn Kesir, Sîre, c. 3, s. 508; İbn Kayyim, a.g.e., c. 3, s. 71; Halebî, İnsanü’l-Uyûn, c. 3, s. 291.
[6] Taberî, Tarih, c. 3, s. 90.
[7] Taberî, a.g.e., c. 3, s. 90-91.
[8] İbn Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 260.
[9] İbn Sa’d, a.g.e., c. 1, s. 260; Taberî, a.g.e., c. 3, s. 91; Halebî, İnsanü’l-Uyûn, c. 3, s. 292.
[10] Taberî, a.g.e., c. 3, s. 91.
[11] Taberî, a.g.e., c. 3, s. 91.
[12] Taberî, a.g.e., c. 3, s. 91.
[13] Taberî, a.g.e., c. 3, s. 91.
[14] İbn Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 260.
[15] Taberî, a.g.e., c. 3, s. 91.
[16] Taberî, a.g.e., c. 3, s. 91.
[17] A. Cevdet Paşa, Kısas-ı Enbiya ve Tevarih-i Hülefa, c. 1, s. 182.
[18] Prof. M. Hamidullah, İslam Peygamberi, c. 1, s. 260-261.

KAİNATIN EFENDİSİ; Hz. Muhammed (sav.)
Yazar:  Salih Suruç

Sağlıklı Beslenmek / VİTAMİNLERİN ÖNEMİ!

Neden Yaşlanırız?      Doğal yaşlanma sürecinde cildimizin esnek yapısı git gide azalmaktadır. Esnekliğin azalması cildimizin genç görünümün...