12 Kasım 2020 Perşembe

PSİKOLOJİ KÖŞESİ / RUH SAĞLIĞI ~ ADİYAT SÛRESİ

RUH SAĞLIĞI 
     ADİYAT SÛRESİ


     Ayetleri, biri kişisel ruh yapısı ve güçleri açısından, diğeri de cemaat ve millet olma açısından, iki ana bakış açısıyla irdelemek istiyoruz. Önce ilk beş ayeti bütünlük içinde ele almaya çalışacağız. Bu ayetler arasındaki “Fe” harfleri, birbirini
etme anlamında konu bütünlüğünü ifade etmektedir.


   Ayetler, Müfessirlerin öteden beri anladığı at koşuşturmaları, gazi naraları ve savaş meydanlarına yapılan akınlardan bahsetmiyor denemez. Aynı şekilde Zariyat süresinin ilk beş ayetinde de meleklerin nezaretindeki rüzgarlar ve etkileri işlenmiştir. Bununla beraber esas manaların sadece bunlardan ibaret olduğu da söylenemez. Söz konusu yorumlar, ayetlerin tefsir edildiği zamana uygun düşen yorumlardır.
     Tıpkı günümüzde yapılan her yorumun, zamanımızın anlayışına uygun gelmesi gibi. Şu an yapılan açıklamalar nasıl gelecekte yapılacak bütün yorumları sınırlayamaz donduramaz ise, geçmişte yapılan yorumlar da herhalde bugün yapılan yorumlara engel teşkil etmemelidir.
     Zariyat süresinin ilk beş ayeti ile, bu Adiyat süresinin ilk beş ayeti arasında ilginç bir benzerlik ve örtüşme söz konusudur.
     Bir “At” veya bir “Atom” ile bir insan ve toplum anlatılır mı?..
     Farklı ayetlerde benzer teşbih, istiare ve mecazları görmekteyiz. Söz gelimi bir “Ağaç” ile insanın güzel veya çirkin söz söylemesi anlatılmaktadır(14/24-26), Kur’an’da, insanın inanç, duygu, düşünce ve davranışları rapor edilirken “Kelp” (7/176), merkep (62/5), örümcek (29/41), kütük (63/4) gibi kavramlar zikredilir. Peygamberimiz de insanı hurma ağacına benzetmiştir.
     “Küheylan” kelimesi günümüzde, küresel boyutlarda, adanmışlık içinde, şevk ve muhabbetle, harıl harıl, çatlarcasına koşuşturup duran genç nesil için bir sembol haline gelmiştir diyebiliriz.
     1- Yemin olsun!…
     O nefes nefese-harıl harıl koşuşturup duranlara.
(Zariyat - 1: Tozutup savuranlara… Atomda elektronlar, çekirdeğin etrafında hayal edemeyeceğimiz bir hızda bir at, bir insan gibi koşuşturup dururlar. Mesela Müslüman vakar ve istikrarı içinde Hidrojen atomunda, 2000 kilometreyi bulan bu sürat, bir anarşi tufanı durumunda uranyum da 50 bin kilometreye çıkar. Bu tozu dumana katma aynı zamanda Samanyolu gibi neblülozlarda ve sistemlerde de gerçekleşmektedir… (Bknz: İman Dünyası).
     a) İnsan; Ruhuna ermek, özündeki benlik yapısına kavuşmak için büyük bir heyecanla varlık koşusuna katılmıştır. “Ben!” diyerek start almış, soluk soluğa geçtiği yollarda onu var eden Yaratıcısı hakkında bilgiler toplamış, gerçek görevini ve hedefini kavrayarak fıtrat yapısını gerçek varlık kimliğine, “Aidiyet kişiliğine” dönüştürmüştür. İnsan öncelikle Esma’nın ruhunu ruhuna sindirmiş sonra eşyanın isimleriyle donanmıştır.
     Bu; Ruh planında böyle olduğu gibi, maddi planda da, hem atomda hem de hücrede telaşlı bir koşuşturmanın cereyan ettiğini görebiliriz. Yukarıda ele aldığımız atomda olduğu gibi, bir damla su içinde binlerce hücre de aynı koşuşturma içinde, varlık yarışına katılır (86/5-6) ve zorlu bu mikro maraton sonunda, sadece birinin varlık havuzuna düşmesiyle insanın, embriyolojik yapısıyla dünya serüveni başlamış olur.
     İnsanlar, olimpiyatlarda fiziksel koşular ve madalya törenleri düzenledikleri kadar, Ruh ve Benlik koşuları da düzenleyip, insanımızı nefes nefese koştur salardı, “Sadr”larını madalyalarla donat salardı da, hayat yolunda karşılaştıkları problemler karşısında nefessiz, psikolojik rahatsızlıklar karşısın da çaresiz bırakmasalardı!..
     b) Bireysel planda, başta -deyim yerindeyse- Miraç baş maratoncusu kainatın Efendisi olmak üzere bütün Peygamberler, hayatlarının tamamında, Hakk yolunda koşturan baş modeller olmuşlardır. Hz.Nuh’un 950 yıllık tebliğ maratonu uzun zaman açısından tek örnektir.
     Her Peygamber dur durak bilmeden, her türlü eza ve cefaya katlanarak, hayatları boyu koşturmuş, iki-üç kişiden ibaret de olsa cemaatlerini oluşturmuşlardır. Peygamberimiz de bir kadın bir çocuk bir köle bir yaşlıyla başlayarak oluşturduğu cemaatine, her olumsuzluğa rağmen 23 yıl boyunca kendisiyle beraber soluk soluğa hizmet ettirmiş, 70 binleri bulan bir Sahabe kitlesini ümmetine miras bırakarak gitmiştir.
     Peygamberimizden aldıkları hız ve rüzgarla bu aksiyon ve hamle ruhu, Dört Halife, Emevî ve Abbasî dönemlerinde de sürmüş, Endülüs Medeniyeti kurulmuş, Söğüt dalından havalanan kelebek, batıya uçmuş, üç kıtaya açılan kulvarlarda harıl harıl koşturan atlar, 5-6 asırlık Osmanlı medeniyetin simgeleri olmuştur.
     Günümüzde at; hipodromların kem talihlisi, sirklerin eğlence figüranı, servet değerleriyle mezatların argümanı haline dönüşmüş fakat şanlı yerini, harıl harıl motor-otomobil sesleriyle, oradan oraya koşturan, koşturacak yer soluklayan, millet gönüllüsü güzel insanların araçlarına bırakmıştır.

     Her tekevvünde sâbikûn-ı Evvelûn, turnikeye ilk girenler vardır.
     Hamûle ağır, omuz azdır.
     Kulaklar sağır, atmosfer pek ayazdır.
     Üç beş yürek avazda,
     Nafile! omuz veren çok azdır.
     “Kimse yok mu?” Sesine cevap verecek, makas gibi kollarını gerecek,
     “Ben!” diye velvele verecek tek fert yoktur.

     Ama “Biz!” diyerek gerçek bir toplum benliği oluşturma yolunda, sokak taşlarını aşındıran, küheylân gibi koşturan, köşe bucak temiz bir nâsiye ve ışıktan bir mekan arayan bu, bir avuç Nurdan İnsan vardır. Ve onlar, ikinci yapılanmanın baş mimarlarıdır.
     Bu kendilerine yemin edilen topluluk, “Allah’a ve Ahirete inanırlar, iyiliği tavsiye eder, kötülükten de uzak tutmaya çalışırlar, hayır olan her iş için koşturur dururlar; işte bunlar Salih, iyi kişilerdir” (3/114). “Bu Salih kişiler ne güzel dost ve arkadaştırlar!” (4/69).
     Neden bu Salihler topluluğundan olmak için yüreğimiz çarpmasın (5/84). ”Rabbim! Beni Müslüman olarak öldür ve beni bu Salihler topluluğu içine kat!” (12/101) duası dilimizde vird-i zeban olmasın!.. Ve “İman edip güzel işler yapanları, halkın en hayırlıları olan (98/7) bu Salihler topluluğu içine katarız!” (29/9) ilahî kelamı gönlümü coşturmasın!.. Coşturup da bizi de onlarla beraber nefes nefese koşturmasın!..
     Hiç Allah, harıl harıl koşan atlara yemin eder de, gönüllere adını uçuran, uçan kuşlarla yarışan, küheylan gibi ışıklaşan, ışık olup zamanla yarışan, O Atların bu Süvarilerine yemin etmez mi?..

     2-Ateş çıkaranlara
     (Zariyat-2: Ağır yük taşıyanlara… Atomdaki çekirdek içinde bulunan proton, elektrona nispetle 1836 kez ağır dönmektedir. Onlar elektronlar gibi bağımsız ve adeta sorumsuz değillerdir. Çekirdeğin nizamına uyum içinde son derece ağır ve sorumluluk isteyen bir görev yaparlar. Ateşten ağır bir yük taşırlar. Bilindiği gibi atom çekirdeği zorla parçalanırsa, ya da (güneşte olduğu gibi) iki atom çekirdeği zorla izdivaç ettirilirse ortaya büyük bir nükleer enerji ve ağır ateş çıkmaktadır. Bize öyle geliyor ki, atomun kalbi sayılan çekirdek içindeki ağır ateş yükü taşıyan proton gibi, insan kalbinin içinde azap ateşi taşıyan vicdan, insan varlığı içinde en hassas ve en ağır yükü taşıyan öz bir mekanizma olarak ortaya çıkmaktadır).
     a) İnsanın benlik savaşlarında en büyük hasmı, ateş yapısıyla, şeytandır ki, Allah’a karşı yeminle söylediği gibi, kendisiyle beraber cehenneme sürüklemek için, her an insan ruhunun bir köşesini kundaklamak, Ebu Leheb ve karısı gibi elinde ateşle bekleyip yangına vermek ister.
     İnsan için en büyük handikap, çıra gibi her an alevlenmeye hazır bir nefis ve ateşler saçan yüksek gerilim hattı gibi bir sinir sistemi yapısına sahip olmasıdır. Nitekim şeytan da bunun bilincindedir ve sürekli bu cephelerden ateş açmaktadır.
     İnsan melekle müttefik olmalıdır. Çünkü melekler, şeytanları bertaraf edecek ateş gücüne sahiptirler. Ortalığı ateşe verecek özel bilgileri toplamak için gök yüzüne yükselip kulak hırsızlığı yapan şeytanların üzerine, ateşten toplar gönderir onları yakarlar.
     Böyle nura sığınan insan, bedende ateş yapan mikroplar gibi ruha kor sıçratan günahlardan arındığında, adeta nur kesilir, nur yansıtan bir simaya ve benliğe sahip olur. Ateşe karşı ateş kesilir ve şeytana şöyle der: “Ateş olsan cirmin kadar yer yakarsın! Hoş onu bile yakamazsın!.. Çünkü nâr- sın nûra zarar dokunduramazsın!.. Benim çıkardığım nûr ateşi senin nâr ateşini söndürür, bana hiçbir şey yapamazsın!”
     Nur kesilmiş, nur gibi ağır bir yükü taşıyan alevlenmiş hassas vicdanlar, sanki bir sevda ateşiyle yanıp tutuşmakta, enerji bedenleri adeta alev saçmakta, taşıdıkları nur ışıkları simalarına yansımaktadır!…
     b) Dört nala koşan atların birbirine çarpan nalları, çakmak taşı gibi kıvılcımlar sıçratır. Atomlar çarpışır ateşler taşır. Küheylan kesilmiş çağımızın, Hz. Musa’nın Yed-i Beyzâsı gibi ışık elli insanları da dokundukları gönülleri tutuşturmakta; her evde, beldede, şehirde, ülkede bir ocak tüttürmektedirler. Onların beyinleri de adeta, vicdanları gibi, milletlerinin ve insanlığın dertleriyle dolmuş, yığılan bulutların yağmuru gibi gözleri dolmuş, ateşlere düşen nesiller adına, itfaiye memurları gibi ateşlere düşmüş, düşüncelerine hafakan şimşekleri üşüşür olmuştur.

     3- Sabahleyin akın edenlere ki,
     (Zariyat-3: Kolayca akıp-süzülüp yürüyenlere… 
Nötron çekirdek tarafından çekilince, zincirleme reaksiyonlar meydana getirir, müthiş bin enerji yüklenerek, ışık hızına yakın bir hız kazanır. Bu etki gücüyle 30 cm. kalınlığındaki bir kurşun duvarı rahatlıkla delip geçebilir. Mümin hep yürür, şeytan ve nefis duvarlarını yıkar, beden engelini aşar, esaret zincirlerini kırar, şefkat ve muhabbet enerjisiyle ürettiği terleriyle ıslattığı avuçlarının içinde kafes demirlerini eritir, parçalar. Geçidi olmayan, derin sularla dolan, çöller kıtalar da olsa, su gibi, dağların ve bulutların engelleyemediği ışık gibi, bütün ruhlara sızar, dalar, akar gider, sessiz akın eder).
     a) İnsanın gündüzü devirip geceye doğru yaptığı yolculuğu daha çok kendine, geçici beden istirahatına yönelik olur. Bu arada Ruh da rüyalarla oyalanır. Müzzemmil süresinde belirtildiği gibi “gece programı” için kalkan insan, Ruh, vicdan, akıl ve düşünce ülkelerine seferler düzenler. Bilincine, bilinçaltına, yüksek gerilim yüklemesi yapar, sabah namazıyla programına son noktayı koyar, gecesini gündüzü için mühürler. İç dünyasına düzenlediği bu akınlarla günlük iç fethini tamamlamış olarak, gündüzün dış fethi için hayatın içine dalar.
     b) İnsanların rahat uykularında oldukları vakitlerde, sıcak yataklarından yanlarını ayırırlar, kıyama dururlar sonra yürüyen ayak olurlar. Gecenin sırlı tenevvürü ile aydınlanmış olarak sabaha ererler. Sabah erkenliği içinde ayaklarının uçlarına basarak temkin ve tedbirle yürürler. İnsanlık daha uyanmadan içten içe, Eshab-ı Kehf uslublu, sırlı tenevvürle mesafe kat ederler. Hiç kimse bizden evvel gidip de gönüllere karanlık taşımasın diye, yüklendikleri ışıkları vakit fevt etmeden, güneşten bile önce, köşe bucak koşturup ulaştırmaya çalışırlar. Programlı sabah akınlarına erken başlarlar, yokuşları aşıp hedefe erken varırlar.
     Seher vakitlerini uykuda geçiren hiç bir fert ve topluluk, İslam’ın ideal zirve noktasında, güzelliklerini temsile ve tebliğe layık olamaz. Aynı şekilde, Tebliğ inceliklerine vakıf olmayan ve devrin şartlarına göre uygulamayan topluluklar da mefkûrelerine ve hedeflerine ulaşamaz.
     Her gecenin kadirli bir gece olduğunu bilirler, Kadir gecesini arar gibi, gece içinde kendilerini ararlar. Sonra da sabaha kadar yeryüzüne akınlar düzenleyen meleklerden ödünç kanat almış gibi, gönüllerde Rahmetin yaygınlaşması için yeryüzü seferlerine başlarlar. Eski kavimlerde olduğu gibi, sabah azabını bildirmek için meleklerin gelmesinden (11/81; 37/177), masumları da kapsayacak felaketlerin yağmasından (8/25) endişe duyarlar ve içte istiğfar dışta dava seferleriyle gelebilecek felaketlere paratoner olurlar (8/33). Her yeni gün, bütün yeryüzünde adeta akın akın koşturan elektronlar gibi, bu sabah “Misbah” larıyla, aydınlanır (24/35), insanlık seması ışıklanarak hayat ve anlam kazanır.
     Bu üç ayet, hem fert hem de topluluk planında, Risaletin bidayetinde Mekke dönemini -ki ilk üç yıllık dönemde, kalbî ve zihnî iç dünyadaki oluşum daha sonra Hicrete kadar dışta açık tebliğe yöneliş gerçekleşmiştir- ondan sonra da Medine dönemini, fethe giden yolda yapılan akınları ve evren sel açılımları hatıra getirmektedir.
     Bu durum raporunun ardından da sanki şu iki sonuca dikkat çekilmekte ve iki temel misyona işaret edilmektedir. Buna göre, başta içte ocak gibi yanmadan, dışta gece gündüz köy-kasaba dolaşarak çabalayıp yorulmadan, oluşumu bütün nazik şartlar ve kurallar çerçevesinde, sistemli bir organize içinde yürütmeden, ses getirecek dışa açılımların ve evrensel misyonlu yayılımların gerçekleşmesinin mümkün olamayacağını belirleyebiliriz.

     4-Haykırarak-emekle tozu dumana katmışlardır
     (Zariyat-4: İş bölümü yapanlara and olsun ki… Atomdaki her eleman, mükemmel iş taksimi içinde, kendisi için takdir edilen ve yüklenen görevi hassasiyet içinde, büyük emek gerektiren bir enerji ve eylemle yerine getirir. Elementleri oluştururlar. Yoğun çabalar sonucu hayata dinamizm katarlar. Samimi, yetenekleri yerinde kullanan, sistematik ve çılgınca çalışan kişi ve toplumlar da böyledir. İnsanlık hayatının dinamizmini ellerinde tutarlar. Tarihimiz, iç ve dış kabiliyetlerin doğru yönlendirilmesi ve taksîm-i a’mâl ile; kışlanın, medresenin ve tekkenin orjinalitesi içinde fonksiyonları sonucu yetiştirdiği çocuklarının yaşanmış hikayeleriyle doludur. Bu dündü!.. Bugün?.. Dürüstçe, payına düşen işinde uzman olan ve azimle çalışanlar, bugün de yarın da hep hayata yön vermeye ve tozu dumana katmaya devam edeceklerdir!..).
     a) “Nak’an” kelimesi, savaşta kalkan toz manasını taşımakla beraber, haykırmak, çevresini etkileyecek söz sarf etmek, ter ve kan dökerek büyük emek harcamak ve çaba göstermek gibi anlamlara da gelmektedir (Yazır, 9/38).
     İnsan Ruhta kuluçka dönemini yaşadıktan sonra haykırmak, fıtrî olarak emek harcamak ve dış dünyayı hemen sahiplenmek ister.
     Yumurtalarından çıkan her canlının, hayatla buluşma sevincini ilan etmek istercesine, belki de şükür ve tesbih ifadesi olarak, ses ve davranışlarıyla çığlık atması koşturmaya, uçmaya başlaması gibi… Anne karnında embriyo aşamalarını yaşadıktan sonra biz insanların ilk yaptığı iş de bu değil midir? Minicik yapımıza rağmen, çevremizdekilere panik yaşatırız, ortalığı birbirine katarız. Büyüdükçe, öğrendikçe, çevremizi dağıtır, ne yaramazlıklar yaparız. Çünkü insanın içi dışına göre dizayn edilmiştir. Dışa uyum sağlamak hatta hakimiyet kurmak için var edilmiştir. O, dışa halife olmuştur.
     İnsan duygu ve düşünce dünyasında da benzer duyguları yaşar. Kimisi; “buldum!” diye hamam tasıyla dışarı fırlar, kimisi; elinde fırçası tablolarının başında sabahlar. Sporlarda skor yapanlar, İpi göğüsleyenler, madalyaya uzananlar, sınav kazanan bir başarıya imza atanlar ruhlarında hep coşku yaşar ve bunu değişik tarz ve dillerle haykırırlar. Fakat bütün bunların temelinde ciddi bir emek harcama, çaba gösterme, ruhta ve yeteneklerde olgunlaşma vardır.
     Ruhta yaşanan olumlu ve olumsuz her duygu ve düşünce, şiddet ve yoğunluğuna göre dışta bazen aşırı davranışlar şeklinde kendini gösterir. İnanç ve bilgiden yoksun olmak, aileden ve etkili bir eğitimden uzak kalmak, çevrenin de etkisiyle olumsuz alışkanlıklar kazanmak gibi sebeplerle nefis-ruh hastalığı ve kişilik bozukluğu bulunan insanlarda, kendisine ve başkasına zarar verecek, toplumun huzurunu kaçıracak davranışlar görülebilir.
     Ayetlerde belirtildiği ve sık sık vurguladığımız gibi, kendini baştan çıkarır “azgın” olur, başkalarını-toplumu bozar “bozguncu” olur…
     İnsan hem duygularıyla hem de düşünceleriyle, hem kendinin hem de başkalarının dünyasında büyük değişiklikler yapabilecek bir potansiyele ve aksiyon gücüne sahip olduğuna göre; güzel bir ruh terbiyesiyle haykırmalarına, heyecan ve aksiyon içinde eşya ve hadiselere müdahalelerine bir anlam, amaç ve hedef kazandırılmalıdır.
     İnsanın doğasında potansiyel olarak bulunan azgınlığı, inanç ve ibadet şevkine, bozgunculuğu, ameli salih ve hizmet coşkusuna dönüştürülmelidir. Hiperaktif çocukların uygun enerji ve meslek alanlarına yönlendirilmeleri gibi…
     Gençlerimiz, çocuklarımız, haykırarak çevresine korku salan, zarar veren ve toplum düzenini birbirine katan kişilikler olmaktan kurtarılmalı; ciddi eğitilmeli, meslek öğretilmeli, amaç ve hedef kazandırılmalı ve iş bölümü içinde yetenek ve becerilere göre görevler verilerek, bir seferberlik telaş ve heyecanı içinde topluma ve insanlığa kazandırılmalıdır.
     İnsan, haksızlık ve zulüm karşısında haykıran, daima Hakka ve sabra çağıran bir ses, dünya insanına hizmet soluklayan güçlü bir nefes, bulunduğu her yerde iç ve dış canlılığı meydana getirip müspet anaforlar oluşturan, herkes için ciddi emek harcayarak ter döken aksiyoner bir fert haline getirilmelidir. Aydınlanmış ferdin aydın siması, bakışları, davranışları, sözleri, bütün çalışmaları, insanlık sahnesinde gönüllere ulaşan birer nurlu çığlık ve haykırış olmalı, gönüllerde mâkes bulmalı; ses getirmeli, coşku saçmalı, gafilleri uyandırmalı, tembellere gayret katmalı, hainlere korku salmalıdır.
     Bu tarz üst perdeden kelam etmeyi hatta nara atmayı, ferdiyetçiliğini, öz güvenini ve başarısını onaylama ve ilan etme adına, askeri-politik-ekonomik-teknolojik alandan spor dallarına kadar, dış dünya çok iyi becerebilmektedir.

     b) Yeryüzünde, inanç, ideal ve amaç birliği yapmış, samimi kardeşlik duygularıyla kenetlenmiş, çağın gereklerine göre ciddi organize olmuş ve sistemli çalışan toplulukların sesi güçlü olur ve ses getirirler… Dünyada farklı ülkelerde tozu dumana katan Lobi faaliyetlerinin güçlerini ve seslerini bastırırlar.
     Güçlü pek çok düşman kuvveti, tarihte örneği seferler halinde görüldüğü gibi saldırmış, işgal ederek yakıp yıkmış, talan ederek, kıyım uygulamışlardır. Peygamberimizde ve O’ndan sonra O’nun yolunda olanlarda olduğu gibi, İslam Tarihinde de azmışlık ve bozgunculuk anlamında bir tozu dumana katma gözlenmez. Gözlenen şu olmuştur: Savaş ortamında hayvanlar ve ağaçlar bile koruma altına alınmıştır. Şayet tarih ve İnsanlık, atların nal seslerine, gazilerin nârâlarına, yerinde top gümbürtülerine şahitlik yapmışlarsa bu; gerçek anlamda, Hakk adına, hak, adalet ve zulmü önleme ve insanlığa özgürlüğü, hoşgörüyü ve medeniyeti taşıma adına olmuştur.
     Maddi planda olduğu gibi bozgun, fitne ve fesat çıkarmak isteyen topluluklar, topluluk ve millet bünyemizi tozu dumana katmak için, dört bir yandan saldıran şeytan gibi, çok farklı yöntemlerle saldırırlar. İnançlarımızı, duygularımızı allak bullak etmeye, düşüncelerimizde kaos ve kargaşa meydana getirmeye çalışırlar. Şüpheler atar, diyalektik yaparlar, alay eder tehdit savururlar, sefiller gibi takip eder, kelepçe takarlar, deşifre eder ric’ata zorlarlar, iftira atar toplumu huzursuz ederler. Farklı yerlerde değişik oluşumlara göz yumar, arka çıkarlar. Gelecekte birlik ve beraberliğimizi ve gelişmeye yönelik çalışmalarımızı dinamitlemek, bölerek zayıf düşürmek için kullanır, üzerimize salarlar.
     Hak vesilelerle, Hak hedefe yürürken, en az düşman güçler kadar tozu dumana katmadıkça, katar gibi çalışmadıkça, önce içimize sonra dışımıza haykırmadıkça, gerçekçi, salih ve güncel yöntemlerle organize olup, fedakarca maddi manevi emek harcamadıkça; onların karşılarında durmak, tutunmak ve hayır gerekçeli misli bir mukâbelede bulunarak, sözümüzü dinlenir hale getirmek mümkün olmayacaktır.
     Bu ayetle gelen ayet arasında bir bağ oluşturduğunu gördüğümüz bir ayetle geçiş yapmak istiyoruz:

     “Allah dünya üstünlüğü-hükümdarlık, hikmet ve dilediği ilimlerden verdiği (Islahçı) Davud (bozguncu ve fitne-fesat üreten) Calût’u yendi. Eğer Allah’ın, insanlardan bir kısmının kötülüğünü bir başka insanlarla gidermiş olmasaydı, yeryüzü bozgun yerine döner -alt üst olur- denge bozulurdu. Allah insanlığa karşı fazl ve lutuf sahibidir” (2/251).

     5) Toplulukların tam ortasına dengeyle girmiş, denge olmuşlardır.
     (Zariyat-5: Size va’d edilen kesinlikle doğrudur… Kur’an’da ümmet-i vasat olarak nitelenen topluluğa, güven içinde ve insanlığa huzur verici niteliğiyle, dinin güzellikleriyle beraber, yeryüzü halifeliğinin -insanlık dinamizmine yön verme yetki ve etki gücünün- bırakılacağı va’d edilmektedir. (24/ 55) Allah, gönül Fatihlerinin, insanlığın kalbini fethetme çabaları adına yaptıklarının sonucunun, fetih sevinci olacağı yolundaki Va’dinden asla dönmeyeceğini belirtir (30/6). Ayet de bunu teyid ve te’kid ediyor).

     Ayette “Vesat” kelimesi geçmektedir. Bu ferdin denge kazanmasını, Salih topluluğun, toplulukların tam içinde ve ortasında, evrensel dengeyi temsil etmesini hatırlatmaktadır.
     “Dengeli insan” ve “Denge Topluluğu” kavramları, Kur’an’da “Dengeli tutum tarzı” ile beraber birer kez geçmekte, kelimenin üç türevinde de aynı anlamlar işlenmektedir.

     a) Dengeli insan modeli:
     “İçlerinden en dengeli-orta yolda olanı: Ben size Rabbinizi tesbih etseydiniz ya! dememiş miydim?” (68/28). Bu konu ya temas ettiğimiz Kalem süresinde, Fatiha süresinde ve ilgili konularda bahsettiğimiz gibi, insan inanç, ibadet, Salih ameller ve güzel hizmetlerle, ruhun da, duygu ve düşüncelerinde, tutum ve davranışlarında dengeli olma becerisini elde eder. İfrat ve tefrit dediğimiz iki kutuptaki yanlışlıklardan uzak kalır.
     Ruhta denge kazanma, psikolojik rahatsızlıklar açısından çok önemlidir. Çünkü nefis-ruh hastalıklarının temelinde, ruhun dengesizliği yatmaktadır. Ruhun dengesini bozana birinci amil ise nefsin olumsuz istek ve arzularıdır. Nefsi günahlardan arındırarak, iman ve ameli salihle benlik dengesi kazanan insanlar, ruh dünyalarında bir denge ve bütünlük sahibidirler, nefsin yol açtığı ruhsal hastalıklar, kişilik ve davranış bozukluklarından uzaktırlar

     b) Dengeli davranış modeli:
     “Yemin kefareti olarak… Ailenize yediğiniz yemeğin dengeli-orta halli olanından yoksullara yedirmek veya onları giydirmek gerekir…” (5/89).
     İnsanın günlük hayatında ömür boyu yaşayacağı iki temel şahsî konu göz önüne getiriliyor. Yeme ve giyme… İnsandan hiç ayrılmayan, her yerde beraber yaşadığı iki olay… İnsan bu iki basit ama temel konuda dengeli yaşamaya alışabilirse, israftan kaçınsa, hayatî pek çok konuda denge sağlamakta da zorluk çekmeyecektir. Çünkü bu iki beşerî hadise, her gün sürekli insanın duygu ve düşüncelerini, ruh ve bedenini meşgul etmekte ve tekrarlanmaktadır. Bu insanın zorlanmadan kolayca alışkanlık kazanması için basit ama mükemmel fırsat demektir. Bu iki konu bir simge olmalı bunlarla işe başlamalıyız. Zamanla bütün duygu düşünce ve davranışlarımıza ve insanlarla olan ilişkilerimize, bu kazanılmış denge ile yaklaşıp başarılı olabiliriz.

     c) Denge topluluğu modeli:
     “Sizi vasat ümmet-denge topluluğu yaptık. Sizin insanlara, Peygamberin de size şahit olması için…” (2/143).
     Dengeli insanlardan meydana geldiği ve insanlığa denge kazandırmayı temsil ettikleri, insanlığın içine içine içtenlikle, ortasına ortasına fedakarca yöneldikleri için “denge topluluğu” diyebiliriz. İşlerin kıyısından ucundan tutmakla denge sağlanmaz, aksine bozulur.
     Bu topluluk öncelikle, İslam’ın ruhuna uygun olarak, objektif ve evrensel bir hoşgörü anlayışına sahiptir. Toplumda bir kesimi tercih edip başka herhangi bir kesime cephe almaz, gönülleri, din, mezhep, meşrep, kültür vb. ayırımlar yapmadan gönül kapıları herkese ardına kadar açıktır. Bu yönleriyle fert ve toplumu tam ortalamış, dairenin merkez noktasına oturmuştur. Her şahıs, grup ve anlayışa aynı mesafeden bakmaktadır.
     Ayrıca, insanların, inanç ibadet, ahlak, hukuk, ekonomi, siyaset, diplomasi, eğitim, kültür, örf adet vb. konularda da orta yoldan bakış açısını getirecek anlayışa, bilgi sunumuna, açıklamalara ve tutum ve davranışlara sahip bulunmaktadırlar.
     Bu dengeli topluluğa bakan, gören, tanıyan, konuşan, izleyen, dostluklarını paylaşan kim olursa olsun, önyargısız baktığı, insaflı bir değerlendirme yaptığı zaman şu kanıya varacaktır: “Ben dinimi, en sağlıklı şekliyle şimdi görebiliyorum, anlayabiliyorum, yaşayabiliyorum! Hayata, kendime ve dünyaya denge içinde bakabiliyorum!..” En önemlisi de bu topluluk, ayette dünya ve insanlık için denge topluluğu olarak görülmekte, insanlık için “Şahit” olarak nitelendirilmekte ve durumları Peygamber Efendimizle irtibatlandırılmaktadır.
     Bunu, kendi toplumlarını ve insanlığı her an rasat edenler, dengesizliklerini izleyen ve denge kazanmaları için gerekeni yapma yolunda denge içinde yürüyenler, dünyanın her yerinde; “Yakından daha güzel şahitlik yapalım!” diyerek, denge müesseseleri açarak her milletin içinde kabul gören şahitler olarak anlayabiliriz.

     Buraya kadar, net bir şekilde ele alınmadan, yer, zaman, şahıs ve topluluk ismi verilmeden tüm zamanlara, mekanlara ve şahıslara mal edilen bir topluluktan, olaydan ve bazı özelliklerden söz edilmiştir. Bundan sonraki ayetler, insanı ciddi bir oto kontrole, kendisini ve sahip olduğu değerleri gözden geçirmeye davet etmektedir.
     Ancak davet etmeden önce, insanın nankör ve hırslı yönüne dikkat çekilmektedir. Bu yapılırken de insanın kendinden, kendini gözlemlemekten, kendi tarihini izlemekten uzak kaldığı, kaçtığı gerçeğine işaret edilmektedir.
     Aynı zamanda sosyolojik tarihî bir yasaya işaret ediliyor. Tarihteki canlı aksiyon halindeki topluluklar, cemaat ruhunun sönmesiyle, ferdî hayatlarına gömülüp, toplumsallaşmaktan kaçıp bireyselleştikleri her zaman diliminde yosun tutmuşlar, dünya hırslarının önüne geçememişler, nankörleşerek, sadece benliklerini ön plana çıkarmışlar, böylece cemaat halindeki güçlerini ve tarihî kimliklerini kaybetmişlerdir. Allah onları yeryüzüne varis kılmayı Murat etmiş, onlar dört duvarlı odalarını tercih etmişlerdir. Şayet insanlar sahip oldukları değerlerin kıymetini bilmez, nankörlük yapar emanetin hakkını vermezlerse, verilenler onlardan alınır, layık olan başkalarına verilir (5/54).

     6) Şüphesiz insan Rabbine karşı çok nankördür
     a) Nankörlük, vereni görmemek verdiğine takılmak, verene görüp teşekkür etmemek bencil olmak, şükür olarak verdiklerini başkalarıyla paylaşmamak şeklinde tezahür eder. Özetle insan başını yukarıya çevirmez ki Rabbini bilsin, aşağıya çevirmez ki muhtacı görsün, baktığı hep kendisidir. İnsanın kendine ve bağlı olduğu dünyaya bağlılığını aşması, Rabbe yönelmesi böylece nankörlüğünü kırması lazımdır.

İnsanın insana nankörlüğü bir derece anlaşılabilir bir şey olabilir. Zamanında, yeterince veya uzun süre vermemiştir. Verdiğini geri almış ya da başa kakmıştır. Karşılık beklemiştir, verdiği bozuk veya değersiz çıkmıştır yahut farklı yönden bir zulüm veya haksızlık yapmıştır gibi sebeplerle insanlar birbirlerine vefasız davranabilir.
     Fakat insanın, Allah’a karşı nankörlük yapmasının ne gibi bir gerekçesi olabilir ? O, Her ihtiyacını zamanında, yeterince hatta fazlasıyla, peşin, karşılıksız vb. özelliklerde verdiği gibi üstelik, sonsuz bir hayatta asıllarını da vermeyi vaat etmiştir. Bu nankörlüğe akıl sır erecek gibi değildir?

     Nankörlüğün farklı sebepleri ve türleri olabilir.
     1) İnkar nankörlüğü.

     İnkarcıda benlik kendi için hayatın esası ve merkezidir. Her şeyi benliğine, benliğini de kendine mâl eder. Azmışlık içindedir ve nefsinden başka bir güç kabul etmez, güç diye ortaya çıkanları bozgunculuğuyla ezmek yok etmek ister.

     2) Gaflet nankörlüğü.
     Nefis zevklerine düşkünlükten kaynaklanır. İnsanın Allah’a imanı olduğu halde, vazgeçemediği günah alışkanlıkları, o alışkanlıklarından vazgeçip sadece Allah düşüncesine odaklanma ve ona yönelme alışkanlığı kazanmasına izin vermemektedir.

     3) Enaniyet nankörlüğü.
     İnat ve kıskançlık damarıdır ki, itaatkar ve günahtan uzak kalan bir insan da olsa, söz gelimi başka topluluklara lütfedilen maddi manevi başarıları çekemez, taassupla hareket eder. Ya da bir kısım başarıları nefsine mal eder. Methiyyeleri görmez atiyyelere gözünü diker; Lutfî ve fazlî olanlara kesbî olarak bakar gurura kapılır.

     4) Emanet nankörlüğü.
     Kişisel olarak insan Ruh hayatında kendisine verilen kalp akıl, vicdan irade, duygu düşünce, duyular gibi değerli sermayesinin kıymetini bilmez, onları yaratılışları istikametinde kullanmaz, suistimal eder. Böylece emanete hıyanetlik ve nimetlere nankörlük yapmış olur. Sahip olduğu mal mülk ve servet için de aynı değerlendirme yapılabilir.

     5) Toplumsal nankörlük.
     Nankörlüğün kitleselleşmesi az görülen bir olay değildir. Kur’an, sık sık pek çok nimetlere sahip olduğu halde bunları verene ve gönderdiği Nebisine sırtını dönen, bu büyük Peygamber ve Vahy nimetinin farkına varamayan eski toplumlardan bahsetmektedir.
     Ve Allah’a karşı kolayca nankörlük yapan insanın, insanlara karşı nankörlük yapması daha kolay olacaktır.

     6) 
Denge ve Şahitler Topluluğu.
     Ayet, Allah’ın nimetlerinin farklı olanına dikkat çekiyor. Bu büyük nimet, Denge ve Şahitler Topluluğu olarak nitelendirilen çağımızdaki örnek insanların varlığı olarak görünüyor. Böyle bir tekevvünü kitleler bir araya gelseler gerçekleştiremezler. Peygamberimizin belirttiği gibi üç kişi bir cemaat nimetini elde edebilirler de, milletler bir araya gelse o anlamda; ruhta bütünleşmiş ve ihlasla hedefe kitlenmiş bir oluşum meydana getiremezler. Kitleler, çoğunlukla bedensel bir araya gelmelerden ibarettir. Nerede güçlü akım varsa o taraf dönüverirler.
     Böyle bir nimeti görmemek, bakmamak, tatmamak, gönül ve adım birliği yapmamak, en azından kadir kıymet bilmemektir. Ancak hayırlı ve ihlaslı toplulukların dedikodusunu yapmaya, özellikle tavır almaya, nankörlük sıfatını yapıştırmakta tereddüt etmeyeceğiz!.. Hasım olanlar için vasıf belirlemeyi son ayete bırakıyoruz.
     Bu konuda kudsî bir hadis, umarız kadir bilmezleri inâbeye, soğuk duranları intibâha, hasım olanları hidayete sevk eder:
     Allah, meleklere kullarının durumlarını sorar.
     “Cenneti istiyorlar” derler.
     Allah: “Cennetimi hiç görmüşler mi?” der.
     Sonra melekler cehennem den sana sığınıyorlar” deyince,
     Cenab-ı Hak: “Cehennemi görmüşler mi?” diye sorar.
     Sonunda da ben onları affettim buyurunca meleklerin: “İçlerinde günahkar olanlar da var!” şeklin de hikmet sormaları karşısında Rabbimiz:
     “Hüm kavmün lâ yüşkâ celîsühüm -Onlar öyle topluluktur ki onlarla oturanlar şakî- bedbaht olmazlar!”  buyurur.

     7) Kendisi de buna şahittir
     Kıyamet süresi 14. ayette de, insanın, kıyamet günündeki, kendi iç dünyasına yönelik derinlemesine bu iç gözleminden söz etmektedir. İnsanın kendine şahid olması -objektif gözlemlemesi ve basiretiyle kendinin, bütün ayrıntılarıyla ve boyutlarıyla farkına varması söz konusudur. Ahiretteki basiret vukûfiyeti, dünyadaki gibi sebepler perdesinden, nefsin ve duyuların tesirinden uzak olduğundan, insanın bütün hafızasını ve bilinçaltını kapsamış, insanın bütün duygu, düşünce ve davranışlarının dökümünü içermiş olacaktır. İnsan ahirette kendisine, iç dünyasına, hakkal-yakînde gözlem yapabilecekse şayet, ilmel-yakîn ve aynel-yakîndeki şahitliği, müşahedesi ve gözlemiyle bu dünya hayatında bunu yaşayabilir demektir.

     a) Ayette “Şehîd” kavramı geçmektedir.
     Aynı kelimenin geçtiği çoğu ayette, Allah’ın her şeye şahit olduğundan ve gördüğünden (5/117), ahiretteki şahitlikten (41/47,50/21), Peygamberlerin ümmetlerine şahitliğinden (4/41), borç sözleşmelerinde şahit eşliğinde yazdırmaktan (2/282), bir yerde, mesela harpte hazır bulunmaktan (4/72) söz edilirken bir ayette kalbi olan kulak veren ve kendini müşahede eden insan için geçmiş olaylarda öğüt bulunduğundan bahsedilir (50/37).
     İnsanın kendine şahit ve müşahid olması, kendini müşahede etmesi, kendini müşahede altında tutması, yeni ifadesiyle “İç Gözlem” yapmasıyla ancak; kalbini, aklını, duygu ve düşüncelerini okuması mümkün olur. Alak süresindeki ilk ayet de esasen insanın öncelikle kendisini okumasını ister.
     Bir mahkemede şahitlik yapmak insanı heyecanlandırır, terletir, tedirgin eder. Yalancı şahitlik yedi büyük günahtan biri sayılır. Bu da olaya ayrı bir hassasiyet kazandırır ve insan ayrıntısına kadar düşünür, taşınır, kılı-kırk yarar, adaletsizlik olmasın hak hukuk çiğnenmesin ve sorumlu olmayalım diye, şahit olduğu bir olayı, duyarlı şekilde seçtiği cümlelerle ifade etmeye çalışır…
     İnsan kıyamette mahkeme önüne çıkacak ve kendisi hakkında şahitlik yapması istenecektir. Yapmak istemese ya da dili farklı şeyler söylemek istese de, elleri ayakları (36/65), hatta cildi (41/21) şahitlik yapacaktır. Ardarda açılan hafıza dosyaları da aslında buna şahitlik yapacaklardır.
     Ancak insan, dünyadaki mahkemelerde şahitlik yaparken başkasına karşı titiz davrandığı gibi, kendi iç dünyasını gözlemleme ve şahitlik yapma konusunda aynı ciddiyeti ve hassasiyeti göstermekte midir acaba? Ya da yaptıklarına Allah’ın ve görevli meleklerin şahid olduğuna…
     İnsan, kişisel iç gözlem ve oto kontrol yaptığında Ruhundaki boşlukları, kalbindeki yaraları, kafasındaki şüphe ve tereddütleri fark eder. Dış hata ve günahlarının, psikolojik davranış bozukluklarının iç kaynaklarına ulaşır. Nefis-ruh hastalıklarının kişiliği konusun da nasıl bozukluklar oluşturduğunu tesbit eder. Edemediği noktalarda psikiyatrist yardımıyla görmesi sağlanır.
     İnsanın yoğun olarak kendi şahitliğini yaptığı en uygun platform seccadesidir, ya da bir köşeye çekilip okuyup tefekkür ettiği anlardır. Özellikle de işlediği günahlardan sonra içi yanıp, boynunu burktuğu, kaddinin iki büklüm olduğu, kapısına başını koyup “Rabbim! Af var mı?” dediği andır. Bu halinde insan iç dünyası itibariyle şeffaflaştığından içini daha rahat okur, olayları net görüp aktaran şahit gibi kendini kendisine, sonra Rabbisine daha güzel ifade eder. Aksattığı ibadetlerle Rabbe, ucundan tutmadığı hizmetlerle toplumuna ve insanlığa karşı vefasızlık yaptığını anlar. En katı ve günahlara dalmış insanlarda bile, kendi içine şahit olma hissi az çok bulunur. Hatta bir yönüyle diyebiliriz ki, farkında olsun olmasın, zulüm yapıp öfke ve kin kusan insanlarla, günah bataklığına gırtlağına kadar saplanmış insanların, bu duruma gelişlerinin hikayesi iyi dinlense, ruhlarını yansıtmaları sağlansa, inkarcılıkla tamamen mahiyet değiştirmemişler ise, kendi iç hastalıklarına nasıl şahitlik yaptıkları ve hüzünlenerek, kendilerinden ve yaptıklarından aslında çok da hoşnut olmadıkları görülecektir.
     Kur’an insanın iç gözlem yapmasını, kendisine şahit olarak durumunu gözden geçirmesini istemektedir. Bu konuda kullanılan kelimelerden bir tanesi de “Nazara” bakmak kelimesi ve türevleridir. Mesela: “Ey iman edenler! Allah’dan korkun, her nefis yarın-ahiret için ne hazırlamış ona baksın!” (59/18). “İnsan yemeğinin nasıl hazırlandığına baksın!”(80/24), “İnsan nasıl bir damla sudan yaratıldığına baksın!”(86/5).
     Bir ayette Hz.İbrahim oğlu İsmail’e rüya yoluyla (Rüyalar sadece Peygamberler için geçerli emir anlamındadır) Allah’tan kurban etme emri aldığını ifade eder, aynen şöyle der:
     “Oğlum Bak ne görüyorsun?” Hz. İsmail cevaben: “babacığım Emredildiğini yap, beni inşallah sabredenlerden bulacaksın!”( 37/102). Burada tamamen bir iç okuma ve onu rapor etme görülmektedir. İç gözlem yapan Hz.İsmail, kendi ruhuna bakmış, vicdanında ve zihninde yazılı olan satırları okumuş; kendisinin Rabbi karşısındaki, Rabbisinin kendisi karşısındaki konumuna ve durumuna bakmış, sözleriyle de buna tercüman olmuştur. Bu yönüyle o, hem Allah’a yönelmiş ve tevekkül etmiş hem de sabır gücüne ulaşmış ve teslim olmuş bir ruh yapısına sahip bulun maktadır.

     b) Söz konusu topluluk, insanlık çapında evrensel şahitler olduklarından, bu müstesna makamın gereği olarak iç şahitlik ve kendilerini sık sık gözden geçirmede titizlik de bir o kadar önem kazanmaktadır.Temsil keyfiyetlerinin zaman aşımına uğramaması için sürekli metafizik yenilenme içinde olmaları gerekmektedir. Çünkü insanlığın gözleri onların üzerindedir, onların gözleri de sürekli, keskin gözlü bir şahin gibi, başkalarının kendi üzerlerin deki gözlerden daha hassas şekilde kendi üzerlerinde olması gerekmektedir.
   Bir de vicdanlar toplumsallaşınca birbirinin gören gözü işiten kulağı, düşünen aklı ve kalbi, dili ayağı haline gelir. Aynı duygu ve düşünceleri yansıtacak şekilde homojenleşirler. Birbirinin nurdan yansımaları adeta helogramları gibidirler, birbirlerine ayna olmuşlardır. Birinde hepsini hepsinde birini okumak ve görmek mümkün gibidir. Bir beden hücresinde, bedenin bütününe ait belli mekanizmaları programlarını ve gen haritasını okuma gibi…

     c) İç gözlem, insanın iç dünyasını ciddi anlamda okuması, analiz etmesi, titiz bir müfettiş gibi teftiş etmesi bir savcı edasıyla sorgulaması, dosyalar hazırlaması, gerekiyorsa yaptırım uygulamasıyla gerçek anlamını kazanabilir. Bu iç gözleme davet karşımıza, ayetlere bağlı olarak, şu üç soru çıkmaktadır: Önceki ayet daha çok dışa yönelik-afaki, sonraki ayet ise içe yönelik-enfüsi açılım sağlayabilir.
     Ben bana peşin ve karşılıksız verilen onca nimete karşı nasıl, neden böyle bir nankörlük yaptım-yaparım.
     Ben neden dışa açıldığım kadar sıkça içime inip iç gözlem yapamıyorum-yapmalıyım.
     Ben içimde nelere karşı hangi aşk-tutku duygularını besliyorum.

     FARKINDALIK
     Bu ayet insanın kendinin farkında olması yolunda ciddi uyarı yapmaktadır.
     Farkındalık, zihnin yoğunlaşması, bir noktaya odaklanması ve insanın, duygu düşünce ve davranışlarının bilincinde olması diye tanımlayabiliriz. Alt yazılı filim izlerken, görüntüye veya yazıya odaklanan insan çoğunlukla diğerini kaçırır Farkına varma alışkanlığı okumakla, dinlemekle, yazmak la, düşünmekle ve kuşkusuz çok egzersizle kazanılabilir.
     Bu ayetlerde dikkat çeken bir husus, Allah’ın peşin ve karşılıksız verdiği onca nimetlere ve vermeyi va’ d ettiklerine karşı insanın kendi nankörlüğünün farkında olması üzerinde durulmasıdır. İnsan kendi inanç ve ahlakî durumunu da gelecekte karşılaşacağı ahir et sorgulamasını ve cezayı da bildiği halde nasıl oluyor da göz göre göre hala dünyaya karşı şiddetli hırs gösteriyor, dünyalıklar peşin de koşabiliyor ve tereddüt etmeden günahlara dalabiliyor?
    Bunun bir sebebi, insanın bilinçle kabullenmesi ve kabullendiğinin farkında olmasıyla ilgilidir. “Ben, ben olayım her şeye razıyım!” Felsefesi şeytanla başlar, her insanda nüve halinde temsil edilir. Her insanın dünyadaki inanç, bilgi, kültür, servet, şöhret, evlat nüfuz gibi halleri onu bağlar, onu öyle yapar. Böyle olmayı insan kabullenir, hayatta o kimliği alır. Kendini gerçekleştirirken bazı şeyleri çiğnediğinin de farkındadır fakat dönüşü yoktur. O öyledir artık. Nankörse nankördür, asi ise asidir, günahsa günahtır… Bu bakış açısı insanı, farkındalık içinde küfre de götürebilir, nifaka da isyankarlığa da, günahkarlığa da, ciddiyetten uzak laubali bir Müslümanlık anlayışına da götürebilir. Bu nokta enaniyet alanı olduğundan, Müslüman kimse ciddi risk bölgesindedir.
     Bunun diğer sebebi, bilinçli-farkındalık içinde bir akıl-kalp kabullenmişliğinden çok, nefsin, hazıra meftûn ve sona kör olan baskın özelliğinden kaynaklanan, duygulara ve arzulara kapılma, nefsin hoşuna giden hazlara ve alışkanlıklara bağlanmışlık olarak görülebilir. Beden duyularla zevklere öylesine odaklanır ki ne kalbin, ne aklın ne ruhun karşı koyacak mecali yoktur. Arada bilinç gelip gitse, vicdan bir nota vursa ve durumun farkına varsa bile, nefis ağzını sütten kesememektedir.
     Yani canının istediğine ulaştığı, menfaati olan şeye cevap bulduğu noktada insan, farkında da olsa, gelecekteki azaba rağmen, akıbetine razı olarak peşin ücreti tercih edebilmektedir. Bu, inandığımız anlamda imanı olmayan bir militanın, benliğini tamamen teslim ettiği bir duygu ve düşünce uğruna gözünü kırpmadan ölüme gitmekten bir tad almasına ve bu tutumdan vazgeçmemesine ben zer. Burası nefis alanı olduğundan ve inkara yol olabilecek bir çizgi anlamına gelen günahları şiddetle arzuladığından, nesin bu işgaline karşı da son derece duyarlı olmak gerekir.
     Günümüzde çok satan kişisel gelişimle ilgili çoğu kitapta insanın ayna karşısına geçip kendisini izlemesi, tebessüm etmesi, fizyolojik yolla ruh sal yapısında değişim meydana getirmesi öğütlenir. Bu dış gözlem, insanın iç gözlem yapmasına yardımcı olduğu ve kalp dünyasına anlam kazandırdığı oranda yararlı olabilir. Bu yaklaşım, eğer ciddi bir iç bağlantı yoksa, insanın ucba düşmesine, başkaları karşısında kendini beğenmesine ve Narsist duyguların gelişmesine de yardım edebilir.
     Öte yandan ayna, kaybettiğimiz ben’i bulmamıza da yardım edebilir, hamde ve şükre anahtar da olabilir. Rabbimizin güzel sıfat ve isimlerini yansıtan bir ayna yapımızla aynaya bakmak gerçekten bir başka da olabilir; Rabbimizin yüzümüzde desenlenen sanatını alkışlama adına (Meleklerin Adem’e secde etmesi gibi) aynayı, aynada kendimizi, kendimizde Rabbimizin bendesini ve sanatını öpesimiz gelir. Ve duygulanarak şöyle diyesimiz: “Allahümme ahsin hulukî kemâ ahsente halkî”. “Rabbim! Yaratılışımı güzel yaptığın gibi ahlakımı da güzel eyle!..”

     8) Hayra-mala-dünyalığa şiddetle düşkündür.
     a) İnsanın iç gözlemle kendinde şahit olacağı diğer bir yönü, mal mülk para gibi menfaatine yarayan şeylere karşı alabildiğine bağımlı ve hırslı oluşudur. İç kitabını karıştıran insan, ilk sayfalarda bu konuya da mutlaka rastlayacaktır. O kadar ki ayet bu konu da ilginç bir tesbit yapıyor. Belki çoğunlumuz itibariyle böyle düşünmemişizdir ama, böyle düşünen ve davranan insanları görmüşüzdür. Ya da derinliklerde benzer duygular taşıyor da olabiliriz. Şöyle der ayet: “De ki: Rabbimin hazinesine siz sahip olsaydınız, harcanır korkusuyla kıstıkça kısardınız. İnsanoğlu pek eli sıkıdır” (17/100).
    İnsanın, Allah tarafından istenen iç gözlemi yapması sonucu ortaya çıkan gerçek şudur: İnsan, kendisine verilen veya kendi elde ettiği dünyalıklar karşısında sahiplenme duygusuyla hareket ediyor, peşin maddi manevi hazlar karşısında Allah’ı unutuveriyor. Nankörlüğün de cimriliğinde ana çıkış noktası burasıdır. Dünyalığı delicesine seven güçlü nefis potansiyeli, Allah’ı tercih etmesine engel teşkil edebiliyor. İnsan iç dünyasında bu noktaya mutlaka ağırlık vermeli, projektörleri bu noktaya çevirmelidir: “Ben neyi kime karşı tercih ediyorum!” diyebilmelidir.
     Ayrıca şu değerlendirme de yapılabilir: İnsanın nankör oluşu verilenlere sahiplenmesi ama verene vefasız davranmasıyla gerçekleşirken, mala hırslı ve cimri oluşu da vereceği insanlara karşı şefkatsiz davranmasıyla gerçekleşmiş olmaktadır. Bu iki konu aslında insanın esas varlık amacı konusu dur. Allah’a yönelecek, O’ndan alacak; insana yönelecek ona verecektir. Mevlana ile sembolleşen olay!..
    Nankörlük ve mal hırsı, İnsanın ruh dünyasına ait rahatsızlıkların babası ve anası gibidirler. Hem birbirlerini hem de diğer rahatsızlıkları tevlid ederler. Dünya hırsı olan bir insan, vefasızlık yaparak, nankörlüğe düşebilir. Nankör olan da, kendi nefsini konu yaptığından, mala hırslı hale gelebilir. Birisinde Allah’a yöneliş iptal edilmekte diğerinde de insanlara yöneliş ortadan kaldırılmış olmaktadır. Allah’tan kopan bir insan, insanlarla güzel iletişim kuramaz, insanlardan ve onlara malla ve hizmetlerle hayırlar yapmaktan uzak kalan da Allah’ın razı olacağı bir hayat yaşamış olmaz…Kabe’de de olsa: “Kullarımı hangi ateşlerde bıraktın da geldin der?..

     b) Dünyanın lüksüne kapılmak, rahat ve rehavete gömülmek, hiss-i semâhatini yeterince coşturmamak, Şahitler topluluğunun handikaplarından biri haline gelebilir. Dünya malına düşkünlük, ihlas ve samimiyeti zedeler, yoksul Müslümanların hüsn-ü zannını kırar. Kötü örnek oluşturur. Muhtaç nice gönüller himmet beklerken, onca insanın hakkını zimmetine geçirmiş olabilir, onca nimet nikmete dönüşebilir...
     İnsan, ayette “Şedîd” olarak tanımlanıyor. Yani nimetlere, dünyalıklara şiddetle düşkün!.. Başka ayetlerde Allah da kendini ve azabını “Şedîd” olarak vasıflandırıyor. Şu ayetin anlamını iç gözlemimizde kendimize karşı kullanabiliriz: “... Kim Allah’ın nimetlerini değiştirirse, bilsin ki Allah’ın azabı şedîddir-şiddetlidir”(2/211). “Dünya mallarıyla geçinirler ama dönüş bizedir azab da şiddetlidir” (10/70), “Şükrederseniz arttırırım, nankörlük yaparsanız azabım şiddetlidir” (14/7). 

     9, 10, 11) Bilmiyor mu ki kabirde bulunanlar çıkacak, “Sadır”larda olanlar dökülecek, Rableri yaptıklarından haberdardır.
     Davranışlar ve beden dili kimi zaman insanın iç dünyasını yansıtan önemli ipuçları ve görünen kişilik kılavuzları olarak iş görür. Ancak, kimi zaman da bir insanı davranışlarıyla tamamıyla anlamak, çözmek ve kişiliğini kavrayabilmek oldukça zordur. Kur’an ve Hadisler bu sebeple münafıklar ve nifak özelikli üzerinde hassasiyetle dururlar. Psikoloji ilmi bu noktada çok önemli bir işleve sahiptir denebilir. Çünkü davranışların arka planlarına inmek duygu ve düşünceleri okumak ve analiz etmek, zihni ya da kalbi uzmanlık ve zenginlik isteyen bir konudur.
     Ayet insanın “Sadr” ında olanların ortaya çıkarılması ifadesiyle bu noktaya parmak bastığı gibi, gerçek adaletin gerçekleşmesi için de, iç dünyamızda olup bitenlerin, bütün duygu ve düşüncelerimizin ortaya konmasının gerekli olduğunu ve mahşerde bunun gerçekleşeceğini vurgulamış olmaktadır.
     Bu sebeple insanı şiddetli azaba hazırlayabilecek şiddetli günah ve kötülük arzularına karşı, şiddetli bir iç gözlem yapıp kendinin şiddetle far kında olması, içindekiler ortalığa saçılmadan önce içini güzelce okuması gerekir. Ayet dünyada kendisinin farkına varamamış, dünyalıklara dalmış kimseleri uyaracak farklı, dünya dışı bir yöntem uyguluyor; kabirleri harekete geçiriyor, içindekileri dışarı çıkarıyor; sonra insanın kalbinde, aklında, hafızasında bilinçaltında ne varsa, kabirdekilerin ortaya çıkması gibi, onların da insan tarafından ortaya çıkarılması ve irdelenmesi isteniyor.
     Böylece insanı hem benliğiyle hem de şiddetle aşk derecesinde sevdiği dünya ile arasına giriyor, hayat bağlarını keserek ölümle yüzleşmesini sağlıyor. Fakat bazen insanın ölü görmesi, hatta eliyle kefenli cesedi mezara koyması, etkili olmayabilir ve kısa zamanda dünya zevkleri insana çekebilir. Ayet de aslında ölümden çok kabirlerin canlanmasından, adeta ona benzeyen “sadr” ın (bilinç ve bilinçaltının) canlanmasından bahsetmektedir.
     İnsanlar kabre konmayı bilirler, fakat kabirden kalkmayı bilmezler. İnsanların uyarılmasında bilmedikleri imajların kullanılması daha derin etki yapabilir. İnsan yaşadığı bir olayı hayalinde canlandırır geçer. Oysa yaşamadığı bir olayın nasıl olabileceği hususu üzerinde uzun durur, benzer olaylar la karşılaştırır, tasvirler canlandırmalar yapar, zihninde tanımlamaya tasvir etmeye çalışır; bu da ruhu ciddi etkileyebilir.
     Bu şekilde ayet, geleceğe psikolojik bir yolculuk yaptırmak süretiyle, duygu ve düşünceleri uyandırmakta, insanın kendinin farkına varmasını sağlamakta, Rabbine değil insanın kendine, ahirete değil dünyaya yönelip takılmasının olumsuz durumuna dikkat çekmekte, son uyarı olarak da Rabbiyle karşılaştırmaktadır.

     a) İnsan ne kadar yatarsa yatsın anne karnından mutlaka çıkacaktır. Çıkmak istemese de sezeryanla çıkaracaklardır. Kışın beyaz kefeni altında kabir ve berzah hayatı yaşayan varlıklar baharda nasıl canlanıyorsa, kemiklere benzeyen ağaç dallarından çiçek ve meyva çıkıyorsa, dallara benzeyen kemiklerden de insan çıkarılacaktır. İnsan taşlaşsa da demirleşse de bu böyle olacaktır.
     Kabirle diriliş arası hayata berzah hayatı denir. Berzah adeta bilinçaltı mallarının sergilendiği bir pazar gibidir. Dünyada insan hangi iç gözlemleri yapmış, hangi duygu ve düşünce tohumlarını bilinçaltı tarlasına ekmişse, hangi sözleri sarf etmiş, davranışlar sergilemişse berzahta da onlar tezgahlara konacaktır. Unutulmuş ama kayıtları silinmemiş pek çok dosya orada, sahibinin berzah ekranında gösterilecektir. Ve tıpkı dünyada, iç dünyasında zihninde sevinç ya da üzüntü yaşayan insan gibi berzah hayatı huzurlu veya ezalı geçecektir. Berzah bilinçaltımızın bir kopyası gibi yaşanacaktır.
     Mahşerde hesap yerinde ise “Sadr” diye tanımladığımız, insanın kalbinde, aklında, hafızasında bütün benliğinde olan her şey ortaya çıkarılacak, meleklerin yazdığı, hafızanın kaydettiği ve icraatçı organların insanın lehinde veya aleyhinde şahitlik yapacakları olaylar bir bir belirlenecektir.
     Bilinçaltı aynı zamanda “Perde” anlamına gelen bir berzahtır da…İki denizin karışmasını engelleyen perde-berzah (55/19-20) gibi fonksiyon icra eder. Bilinçaltı, bilinç ve kalp arasında yalıtkan bir tampon bölge gibidir. Bir ayna gibi kendinde yansıyan bütün duygu ve düşünce görüntülerini anında aynen uygulanmak üzere, bilince de kalbe de sızdıramaz. Tabi ki nefis ve şeytanın etkisiyle kalp ve bilinç, kapılarını açmadıkları sürece!…
    İşte dünyadaki gibi bilinçaltına hapis olmuş, davranışlara dökülmemiş bu bilinçaltı kabrinden, berzah kabrine yansıyanların, dünyadaki gibi insan ruhunu olumsuz olarak etkilememesi büyük ihtimaldir. Bu, dünyada, iç gözlemlerle vicdan ve irademizin yardımıyla, bilinçaltını kontrol altında tutmamızın, kabre ve berzah hayatımıza yansıyan olumlu bir sonucu olacaktır. Aksi durumdakiler ise, durmadan dönen teyip kaseti gibi, yaptıkları gözlerinin önünden sürekli geçecek, gerçek gözlem yapma mecburiyetinde kalarak, ilerideki akıbetlerinin endişesiyle eziyet çekeceklerdir.
    Yukarıda geçen iç gözlemle bu ayetler arasındaki irtibat fark edilmektedir. İnsan, iç aleminde hangi hayatı kurmuş ve buna şahit olmaktaysa, o iç hayatının aynısı ölüm sonrasında başlayacak berzah hayatına da yansıyacak ve orada, buradaki hayatına şahit olacaktır.
     F. Razinin dediği gibi, bir anne gibi davranmalıyız. Karnındaki çocuk daha dünyaya gelmeden evvel, onun için pek çok güzel çalışma yapar. Doğduğunda ona mutluluk verecek eşya ve ortamı titizlik içinde hazırlar. Kendi ruhumuzun kabir içinden çıkacağı durumu hesaba katarak, onun için orada lazım olacak inanç, ibadet, ameli salih ve güzel hizmet çalışmalarını burada fırsat elimizdeyken hazırlamak en akıllıca davranış olacaktır.

     b) Vasıflarını yeterince anlatmaya çalıştığımız topluluk, kabir sonrasına hazırlanmak için bulunmaz bir fırsattır. Burada yaşayacağımız, güzel sohbet anıları, sağa sola koşuşturmalar, yorgunluklar, deniz aşırı yolculuklar, katlanılan zorluklar, himmetlerimiz…. Kabrimizde bizi şefkatli bir ana kundağı gibi saracak, koruma altına alacak, dev bilinçaltı ekranında yansıyacak anılarımızla berzahımız saâdetgâhımız olacaktır.

     Ve yeryüzünün şahitleri olan bu insanlardan, ne kadar çok insan görür, tanır, gönüldaşlık kurar muhabbet duyarsanız, berzah sonrası hesap yerinde o kadar şahidiniz olacak ve bu sevdiklerinizle beraber bulunacaksınız demektir.
    Gün boyu nerelerde oturursanız oturunuz ama mutlaka Gönül Erlerine misafir ve enîs-ü celîs olunuz. Olunuz da, “Lâ yüşkâ celîsühüm” listesine kayd olunuz ki huzur bulasınız...
Gönül Erleri


Hiç yorum yok:

02 - 07 Temmuz İstanbul & Güneydoğu Anadolu - GAP Turu

02 - 07 Temmuz Güneydoğu Anadolu - GAP Turu 3 Gece Otel Konaklamalı 5 Gün Gezi       Mezopotamya, bazı kaynaklarda medeniyetlerin beşiği ola...