19 Kasım 2020 Perşembe

RİYÂZÜ'S SÂLİHÎN'DEN HADİS-İ ŞERİFLER ♥ ✿ܓ ♥ AİLENİN GEÇİMİ

RİYÂZÜ'S SÂLİHÎN
(36)
AİLENİN GEÇİMİ

  • Âyet-i Kerimeler:
     1. “Annelerin yiyecek ve giyeceği, örfe göre babaya aittir.” Bakara Sûresi - 233

     Bu âyette boşanmış kadınların çocuklarını emzirme durumu ele alınmaktadır. Çocuk babaya ait kabul edildiği için, onun emzirilmesini sağlamak da babanın görevidir. Baba maddî imkânları ölçüsünde, çocuğunu emziren kadının yiyeceğini ve giyeceğini temin eder. Bunun miktarını belirlemek problem olursa, hakem kabul edilen bir üçüncü şahıs da bu miktarı tayin edebilir. Bununla beraber yapılacak bu ödeme, babayı sıkıntıya sokacak kadar fazla olmayacaktır.

     2. “Varlıklı olan kimse, varlığına göre nafaka versin. Eli dar olan kimse de verebileceği kadar nafaka versin. Allah hiç kimseye gücünün yettiğinden fazla bir şey yüklemez.” Talâk sûresi - 7

     Bu âyet-i kerime nafaka konusunda bir prensip ortaya koymaktadır. Bir kimse kime nafaka veriyorsa, gelirine göre verecektir. Zenginse, fazla verecek; orta hâlli ise orta derecede verecek; fakirse az verecektir. İslâmiyet aşırı derecede saçıp savurmayı da hoş görmez, aşırı derecede cimri davranmayı da. Bu sebeple nafakaya esas olan ölçü, kişinin maddî gücüdür.

     3. “Siz hayıra ne harcarsanız, Allah onun yerine yenisini verir.” Sebe’ Sûresi - 39

     Allah rızası için aile fertlerine veya fakirlere harcama konusunda bu âyet bir ölçü getirmektedir. Cenâb-ı Hak sevap kazanmak düşüncesiyle veren kuluna yenisini verir. Vermeyenin malından da bereketi kaldırır.

     297 numaralı hadiste göreceğimiz üzere, her Allah’ın günü iki melek yeryüzüne iner. Bunlardan biri:
     - Allah'ım! Malını verene yenisini ver! diye niyâz eder. Diğeri de:
     - Allah'ım! cimrilik edenin malını yok et! diye bedduâ eder.

  • Hadis-i Şerifler:
     291. Ebû Hüreyre radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
    “Allah yolunda (cihâd edilmesi için) sarf ettiğin para, köle âzâd etmek için harcadığın para, fakire sadaka verdiğin para ve bir de aile fertlerinin ihtiyaçları için harcadığın para var ya! İşte bunların içinde sana en çok sevap kazandıracak olanı, ailen için harcadığın paradır.”
Müslim, Zekât 39

  • Açıklamalar:
     Aile fertlerimiz, Cenâb-ı Hakk’ın beraber yaşamamızı, birlikte mutlu olmamızı takdir ettiği insanlardır. Bunlar eşimiz, çocuklarımız, anne ve babamızdır.
     Bizim en tabii gıdamız sevgi ve ilgidir. Birilerini sevmeden, birileri tarafından sevilmeden yaşamak olmayacak şeydir. Zira sevgisiz hayat, taşınması zor bir yük gibidir. Bizi bu âleme getiren Rabbimiz aile yuvası kurmamızı emretmiş, huzuru ancak bu suretle elde edeceğimizi söylemiş, gönlümüze dünyaya yetecek kadar sevgi koymuş ve aile fertlerimizi sevmemizi istemiştir. Bizi dünyaya getiren annemiz babamız, hayatımızı birleştirdiğimiz eşimiz ve bu beraberliğin meyvası olan yavrularımız bizim sevgi ve ilgi odaklarımızdır.
     Hayatın güzelliği, birilerini mutlu etmekle, mutlu görmekle farkedilir. Mutlu olmasını en çok istememiz gerekenler yakınlarımızdır. Onları sevindirmek, yüzlerini güldürmek bizim görevimizdir. Bu sebeple Allah’ın bize verdiği imkânları öncelikle onların ihtiyaçları için harcamalıyız. Onları kimseye muhtaç etmemeliyiz. Maddi gücümüz elverdiği ölçüde, başkalarına imrenmelerine bile imkân bırakmamalıyız.
     Görüldüğü gibi, Sevgili Efendimiz, sevap kazanmak için para harcanacak yerleri saymış, sonra da bunların içinde insana en fazla sevap getirecek harcamanın aile fertlerine sarfedilecek para olduğunu söylemiştir. Zira diğer harcamalar sevap kazanmak için yapılan birer nâfile ibadet olduğu hâlde, ailenin ihtiyaçlarını temin etmek farzdır; şarttır; yapılması gerekli bir görevdir. Farz ibadetin sevabı da hiçbir şeyle ölçülmeyecek kadar çoktur.
     Şu da unutulmamalıdır:
     Aile için farz olan harcama, mutlaka yapılması gereken harcamalardır. Gerekli olmayan hususlardaki harcama ise, hadisimizde sayılan diğer harcamalar gibi, insana nâfile ibadet sevabı kazandırır.
  • Hadisten Öğrendiklerimiz:
     1. Allah yolunda cihâd edilmesini sağlamak, köle âzâd etmek ve fakirlere yardım etmek insana sevap kazandırır.
     2. Ailenin ihtiyaçları için harcanan paralar ise, insana bunlardan daha çok sevap kazandırır.

     292. Resûli Ekrem’in âzadlı kölesi Ebû Abdullah (Ebû Abdurrahman da denilir) Sevbân İbni Bücdüd’den rivayet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
     “Bir kimsenin harcadığı paraların en değerlisi ailesinin ihtiyaçlarına harcadığı para, Allah yolunda cihâd etmek için beslediği atına harcadığı para ve bir de beraberce Allah yolunda cihâd ettiği arkadaşlarına sarfettiği paradır.”
Müslim, Zekât 38.
Ayrıca bk. Tirmizî, Birr 42;
İbni Mâce, Cihâd 4
  • Açıklamalar:
     Bir önceki hadîs-i şerîfte önemli harcama yerleri sayıldıktan sonra, bunların içinde en önemlisinin aile fertleri için sarfedilen para olduğu özellikle belirtilmişti. Bu hadiste ise ev halkının ihtiyaçları için yapılan harcama en başta zikredilmek suretiyle önemi anlatılmıştır. Nitekim İmâm Müslim, Sahîh’inde bu hadisi zikrettikten sonra, hadisin senedinde yer alan tâbiîn âlimlerinden Ebû Kılâbe el-Cermî’nin (ö. 104/722) bir açıklamasını nakletmiştir. Ebû Kılâbe, yapılacak harcamaları birer birer sayan Hz. Peygamber’in, önce aile fertlerinden başlamasına dikkatimizi çekmekte ve yavrularının namuslu yetişmesi için onlara para harcayan, onları başkalarına muhtaç etmemek için uğraşan kimsenin en büyük sevabı alacağını belirtmektedir.
     Bu âlimin, küçük çocuklar için para harcanmasından bahsetmesi, onların bakıma ve yardıma daha çok muhtaç olması sebebiyledir. Bir kimsenin evli barklı çocukları bulunup da yardıma muhtaç olmaları hâlinde onları desteklemesi, sözünü ettiğimiz en makbul harcamaların dışında tutulamaz.
     Mâdem ki herkes çobandır ve herkes kendisine emânet edilen sürüden sorumludur, o hâlde kendisine bir aile teslim edilen kimse her şeyden önce onların rahatını düşünecek, onları aç açık bırakmayacak ve her fırsatta onları nasıl mutlu edeceğini hesaplayacaktır.
     Peygamber Efendimiz zamanında ve İslâm’ın ilk devirlerinde savaşa herkes kendi imkânlarıyla katıldığı için, hadisimizde Allah yolunda cihâd etmek için beslenen attan ve ona yapılacak harcamalardan söz edilmiştir. Varlıklı olan insanların savaşa gidecek maddî gücü olmayanlara yardım etmesi, savaşta bulundukları sürece onları desteklemesi de önemli hayırların başında gelmektedir.
  • Hadis-i Şeriften Öğrendiklerimiz:
     1. Allah yolunda cihad etmek, cihad edenlere maddî yardımda bulunmak, değerli birer ibadettir.
     2. En değerli harcama ise, aile fertlerinin ihtiyaçları için sarf edilen paradır.

     293. Ümmü Seleme radıyallahu anhâ şöyle dedi:
     - Ey Allah’ın Resûlü! (Eski kocam) Ebû Seleme’nin çocuklarına para harcamak bana sevap kazandırır mı? Onları öyle muhtaç durumda bırakacak değilim ya! Onlar benim kendi çocuklarımdır, diye sordum.
     Resûlullah şöyle buyurdu:
     - “Evet, onlara yaptığın harcamanın sevabı senindir.”
Buhârî, Nefekât 14;
Müslim, Zekât 47
  • Açıklamalar:
     Ümmü Seleme annemiz, Resûl-i Ekrem Efendimiz ile evlenmeden önce Ebû Seleme radıyallahu anh ile evliydi. Ebû Seleme Peygamber Efendimiz’in hem halasının oğlu hem de sütkardeşiydi. Onların bu evliliğinden Ömer, Muhammed, Zeynep ve Dürre adlı çocuklar dünyaya gelmişti. Ebû Seleme ile karısı Ümmü Seleme, İslâmiyet’in ilk yıllarında müslüman olmuşlar ve müşriklerin şerrinden kurtulmak için birlikte Habeşistan’a hicret etmişlerdi. Hicretin dördüncü yılında Ebû Seleme vefât edince Peygamber Efendimiz Ümmü Seleme ile evlendi.
     Dinimize göre çocuklar büyüyene kadar onlara bakmak ve ihtiyaçlarını temin etmek babanın görevidir. Bu sebeple Ümmü Seleme annemiz Resûlullah Efendimiz’e demek istiyor ki:
     - Eski kocamdan olma bu çocuklara bakmak aslında benim görevim değildir. Ne yapayım ki, bu yavrular benim öz çocuklarımdır. Onları başkasına muhtaç durumda bırakamam. Ona buna el açmalarına râzı olamam. Bu sebeple kendilerine yardım ediyor ve geçimlerini sağlıyorum. Acaba kendi yetimlerime yaptığım bu yardımdan dolayı sevap kazanabiliyor muyum?
     Resûlullah Efendimiz, Ümmü Seleme radıyallahu anhâ’ya bu fedâkârlığından dolayı sevap kazanacağını söyleyerek şöyle buyurmuştur:
     - “Evet, onlara yaptığın harcamanın sevabı senindir.”

     Güzel dinimiz, iyi niyetle yapılan her işi değerli bulmuş ve yapılan her iyiliğe on mislinden başlamak üzere sayısız sevap vermiştir. Aşağıdaki hadislerde bu durum açıkça görülecektir.
  • Hadisten Öğrendiklerimiz:
     1. Anne şefkati pek yüce, pek asil bir duygudur.
     2. Anne mecbur olmasa bile, sırf merhametinden dolayı çocuklarına yardım etmekle sevap kazanır.

     294. Sa`d İbni Ebû Vakkâs radıyallahu anh’ın rivayet ettiği, bu kitabın baş tarafındaki ihlâs ve niyet konusunda geçen uzun hadiste Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem Sa`d’e hitâben şöyle buyurmuştu:

     “Allah rızasını düşünerek yaptığın harcamalara, hatta yemek yerken eşinin ağzına verdiğin lokmalara varıncaya kadar hepsinin mükâfatını alacaksın.”
Buhârî, Îmân, 41, Cenâiz 36, Vesâyâ 2,
Nefekât 1, Merdâ 16, Daavât 43, Ferâiz 6;
Müslim, Vasıyyet 5.
Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Ferâiz 3;
Tirmizî, Vesâyâ 1; Nesâî, Vesâyâ 3;
İbni Mâce, Vesâyâ 5
  • Açıklamalar:
     Sözü edilen bu 7 numaralı uzun hadîs-i şerîfte Sa`d İbni Ebû Vakkâs başından geçen bir olayı anlatmıştı. Olay şu idi:
     Peygamber Efendimiz’le birlikte Vedâ Haccı için Mekke’ye gelmişlerdi. Sa`d orada ağır bir hastalığa yakalanmıştı. Efendimiz kendisini ziyârete geldiğinde, Mekke’de öleceğini düşünerek ona bir mesele danışmıştı. Demişti ki, ben zengin bir adamım. Kızımdan başka da mirasçım yok. Malımın üçte ikisini sadaka olarak dağıtabilir miyim?
     Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem de ona mirasçılarını zengin bırakmak gerektiğini, onları başkalarına muhtaç etmenin doğru olmayacağını anlatmış ve malının üçte birini sadaka olarak dağıtabileceğini buyurmuş ve peşinden de yukarıdaki hadîs-i şerîfi söylemişti.
     Bu hadîs-i şerîf her işin başının Allah rızası olduğunu ortaya koymakta, insan ne yaparsa Allah’ı memnun etmek için yapmalı, demektedir.
     Burada bize şu anlatılmaktadır:
     Allah’ın hoşnutluğunu kazanmak için büyük paralar, servetler harcamak şart değildir. Çoğu kimsenin önemsemediği bir işi yaparak da Allah rızası kazanılabilir. İnsan eşini, çoluğunu çocuğunu sevindirirken, onlarla gülüp oynarken bile sevap elde edebilir. Önemli olan, “Rabbim ben eşimi mutlu etmek, çocuklarımı sevindirmek istiyorum. Sen onları bana emanet ettin. Ben de senin emanetine saygı duyuyor, onlara karşı görevimi yapıyorum”, diye düşünebilmektir. Çocuklarına bir yiyecek, giyecek alırken Allah’ı düşünmek ve onun rızasını elde etmeyi istemektir.
     Aile fertlerinin geçimini temin etmek, onları kimseye muhtaç etmemeye çalışmak dinimize göre önemli bir olaydır. Allah’ın sevgisini, cennetini, cemâlini kazandıracak kadar büyük bir meseledir. Eşiyle şakalaşırken maddî haz duymak, sevap kazanmaya engel değildir. Nitekim Peygamber aleyhisselâm insanın eşiyle cinsî ilişkide bulunmasının bile sadaka olduğunu ifâde buyurmuş; bunu yadırgayan sahâbîlerine “Ya ihtiyacını haram yoldan giderse ne olacaktı!” diyerek bu gerçeği perçinlemiştir.
     Şakalaşırken eşin ağzına verilen bir lokma bile sadaka sayılırsa, ailesinin ihtiyaçlarına sarf ettiği paralar kim bilir insana ne büyük sevaplar kazandırır!
  • Hadisten Öğrendiklerimiz:
     1. Allah rızası için yapılan her hayır insana sevap kazandırır.
     2. Mübah işler iyi niyetle yapıldığında birer hayıra dönüşür.
     3. Bir müslümanın eşini sevindirmek için yaptığı her davranış, Allah’ı memnun eder.

     295. Ebû Mes`ûd el-Bedrî radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre Peygamber aleyhisselâm şöyle buyurdu:
     “Bir adam Allah’ın rızasını umarak ailesinin geçimini sağlarsa, harcadıkları onun için birer sadaka olur.”
Buhârî, Îmân 41, Megâzî 12, Nefekât 1;
Müslim, Zekât 49.
Ayrıca bk. Nesâî, Zekât 60
  • Açıklamalar: 
     Bir aile yuvası kuran kimse, yuvadakilerin geçimini gönüllü olarak üstlenmiş sayılır. Eşini ve çocuklarını rahat ettirmek, onları kimseye muhtaç bırakmamak için didinir durur. Aile fertlerinin geçimini sağlamak aile reisi için bir görev olmakla beraber, bu görevi yapmak onun ayrıca sevap kazanmasına engel teşkil etmez. İnsan sadaka vererek, yani nâfile ibadet ederek sevap kazandığı gibi, aile fertlerinin geçimini sağlamak gibi farz bir görevi yaparak da sevap kazanır. İşte Peygamber Efendimiz hadîs-i şerîfte, kendi ailesini geçindirmenin insana sevap kazandırmayacağını zannedenlere bunun doğru olmadığını açıklamaktadır.
    Demek oluyor ki, Allah Teâlâ kullarına beslediği sevgiden dolayı onlara her fırsatta mükâfât vermek ister. Yaptıkları her işe bir sevap yazmayı arzu eder. İnsan aile fertlerini mutlu etmek için nasıl çırpınırsa, Allah Teâlâ da çok sevdiği kullarının ebedî hayatta bahtiyar olmalarını diler. Bu sebeple onların iyi niyetle ve Allah’ı memnun etme düşüncesiyle yaptıkları her işe sevap yazar.
     Hadîs-i şerîfin metninde aile fertleri ifadesinin karşılığı olarak “ehil” kelimesi geçmektedir. Ehil sözünün içine kendilerine nafaka verilmesi gereken kimseler girer.
     Bir kimsenin dar mânada ehli ve ailesi, karısı ve çocuklarıdır. Muhtaç oldukları takdirde kendilerine bakmak zorunda olduğu kimseler ise fürû dediğimiz çocuklar ve torunlar, usûl dediğimiz ana, baba, büyük anneler ve dedeler ile bakacak kimseleri kalmamış olan kardeş, amca, hala, teyze ve dayı gibi akrabadır.
  • Hadis-i Şerften Öğrendiklerimiz:
     1. Allah rızasını kazanmayı düşünmeden yapılan işlerden sevap elde edilmez.
     2. Allah rızasını düşünerek aile fertlerine yapılan bütün harcamalar ise insana sevap kazandırır.

     296. Abdullah İbni Amr İbni Âs radıyallahu anhümâ’dan rivayet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
     “Geçimini sağlaması gerekenleri ihmâl etmek, insana günah olarak yeter.”
Ebû Dâvûd, Zekât 45

     Müslim’in Sahîh’inde yer alan bu mânadaki hadîse göre ise:
     “Kölelerinin nafakasını vermemek, insana günah olarak yeter” buyurdu.
Müslim, Zekât 40

  • Açıklamalar:
     Bir kimse Allah’a, insanlara ve diğer yaratılmışlara karşı bütün görevlerini titizlikle yapsa, yaşadığı sürece hiç günah işlemese, ama sadece ve sadece geçimini üstlendiği kişilere olan görevini ihmâl etse, işte bu ihmâli ona büyük günah olarak yeter. Böyle bir kimse, bakmakla yükümlü olduğu şahıslara harcayacağı parayı fakirlere dağıtsa bile, bu davranışı onun günahını azaltmaz.
     Sahîh-i Müslim’deki rivayet biraz daha özellik arzetmektedir. Hadisin râvilerinden olan tâbiîn fakihlerinden Hayseme İbni Abdurrahman diyor ki, birgün ashâb-ı kirâmdan hocam Abdullah İbni Amr İbni Âs ile oturuyorduk. Yanına kâhyası geldi. Ona:
     - Kölelerin yiyeceklerini verdin mi? diye sordu. Kâhya:
     - Hayır, vermedim, diye cevap verince:
     - Öyleyse hemen git ve yiyeceklerini ver. Çünkü Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem:
     “Kölelerinin nafakasını vermemek, insana günah olarak yeter” buyurmuştur, dedi.
     İnsanın geçimini üstlendiği kimselerin nafakasını aksatmadan vermesi farzdır. Farzların sevabı, nâfile ibadetlerle ölçülemeyecek kadar fazladır. Böylesine büyük sevaplar kazandıran bir görevin ihmâli de o nisbette büyük bir günahtır.
  • Hadisten Öğrendiklerimiz:
     1. İnsanın bakmakla yükümlü olduğu kimselere karşı sorumluluğu vardır.
     2. Onların zaruri ihtiyaçlarını temin etmemek günahtır.

     297. Ebû Hüreyre radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre Peygamber aleyhisselâm şöyle buyurdu:
     “Her Allah’ın günü iki melek iner. Bunlardan biri:     - Allah’ım! Malını verene yenisini ver! diye dua eder. Diğeri de:
     - Allahım! Cimrilik edenin malını yok et! diye beddua eder.”
Buhârî, Zekât 27;
Müslim, Zekât 57

  • Açıklamalar
     Veren ve alan Allah Teâlâ’dır. Sadece canı değil, malı da alıp veren O’dur. Yüce Mevlâ yapacağı ve yaratacağı her işi melekleri vasıtasıyla yapar. Malı ve malın bereketini alıp verirken de melekleri aracı kılar.
     Ahmed b. Hanbel’in Müsned’indeki (V, 197) daha geniş rivayete göre, hergün güneş doğarken, güneşin iki yanında iki melek yer alır ve insanları Allah’ın rahmetini kazanmaya dâvet ederler. İhtiyaçlara yetecek az malın, insanı Allah’dan uzaklaştıran çok maldan daha hayırlı olduğunu ifâde ederler. Güneş batarken yine iki melek güneşin iki yanında durarak -hadîs-i şerîfte belirtildiği gibi- malını harcayana yenisini vermesi, harcamayıp cimrilik edenin de malını telef etmesi için Allah’a dua ederler. O meleklerin gür sesini, sadece insanlar ve cinler duymaz. Onların dışındaki bütün mahlûkat duyar.
     Konumuzla ilgili bir âyet-i kerîmede, Allah Teâlâ Resûlullah Efendimiz’e şöyle buyurmaktadır:
    “De ki, Rabbim kullarından dilediğine bol rızık verir; dilediğinden de kısar. Siz başkalarına yardım için ne harcarsanız, Allah onun yerine yenisini verir. O rızık verenlerin en hayırlısıdır” [Sebe’ sûresi (34), 39].
     Bu konudaki âyet ve hadislerden anlaşıldığına göre, cimrilik etmeden malını Allah rızası için harcayan ve harcadığı malın yerine Cenâb-ı Hakk’ın daha iyisini vereceğine inanan kimseye dünyada bir gönül huzuru, âhirette de ebedî saâdet verilecektir.
     Burada 65. hadiste gördüğümüz alaca tenli, kel ve kör adamların kıssasını hatırlamalıyız. Allah Teâlâ bunları hem hastalıklarından kurtarmış, hem de kendilerine hesapsız mal mülk vermişti. Sonra da fakir bir insan kılığına giren bir melek bunlardan yardım istemiş, âmâ adam hiç tereddüd etmeden istediği malı ona verdiği hâlde, diğer ikisi çeşitli bahânelerle fakire yardım etmemişlerdi. Bunun üzerine Allah Teâlâ âmânın malına dokunmamış, diğerlerinin mallarını telef etmişti.
     Devirler değiştiği hâlde değişmeyen bir gerçek var. O da verene daha iyisinin verileceği gerçeği. Şu hadîs-i kudsî bu gerçeği ne güzel anlatmaktadır:
    “Ey kulum! Sen benim için ver ki, ben de sana vereyim”
(Buhârî, Nefekât 1
 Müslim, Zekât 36, 37).
  1. Hadisi 549 numarayla bir daha okuyacağız.
  • Hadisten Öğrendiklerimiz:
     1. Allah’ın verdiği mal, onun uygun gördüğü yerlere sarf edilmelidir.
     2. Allah Teâlâ yoksul kullarını himâye edenleri sever ve onların malını bereketlendirir.
     3. Fakirin hakkını vermeyenler, meleklerin bedduasını aldıkları için mallarının hayrını görmezler.
     4. Cimriye melekler bile beddua ettiğine göre, malının telef edilmesi için onlara insanlar da beddua edebilir.

     298. Ebû Hüreyre radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre Peygamber aleyhisselâm şöyle buyurdu:
     “Veren el alan elden hayırlıdır. Yardım etmeye, geçimini üstlendiğin kimselerden başla! Sadakanın hayırlısı, ihtiyaç fazlası maldan verilendir. Kim insanlardan bir şey istemezse, Allah onu kimseye muhtaç etmez. Kim de tokgözlü olursa, Allah onu zengin kılar.”
Buhârî, Zekât 18, Nefekât 2;
Müslim, Zekât 94-97, 106, 124.
Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Zekât 28, 39;
Tirmizî, Zekât 38, Birr 77, Zühd 32;
Nesâî, Zekât 53, 60
  • Açıklamalar:
     Üstteki el, alttaki elden hayırlıdır diye de ifade edebileceğimiz ilk cümlede, Resûlullah Efendimiz yoksullara yardım eden kimselerin, o yardımı kabul edenlerden daha değerli olduğunu belirtmektedir. Hadisimizdeki “veren el, alan el” sözü, şahısları temsil etmektedir.
     Çalışan, kazanan ve malını Allah rızası için dağıtanlar, çalışmayıp dilenen şahıslardan üstündür.
     Çalışıp verenleri en üst derecede kabul edersek, el açıp dilenmeyen iffetli kimseler onlardan hemen sonra gelir. Daha sonra dilenmeme ile beraber, fakir oldukları için yapılan yardımları kabul edenler gelir.
     En aşağıda ise, dilenmekten çekinmeyenler ile malını muhtaçlara vermeyenler gelir.
     Para harcamaya en yakınlardan, özellikle de kendilerini geçindirmek zorunda olduğumuz kimselerden başlamak gerektiği bu hadîs-i şerîfte bir kere daha belirtilmektedir. Harcamanın hangi sırayla yapılması gerektiği bu hadîs-i şerîfte daha açık şekilde belirtilmiş, insanın elindeki imkânı önce kendisinin, hanımının ve çocuklarının ihtiyaçlarına, daha sonra da akrabalarına sarfetmesi tavsiye edilmiş, şayet artarsa başkalarına dağıtması uygun görülmüştür (Nesâî, Zekât 60).
     “Sadakanın hayırlısı, ihtiyaç fazlası maldan verilendir” ifâdesi, insanın bakmakla yükümlü olduğu kimselere harcayacağı parayı bir yana ayırdıktan sonra arta kalan maldan vereceği sadaka daha makbûldür anlamına gelmektedir. Yâni sadaka veren şahsın kendisi ve ailesi muhtaç durumda olmamalıdır. Ayrıca kimseye borcu da bulunmamalıdır. Zira borcu varken sadaka vermeye kalkmak alacaklıya karşı haksızlıktır. Verilen o sadaka kendisinin değil, alacaklının hakkıdır.
    Bir kimse bütün malını fakirlere dağıtma yetkisine sahiptir. Fakat daha sonra muhtaç duruma düşebilir ve keşke bütün malımı vermeseydim, diye yaptığı hayırdan pişmanlık duyabilir. Bu sebeple -7. hadiste de görüldüğü üzere- malın üçte birinden fazlasının verilmemesi uygun bulunmuştur. Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer gibi mallarının tamamını veya yarısını dağıtan büyük insanlar, insanlık tarihinde nâdir görülen şahsiyetlerdir.
   “Sadakanın hayırlısı, ihtiyaç fazlası maldan verilendir” ifadesi şöyle de anlaşılabilir:
    Fakire verilen sadaka onun işine yarayacak miktarda olmalı, zavallının bir açığını kapamalıdır.
     İnsanlardan bir şey istemeyip sadece Allah’dan yardım bekleyen kulunu, Cenâb-ı Hak kimseye muhtaç etmez. Ona iffet ve kanaat duygusu verir. Böylece onu mânen doyurur. Ona elindeki imkânla yetinmeyi öğretir. Bu asil ve değerli duygu, insanı hiçbir zaman küçültmez.
     Elindeki imkâna kanaat etmeyenler ise, ne kadar varlıklı olurlarsa olsunlar, dâimâ açgözlüdürler, doymak bilmezler.
     Tokgözlü olanları Cenâb-ı Hak kimseye muhtaç etmez. Zira nefis öyle bir şeydir ki, yuları çekilirse başeğer, itaat eder. Dizginleri serbest bırakılırsa, sahibini peşinden sürükler; tehlikeli bataklıklara dalmaktan, korkunç uçurumlara atılmaktan geri durmaz.
     523-538. hadislerin yer aldığı kanâat bahsinde bu konu üzerinde yine durulacak ve hadisimiz 528 numarayla tekrar görülecektir.
  • Hadis-i Şeriften Öğrendiklerimiz:
     1. Varlıklı olanlar mallarından fakirlerin hakkını vermelidir.
     2. Muhtaçlara verenler, muhtaç olup alanlardan hayırlıdır.
     3. Bir kimse önce aile fertlerinin ihtiyacını temin etmeli; parası artarsa başkalarının yardımına koşmalıdır.
     4. Yoksul olanlar kimseye avuç açmamalı, insanlara yüz suyu dökmemelidir.
     5. İnsanlardan dilenmek yerine Allah’dan istemelidir. Allah Teâlâ böyle kullarına gönül zenginliği verir ve onları kimseye muhtaç etmez.

18 Kasım 2020 Çarşamba

PSİKOLOJİ KÖŞESİ / RUH SAĞLIĞI ~ A'LA SÛRESİ

RUH SAĞLIĞI

    A’LA SÜRESİ (87)

    1) Rabbimizin yüce adını, O’nun isimlerine layık bir şekilde anmalı, farklı dillerle daima tesbih etmeli.

     Var olan her şey, O’nun sıfat ve isimlerinin eseridir. Bütün eserleri O’nu gösterir, kendilerinde has dillerle O’nu anlatır, O’na delalet eder. Ve O’nu bu yönleriyle tespih etmiş olurlar. Kalp gözü gibi kalp kulağı olanlar, bu tespihleri anlar. Bir kısım insanlar da akıl kulaklarıyla anlarlar; cansız zannedilen madde atomunun parçalanmasıyla intizam içinde hareketlerin anlaşılması, madde ötesi enerji dalgalarının anlaşılamaması gibi. Diğer insanlar ise, duyularıyla yaşadıklarından, kalp ve akıl derinliğine ulaşamadıklarından farklı dillerdeki bu tesbihatı anlayamazlar (17/44). Son grup ise zaten inanma niyetinde olmadıklarından, akıl, kalp ve bütün duyularının önüne aşılmaz inkar perdesi koyduklarından böyle bir yönelişe tamamen kapalıdırlar (17/45-46).
     İnsan, varlık mekanizmalarının farklı bütün dilleriyle bu anmayı gerçekleştirmelidir. O’nu yüceliğine yakışır şekilde dinlemeli, okumalı, düşünmeli, bütün vicdanî duygularına hissettirmeli ve topyekün hayattaki eylem planlarına yansıtmalıdır ki, bu yüceliğe uygun, çapta anlamlı gerçek bir anma gerçekleşebilsin! İnsan kendi zihninde ve kalbinde hissettiği Allah’ın yüceliğini ve bunun remzi olarak yüce adını, yeryüzündeki, mümkünse gökyüzündeki bütün varlıklara duyurma düşüncesinde olmalıdır. Namaz, Allah’ın yüce isimlerini dil-kalp-beden bütünlüğü içinde yücelttiğimiz en güzel bir platformdur.
     Psikolojinin dili, diğer ilim dallarından farklıdır, onun konusu insan ruhu, duygu ve düşünceleri, tutum ve davranışları üzerine yoğunlaşmıştır. İnsanın hayat içindeki bütün hal ve durumları, Allah’ın farklı isimlerinin tezahürleri sayılır. Yemesi, içmesi, sıkılması, sevinmesi, düşünmesi, öfkelenmesi…
     Bu yönüyle Psikoloji ilmi, bilerek ya da bilmeyerek, Allah’ın güzel isimlerini yoğun olarak bahse konu eden ve yücelten en yüce pozitif bir ilim dalıdır diyebiliriz. Çünkü tıpkı Allah’ın isimleri gibi doğrudan insana, insanın bütün duygu, düşünce ve davranışlarına yönelmektedir ve insanı mutsuz eden hallerden kurtarmak ve korumak, mutlu etmek istemektedir.
     Bu yönelişlere gerçek bir anlam ve bereket katmak da mümkündür; Allah’ın isimlerini yücelterek, onlara saygı içinde, hastalar da tedavi yönteminin bir parçası olarak kullanarak! Meselâ onlara anlatarak işe başlanabilir. Korku, üzüntü, öfke gibi duyguları, Kur’an’ın anlatımları içinde ele almaya çalıştığımız gibi!
     Allah’ın isimlerini anmak ve düşünmek, insan zihninde ve hayalinde bir kısım şekillenmelere yol açar. İrade dışı gelen, Allah hakkındaki insanî mukayeseler bizi sorumlu tutmaz ve zararlı da değildir; tıpkı elimizdeki aynada yansıyan ateşin yakmaması, yılanın ısırmaması gibi…
     Allah’ın akla gelen her şeyden başka olduğu, sanatın sanatkara benzemediği, gözle görmek için ışık ve cisim gerektiği ancak Yaratıcının bir ışık veya cisim olamayacağı da anlatılırsa, hasta çok zihinlerde farklı bir düşünce mutluluğu oluşacağından kuşkumuz yoktur. Bu resmen bir zihin ve ruh eğitimi, hatta tedavisidir. Çiçeklere baktıkça, Allah’ın güzel isimlerini hatırlamak hangi zihne ve ruha olumsuz bir etki yapabilir? Sıkıntı anımızda “Kâbıd” ismini hatırlamak da rahatlatır.
     Aslında bütün ilim dalları, Allah’ın güzel isimlerine dayanmakta, Esmaya dil olmaktadırlar. Tıb ilmi Şafî ismine dayanır; Matematik-Hasîb, Muhsî, Geometri-Mukaddir, Yöneticilik-Vâlî, Hijyen-Kuddûs, Bilgisayar-Hafîz, Güzel sanatlar-Sânî’, Bedî’, Mübdî’, vb.
     Bütün bilim dallarına mensup ilim adamları, Allah namına okudukları, öğrettikleri her cümle, kelime ve harf hesabıyla Rablerinin güzel isimlerini tesbih etmiş anmış sayılırlar. Bu yüceltmedir, eserlerini anarak, anlatarak Allah’ı bir yüceltmedir. Allah’ın buna ihtiyacı olmadığı açıktır; (doktorun da reçeteye ihtiyacı yoktur) Rahmetiyle insanın yücelmesini, böylece Yüce katına yücelmeye ve cennete girmeye layık hale gelmesini istemektedir.
     Ve yabancı denilen dillere yabancı kalmamalı, Allah’a yabancı kalmış gönüllere ulaştırma yolunda onları kullanmalı!
     Yüce isimlerle ve farklı dillerle onu yüceltmeli çünkü bizi O güzel isimleriyle var etti ve bazı nitelikler kazandırdı. İsimleri yüce ve güzel olunca ortaya koyduğu eserleri de, özellikle en değerli eseri insan, daha mükemmel ve güzel olacaktır. Şöyle ki:
     2, 3) Rabbimiz yarattı ve bir biçim ve şekil verdi. Rabbimiz ölçülü varlık kimliği kazandırdı, gaye ve hedef yolu gösterdi.
     Yaratma ile amaç ve hedef arasında ciddi uyum vardır. Yaratmanın amaca göre belirlendiğini, amaca uygun bir biçim verilmesinden ve o biçime göre kimlik oluşturulmasından anlıyoruz. Hayvanlardan ve meleklerden çok farklı bir şeklimiz ve fıtrat kimliğimiz vardır. Bedenimiz, nefsimiz, aklımız ve kalbimiz bu Ruh kimliğimizin ana üniteleridir. Elimiz, gözümüz dilimiz; vicdanımız, sezgimiz ve kalbimiz; irademiz, zihnimiz ve düşüncemiz hep yaratılışımızdaki ve hedefimizdeki mükemmelliği göstermektedir.
     Adeta bütün yüce isimlerin tecelli ettiği bu yaratma-biçimlendirme-kimlik verme-hedef belirleme hallerinin sonucunda, insana düşen görev, kendini Allah’ın isimlerini tanıma ve O’na kulluk etme hedefine yönlendirmektir.

     4,5) Yemyeşil otlaklar çıkardı, sonra onları kara çöpe çevirdi.
     İnsan böylesine mükemmel donanıma sahip haliyle, yeryüzünün ruhlara hitap eden, mutluluk ve sevinç yaşatan en güzel yerlerine, zümrüt gibi yemyeşil, çayırlarına kırlara baharlara benzer. Fakat rüzgar, fırtına, sel sonucu o güzellikler kaybolur, güz mevsimiyle hazan, kış mevsimiyle adeta ölüm çöker. İnsan bunun gibi, tertemiz, bembeyaz güzelim ruhuyla doğar, büyür rüşde erer, Allah’ın verdiği biçimlenmiş mükemmel varlığına, inançlı, ibadetli, güzel ahlaklı ve ölçülü bir kimlik oluşturur, cennet yolunu hedef edinirse yemyeşil cennet yamaçlarına uçar.
     Yok eğer fıtrat yamaçlarında rüzgar ekerse fırtına biçer inkarcılık ve kötülüklerle temiz yaratılışını kirletir, meyvesizleştiğindan kütükleşir, üremek ve yediğini gübreye çevirmek için yaşadığından, ahlaken tortulaşır ve aydınlık elmas ruhu kapkara kömüre dönüşür. (Yazır kömürün oluşumunu genişçe açıklar: 9/146-154) Temel sebep, gaye ve hedeften kopma olmaktadır.
     İnsan psikolojik hayatında da benzer durumları sık yaşar. Ölçülü varlık kimliğinde dengesizlikler olur; duygu, düşünce ve davranışlarında aşırılıklar gözlenir. Söz gelimi neşe ve sevinç duygularını coşturan yemyeşil yamaçlarda dolaşırken, kendini belli sebeplerle üzüntü ve depresyon kayalıklarında dolaşırken bulur. Burada da aynı gerekçe söz konusudur: Allah’ın yüce Kelam sıfatıyla Kur’an’ın da belirttiği yüce gaye ve hedeflerden sapmışlık oluşur!
     İnkarcıdaki bu kopmanın telafisi oldukça zor bazen imkansızdır. Çünkü o artık inkar psikolojisini asıl kimlik olarak kabullenmiştir. İnançlı insandaki sapmışlık ise daima tedavi edilebilir; zira inançsızlığı psikolojik bir doğal kimlik olarak benimsememiştir, sadece duygu ve düşüncelerde bir sapma vardır.
     Düşünceyle ilgili yazılan kitaplarda bilinçaltı konusu mutlaka işlenir. Araştırmaların geldiği noktada verilen bilgiye göre, bilinçaltı olumlu ve olumsuz bütün mesajlara açıktır ve kendisine hangi bilgi yüklenen bilgiyi aynen kabullenerek gerçekleştirmeye çalışır. Öte yandan nefis için de aynı şeyleri söyleyebiliriz. Halk diliyle “bakarsan bağ bakmazsan dağ olur!” diyebiliriz. Konumuza uygun hale getirirsek, bu iki potansiyel güç, Kelam’da verilen hedef doğrultusunda yönlendirilirse yemyeşil bir çayır olur güzel ürünler yetiştirir. Aksi takdirde kupkuru bir bayır olur ne suyu tutar, ne de ürün verir!..
     Bilinçaltımızı, psikolojimizi etkileyecek şekilde bir çiçekliğe veya mücevherliğe dönüştürebileceğimiz gibi, çöplük haline de getirebiliriz fosiller mezarlığı haline de.

     6) Sana okutacağız. Allah’ın dilediği hariç hiç unutmayacaksın.
     Peygamberimiz diğer Peygamberler gibi, seçilmiş insanlardır. Doğruluk, güvenilirlik, tebliğ, günahsızlık gibi sıfatlarının yanında, “Fetanet! kavramıyla ifade edilen özel beyin, zeka ve hafıza gücüne sahiptirler. Buna bütün akılları, zekaları, fikir ve düşünceleri aşan “Evrensel Akıl” diyebiliriz.
     Günümüzde tartışılan beyinsel, duygusal, ruhsal zeka gibi kavramlar, Peygamber Aklı’nın altında, ilim ve irfan talep eden birer öğrenci durumunda kalırlar. Peygamberimizin Fetanet sıfatını anlayabilmek için, öncelikle Kur’an’da O’nun ele alınışını incelemek, bütün Peygamberlerin kıssalarını iyice tahlil etmek Peygamberimizin hayatını, bütün söz ve davranışlarını incelemek ve kendisinden sonra günümüze kadar oluşturduğu insanlık çapındaki etkileri gözden geçirmek gerekmektedir.
     Peygamberimize okuma kolaylığı ve unutmama garantisi verilmiştir. Kıyame süresinde de, Peygamberimizin gelen ayetleri ezberleme çabasına karşı, “Acele etme onu biz okutturacağız!” (75/16-19) denmesi de bunun teyididir. Allah dilerse unutturabilir de. Bir ayet Peygamberimize hitaben dileseydik hepsini unuttururduk der (17/86). Beşerî yönünün olduğunu vurgulama ve ümmetine tam örnek olma hikmetine binaen, bir-iki unutma örneği de görülür. Namaz da bir ayeti okumayı atlama gibi.
     Ne var ki Peygamberler, din temsilcisi ve örnek olduklarından, ilahî maksada uymayan noktalarda uyarılırlar. Kur’an’da unutma konusunda şeytanın etkisinden söz edilir (6/68,12/42, 18/63, 58/19) Peygamberimiz, şeytanın ve nefsin onu etkilemesinden korunmuş olduğunu, teslim olduklarını belirttiğine göre unutma konusunda Allah garantisinin anlamı da anlaşılmış olur. Çünkü ayetlerden anlaşıldığı üzere şeytana bir kısım yetki ve yetenekler, imtihan sırrına binaen verilmiş bulunmaktadır.
     Ayette dikkat çeken bir husus, hafızada tutma ve okuma garantisinin verilmesi, düşünce terkiplerinin ve olaylar karşısında karar verme yetkisinin kendisine bırakılmış olmasıdır. Peygamberler dışındaki insanlara (Vahiy almadıkları için) bu garanti verilmemektedir. Bu da insanın aklî melekelerini geliştirmekle yükümlü olduğu anlamına gelmektedir.

     7) O gizli-açık, içten ve dıştan olanı bilir.
     Şüphesiz Allah, insanın kalbinden ve düşüncesinden geçenleri, gizli açık işlenen günahları, suçları bilir. İnsanın dış konuşmaları gibi içinden kendisiyle yaptığı konuşmaları, kalbinden ve hayalinden geçenleri de bilir. Demek ki insan zihninden ve hayalinden Allah’ın hoşnut olduğu düşünceleri geçirmek durumundadır. Bu da bilinçaltına olumlu mesajlar yükleme anlamına gelir ki psikolojik rahatsızlıklar üretecek duygu ve düşünce kurgulamaktan uzak kalacak demektir.
     Özellikle tasa ve endişe içte büyütülebilir, depresyona dönüşebilir. Öfkelendiğimiz bir konuyu veya şahsı hayal dünyamızda tekrar tekrar yaşarız, büyütürüz. İnsiyatif kendimizde olduğu için, gerçek hayatta yapamadıklarımızı, düşünce dünyamızda doyasıya uygularız; kırarız dökeriz, kişilere en ağır cezaları veririz. Bu aslında kendimizi cezalandırmak, psikolojimizi bozmak, çevremize zorluklar yaşatmak anlamına gelmektedir. Hayal dünyasını, Allah’ın nazarları altında olduğunu düşünerek, güzelliklerle süsleyenlerde bu tür rahatsızlıkların ve zorlukların olması mümkün değildir.

     8) En kolay olanı belirleyeceksin.
     Eylem kolaylığı… Peygamberimize okuma, hafızada tutma garantisi gibi, en uygun eylemi belirleme yeteneği de verilmiştir. Bu aynı zamanda her insan için de geçerli bir süreçtir. Allah’ın isimlerini yücelten, yaratılıştan verilen kimliği, Allah’ın razı olacağı hedeflere kilitleyen, hafızasını ibadet, dua, tefekkür, sohbet dinleme ve telkin gibi içe dönük güçlerle takviye eden insan, en uygun, kolay ve mutluluk veren davranışları sergileyecek demektir.
     Bir ayet, Allah’a karşı saygılı olan insanlarda “Furkan” denilen doğruyu yanlıştan ayırma yeteneğinin gelişeceğine ve psikolojik her hastalığımızın giderileceğine dikkat çeker (8/29).

     9) Eğer faydalı olacaksa anlat.
     İletişim kuralları… Tebliğin esas amacı, insanlarla iletişim kurmak ve Allah’tan gelen hakikatleri duyurmaktır. Tebliğ amaçlı iletişim bir vazife olduğu gibi, iletişimi kurallarına uygun gerçekleştirmek de ayrı bir vazifedir. İletişim, evrende ve insanda cereyan eden evrensel terbiye-eğitim yasalarına uyum içinde gerçekleştirilmelidir. İnsan açısından bu, psikolojik durumunun tespiti olarak isimlendirilebilir.
     Ayette bu konuda temel bir prensip gösterilmektedir: Muhatabın durumunun elverişliliği…
     İletişim öncelikle ruh dünyası, inançları, duygu ve düşünceleri elverişli olanlara anlatılır ki başka bir ayet, öğütün müminlere faydalı olacağını ifade eder (51/55). Bu, inanan ve ibadet eden insanların psikolojik durumlarının en uygun olduğunun bir göstergesidir. Başka bir ayette de, yüz çevirenden yüz çevir (53/29) diyerek, inkarcılığı psikolojik kimlik olarak kabullenmiş olanlarla iletişim farklı olduğu anlatılır.
     Ayetin hatırlattığı farklı bir durum da, iletişimin, hiç bir yararı olmayacak insanlara rağmen devam etmesidir ki, o insanların çevresine faydalı olabilir. Nitekim Velid’in oğlu Halid, Ebu Cehil’in oğlu İkrime, ibn-i Selûl’ün oğlu Abdullah Müslüman olmuş yararlılık göstermişlerdir. Hz. Musa, Firavunla tatlı dille iletişim kurmasının ardından, tanrılık psikolojisini yaşayan bu insana anladığı dilden iletişim kurmuştu, Musa Asa’sı hem sihirleri hem de Firavu’nu yutmuştu. Aslında Firavunu, kendi psikolojisi yutmuştu… Fakat sihirbazlar da toptan Müslüman olmuştu…
     Sıradan insanlar arası konuşmalarda bile aynı iletişim kuralı geçerli olabilir. Muhatabımızla iletişimin yolunda gidip gitmediğine, ayette belirtildiği gibi faydalı olup olmadığına karar vermek için beden dilinin ve psikolojik durumunun gözlenmesi, okunması gerekir. Gözlerini kaçıran, çevresine bakınan, elleriyle başka şeylerle meşgul olan, of çeken insanlara karşı standart bir konuşma sürdürmek zordur. Dikkatini çekecek yöntemler uygularsınız.
     Zorlamayla hiç bir iletişimin sağlanamayacağında kuşku yoktur; ayet: “Sen sadece anlatıcısın, zorlayıcı değilsin!” der (88/21).
     Ayet bize, insanlarla güzel amaçlı iletişim kurmamızda faydalı olabilecek, meşrû yöntemler geliştirmemizi teşvik ediyor denebilir. Gül kokusu vermek istediğiniz bir çiçek adayını gül bahçesine davet etmek ya da çevresini gül bahçesine çevirmek gibi… Görsel materyal ile hitap etmek, geziye götürmek gibi…

     10) Saygılı olan, düşünecektir.
     Musa da aynı amaçla Firavun’la iletişim kurmuştu: Aklını, mantığını, düşüncesini ve kalbini, vicdanını, duygularını harekete geçirmek. Bu ayette, kalbî yaklaşıma öncelik veriliyor, duygular yoluyla düşünceye ulaşma yöntemine dikkat çekiliyor. İletişimle vicdan harekete geçiriliyor, kalbe yönelerek inanç oluşturuluyor, olumlu düşünmesi sağlanıyor. Özellikle kitle psikolojisinde, düşünceden çok duygu dalgalanmaları, insanları sürükler götürür. Bin mantıklı sözle yerinden oynatamadığınız bir adamı, kitle içinde bir sözle ölüme bile yollayabilirsiniz. Bu konuda, şehitlik adına uzak ve yakın tarihî örnekler çoktur.
     Grup terapisi de benzer etkiyi sağlayabilir. Beş vakit namazın camide, hatta evlerde cemaatle kılınmasının, namaz sonrasında toplu tesbihat yapılmasının, ardından ilmî, fikrî, imanî eserler okunmasının tek tek insanların ruh dünyasında olumlu izler bırakmaması düşünülemez. Böyle örnek gruplar içinde Allah saygısı oluşur, O’nun yüce isimleri yüceltilir, gerçek fıtrat kimliği oluşturulur, ahlaklı yaşamaya odaklanma olur, güçlü bir hafızaya, iç konuşmalara, güzel iletişimlere sahip olunur. İnsanlarda kolay oluşturulabilecek en önemli duygu Allah sevgisi ve saygısıdır. Çünkü her insanın vicdanı, içten bunu istemektedir. Bu oluşturulursa duygu, düşünce ve davranışlarda olumlu yönlendirmeler sağlanabilir.
     Çoğunluk duygu ile psikolojik yaklaşmanın etkisinde kolay kalır. Bazı insanların düşünsel yönü ön planda olduğu için o tarz bir yaklaşım sergilenebilir. Ayet bilgi ve düşünce sahibi olmanın da Allah’a saygıya götürebileceğine dikkat çeker (35/28). Bazı durumda her iki taktik de uygulanabilir.
     Belli duyguların oluşması, düşünce yoluyla hatta, fizyonomimizle de gerçekleştirilebilir. Manevi bir duygu eseri üzerinizde yokken, namaza durmanız, el-kol bağlama hareketi yapmanız, alnınızı yere koymanız bazı yüce duyguların tetikleyicisi olabilir. Bir yetim görür oturur ağlarsınız. Günahlar seline kapılmış gençleri görürsünüz, iştahınız kesilir, iki büklüm olur gözyaşlarınızı tutamazsınız…
     Tefekkürle geçmiş hatalarınız düşüncenizde belirir, içinizde bir kabarma gözlerinizde dolma hissedersiniz. Ya yumruklarınızı sıkarsınız, şevke gelir, burak misilli bir küheylana sıçradığınızı hayal ederek hizmetlere koşar büyürsünüz ya da sen mi düzelteceksin der, omuzlarınızı çökertir, ten köşesine çekilir, hüzne veya zevke gömülürsünüz; yosunlaşır çürürsünüz!..

     11,12,13) Şakî olan ise kaçacak ama ölümle hayat arası gelip gideceği büyük bir ateşe düşecektir.
     Şakî kavramı Kur’an’da bir yerde, Saîd kelimesiyle beraber geçer ve ahiretteki inanan insanla inanmayan insanın durumunu ifade etmek için kullanılır (11/105) ve şakîlerin yerinin cehennem olduğu belirtilir (11/106,92/15).
     Bu tür inkarcılar, ahirette karşılaşacağı büyük azabdan önce, dünyada ruhu azablar içinde yaşayacak, bir türlü kurtulamadığı psikolojik sıkıntılar çekecektir. Çünkü gerçek mutluluk sunan davetten kaçmakta, kendi benlik psikolojisiyle yaşamayı seçmektedir. Psikolojisindeki bu büyük değişime uygun olan, büyük azaba uğrama yoluna girmiş, kendi sonunu kendi hazırlamıştır. Üstelik cehennem de psikolojilerine uygun bir psikolojik tutum sergiler onlar yok olmak isterler, onları yok etmez; dünyadaki gibi acısız hayata geçmek isterler cehennem buna da izin vermez…
     Geçici psikolojik rahatsızlıklar farklı müdahalelerle geçiştirilebilir ki çoğu insan bu kategoride ele alınabilir. Fakat hiç bir terapiye cevap vermeyen, inançsızlık hastalığı içinde kıvranan, bunun sonucu pek çok psikolojik hastalığa da müptela insanlar da vardır. Bunların iflah olması zordur. İman edip Allah’a kul olmadıkları için, böylelerinin gerçek tedavisi ancak, dünyadaki ruh hallerine uygun girecekleri ateş olabilir. Tarihî zalimler gibi…
     Ayet mutluluk psikolojisi ile mutsuzluk psikolojisi arasında gidip gelen, ruhsal bunalımlar yaşayan insanların tasvirini yapmaktadır. İnsan gerçekten dünyada psikolojik rahatsızlıkları içinde bir ateşteymiş gibi yaşar, mutsuzluk azabı çeker. Bunalımdan bunalıma bir kısır döngü içinde çırpınır durur. Bir ayet bunu güzel ifade eder: “İkisi arasında bocalar gelir gider, ne buna uyum sağlar ne de ona! Şaşmıştır çıkar yol bulamaz!” (4/143)
     Anlaşılıyor ki ahiretin saîdi ve şakîsi olduğu gibi dünyanın da saîdi ve şakîsi vardır. Mutlu insanlar mutsuz insanlar!.. Psikolojisi düzgün insanlar-bozuk insanlar. İnançlı insanlar-inançsız insanlar. Hak yolunda güzel hizmetlerde koşan insanlar, sadece göbeklerini beslemekle meşgul olan insanlar... Hadis, yapın, çalışın, işleyin, duygu ve düşünce geliştirin çünkü herkes burada ne ise, hangi yolda ise, girdiği yolun sonucuna ulaşacaktır der.

     14,15) Fakat nefislerini kötülüklerden arındıranlar, Rablerinin isimlerini farklı dillerle yüceltenler ve Namaz kılanlar kurtulacaktır.
     Ölüm ve kıyamete kadar sürecek bir çağrıdır bu. Tövbe ile Rabbe dönüş yama ve kötülüklerden arınma kapısı daima açıktır. Psikolojik rahatsızlıklardan kurtulma yolu da bundan başkası olmayacaktır. Günahlar, psikolojik rahatsızlık mikroplarını oluşturan ve besleyen bataklıklar gibidir. Günahlardan uzaklaşarak nefsi arındırmak (tahliye-boşaltma). Rabbin isimlerini yüceltmek ve namaz kılmak (tahliye-yükleme) huzura ermenin formülü gibidir. Böylece hem dünyada hem de ahirette şakî -mutsuz değil, saîd-mutlu olmak mümkündür.

     16,17) Geçici dünya hayatını tercih ediyorsunuz. Oysa ahiret hayatı daha hayırlı ve sonsuzdur.
     Bunca açıklamadan sonra, özellikle Kur’an, Peygamber ve Peygamber ardındaki binlerce alimin desteğinden sonra, insanın nefsi yine de peşin olana yönelmekte, değişip duran psikolojisinin kurbanı olmaktadır. Aklı, mantığı, düşünceyi, iradeyi, güçlü iradeli dostları yardıma çağırma zamanıdır. Oturmuş, değişmeyen, istikrarlı, Saîdlik psikolojisine kitlenmiş dünyasını ahiretine göre kurmuş, günahlara asla prim vermeyen has dostları…

     18,19) İlk sayfalarda, İbrahim ve Musa’da da bu gerçekler vardır.
     Kur’an’da ele alınan gerçekler gibi, temel inançlar her peygamberde dile getirilmiştir. Peygamberimizin “Köşe Taşı” son peygamber oluşu, evrensel misyonu diğer din mensuplarının da kabullendiği iki büyük Peygamber ve Hz. İsa tarafından da onaylanmıştır. İnanç açısından dünyada Tevhid akîdesine bir yöneliş vardır. Psikolojik açıdan da insanın kalp, akıl, duygu, düşünce ve davranışlarıyla ele alınma konusunda da insanlık, Kur’an’ın Evren sel prensiplerine yönelecektir diye düşünmekteyiz.
Gönül Erleri

16 Kasım 2020 Pazartesi

TEFSİR DERSLERİ ✿ܓ✿ ♥ܓ✿ Âl-i İmrân Suresi 18. ve 21. Ayet-i Kerimeler Arasının Meal ve Tefsiri

Âl-i İmrân Suresi
18. ve 21. Ayet-i Kerimeler Arasının
Meal ve Tefsiri

  • Âl-i İmrân Suresi 18. Ayet-i Kerimenin Meali
     "Allah, hak ve adaleti ayakta tutarak, kendinden başka tanrı olmadığını bildirdi; melekler ve ilim sahipleri de bunu ikrar ettiler. (Evet) O’ndan başka tanrı yoktur; O mutlak güç ve hikmet sahibidir."
  • Âl-i İmrân Suresi 18. Ayet-i Kerimenin Tefsiri
     Meâlinde “bildirdi” ve “ikrar etti” diye tercüme ettiğimiz “şehide” fiili sözlükte, “olay yerinde hazır bulunma, bir cismi veya olayı gözüyle görme” demektir; terim olarak ise “tanıklık etme” anlamına gelir. Bir iddianın ispatında, dolayısıyla bir hakkın yerini bulmasında şahitlik (tanıklık) önemli bir vasıtadır. Âyette Allah’ın kendisinden başka tanrı bulunmadığını bildirmesi de tanıklık kavramıyla ifade edilmiştir.
     Allah’ın bu konudaki şahitliği daha çok şu iki şekilde açıklanmıştır:
     a) Evrende kendi varlığını ve birliğini ortaya koyan sayısız deliller ve nişaneler yaratmış olması,
     b) Peygamberler göndererek dinî anlamda bildirimde bulunmuş olması.

     Elmalılı Muhammed Hamdi, genelde insanlar için bu mânanın anlaşılmasının daha kolay olması sebebiyle birçok tefsir âliminin bu izahla yetindiklerini belirttikten sonra, burada daha derin bir anlamın varlığına ve filozoflar arasında geniş tartışmalara yol açmış bulunan “ilmi yakîn” (kesin bilgi) meselesinin esaslı bir çözümünün bulunduğuna dikkat çeker.
     Elmalılı’nın yorumu özetle şöyledir: Bu âyetteki ifade bize göstermektedir ki, her hususta “yakîn”in temeli ve başlangıç noktası Allah’ın kendisi ve birliği hakkındaki bilgisi ve şehâdetidir. Her ilm-i yakîn, hakkın kendine mutabakatı (dış dünyadaki varlık ile o varlığa dair zihindeki bilginin uyuşması) ve bu mutabakatın bildirilip açıklanmasıyla gerçekleşir. İlm-i yakîn, ayn-ı yakîne (gözlemle elde edilen bilgiye), ayn-ı yakîn ise hakk-ı yakîne (bizzat yaşanarak, iç tecrübe ile kazanılan kesin bilgiye) dayanır. Yani ilm-i yakîn, realitede olanın, bizzat veya dolaylı olarak kendini göstermesidir.
     Herhangi bir gerçeğin kendine mutabakatı, yani dış gerçekliği ile hakkındaki bilginin uyuşması, ayniyet ilkesiyle ifade edilen bir tasdik türüyle ilgili olup bu da bilen bir süjenin varlığı ile gerçekleşir (bilen olmayınca bilinenin var olup olmadığından da söz edilemez; çünkü “Bir şey vardır” sözü bir hüküm, bir bilgi, bir tasdiktir ve bu, bir bileni, bir tasdik edeni gerektirir).
     Şu halde insan olmayınca kendilerini bilmeyen nesneler kendilerine mutabık değilse bunların insanda kendilerine tanıklık etmesi nasıl mümkün oluyor (bunlar hakkında nasıl bilgi sahibi oluyoruz?); ve bütün bu tanıklıklar hak adı verilen tek noktada nasıl toplanıyor? İşte ilim meselesinin (epistemoloji) filozofları şaşırtan en ince noktası burasıdır. Âyet-i kerîme bu noktayı hallederek kesin bilginin gerçek başlangıcını gösteriyor: Varlıkların kendi zatlarında kendilerine mutabakatı (varlıklar hakkındaki bilgiler), Allah’ın kendi zâtında kendine mutabakatının, yani kendisi hakkındaki ilminin ve bu bilgiyi açıklayarak kendine ve birliğine tanıklığının eseridir. Bu sebeple varlıklar kendilerine kendilerinde mutabık değil, kendilerini bilen zât-ı hakta yani ilm-i ilâhîde kendilerine mutabıktırlar. Âlemde ne kadar tanık ve tanıklık, ne kadar ilim ve istidlâl varsa hepsi Hak Teâlâ’nın kendini bilmesine ve bildirmesine, yani şahitliğine dayalıdır; gerçek şahit Allah Teâlâ’dır. Hak Teâlâ’dan başka hiçbir bilen ne kendine ne diğer şeylere tamamen şahittir.
     İnsanda eşyanın kendilerine mutabakatları (eşyanın kendileriyle insanın zihnindeki onlara dair bilgilerin birbirine uyumu) izâfî (göreli), eksik ve belirli açılarla sınırlıdır. “Ben, benim” diyebilen insanın bile kendine mutabakatı (kendisi hakkındaki bilgisi), bütün yönlerden, tam, mutlak ve hakka’l-yakîn değildir. Onun kendinde bilmediği, şahitlik edemediği nice yönleri vardır. İnsanda mutlak, en hakiki bir ilm-i yakîn varsa o da Tanrı’nın var ve bir olduğu bilgisidir. Zira bu bilgi gerek kendisine gerekse eşyaya dair bütün bilgilerinin temel ve ilk öğesidir. Bu sayededir ki bir insan “ben, benim” diye kendini tanır, kendi kendine şahitlik eder, kendi şuurunun kendi varlığına intibakını (uygunluğu) kendine haber verir. Hem iddia sahibi hem tanık hem tanıklık edilen olduğu halde bu şahitliğini geçerli sayar ve iddia ettiği şeye kesin olarak inanır (II, 1056-1059).
     Öte yandan âlemde olup biten her şey Allah’a şahitlik eder; fakat bu aynı zamanda Allah’ın kendi kendine şahitlik etmesidir. Çünkü her şey O’nun eseridir, O’nun fiillerinin ve sıfatlarının tecellisidir; bildiklerimiz de bilgilerimiz de O’na aittir. Bütün var olanlar ve bütün bilgiler Allah’ın kendi zâtına, ulûhiyyetine, vahdâniyyetine şehâdetidir.
     20. âyetteki “Eğer seninle tartışmaya girerlerse de ki: Ben kendimi Allah’a teslim ettim” ve “Eğer teslim oldularsa doğru yolu buldular demektir” ifadelerinin de Elmalılı’nın işaret ettiği noktayı desteklediği söylenebilir. Zira bu âyetten de, Allah’ın varlığı ve O’ndan başka ilâh bulunmadığı hususundaki bütün bilgilerin temelinin yine O’nun şahitliğine dayandığı, hakikatleri kavrayabilmenin ve bilgiden emin olabilmenin yolunun O’na inanmak ve O’nun ilminden yararlanmaktan geçtiği anlaşılmaktadır.
     Sözlükte kıst kelimesi “hak ve adalet” anlamlarına gelmektedir. Kur’ân-ı Kerîm’de “âdil davranma”yı ifade için “adl” ve türevleri, hak ölçüsü olan adaleti ve adaletin somutlaşmış halini (hakkaniyet) ifade için de genellikle kıst ve bazı türevleri kullanılmıştır.

  • Âl-i İmrân Suresi 19. Ayet-i Kerimenin Meal
     "Kuşkusuz Allah katında din İslâm’dır. Kitap verilenler, ancak kendilerine ilim geldikten sonradır ki, aralarındaki hak tanımazlık yüzünden ayrılığa düştüler. Allah’ın âyetlerini inkâr edenler bilmelidirler ki Allah’ın hesabı çok çabuktur."
  • Âl-i İmrân Suresi 19. Ayet-i Kerimenin Tefsiri
     Sözlükte din “gerek ödül gerekse ceza şeklindeki karşılık” anlamında olup, tâbi ile (uyan) kudret sahibi metbû (uyulan) arasındaki ilişkiyi ifade eder. Terim olarak dinin çeşitli tanımları yapılmıştır. Batılı bilim adamlarıyla müslüman bilginlerin din tarifleri arasında bazı temel farklılıklar bulunmaktadır. Yine, dinin kaynağı ve ilk ortaya çıkış biçimi konusunda bu iki muhitte önemli görüş ayrılıkları vardır.
     İslâmî anlayışa göre din, kısaca kişinin yaratılış amacına uygun bir hayat sürebilmesi ve bu amacı belirli bir disiplin içinde gerçekleştirebilmesi için kendisine yol gösteren kurallar bütününü ifade eder. Din bir tarafın kutsal buyruk ve egemenliğine diğer tarafın uyum ve bağlılığına dayalı ilişkileri düzenleyen bir kurum olmakla beraber, bu âyet-i kerîmeden, Kur’an’a göre Allah katında dinin ve dindarlığın değer taşımasının iradî bir teslimiyet üzerine kurulu olması şartına bağlı olduğu anlaşılmaktadır. Bir başka anlatımla İslâmî telakkiye göre din, akıl sahiplerini kendi istek ve iradeleriyle hayra ve mutluluğa yönlendiren bir kurum, beşerin kendi seçimine dayalı fiillerini düzenleyen ilâhî bir kanundur (ayrıca bk. Bakara 2 /132, 256).
     Kur’ân-ı Kerîm’de İslâm kelimesinin geçtiği ilk yer bu âyettir. İslâm’ın sözlük anlamı, “bağlanmak, itaat etmek, teslim olmak, esenlik ve barış içinde olmak”tır. Terim olarak İslâm “Hz. Muhammed’in din adına bildirdiklerinin tamamını bütün varlığıyla benimsemek ve bunu ortaya koyan bir teslimiyet içinde olmak” demektir. Hz. Peygamber’in getirdiği hak dinin adı da İslâm’dır. Yine İslâm, Arapça’da bu dine girmeyi ifade eden bir masdardır. İslâm dininin mensubu olan kişi Arapça’da müslim, Farsça’da müselmân kelimesiyle ifade edilir. Türkçe’de bu din için İslâmiyet ve Müslümanlık, bu dinin mensubu için de müslüman kelimeleri kullanılır. 
     İslâm kelimesinin sözlük anlamıyla terim anlamı arasında güçlü bir alâka vardır. İslâmî anlayışa göre din, irade ve akıl sahibi varlıklar arasında uyuşmazlıkları ve çekişmeleri önleyip uzlaşma sağlayan bir kanundur. Din sadece insanlar arasında değil insanlarla Allah arasında da bir mutabakatı ifade eder. Böylece yaratanın iradesiyle yaratılmışların iradesi arasında bir uyum sağlanmış olur (Elmalılı, II, 1062-1063).
     Bütün ilâhî dinler Allah’ın birliği esasına dayalı olduğu için, Hz. Muhammed’in tebliğ ettiği İslâm dini ile diğer peygamberlerin getirdiği dinler temelde birleşirler. Bununla beraber müslüman bilginlerin bir kısmına göre İslâm dini ve İslâm ümmeti tabirleri sadece Hz. Muhammed’in getirdiği din ve onun mensupları için kullanılabilir. İslâmiyet önceki hak dinlerle temelde uyuşsa bile, bu dinin kendine ait özellikleri ve mensubu olan ümmete özgü hükümleri vardır. Diğer bir grup müslüman bilgine göre ise, önceki ilâhî menşeli dinlerin de İslâm olarak anılması mümkündür. Onlara göre Kur’ân-ı Kerîm’de bu anlayışı destekleyen birçok âyet vardır: Hz. Îsâ’nın havârilerinin cevabının “Şahit ol ki bizler müslümanlarız” (Âl-i İmrân 3/52) şeklinde ifade edilmesi, Hz. İbrâhim hakkında “O hanîf bir müslümandı” (Âl-i İmrân 3/67) buyurulması, yine “O size daha önce de bunda da ‘müslümanlar’ adını verdi” (Hac 22/78) şeklinde genel bir nitelendirilmeye yer verilmesi bunlara örnektir. Karşı görüş sahiplerine göre ise bu tür nitelendirmeler peygamberlerle alâkalıdır.
     Kanaatimize göre Kur’ân-ı Kerîm dışındaki ilâhî kitaplarda o kitaba tâbi olacaklar için bir din adı konmadığı, Yahudilik ve Hıristiyanlık gibi isimlendirmelerin daha sonra ortaya çıktığı ve bunların o peygamberin tâbilerine sonradan verilen adlar olduğu dikkate alınırsa “Doğrusu Allah katında din İslâm’dır” ifadesinin anlamı daha iyi anlaşılır. Her ne kadar Hz. Muhammed’in tebliğ ettiği dinin kendine özgü hükümleri varsa da, Kur’an’da bu kitabın önceki peygamberlerin getirdiklerini onaylama özelliği üzerinde ısrarla durulması, onların bildirdiklerinin de temelde İslâm dairesi içinde olduğunu, ancak ilâhî hikmet gereği bu öğretilerin en mükemmel şekline Hz. Muhammed’in gönderilmesi ile ulaşıldığını (bk. Mâide 5/3) gösterir. Şu halde yüce Allah’ın hoşnutluğunu elde etmenin yegâne yolu O’nun bildirdiklerine bütünüyle inanmaktır. Buna göre olgudan hareketle ve belirli kesimleri ifade için başka din isimlerinden söz edilebilirse de, nihaî hedef gerçeği arayanların Allah Teâlâ’nın razı olduğu çerçevede buluşmalarıdır ve ilâhî bildirimler için geçerli olan bu sürecin insanlığın aklına ve vicdanına yansıması kaçınılmazdır.
     İslâm bilginleri bu anlayışı “ümmet-i icâbet” ve “ümmet-i dâvet” şeklinde kavramlaştırmışlardır; bunlardan birincisi Hz. Muhammed’in bildirdiklerine bilfiil ve açık biçimde tâbi olma iradesini ortaya koyanları, ikincisi ise henüz bu düzeyde olmayan fakat işaret edilen yansıma süreci içinde bulunan potansiyel kitleyi ifade etmektedir. Bu itibarla “Mûsevîlik” ve “Îsevîlik” gibi isimlendirmelere kıyasla bazı Batılı yazarların İslâmiyet’i “Muhammedîlik” şeklinde sınırlayıcı bir adla anmaları isabetli değildir; zira bu hem gerçeği yansıtmaktan uzaktır, hem de sözü edilen iletişimi ve kaynaşmayı önleyici niteliktedir.
     Âyeti nihaî hedef açısından bu şekilde anlamak, nerede ve ne zaman yaşamış olursa olsun Allah’a şirk koşmaktan uzak durabilmiş ve davranışlarına bu inanca uygun biçimde yön verebilmiş herkesin Kur’an’ın telakkisine göre “müslüman” olarak nitelenmesi gerektiği teziyle (bk. M. Reşîd Rızâ, III, 257-258) çatışmaz. Gerçekten birçok âyette insanların âhiretteki kurtuluşları konusunda bu ölçütün esas alındığı görülmektedir (bk. Bakara 2/62; Âl-i İmrân 3/64).
     Geniş anlamıyla İslâm (müslüman olma) hem kalp hem dil hem de davranışlarla teslimiyeti ifade eder. Bunlar içinde en önemli ve değerli olan teslimiyet kalple olanıdır. Kur’an’da İslâm kelimesinin, iman düzeyine ulaşmamış teslimiyeti ifade etmek üzere kullanıldığı da görülür (bk. Hucurât 49/14, 17). 
     “Kendilerine kitap verilenler” ifadesi genellikle Ehl-i kitap tabirinin içeriğine göre anlaşılmıştır (bu konuda bk. 64. âyetin tefsiri). İlim kelimesi ise “vahiy ve apaçık deliller” şeklinde açıklanmıştır. Âyette Ehl-i kitabın ancak ilim geldikten sonra ihtilâfa düştüğünün ifade edilmesi, kendilerine yeterince açık ilâhî bildirim yapıldığı ve bu açıdan hiçbir mazeretleri bulunmadığı halde, sırf kendi kusurları sebebiyle, çıkar düşüncesi ve beşerî tutkular uğruna ayrılığa düştüklerini ve çatışmaya girdiklerini belirtmek içindir. “Aralarındaki hak tanımazlık yüzünden” şeklindeki gerekçeden hareketle, burada kastedilenlerin yahudiler veya hıristiyanlar yahut her ikisi olduğuna dair açıklamalar yapılmıştır.
     Tarihî bilgilerin ışığında, burada, ilâhî vahye muhatap toplumların vahyin sağladığı aydınlığı değerlendirip barış ve uygarlık yolunda ilerlemek yerine kişisel ihtiraslarla aklıselimi dışlamalarının, özellikle çıkar çatışmaları üzerine temellenen dinî fırkalara ayrılmalarının eleştirildiği söylenebilir. Bu uyarıya rağmen Kur’an’a inananların aynı hatayı tekrar etmeleri, ilâhî mesajı beşeriyete en güzel biçimde ulaştırma misyonunu yerine getirebilmelerinde ve medeniyet yarışında lâyık oldukları yeri almalarında önemli bir engel oluşturmuştur (krş. Bakara 2/213; Beyyine 98/4; ümmî kelimesinin anlamı için bk. A‘râf 7/157-158).

  • Âl-i İmrân Suresi 20. Ayet-i Kerimenin Meali
     "Eğer seninle tartışmaya girerlerse, de ki: "Bana uyanlarla birlikte ben kendimi Allah’a teslim ettim." Ehl-i kitaba ve ümmîlere, "Siz de Allah’a teslim oldunuz mu?" de! Eğer teslim oldularsa doğru yolu buldular demektir. Yok eğer yüz çevirdilerse, sana düşen yalnızca bildirimde bulunmaktır. Allah kullarını çok iyi görmektedir."

  • Âl-i İmrân Suresi 20. Ayet-i Kerimenin Tefsiri
     Eğer seninle tartışmaya girerlerse, de ki: “Bana uyanlarla birlikte ben kendimi Allah’a teslim ettim.” Ehl-i kitaba ve ümmîlere, “Siz de Allah’a teslim oldunuz mu?” de! Eğer teslim oldularsa doğru yolu buldular demektir. Yok eğer yüz çevirdilerse, sana düşen yalnızca bildirimde bulunmaktır. Allah kullarını çok iyi görmektedir.

  • Âl-i İmrân Suresi 21 Ayet-i Kerimenin Meali
     " Allah’ın âyetlerini inkâr edenler, haksız yere peygamberlerin canlarına kıyanlar ve adalet isteyen insanları öldürenler var ya, onlara can yakan bir azabı müjdele!"
  • Âl-i İmrân Suresi 21. Ayet-i Kerimenin Tefsiri
     Önceki âyette insanlar ilâhî mesajdan yüz çevirmiş olsalar da artık Hz. Peygamber’in görevini yapmış olacağı ve kulların durumundan yüce Allah’ın haberdar olduğu belirtilmişti. Burada ilâhî bildirimden yüz çevirenlerin birbiriyle bağlantılı üç temel özelliğine işaret edilerek Resûlullah’tan bu tutumlarının karşılığının ne olacağını kendilerine bildirmesi istenmektedir.
     Bu özellikler şunlardır: 
     1. Allah’ın âyetlerini inkâr etmek, 
     2. haksız yere peygamberleri öldürmek, 
     3. adalet isteyen insanları öldürmek. Âyet-i kerîme bu sıfatları taşıyan herkesi kapsayan bir ifadeye sahiptir. Bununla birlikte, peygamberlerin canlarına kıyma hususunda yahudilerin çok ileri gittiklerini belirten başka âyetleri ve bazı hadisleri de dikkate alan tefsir bilginleri burada özellikle yahudileri mahkûm eden bir ifade bulunduğu kanısındadırlar.
     Asıl konusu hıristiyanların yanlış telakkilerini ortaya koymak olan sûrenin burada özellikle yahudilerden söz etmesinin sebebi ise şöyle açıklanmaktadır:
     a) 20. âyette hem yahudilere ve hıristiyanlara (Ehl-i kitap) hem de Ehl-i kitap’tan olmayan müşriklere (ümmiyyîn), yani İslâm inancına karşı çıkan bütün inkârcılara çağrı yapılmıştır; bu âyette de bu çağrıya sırt çevirenlerin âkıbetinden söz edildiği için yahudilerin en belirgin ve şiddetle kınanan özelliklerine değinilmiştir.
     b) Hz. Muhammed’in çağdaşı olan yahudiler, bizâtihî peygamberleri öldüren kişiler olmamakla beraber, seleflerinin bu fiillerini tasvip ediyorlardı; yine gerek Mekke müşrikleri gerekse Medine’deki yahudiler Hz. Muhammed’i öldürmeyi şiddetle arzuluyorlardı.
     Âyette anılan üç özelliğin birbiriyle bağlantısını şöyle açıklamak mümkündür: Hak ve adalet duygusunu yitiren kişi gerçeği ve doğruyu aramak yerine kendi düşünce, saplantı, hırs ve menfaatlerine uymayan her şeyi ortadan kaldırmaya yönelir, güneşi balçıkla sıvamaya kalkışır. Bu yol öyle bir bataklıktır ki, hareket edeni daha çok dibe çeker. Nitekim hakikatlere karşı durmakta ve menfaatlerini her şeyin üstünde tutmakta direnen yahudiler bu taşkınlıkta o kadar ileri gitmişlerdi ki, kendilerini aydınlatmak, yanlışlarını düzeltmek ve mutluluk yolunu göstermek üzere gönderilmiş peygamberleri bile öldürmekte tereddüt göstermemişler, kendilerini iman ehli, hatta dindar gibi göstermeye çalışsalar da Allah’ın âyetlerini, elçilerini, mûcizelerini inkâr ettikleri ve hakikatleri örtbas etmeye çalıştıkları için küfre girmişler ve elîm azabı hak etmişlerdi. Yahudilerin çok sayıda peygamberin canına kıydığına dair bilgiler Kitâb-ı Mukaddes’te de yer almaktadır (meselâ bk. I. Krallar, 18/4 vd.; Matta, 14/10).
     Âyette yahudilerin bu azabı hak etmelerinin sebebi açıklanarak, Hz. Muhammed’in tebliğ ettiği hakikatler karşısında inatla direnen ve içlerinden iman yolunu seçenlere baskı uygulayan, onları ve Hz. Peygamber’i ortadan kaldırarak menfaatlerini güvence altına alabileceklerini düşünen bütün inkârcılar sert bir dille uyarılmaktadır. Bakara sûresinin 61 ve 91. âyetlerinde münhasıran yahudilerden söz edilirken sadece “peygamberleri öldürme” suçuna değinildiği halde bu âyette ayrıca “adalet isteyen insanları öldürme” fiilinin anılıp kötülenmesi, sûrenin özellikle hıristiyanları diyaloga çağıran bir içerik taşımasıyla irtibatlandırılabilir. Çünkü diyalogun ön şartı peşin fikirle hüküm vermeden karşı tarafı dinleyebilmektir. Adalet isteyen yani tarafsız davranılması talebinde bulunan insanları dinlemek şöyle dursun, onları imha etmeyi bile düşünen bir muhatabın diyalog sürecine razı olması düşünülemez. Bu zihniyetin ve tutumun tabii bir sonucu, peygamberlerin katledilmesini de onaylamak ve peygamberlerin uyardıkları konulara ilişkin delilleri göz ardı ederek Allah’ın âyetlerini inkâr etmektir.
     Günümüzde insan hakları konusuna özel emek veren çevrelerin, ülkelerin saygınlığını bu konudaki duyarlılıklarına göre ölçen bir kamuoyunun ve değerlendirme kurumlarının oluşmasının altında adalet arayışının ve gücü elinde tutanların keyfî, ön yargıya dayalı hak ihlâllerine karşı tavır koyma iradesinin bulunduğu dikkate alınırsa, âyet-i kerîmenin bu tür çabalara övgüde bulunduğunu söylemek mümkündür. Zira Kur’ân-ı Kerîm’in bu tasvirine göre, adaleti aramak yerine, güç kullanmakla inkârcılık (küfür) arasında sıkı bir bağ vardır. Esasen âyet-i kerîmede geçen “kefere” fiili de sözlükte “perdelemek, örtmek, gizlemek, yalanlamak” anlamlarına gelmektedir. Öte yandan bazı hadislerde zulüm ve baskı ortamlarında hakikatleri savunabilenler, peygamberler makamını izleyen mertebede gösterilmiştir.
     Âyette peygamberleri öldürme fiili için “haksız yere” kaydının konmuş olması tefsirlerde genellikle şu iki şekilde açıklanır: 
     a) Peygamberlerin öldürülmesi zaten haksız yere işlenen bir fiildir; bu kaydın konması işlenen günahın ne büyük ve bu cinayetin ne kötü olduğunu vurgulamak içindir, 
     b) onları öldürenlerin bu fiilleri haklı gerekçelere dayanarak ve adaleti gerçekleştirme uğruna işledikleri iddiasında bulunduklarına işaret edilip bu asılsız iddiayı reddetmek amaçlanmış olabilir. Âyetin bütünüyle ilgili olarak yukarıda yapılan açıklamalar ışığında, bu kaydın itham edilen tarafı dinlemeden, konuya ilişkin delilleri incelemeden ve tarafsız bir yargı kararına bağlı olmaksızın “hakk”ın yerine “güc”ün ikåme edildiğine dikkat çekmek üzere konduğu söylenebilir (kıst kelimesi için bk. 18. âyetin tefsiri).
     Sözlükte tebşîr kelimesi “müjdelemek, sevindirici bir haber vermek”tir. Fakat burada sözlük anlamının zıddı yönünde kullanılmıştır. Kur’ân-ı Kerîm’de iman sahibi olup iyi işler yapanlar için bu fiille birlikte hep güzel nimetler ve ödüllerden söz edilirken, inkârcıların çarptırılacağı elem verici azabın müjde ifade eden fiil ile bildirilmesi, bunca cinayet ve haksızlıktan sonra kendilerine verilebilecek müjdenin ancak bu kadar olacağını ima eden bir istiare türü, edebî bir üslûptur.


Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 1 Sayfa: 520-528


12 Kasım 2020 Perşembe

PSİKOLOJİ KÖŞESİ / RUH SAĞLIĞI ~ ADİYAT SÛRESİ

RUH SAĞLIĞI 
     ADİYAT SÛRESİ


     Ayetleri, biri kişisel ruh yapısı ve güçleri açısından, diğeri de cemaat ve millet olma açısından, iki ana bakış açısıyla irdelemek istiyoruz. Önce ilk beş ayeti bütünlük içinde ele almaya çalışacağız. Bu ayetler arasındaki “Fe” harfleri, birbirini
etme anlamında konu bütünlüğünü ifade etmektedir.


   Ayetler, Müfessirlerin öteden beri anladığı at koşuşturmaları, gazi naraları ve savaş meydanlarına yapılan akınlardan bahsetmiyor denemez. Aynı şekilde Zariyat süresinin ilk beş ayetinde de meleklerin nezaretindeki rüzgarlar ve etkileri işlenmiştir. Bununla beraber esas manaların sadece bunlardan ibaret olduğu da söylenemez. Söz konusu yorumlar, ayetlerin tefsir edildiği zamana uygun düşen yorumlardır.
     Tıpkı günümüzde yapılan her yorumun, zamanımızın anlayışına uygun gelmesi gibi. Şu an yapılan açıklamalar nasıl gelecekte yapılacak bütün yorumları sınırlayamaz donduramaz ise, geçmişte yapılan yorumlar da herhalde bugün yapılan yorumlara engel teşkil etmemelidir.
     Zariyat süresinin ilk beş ayeti ile, bu Adiyat süresinin ilk beş ayeti arasında ilginç bir benzerlik ve örtüşme söz konusudur.
     Bir “At” veya bir “Atom” ile bir insan ve toplum anlatılır mı?..
     Farklı ayetlerde benzer teşbih, istiare ve mecazları görmekteyiz. Söz gelimi bir “Ağaç” ile insanın güzel veya çirkin söz söylemesi anlatılmaktadır(14/24-26), Kur’an’da, insanın inanç, duygu, düşünce ve davranışları rapor edilirken “Kelp” (7/176), merkep (62/5), örümcek (29/41), kütük (63/4) gibi kavramlar zikredilir. Peygamberimiz de insanı hurma ağacına benzetmiştir.
     “Küheylan” kelimesi günümüzde, küresel boyutlarda, adanmışlık içinde, şevk ve muhabbetle, harıl harıl, çatlarcasına koşuşturup duran genç nesil için bir sembol haline gelmiştir diyebiliriz.
     1- Yemin olsun!…
     O nefes nefese-harıl harıl koşuşturup duranlara.
(Zariyat - 1: Tozutup savuranlara… Atomda elektronlar, çekirdeğin etrafında hayal edemeyeceğimiz bir hızda bir at, bir insan gibi koşuşturup dururlar. Mesela Müslüman vakar ve istikrarı içinde Hidrojen atomunda, 2000 kilometreyi bulan bu sürat, bir anarşi tufanı durumunda uranyum da 50 bin kilometreye çıkar. Bu tozu dumana katma aynı zamanda Samanyolu gibi neblülozlarda ve sistemlerde de gerçekleşmektedir… (Bknz: İman Dünyası).
     a) İnsan; Ruhuna ermek, özündeki benlik yapısına kavuşmak için büyük bir heyecanla varlık koşusuna katılmıştır. “Ben!” diyerek start almış, soluk soluğa geçtiği yollarda onu var eden Yaratıcısı hakkında bilgiler toplamış, gerçek görevini ve hedefini kavrayarak fıtrat yapısını gerçek varlık kimliğine, “Aidiyet kişiliğine” dönüştürmüştür. İnsan öncelikle Esma’nın ruhunu ruhuna sindirmiş sonra eşyanın isimleriyle donanmıştır.
     Bu; Ruh planında böyle olduğu gibi, maddi planda da, hem atomda hem de hücrede telaşlı bir koşuşturmanın cereyan ettiğini görebiliriz. Yukarıda ele aldığımız atomda olduğu gibi, bir damla su içinde binlerce hücre de aynı koşuşturma içinde, varlık yarışına katılır (86/5-6) ve zorlu bu mikro maraton sonunda, sadece birinin varlık havuzuna düşmesiyle insanın, embriyolojik yapısıyla dünya serüveni başlamış olur.
     İnsanlar, olimpiyatlarda fiziksel koşular ve madalya törenleri düzenledikleri kadar, Ruh ve Benlik koşuları da düzenleyip, insanımızı nefes nefese koştur salardı, “Sadr”larını madalyalarla donat salardı da, hayat yolunda karşılaştıkları problemler karşısında nefessiz, psikolojik rahatsızlıklar karşısın da çaresiz bırakmasalardı!..
     b) Bireysel planda, başta -deyim yerindeyse- Miraç baş maratoncusu kainatın Efendisi olmak üzere bütün Peygamberler, hayatlarının tamamında, Hakk yolunda koşturan baş modeller olmuşlardır. Hz.Nuh’un 950 yıllık tebliğ maratonu uzun zaman açısından tek örnektir.
     Her Peygamber dur durak bilmeden, her türlü eza ve cefaya katlanarak, hayatları boyu koşturmuş, iki-üç kişiden ibaret de olsa cemaatlerini oluşturmuşlardır. Peygamberimiz de bir kadın bir çocuk bir köle bir yaşlıyla başlayarak oluşturduğu cemaatine, her olumsuzluğa rağmen 23 yıl boyunca kendisiyle beraber soluk soluğa hizmet ettirmiş, 70 binleri bulan bir Sahabe kitlesini ümmetine miras bırakarak gitmiştir.
     Peygamberimizden aldıkları hız ve rüzgarla bu aksiyon ve hamle ruhu, Dört Halife, Emevî ve Abbasî dönemlerinde de sürmüş, Endülüs Medeniyeti kurulmuş, Söğüt dalından havalanan kelebek, batıya uçmuş, üç kıtaya açılan kulvarlarda harıl harıl koşturan atlar, 5-6 asırlık Osmanlı medeniyetin simgeleri olmuştur.
     Günümüzde at; hipodromların kem talihlisi, sirklerin eğlence figüranı, servet değerleriyle mezatların argümanı haline dönüşmüş fakat şanlı yerini, harıl harıl motor-otomobil sesleriyle, oradan oraya koşturan, koşturacak yer soluklayan, millet gönüllüsü güzel insanların araçlarına bırakmıştır.

     Her tekevvünde sâbikûn-ı Evvelûn, turnikeye ilk girenler vardır.
     Hamûle ağır, omuz azdır.
     Kulaklar sağır, atmosfer pek ayazdır.
     Üç beş yürek avazda,
     Nafile! omuz veren çok azdır.
     “Kimse yok mu?” Sesine cevap verecek, makas gibi kollarını gerecek,
     “Ben!” diye velvele verecek tek fert yoktur.

     Ama “Biz!” diyerek gerçek bir toplum benliği oluşturma yolunda, sokak taşlarını aşındıran, küheylân gibi koşturan, köşe bucak temiz bir nâsiye ve ışıktan bir mekan arayan bu, bir avuç Nurdan İnsan vardır. Ve onlar, ikinci yapılanmanın baş mimarlarıdır.
     Bu kendilerine yemin edilen topluluk, “Allah’a ve Ahirete inanırlar, iyiliği tavsiye eder, kötülükten de uzak tutmaya çalışırlar, hayır olan her iş için koşturur dururlar; işte bunlar Salih, iyi kişilerdir” (3/114). “Bu Salih kişiler ne güzel dost ve arkadaştırlar!” (4/69).
     Neden bu Salihler topluluğundan olmak için yüreğimiz çarpmasın (5/84). ”Rabbim! Beni Müslüman olarak öldür ve beni bu Salihler topluluğu içine kat!” (12/101) duası dilimizde vird-i zeban olmasın!.. Ve “İman edip güzel işler yapanları, halkın en hayırlıları olan (98/7) bu Salihler topluluğu içine katarız!” (29/9) ilahî kelamı gönlümü coşturmasın!.. Coşturup da bizi de onlarla beraber nefes nefese koşturmasın!..
     Hiç Allah, harıl harıl koşan atlara yemin eder de, gönüllere adını uçuran, uçan kuşlarla yarışan, küheylan gibi ışıklaşan, ışık olup zamanla yarışan, O Atların bu Süvarilerine yemin etmez mi?..

     2-Ateş çıkaranlara
     (Zariyat-2: Ağır yük taşıyanlara… Atomdaki çekirdek içinde bulunan proton, elektrona nispetle 1836 kez ağır dönmektedir. Onlar elektronlar gibi bağımsız ve adeta sorumsuz değillerdir. Çekirdeğin nizamına uyum içinde son derece ağır ve sorumluluk isteyen bir görev yaparlar. Ateşten ağır bir yük taşırlar. Bilindiği gibi atom çekirdeği zorla parçalanırsa, ya da (güneşte olduğu gibi) iki atom çekirdeği zorla izdivaç ettirilirse ortaya büyük bir nükleer enerji ve ağır ateş çıkmaktadır. Bize öyle geliyor ki, atomun kalbi sayılan çekirdek içindeki ağır ateş yükü taşıyan proton gibi, insan kalbinin içinde azap ateşi taşıyan vicdan, insan varlığı içinde en hassas ve en ağır yükü taşıyan öz bir mekanizma olarak ortaya çıkmaktadır).
     a) İnsanın benlik savaşlarında en büyük hasmı, ateş yapısıyla, şeytandır ki, Allah’a karşı yeminle söylediği gibi, kendisiyle beraber cehenneme sürüklemek için, her an insan ruhunun bir köşesini kundaklamak, Ebu Leheb ve karısı gibi elinde ateşle bekleyip yangına vermek ister.
     İnsan için en büyük handikap, çıra gibi her an alevlenmeye hazır bir nefis ve ateşler saçan yüksek gerilim hattı gibi bir sinir sistemi yapısına sahip olmasıdır. Nitekim şeytan da bunun bilincindedir ve sürekli bu cephelerden ateş açmaktadır.
     İnsan melekle müttefik olmalıdır. Çünkü melekler, şeytanları bertaraf edecek ateş gücüne sahiptirler. Ortalığı ateşe verecek özel bilgileri toplamak için gök yüzüne yükselip kulak hırsızlığı yapan şeytanların üzerine, ateşten toplar gönderir onları yakarlar.
     Böyle nura sığınan insan, bedende ateş yapan mikroplar gibi ruha kor sıçratan günahlardan arındığında, adeta nur kesilir, nur yansıtan bir simaya ve benliğe sahip olur. Ateşe karşı ateş kesilir ve şeytana şöyle der: “Ateş olsan cirmin kadar yer yakarsın! Hoş onu bile yakamazsın!.. Çünkü nâr- sın nûra zarar dokunduramazsın!.. Benim çıkardığım nûr ateşi senin nâr ateşini söndürür, bana hiçbir şey yapamazsın!”
     Nur kesilmiş, nur gibi ağır bir yükü taşıyan alevlenmiş hassas vicdanlar, sanki bir sevda ateşiyle yanıp tutuşmakta, enerji bedenleri adeta alev saçmakta, taşıdıkları nur ışıkları simalarına yansımaktadır!…
     b) Dört nala koşan atların birbirine çarpan nalları, çakmak taşı gibi kıvılcımlar sıçratır. Atomlar çarpışır ateşler taşır. Küheylan kesilmiş çağımızın, Hz. Musa’nın Yed-i Beyzâsı gibi ışık elli insanları da dokundukları gönülleri tutuşturmakta; her evde, beldede, şehirde, ülkede bir ocak tüttürmektedirler. Onların beyinleri de adeta, vicdanları gibi, milletlerinin ve insanlığın dertleriyle dolmuş, yığılan bulutların yağmuru gibi gözleri dolmuş, ateşlere düşen nesiller adına, itfaiye memurları gibi ateşlere düşmüş, düşüncelerine hafakan şimşekleri üşüşür olmuştur.

     3- Sabahleyin akın edenlere ki,
     (Zariyat-3: Kolayca akıp-süzülüp yürüyenlere… 
Nötron çekirdek tarafından çekilince, zincirleme reaksiyonlar meydana getirir, müthiş bin enerji yüklenerek, ışık hızına yakın bir hız kazanır. Bu etki gücüyle 30 cm. kalınlığındaki bir kurşun duvarı rahatlıkla delip geçebilir. Mümin hep yürür, şeytan ve nefis duvarlarını yıkar, beden engelini aşar, esaret zincirlerini kırar, şefkat ve muhabbet enerjisiyle ürettiği terleriyle ıslattığı avuçlarının içinde kafes demirlerini eritir, parçalar. Geçidi olmayan, derin sularla dolan, çöller kıtalar da olsa, su gibi, dağların ve bulutların engelleyemediği ışık gibi, bütün ruhlara sızar, dalar, akar gider, sessiz akın eder).
     a) İnsanın gündüzü devirip geceye doğru yaptığı yolculuğu daha çok kendine, geçici beden istirahatına yönelik olur. Bu arada Ruh da rüyalarla oyalanır. Müzzemmil süresinde belirtildiği gibi “gece programı” için kalkan insan, Ruh, vicdan, akıl ve düşünce ülkelerine seferler düzenler. Bilincine, bilinçaltına, yüksek gerilim yüklemesi yapar, sabah namazıyla programına son noktayı koyar, gecesini gündüzü için mühürler. İç dünyasına düzenlediği bu akınlarla günlük iç fethini tamamlamış olarak, gündüzün dış fethi için hayatın içine dalar.
     b) İnsanların rahat uykularında oldukları vakitlerde, sıcak yataklarından yanlarını ayırırlar, kıyama dururlar sonra yürüyen ayak olurlar. Gecenin sırlı tenevvürü ile aydınlanmış olarak sabaha ererler. Sabah erkenliği içinde ayaklarının uçlarına basarak temkin ve tedbirle yürürler. İnsanlık daha uyanmadan içten içe, Eshab-ı Kehf uslublu, sırlı tenevvürle mesafe kat ederler. Hiç kimse bizden evvel gidip de gönüllere karanlık taşımasın diye, yüklendikleri ışıkları vakit fevt etmeden, güneşten bile önce, köşe bucak koşturup ulaştırmaya çalışırlar. Programlı sabah akınlarına erken başlarlar, yokuşları aşıp hedefe erken varırlar.
     Seher vakitlerini uykuda geçiren hiç bir fert ve topluluk, İslam’ın ideal zirve noktasında, güzelliklerini temsile ve tebliğe layık olamaz. Aynı şekilde, Tebliğ inceliklerine vakıf olmayan ve devrin şartlarına göre uygulamayan topluluklar da mefkûrelerine ve hedeflerine ulaşamaz.
     Her gecenin kadirli bir gece olduğunu bilirler, Kadir gecesini arar gibi, gece içinde kendilerini ararlar. Sonra da sabaha kadar yeryüzüne akınlar düzenleyen meleklerden ödünç kanat almış gibi, gönüllerde Rahmetin yaygınlaşması için yeryüzü seferlerine başlarlar. Eski kavimlerde olduğu gibi, sabah azabını bildirmek için meleklerin gelmesinden (11/81; 37/177), masumları da kapsayacak felaketlerin yağmasından (8/25) endişe duyarlar ve içte istiğfar dışta dava seferleriyle gelebilecek felaketlere paratoner olurlar (8/33). Her yeni gün, bütün yeryüzünde adeta akın akın koşturan elektronlar gibi, bu sabah “Misbah” larıyla, aydınlanır (24/35), insanlık seması ışıklanarak hayat ve anlam kazanır.
     Bu üç ayet, hem fert hem de topluluk planında, Risaletin bidayetinde Mekke dönemini -ki ilk üç yıllık dönemde, kalbî ve zihnî iç dünyadaki oluşum daha sonra Hicrete kadar dışta açık tebliğe yöneliş gerçekleşmiştir- ondan sonra da Medine dönemini, fethe giden yolda yapılan akınları ve evren sel açılımları hatıra getirmektedir.
     Bu durum raporunun ardından da sanki şu iki sonuca dikkat çekilmekte ve iki temel misyona işaret edilmektedir. Buna göre, başta içte ocak gibi yanmadan, dışta gece gündüz köy-kasaba dolaşarak çabalayıp yorulmadan, oluşumu bütün nazik şartlar ve kurallar çerçevesinde, sistemli bir organize içinde yürütmeden, ses getirecek dışa açılımların ve evrensel misyonlu yayılımların gerçekleşmesinin mümkün olamayacağını belirleyebiliriz.

     4-Haykırarak-emekle tozu dumana katmışlardır
     (Zariyat-4: İş bölümü yapanlara and olsun ki… Atomdaki her eleman, mükemmel iş taksimi içinde, kendisi için takdir edilen ve yüklenen görevi hassasiyet içinde, büyük emek gerektiren bir enerji ve eylemle yerine getirir. Elementleri oluştururlar. Yoğun çabalar sonucu hayata dinamizm katarlar. Samimi, yetenekleri yerinde kullanan, sistematik ve çılgınca çalışan kişi ve toplumlar da böyledir. İnsanlık hayatının dinamizmini ellerinde tutarlar. Tarihimiz, iç ve dış kabiliyetlerin doğru yönlendirilmesi ve taksîm-i a’mâl ile; kışlanın, medresenin ve tekkenin orjinalitesi içinde fonksiyonları sonucu yetiştirdiği çocuklarının yaşanmış hikayeleriyle doludur. Bu dündü!.. Bugün?.. Dürüstçe, payına düşen işinde uzman olan ve azimle çalışanlar, bugün de yarın da hep hayata yön vermeye ve tozu dumana katmaya devam edeceklerdir!..).
     a) “Nak’an” kelimesi, savaşta kalkan toz manasını taşımakla beraber, haykırmak, çevresini etkileyecek söz sarf etmek, ter ve kan dökerek büyük emek harcamak ve çaba göstermek gibi anlamlara da gelmektedir (Yazır, 9/38).
     İnsan Ruhta kuluçka dönemini yaşadıktan sonra haykırmak, fıtrî olarak emek harcamak ve dış dünyayı hemen sahiplenmek ister.
     Yumurtalarından çıkan her canlının, hayatla buluşma sevincini ilan etmek istercesine, belki de şükür ve tesbih ifadesi olarak, ses ve davranışlarıyla çığlık atması koşturmaya, uçmaya başlaması gibi… Anne karnında embriyo aşamalarını yaşadıktan sonra biz insanların ilk yaptığı iş de bu değil midir? Minicik yapımıza rağmen, çevremizdekilere panik yaşatırız, ortalığı birbirine katarız. Büyüdükçe, öğrendikçe, çevremizi dağıtır, ne yaramazlıklar yaparız. Çünkü insanın içi dışına göre dizayn edilmiştir. Dışa uyum sağlamak hatta hakimiyet kurmak için var edilmiştir. O, dışa halife olmuştur.
     İnsan duygu ve düşünce dünyasında da benzer duyguları yaşar. Kimisi; “buldum!” diye hamam tasıyla dışarı fırlar, kimisi; elinde fırçası tablolarının başında sabahlar. Sporlarda skor yapanlar, İpi göğüsleyenler, madalyaya uzananlar, sınav kazanan bir başarıya imza atanlar ruhlarında hep coşku yaşar ve bunu değişik tarz ve dillerle haykırırlar. Fakat bütün bunların temelinde ciddi bir emek harcama, çaba gösterme, ruhta ve yeteneklerde olgunlaşma vardır.
     Ruhta yaşanan olumlu ve olumsuz her duygu ve düşünce, şiddet ve yoğunluğuna göre dışta bazen aşırı davranışlar şeklinde kendini gösterir. İnanç ve bilgiden yoksun olmak, aileden ve etkili bir eğitimden uzak kalmak, çevrenin de etkisiyle olumsuz alışkanlıklar kazanmak gibi sebeplerle nefis-ruh hastalığı ve kişilik bozukluğu bulunan insanlarda, kendisine ve başkasına zarar verecek, toplumun huzurunu kaçıracak davranışlar görülebilir.
     Ayetlerde belirtildiği ve sık sık vurguladığımız gibi, kendini baştan çıkarır “azgın” olur, başkalarını-toplumu bozar “bozguncu” olur…
     İnsan hem duygularıyla hem de düşünceleriyle, hem kendinin hem de başkalarının dünyasında büyük değişiklikler yapabilecek bir potansiyele ve aksiyon gücüne sahip olduğuna göre; güzel bir ruh terbiyesiyle haykırmalarına, heyecan ve aksiyon içinde eşya ve hadiselere müdahalelerine bir anlam, amaç ve hedef kazandırılmalıdır.
     İnsanın doğasında potansiyel olarak bulunan azgınlığı, inanç ve ibadet şevkine, bozgunculuğu, ameli salih ve hizmet coşkusuna dönüştürülmelidir. Hiperaktif çocukların uygun enerji ve meslek alanlarına yönlendirilmeleri gibi…
     Gençlerimiz, çocuklarımız, haykırarak çevresine korku salan, zarar veren ve toplum düzenini birbirine katan kişilikler olmaktan kurtarılmalı; ciddi eğitilmeli, meslek öğretilmeli, amaç ve hedef kazandırılmalı ve iş bölümü içinde yetenek ve becerilere göre görevler verilerek, bir seferberlik telaş ve heyecanı içinde topluma ve insanlığa kazandırılmalıdır.
     İnsan, haksızlık ve zulüm karşısında haykıran, daima Hakka ve sabra çağıran bir ses, dünya insanına hizmet soluklayan güçlü bir nefes, bulunduğu her yerde iç ve dış canlılığı meydana getirip müspet anaforlar oluşturan, herkes için ciddi emek harcayarak ter döken aksiyoner bir fert haline getirilmelidir. Aydınlanmış ferdin aydın siması, bakışları, davranışları, sözleri, bütün çalışmaları, insanlık sahnesinde gönüllere ulaşan birer nurlu çığlık ve haykırış olmalı, gönüllerde mâkes bulmalı; ses getirmeli, coşku saçmalı, gafilleri uyandırmalı, tembellere gayret katmalı, hainlere korku salmalıdır.
     Bu tarz üst perdeden kelam etmeyi hatta nara atmayı, ferdiyetçiliğini, öz güvenini ve başarısını onaylama ve ilan etme adına, askeri-politik-ekonomik-teknolojik alandan spor dallarına kadar, dış dünya çok iyi becerebilmektedir.

     b) Yeryüzünde, inanç, ideal ve amaç birliği yapmış, samimi kardeşlik duygularıyla kenetlenmiş, çağın gereklerine göre ciddi organize olmuş ve sistemli çalışan toplulukların sesi güçlü olur ve ses getirirler… Dünyada farklı ülkelerde tozu dumana katan Lobi faaliyetlerinin güçlerini ve seslerini bastırırlar.
     Güçlü pek çok düşman kuvveti, tarihte örneği seferler halinde görüldüğü gibi saldırmış, işgal ederek yakıp yıkmış, talan ederek, kıyım uygulamışlardır. Peygamberimizde ve O’ndan sonra O’nun yolunda olanlarda olduğu gibi, İslam Tarihinde de azmışlık ve bozgunculuk anlamında bir tozu dumana katma gözlenmez. Gözlenen şu olmuştur: Savaş ortamında hayvanlar ve ağaçlar bile koruma altına alınmıştır. Şayet tarih ve İnsanlık, atların nal seslerine, gazilerin nârâlarına, yerinde top gümbürtülerine şahitlik yapmışlarsa bu; gerçek anlamda, Hakk adına, hak, adalet ve zulmü önleme ve insanlığa özgürlüğü, hoşgörüyü ve medeniyeti taşıma adına olmuştur.
     Maddi planda olduğu gibi bozgun, fitne ve fesat çıkarmak isteyen topluluklar, topluluk ve millet bünyemizi tozu dumana katmak için, dört bir yandan saldıran şeytan gibi, çok farklı yöntemlerle saldırırlar. İnançlarımızı, duygularımızı allak bullak etmeye, düşüncelerimizde kaos ve kargaşa meydana getirmeye çalışırlar. Şüpheler atar, diyalektik yaparlar, alay eder tehdit savururlar, sefiller gibi takip eder, kelepçe takarlar, deşifre eder ric’ata zorlarlar, iftira atar toplumu huzursuz ederler. Farklı yerlerde değişik oluşumlara göz yumar, arka çıkarlar. Gelecekte birlik ve beraberliğimizi ve gelişmeye yönelik çalışmalarımızı dinamitlemek, bölerek zayıf düşürmek için kullanır, üzerimize salarlar.
     Hak vesilelerle, Hak hedefe yürürken, en az düşman güçler kadar tozu dumana katmadıkça, katar gibi çalışmadıkça, önce içimize sonra dışımıza haykırmadıkça, gerçekçi, salih ve güncel yöntemlerle organize olup, fedakarca maddi manevi emek harcamadıkça; onların karşılarında durmak, tutunmak ve hayır gerekçeli misli bir mukâbelede bulunarak, sözümüzü dinlenir hale getirmek mümkün olmayacaktır.
     Bu ayetle gelen ayet arasında bir bağ oluşturduğunu gördüğümüz bir ayetle geçiş yapmak istiyoruz:

     “Allah dünya üstünlüğü-hükümdarlık, hikmet ve dilediği ilimlerden verdiği (Islahçı) Davud (bozguncu ve fitne-fesat üreten) Calût’u yendi. Eğer Allah’ın, insanlardan bir kısmının kötülüğünü bir başka insanlarla gidermiş olmasaydı, yeryüzü bozgun yerine döner -alt üst olur- denge bozulurdu. Allah insanlığa karşı fazl ve lutuf sahibidir” (2/251).

     5) Toplulukların tam ortasına dengeyle girmiş, denge olmuşlardır.
     (Zariyat-5: Size va’d edilen kesinlikle doğrudur… Kur’an’da ümmet-i vasat olarak nitelenen topluluğa, güven içinde ve insanlığa huzur verici niteliğiyle, dinin güzellikleriyle beraber, yeryüzü halifeliğinin -insanlık dinamizmine yön verme yetki ve etki gücünün- bırakılacağı va’d edilmektedir. (24/ 55) Allah, gönül Fatihlerinin, insanlığın kalbini fethetme çabaları adına yaptıklarının sonucunun, fetih sevinci olacağı yolundaki Va’dinden asla dönmeyeceğini belirtir (30/6). Ayet de bunu teyid ve te’kid ediyor).

     Ayette “Vesat” kelimesi geçmektedir. Bu ferdin denge kazanmasını, Salih topluluğun, toplulukların tam içinde ve ortasında, evrensel dengeyi temsil etmesini hatırlatmaktadır.
     “Dengeli insan” ve “Denge Topluluğu” kavramları, Kur’an’da “Dengeli tutum tarzı” ile beraber birer kez geçmekte, kelimenin üç türevinde de aynı anlamlar işlenmektedir.

     a) Dengeli insan modeli:
     “İçlerinden en dengeli-orta yolda olanı: Ben size Rabbinizi tesbih etseydiniz ya! dememiş miydim?” (68/28). Bu konu ya temas ettiğimiz Kalem süresinde, Fatiha süresinde ve ilgili konularda bahsettiğimiz gibi, insan inanç, ibadet, Salih ameller ve güzel hizmetlerle, ruhun da, duygu ve düşüncelerinde, tutum ve davranışlarında dengeli olma becerisini elde eder. İfrat ve tefrit dediğimiz iki kutuptaki yanlışlıklardan uzak kalır.
     Ruhta denge kazanma, psikolojik rahatsızlıklar açısından çok önemlidir. Çünkü nefis-ruh hastalıklarının temelinde, ruhun dengesizliği yatmaktadır. Ruhun dengesini bozana birinci amil ise nefsin olumsuz istek ve arzularıdır. Nefsi günahlardan arındırarak, iman ve ameli salihle benlik dengesi kazanan insanlar, ruh dünyalarında bir denge ve bütünlük sahibidirler, nefsin yol açtığı ruhsal hastalıklar, kişilik ve davranış bozukluklarından uzaktırlar

     b) Dengeli davranış modeli:
     “Yemin kefareti olarak… Ailenize yediğiniz yemeğin dengeli-orta halli olanından yoksullara yedirmek veya onları giydirmek gerekir…” (5/89).
     İnsanın günlük hayatında ömür boyu yaşayacağı iki temel şahsî konu göz önüne getiriliyor. Yeme ve giyme… İnsandan hiç ayrılmayan, her yerde beraber yaşadığı iki olay… İnsan bu iki basit ama temel konuda dengeli yaşamaya alışabilirse, israftan kaçınsa, hayatî pek çok konuda denge sağlamakta da zorluk çekmeyecektir. Çünkü bu iki beşerî hadise, her gün sürekli insanın duygu ve düşüncelerini, ruh ve bedenini meşgul etmekte ve tekrarlanmaktadır. Bu insanın zorlanmadan kolayca alışkanlık kazanması için basit ama mükemmel fırsat demektir. Bu iki konu bir simge olmalı bunlarla işe başlamalıyız. Zamanla bütün duygu düşünce ve davranışlarımıza ve insanlarla olan ilişkilerimize, bu kazanılmış denge ile yaklaşıp başarılı olabiliriz.

     c) Denge topluluğu modeli:
     “Sizi vasat ümmet-denge topluluğu yaptık. Sizin insanlara, Peygamberin de size şahit olması için…” (2/143).
     Dengeli insanlardan meydana geldiği ve insanlığa denge kazandırmayı temsil ettikleri, insanlığın içine içine içtenlikle, ortasına ortasına fedakarca yöneldikleri için “denge topluluğu” diyebiliriz. İşlerin kıyısından ucundan tutmakla denge sağlanmaz, aksine bozulur.
     Bu topluluk öncelikle, İslam’ın ruhuna uygun olarak, objektif ve evrensel bir hoşgörü anlayışına sahiptir. Toplumda bir kesimi tercih edip başka herhangi bir kesime cephe almaz, gönülleri, din, mezhep, meşrep, kültür vb. ayırımlar yapmadan gönül kapıları herkese ardına kadar açıktır. Bu yönleriyle fert ve toplumu tam ortalamış, dairenin merkez noktasına oturmuştur. Her şahıs, grup ve anlayışa aynı mesafeden bakmaktadır.
     Ayrıca, insanların, inanç ibadet, ahlak, hukuk, ekonomi, siyaset, diplomasi, eğitim, kültür, örf adet vb. konularda da orta yoldan bakış açısını getirecek anlayışa, bilgi sunumuna, açıklamalara ve tutum ve davranışlara sahip bulunmaktadırlar.
     Bu dengeli topluluğa bakan, gören, tanıyan, konuşan, izleyen, dostluklarını paylaşan kim olursa olsun, önyargısız baktığı, insaflı bir değerlendirme yaptığı zaman şu kanıya varacaktır: “Ben dinimi, en sağlıklı şekliyle şimdi görebiliyorum, anlayabiliyorum, yaşayabiliyorum! Hayata, kendime ve dünyaya denge içinde bakabiliyorum!..” En önemlisi de bu topluluk, ayette dünya ve insanlık için denge topluluğu olarak görülmekte, insanlık için “Şahit” olarak nitelendirilmekte ve durumları Peygamber Efendimizle irtibatlandırılmaktadır.
     Bunu, kendi toplumlarını ve insanlığı her an rasat edenler, dengesizliklerini izleyen ve denge kazanmaları için gerekeni yapma yolunda denge içinde yürüyenler, dünyanın her yerinde; “Yakından daha güzel şahitlik yapalım!” diyerek, denge müesseseleri açarak her milletin içinde kabul gören şahitler olarak anlayabiliriz.

     Buraya kadar, net bir şekilde ele alınmadan, yer, zaman, şahıs ve topluluk ismi verilmeden tüm zamanlara, mekanlara ve şahıslara mal edilen bir topluluktan, olaydan ve bazı özelliklerden söz edilmiştir. Bundan sonraki ayetler, insanı ciddi bir oto kontrole, kendisini ve sahip olduğu değerleri gözden geçirmeye davet etmektedir.
     Ancak davet etmeden önce, insanın nankör ve hırslı yönüne dikkat çekilmektedir. Bu yapılırken de insanın kendinden, kendini gözlemlemekten, kendi tarihini izlemekten uzak kaldığı, kaçtığı gerçeğine işaret edilmektedir.
     Aynı zamanda sosyolojik tarihî bir yasaya işaret ediliyor. Tarihteki canlı aksiyon halindeki topluluklar, cemaat ruhunun sönmesiyle, ferdî hayatlarına gömülüp, toplumsallaşmaktan kaçıp bireyselleştikleri her zaman diliminde yosun tutmuşlar, dünya hırslarının önüne geçememişler, nankörleşerek, sadece benliklerini ön plana çıkarmışlar, böylece cemaat halindeki güçlerini ve tarihî kimliklerini kaybetmişlerdir. Allah onları yeryüzüne varis kılmayı Murat etmiş, onlar dört duvarlı odalarını tercih etmişlerdir. Şayet insanlar sahip oldukları değerlerin kıymetini bilmez, nankörlük yapar emanetin hakkını vermezlerse, verilenler onlardan alınır, layık olan başkalarına verilir (5/54).

     6) Şüphesiz insan Rabbine karşı çok nankördür
     a) Nankörlük, vereni görmemek verdiğine takılmak, verene görüp teşekkür etmemek bencil olmak, şükür olarak verdiklerini başkalarıyla paylaşmamak şeklinde tezahür eder. Özetle insan başını yukarıya çevirmez ki Rabbini bilsin, aşağıya çevirmez ki muhtacı görsün, baktığı hep kendisidir. İnsanın kendine ve bağlı olduğu dünyaya bağlılığını aşması, Rabbe yönelmesi böylece nankörlüğünü kırması lazımdır.

İnsanın insana nankörlüğü bir derece anlaşılabilir bir şey olabilir. Zamanında, yeterince veya uzun süre vermemiştir. Verdiğini geri almış ya da başa kakmıştır. Karşılık beklemiştir, verdiği bozuk veya değersiz çıkmıştır yahut farklı yönden bir zulüm veya haksızlık yapmıştır gibi sebeplerle insanlar birbirlerine vefasız davranabilir.
     Fakat insanın, Allah’a karşı nankörlük yapmasının ne gibi bir gerekçesi olabilir ? O, Her ihtiyacını zamanında, yeterince hatta fazlasıyla, peşin, karşılıksız vb. özelliklerde verdiği gibi üstelik, sonsuz bir hayatta asıllarını da vermeyi vaat etmiştir. Bu nankörlüğe akıl sır erecek gibi değildir?

     Nankörlüğün farklı sebepleri ve türleri olabilir.
     1) İnkar nankörlüğü.

     İnkarcıda benlik kendi için hayatın esası ve merkezidir. Her şeyi benliğine, benliğini de kendine mâl eder. Azmışlık içindedir ve nefsinden başka bir güç kabul etmez, güç diye ortaya çıkanları bozgunculuğuyla ezmek yok etmek ister.

     2) Gaflet nankörlüğü.
     Nefis zevklerine düşkünlükten kaynaklanır. İnsanın Allah’a imanı olduğu halde, vazgeçemediği günah alışkanlıkları, o alışkanlıklarından vazgeçip sadece Allah düşüncesine odaklanma ve ona yönelme alışkanlığı kazanmasına izin vermemektedir.

     3) Enaniyet nankörlüğü.
     İnat ve kıskançlık damarıdır ki, itaatkar ve günahtan uzak kalan bir insan da olsa, söz gelimi başka topluluklara lütfedilen maddi manevi başarıları çekemez, taassupla hareket eder. Ya da bir kısım başarıları nefsine mal eder. Methiyyeleri görmez atiyyelere gözünü diker; Lutfî ve fazlî olanlara kesbî olarak bakar gurura kapılır.

     4) Emanet nankörlüğü.
     Kişisel olarak insan Ruh hayatında kendisine verilen kalp akıl, vicdan irade, duygu düşünce, duyular gibi değerli sermayesinin kıymetini bilmez, onları yaratılışları istikametinde kullanmaz, suistimal eder. Böylece emanete hıyanetlik ve nimetlere nankörlük yapmış olur. Sahip olduğu mal mülk ve servet için de aynı değerlendirme yapılabilir.

     5) Toplumsal nankörlük.
     Nankörlüğün kitleselleşmesi az görülen bir olay değildir. Kur’an, sık sık pek çok nimetlere sahip olduğu halde bunları verene ve gönderdiği Nebisine sırtını dönen, bu büyük Peygamber ve Vahy nimetinin farkına varamayan eski toplumlardan bahsetmektedir.
     Ve Allah’a karşı kolayca nankörlük yapan insanın, insanlara karşı nankörlük yapması daha kolay olacaktır.

     6) 
Denge ve Şahitler Topluluğu.
     Ayet, Allah’ın nimetlerinin farklı olanına dikkat çekiyor. Bu büyük nimet, Denge ve Şahitler Topluluğu olarak nitelendirilen çağımızdaki örnek insanların varlığı olarak görünüyor. Böyle bir tekevvünü kitleler bir araya gelseler gerçekleştiremezler. Peygamberimizin belirttiği gibi üç kişi bir cemaat nimetini elde edebilirler de, milletler bir araya gelse o anlamda; ruhta bütünleşmiş ve ihlasla hedefe kitlenmiş bir oluşum meydana getiremezler. Kitleler, çoğunlukla bedensel bir araya gelmelerden ibarettir. Nerede güçlü akım varsa o taraf dönüverirler.
     Böyle bir nimeti görmemek, bakmamak, tatmamak, gönül ve adım birliği yapmamak, en azından kadir kıymet bilmemektir. Ancak hayırlı ve ihlaslı toplulukların dedikodusunu yapmaya, özellikle tavır almaya, nankörlük sıfatını yapıştırmakta tereddüt etmeyeceğiz!.. Hasım olanlar için vasıf belirlemeyi son ayete bırakıyoruz.
     Bu konuda kudsî bir hadis, umarız kadir bilmezleri inâbeye, soğuk duranları intibâha, hasım olanları hidayete sevk eder:
     Allah, meleklere kullarının durumlarını sorar.
     “Cenneti istiyorlar” derler.
     Allah: “Cennetimi hiç görmüşler mi?” der.
     Sonra melekler cehennem den sana sığınıyorlar” deyince,
     Cenab-ı Hak: “Cehennemi görmüşler mi?” diye sorar.
     Sonunda da ben onları affettim buyurunca meleklerin: “İçlerinde günahkar olanlar da var!” şeklin de hikmet sormaları karşısında Rabbimiz:
     “Hüm kavmün lâ yüşkâ celîsühüm -Onlar öyle topluluktur ki onlarla oturanlar şakî- bedbaht olmazlar!”  buyurur.

     7) Kendisi de buna şahittir
     Kıyamet süresi 14. ayette de, insanın, kıyamet günündeki, kendi iç dünyasına yönelik derinlemesine bu iç gözleminden söz etmektedir. İnsanın kendine şahid olması -objektif gözlemlemesi ve basiretiyle kendinin, bütün ayrıntılarıyla ve boyutlarıyla farkına varması söz konusudur. Ahiretteki basiret vukûfiyeti, dünyadaki gibi sebepler perdesinden, nefsin ve duyuların tesirinden uzak olduğundan, insanın bütün hafızasını ve bilinçaltını kapsamış, insanın bütün duygu, düşünce ve davranışlarının dökümünü içermiş olacaktır. İnsan ahirette kendisine, iç dünyasına, hakkal-yakînde gözlem yapabilecekse şayet, ilmel-yakîn ve aynel-yakîndeki şahitliği, müşahedesi ve gözlemiyle bu dünya hayatında bunu yaşayabilir demektir.

     a) Ayette “Şehîd” kavramı geçmektedir.
     Aynı kelimenin geçtiği çoğu ayette, Allah’ın her şeye şahit olduğundan ve gördüğünden (5/117), ahiretteki şahitlikten (41/47,50/21), Peygamberlerin ümmetlerine şahitliğinden (4/41), borç sözleşmelerinde şahit eşliğinde yazdırmaktan (2/282), bir yerde, mesela harpte hazır bulunmaktan (4/72) söz edilirken bir ayette kalbi olan kulak veren ve kendini müşahede eden insan için geçmiş olaylarda öğüt bulunduğundan bahsedilir (50/37).
     İnsanın kendine şahit ve müşahid olması, kendini müşahede etmesi, kendini müşahede altında tutması, yeni ifadesiyle “İç Gözlem” yapmasıyla ancak; kalbini, aklını, duygu ve düşüncelerini okuması mümkün olur. Alak süresindeki ilk ayet de esasen insanın öncelikle kendisini okumasını ister.
     Bir mahkemede şahitlik yapmak insanı heyecanlandırır, terletir, tedirgin eder. Yalancı şahitlik yedi büyük günahtan biri sayılır. Bu da olaya ayrı bir hassasiyet kazandırır ve insan ayrıntısına kadar düşünür, taşınır, kılı-kırk yarar, adaletsizlik olmasın hak hukuk çiğnenmesin ve sorumlu olmayalım diye, şahit olduğu bir olayı, duyarlı şekilde seçtiği cümlelerle ifade etmeye çalışır…
     İnsan kıyamette mahkeme önüne çıkacak ve kendisi hakkında şahitlik yapması istenecektir. Yapmak istemese ya da dili farklı şeyler söylemek istese de, elleri ayakları (36/65), hatta cildi (41/21) şahitlik yapacaktır. Ardarda açılan hafıza dosyaları da aslında buna şahitlik yapacaklardır.
     Ancak insan, dünyadaki mahkemelerde şahitlik yaparken başkasına karşı titiz davrandığı gibi, kendi iç dünyasını gözlemleme ve şahitlik yapma konusunda aynı ciddiyeti ve hassasiyeti göstermekte midir acaba? Ya da yaptıklarına Allah’ın ve görevli meleklerin şahid olduğuna…
     İnsan, kişisel iç gözlem ve oto kontrol yaptığında Ruhundaki boşlukları, kalbindeki yaraları, kafasındaki şüphe ve tereddütleri fark eder. Dış hata ve günahlarının, psikolojik davranış bozukluklarının iç kaynaklarına ulaşır. Nefis-ruh hastalıklarının kişiliği konusun da nasıl bozukluklar oluşturduğunu tesbit eder. Edemediği noktalarda psikiyatrist yardımıyla görmesi sağlanır.
     İnsanın yoğun olarak kendi şahitliğini yaptığı en uygun platform seccadesidir, ya da bir köşeye çekilip okuyup tefekkür ettiği anlardır. Özellikle de işlediği günahlardan sonra içi yanıp, boynunu burktuğu, kaddinin iki büklüm olduğu, kapısına başını koyup “Rabbim! Af var mı?” dediği andır. Bu halinde insan iç dünyası itibariyle şeffaflaştığından içini daha rahat okur, olayları net görüp aktaran şahit gibi kendini kendisine, sonra Rabbisine daha güzel ifade eder. Aksattığı ibadetlerle Rabbe, ucundan tutmadığı hizmetlerle toplumuna ve insanlığa karşı vefasızlık yaptığını anlar. En katı ve günahlara dalmış insanlarda bile, kendi içine şahit olma hissi az çok bulunur. Hatta bir yönüyle diyebiliriz ki, farkında olsun olmasın, zulüm yapıp öfke ve kin kusan insanlarla, günah bataklığına gırtlağına kadar saplanmış insanların, bu duruma gelişlerinin hikayesi iyi dinlense, ruhlarını yansıtmaları sağlansa, inkarcılıkla tamamen mahiyet değiştirmemişler ise, kendi iç hastalıklarına nasıl şahitlik yaptıkları ve hüzünlenerek, kendilerinden ve yaptıklarından aslında çok da hoşnut olmadıkları görülecektir.
     Kur’an insanın iç gözlem yapmasını, kendisine şahit olarak durumunu gözden geçirmesini istemektedir. Bu konuda kullanılan kelimelerden bir tanesi de “Nazara” bakmak kelimesi ve türevleridir. Mesela: “Ey iman edenler! Allah’dan korkun, her nefis yarın-ahiret için ne hazırlamış ona baksın!” (59/18). “İnsan yemeğinin nasıl hazırlandığına baksın!”(80/24), “İnsan nasıl bir damla sudan yaratıldığına baksın!”(86/5).
     Bir ayette Hz.İbrahim oğlu İsmail’e rüya yoluyla (Rüyalar sadece Peygamberler için geçerli emir anlamındadır) Allah’tan kurban etme emri aldığını ifade eder, aynen şöyle der:
     “Oğlum Bak ne görüyorsun?” Hz. İsmail cevaben: “babacığım Emredildiğini yap, beni inşallah sabredenlerden bulacaksın!”( 37/102). Burada tamamen bir iç okuma ve onu rapor etme görülmektedir. İç gözlem yapan Hz.İsmail, kendi ruhuna bakmış, vicdanında ve zihninde yazılı olan satırları okumuş; kendisinin Rabbi karşısındaki, Rabbisinin kendisi karşısındaki konumuna ve durumuna bakmış, sözleriyle de buna tercüman olmuştur. Bu yönüyle o, hem Allah’a yönelmiş ve tevekkül etmiş hem de sabır gücüne ulaşmış ve teslim olmuş bir ruh yapısına sahip bulun maktadır.

     b) Söz konusu topluluk, insanlık çapında evrensel şahitler olduklarından, bu müstesna makamın gereği olarak iç şahitlik ve kendilerini sık sık gözden geçirmede titizlik de bir o kadar önem kazanmaktadır.Temsil keyfiyetlerinin zaman aşımına uğramaması için sürekli metafizik yenilenme içinde olmaları gerekmektedir. Çünkü insanlığın gözleri onların üzerindedir, onların gözleri de sürekli, keskin gözlü bir şahin gibi, başkalarının kendi üzerlerin deki gözlerden daha hassas şekilde kendi üzerlerinde olması gerekmektedir.
   Bir de vicdanlar toplumsallaşınca birbirinin gören gözü işiten kulağı, düşünen aklı ve kalbi, dili ayağı haline gelir. Aynı duygu ve düşünceleri yansıtacak şekilde homojenleşirler. Birbirinin nurdan yansımaları adeta helogramları gibidirler, birbirlerine ayna olmuşlardır. Birinde hepsini hepsinde birini okumak ve görmek mümkün gibidir. Bir beden hücresinde, bedenin bütününe ait belli mekanizmaları programlarını ve gen haritasını okuma gibi…

     c) İç gözlem, insanın iç dünyasını ciddi anlamda okuması, analiz etmesi, titiz bir müfettiş gibi teftiş etmesi bir savcı edasıyla sorgulaması, dosyalar hazırlaması, gerekiyorsa yaptırım uygulamasıyla gerçek anlamını kazanabilir. Bu iç gözleme davet karşımıza, ayetlere bağlı olarak, şu üç soru çıkmaktadır: Önceki ayet daha çok dışa yönelik-afaki, sonraki ayet ise içe yönelik-enfüsi açılım sağlayabilir.
     Ben bana peşin ve karşılıksız verilen onca nimete karşı nasıl, neden böyle bir nankörlük yaptım-yaparım.
     Ben neden dışa açıldığım kadar sıkça içime inip iç gözlem yapamıyorum-yapmalıyım.
     Ben içimde nelere karşı hangi aşk-tutku duygularını besliyorum.

     FARKINDALIK
     Bu ayet insanın kendinin farkında olması yolunda ciddi uyarı yapmaktadır.
     Farkındalık, zihnin yoğunlaşması, bir noktaya odaklanması ve insanın, duygu düşünce ve davranışlarının bilincinde olması diye tanımlayabiliriz. Alt yazılı filim izlerken, görüntüye veya yazıya odaklanan insan çoğunlukla diğerini kaçırır Farkına varma alışkanlığı okumakla, dinlemekle, yazmak la, düşünmekle ve kuşkusuz çok egzersizle kazanılabilir.
     Bu ayetlerde dikkat çeken bir husus, Allah’ın peşin ve karşılıksız verdiği onca nimetlere ve vermeyi va’ d ettiklerine karşı insanın kendi nankörlüğünün farkında olması üzerinde durulmasıdır. İnsan kendi inanç ve ahlakî durumunu da gelecekte karşılaşacağı ahir et sorgulamasını ve cezayı da bildiği halde nasıl oluyor da göz göre göre hala dünyaya karşı şiddetli hırs gösteriyor, dünyalıklar peşin de koşabiliyor ve tereddüt etmeden günahlara dalabiliyor?
    Bunun bir sebebi, insanın bilinçle kabullenmesi ve kabullendiğinin farkında olmasıyla ilgilidir. “Ben, ben olayım her şeye razıyım!” Felsefesi şeytanla başlar, her insanda nüve halinde temsil edilir. Her insanın dünyadaki inanç, bilgi, kültür, servet, şöhret, evlat nüfuz gibi halleri onu bağlar, onu öyle yapar. Böyle olmayı insan kabullenir, hayatta o kimliği alır. Kendini gerçekleştirirken bazı şeyleri çiğnediğinin de farkındadır fakat dönüşü yoktur. O öyledir artık. Nankörse nankördür, asi ise asidir, günahsa günahtır… Bu bakış açısı insanı, farkındalık içinde küfre de götürebilir, nifaka da isyankarlığa da, günahkarlığa da, ciddiyetten uzak laubali bir Müslümanlık anlayışına da götürebilir. Bu nokta enaniyet alanı olduğundan, Müslüman kimse ciddi risk bölgesindedir.
     Bunun diğer sebebi, bilinçli-farkındalık içinde bir akıl-kalp kabullenmişliğinden çok, nefsin, hazıra meftûn ve sona kör olan baskın özelliğinden kaynaklanan, duygulara ve arzulara kapılma, nefsin hoşuna giden hazlara ve alışkanlıklara bağlanmışlık olarak görülebilir. Beden duyularla zevklere öylesine odaklanır ki ne kalbin, ne aklın ne ruhun karşı koyacak mecali yoktur. Arada bilinç gelip gitse, vicdan bir nota vursa ve durumun farkına varsa bile, nefis ağzını sütten kesememektedir.
     Yani canının istediğine ulaştığı, menfaati olan şeye cevap bulduğu noktada insan, farkında da olsa, gelecekteki azaba rağmen, akıbetine razı olarak peşin ücreti tercih edebilmektedir. Bu, inandığımız anlamda imanı olmayan bir militanın, benliğini tamamen teslim ettiği bir duygu ve düşünce uğruna gözünü kırpmadan ölüme gitmekten bir tad almasına ve bu tutumdan vazgeçmemesine ben zer. Burası nefis alanı olduğundan ve inkara yol olabilecek bir çizgi anlamına gelen günahları şiddetle arzuladığından, nesin bu işgaline karşı da son derece duyarlı olmak gerekir.
     Günümüzde çok satan kişisel gelişimle ilgili çoğu kitapta insanın ayna karşısına geçip kendisini izlemesi, tebessüm etmesi, fizyolojik yolla ruh sal yapısında değişim meydana getirmesi öğütlenir. Bu dış gözlem, insanın iç gözlem yapmasına yardımcı olduğu ve kalp dünyasına anlam kazandırdığı oranda yararlı olabilir. Bu yaklaşım, eğer ciddi bir iç bağlantı yoksa, insanın ucba düşmesine, başkaları karşısında kendini beğenmesine ve Narsist duyguların gelişmesine de yardım edebilir.
     Öte yandan ayna, kaybettiğimiz ben’i bulmamıza da yardım edebilir, hamde ve şükre anahtar da olabilir. Rabbimizin güzel sıfat ve isimlerini yansıtan bir ayna yapımızla aynaya bakmak gerçekten bir başka da olabilir; Rabbimizin yüzümüzde desenlenen sanatını alkışlama adına (Meleklerin Adem’e secde etmesi gibi) aynayı, aynada kendimizi, kendimizde Rabbimizin bendesini ve sanatını öpesimiz gelir. Ve duygulanarak şöyle diyesimiz: “Allahümme ahsin hulukî kemâ ahsente halkî”. “Rabbim! Yaratılışımı güzel yaptığın gibi ahlakımı da güzel eyle!..”

     8) Hayra-mala-dünyalığa şiddetle düşkündür.
     a) İnsanın iç gözlemle kendinde şahit olacağı diğer bir yönü, mal mülk para gibi menfaatine yarayan şeylere karşı alabildiğine bağımlı ve hırslı oluşudur. İç kitabını karıştıran insan, ilk sayfalarda bu konuya da mutlaka rastlayacaktır. O kadar ki ayet bu konu da ilginç bir tesbit yapıyor. Belki çoğunlumuz itibariyle böyle düşünmemişizdir ama, böyle düşünen ve davranan insanları görmüşüzdür. Ya da derinliklerde benzer duygular taşıyor da olabiliriz. Şöyle der ayet: “De ki: Rabbimin hazinesine siz sahip olsaydınız, harcanır korkusuyla kıstıkça kısardınız. İnsanoğlu pek eli sıkıdır” (17/100).
    İnsanın, Allah tarafından istenen iç gözlemi yapması sonucu ortaya çıkan gerçek şudur: İnsan, kendisine verilen veya kendi elde ettiği dünyalıklar karşısında sahiplenme duygusuyla hareket ediyor, peşin maddi manevi hazlar karşısında Allah’ı unutuveriyor. Nankörlüğün de cimriliğinde ana çıkış noktası burasıdır. Dünyalığı delicesine seven güçlü nefis potansiyeli, Allah’ı tercih etmesine engel teşkil edebiliyor. İnsan iç dünyasında bu noktaya mutlaka ağırlık vermeli, projektörleri bu noktaya çevirmelidir: “Ben neyi kime karşı tercih ediyorum!” diyebilmelidir.
     Ayrıca şu değerlendirme de yapılabilir: İnsanın nankör oluşu verilenlere sahiplenmesi ama verene vefasız davranmasıyla gerçekleşirken, mala hırslı ve cimri oluşu da vereceği insanlara karşı şefkatsiz davranmasıyla gerçekleşmiş olmaktadır. Bu iki konu aslında insanın esas varlık amacı konusu dur. Allah’a yönelecek, O’ndan alacak; insana yönelecek ona verecektir. Mevlana ile sembolleşen olay!..
    Nankörlük ve mal hırsı, İnsanın ruh dünyasına ait rahatsızlıkların babası ve anası gibidirler. Hem birbirlerini hem de diğer rahatsızlıkları tevlid ederler. Dünya hırsı olan bir insan, vefasızlık yaparak, nankörlüğe düşebilir. Nankör olan da, kendi nefsini konu yaptığından, mala hırslı hale gelebilir. Birisinde Allah’a yöneliş iptal edilmekte diğerinde de insanlara yöneliş ortadan kaldırılmış olmaktadır. Allah’tan kopan bir insan, insanlarla güzel iletişim kuramaz, insanlardan ve onlara malla ve hizmetlerle hayırlar yapmaktan uzak kalan da Allah’ın razı olacağı bir hayat yaşamış olmaz…Kabe’de de olsa: “Kullarımı hangi ateşlerde bıraktın da geldin der?..

     b) Dünyanın lüksüne kapılmak, rahat ve rehavete gömülmek, hiss-i semâhatini yeterince coşturmamak, Şahitler topluluğunun handikaplarından biri haline gelebilir. Dünya malına düşkünlük, ihlas ve samimiyeti zedeler, yoksul Müslümanların hüsn-ü zannını kırar. Kötü örnek oluşturur. Muhtaç nice gönüller himmet beklerken, onca insanın hakkını zimmetine geçirmiş olabilir, onca nimet nikmete dönüşebilir...
     İnsan, ayette “Şedîd” olarak tanımlanıyor. Yani nimetlere, dünyalıklara şiddetle düşkün!.. Başka ayetlerde Allah da kendini ve azabını “Şedîd” olarak vasıflandırıyor. Şu ayetin anlamını iç gözlemimizde kendimize karşı kullanabiliriz: “... Kim Allah’ın nimetlerini değiştirirse, bilsin ki Allah’ın azabı şedîddir-şiddetlidir”(2/211). “Dünya mallarıyla geçinirler ama dönüş bizedir azab da şiddetlidir” (10/70), “Şükrederseniz arttırırım, nankörlük yaparsanız azabım şiddetlidir” (14/7). 

     9, 10, 11) Bilmiyor mu ki kabirde bulunanlar çıkacak, “Sadır”larda olanlar dökülecek, Rableri yaptıklarından haberdardır.
     Davranışlar ve beden dili kimi zaman insanın iç dünyasını yansıtan önemli ipuçları ve görünen kişilik kılavuzları olarak iş görür. Ancak, kimi zaman da bir insanı davranışlarıyla tamamıyla anlamak, çözmek ve kişiliğini kavrayabilmek oldukça zordur. Kur’an ve Hadisler bu sebeple münafıklar ve nifak özelikli üzerinde hassasiyetle dururlar. Psikoloji ilmi bu noktada çok önemli bir işleve sahiptir denebilir. Çünkü davranışların arka planlarına inmek duygu ve düşünceleri okumak ve analiz etmek, zihni ya da kalbi uzmanlık ve zenginlik isteyen bir konudur.
     Ayet insanın “Sadr” ında olanların ortaya çıkarılması ifadesiyle bu noktaya parmak bastığı gibi, gerçek adaletin gerçekleşmesi için de, iç dünyamızda olup bitenlerin, bütün duygu ve düşüncelerimizin ortaya konmasının gerekli olduğunu ve mahşerde bunun gerçekleşeceğini vurgulamış olmaktadır.
     Bu sebeple insanı şiddetli azaba hazırlayabilecek şiddetli günah ve kötülük arzularına karşı, şiddetli bir iç gözlem yapıp kendinin şiddetle far kında olması, içindekiler ortalığa saçılmadan önce içini güzelce okuması gerekir. Ayet dünyada kendisinin farkına varamamış, dünyalıklara dalmış kimseleri uyaracak farklı, dünya dışı bir yöntem uyguluyor; kabirleri harekete geçiriyor, içindekileri dışarı çıkarıyor; sonra insanın kalbinde, aklında, hafızasında bilinçaltında ne varsa, kabirdekilerin ortaya çıkması gibi, onların da insan tarafından ortaya çıkarılması ve irdelenmesi isteniyor.
     Böylece insanı hem benliğiyle hem de şiddetle aşk derecesinde sevdiği dünya ile arasına giriyor, hayat bağlarını keserek ölümle yüzleşmesini sağlıyor. Fakat bazen insanın ölü görmesi, hatta eliyle kefenli cesedi mezara koyması, etkili olmayabilir ve kısa zamanda dünya zevkleri insana çekebilir. Ayet de aslında ölümden çok kabirlerin canlanmasından, adeta ona benzeyen “sadr” ın (bilinç ve bilinçaltının) canlanmasından bahsetmektedir.
     İnsanlar kabre konmayı bilirler, fakat kabirden kalkmayı bilmezler. İnsanların uyarılmasında bilmedikleri imajların kullanılması daha derin etki yapabilir. İnsan yaşadığı bir olayı hayalinde canlandırır geçer. Oysa yaşamadığı bir olayın nasıl olabileceği hususu üzerinde uzun durur, benzer olaylar la karşılaştırır, tasvirler canlandırmalar yapar, zihninde tanımlamaya tasvir etmeye çalışır; bu da ruhu ciddi etkileyebilir.
     Bu şekilde ayet, geleceğe psikolojik bir yolculuk yaptırmak süretiyle, duygu ve düşünceleri uyandırmakta, insanın kendinin farkına varmasını sağlamakta, Rabbine değil insanın kendine, ahirete değil dünyaya yönelip takılmasının olumsuz durumuna dikkat çekmekte, son uyarı olarak da Rabbiyle karşılaştırmaktadır.

     a) İnsan ne kadar yatarsa yatsın anne karnından mutlaka çıkacaktır. Çıkmak istemese de sezeryanla çıkaracaklardır. Kışın beyaz kefeni altında kabir ve berzah hayatı yaşayan varlıklar baharda nasıl canlanıyorsa, kemiklere benzeyen ağaç dallarından çiçek ve meyva çıkıyorsa, dallara benzeyen kemiklerden de insan çıkarılacaktır. İnsan taşlaşsa da demirleşse de bu böyle olacaktır.
     Kabirle diriliş arası hayata berzah hayatı denir. Berzah adeta bilinçaltı mallarının sergilendiği bir pazar gibidir. Dünyada insan hangi iç gözlemleri yapmış, hangi duygu ve düşünce tohumlarını bilinçaltı tarlasına ekmişse, hangi sözleri sarf etmiş, davranışlar sergilemişse berzahta da onlar tezgahlara konacaktır. Unutulmuş ama kayıtları silinmemiş pek çok dosya orada, sahibinin berzah ekranında gösterilecektir. Ve tıpkı dünyada, iç dünyasında zihninde sevinç ya da üzüntü yaşayan insan gibi berzah hayatı huzurlu veya ezalı geçecektir. Berzah bilinçaltımızın bir kopyası gibi yaşanacaktır.
     Mahşerde hesap yerinde ise “Sadr” diye tanımladığımız, insanın kalbinde, aklında, hafızasında bütün benliğinde olan her şey ortaya çıkarılacak, meleklerin yazdığı, hafızanın kaydettiği ve icraatçı organların insanın lehinde veya aleyhinde şahitlik yapacakları olaylar bir bir belirlenecektir.
     Bilinçaltı aynı zamanda “Perde” anlamına gelen bir berzahtır da…İki denizin karışmasını engelleyen perde-berzah (55/19-20) gibi fonksiyon icra eder. Bilinçaltı, bilinç ve kalp arasında yalıtkan bir tampon bölge gibidir. Bir ayna gibi kendinde yansıyan bütün duygu ve düşünce görüntülerini anında aynen uygulanmak üzere, bilince de kalbe de sızdıramaz. Tabi ki nefis ve şeytanın etkisiyle kalp ve bilinç, kapılarını açmadıkları sürece!…
    İşte dünyadaki gibi bilinçaltına hapis olmuş, davranışlara dökülmemiş bu bilinçaltı kabrinden, berzah kabrine yansıyanların, dünyadaki gibi insan ruhunu olumsuz olarak etkilememesi büyük ihtimaldir. Bu, dünyada, iç gözlemlerle vicdan ve irademizin yardımıyla, bilinçaltını kontrol altında tutmamızın, kabre ve berzah hayatımıza yansıyan olumlu bir sonucu olacaktır. Aksi durumdakiler ise, durmadan dönen teyip kaseti gibi, yaptıkları gözlerinin önünden sürekli geçecek, gerçek gözlem yapma mecburiyetinde kalarak, ilerideki akıbetlerinin endişesiyle eziyet çekeceklerdir.
    Yukarıda geçen iç gözlemle bu ayetler arasındaki irtibat fark edilmektedir. İnsan, iç aleminde hangi hayatı kurmuş ve buna şahit olmaktaysa, o iç hayatının aynısı ölüm sonrasında başlayacak berzah hayatına da yansıyacak ve orada, buradaki hayatına şahit olacaktır.
     F. Razinin dediği gibi, bir anne gibi davranmalıyız. Karnındaki çocuk daha dünyaya gelmeden evvel, onun için pek çok güzel çalışma yapar. Doğduğunda ona mutluluk verecek eşya ve ortamı titizlik içinde hazırlar. Kendi ruhumuzun kabir içinden çıkacağı durumu hesaba katarak, onun için orada lazım olacak inanç, ibadet, ameli salih ve güzel hizmet çalışmalarını burada fırsat elimizdeyken hazırlamak en akıllıca davranış olacaktır.

     b) Vasıflarını yeterince anlatmaya çalıştığımız topluluk, kabir sonrasına hazırlanmak için bulunmaz bir fırsattır. Burada yaşayacağımız, güzel sohbet anıları, sağa sola koşuşturmalar, yorgunluklar, deniz aşırı yolculuklar, katlanılan zorluklar, himmetlerimiz…. Kabrimizde bizi şefkatli bir ana kundağı gibi saracak, koruma altına alacak, dev bilinçaltı ekranında yansıyacak anılarımızla berzahımız saâdetgâhımız olacaktır.

     Ve yeryüzünün şahitleri olan bu insanlardan, ne kadar çok insan görür, tanır, gönüldaşlık kurar muhabbet duyarsanız, berzah sonrası hesap yerinde o kadar şahidiniz olacak ve bu sevdiklerinizle beraber bulunacaksınız demektir.
    Gün boyu nerelerde oturursanız oturunuz ama mutlaka Gönül Erlerine misafir ve enîs-ü celîs olunuz. Olunuz da, “Lâ yüşkâ celîsühüm” listesine kayd olunuz ki huzur bulasınız...
Gönül Erleri


Kitap Tanıtımı ღ💗ღ Yazar Şüheda Derya Terzi ❀💗❀ A'MAK-I ERVAH

  Kitap Özgün <kitapokuyalim@gmail.com> okunmadı, 00:18 (10 dakika önce)     alıcı gonulerleri@googlegroups.com      2007 de birkaç...