7 Eylül 2020 Pazartesi

KELİMELER ~ KAVRAMLAR : ZENGİNLİK

KELİMELER ~ KAVRAMLAR
ZENGİNLİK

     Sözlükte “varlıklı olma, fakir ve muhtaç olmama” anlamındaki zenginlik kelimesinin Arapça’da birden çok karşılığı bulunmakla birlikte daha ziyade gınâ kelimesi kullanılır.
     Fıkıhta zenginlik “aslî ihtiyaçlardan fazla mala sahip olma” mânasında kullanılır. Zenginlikle ilişkili bir başka kelime olan servet ihtiyaçtan çok daha fazla miktarda mal sahipliğini, yesâr ise kişinin malî açıdan rahatlığını, sıkıntı içinde bulunmaması durumunu ifade eder.
     “Gny” kökünden türeyen kelimeler çeşitli fiil ve isim kalıplarıyla Kur’an’da yetmiş üç yerde geçer; aynı kökten gelen ganî Allah’ın isimlerinden biri olarak on sekiz defa zikredilir ve “hiç kimseye, hiçbir şeye ihtiyacı olmayan” mânasına gelir. Mutlak zengin olan, hiçbir şeye ihtiyacı bulunmayan yalnızca O’dur. Hz. Peygamber’in, “Allahım! Hak mâbud sensin, senden başka tanrı yoktur. Ganî-i mutlak sensin, biz ise sana muhtacız, bize yağmur gönder” cümleleriyle başlayan bir yağmur duası (Ebû Dâvûd, “İstisḳāʾ”, 2) ilâhî zenginliğin yaratıklar için rahmet kaynağı olduğunu belirtir.
     Allah’tan başkasına izâfe edilen bütün zenginlikler, hem muhtaç bir varlık olan insanın bir ihtiyacının giderilmesine yaradığından nisbî ve mecazidir, hem de dünya hayatında imtihan edilmek üzere sınırlı bir süreyle emanet edilmiş, sınırlı miktarda bir mala sahip olmaktan kaynaklanan geçici bir niteliktir. İnsan için maddî zenginlikten daha önemli olan mânevî zenginlik ise hırstan ve tamahtan uzak kalıp sahip olduğuyla yetinme erdemini anlatır. Resûl-i Ekrem’in, “Zenginlik fazla servete sahip olmak değildir; asıl zenginlik gönlün ihtiyaç duygusundan uzak kalabilmesidir” hadisi de (Buhârî, “Riḳāḳ”, 15; Müslim, “Zekât”, 120) buna işaret eder.

     Fıkıhta;

     zenginlik bir imtiyaz doğurmayıp aksine çeşitli yükümlülüklerin gerekçesini teşkil eder. Bir başka deyişle bilhassa kamu yararına yönelik farz-ı kifâye türünden malî yükümlülükler öncelikle zenginlere yüklenir. Zenginliğin alt sınırı, çeşitleri ve bununla ilgili hükümler fıkıh kitaplarının özellikle zekât bölümünde ele alınır. Bu çerçevede, zekât vermenin farziyeti ile zekât alma ve dilenmenin cevazını belirleyen sınırların farklılık gösterdiği üç tür zenginlikten söz edilir (Kâsânî, II, 48-49). Bunun yanı sıra ceza hukukunda diyetin yüklenmesi, aile hukukunda eş, çocuklar ve diğer akrabalar için nafaka yükümlülüğü, vakıf, vasiyet, vergilendirme gibi diğer bazı alanlarda zenginlik ölçüsü farklı olabilir. Meselâ ceza hukukunda, diyetin âkıle denilen kişiler tarafından verilmesi gerektiği hallerde onu içlerinden “mûsir” denilen, malî açıdan rahatlık içinde bulunanlar üstlenir. Sadaka verme konusunda da Hz. Peygamber, “Sadakanın hayırlısı kişinin zengin olduğu halde verdiği sadakadır” buyurmuş (Buhârî, “Zekât”, 18) ve insanların başkalarına yardım yaparken bakmakla yükümlü oldukları kimseleri muhtaç duruma düşürmemesi gerektiğine işaret etmiştir.

     Hz. Peygamber, Muâz b. Cebel’i Yemen’e gönderirken ona verdiği tâlimatta zekâtın müslümanların zenginlerinden alınıp fakirlerine dağıtılmasını emretmiş (Buhârî, “Zekât”, 1) böylece zekât mükelleflerinin zenginler olduğunu belirtmiştir. Zekât vermeyi gerektiren zenginlik sınırının (nisâb-ı gınâ) naslarca belirlenen nisab miktarına ulaşmış, artıcı (nâmî) nitelikteki mala sahip bulunma olduğu konusunda fakihler arasında görüş birliği vardır. Öte yandan Resûl-i Ekrem’in, “Beş kişi hariç zengine zekât malı helâl olmaz. Bunlar Allah yolunda cihad eden gazi, zekât âmili, borçlu, parasını vererek zekât malını satın alan, fakir komşusu olup da o fakirin kendisine verilen zekâttan hediye verdiği zengin kişidir” şeklindeki hükmüne göre (Ebû Dâvûd, “Zekât”, 25) zenginlik kural olarak zekât almaya engel olmakla birlikte bu zenginliğin (nisâb-ı istiğnâ) ölçüsü konusunda fakihler arasında görüş ayrılığı vardır.

    Hanefîler’e göre zekât almaya mani zenginliğin sınırı da artıcı olma şartı dışında nisâb-ı gınâ ile aynı olup temel ihtiyaçlardan fazla nisab miktarı mala sahip olan kimsenin zekât alması câiz değildir. Malın artıcı nitelikte olması zekât ödeme mükellefiyeti için şarttır.

     Buna göre zenginlik şu iki durumda ele alınmalıdır:

     1. Kişinin hangi türden olursa olsun nisab miktarı artıcı nitelikteki zekâta tâbi mallardan birine sahip olmasıdır. Meselâ nisab miktarı altını (20 miskal ≅ 85 gr.), gümüşü (200 dirhem ≅ 595 gr.) yahut bunların karşılığı parası olan veya nisab miktarı devesi, koyunu yahut sığırı bulunan kişi zengin sayıldığından zekât mükellefidir; ondan zekât alınır, ama ona zekât verilmez. Bir kimse aynı anda hem zekât veren hem de zekât alan kişi olamaz. Bazı Hanefî fakihleri zenginlik ölçüsü olarak para nisabının alınması gerektiği görüşündedir. Bunlara göre ister artıcı olsun ister olmasın 200 dirhem değerine eşit mal varlığı bulunmayan kişiler fakir sayılır ve zekât alabilir. Ancak günümüzde sanayi ürünü haline gelen gümüşün değeri altına nisbetle çok düşmüştür. Bu sebeple ister nisâb-ı gınâ, ister nisâb-ı istiğnâ olsun sınır olarak altın nisabının esas alınması daha uygundur.

     2. Kişinin temel ihtiyaçlarından fazla artıcı özellikte olmayan nisab miktarı mala sahip bulunmasıdır. Temel ihtiyaçlar ev, ev eşyası, elbiseler, araba vb. kullanılan şeylerdir. Bunların dışında artıcı özellik taşımayan, nisab miktarı gümüş veya altın kıymetinde mal varlığı olan kişinin zekât alması haramdır; ona zekât farz olmamakla birlikte fitre vermesi ve kurban kesmesi vâciptir. Sonuç olarak temel ihtiyaçlar dışında ister artıcı nitelikte olsun ister olmasın nisab miktarı mala sahip olan kimseye zekât verilemez. Nisab miktarından az malı bulunan kişiye sağlıklı ve gelir sahibi olsa da zekât verilebilir.

     Şâfiî, Mâlikî ve Hanbelîler’e göre zekâtın farz olması ile zekât almanın cevazını belirleyen zenginliğin sınırı aynı olmayıp iki farklı mertebedir. Zekât alabilme cevazının objektif bir sınırı yoktur; kişiden kişiye değişebilen bu zenginliğin ölçüsü kifayet, fakirliğin ölçüsü ise muhtaç olmaktır; kişi, kendisine ve bakmakla yükümlü olduğu kimselerin geçimine yetecek kadar mala sahipse onun zekât alması haramdır, malı ve kazancı geçimine yetmiyorsa zekât alması helâldir. Buna göre,

     1. İster artıcı nitelikte olsun ister olmasın, kendisine ve bakmakla mükellef olduğu kişilere yetecek kadar mala sahip olan kimsenin zekât alması câiz değildir.

     2. Nisabın üstünde malı bulunduğu halde bu varlığı kendisinin ve aile fertlerinin geçimine yetmiyorsa o kişinin zekât alması câizdir. Meselâ nisabın çok üstünde ticarî sermayesi olan bir kimse ticarî hayattaki durgunluktan veya başka bir sebepten dolayı geçim sıkıntısına düşmüşse o kişi zekât alabilir. Zekât almayı engelleyen ölçüyü kifayet olarak seçen cumhur vücudu sağlam, çalışma imkânına ve gücüne sahip bulunduğu halde çalışmayan tembel kişilere zekât vermenin câiz olmadığı görüşünde de birleşmiştir. İbn Hazm da zenginliğin sınırını insanın ihtiyacını karşılayabilme noktası olarak alır. Nisâb-ı istiğnâ zekât alma dışında başkalarından yardım dilenme ölçüsü olarak da belirlenmiştir. Zaruret olmadıkça başkalarından istememe konusu üzerinde titizlikle duran fakihler, 40-50 dirhem parası bulunan kimsenin dilenmesini yasaklayıcı mahiyetteki hadisleri bu durumda yardım istemenin mekruh olduğu şeklinde yorumlamışlardır. Hanefî fakihi Kâsânî’ye göre ise kişinin bir günlük yiyeceği ve giyeceği varsa onun dilenmesi câiz değildir.

     Borçlar hukuku açısından zenginlik kişinin borcunu ödeyebilecek mal varlığına sahip bulunmasıdır. Burada kişinin malının zekâttaki gibi nisab miktarına ulaşmış olması şartı aranmaz; borçlarını karşılayacak yeterli mal varlığına sahip olan kişi “mûsir” kabul edilir ve onun edâ vakti gelmiş borcunu ödemesi farz olup karşı tarafın rızası olmadan edâyı geciktirmesi veya edâdan kaçınması günahtır. Hz. Peygamber’in, “Zenginin borcunu ödemekten kaçınması zulümdür”; “Ödeme gücü bulunan bir kimsenin borcunu ifa etmeyip geciktirmesi onun cezalandırılmasını ve kınanmasını helâl kılar” sözleri (Buhârî, “İstiḳrâż”, 13, 14) bunu gösterdiği gibi ta‘zîr cezası ve haciz müeyyidelerinin de temelini oluşturur (ayrıca bk. BORÇHACİZ).


Maddenin bu bölümü TDV İslâm Ansiklopedisi’nin 2013 yılında İstanbul'da basılan 44. cildinde, 275-276 numaralı sayfalarda yer almıştır. Matbu nüshayı pdf dosyası olarak indirmek için tıklayınız.

Müellif:

MUSTAFA ÇAĞRICI

Farsça’da “değerli taşlarla süslü ve pahalı olan” anlamındaki zengîn kelimesinden gelen zenginlik karşılığında İslâmî kaynaklarda genellikle gınâ kelimesi kullanılır (İbn Sîde, VI, 13-14; Lisânü’l-ʿArab, “ġny” md.). Râgıb el-İsfahânî’ye göre gınâ kavramı Allah hakkında muhtaç olmamayı, insanlar hakkında ihtiyaç azlığını ve bir insanın diğerine göre sahip olduğu mal çokluğunu ifade eder (el-Müfredât, “ġny” md.). Kaynaklarda yesâr ve îsâr kelimeleri de “zenginlik” anlamında geçmekte, ayrıca mal, servet, metâ, rızık, hayır, hazine, kenz, dünya gibi kavramlar zenginlik bağlamında sıkça kullanılmaktadır.

     Kur’ân-ı Kerîm’de gınâ kelimesi yer almaz, yetmiş üç âyette bu kökten fiil ve isimler kullanılır. Otuza yakın âyette aynı kökle ilgili iğnâ masdarından fiiller “yarar sağlama, işe yarama” anlamını içerir; bu âyetlerin çoğunda inkârcıların elindeki maddî imkânların kendilerine fayda vermeyeceği belirtilir. Bazı âyetlerde istiğnâ’ masdarından fiillerle inkârcıların Allah’a ihtiyaçlarının bulunmadığını îmâ eden tutumları eleştirilir (M. F. Abdülbâkī, el-Muʿcem, “ġny” md.).
     On sekiz âyette ganî Allah’ın ismi olarak geçer. Bu âyetlerin çoğunda insanların iman edip hayırlı işler yapmalarının kendilerine yarar sağlayacağı, bunların Allah’a asla bir şey kazandırmayacağı, çünkü O’nun her bakımdan zengin olduğu anlatılır. Ganî kelimesi tekil ve çoğul (ağniyâ) şekliyle insanlar hakkında da kullanılmıştır. Bazı âyetlerde meysere (el-Bakara 2/280) ve sea (en-Nisâ 4/130; en-Nûr 24/22; et-Talâk 65/7) kelimeleri “zenginlik”, aynı kökten mûsi‘ (el-Bakara 2/236) “zengin” anlamında geçer.
     Mal, nimet, metâ, rızık, hayır, kenz, dünya gibi kelimelerin yer aldığı birçok âyette İslâm’ın zenginlik konusuna bakışını yansıtan önemli bilgiler vardır. Kur’ân-ı Kerîm’de Allah’ın insanlığa lutfu olduğu belirtilen mal nimet, dolayısıyla bir değer sayılır; hatta insanların meşrû yollardan kazanıp servet sahibi olmaları teşvik edilir; malla ilgili hükümler, ölçüler konur. Malın boş yere harcanamayacağı, kötülüğe alet edilemeyeceği belirtilir (M. F. Abdülbâkī, el-Muʿcem, “fżl”, “mvl” md.leri).
     Bu çerçevede yetimin vesâyetini üstlenen kimsenin yetimin malına tenezzül etmemesi, yoksul vasînin de o maldan ancak ihtiyaç ölçüsünce yararlanması istenir (en-Nisâ 4/6). Bir davada şahitlik yapanların, davacı ve davalı arasında akrabalık ilişkisine veya zenginlik-fakirlik durumuna göre davranmaları yasaklanır (en-Nisâ 4/135).
     Kur’an’da, ilâhî irade ve kudretin mutlaklığı hususundaki temel öğretinin bir sonucu olarak insanları zengin edenin de yoksul kılanın da Allah olduğu bildirilir (en-Necm 53/48; krş. Şevkânî, V, 135, 137).
     Resûlullah’a hitaben, “Allah seni fakir bulup da zengin etmedi mi?” buyurulur (ed-Duhâ 93/8). Şevkânî, Resûl-i Ekrem’in mal çokluğu anlamında zengin olmadığını belirterek burada onun ihtiyaç duyduğu ve memnun kalacağı ölçüde mala sahip kılınmasının kastedildiğini, gerçek zenginliğin de bu olduğunu söyler (Fetḥu’l-ḳadîr, V, 537-538).
     Müslümanların yardımıyla evlenenleri Allah’ın kendi lutfuyla zenginleştireceğini, evlenme imkânı bulamayanların ise Allah kendilerini zengin kılıncaya kadar iffetlerini korumaları gerektiğini bildiren âyetlerdeki (en-Nûr 24/32-33) zenginliği de bu mânada anlamak gerekir.
     Hz. Peygamber’in risâletinin sonlarına doğru inen bir âyette (et-Tevbe 9/74), ilk yıllarda müslümanların çektiği büyük sıkıntı ve yoksulluğun ardından Medine’de refah seviyesi yükseldiğinde münafıkların nankörlüğüne ve sadakatsizliğine vurgu yapılırken Allah’ın ve resulünün onları zenginleştirmesi sayesinde bu seviyeye ulaştıkları kaydedilir.
     Putperestlerin Mescid-i Harâm’a yaklaşmaları yasaklanınca Mekkeliler’in ticarî kayba uğrayıp geçim sıkıntısı çekmekten kaygılanmaları üzerine, “Eğer yoksulluktan korkuyorsanız bilin ki Allah dilerse sizi lutfuyla zenginleştirecektir” âyetiyle bu tür kaygıların yersizliğine işaret edilir (et-Tevbe 9/28; krş. Taberî, VI, 346-348).
     Yoksulluğunu gizleyenlerin takdirle anıldığı bir âyette, “Tanımayanlar onları zengin sanır” denilmektedir (el-Bakara 2/273). Zenginlerin servetlerinde yoksulların hakkı bulunduğunu bildiren âyetler (ez-Zâriyât 51/19; el-Meâric 70/24-25), İslâm’ın ekonomik sistemin yapısına dair temel yaklaşımını ortaya koyması bakımından büyük önem taşır. Bu ilkenin pratiğe yansıması olan zekât, sadaka, infak gibi malî vecîbe ve hayırlara ilişkin çok sayıda âyette başka bir açıdan servet sahibi olmanın önemine ve meşruiyet gerekçesine işaret edilir. Buna karşılık Kur’ân-ı Kerîm’de servetin bir sınav (fitne) olduğuna (el-Enfâl 8/28; et-Tegābün 64/15), dolayısıyla insanın mânevî ve ahlâkî hayatı için risk oluşturduğuna sık sık dikkat çekilir, ancak inanıp hayırlı işler yapanlar için servetin Allah’a yakınlaşmaya ve âhiret kurtuluşuna vesile olacağı belirtilir (Sebe’ 34/37; krş. Taberî, X, 381).
     Sonuçta malın değerinin ona sahip olmakta değil onu meşrû yoldan kazanmak, kullanmak ve harcamakta olduğu anlatılır (M. F. Abdülbâkī, el-Muʿcem, “mvl”, “nfḳ” md.leri).

     Zenginlik konusunda çok sayıda hadis vardır. Bir kutsî hadiste, “Benim zenginlik verdiklerim hariç hepiniz fakirsiniz. Benden isteyin ki size rızık ve zenginlik vereyim” buyurulur (Müsned, V, 154, 177; Tirmizî, “Ḳıyâmet”, 48).
     Hz. Peygamber müslümanları insanlardan istemek yerine Allah’tan istemeye (Buhârî, “Teheccüd”, 14; Tirmizî, “Daʿavât”, 92, 115), çalışıp kazanmaya (Müsned, II, 314; Buhârî, “Büyûʿ”, 15) teşvik etmiştir.
     Sahâbî Ebû Mes‘ûd el-Bedrî, bir zamanlar Resûl-i Ekrem’in hayır yapmanın faziletinden bahsetmesi üzerine para kazanmak için çarşıda hamallık yapmaya başlayanların sonraları yüz binlere ulaşan bir servete kavuştuklarını söyler (Müsned, IV, 87; Buhârî, “Zekât”, 10; “İcâre”, 13).
     Resûlullah’ın kendisi de Allah’tan zenginlik dilemiştir (Müsned, I, 389, 434, 443; Müslim, “Ẕikir”, 72). Muhammed b. Hasan eş-Şeybânî, Hz. Peygamber’in kırk koyun biriktirdiğini, ayrıca hayatının sonuna doğru Fedek arazisiyle Hayber’in bir bölümünün ona ait olduğunu söyler (el-Kesb, s. 132). Bununla birlikte kendisi dualarında doymayan nefisten (Müslim, “Ẕikir”, 73; Nesâî, “İstiʿâẕe”, 13, 65), insana sorumluluklarını unutturan fakirlikten, azgınlaştıran zenginlikten (Tirmizî, “Zühd”, 3), fakirlik ve zenginlik imtihanından (Müsned, VI, 57, 207; Buhârî, “Daʿavât”, 39, 44-46) Allah’a sığınmış, zenginliğin getirdiği ağır sorumluluk konusunda insanları uyarmış (Müsned, I, 304; Tirmizî, “Zühd”, 37), gerçek zenginliğin mal çokluğu değil gönül zenginliği olduğunu bildirmiştir (Müsned, V, 183; Buhârî, “Cumʿa”, 29; “Riḳāḳ”, 15; Müslim, “Zekât”, 130).
     “Erdemli insan için temiz servet ne güzeldir!” meâlindeki hadis (Müsned, IV, 197, 202) İslâm’ın zenginliğe yaklaşımının veciz bir ifadesidir. Hz. Peygamber, bir yandan başta Suffe ehli olmak üzere yoksul müslümanlarla ilgilenirken diğer yandan dinî ve içtimaî vecîbelerini yerine getiren zengin sahâbîlere her zaman itibar göstermiştir. “Sabır fakirin hali, şükür zenginin halidir” anlamındaki hadis (Müsned, IV, 136), zenginlik ve fakirlik konusundaki değer ölçüsünün maddî varlığa değil insanın ahlâkî tutumuna bağlı olduğuna işaret eder.
     Hz. Âişe’nin bildirdiğine göre Resûlullah zenginin fakire yemek ikram etmesini severdi (Müsned, VI, 123, 187; Buhârî, “Eṭʿime”, 27, 37). Bir hadiste, “Yemeklerin en kötüsü zenginlerin davet edilip fakirlerin çağrılmadığı ziyafet yemeğidir” buyurulur (Müsned, II, 241, 267, 494; Buhârî, “Nikâḥ”, 42).
     Zenginlerin malından alınıp fakirlere verilmesini isteyen hadisler vardır (Wensinck, el-Muʿcem, “ġny”, “ṣdḳ” md.leri). İnsanların canları ve namuslarıyla birlikte mallarını da dokunulmaz kabul eden ve bunları koruma uğruna öldürüleni şehid diye niteleyen hadisler (Tirmizî, “Diyât”, 21; İbn Mâce, “Menâsik”, 76; “Ḥudûd”, 21) servet edinmenin temel haklardan sayıldığını gösterir. Resûl-i Ekrem gerçek yoksulu “zengin olmadığı halde istemekten hayâ eden kimse” diye tanımlamış (Müsned, I, 446; II, 316, 457, 469; Buhârî, “Zekât”, 53), bununla beraber hem acımasız zenginleri hem de anlamsız bir gurura kapılan yoksulları kınamıştır (Müsned, V, 153; Tirmizî, “Cennet”, 25).
     Birçok hadiste (Wensinck, el-Muʿcem, “ġny”, “nfḳ”, “ṣdḳ”, “sʾel” md.leri) bir yandan müstağni davranıp insanlardan istemeyenleri Allah’ın zenginleştireceği bildirilerek yoksullar onurlarını korumaya teşvik edilirken bir yandan da zenginler muhtaçlara yardım etmeye çağrılmış, böylece hem onurlu hem dayanışmacı bir toplumun oluşturulması amaçlanmıştır.
     Ahlâk ve tasavvuf kitaplarıyla hikmet ve edep literatüründe zenginlik konusu dinî, ahlâkî ve insanî boyutlarıyla ele alınmış; bu çerçevede zenginlik kavramının anlamı ve kapsamı, zengin olmanın meşruiyeti, zenginliğin gerektirdiği ahlâkî ve insanî sorumluluklar, fakirlik ve zenginliğin insanın sosyal itibarına, dünya huzuru ve mutluluğuna etkileri, zenginliğin toplumsal varlığa katkısı gibi konular üzerinde durulmuş; fakirliğin mi zenginliğin mi daha faziletli olduğu sorusu tartışılmıştır.
     Gazzâlî, ihtiyacı bulunmadığı halde başkasının elindekine göz dikenleri uyaran bir hadisi (Müsned, II, 231; VI, 454; Müslim, “Zekât”, 105) naklettikten sonra zenginliği tanımlamanın ve ölçüsünü belirlemenin güçlüğüne işaret eder. Muhtelif zenginlik ölçülerine dair bazı hadisler zikrederek bunlarda farklı şartların dikkate alındığını belirten Gazzâlî sonuçta bakmakla yükümlü olduğu kimselerin bir yıllık beslenme, giyinme ve barınma ihtiyacını karşılayacak maddî imkâna sahip bulunanların zengin sayılması gerektiğini söyler (İḥyâʾ, IV, 214-215).
     Mâverdî’nin, “Ömür faydasız yerlere tüketilmeyecek kadar kısa, mal gereksiz yerlere harcanmayacak kadar azdır” sözü (Edebü’d-dünyâ ve’d-dîn, s. 106), zenginliğin ölçü ve değerinin malın miktarına değil kullanılış amacına göre değiştiğine işaret eder.
     Râgıb el-İsfahânî’ye göre erdemli insanla erdemsiz insan arasındaki fark şudur: Birincisi zenginliği faziletlerini geliştirmeye katkı yapması, ikincisi zenginliği sırf zengin olmak için ister. Ancak bilgili, erdemli, hür ve âdil insanların zengin olması cahillere göre daha zordur; çünkü onların kendilerini sınırlayan ölçüleri vardır; cahiller ise zengin olmak için her yolu mubah görür (eẕ-Ẕerîʿa, s. 392-395). Kötülüklere bulaşanları çeşitli hayvanlara benzeten İbn Hazm, gerekli olan yerlere harcamak ve iyilik yapmak için değil sırf mal sevgisinden dolayı zengin olmak isteyenleri herhangi bir hayvana dahi benzetilemeyecek derecede aşağılık varlıklar kabul eder (Ahlâk ve Davranış Tarzları, s. 45). Yine İbn Hazm’a göre başkasının malına göz dikmek yerine kendi elindeki az malla yetinen iffetli insanlar Kārûn kadar servetleri olsa da bu meziyetlerden yoksun kalanlardan daha zengindir.
     Dünya menfaatleri karşısında başını dik tutanlar, bu menfaatler önünde boyun eğenlere göre daha güçlü ve onurludur; çünkü onlar için şeref maldan üstündür (a.g.e., s. 128). Öte yandan zenginliğin yüklediği sorumlulukların bilincine varmış kimsenin gözünde zenginlik itibarını, huzur, güven ve mutluluğunu geliştirmesi için önemli bir imkândır (a.g.e., s. 82, 249-250).
     Rızık ve maişet taksimine dair âyet ve hadislerle sosyal hayatın devamlılığını insanların birbirine ihtiyaç duymasına bağlayan temel düşünceyi dikkate alan İslâm âlimleri, zenginliğin de fakirliğin de Allah’ın kurduğu düzen içinde hayatın gereği olduğunu belirtirler.
     Mâverdî, insanlar arasındaki çeşitliliğin yaratılıştan geldiğini bildiren âyetlerdeki çeşitliliği (Hûd 11/118-119) Hasan-ı Basrî’nin fakirle zengin arasındaki farklılık diye açıkladığını bildirir (Edebü’d-dünyâ ve’d-dîn, s. 135). Râgıb el-İsfahânî’nin kaydettiğine göre, “Âlemi zenginlikten ziyade fakirlik ayakta tutar” denilmiştir.
     Nitekim mesleklerin çoğunu yaşatan ihtiyaçlardır. Aynı âlime göre kazanmak bir yönden mubah, bir yönden farzdır. İnsanların dinî vecîbelerini huzur içinde yerine getirmeleri bile asgari hayat şartlarını karşılamalarına bağlıdır. Zenginlik konusuna daha çok sosyal faydası yönünden bakan Râgıb el-İsfahânî tasavvufu, kazanmaktan geri durmak diye anlayan ve üretmeden tüketen kendi dönemindeki bir zümrenin piyasaya zarar verdiğinden ve onların yüzünden çarşı pazarda fiyatların arttığından yakınır (eẕ-Ẕerîʿa, s. 377, 380).
     İsfahânî, aynı kesimin Kur’an’ın cennetle müjdelediği “önde gidenler”i dünyadan el etek çekenler diye anladığını, bunların, “Cinleri ve insanları sadece bana ibadet etsinler diye yarattım” meâlindeki âyete (ez-Zâriyât 51/56) dayanarak dünyayı bütünüyle reddettiklerini söyler ve bu anlayışı eleştirir. İsfahânî’ye göre, “Bütün insanlar Allah’ın ailesi olup O’nun en çok sevdiği insan ailesine en faydalı olandır” meâlindeki hadisin de (Ebû Ya‘lâ, VI, 65; Taberânî, VI, 252-253; ayrıca bk. Müslim, “ʿIṭḳ”, 16) gösterdiği üzere en değerli ibadet Allah’ın kulları için faydalı işler yapmaktır (eẕ-Ẕerîʿa, s. 402-403).
     Mâverdî’ye göre tevekkülü gerekçe gösterip fakirliği seçmek gerçekte âcizliktir; çünkü Allah tevekkül ve teslimiyeti çaresizlik durumuna bağlamıştır (Edebü’d-dünyâ ve’d-dîn, s. 215). İbn Teymiyye de temel ihtiyaçları karşılayacak kadar kazanç sağlamanın farz olduğunu, hatta bazı fakihlerin ihtiyaçtan fazla kazanmak için çalışanların zamanını ibadetle geçirenlerden daha faziletli saydıklarını belirtir. Çünkü ibadetin faydası ferdî, çalışmanın faydası içtimaîdir (Risâletü’l-ḥelâl ve’l-ḥarâm, s. 96, 101-102).
     Konuya tam bir sosyolog gözüyle bakan Mâverdî topluma huzur ve mutluluk sağlayan şartlardan birinin de maddî bolluk olduğunu söyler. Zira bir ülkede bolluk varsa bundan zenginlerle birlikte yoksullar da pay alır, insanlar arasında kıskançlıklar azalır, yokluğun doğurduğu öfke duyguları yatışır. Bir ülkenin giderek daha çok mâmur hale gelmesi, her neslin bir sonrakine önceki nesilden aldığından daha zengin ve mâmur bir ülke bırakmasına bağlı olup bundan dolayı Allah her insanın fıtratına geniş bir emel vermiştir (Edebü’d-dünyâ ve’d-dîn, s. 145-146).

     Gerek Kur’an’da ve hadislerde gerekse diğer İslâmî kaynaklarda servet biriktirme hususunda nicelik açısından hiçbir sınır konmazken nitelik bakımından hem kazanma hem harcama aşamalarında fıkhî ölçülerin yanında ahlâkî ilkelere de riayet edilmesi istenmiş, bu konuda yüksek bir vicdanî duyarlılık geliştirilmesi amaçlanmıştır. Bu çerçevede gerçekleştirilen her türlü kazanma faaliyeti aynı zamanda dinî bir faaliyet ve ibadet sayılmış, dünya hırsına kapılıp bu çerçevenin dışına çıkılması ise ahlâkta ve dindarlıkta bir sapma olarak değerlendirilmiştir.
     Bu sebeple başta mutasavvıflar olmak üzere İslâm âlim ve düşünürleri arasında zenginliğin insanın dinî ve ahlâkî hayatı için büyük bir tehlike oluşturduğu yolunda yaygın bir anlayış vardır. Ahlâk felsefesindeki dirayetiyle tanınan İbn Miskeveyh’in erdemleri kazanma hususunda yoksulların zenginlere göre daha talihli sayıldığı yönündeki görüşü (Tehẕîbü’l-aḫlâḳ, s. 74) bu anlayışın bir özeti gibidir. Bu bağlamda tasavvuf ve ahlâk kitaplarında fakirlikle zenginlikten hangisinin daha faziletli olduğu tartışılmış, taraflar kendi görüşlerini destekleyen aklî ve naklî deliller sıralamıştır (meselâ bk. Muhammed b. Hasan eş-Şeybânî, s. 106-116; Mâverdî, s. 219).
     Konuyu etraflı bir şekilde ele alan Gazzâlî’nin kaydettiğine göre Cüneyd-i Bağdâdî yolundaki seçkin çoğunluk fakirliği zenginlikten üstün sayarken karşı görüşte olanlardan İbn Atâ, elindekine şükredip hakkını yerine getiren zenginin sabreden fakirden daha üstün sayıldığını söylemiştir. Gazzâlî, ilke olarak zenginlik veya fakirliğin iyi yahut kötü olmasını kişinin Allah ile alâkasını olumlu ya da olumsuz etkilemesinde görür.
     Allah yolunda yürümenin en önemli engeli dünya tutkusudur; bununla birlikte hayatın devamını sağlayacak kadar mal edinmek zorunludur. Çünkü açlık mârifet yolu değil ölüm yoludur. Hz. Süleyman, Hz. Osman, Abdurrahman b. Avf gibi birçok zengini servetleri Allah yolundan alıkoymamıştır (İḥyâʾ, IV, 201-205). Öte yandan fakirliği yüceltici nitelikte birçok rivayete ve ünlü sûfîlerin sözlerine de yer veren Gazzâlî esas itibariyle kendisi de bu yönde düşünür (a.g.e., IV, 193-205).
     Tasavvuf ve ahlâk kitaplarında yer alan ve ilk bakışta zenginliğin yerildiği intibaını veren ifadelerin asıl amacı, doğrudan doğruya zenginliği kötülemek değil zengin olma hırsının ve mal tutkusunun insanı esir edip Allah yolundan alıkoymasına, zenginliğin dinî ve ahlâkî hayata zarar verecek şekilde kullanılmasına karşı insanları uyarmaktır.

     İbrâhim b. Muhammed el-Beyhakī’nin el-Meḥâsin ve’l-mesâvî’si, İbn Abdürabbih’in el-ʿİḳdü’l-ferîd’i, İbn Abdülber en-Nemerî’nin Behcetü’l-mecâlis ve ünsü’l-mücâlis’i, İbn Hamdûn’un et-Teẕkiretü’l-Ḥamdûniyye’si gibi âdâb ve hikmetle ilgili derleme niteliğindeki kitaplarda zenginlik-fakirlik meselesinin tasavvufî eserlere göre daha realist bir anlayışla ele alındığı görülür. Bu tür kaynaklarda fakirliğin aksine zenginlik huzur ve mutluluk vesilesi, güç, itibar ve konum aracı, hatta dine yardımcı olarak görülmüş; bununla birlikte zenginliğin yanlış kullanılmasının doğuracağı tehlikeler konusunda uyarılara yer verilmiş; gerek bu konularda gerekse fakirliğin fayda ve zararları, malın yönetimi, servet çeşitleri, dilenciliğin kötülüğü gibi konularda da âyet ve hadislerden, din büyüklerinin, filozofların, şair ve edebiyatçıların sözlerinden bol miktarda örnekler zikredilmiştir.
Maddenin bu bölümü TDV İslâm Ansiklopedisi’nin 2013 yılında İstanbul'da basılan 44. cildinde, 276-278 numaralı sayfalarda yer almıştır. Matbu nüshayı pdf dosyası olarak indirmek için tıklayınız.
TÜRKİYE DİYANET VAKFI
İSLAM ANSİKLOPEDİSİ
İlgili resim

3 Eylül 2020 Perşembe

TEFSİR DERSLERİ ✿ܓ✿ ♥ܓ✿ Bakara Sûresi 283, 284, 285 ve 286. Ayet-i Kerimelerinin Meal ve Tefsiri

Bakara Sûresi
283, 284, 285 ve 286. Ayet-i Kerimelerinin
Meal ve Tefsiri

  • Bakara Suresi 283 Ayet-i Kerimenin Meali
     Şayet yolculuk halinde olur ve yazacak birini bulamazsanız, teslim alınmış rehinler (yeterlidir). Birbirinize güveniyorsanız, kendisine güvenilen borçlu emaneti yerine getirsin ve rabbi olan Allah’tan korksun. Tanıklığı gizlemeyiniz. Kim onu gizlerse şüphesiz onun kalbi günahkârdır. Allah yaptıklarınızı eksiksiz bilmektedir.
  • Bakara Suresi 283 Ayet-i Kerimenin Tefsiri
     Alacağı teminat altına alan işlemlerden biri de borçludan rehin almaktır. Rehin verme ve alma âdeti İslâm’dan önce de vardı; hatta bazan borçlular çocuklarını kabile reislerine rehin verirlerdi. İslâm’da rehin konusunun insan olması câiz değildir. Rehin, gerektiğinde satıp paraya ve mala çevrilerek borcun ödenmesine yarayan bir madde veya maddî değer olmaktadır. Borç ilişkisi yolculuk halinde veya gurbette de kurulabileceği için bu durumda yazacak birini bulamama ihtimali artmaktadır. Kur’an’ın teklif ettiği çare, yazma yerine uygun bir nesneyi rehin almaktır. Rehin almanın câiz olması yolculuk haline özgü de değildir. Hz. Peygamber’in uygulamasıyla yolculuk dışındaki durumlarda da rehin almanın ve vermenin câiz olduğu anlaşılmış ve bu hüküm devamlı uygulanmıştır. “Teslim alınan rehin” ifadesinde geçen “teslim alınan, kabzedilen” kaydı sebebiyle rehin konusu malın borçludan alınmaması, borçlunun tasarrufu dışına çıkarılmaması halinde rehin akdinin sahih olup olmayacağı tartışılmıştır. Hanefî ve Şâfiîler’e göre akid sahih olmaz. Mâlik’e göre akid sahih olur, fakat bağlayıcı olabilmesi (lüzumu) için teslim şarttır. Borçlu teslim etmek istemezse cebredilir. Borca karşı teminat olarak alınan rehinden alacaklının istifade etmesi câiz değildir.

     “Birbirinize güvenirseniz, kendisine güvenilen kimse emaneti yerine getirsin” kısmının, önceki kısımlara etkisi mevzuunda farklı yorumlar vardır:
     a) Yazma, yazdırma, şahit tutmanın farz olduğunu söyleyenlerin bir kısmına göre âyet-i kerimenin bu bölümü farz olma hükmünü kaldırmış, teminat alma veya güvenme konusunda ilgilileri serbest bırakmıştır. Diğer kısmına göre ise rehinin teminat yerine geçmesi yolculuk haline mahsustur. Bu istisna dışında farz olma hükmü devam etmektedir.
     b) Teminat alma emrinin tavsiye olduğunu söyleyenlere göre bu kısım o hükmü desteklemektedir.

     İbn Âşûr’un da işaret ettiği üzere güvene karşı ihanet etmemeyi, emaneti yerine getirmeyi bütün borç ilişkilerine yaymak daha doğrudur. Teminat da alınsa kişilerde emanet duygusu ve sorumluluğu bulunmazsa borcun tarafları birbirlerine karşı haksızlık yapabilirler. Âyet bunu yapmamalarını emretmektedir.

     Özellikle kul hakkının zayi olması ihtimali bulunduğunda buna tanık olanların bildiklerini gizlemeleri câiz değildir. Sorulmasa bile kendiliklerinden ilgili makama gelip tanıklık etmeleri gerekli görülmüştür.

     “Sorulmadan, istenmeden şahitlik etmeyi kınayan” hadislerin (Buhârî, “Eymân”, 27; “Şehâdat”, 9; Müslim, “Fezâilü’s-sahâbe”, 210-215), Allah hakkı ile ilgili konular veya yalancı şahitlik hakkında olduğu ifade edilmiştir.

     Şahitliği gizlemek, bildiğini söylememek dışa vuran vücut hareketiyle değil, zihin ve iradeyle (bu mânada kalple) işlenen bir günahtır. Bu sebeple şahitliği gizleyen için “Kalbi günahkârdır” buyurulmuştur.

  • Bakara Suresi 284. Ayet-i Kerimenin Meali
     Göklerde ve yerde ne varsa hepsinin mülkiyeti Allah’a aittir. İçinizdekini açığa vursanız da gizleseniz de Allah sizi ondan hesaba çeker. Sonra dilediğini bağışlar, dilediğine azap eder; Allah her şeye kādirdir.
  • Bakara Suresi 284. Ayet-i Kerimenin Tefsiri
     Müslim’in naklettiği bir hadis (“Îmân”, 199) bu âyet geldiğinde sahâbenin onu nasıl anladıklarını ortaya koymak suretiyle âyetin yorumuna ışık tutmaktadır.
     Rivayet özetle şöyledir:
     Bu âyet nâzil olunca sahâbeye ondan anladıkları ağır gelmiş, Resûlullah’ın huzuruna gelerek diz çökmüş ve “Ey Allah’ın elçisi! Namaz, oruç, cihad, sadaka (zekât) gibi gücümüzün yettiği amellerle yükümlü kılındık (bunlara bir diyeceğimiz yok). Şimdi ise size bu âyet geldi; buna uymaya gücümüz yetmez!” demişlerdi.
     Resûlullah “Sizden önceki iki kitabın tâbileri gibi siz de ‘Duyduk ve uymadık’ mı diyeceksiniz? Oysa ‘Duyduk, itaat ettik. Senin bağışlamanı dileriz ey rabbimiz, gidiş sanadır’ demeniz gerekir” buyurmuş, onlar da aynen böyle söylemişler, bu cümleyi tekrarladıkça dilleri de buna alışmıştı. Bunun üzerine (onların bu tutumunu öven) 285. âyet, daha sonra da 284. âyete açıklık getiren ve bir bakıma sahâbenin bu âyetle ilgili yukarıdaki anlayışlarını düzelten “Allah hiçbir kimseyi gücünün yetmediği bir şeyle yükümlü kılmaz...” meâlindeki 286. âyet nâzil olmuştur.

     Müslim yukarıda özetlenen rivayetin ardından aynı konuyla yakından ilgisi bulunan şu meâldeki hadisleri de nakletmiştir: “Allah ümmetimin içinden geçirdiklerini –söylemedikçe ve yapmadıkça– bağışlamıştır” (“Îmân”, 201-202).

     “Kulum iyi bir şeyi yapmaya niyetlendiği zaman ona bir sevap yazarım, onu yaptığı zaman ise ondan 700’e kadar katlayarak sevap yazarım. Kötü bir şey yapmaya niyetlenip de onu yapmadığı zaman günah yazmam, yaptığı takdirde ise bir günah yazarım” (Müslim, “Îmân”, 204-207). Sahâbe Resûlullah’a gelerek zihinlerinden, inançla ilgili olup açıklamaları mümkün olmayan bazı kötü düşüncelerin gelip geçtiğini söylediklerinde Allah’ın elçisi kendilerine şu cevabı vermiştir: “O imanın ta kendisidir” (Müslim, “Îmân”, 209).

     Meâlleri nakledilen âyet ve hadisleri, birbiriyle çelişmeyen bir mâna çerçevesine doğru anlayabilmek için bir bütün halinde düşünmek, “insanların içlerinden geçirip açığa bile vurmadıkları bir şeyden hesaba çekilmeleri ve Allah isterse azap görmeleri” hükmüyle –yine Allah’ın açıkladığı– “zihinden geçirilip yapılmayan kötülüklere günah yazılmaması, zihinden gelip geçen şeyler gibi insanın hâkim olamayacağı (gücünün yetmeyeceği) düşüncelerden dolayı sorumluluğun bulunmaması” hükümlerini uzlaştırmak gerekmektedir. Tefsirciler bu maksatla farklı yorumlar yapmışlardır.

     1. Yukarıda meâli verilen hadise göre âyetin hükmü kaldırılmıştır. Yani Allah Teâlâ önce zihinden geçenlerden de insanları sorumlu tutacağını bildirmiş sonra da bu hükmü, “insanın gücünün yetmeyeceği, elinde olmayan şeylerin sorumluluk konusu olmayacağını bildiren” âyetle kaldırmıştır. Şevkânî sahih hadisler bulunduğu gerekçesiyle bu nesih tezini savunmuştur (I, 339).

     2. İbn Abbas’tan bu hükmün, şahitliği gizlemek ve yalancı şahitlikle ilgili olduğu yorumu nakledilmiştir. Yukarıdaki âyetlerde borcu yazdırma, şahitlik, rehin gibi tedbirler emredildikten sonra borcun taraflarının emanete hıyanet etmesi durumunda ne ile karşılaşacakları da bu âyette bildirilmiş, “Allah her şeyi eksiksiz bilir; çünkü tamamının yaratıcısı, mâliki, yöneticisi O’dur. Şahit bildiğini gizlerse veya eksik söylerse Allah onu da bilir ve gereğini yapar” denilmek istenmiştir. Âyetin bu mânayı ihtiva ettiğinde şüphe bulunmamakla beraber çerçevesini bu kadar daraltmak hem gereksiz hem de delilsizdir.

     3. Taberî haklı olarak nesih tezine karşı çıkmış, “Bir âyetin diğerini neshettiğinden söz edebilmek için ikincisinin, birincisiyle her yönden çatışması, aralarında özel-genel, mutlak-kayıtlı gibi ilişkilerin bulunmaması ve birincinin getirdiğini bütünüyle ikincisinin kaldırması gerekir. Burada böyle bir durum yoktur. Ayrıca günahların ve insanın içinden geçenlerin eksiksiz yazılması da, kulların bunlardan hesaba çekilmesi de cezalandırmayı gerektirmez. Yüce Allah büyük günahlardan kaçınanların küçük günahlarını affedeceğini de bildirmiştir. Allah önce hesaba çekip sonra affederek kullarına lutfunu ve rahmetini bildirir...” demiştir (III, 149).

     İbn Âşûr’un, Müslim şârihleri Mâzerî ve İyâd’dan naklen yaptığı, bizim de özetleyerek sunacağımız şu açıklama, âyet ve hadisleri –biri diğerinin hükmüyle çelişip onu kaldırmadan– bir bütün halinde anlama ve değerlendirme bakımından güzel bir örnektir: İnsanın zihninden gelip geçen şey yalnızca bir “hâtır”sa (hayal, tasavvur, doğuş) bundan sorumlu olmayacağında şüphe yoktur. Çünkü buna hâkim olup engellemek kulun elinde değildir. “İnsanların zihinlerinden gelip geçen şeylerden sorumlu olmadıklarını” bildiren hadis bu hâtırla ilgilidir. Eğer hâtır gelip geçmemiş, üzerinde durulmuş, düşünülmüş, niyet ve karar safhasına kadar gelmişse bunun da konusuna göre şıkları vardır: a) Eğer bunlar iman, inkâr, haset, kin, nefret gibi –tabiatları gereği dışa vurmayan, fiile dönüşmeyen, kalpte ve zihinde kalan– psikolojik haller, duygular ve kararlarsa bunların sorumluluk doğuracağı açıktır. b) Niyet ve kararın konusu “fiil”le ilgili ise, meselâ hırsızlık yapmaya niyet edilmiş, karar verilmiş, sonra bundan, dış etki ve engelleme bulunmadan vazgeçilmişse buna ecir bile verileceği hadiste bildirilmiştir. c) Eğer kötü niyet ve karardan bir dış etki ve engel sebebiyle vazgeçilmiş olursa, o fiili işlemiş gibi cezalandırılma konusunda birbirine zıt iki görüş vardır (III, 130-131).

  • Bakara Suresi 285 ve 286. Ayet-i Kerimelerinin Meali
     Allah’ın elçisi ve müminler, Rabbinden ona indirilene iman ettiler. Her biri Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine inandılar. "O’nun elçileri arasında ayırım yapmayız" ve "İşittik, itaat ettik, bağışlamanı dileriz Rabbimiz, gidiş sanadır" dediler.
     Allah hiçbir kimseyi, gücünün yetmediği bir şeyle yükümlü kılmaz; lehinde olanı da kendi kazandığıdır, aleyhinde olanı da kendi kazandığıdır. Rabbimiz! Unutur veya yanılırsak bizi cezalandırma! Bizden öncekilere yüklediğin gibi bize de ağır yük yükleme! Üstesinden gelemeyeceğimiz şeyleri üzerimize yükleme! Bizi bağışla, ayıplarımızı ört ve bize rahmetinle muamele buyur! Sen bizim sahibimiz ve yardımcımızsın; artık inkârcı topluluğa karşı bize yardım et!
  • Bakara Suresi 285 ve 286. Ayet-i Kerimelerinin Meali
     Sûrenin başında Allah’ın iyi kullarının gayb âlemine, doğru yolu göstermek üzere gönderilmiş Kur’an’a ve ondan önce gelen kitaplara iman ettikleri, namazı kılıp zekâtı verdikleri, Allah’ın verdiklerinden O’nun rızâsı için harcamalar yaptıkları, bu iman ve güzel ameller sayesinde Allah rızâsına uygun bir hayat sürüp iki cihan saadetine nâil oldukları zikredilmişti. Arkadan tafsilâta geçilmiş, daha önce gelen kitaplar, peygamberler, ümmetler, Allah’ın onlara bahşettiği çeşitli nimetler, nankörlükler, isyanlar anlatılmış, bunlardan ibret alınarak İslâm’ın getirdiği hidayetten sapılmaması pekiştirilerek istenmişti. Bu sûre, hicretin ilk yıllarında geldiğinde muhatapları büyük ölçüde Allah’ın rızâsına uygun bir hayat yaşıyorlardı. O’nun rızâsı için her şeylerini geride bırakarak Medine’ye hicret etmiş muhacirlerle onlara her şeyleriyle kucak açmış ensar vardı. Allah Teâlâ sûrenin sonunu getirirken bu kullarına bir mükâfat olmak üzere onlar hakkındaki hükmünü, onların kendi nezdindeki yer ve değerlerini bildirmek istemiş, böylece ilk müslümanların yolunu izleyecek olanlara da bir dinî hayat dersi, kul ile rabbi arasındaki ilişkiyi kurmanın yolu hakkında bir anahtar vermiştir: Resul ve çevresindeki müminlerin imanlarının ve itaatlerinin Allah tarafından tasdik edilmesi eşsiz bir iltifat, emsalsiz bir saadet vesilesidir. Bu tasdiki takip eden niyaz tâlimi ise kulluk yolundaki iniş çıkışları göstermekte, iyi niyetli kulların istemeden meydana gelen kusurlarını yüce mevlânın bağışlayacağına işaret etmekte, Hz. Peygamber’in ümmetine gelen en son ve kâmil dinin başta gelen özelliklerinden biri olan “kolaylık” temel kuralını dile getirmekte; esasen kulluğun güç olmadığını, çünkü Allah’ın kullarına güçlerini aşan yükümlülükler buyurmadığını açıkça ortaya koymaktadır. Sûrenin başıyla sonu âdeta bir levhanın iki parçası gibi birbirini tamamlamaktadır. Nitekim ümmetin geleneğinde de hem özellikle okunarak hem de levhalaştırılıp itina ile duvarlara asılarak bu özellik hayata geçirilmiştir (peygamberler arasında ayırım yapılmamasının anlamı hakkında bk. Bakara 2/136).

     Allah’ın, kullarını güçlerini aşan fiillerle ve davranışlarla yükümlü kılmayacağını ifade eden bu âyet, İslâm düşüncesinde ortaya çıkmış bulunan önemli bir tartışmanın çözümüne ışık tutmaktadır. “Allah’ın kullarına, güçlerini aşan bir görevi yüklemesi (teklîf-i mâlâ yutâk) câiz midir?” sorusu etrafında gelişen bu tartışmada, Allah’ın kudret ve iradesini sınırlar korkusuyla “câizdir” diyenlere karşı, O’nun hikmetine, adaletine, imtihan iradesine, dinî, ahlâkî, hukukî değerlerin, mükâfat ve cezaların mâkul bir temele oturması gereğine ağırlık verenlerin savunduğu “Câiz değildir, hakîm olan Allah böyle bir yükümlülük getirmez” diyenleri bu âyet teyit etmektedir.

     İnsanların kader ve fiillerinde kendi rollerinin de bulunduğunu ifade eden “Lehinde olanı da kendi kazandığıdır, aleyhinde olanı da kendi kazandığıdır” cümlesi, “kaza, kader, irade, kudret, kesb” konularında asırlar boyu süren ve mezheplerin (ekol) oluşmasına temel teşkil eden bir tartışmaya açıklık getirmektedir. “İnsanların ortaya koydukları fiillerde ve davranışlarda kendilerine mahsus irade ve kudretleri yoktur” diyen Cebriyye ekolü; “Bu fiiller ve davranışlar, bağımsız olarak insanın irade ve kudretinin eseridir, fiilini yoktan var eden (îcâd) kuldur” diyen Mu‘tezile mezhebi; “Kulun fiili meydana gelirken Allah’ın irade ve kudreti yanında–etkisi bulunmaksızın– kulunki de vardır” diyen İmam Eş‘arî, bütün bu ekollerin karşısında yer alan Mâtürîdî mezhebi, diğer deliller yanında bu âyetten ışık ve güç almaktadır. Bu son mezhebe göre Allah Teâlâ kullarına irade ve kudret (güç) vermiştir. Bu irade ve kudret yaratılmıştır, hem hayır hem de şer için işler ve bu mânada “küllî” niteliklidir. Küllî irade ve kudretin, hayır ve şerden birine sarfedilmesi ise cüz’î niteliklidir; yani cüz’î kudret, cüz’î iradedir. Buna kesinleşmiş ve fiile yönelmiş azim (azmi musammem) ve “kesb” de denir. Kesb fiilin aslını (yok iken var olmasını, yaratılmasını) değil, vasfını (hayır veya şer olmasını) etkiler. İşte beşerî sorumluluk da bu kesbe dayanır (genişbilgi için bk. Kemâleddin el-Beyâzî, İşârâtü’l-merâm, s. 54 vd., 248-263). Açıkladığımız âyette kulun fiiline etkisini açıkça ifade eden kelime, Türkçesi “elde etmek, kazanmak, hak etmek” demek olan “kesb”dir. Eskiden sıkça tekrarlanan “Kul kâsibdir, Allah da hâlıktır” veya “Kul kesbeder, Allah da halkeder” cümlesi bu gerçeğin vecizeleşmiş şeklidir (ayrıca bk. Bakara 2/7).

     Yukarıda meâli zikredilen bir hadis, Muhammed ümmetinin unutma ve yanılma sebebiyle meydana gelen kusurlarının Allah tarafından bağışlandığı müjdesini veriyor ve burada geçen duanın kabul edildiğini belgeliyor.

     Hıristiyanlık için de amelî geçerliliği bulunan Eski Ahid’de yeme, içme, temizlenme gibi konularda oldukça zor dinî kurallar, yasaklama ve sınırlamalar vardır. Kur’ân-ı Kerîm’de bu âyetten başka yerlerde de aynı tarihî gerçek dile getirilmiştir (A‘râf 7/157). İslâm’ın ümmete getirdiği yükümlülükler ise fıtrata uygundur, insanların zorlanmadan hatta kolayca yapabilecekleri ödevlerdir. Şahsî ve özel durumlar sebebiyle zorluk baş gösterdiği takdirde de ruhsatlar vardır.

     Aslında temel nitelikleri sıralanmış bulunan bu dine bütün insanlığın akın akın girmesi gerekirdi. Mümin aklı böyle düşünür, mümin gönlü böyle ister ve beklerdi. Fakat Allah’ın imtihan için kullarına verdiği akıl, irade, nefis, yine bu maksatla insanlara musallat olan şeytan milyarlarca insan için doğru yolun ve hak dinin engelleri olmuş, müminin beklentisinin aksine insanların hakkıyla şükredenleri, küfür ve nankörlük içinde olanlardan az bulunmuştur. Bu çokluk karşısında müminler, kendi güç ve gayretleri yanında ve ondan daha çok yüce Allah’ın yardımına sığınmak durumundadırlar:

     “Sen bizim mevlâmızsın, inkârcılara karşı bize yardım et!” Sûrenin bu son iki âyetinin fazileti hakkında birçok sahih hadis rivayet edilmiştir. “Bakara sûresinin sonunda iki âyet vardır ki bir gecede okuyana onlar yeter” meâlindeki hadis bunlardandır (Buhârî, “Fezâilü’lKur’ân”, 10, 27, 34; diğer bazı örnekler için bk. Şevkânî, I, 342 vd.)

Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 1 Sayfa: 449-456
[​IMG]
    Kur'an-ı Kerim - Diyanet İşleri Başkanlığı
    kuran yolu tefsiri ile ilgili görsel sonucu

    2 Eylül 2020 Çarşamba

    PSİKOLOJİ (2)

    DİNİ PSİKOLOJİ ve
    İSLAM PSİKOLOJİSİ BAĞLAMINDA

    DİN PSİKOLOJİSİNİ
    YENİDEN DÜŞÜNMEK

    *2*
    Dr. Sevde Düzgüner
    Psikoloji | Biruni Üniversite Hastanesi
    Psikolojinin Kuruluşu ve Gelişimi
         Avrupa’da ortaya çıkan pozitif bilimsel yaklaşımın temellerinin 13. Yüzyıla kadar uzandığı söylenebilir. Bu dönemde bilim, sanat, edebiyat gibi pek çok alanda erken Rönesans adı verilebilecek bir sıçrama yaşanmış, modern bilimin kavramsal çerçevesine dair ilk izler ortaya çıkmaya başlamıştır.
         Üniversite ve hastane gibi araştırma merkezlerinin kurulması da bu süreçte olmuştur. Ancak otorite konumundaki kilise, bu kurumları kendi egemenliği altında tutmaya çalıştığı için tam anlamıyla bir pozitif bilimsel yaklaşımdan bahsedilemez.
         Çünkü bu dönemde kilise, üniversite ve hastanenin kurulmasını desteklemiş ve buraları kendi amaçları doğrultusunda yöneteceğini düşünmüştür. Dolayısıyla siyaset ve kiliseye karşı çıkanlar ile gerçekten psikolojik sağlık problemi yaşayanlar birbirinden net sınırlarla ayrılmış değildir.
         Nitekim 13. Yüzyıl ile 17. Yüzyıl arasında süren “cadı avı”, siyasi iktidar ve kilisenin kendilerine başkaldıranlara olduğu kadar bugün psikolojik rahatsızlık olarak nitelenebilen pek çok belirtiyi gösteren kişilere de türlü işkencelerin yapılması ve yakılarak öldürülmesi buna örnektir.
         Diğer taraftan 15. Yüzyılda başlayan coğrafi keşifler ve o dönemin teknoloji alanındaki yeni buluşlar, maddi refahın artmasını sağladığı gibi ortaya çıkan burjuvazi sınıfı da kilisenin otoritesini sarsmaya başlamıştır. 16 ve 17. Yüzyılları etkisi altına alan Rönesans ve reform hareketleriyle birlikte artık pozitif bilimsel yaklaşımın temeli olan akılcılık öne çıkmaya başlamıştır.
         Kopernik’in güneş merkezli sistem teorisi ile Galileo’nun teleskopu icadı, ayrıca Descartes ve Newton’un fikirlerinin etkisiyle, 19. yüzyılda insanın rolü hakkındaki algılamanın değişmesine yol açmıştır. Dünyanın güneş sisteminde sıradan bir gezegen olduğu ile insanın canlılar sınıfına ait sıradan bir varlık olduğu görüşü, her ikisini de incelenebilir ve mantıkla açıklanabilir bir noktaya getirmiştir. Otomatlar ve saatlerin icadı da benzer bir etkiye sahip olmuştur.
         Nitekim dönemin saraylarına inşa edilen mekanizmalarda, bir taşa veya basamağa basıldığında oradaki bir heykel harekete geçmekteydi. Bu örnek dönemin düşünürlerinin insan davranışlarının dış nedenlerle olabileceğini fikrini tartışmalarına yol açmıştır. Diğer taraftan saat gibi kendi içinde hareket eden kapalı bir mekanizmanın icadı da evren ve insanın da bir saat gibi olabileceği fikrini doğurmuştur. Mekanizma içindeki parçaların birbirini etkilemesi determinizm, saatin parçalara ayrılarak incelenebileceği gerçeği de indirgemecilik teorileriyle neticelenmiştir.
         Böylece insanın davranışları ve yaşadığı içsel süreçler farklı bir yaklaşımla incelenmeye hazır hale gelmiştir. O dönemde mevcut bulunan yaklaşım Tanrı’nın insana dair söylediklerini esas almak iken değinilen gelişmeler ışığında yeni bir yaklaşım ortaya çıkmaya başlamıştır. Dönemin düşünürleri dini öğretilere atıfta bulunmadan kişisel görüş ve gözlemlerine dayalı bir yaklaşım ileri sürmüşlerdir. İnsana dair bu yaklaşımın güç kazanmasında köşe taşı olarak nitelendirilebilecek isimlerin öne çıktığı söylenebilir.
         Avrupa’daki aydınlanma hareketini başlattığı kabul edilen Locke, “doğuştan getirilen ilkeler” fikrini reddederek insanın bilgileri deneyim yoluyla edindiğinin altını çizmiştir. Psikoloji açısından en önemli eseri olan An Essay Concerning Human Understanding (İnsan Anlaması Üzerine Bir Deneme, 1690) isimli kitabında o, zihinsel işlemler, algılama, dil ve çağrışım gibi konulara değinmiştir.
         Locke’un görüşlerini eleştiren Berkeley, bilgilerin deneyimlerden değil duyulardan elde edildiğini ileri sürmüştür. Dünyanın göz, kulak, burun gibi farklı organlar aracılığıyla algılandığını ifade eden Berkeley, algı farklılıklarına odaklanarak psikolojinin bilimsel kapsamının belirlenmesine katkıda bulunmuştur. Onun görüşleri, Psikoloji’de “öğrenme” ve “gözlem-deneyim” kavramlarının ön plana çıkmasına da yardımcı olmuştur.
         Ancak psikolojinin sınırlarının daha net hale gelmesi Hume’un fikirleri ışığında olmuştur. O, kendinden önceki çoğu düşünür gibi ruh-beden etkileşimine dair tartışmalara girmemiş, ruh kavramını etkin bir şekilde eleştirmiş ve ruhun yerine içsel yaşantılara dikkat çekmiştir. Bunlar arasında algılar, imgelemler, anılar ve duyguların yer aldığını söyleyen Hume, zihinsel işlevlere ve duygusal yaşantılara dikkat çekmesi açısından önem taşımaktadır.
         Zihnin belli çağrışım yasaları çerçevesinde çalıştığı görüşünün aksini savunan düşünürler de zihnin pasif değil aktif bir yapı içerdiğini iddia etmişlerdir. Bu görüşün önde gelen ismi olan Leibnitz, geliştirdiği monadoloji (monadology) teorisinde fiziksel dünya ve zihinsel deneyimlerin aynı gerçeğin iki ayrı yönü olduğunu, bedenin atomlardan oluşması gibi zihnin de monadlardan oluştuğunu ve zihinsel süreçlerde monadların aktif rol oynadığını iddia etmiştir.
         Görüldüğü üzere 13. Yüzyıldan 18. Yüzyıla kadar olan dönemde evrene ve insana bakışta yaşanan değişimler, psikolojinin bilim dalı haline gelişinde etkin rol oynamıştır. 18. yüzyılda Fransız Devrimi’nin (1789) de etkisiyle Avrupa’da yaşanan siyasi, sosyal ve dini açıdan çalkantılı dönem, aydınlanma olarak isimlendirilen köklü değişimleri içinde barındıran dönemdir.
         Aklın üstünlüğüne olan inancın yaygınlaşması, felsefi düşünce ve bilimsel gelişmelere yön vermiştir. Bu dönemde benimsenen delile dayalı bilimsel bilginin esas kabul edilmesi, bir sonraki yüzyıldaki gelişmelerin temelini oluşturmuştur.
         Psikoloji açısından ise düşünürlerin gündeminde zihinsel süreçler, duyum ve algılamalar yer almıştır ve deneysel yaklaşım öne çıkmaya başlamıştır. Örneğin Mesmer, hayvan manyetizması ismini verdiği bir kuram geliştirmiş ve hipnoza benzer bir yöntemle psikolojik rahatsızlıkları tedavi ettiğini iddia etmiştir. Bilimsel olmamakla suçlansa da Mesmer, ruhsal bozuklukların çevresel faktörlerle oluştuğu yönündeki görüşün yaygınlaşmasına yardımcı olmuştur.
         Böylece bireyin olumsuz şartlardan etkilenerek rahatsızlanmasına neden olan psikolojik süreçler incelenmeye başlanmıştır. Bu gelişme, hem Psikoloji’nin bir disiplin haline gelmesine zemin hazırlamış hem de psikolojik rahatsızlığı olan hastalara uygulanan insanlık dışı işkencelerin sona ermesine yardımcı olmuştur.
         Nitekim Fransa Bicetre Hastanesi’nin başhekimi Pinel, 1793 yılında 12 ruh hastasının zincirlerini çözerek tarihe geçmiştir. Bu olaydan sonra ise psikolojik hastalıklar tıbbi açıdan incelenmeye başlanmış, çeşitli tedavi yöntemleri geliştirilmiş ve psikiyatri ayrı bir disiplin haline gelmiştir. Heinroth, 1827’de Leipzig Üniversitesi’nde Psikiyatri alanında akademik kariyer yapmış ve 1827’de Almanya’nın ilk “psikolojik tedavi” profesörlüğünü almıştır.
         Aynı yıllarda psikoloji henüz ayrı bir bilimsel disiplin olarak kabul görmüş değildir ancak psikiyatri alanındaki gelişmeler psikolojinin bilimsel kuruluşunu kolaylaştırmıştır. Çünkü bu alanda yapılan araştırmalar, insan davranışının temelleri, beyin fonksiyonları ve duyuların işleme sistemleri üzerine yoğunlaşmıştır. Bu da deneysel psikolojinin gelişmesinde önemli bir gelişmedir.
         Yukarıda değinilen gelişmelerin yanı sıra insanın bilimsel araştırma konusu haline gelişinde etkin olan diğer bir gelişme, Darwin’in doğal ayıklanma ve evrim teorilerinin büyük yankı uyandırması olmuştur. The Origin of Species (Türlerin Kökeni, 1859) isimli kitabına göre bütün organik varlıklar, geometrik bir oranda gelişmeye çalışmaktadır. Bunun için hayatla mücadele etmek ve büyük yıkımlara maruz kalmak zorundadırlar. Bu mücadeleyi kazanan varlıklar yaşamlarını sürdürür.
         Bu teori, insan ve hayvan davranışlarının biyolojik kökenlerine ve organizmanın çevreye uyum sağladığına işaret etmesi açısından önemli görülse de doğal ayıklanma teorisini insan ırkına yansıtan kişi Darwin’in kuzeni Galton; evrim teorisini psikolojik alanda meşhur eden kişi ise Spencer olmuştur. Aslında Galton, insanın sahip olduğu yetenekleri, zihinsel kalıtım ve bireysel farklılıklar açısından ele alarak zeka testleri geliştirmiştir. Üstün yetenekli insanların bir araya getirilerek soyarıtımı (eugenics) yapmayı savunması dikkatleri de eleştirileri de üzerine çekmiştir.
         Onun değişkenler arasındaki ilişkileri (correlations) ölçme girişimleri, bugün psikolojik araştırmalarda sıkça kullanılan t testi ve varyans analizleri gibi istatistik tekniklerinin gelişmesine yardımcı olmuştur.
         Diğer taraftan Spencer, 1856 yılında The Principles of Psychology (Psikolojinin İlkeleri) isimli bir eser kaleme almıştır ve evrimin kapsamını genişleterek sosyal alana yansıtmıştır.
         Sosyal Darwincilik olarak bilinen yaklaşımı, doğada olduğu gibi toplumda da güçlü olanların hayatta kaldığı, kültürel rekabetin zayıf olanın ortadan kalkması yönünde devam ettiğini görüşü üzerine kurulu durumdadır.
         Böylece insan davranışlarının çevresel ve biyolojik kökenleri araştırma konusu haline gelmiş, öğrenme gibi zihinsel süreçler kadar kalıtımın psikolojik etkileri konuları da tartışılmaya başlanmıştır.
    Psikoloji Nedir? Psikoloji Hakkında Bilinmesi Gereken Bilgiler |  Beyinsizler.net

    31 Ağustos 2020 Pazartesi

    RİYÂZÜ'S SÂLİHÎN'DEN HADİS-İ ŞERİFLER ♥ ✿ܓ ♥ YETİMLERİ ve KİMSESİZLERİ KORUMAK (1)

    RİYÂZÜ'S SÂLİHÎN
    33
    YETİMLERİ ve KİMSESİZLERİ KORUMAK
    YETİMLERİ, KIZ ÇOCUKLARINI,
    ZAYIF, YOKSUL ve GÖNLÜ KIRIK KİMSELERİ
    HOŞ TUTMAK, ONLARA İYİLİK EDİP
    ŞEFKAT GÖSTERMEK,
    KENDİLERİNE MÜTEVAZİ DAVRANIP
    KOL KANAT GERMEK
    (1. Bölüm)

         Âyet-i Kerimeler

    1. “Mü’minlere kol kanat ger.” Hicr sûresi (15), 88
         Allah Teâlâ mü’min kullarını Resûlullah Efendimiz’e emanet ederek onlara karşı mütevazi davranmasını, yardıma ve himâyeye muhtaç olanlarını himaye etmesini tavsiye buyuruyor. Bu sadece Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz’e değil, onun şahsında bütün mü’minlere yapılmış bir tavsiyedir. Zira Yüce Rabbimiz mü’minleri birbirine kardeş yapmış, birbirinin derdiyle ilgilenmelerini, birbirinin yarasına merhem olmalarını ve kardeşlerinin sıkıntılarını gidermelerini emretmiştir.
         Şu hâlde mü’minler kardeş olduklarını asla unutmayacak, birbirlerine kaba davranmayacak, kendilerini diğer kardeşlerinden üstün görmeyecek, onları küçümsemeyecek, onlara kardeşim diye bakacak, onlardan bir kabalık görünce hemen yüz çevirmeyecek, herkesin mükemmel olmayacağını düşünerek anlayışlı davranmaya gayret edeceklerdir.

    2. “Sabah akşam Rablerine dua ederek onun rızasını kazanmaya çalışanlarla beraber sıkıntılara karşı dayan. Dünya hayatının süslerine kapılıp da gözlerini onlardan ayırma.” Kehf sûresi (18), 28

         Peygamber Efendimiz’in fakir ve kimsesiz müslümanlarla beraber oturup kalkması, Mekke’nin kendini beğenmiş zenginlerinin canını sıkıyordu. Onlara göre fakirler ayrı bir sınıftı ve ancak kendilerine denk olanlarla beraber oturup kalkabilirlerdi. Bazı konuları görüşmek üzere Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem’in yanına geldiklerinde bazı kölelerin ve fakir müslümanların, en azından kendileri gidene kadar dışarı çıkmalarını istediler. Bunun üzerine bu âyet-i kerîme nâzil oldu. Allah Teâlâ Resûl-i Ekrem’ine hitâben sen o adamların dediklerine bakma. Sabah akşam sadece Rablerinin rızâsını kazanmak için ibadet edip duran o yoksul ama samimi müslümanları, kâfirlerin sözüne bakarak yanından kovma. Allah’ın kendilerinden râzı olduğu insanlar bu yoksul ve kimsesiz mü’minlerdir. Sen hep onlarla birlikte olmaya bak. Malına, mülküne güvenip şımaran o adamları kazanmak pahasına da olsa, fakir müslümanları gücendirme, buyurdu.

        Demek ki Allah katında önemli olan, iman dolu bir gönüldür. İman dolu bir gönülden daha değerli bir şey yoktur. Yoksul bir mü’min, dünyaya sahip bir kâfirden ölçülemeyecek kadar değerlidir.

    3. “Yetimi sakın üzme, senden bir şey isteyeni azarlama!” Duhâ sûresi (93), 9-10

         Bu iki âyet-i kerîmede, yine Peygamber Efendimiz’in şahsında mü’minlere iki görev verilmektedir.
         Birincisi yetime iyi davranmaktır. Allah Teâlâ Resûlullah Efendimiz’e, sen de bir zamanlar yetimdin. Ben seni koruyup gözettim. Ben seni nasıl himâye etmişsem, sen de diğer yetim kullarıma sahip çık; onların derdiyle ilgilen; sıkıntılarını hallet buyurmaktadır. Demekki yetimler bize Allah emânetidir. Onları dertleriyle, üzüntüleriyle başbaşa bırakmayacağız. Koruyup gözeteceğiz. Kendilerine yetimliğin acısını duyurmamaya çalışacağız. Toplum çarkının içinde ezilmelerine göz yummayacağız.
         İkinci görevimiz ise bizden bir şey isteyeni kovmamak, gururunu incitip azarlamamaktır. Bizden bir şey isteyen, istediği şeyin bizde bulunduğundan emin olduğu için ister. Bu, para olabilir, bedenî destek olabilir, ilim ve mahâret olabilir. Şayet istenen şey bizde varsa, demekki Yüce Rabbimiz herkese vermediği o imkânı bize lutfetmiştir. Bu ilâhî lutfu Allah’ın kullarından esirgemek, onu bize verene karşı nankörlük etmek olur. Şu hâlde insan, elindeki imkânları ve ilâhî lutufları, onları isteyeni kırıp incitmeden vermelidir. Veremeyecek durumdaysa, bu isteği tatlı bir dille geri çevirmelidir.

    4. “Dini yalan sayan kimseyi gördün mü? İşte o, öksüzü incitir, yoksulu doyurmak için ön ayak olmaz.” Mâûn sûresi (107), 1-3

         Din insanı hem dünyada hem de âhirette mutlu edecek görevleri belirleyen ilâhî buyruktur. İnsanın başlıca görevinin Allah’ın emirlerini yapıp yasaklarından kaçmak olduğunu, bütün yaratılmışlara sevgi ve şefkat göstermek gerektiğini ortaya koyar.
         İnsan Allah’ın buyruklarını yaptığı ölçüde mutlu olur. Yasaklarından kaçındığı ölçüde ona bağlı olmanın mânevî zevkine erer. İnsanlara iyi davrandıkça, onları kendisinden memnun ettikçe, kederli gönülleri sevindirdikçe yaşamanın güzelliğini farkeder.
         Dini yalanlayan yâni İslâm’ı tanımayan kimse, gönlünde Allah’a saygı, insanlara sevgi taşımayan kimsedir. Böyleleri öksüzleri kucaklayıp bağrına basmaz. Aksine onları iter, kakar, hor görür. Yetimleri kırmaktan, ezmekten geri durmaz. Fakirleri ve yoksulları doyurmak, onların ihtiyaçlarını gidermek için gayret göstermediği gibi, başkalarının yardım etmesine de ön ayak olmaz.
         Demek ki dindar olmayan kimsede şefkat ve merhamet duyguları körelmiştir. Onların insanî yönleri büyük ölçüde ölmüştür.


         Hadis-i Şerifler

    262. Sa`d İbni Ebû Vakkâs radıyallahu anh şöyle dedi:
         Biz altı kişi Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem ile birlikte oturuyorduk. Bu hâli gören müşrikler Peygamber aleyhisselâm’a:

    - Şunları yanından def’et! Bize karşı saygısızlık etmeye kalkmasınlar, dediler.

         Orada benden başka Abdullah İbni Mes`ûd, Hüzeyl kabilesinden biri, Bilâl ve adlarını vermek istemediğim iki kişi daha vardı.

         Müşriklerin bu teklifi üzerine Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in kalbinden (kendisine kırılmayacağımızdan emin olduğu için) bizleri oradan uzaklaştırma düşüncesi geçti. Bunun üzerine Allah Teâlâ şu âyeti indirdi:

         “Sabah akşam Rablerinin rızâsını dileyerek ona yalvaranları huzurundan kovma!” [En`âm sûresi (6), 52]. Müslim, Fezâilü’s-sahâbe 46

         Açıklamalar

        Fakirleri küçümsemek ve kendisini onlardan üstün görmek, görünüşe değer veren basit ve seviyesiz insanların ölçüsüdür. Mekkeli müşrikler, Peygamber Efendimiz’in etrafında toplanan ve ona gönülden imân eden fakir müslümanlara hep bu gözle bakmışlardır. Onlarla aynı mecliste bulunmayı bir gurur meselesi yapmışlardır. Karşılarına aldıkları bu çoğu kendi köleleri olan yoksul müslümanları, dinlerinden döndürmek için dövüp sövmüşler, ölümle tehdit etmişler, hatta bir kısmını şehit etmişlerdir. Gönüllerini İslâm aşkı ve Resûlullah sevgisi dolduran bu bahtiyar insanlar, onların tehdidine pabuç bırakmamışlar, her fırsatta Resûl-i Ekrem Efendimiz’in huzuruna gelerek onu derin bir zevk ve heyecanla dinlemişlerdir. Peygamber Efendimiz bütün insanlara İslâmiyet’in güzelliğini anlatmak ve müslüman olmadan bahtiyarlığın tadılmayacağını söylemek istiyordu. Bunun için halkın ayağına gidiyor, saatlerce konuşuyordu. Müslüman olmalarını çok istediği bazı hatırlı müşrikler vardı. Onların kendisiyle görüşmek istemeleri Resûlullah Efendimiz’in hoşuna gitti. Onlar gelip de:

    - Seninle konuşmamızı ve sonra da dinine girmemizi istiyorsan, biz yanına geldiğimizde bu değersiz adamları kov, deyince, Resûlullah bu teklifi hiç düşünmeden reddetti.

         Rivayete göre o zaman müşrikler daha yumuşak bir teklifle geldiler:

    - Bâri biz yanına gelince, bunlar kalkıp gitsin, dediler.

         Bu adamları kazanması hâlinde dinin daha çok güçleneceğini hesap eden Peygamber aleyhisselâm şöyle düşündü: Etrafımdaki fakir müslümanlar, İslâm’a bütün benlikleriyle bağlanmış kimselerdir. Üstelik benim kendilerini ne kadar sevdiğimi, bu müşrikleri kazanmayı ne kadar istediğimi iyi bilirler. Müşriklerin bu yumuşak tekliflerini kabul edersem, müslüman kardeşlerim bana gücenmezler.

         Yüz bulunca astarını da isteyen müşrikler, tekliflerini Resûlullah Efendimiz’in kabul ettiğini görünce:

    - Öyleyse bu anlaşmayı yazalım ve her zaman buna uyalım, dediler.

         İşte bu olmayacak teklif üzerine âyet-i kerîme nâzil oldu. Allah Teâlâ Nebiyy-i Muhterem’ine şöyle hitâb ediyordu:

         “Sabah akşam Rablerinin rızasını dileyerek ona yalvaranları huzurundan kovma!” [En’âm sûresi (6), 52].

         Demek ki Allah Teâlâ o bütün benlikleriyle Rablerine bağlanmış olan fakir, yoksul ve köle kullarının gücendirilmesine izin vermiyordu. Kalblerindeki sarsılmaz iman sebebiyle her biri cihâna bedel bu fakir müslümanları gördükçe Resûlullah Efendimiz gülümser ve:

    - Merhabâ, kendileri yüzünden Rabbimin beni azarladığı insanlar, diye gönüllerini alırdı. Allah Resûlü onlarla oturmayı sever, onlardan biri kalkıp gitmedikçe yerinden ayrılmazdı.

         İnsanlar ne kadar medeniyiz deseler de, asırlar boyu süregelen cins, ırk, renk, soy ve sınıf ayırımı bitmiyor. İslâm’ın on beş asır önce ortaya koyduğu, insanlar arasında hiçbir ayırım yapmama, görünüşe değil gönle bakma ölçüsü ne kadar insânî, ve ne kadar asîl değil mi?

         Hadis-i Şeriften Öğrendiklerimiz

    1. İslâmiyet’e ilk gönül verenler, köleler ve fakir kimselerdir.

    2. İyi insanların gönlünü hoş tutmak ve onları asla gücendirmemek gerekir. Zira onları üzen, Allah Teâlâ’yı gücendirmiş olur.

    3. İnsanlara malları ve makamları sebebiyle değil, Allah’a yakınlık ölçüsü olan dindarlıkları sebebiyle saygı gösterilmelidir.

    4. İslâmiyet insanları Allah huzurunda eşit saymıştır. Din öğretiminde, ibadet esnasında ayırıma gitmemiştir.


    263. Bey`atü’r-rıdvân’a katılan sahâbilerden Ebû Hübeyre Âiz İbni Amr el-Müzenî radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre birgün Ebû Süfyân, aralarında Selmân-ı Fârisî, Suheyb-i Rûmî ve Bilâl-i Habeşî’nin de bulunduğu bir gurup müslümanın yanından geçti. Onu gören bu müslümanlar:

    - Allah’ın kılıcı Allah düşmanını haklamadı, dediler.

         Bunu duyan Ebû Bekir radıyallahu anh:

    - Bu sözü Kureyş’in büyüğüne ve efendisine mi söylüyorsunuz? dedi. Sonra da Peygamber aleyhisselâm’ın yanına gelerek bu olayı anlattı.

         O zaman Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem:

    - “Ebû Bekir! Bu sözünle belki de onları gücendirdin. Eğer onları gücendirdiysen, Rabbini de gücendirdin demektir”, buyurdu.

         Hz. Ebû Bekir hemen o yoksul müslümanların yanına gelerek:

    - Kardeşlerim! Yoksa sizleri gücendirdim mi? diye sordu.

         Onlar:

    - Hayır sana gücen medik. Allah seni bağışlasın, kardeş! dediler. Müslim, Fezâilü’s-sahâbe 170

         Açıklamalar

         Hadisimizin râvisi Ebû Hübeyre, hicretin 6. yılında Hudeybiye mevkiinde Peygamber Efendimiz’e biat eden sahâbîlerden biridir. Bu mübarek insanlara Bey`atü’rrıdvân ehli adı verilir.

        Ebû Hübeyre’nin anlattığı bu olayda sözü edilen üç sahâbînin üçü de köleydi. Bunlardan Selmân-ı Fârisî, İran’ın Râmhürmüz kasabasından olup, memleketinde mecûsî idi. Ateşe tapardı. Sonra hıristiyan oldu. Hizmetinde bulunduğu papaz, ona yakında Son Peygamber’in geleceğini haber vermişti. Selmân hür olduğu halde esir edilip Medineli bir yahudiye satılmıştı. Peygamber Efendimiz Medine’ye hicret edince, Selmân onun gerçekten Peygamber olduğunu anlayarak müslüman oldu. Resûl-i Ekrem Efendimiz’in sevgi ve takdirini kazandığı için Efendimiz “Selmân Ehl-i beyt’tendir” buyurdu.

         İkincisi Suheyb-i Rûmî idi. Arap asıllı olduğu hâlde henüz çocukken Rum’ların yaptığı bir baskında esir edilmiş, daha sonra Araplara satılmıştı. İlk müslümanlardan olduğu için kâfirlerden pek çok eziyet görmüştü. Peygamber Efendimiz ashâbına, bir anne yavrusunu nasıl severse, onu öyle sevmelerini tavsiye etmişti.

         Üçüncü sahâbî ise Habeşistan asıllı olduğu için Bilâl-i Habeşî diye şöhret bulmuştu. Bilâl, köle olduğu yıllarda kâfirlerin çeşitli işkencelerine uğramış, fakat dininden asla vazgeçmemişti. Resûl-i Ekrem Efendimiz ona İslâm’ın ilk müezzini olma şerefini vermişti.

         Bu olayın geçtiği günlerde Mekkeli müşriklerle Hudeybiye anlaşması yeni yapılmıştı. Bu anlaşmanın getirdiği bazı haklar sebebiyle Ebû Süfyân elini kolunu sallayarak Medine’ye gelip gidebiliyordu. Bu üç büyük çilekeş sahâbî, bir zamanlar kendilerine ve diğer yoksul müslümanlara işkence eden kâfirlerden biri olan ve müslümanlara karşı yapılan birçok savaşı yöneten Ebû Süfyân’ı karşılarında görünce dayanamadılar:

    - Allah’ın kılıçları, Allah’ın düşmanını haklamadı, dediler.

         Orada bulunan Hz. Ebû Bekir, Ebû Süfyân’ı İslâm’a meylettirmek düşüncesiyle bu yoksul, fakat gönlü zengin müslümanlara:

    - Bu sözü Kureyş’in büyüğüne ve efendisine mi söylüyorsunuz? dedi.

         Sonra da olup biteni Resûl-i Ekrem Efendimiz’e anlattı.

         Gönüller Sultanı Efendimiz, bir önceki hadisin açıklamasında belirtildiği üzere, fakir müslümanları gücendirmenin kendisine neye mâlolduğunu düşünerek sevgili arkadaşını uyardı:

    - “Ebû Bekir! Bu sözünle belki de onları gücendirdin. Eğer onları gücendirdiysen, Rabbini de gücendirdin demektir”, buyurdu.

         Cenâb-ı Hakk’ı gücendirmek fâciaların en büyüğü olduğu için Hz. Ebû Bekir bu üç yoksul müslümanın yanına koştu:

    - Kardeşlerim! Yoksa sizleri gücendirdim mi? diye özür dileyen bir sesle sordu.

         Hz. Ebû Bekir’i çok iyi tanıyan bu gani gönüllü yoksullar:

    - Hayır sana gücenmedik. Allah seni bağışlasın, kardeş! dediler.

         Allah’a ve O’nun dinine gerçekten gönül vermiş ve bu suretle Allah dostu olmuş kimselere karşı son derecede uyanık bulunmak ve onları asla incitmemek gerekir. Cenâb-ı Mevlâ’nın sevgili Peygamber’ine, onun da sevgili dostuna yaptığı bu uyarılar, aslında bizim bu konularda dikkatli olmamız için yapılmış birer îkaz ve ihtardır.

         Kimin ne olduğunu Allah bilir. Ama gönlü kırıkların Allah’a daha yakın ve O’nun yüce katında hatırlı kişiler oldukları söz götürmez. Onları hoşnut etmek ve gönüllerini kazanmak, aslında Allah Teâlâ’yı memnun etmek ve rızasını kazanmaya yol aramak demektir.

         Hadisten Öğrendiklerimiz

    1. Fakir ve kimsesiz müslümanlara iyi davranmalı ve onları gücendirmemelidir.

    2. Müslümanlar din kardeşlerinin iyi niyetle söylediği sözlere gücenmemeli, gücense bile onları hoş görüp bağışlamalıdır.

    3. Selmân, Suheyb ve Bilâl çok değerli sahâbîlerdir.


    264. Sehl İbni Sa`d radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem:

         “Ben ve yetimi himâye eden kimse cennette şöylece beraber bulunacağız” buyurdu ve işaret parmağıyla orta parmağını, aralarını biraz aralayarak, gösterdi.
    Buhârî, Talâk 25, Edeb 24.
    Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Edeb 123;
    Tirmizî, Birr 14

         Hadîs-i şerîf bir sonraki hadisle birlikte açıklanacaktır.


    265. Ebû Hüreyre radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

         “Kendi yetimini veya başkasına ait bir yetimi himâye eden kimseyle ben, cennette şöyle yanyana bulunacağız.”

         Hadisin râvisi Mâlik İbni Enes,
    -Peygamber aleyhisselâm’ın yaptığı gibi- işaret parmağıyla orta parmağını gösterdi. Müslim, Zühd 42

        Açıklamalar

         Erginlik çağına gelmeden önce babasını kaybetmiş çocuğa yetim deriz. Hadîs-i şerîf yetimleri, soy itibariyle yakınlık bakımından, insanın kendi yetimleri ve başkasına ait yetimler diye ikiye ayırmaktadır. Bir kimsenin kendi yetimleri: torunu, erkek veya kız kardeşinin çocuğu, öz veya üvey kardeşi, oğulluğu veya kocası ölen bir hanıma göre geride kalan çocukları, yahut bu neviden yakınlarıdır.

         Yetim bir yavrunun babadan anadan kalma malı bulunabilir. O takdirde bu yavru erginlik çağına girene kadar kendisine sahip çıkmak, malının yok olup gitmesine meydan vermemek onu himâye etmek olur. Şayet malı yoksa, onun himâyesi, babasının yokluğunu aratmamaya çalışmakla mümkün olur. Her toplumda olduğu gibi bizde de hadsiz hesapsız yetim vardır. Nice yetimler, ellerinden tutacak, kendilerini hayatın zor ve katı şartlarına alıştıracak rehberleri olmadığı için ezilmişler, itilip kakılmışlar ve âdeta kötü insan olmaya zorlanmışlardır.

         Bu yavrulara sahip çıkanlar, toplumun bir açığını kapamış, bir yarasını sarmış olurlar. Kısacası, insan olmanın sorumluluğunu duymuş olurlar. Hayatın kahredici çarkının bir insanı ezmesine göz yummayanlar, emsâlsiz bir insânî zevki tadarlar. Ayrıca şu hadîs-i şerîfin vâdettiği hesapsız mükâfatı kazanırlar:

         “Bir kimse sırf Allah rızası için bir yetimin başını okşarsa, elinin dokunduğu her saç teline karşılık ona sevap vardır” (Ahmed İbni Hanbel, Müsned, V, 250).

         Her saç teline karşılık bir sevap, ne büyük mükâfattır...

         Şu hâlde yüreğinden kopup gelen derin bir şefkat duygusuyla bir yetimi kucaklayıp bağrına basan, yanaklarına öpücükler konduran, ona yalnızlığını ve yetimliğini unutturmaya çalışan bir kimse, ilâhî rahmet sağanağı altında yıkanmış ve günahlarından arınmış olmaktadır.

    Bir yetim gülüyorsa, başına şefkat eli değdiği içindir. Bir yetim gülüyorsa, bütün bir toplum gülüyor demektir.

         Şu hadîs-i şerîf de bu gerçeği pekiştirmektedir:

         “Bir kimse, müslümanların arasında bulunan bir yetimi alarak yedirip içirmek üzere evine götürürse, affedilmeyecek bir suç işlemediği takdirde, Allah Teâlâ onu mutlaka cennete koyar” (Tirmizî, Birr 14).

         Affedilmeyecek suç ifadesi, hâtıra iki büyük günahı getirmektedir:

         Biri Allah’a şirk koşmak yâni Allah’dan başka bir ilâhın varlığını kabul etmek, diğeri de kul hakkı yedikten sonra onu helâl ettirmemektir.

         Cennet’e girebilmek, şüphesiz büyük bir saâdettir. Ondan da üstünü, Cennet’te Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem’e komşu olabilmektir. Cennet’i yaratan ve oradaki üstün mevkileri bazı iyilikleri yapanlara ayıran Allah Teâlâ, sevgili Resûlü’ne komşu olma bahtiyarlığını, yetimleri koruyanlara lutfetmiştir. Ne mutlu o bahtiyarlara!..

         Hadis-i Şetiflerden Öğrendiklerimiz

    1. Cennette en üstün mevki, Hz. Peygamber’e komşu olabilmektir.

    2. Bu üstün mevkii kazanmanın bir yolu, yetimi himâye etmektir.

    3. Kendisinin veya başkalarının yetimlerini koruyanlar, Allah Teâlâ’yı hoşnut ederler.


    266. Yine Ebû Hüreyre radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

         “Bir iki hurma veya bir iki lokmayla savuşturulan kimse yoksul değildir. Asıl yoksul, muhtaç olduğu hâlde dilenmeyen kimsedir.”

    Buhârî, Tefsîru sûre (2), 48; Müslim, Zekât 102.
    Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Zekât 24; Nesâî, Zekât 76

         Sahîh-i Buhârî ve Sahîh-i Müslim’deki diğer bir rivayete göre ise Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

         “Kapı kapı dolaşıp bir iki lokma, bir iki hurma ile savuşturulan kimse yoksul değildir. Asıl yoksul, kendisine yetecek malı bulunmayan, muhtaç olduğu bilinip de kendisine sadaka verilmeyen ve kimseden bir şey dilenmeyen kimsedir.”

    Buhârî, Zekât 53; Müslim, Zekât 101.
    Ayrıca bk. Nesâî, Zekât 76

         Açıklamalar

         Yoksul sözü Kur’ân-ı Kerîm’de ve hadîs-i şerîflerde miskin kelimesiyle ifade edilir. En yaygın tarife göre yoksul, yiyecek bir şeyi bulunmayan, hergün karnını güçlükle doyuran kimsedir. Bir miktar yiyeceği olan kimse yoksulluktan çıkmakta, ona fakir denmektedir. Peygamber Efendimiz’in tarif ettiği yoksul, bir sonraki övünde karnını doyuracak bir şeyi olmasa bile, haysiyetinden fedakârlık yapmaz; kimseye el açıp dilenmez.
         İşte Peygamber Efendimiz’in kendilerine sahip çıkmamızı istediği kimseler bunlardır. Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem bunların define gibi gizli olduğuna, kendilerini kimseye göstermediklerine işaret ederek onların aranıp bulunmasını tavsiye etmektedir.
         Onları nasıl bulacağımıza şu âyet-i kerîme ışık tutmaktadır:
         “Sadakalar, kendilerini Allah yoluna adayan fakirler içindir. Bunlar yeryüzünde dolaşmazlar. Hâllerini bilmeyen biri, iffet ve hayâlarından dolayı onları zengin zanneder. Sen onları yüzlerine bakınca tanırsın. Onlar yüzsüzlük edip insanlardan bir şey istemezler” [Bakara sûresi (2), 273].

         İnsanı yaratan Yüce Mevlâ, kulları arasında böyle fazilet âbidelerinin bulunduğunu haber vermektedir. Önemli olan onları arayıp bulmaktır. Şayet lüks muhitlere çekilerek kendimizi fakir ve yoksullardan büsbütün koparmamışsak, başımızı sağa sola çevirdiğimizde onlardan birkaçının yaşadığı yeri görmek veya kendilerini tanıyanlardan adreslerini öğrenmek zor olmayacaktır.

         Ertesi gün yiyeceği bir şeyi bulunmayan yoksullar pek az olabilir. Bizim görevimiz sadece onları değil, kazandığı para aile fertlerini geçindirmeyen, bununla beraber hâlini kimseye açmayan kimseleri de bulmak ve dertlerine derman olmaktır. İşinden kazandığı para geçimini sağlamayan kimseler, geçirdiği bir kaza sonucu sanatını yapamayacak hâle düşenler ve daha başka sıkıntılar içinde yaşayanlar pek çoktur. Hele bir de iş bulamayan ve bu yüzden rûhî bunalım geçiren insanları hesap edecek olursak, toplumda bizlerden yardım bekleyenlerin ne kadar çok olduğunu görürüz.

         Dilenciliği meslek hâline getiren bazı kimselerin miskin olmadığı, onların himâye edilmesinin gerekmediği görülmektedir. Onlar yüzsüz olmaları sebebiyle, kıyamet gününde suratlarında bir parça bile et kalmayacak kimselerdir. Bu dilenciler, Peygamber Efendimiz’in tâbiriyle, kendi elleriyle kendi suratlarını tırmalayan kimselerdir. Sırf servet toplamak için halktan bir şeyler isteyip dilenenler, âhirette kendilerini yakacak kor ateşi toplamakla meşgul olanlardır.

         530 numaralı hadîs-i şerîfte göreceğimiz üzere, Peygamber Efendimiz’in kendilerine “kimseden bir şey istemeyin” diye tavsiye ettiği öyle sahâbîler vardı ki, bineklerinin üzerinde giderken kamçıları yere düşerdi de, yaya gidenlerden onu istemezler, aşağıya atlayıp kamçılarını kendileri alırlardı. Zira insanlardan bir şey istemek ve hele bunu alışkanlık hâline getirmek kötü bir şeydir. “Dünyaya gönül bağlama ki, Allah seni sevsin. İnsanların eline bakma ki, halk seni sevsin” (İbni Mâce, Zühd 1) buyuran Peygamber Efendimiz, mecbur kalmadan dilenmenin, kısacası insanlardan bir şey istemenin müslümana yakışmadığını ifade buyurmaktadır.

         537 numaralı hadiste, kimlerin insanlardan maddî yardım isteyebileceği görülecek, bu hadis de 538 numarayla tekrar gelecektir.

         Hadis-i Şeriften Öğrendiklerimiz

    1. Dilenmeyi alışkanlık hâline getiren kimseleri himâye etmek o kadar önemli değildir. Çünkü onlar aç kalmazlar.

    2. Kimseden bir şey istemeyen iffetli yoksulları arayıp bulmalı, dertlerine derman olmalıdır.

    3. Geçim sıkıntısı çeken kimseleri, yüz suyu dökmeye mecbur etmeden gözetip kollamalıdır.
    Riyazüs Salihin, Peygamberimizden Hayat Ölçüleri, Hadis-i Şerifler,Tercüme Ve Şerh, İmam Nevevi, Mehmet Yaşar Kandemir, 8 Cilt Takım Büyük Boy

    24 Ağustos 2020 Pazartesi

    PSİKOLOJİ (1)

    DİNİ PSİKOLOJİ ve
    İSLAM PSİKOLOJİSİ BAĞLAMINDA

    DİN PSİKOLOJİSİNİ
    YENİDEN DÜŞÜNMEK

    *1*
    Dr. Sevde Düzgüner
    Psikoloji | Biruni Üniversite Hastanesi
         Öz

         İnsanın bizzat tecrübe ettiği ve hayatının her anında etkilerini hissettiği bir olgu olan din, uzun zamandır psikolojik araştırmanın konusu olmuştur. Dini bir inanca sahip olup olmamasının birey üzerindeki etkilerini inceleyen bilim dalı olan din psikolojisinin ortaya çıkışı, psikoloji ile eş zamanlıdır. Nitekim psikolojinin kuruluşunda önemli rol oynamış olan Wundt, James, Watson, Freud ve Maslow gibi psikolog, teorisyen ve araştırmacılar, bireyin inanç dünyası ile ilgili konulara eserlerinde yer vermişlerdir.
         Günümüze kadar olan süreçte ise din psikolojisi alanında yapılan pek çok çalışma, kutsal bir varlığa inanmayı veya inanmamayı tercih etmenin duygu, düşünce, davranış, tutum, kişilik, kimlik gibi psikolojik yapılar üzerindeki etkisine ışık tutmuştur.
         Psikolojinin bir alt dalı olan din psikolojisi artık zengin bir literatüre sahiptir. Din, yeme içme alışkanlıklarından sosyal ilişkilerine, dünya görüşünden aile yapısına kadar hemen her boyutta bireyi etkileme, değiştirme ve dönüştürme potansiyeline sahip olduğu için din psikolojisini araştırma alanı da psikolojinin araştırma alanı kadar geniştir. Bugün ise artık din psikolojisi, kendi alt araştırma dallarını oluşturabilecek kadar geniş bir kapsama ulaşmıştır. Diğer disiplinlerde olduğu gibi din psikolojisi de yeni yönelim, yaklaşım, araştırma yöntemleri ile gelişmektedir. Bu durum da alanın sınırlarının yeniden çizilmesi ve kapsamının tekrar gözden geçirilmesini gerekli kılmaktadır.
         Bu makale, din psikolojisinin kapsamının zaman içerisindeki değişimini ortaya koymakta ve güncel verilerin ışığında yeni yönelimlere işaret etmektedir. Bu nedenle makale, din psikolojisi alanında dine yönelik tutum açısından farklı yaklaşımlar tespit etmektedir. Bu yaklaşımların sistematik olarak ele alınması için bir model önermekte ve hem dünya geneli hem de Türkiye özelinden bu yaklaşımlar ile ilgili örnekler sunmaktadır.

    Makalenin Dergiye Ulaştığı Tarih:18.08.2017;
    Yayın Kurulu ve Hakem Değerlendirmesinden Geçen Makalenin Yayıma Kabul Edildiği Tarih: 15.11.2017

         Giriş

         İnsanın kendini tanıma ve anlama çabası tarihin ilk dönemlerinden beri var olmuştur. Bu süre içerisinde pek çok düşünür, din adamı, yazar ve şair insana dair sorgulamalara girmiş ve çeşitli görüşler ileri sürmüştür. Bu görüşlerin bir kısmı bu düşünürlerin kendi çıkarımlarına dayanırken bir kısmı da dinlerin insana dair öğretilerine dayanmaktadır.
         Dolayısıyla “insan kimdir?” şeklindeki kadim soruya iki ayrı kaynakta cevap verildiği söylenebilir. Bunlardan ilki Allah, Tanrı veya aşkın varlık tarafından kutsal metinler aracılığıyla verilen cevaplardır.
         Örneğin Kur’an-ı Kerim’de Allah, insanı anlatan pek çok ayete yer vermiştir. “İnsan kimdir” sorusuna cevap veren ikinci kaynak ise insanın bizzat kendisidir. Düşünürlerin insan görüşleri çoğunlukla felsefe alanı içerisinde değerlendirilmiştir. Pozitif bilimlerin kurulmasıyla birlikte ise psikoloji, doğrudan insanı inceleyen bilim dalı olarak ortaya çıkmış ve felsefenin spekülatif yönteminden uzak bir şekilde insana dair teoriler ileri sürmüştür.
         Günümüzde psikoloji denince akla insana dair düşünce ve araştırmalar gelse de psikolojinin bilimsel serüveni yakın bir geçmişte başlamıştır. Tarih boyunca ileri sürülen insana dair görüşlerin çokluğu göz önünde tutulursa psikolojinin ancak 19. Yüzyılda bağımsız bilim dalı haline gelmesi ilginç gelebilir. Ancak süreç, pozitif bilimlerin doğması ve psikolojinin de kendini bir bilim dalı olarak ortaya koymasını sağlayan bir dizi gelişmenin ışığında ilerlemiştir. Meşhur bir ifadeyle söylenebilir ki psikoloji kısa bir tarihe ancak köklü bir geçmişe sahiptir. İnsan çok boyutlu ve çok komplike bir varlık olduğu için kurulmasından itibaren psikolojinin konusu hızla genişlemiştir.
         Diğer taraftan insan, içinde bulunduğu zamanın koşullarına göre değişen dinamik bir yapıya da sahip olduğu için psikolojinin inceleme alanı, zaman içerisinde değişiklik göstermiştir. Psikolojinin konusunun genişlemesi ve değişmesi, psikolojinin alt dallarının doğmasına neden olmuştur. Bunlardan birisi de din psikolojisidir. Ancak söz konusu değişim ve gelişimler psikoloji gibi din psikolojisinin de zaman zaman kendi kapsamını yeniden belirleme ihtiyacını gündeme getirmiştir.
         Genellikle “zamanın ruhu” olarak nitelendirilen bu durum, yeni ihtiyaçların gündem oluşturacak kadar artması ve devamında köklü değişikliklerin yapılmasını kapsamaktadır. Elinizdeki makale, psikoloji ve din psikolojisinin konu ve yaklaşımlarının zaman içerisindeki değişimini ele almaktadır.
         Makalenin amaçları üç noktada toplanmıştır.
    1) Psikoloji ve din psikolojisinin tarihsel gelişiminde zamanın ruhunun etkisini ortaya koymak.
    2) Din psikolojisinin günümüzdeki alanını belirlemek ve mevcut yeni ihtiyaçlara işaret etmek. 3) Yeni gelişmeler ışığında din psikolojisi yaklaşımlarını sistematik olarak ele almak için bir model sunmak.

         Makale, din psikolojisinin bir kabuk değiştirme sürecinde olduğu öngörüsüne dayanmaktadır ve dünyada ve Türkiye’de din psikolojisinin çerçevesini yeniden çizme çabasını içermektedir.

    02 - 07 Temmuz İstanbul & Güneydoğu Anadolu - GAP Turu

    02 - 07 Temmuz Güneydoğu Anadolu - GAP Turu 3 Gece Otel Konaklamalı 5 Gün Gezi       Mezopotamya, bazı kaynaklarda medeniyetlerin beşiği ola...