26 Ağustos 2021 Perşembe

TASAVVUF / Kur’ân Ve Sünnet’e Göre Ölünün Tasarrufu / Sayfa 573 - 587

ULUSLARARASI SEMPOZYUM
YANLIŞ ALGILAR ve
DOĞRU İSLÂM
28-30 Ekim 2016
ŞanlıUrfa / TÜRKİYE
Sayfa: 573 - 587
TASAVVUF
Kur’ân Ve Sünnet’e Göre
Ölünün Tasarrufu
Mehmet Nuri GÜLER *

     Giriş
     Bilindiği gibi günümüzde Müslümanlar arasında, ölülerin tasarruf edebileceği algısı bulunmaktadır. Bu algıdan dolayı kabirde yatan ölmüş evliya ve mübarek kişilere dua edilip yardım istenmektedir. Bu hal, sadece câhil kişilerde değil, ilimle uğraşan birçok kişi de görülmektedir. Halkın çoğunluğu da, onları büyük kanat önderleri saymaktadır.
     Fâtır sûresi, 13. ve 14. Âyette ise şöyle buyurmaktadır:
     “... İşte Rabbiniz Allâh’tır. Mülk O’nundur. O’nu bırakıp da kendilerine yalvardıklarınız ise bir çekirdek kabuğuna bile sahip değillerdir. Eğer onlara yalvarsanız sizin yalvarmanızı işitmezler. Faraza işitseler bile size cevap veremezler. Kıyamet günü de sizin ortak koşmanızı reddederler. Bu gerçeği sana her şeyden haberi olan Allâh gibi hiç kimse haber veremez.”
     Allah’ın vahiy Kur’ân’ın bu açık âyeti karşısında, bu âlimler Kur’ân’a dayanmayan deliller ileri sürmektedirler.
     İslâmî cemaatlerin çoğu da bu kötü duruma destek vererek, yayılmasında bir sıkıntı duymamaktadırlar. Çünkü onlardan bazılarının görüşüne göre böyle bir sapıklığa engel olmak, toplumda fitne ve ayrılığa sebep olmaktadır!
     Halbuki bu görüşe sahip olan kişiler, peygamberlerin tebliğlerinin esasının “Allah’a ibadet etmek ve tağuttan sakındırmak” olduğunu da çok iyi bilmektedirler.
     Bu kişiler, kendilerinin yapmadığı bu mükellefliği yerine getiren din ihtisaslaşmış kimselere de, yanlış algıları yüzünden dünyayı zindan etmekte, kul hakkına girmekten rahatsız olmamaktadırlar.
     Yine günümüzde müslümanlar içinde kutub, gavs diye isimlendirdikleri bir takım evliyaların, Allâh Teâlâ dışında bu âlemdeki işleri idare etmede söz sahibi olduğu söylenmektedir.
     Günümüzde sayıları sayılmayacak kadar çok müslüman, kendilerine göre en zor anlarında Abdulkâdir Geylânî ve Ahmed Rufâî gibi ölülerden yardım istemektedirler. Buna da "tevessül etme" adını vermektedirler.
     Bid’atlerin bu şekilde yaygınlaşması yüzünden, İslâm’ı her zaman ve mekânda arzetmek, zorlaşmıştır. Fakat, "Allâh emrini yerine getirmeye kâdirdir. Ancak, insanların çoğu bunu bilmezler."
     İşte tebliğin amacı,; “...Herhangi bir hususta anlaşmazlığa düştüğünüzde, Allâh’a ve ahiret gününe gerçekten inanıyorsanız, onu Allâh ve Rasûl’üne arz edin. Bu, daha iyidir, sonuç bakımından da daha güzeldir.” (1) âyetine göre, Allah’a ve Rasûl’e giderek “ölülerin tasarrufu” meselesini çözümleyip hükmünü açıklamaktır.

     I. ÖLÜ VE ÖLÜM
     Ölü kelimesinin, Arapça’da karşılığı “meyyit”, “meyt”, “müteveffâ” ve “maktul” kelimeleridir. (2)
     Türkçe “ölüm” kelimesinin karşılığı, Arapça “mevt”, “vefât” ve “katl” kelimeleridir. Üçünde ortak anlam, “yaşamın (hayatın) sona ermesi” olmakla birlikte (3) , “yaşamın sona ermesi” biçimine göre kelimeler farklılaşmaktadır. Bu, Kur’ân’daki şu âyetlerde görülmektedir:
     A. Mevt kelimesi, Kur’ân’da var oluşsal bir iş olarak Allâh’a nisbet edilen “yaşamın sona ermesi” anlamında, el-Mulk sûresi, 2. âyette şöyle kullanılmıştır:
     “O, hanginizin daha güzel amel yapacağını sınamak için ölümü ve yaşamı yaratandır.”
     Yine, ez-Zumer sûresi 42. âyette “mevtte nefislerin alındığı” ve “mevtin Allâh’ın takdiri olduğu” şöyle bildirilmektedir:
     “Allah (ölen) insanların nefislerini öldüklerinde, ölmeyenlerinkini de uykularında alır. Ölümüne hükmettiklerinin nefislerini tutar, diğerlerini belli bir süreye (ömürlerinin sonuna) kadar bırakır.”
     el-‘Ankebût sûresi, 57. âyette de “her nefis için mevtin gerçekleşeceği” ve “nefis ölünce, ğaybî yoklukta (ebediyette) olacağımız” şöyle bildirilmiştir:
     “Her nefis (can, kişi) ölümü tadacaktır. Sonra bize döndürüleceksiniz.”
     Âl ‘İmrân sûresi, 102. âyette de “yaşamın müslüman olarak sona erdirilmesi” şöyle buyrulmuştur:
     “Ey iman edenler! Allah'a karşı gelmekten nasıl sakınmak gerekiyorsa öylece sakının ve siz ancak müslümanlar olarak ölün.”
     el-Bakara 259’da ise, “mevt”in açıklanması şöyle yapılmıştır:
     “Allah onu öldürüp yüzyıl ölü bıraktı, sonra diriltti ve ona sordu: "Ne kadar (ölü) kaldın?" O, "Bir gün veya bir günden daha az kaldım" diye cevap verdi. Allah şöyle dedi: "Hayır, yüz sene kaldın.”
     en-Nisâ’ sûresi, 15. âyette, mevt ve vefât kelimesi şöyle ilişkilendirilmiştir:
     “O kadınları ölüm alıncaya kadar.”
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
* Yrd. Doç. Dr., Harran Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi İslâm Hukuku Öğretim Üyesi.
1) en-Nisâ’, 59.
2) Salim Öğüt, “Ölü”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, Cilt 34, İstanbul 2007, s. 31.
3) Salim Öğüt, “Ölü”, C. 34, s. 32.
~~~~ * ~~~~

     B. Vefât kelimesinin de Kur’ân’da, “tam olarak alma” anlamında kullanıldığı bu en-Nisâ’ sûresi, 15. âyetten anlaşılmaktadır. Bu anlamı, Âl ‘İmrân sûresi, 185. âyette de şöyle buyrularak teyîd edilmektedir:
     “Her nefis (canlı) ölümü tadacaktır. Kıyamet günü ancak yaptıklarınızın karşılığını tastamam alacaksınız.”
     el-En’âm sûresi, 61. âyette de şöyle buyurulmaktadır:
     “O, kullarının üstünde mutlak hakimiyet sahibidir. Üzerinize de koruyucu melekler gönderir. Nihayet birinize yaşamın sona ermesi (ölüm) geldiği vakit (görevli) elçilerimiz onun yaşamını tastamam alır ve onlar görevlerinde asla kusur etmezler.”
     el-Mâ’ide 117’de, de yaşam alındığında yaşama sırasına ait bir amelin yapılamadığı şöyle bildirilmektedir:
     “Ben onlara, sadece bana emrettiğin şeyi söyledim: Benim de Rabbim, sizin de rabbiniz olan Allah’a kulluk edin (dedim.) Aralarında bulunduğum sürece onlara şahit idim. Ama benim yaşamımı tam olarak aldığında, artık üzerlerine gözetleyici yalnız sen oldun. Sen her şeye hakkıyla şahitsin.”
     C. Katl kelimesinin Kur’ân’daki anlamı ise, Âl ‘İmrân sûresi, 144. âyette “mevt” ve “katl” birlikte anılarak, mevt, varoluşsal bir iş olarak Allâh’a nisbet edilen “yaşamın sona ermesi” anlamında iken, katl’in böyle olmadığı şöyle açıklanmaktadır:
     “Muhammed, ancak bir elçidir. Ondan önce de elçiler gelip geçmiştir. Şimdi o yaşamı sona erer (ölür) veya yaşamı sona erdirilir (öldürülürse) gerisin geriye (eski dininize) mi döneceksiniz?”
     el-Bakara 178’de “katl” için şöyle buyurulmaktadır:
    “Ey iman edenler! Öldürülenler hakkında size kısas farz kılındı. Hüre karşı hür, köleye karşı köle, kadına karşı kadın kısas edilir.”
     Bu iki âyetten, Kur’ân’da “katl”in anlamının, “nefsin yaşamı tastamam tamamlamadan ve nefsin alınma zamanı gelmeden önce nefsin alınması” veya “nefis ile yaşam bağının koparılması” olduğu ortaya çıkmaktadır. Bunun için, “katl”de el-Bakara süresi, 178. âyette “kısâs” cezası şöyle buyrulmuştur:
     “Ey iman edenler! Öldürülenler hakkında size kısas farz kılındı. Hüre karşı hür, köleye karşı köle, kadına karşı kadın kısas edilir.” İşte bu yüzden de, yaşamı tastamam tamamlanmadan Allah yolunda yaşam ile bağı kopartılan nefsin alınma zamanı gelene kadar ğaybî yoklukta (ebediyette) yaşayacağı, el-Bakara süresi, 154. âyette şöyle buyurulmaktadır:
     “Allah yolunda öldürülenlere "ölüler" demeyin. Hayır, onlar yaşıyorlar (diridirler). Ancak siz bunu bilemezsiniz.”

     II. ÖLÜM SONRASI ALGISI
     Ölüm ve ölüm sonrası hakkındaki algılama, felsefeden felsefeye, kültürden kültüre ve dînden dîne değişmektedir. (1)

     A. İSLÂM ÖNCESİNDE (2)
     Eski Mısır dininde, ölüm, ölümden sonraki yaşam için yeniden dirilmedir. Bu diriliş de beden ile gerçekleştirileceğinden Eski Mısır’da cesed mumyalanması, ölüyle birlikte mezara sevdiği eşya ve yiyeceklerin konulması, ölüyü yeni hayata döndürmek üzere kadınlar tarafından ağıtlar icra edilmesi geleneğine rastlanmaktadır.
     Eski Yunanlar, yeniden dirilme yerine, bedenin hayat kaynağı kabul edilen ruhun ölüler diyarı olan Hades’e gidip orada yaşamını devam ettirdiğine inanmışlardır.
     Hintliler, bugün de benimsendiği şekliyle, tenâsûh’e (reenkarnasyon’a) inanılmakta ve insanın “karma” diye adlandırılan sonsuz doğum ve ölüm çemberini kırıp mutlak saf ruh durumuna, yani Nirvana’ya ulaşıncaya kadar, ölüm, farklı bedenlerde ve biçimlerde tekrar olmaktadır. Ruhun yeni bir bedende doğuşunu sağlamak için, ölenin bedeni yakılmaktadır.
     Zerdüşt dininde, öldükten sonra iyilerin Ahura Mazda ile birlikte Neşîde Evi’nde ve kötülerin ise, Yalan Evi’nde yaşayacağı inancı vardır. Bu, Parsliler arasında, iyiler Cennet’e, kötüler Cehennem’e gidecek biçimini almıştır. Ölmeden önce tövbe eden kötüler ise Çinvat Köprüsü’nün sonunda cezasını çekip Cennete ulaşacaklardır.
     Mezopotamya’da, Sümer, Bâbil ve Eski İsrail’de, ölüm, yaşamın tamamen sona erdiği ve geri dönüşün mümkün olmadığı sıkıntılı bir durumdur. Sümerlerde, ceset toprağa gömüldükten veya yakıldıktan sonra, ruhun sükûnet bulması ve ölümsüzleşmesi için, yakınları yiyecek, içecek, elbise gibi sunularda bulunmakta ve bunun aylık âyîn (tören) halinde yapılması gerekli görülmektedir. Bu şekilde, ölüler bir tür küçük ilâhlar haline gelmekte ve yaşayanların hayatları üzerine iyi veya kötü etkide bulunabilmektedirler.
     İsrâiloğulları arasında geç dönemlerde, Pers ve Grek kültürlerinin etkisiyle, yeniden dirilme ve ruhun ölümsüzlüğü inancı görülmeye başlanmıştır. (II. Makkabiler, 7/9). 
     Hıristiyanlar’da ölüm, insanlar için uyku olarak tasvir edilmiştir. (Yuhanna, 11/13) Îsâ Mesîh’e imân üzere ölenler, yattıkları yerden bir gün kaldırılıp ona yükseltileceklerdir. (Selânikliler’e Birinci Mektup, 4/13-18; Vahiy, 7/9-17). 
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
1) Salim Öğüt, “Ölü”, C. 34, s. 32.
2) Geniş bilgi için bakınız: Salim Öğüt, “Ölü”, C. 34, s. 32-33.
~~~~ * ~~~~

     B. İSLÂM’DA
     İslâm’da ölüm, Kur’ân’da “yaşatma”nın karşıtı olarak “imâte”, yani “canlının yaşamına son verme” ve “teveffî”, yani “canlının ruhunu alma” kelimeleri ile geçmektedir. Hadîs’te de ölüm, aynı kelimelerle anlatılmaktadır.. Birçok âyet ve hadîsin belirttiği gibi, yaşatan ve öldüren Allâh’tır. Allâh bu fiili görevlendirdiği melekler vasıtasıyla yapmaktadır. Kur’ân’da, insanın dünyaya gelmesinin amacı ölmek değil yaşamaktır. Allâh, rûhtan üfleyip halkettiği insana ebedî hayat vermiştir. Ancak, bu hayat iki devreye ayrılmıştır. İlk devresi doğumla başlar, amel ve sınav sürecidir; ikinci devresi ise, ölümle başlar, elde edilen sonuçların belirlendiği ebedî süreçtir. (1)
     Kur’ân’da ölümle başlayıp yeniden diriltilmeye (ba's) kadar sürecek olan bir ara dönem de bildirilmektedir. Buna, “berzah“ denilmektedir. (2) Kur’ân’da el-Mu’minûn sûresi, 99. ile 100. âyetlerinde, şöyle buyurulmaktadır: 
     “Nihayet onlardan birine ölüm gelince, "Rabbim! Beni dünyaya geri gönderiniz ki, terk ettiğim dünyada salih bir amel yapayım" der. Hayır! Bu sadece onun söylediği (boş) bir sözden ibarettir. Onların arkasında, tekrar dirilecekleri güne kadar (devam edecek, dönmelerine engel) bir perde (berzah) vardır.” (3)
     Görüldüğü gibi, ölümle yüz yüze gelen inançsızların pişmanlık duyarak hayatta iken yapmaya bir türlü yanaşmadıkları kulluk görevlerini yerine getirmek için dünyaya geri döndürülmeyi isteyecekler, ancak bu asla gerçekleşmeyecek bir talep olacaktır; çünkü, onların bu son günleriyle âhiretin fiilen vuku bulması arasında bir berzah hayatı mevcuttur.
     İslâm düşüncesine göre, hayat; ruhun insanın bedenine girmesiyle başlayıp bedenden ayrılmasıyla son bulduğundan genellikle, İslâmî literatürde ölüm, “ruhun bedenden ayrılması” şeklinde tanımlanmaktadır. Bununla birlikte, ruhun bedene girme zamanı ile ruhun bedenden ayrılma zamanı, nasslarda açıkça bulunmamaktadır. Fıkıh’ta, yani İslâm Hukuku’nda ölümün hakîkî, hükmî ve takdirî ayrımı yapılmaktadır. Bunlardan, hakîkî yani tabii ölüm, insanın yaşamının gerçek anlamda sona ermesidir. Hakîkî ölümün gerçekleştiği, gözlem ve teşhîs yoluyla bilinir. Fıkıh’a göre, hakîkî ölümde kişi geride, bedenini ve malını bırakır. Daha önce hükme bağlanmış bedenî cezalar, ölüye bedenî bir ceza uygulamak mümkün olmadığından ölümle düşer, fakat malî cezalar ölümle düşmez, malından ödenir.
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
1) Salim Öğüt, “Ölü”, C. 34, s. 34.
2) Cüneyt Gökçe, “Berzah”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, Cilt 5, Ankara 1992, s.. 525.
3) el-Mu’minûn, 99-100. 
~~~~ * ~~~~

     Kişinin, ibadet sorumluluğu ve diğer yükümlülükleri de ölümle sona erdiği için amel defteri kapanır; ancak şu beş vesîle sevap ve bir vesîle de günah yazılmasını devam ettirir. (1) Sevap yazılmasını sürdürten beş vesîle, etkileri devam eden sadaka, ilim öğretip yaymak, hayırlı evlât yetiştirmek, ağaç dikmek ve iyi bir çığır açmaktır. Günah yazılmasını sürdürten bir vesile de, kötü bir çığır açmaktır. (2)
     Böylece, Fıkıh’ta “mevt”, “nefsin, yaşamın nihai sınıra varması nedeniyle hiçbir zorlama ve mecbur tutma olmaksızın bedenden alınması” olmaktadır. Tıpkı, meyve olgunlaştığında, ağaçtan toplanması gibidir. Dolayısıyla, fakîhlere göre ölümün gerçekleşip gerçekleşmemesinde ölçü, yaşamın (hayatın) yerinde duruyor olup olmamasıdır. Bu yüzden, Fıkıh’ta, ruh, nefis ve beden ilişkisi ile bu ilişkinin kesilmesi önemli konulardan biridir. Bu konuda, ittifak edilen husus, nefsin beden üzerindeki tasarrufuyla vazifesini yerine getirdiğidir.
     Beynin üst merkezleri, bu vazifeyi bedende icra etmektedir. Dolayısıyla beynin üst merkezleri ölürse, nefis bedenden alınmış olmaktadır. Beyin ölümüyle nefsin beden üzerindeki tasarrufu için gerekli yetenek ve kapasite ortadan kalkmaktadır. Ancak, ruh tükenmemiş olduğundan canlılık devam etmektedir. Bu durumda, ölümün kesin bilinmesi için, farklı yollar rivâyet edilmiştir. Bazısı iki gün, bazısı da üç gün beklemeyi vacip kabul etmiştir. Kimisi de kötü kokuyu şart koşmuştur. (3)
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
1) Hüseyin Esen, “Ölüm.Fıkıh.”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, Cilt 34, İstanbul 2007, s. 38- 39.
2) Müslim, Zekat 69, Zikir 13; Ebû Dâvûd, Vesâyâ 10.
3) Adil Sâzihânî, “Beyin Ölümü (Gönüllü Olmayan Pasif Ötanazi) ve Fkhî-Hukukî Sonuçları”, Misbah, Yıl: 3, Sayı: 9, Sonbahar 2014, s.166.
~~~~ * ~~~~

     III. TASARRUF VE VESÎLE
     Ölülerin tasarruf ettiği iddiası, sanki onların gördüğünü, tuttuğunu ve hayatta yaşayanlar gibi bulunduğunu söylemektir. Bunun için, tasarruf kavramı ile konuyla alakalandırılan tevessül kavramlarının açıklanması gerekmektedir:

     A. FIKIH’TA TASARRUF
     Fıkıh’ta “tasarruf”, mümeyyiz kişiden irade ile sâdır olup, kendisine fıkhî sonuç bağlanan fiillere denilir. (1)
     İçlerinde peygamberler ve evliyalar da dahil olmak üzere Allâh Teâlâ’nın kullara verdiği duyma, görme, tutma, yürüme vb. bütün güç ve özellikler ölümle birlikte yok olup gitmektedir.
     Buna göre, ölülerin tasarruf ettiği iddiası, sanki onların gördüğünü, tuttuğunu ve hayatta yaşayanlar gibi bulunduğunu söylemektir. Bu iddia, dinen caiz değildir. Çünkü ölümden sonraki hal, ğaybîdir, yani bilinmeyendir. Allâh’tan başka kimse de onu kesinlikle bilemez. Bu durumda, dînî bir delil olmadığı sürece, ölüler hakkında anlatılan hiçbir şey caiz olmamaktadır.
    Görüldüğü gibi, ne Kur'ân’da ne de Sünnet’e Allâh’ın, ölülerin tasarrufuna dair bir delil yoktur. Bununla birlikte, Kur'ân’da ve Sahih Sünnet’te ölülerin tasarruf edemeyeceğine ait delil ise çoktur.
    Yüce Allah en-Neml süresi 80. âyete ş öyle buyurmaktadır: “Şüphesiz sen ölülere duyuramazsın...”
     Yine, er-Rûm süresi, 52. âyette “Elbette sen ölülere işittiremezsin...”
     Bu ölülerin işitmesi veya işitmemesi, asılını Allâh Teâlâ’dan başka kimsenin bilemediği gayb ve berzah âlemi hallerindendir. Bu yüzden kesin delil olmadan, bir takım görüş ve düşüncelerle bu meseleye dalmak doğru olmaz. Ölülerin işitmediklerine ait delil olacak diğer âyet de şudur:
     Fâtır süresi, 22. âyette de: “Sen kabirde olanlara işittiremezsin!” buyrulmaktadır.
     Rivayet tefsirlerinden et-Taberi tefsirinde bu âyet için şöyle kaydetmektedir:
     “Allâh’ın duymalarını yok ettiği ölülere anlatamazsın.”
     Sahîh Sünnet’te, şu rivâyetler nakledilmektedir: (2)
     Ebû Talha’dan şöyle rivâyet edilmektedir:“Peygamber Bedir Savaşı bitince Kureyş’ten ölen 24 tane soylu kişinin cesetlerinin biraraya toplanmasını emretti. Bunlar Bedir kuyularından pis ve pis şeyleri içine alan bir kuyuya atıldılar. Peygamber, düşman bir kavme galip gelince, oranın açık bir sahasında üç gece kalmak âdetinde idi. Bedir Savaşı’ndan üç gün geçince Peygamber, devesinin getirilmesini emretti. Yol ağırlığı deveye yüklenip bağlandı. Sonra Peygamber yürüdü. Sahâbîler de O’nun arkasından yürüdüler. Birbirlerine: "Herhalde Peygamber bazı ihtiyaçları için gitmektedir." dediler. Nihayet Peygamber, öldürülen Kureyş’in ileri gelenlerinin atıldıkları kuyunun bir tarafında durdu ve onları kendi adlarıyla ve babalarının adlarıyla çağırarak şöyle dedi: "Yâ fulan oğlu fulan, yâ fulan oğlu fulan! Siz Allâh’a ve Rasûlü’ne itaat etmiş olsaydınız, itaatiniz sizleri sevindirir miydi? Biz, Rabbimiz’in bize va’dettiğini gerçek olarak bulduk. Siz de, Rabbiniz’in size va’dettiğini gerçek olarak buldunuz mu?" 
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
1) İbrahim Kafi Dönmez, “Tasarruf”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, Cilt 40, Ankara 2011, s. 118.
2) El-Buhârî , Fethu’l-Bârî, C. VII, s. 242; en- Nesâî, C. I, s. 693;Muslim, C. 8, s. 163-164); Ahmed b. Hanbel, C. III, s. 219-220 ve başka bir yoldan İbn Ömer’den Ahmed b. Hanbel, C. II, s. 31.
~~~~ * ~~~~

     Ebû Talha dedi ki: Ömer: "Yâ Rasûlüllah! Kendilerinde ruhları bulunmayan şu cesetlere ne söylüyorsun?" dedi. Bunun üzerine Rasûlüllah: "Muhammed ’in nefsi elinde olan Allâh’a yemin ederim ki, benim söylemekte olduğum sözleri, sizler onlardan daha iyi işitir değilsiniz." buyurdu.
    Katâde şöyle demiştir: "Allâh onları ayıplamak, küçültmek, azap etmek ve kaçırdıkları fırsatlara yanmaları, yaptıkları zulümlere pişman olsunlar diye Rasûlüllah’ın sözünü onlara duyurmak için Bedir kuyusundaki cesetlere hayat verdi."
     Bu durum Âişe (ra)’ya anlatılınca, o şöyle dedi: "Rasûlüllah o sözüyle şunu söylemiştir: "Onlar şu an onlara söylediğim şeyin gerçek olduğunu biliyorlar." Sonra şu âyeti sonuna kadar okudu: "Sen ölülere işittiremezsin."
     Şu âyet de açıkça müşriklerin Allâh’tan ayrı olarak kendilerine yalvardıkları ölmüş evliya ve mübarek şahısların işitmediğini bildirmektedir:
     "...İşte Rabbiniz Allâh’tır. Mülk O’nundur. O’nu bırakıp da kendilerine yalvardıklarınız ise, bir çekirdek kabuğuna bile sahip değillerdir. Eğer onlara yalvarsanız, sizin yalvarmanızı işitmezler. Faraza işitseler bile, size cevap veremezler. Kıyamet günü de sizin ortak koşmanızı reddederler. (Bu gerçeği) sana, herşeyden haberi olan (Allâh) gibi hiç kimse haber veremez." (Fâtır 13-14)
     Bunun bir benzeri olarak şu âyette de şöyle buyurulmaktadır:
     "Allâh’ı bırakıp kendilerine bir takım dostlar edinenler: Onlara, bizi sadece Allâh’a yaklaştırsınlar diye kulluk ediyoruz, derler." (ez-Zumer, 3)
     Ez-Zumer süresi 3. âyetteki bu “Allâh’a yaklaştırma”ya, el-Mâ’ide sûresi, 35. âyette, “Ey iman edenler! Allah 'tan korkun ve Ona yaklaşmaya yol arayın” (35.) âyeti ile el-İsrâ’ sûresi, “Onların yalvardıkları bu varlıklar, Rablerine vesîle ararlar”(57.) âyetinde “vesîle” denilmektedir.

     B. KUR’ÂN’DA VESÎLE (1)
     Kur’ân’da “vesîle” iki âyette geçmektedir. Bunlardan birinci, el-Mâ’ide sûresi, 35. âyettir. Şöyle buyrulmaktadır:
     “Ey iman edenler! Allah'a karşı gelmekten sakının, ona yaklaşmaya vesîle arayın ve onun yolunda cihâd edin ki kurtuluşa eresiniz.”
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
1) Geniş bilgi için bakınız: İsmail Çalışkan, Kur’ân-ı Kerîme Göre Tevessül ve Vesîle, Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ankara 1992, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi; Mehmet Necmeddin Bardakçı, “Tasavvufi Bir Terim Olarak Tevessül ve Vesile”, Tasavvuf İlmî ve Akademik Araştırma Dergisi, Ankara 1999, s. 33-48; Atilla Yargıcı, “İki Ayet Çerçevesinde Vesile Kavramına Farklı Tefsirlerin Yaklaşımları”, Harran Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, Yıl: 21, Sayı 35, Ocak-Haziran 2016, s. 7-27.
~~~~ * ~~~~

     Âyetteki, Hicrî III./Mîlâdî IX. yüzyılda, Hıristiyan bir aileden gelen, sekizinci imâm Ali er-Rızâ vasıtasıyla müslüman olduğu hemen hemen bütün kaynaklarda belirtilen Ma’rûf el-Kerhî (ö. 200/815 m.)’nin talebelerinden en önde geleni Serî es-Sakatî (ö. 251 h./865 m.)’ye, “Allâh’tan bir şey dilersen Ma’rûf’un hürmetine diyerek iste” nasihatı üzerine, âyetteki “ilk olarak “şeyhler” diye tefsîr edilmiştir. (1)
     Hicrî IV./Mîlâdî X. yüzyılda ise, Et-Taberî (ö. 310 h./922 m.), âyetteki yi, “Allâh’a razı olacağı amellerle yaklaşmak” diye tefsîr ederek, âyetin zâhir tefsîrini yapmıştır. (2)
     Yine, er-Râzî (ö. 313 h./925 m.) âyetteki “Taat ve günahları terk etmekle Allâh’a yaklaşmak diye tefsîr ederek, âyetin “Allâh’ bilmek ve tanımak için bir mürşide ihtiyaç olduğu” şeklindeki tefsiri de, Allâh’ı bilmek ve tanımak için, yani imân için bir mürşidin gerekli olduğunun âyetten anlaşılamayacağını ileri sürerek reddetmiştir. (3)
     Hicrî XII./ Mîlâdî XVIII. yüzyılda, âyetin bâtinî, yani iş’arî tefsîri, Bursa Halvetiye Tekkesi’nin şeyhi İsmâil Hakkı Bursevî (ö. 1137 h./ 1725 m.)’nin, Ruhu’lBeyân adlı tefsîrinde yeniden görülmektedir. Bursevî, âyetteki “Hakiki âlimler ve tarikat şeyhleri” diye tefsîr etmiş ve “vesîle” kelimesinin bâtinî, yani iş’arî tefsîrini yapmıştır. Bu tefsirini de, menkıbe ile delillendirmiştir. Bu menakıb delillerinden birinde, Bursevî şöyle anlatmaktadır: Ebû Yezîd el Bistamî’nin hizmetkarının ölüp de Münker ve Nekir’in sorularına muhatap olduğunda, “Ben Ebû Yezîd el Bistamî’nin kürkünü taşıdım” diyerek onları cevaplamıştır. Burada, el Bistamî, “vesile” olup sorular cevaplanmış olmaktadır. Bursevî sonra da, “Bu gibi misalleri akıldan uzak görme. Çünkü müdakkik insanın cevabı, kendisi ile birlikte gider ve ona kabirde böyle bir azık olur.” demiştir. (4)
     Bursevî’den yaklaşık yüz sene sonra, İbn Acîbe (ö.1224 m.) de tefsirinde, âyetteki “bir şeyhin tahakkümü altına girmek” diye kelimenin bâtinî, yani iş’arî tefsîrini devam ettirmiş ve böylece, şeyhlik ile mürşilik müessesine vurgu yapılarak, insanlar iş’arî tefsirlerle tarikatlara yönlendirilmişlerdir. (5)
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
1) Abdulkerim Kuşeyrî, Kuşeyrî Risalesi, Hazırlayan: Süleyman Uludağ, İstanbul 1991, s. 15. Kuşeyri, Risâle, s. 15.
2) Muhammed b. Cerir Et Taberî, Camiu‟l-Beyan fi Te‟vili‟l-Kur‟an, Muhakkik: Ahmed Muhammed Şâkir, Cilt X, Müessesetü‟r-Risale, 2000, s. 289-292.
3) Muhammed b. Ömer b. El Huseyn er Râzî, Mefâtihu‟l-Gayb, Cilt I, Yayın Yeri Yok, Yayın Tarihi Yok, s. 1651-1652.
4) İsmail Hakkı Bursevî, Ruhu‟l- Beyân, Cilt II, Dâru İhyâi‟t-Turâsi’l-Arabî, Yayın Tarihi Yok, s. 311- 312.
5) Atilla Yargıcı, “İki Ayet Çerçevesinde Vesile Kavramına Farklı Tefsirlerin Yaklaşımları”, Harran Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, Yıl: 21, Sayı 35, Ocak-Haziran 2016, s.16.
~~~~ * ~~~~

     Hicrî IVX./ Mîlâdî XX. yüzyılda Reşit Rızâ (ö. 1354 h./1935 m.), âyetteki; “Allâh’a razı olacağı amellerle yaklaşmak” diye tefsîr ederek, âyetin zâhir tefsîrini yapmıştır. (1)
     Âyetlerde “vesîle”, “Allâh’ın rızasına ulaştıracak, yaklaştıracak ameller ve Hadîslerde ise, “Cennette en yüksek makam” anlamındadır. (2) Tasavvufî çevrede, “vesîle”ye yanlış algı ile, “Allâh’a ulaştıracak vesail” anlamı verilmiştir. Allâh’a vesîle yapmak ortadan kalkmış enbiya ve müttaki salih insanlara tevessül edilmiştir. İnsanlar, doğrudan isteklerini bu şahıslardan ve kabirlerinden talep etmeye başlamışlardır. Habuki Hz. Muhammed s.a.v. “dua ibadetin ta kendisidir” buyurmaktadır. Aynı zamanda Kur’anda, “Allah ile birlikte başka birisine dua etmeyin”, “Allah‟ın dışında kendilerine dua ettiğiniz, sizin gibi kullardan başka bir şey değildir” ve “Allah‟ın dışında dua ettiğiniz kimseler, hiçbir şeye malik değillerdir. Siz onlara dua ettiğinizde sizin çağrınıza, duanıza kulak vermezler. Duysalar da cevap veremezler. Kıyamet gününde de sizin onları Allah’a şirk koştuğunuzu inkar ederler”gibi ayetler bulunmaktadır. (3)
     Vesîle ile ilgili Kur’ân’daki ikinci âyet ise, 17. el-İsrâ’ sûresi, 57. âyettir. Bu âyette de şöyle buyrulmaktadır:
     “Onların yalvardıkları bu varlıklar, ‘hangimiz daha yakın olacağız’ diye Rablerine vesile ararlar. Onun rahmetini umarlar, azabından korkarlar. Çünkü Rabbinin azabı gerçekten korkunçtur.”
     Buhari’de zikredilen İbn Mes’ud rivayetini göre, ayetin nüzul sebebi şudur: Araplardan bir kısmı bir grup cine ibadet ediyordu. Bu cinler Müslüman oldular ama ona ibadet edenler bunun farkına bile varmamışlardı. İşte ayet bunun üzerine nazil oldu. Ayetin ikinci nüzul sebebi olarak da yine İbni Mes’uddan arap müşriklerinin bazılarının meleklere ibadet etmelerini zikretmektedir. İbni Abbas ve Mücahid, Uzeyir ve İsa’ya tapanlarla ilgili nazil olduğunu bildiriyor. Bunlar Allah’a yaklaşmak isteyen varlıklardır. Kuşeyrî (ö. 465 h./ 1072 m.), onların ibadet ettikleri varlıkların, yani melekler, İsa ve Üzeyir gibi varlıkların kendilerine bir fayda ve zarar verecek güce sahip olmadıklarını, onların hepsinin Allah’a itaat ederek, ihsanını ümit ederek, rahmetini arzu ederek ve azabından korkarak O’na yaklaşmaya çalışan varlıklar olduğunu, bu tür varlıkların insanlardan belaları kaldırmaya güç yetiremeyeceklerini bildirmektedir.
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
1) Et Taberî, Camiu’l-Beyan fi Te’vili’l-Kur’an, c. X, s. 289-292.
2) Muhammed Reşit b. Ali Rıza b. Muhammed, Tefsuru’l-Kur’ani’l-Hakim,(Menâr Tefsiri), Cilt VI, el Kâhire 1995, s. 306.
3) Muhammed Reşit b. Ali Rıza b. Muhammed, Tefsuru’l-Kur’ani’l-Hakim,(Menâr Tefsiri), el-Kahire, 1995, VI, 307-308.
~~~~ * ~~~~

     Sünnet’te ise, ezandan sonra yapılan duada, cümlesinde, “Allah’ım Muhammed,
sallallahu aleyhi ve sellem’e vesîle ver!” denilirken, buradaki “vesîle” kelimesi, “kendisiyle bir şeye ulaşılan, yaklaşılan şey” anlamındadır. (1) Görüldüğü gibi, Kur'an-ı Kerimde vesîle kavramının geçtiği birinci âyet, "vesîle"yi Allah'ın rızasını kazanmak, Allah'a yakınlığa sebep olan şeyler, kendisi ile Allah'a yakınlaşılan ibadet ve taatlar ile terk edilen kötü davranışlar olmaktadır. İkinci âyeti ise, Hıristiyan ve Yahudiler ile diğer müşriklerin ilah diye yalvardığı İsa, Meryem, Uzeyr, melek, ve cin gibi mahlukların da Allah'a yakınlık için vesîle aramalarına rağmen, o müşriklerin bunların ilah olduğunu nasıl düşünebildiği sorgulanmakta, Allah'ın dışında, putları vesile edinmenin uygun olmadığı ifade edilmektedir.
     Kur'an'da olduğu gibi, Hz. Peygamber'in hadislerinde de tevessül ile ilgili sahih haberler mevcuttur. Kur'an'da mümkün görülen salih amelle vesîleye ek olarak, hadislerde şahısların da vesîle olabileceğine yer verilmiştir: (2)
     Hz. Peygamber umre için kendisinden izin isteyen Hz. Ömer'e; “Bizi de duadan unutma kardeşim" demiştir.
     Mağara hadisi olarak bilinen hadiste Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
     "Sizden evvelki gelip geçen ümmetlerden üç kişilik bir topluluk yürüyüp giderlerken birden kendilerini bir yağmur yakaladı. Hemen bir mağaraya sığındılar. Akabinde mağaranın çıkışı, büyük bir kaya ile bunların üzerine kapandı.
     Bunlar birbirlerine: Şu muhakkak, vallahi ey şu mağara içinde bulunanlar! Sizi buradan doğruluktan başka bir şey kurtaramaz. Onun için sizden her bir kişi doğru söylediğini bildiği bir şeyle Allah’a dua etsin, dediler.
     Bunlardan birisi: Ey Allahım! Katî olarak bilmeklesin ki benim ücretli bir işçim vardı, o bana üç sa' ölçeği pirinç karşılığı çalışıyordu. Bu işçi hak ettiği ücreti almadan bırakıp gitti. Ben bu ücret pirincini alıp ektim ve iyi mahsul oldu. Onu satıp parasıyla bir sığır satın aldım . Bir müddet sonra o işcçi bana gelip ücretini istedi. Ben de ona: Şu sığırları alıp önüne kat da sürgit, dedim. O kişi: benim, senin yanında üç sa' ölçeği pirinç hakkım var, dedi. Ben yine ona: Şu sığırları al. Zira onlar senin o üç sa' ölçeği pirincin ücretinden çoğaldılar, dedim. İşçi onları sürüp gitti. Ey Allahım, Sen bilmeklesin ki, ben bunu. senin haşyetinden ötürü böyle yaptım. Onun hatırına bizden şu kayayı. aç! diye dua etti. Kaya onların üzerinden biraz açıldı.
     Diğer biri de: Ya Allah! Şüphesiz Sen bilmektesin ki, benim ihtiyar anamla babam vardı. Ben her gece bunlara koyunlarımın sütünden getirip içirirdim. Bir gece bir engel sebebiyle bunlara süt getirmekte geciktim. Geldiğim de bunlar uyumuşlardı. Ailem ve çocuklarım açlıktan feryat ediyorlardı. Fakat ben, annem ve babamı süt içmeden çocuklarıma içiremezdim. Ancak onları uyandırmaya da kıyamadım. Süt tasını bırakayım da onlar uyanınca içsinler de diyemedim. Süt tası elimde sabaha kadar bekledim. Allahım, Sen bilmektesin ki, ben bunu sırf senin haşyetinden dolayı yaptım. Bizden bu sıkıntıyı gider! dedi. Akabinde kaya biraz daha açıldı, hatta gökyüzünü bile gördüler. 
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
1) İbn Manzur, Ebû’l-Fadl Cemâluddin Muhammed b. Mükrem, Lisanu’l-Arab, Cilt XI, Dâru Sadır, Beyrût, Tarih Yok, s. 724, Muhammed b. Muhammed b. Abdi’r-Rezzak el Huseynî, Tacu‟l-Arûs min Cevâhiri‟l-Kamûs, Cilt XXXI, Dâru’l Hidaye, Yayın Yeri Yok, Tarih Yok, s. 75, Muhammed b. Ebi Bekr b. Abdi’l-Kâdir er Razi, Muhtaru‟s-Sıhah, 1995 Beyrut, s. 740, İbrahim Mustafa ve arkadaşları, el Mu’cemu’l-Vasit, Cilt II, Tarih Yok, Yayın Yeri Yok, s.1032.
2) Mehmet Necmeddin Bardakçı, “Tasavvufi Bir Terim Olarak Tevessül ve Vesile”, Tasavvuf İlmî ve Akademik Araştırma Dergisi, Ankara 1999, s. 35-48.
~~~~ * ~~~~

     Üçüncüsü de: Ya Allah! Sen kesin olarak biliyorsun ki, benim bir amcakızım vardı. O bana insanların en sevgilisi idi. Ona sahip olmak istedim, fakat o benden çekindi. Ancak kendisine yüz dinar getirmemi söyledi. Ben bu yüz altını zar zor kazandım ve kendisine getirip verdim. O da kendini bana teslim etti. Ben o yasak fiili tanı işleyeceğim sırada kız, Allah’tan kork! Yaratıcı kudretim bekaret mührünü bozma. O mühür ancak bir hakla, yani nikahta açılır, dedi. Bu sözü üzerine ben üstünden kalktım, yüz dinarı da ona bıraktım. Şüphesiz Sen bilmektesin ki, ben bunu ancak Senden korktuğum için böyle yaptım. Bu kaya belasından bizi kurtar! dedi.
     Bu dua biter bitmez Allah Teala mağaranın önünü açtı, onlar da çıkıp gittiler."
     İslam bilginleri tevessül konusunda farklı görüşler taşımakla birlikte, üç çeşit vesile anlayışını kabul etmektedirler: Birincisi, “Allah'ın güzel isim ve sıfatları; ikincisi, “salih ameller”; üçüncüsü ise, “takva sahibi iyilerin duası”dır. Bunların dışındaki tevessül ise, tartışmalıdır. Tartışmalı tevessülü, kabul etmeyenler konuya itikadî açıdan, kabul edenler ise konuya tasavvufi açıdan yaklaşmaktadır. Tartışmalı tür tevessüllerden biri de, “şahısla yani zatla yapılan tevessül” olmaktadır. Zatla yapılan tevessül, hem itikadî ve hem de tasavvufi açıdan yaklaşanlarca, farklı yorumlamalara rağmen kabul görmüştür. Ancak, zatla yapılan tevessülde, kabirdeki ölüleri vesîle edinme hususunda, çok sert tartışmalar meydana gelmiştir. Çünkü, bu tür tevessülde tevhid inancı yok olmakta ve şirke düşülmektedir. Ölmüş insanları vesile edinerek, yardım sağlama düşüncesini kabul edenler, “ruhun ölümsüzlüğü”nü ileri sürüp, düşüncelerini ve yaptıkları hareketleri desteklemek için âyet ve hadislerden delil getirmeye çalışmaktadırlar. Ancak, ruhun hakikat ve mahiyeti hakkında bir açıklamama yoktur. Bu konuda, Allah Teala sadece "De ki ruh, Rabbimin emrindendir. " anlamındaki ayetten başka bir şey bildirmemiştir.
     Ölmüş insanları vesile edinmeyi kabul etmeyenler ise, ilgili ayet ve hadislerden hareket ederek onları vesile edinip faydalanmayı doğru bulmamaktadırlar. Onlara göre peygamberler, şehidler ve salih kişiler, Allah katında özel bir yaşamdadırlar. Bu özel yaşam, onların tasarrufta bulunduğuna bir delîl teşkil etmemektedir. Çünkü, ölen kişilerin dünya ile bağları kesilmiştir.
     İslam tasavvufunun sistemleştiği Hicrî III. ve V./ Milâdî IX. ve XI. yüzyıllarda, sûfîlerde Allah'a yakınlık için salih arneller vesîle olmaktadır. Allah ile kul arasına başka vesîle konulması, Allah'tan uzaklık sayılmaktadır. Şeyh mürid ilişkisinde ise vesîle, müridin Allah'ın murakabesi altında bulunduğu şuurunu canlı tutulması olmaktadır.
     Tarikatların ortaya çıktığı, Hicrî VI. ve VII../ Milâdî XII. ve XII. yüzyıllarda pirlerin ve şeyhlerin Allah'a yaklaşmak için vesîle kabul edildiği görülür. Onlara göre irşad makamındaki şeyhin diri ya da ölmüş olması arasında fark yoktur. Nitekim Nakşibendiyye tarikatının kurucusu Muhammed Bahaeddin Nakşibend (ö. 791 h./1389 m.)'in irşadını Abdülhâlık Gucdüvânî (ö. 617 h./1220 m.)'nin ruhaniyeti ile, üveysî olarak tamamladığı belirtilir. Üveysllik; ya doğrudan Hz. Peygamber'in ruhu ve maneviyatı tarafından terbiye edilen velîyi; ya da daha önce yaşamış ve ölmüş bir mürşidin ruhaniyetinden feyz alıp bunlarla kalbi bir irtibat kurarak ona ait halin kendisine de geçeceğine inanmayı ifade etmektedir.
     Tarikatlar arasında 5. el-Mâ’ide süresi 35. âyetinde geçen ''Ona yaklaşmaya vesîle arayın" buyruğundaki "vesîle"yi “mürşid” olarak yorumlamışlardır. Bir mürid şeyhinden veya tarikat pirlerinden "Ya şeyh! Beni kurtar" diye imdat beklerse, isteğini Allah'a arzetmiş sayılır.
     Tevessülü kabul etmeyenler salih arneller ve iyi şahısların duaları Allah'a yakınlaşma ya vesile olmakla beraber, insanlar ve özellikle ölüler vesîle olamazlar, demişlerdir. Çünkü ölülerin dünya ile ilgileri kesilmiş olduğundan her hangi bir tasarrufları söz konusu değildir. Kendisine faydası olmayan bir ölünün başkalarına da faydası olamaz.
     Tevesülü kabul etmeyenler, 5. el-Mâ’ide süresi 35. âyetinde geçen ''Ona yaklaşmaya vesîle arayın" buyruğunda maksat, “Allah'a iman ve O'na itaattir” demişlerdir. Dua ve ibadetlerle tevessül edilebileceği gibi, peygamberlerin ve salih kişilerin başkaları için yapacakları dualar da makbuldür. Çünkü sahâbe Hz. Peygamber'in duasını vesîle edinmiştir. Ancak, sahabe Hz. Peygamber'in vefatından sonra, kabrine gidip onu vesîle edinmemiştir, Onlara göre, salih arnelleri vesîle edinmek mağara hadisinde geçtiği üzere meşrûdur. Bu görüşte olanlara göre, sûfilerin ölülerin tasarrufta bulunabileceğine dair söyledikleri sözlerin aslı yoktur. Zira onlar ölüdür. Ruhları bağlanmış, amelleri kesilmiştir. Kendisine faydası olmayan bir ölünün başkasına nel faydası olabilir. Bunun keramet cinsinden olduğunu söylemek ise mugalatadır. Keramet, Allah'ın velisine ikram ettiği bir lütuf ve ihsandır. Velinin bunda hiçbir müdahalesi yoktur.
     Onlara göre, Kur'an'da ve hadislerde bununla ilgili bir çok delil vardır. Allah Teala şöyle buyurur: "Hiç kimseden şefaat kabul olunmaz.” ''Artık şefaatçilerin şefaati onlara fayda vermez. " Hz Peygamber de "Yakın akrabalarını uyar" ayeti nazil olduğunda akrabalarını toplamış ve; "Ey Haşimoğulları! Kendinizi ateşten koruyun. Ey Abdülmuttalib oğulları! Kendinizi ateşten koruyun. Ey Fatıma! Kendini cehennem ateşinden koru. Zira ben sizin için Allah 'ın rahmetinin dışmda bir şey yapmaya malik değilim. "buyurmuştur.
     Bu gruptaki alimlere göre, ayet ve hadislerden anlaşıldığı üzere, insanlarla Allah'a tevessül düşüncesi yanlıştır ve sapıklıktır, sağlam bir iman olduktan sonra başka insanlara ihtiyaç yoktur, insanların vesile olacağını zannedenler, akıllarını vehimlere ve batı! Düşüncelere teslim etmişler, bid'atlara dalmışlar, şeyhlerini vesile edinme bid'atini işleyerek ve onları Allah'a yakınlık vesilesi zannederek sapıklığa düşmüşlerdir.
     Âyet ve hadislerden anlaşıldığı üzere, insanlarla Allah'a tevessül düşüncesi yanlıştır ve sapıklıktır, insanların vesile olacağını zannedenler, akıllarını vehimlere ve bâtıl düşüncelere teslim etmişler, bid'atlara dalmışlar, şeyhlerini vesile edinme bid'atini işleyerek ve onları Allah'a yakınlık vesilesi zannederek sapıklığa düşmüşlerdir.

     Sonuç
     İşte, Kur'ân’ı en güzel tefsir eden, sadece Kur'ân ve sünnettir. Bu yüzden belirtilen âyetlerin hükmünü kabul etmek kaçınılmaz olmaktadır.
     Bu âyet ve hadislerden anlaşıldığı üzere, insanlarla Allah'a tevessül düşüncesi yanlıştır ve sapıklıktır, insanların vesile olacağını zannedenler, akıllarını vehimlere ve bâtıl düşüncelere teslim etmişler, bid'atlara dalmışlar, şeyhlerini vesile edinme bid'atini işleyerek ve onları Allah'a yakınlık vesilesi zannederek sapıklığa düşmüşlerdir.
     Kur'ân ve Sahîh Sünnet’e göre ölüler de işitmezler. Bu meselede esas olan da budur. Usûl-i Fıkıh’daki: "Özel durum, genel durumdan ayrı tutulur." kuralına göre, bu esasa aykırı rivâyet edilen, Resûlullah’ın benim söylemekte olduğum sözleri, sizler onlardan daha iyi işitir değilsiniz hadisi ile "Ölü, defnedenler ayrıldıklarında, onların ayak seslerini işitir." hadisini istisna tutmak gerekir. Yine Rasûlüllah (sav)’ın, “Selâm verenlerin selâmını doğrudan kendisinin almadığı da şu rivâyette bildirilmektedir: “Allâh’ın yeryüzünde dolaşan melekleri vardır. Ümmetimin selâmını bana ulaştırırlar.”
     "Fethu’l-Kadîr", "Hidâye", "Durru’l-Muhtâr" gibi Ebû Hanife ve O’nun talebelerinin fetvalarında: Ölü, ruhunu teslim ettikten sonra Hz. Aişe (ra)’nın da dediği gibi işitmez. Bunun böyle olduğunu diğer mezhepler, Mâlikîler, Şâfi’îler ve Hanbeliler de kabul etmişlerdir.
     İşitmediği savunulan ölülerin, şehidler dışındaki ölüler olduğu kabul edilmelidir. Çünkü gelen haberlere göre genel olarak şehidler, diğer ölülerden ayrıcalıklı olarak Allâh katında diri oldukları için işitirler. Ancak burada, söz konusu olan diriliğin kabirde değil, Allâh katında olduğu aşikârdır. Bu, Mesrûk yoluyla gelen hadiste de açıkça şöyle geçmektedir:
     "O dedi ki: "Abdullah b. Mes’ûd’a bu âyetin mânâsını sorduk. Dedi ki: Biz de bu sorunun aynısını Rasûlüllâh (sav)’e sorduk ve dedi ki: "Şehidlerin ruhu yeşil kuşların içindedir. Arşta bu kuşlar için asılı kandiller vardır. Cennette diledikleri yerde dolaşırlar, sonra bu kandillerde gecelerler…"" Müslim ve diğerleri rivayet etmiştir.
     O halde;
     Melekler, kendilerinden hiç kimse istemeksizin mü’minler için durmadan mağfiret dilediklerinden, meleklere yalvarmak caiz değildir.
     Vefat etmiş peygamberler ve salih kullara yalvarmamız ve onlardan dua ve şefaat talep etmemiz de iki sebepten dolayı caiz olmamaktadır. Bunlardan birincisi; onlar, kendilerinden talep olunmasa bile, bu konuda Allâh Teâlâ’nın kendilerine Uluslararası Yanlış Algılar ve Doğru İslam Sempozyumu Bildirileri 587 emrettiğini yerine getirirler; kendilerinden talep olunduğunda da, emrolunmadıklarını yapmazlar. Dolayısıyla onlardan istekte bulunmanın hiçbir faydası yoktur. İkincisi ise: Bu durumda onlara yakarma ve onlardan şefaat dileme, onlarla şirke düşmeye neden olur; bu vaziyette de böyle bir tehlike vardır.
     Buna göre, vefat ettikten sonra peygamberden veya evliyalardan yardım, şefaat vb. şeyleri istemek caiz değildir, çünkü bu şirktir veya insanı şirke götürür.
 
bus

24 Ağustos 2021 Salı

T.C. GENÇLİK VE SPOR BAKANLIĞI PERSONEL GENEL MÜDÜRLÜĞÜ 4346 SÜREKLİ İŞÇİ ALIM DUYURUSU

T.C. GENÇLİK VE SPOR BAKANLIĞI
PERSONEL GENEL MÜDÜRLÜĞÜ
4346 SÜREKLİ İŞÇİ ALIM DUYURUSU

     4857 sayılı İş Kanunu, 2 sayılı Genel Kadro ve Usulü Hakkında Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi, Kamu Kurum ve Kuruluşlarına İşçi Alınmasında Uygulanacak Usul ve Esaslar Hakkında Yönetmelik ile Kamu Kurum ve Kuruluşlarına Eski Hükümlü veya Terörle Mücadelede Malul Sayılmayacak Şekilde Yaralananların İşçi Olarak Alınmasında Uygulanacak Usul ve Esaslar Hakkında Yönetmelik hükümleri çerçevesinde Türkiye İş Kurumu (İŞKUR) aracılığı ile Bakanlığımız taşra teşkilatında istihdam edilmek üzere ek listede dağılımı gösterilen Temizlik Görevlisi ile Güvenlik Görevlisi meslek kollarında sürekli işçi alımı yapılacaktır.

     I- BAŞVURU ŞARTLARI
     A- GENEL ŞARTLAR
     a) 657 sayılı Devlet Memurları Kanunu'nun 48’inci maddesinde belirtilen şartları taşımak.
     b) 2527 sayılı Türk Soylu Yabancıların Türkiye'de Meslek ve Sanatlarını Serbestçe Yapabilmelerine, Kamu, Özel Kuruluş veya İşyerlerinde Çalıştırılabilmelerine İlişkin Kanun hükümleri saklı kalmak kaydıyla Türk vatandaşı olmak.
     c) 18 yaşını tamamlamış olmak (23.08.2003 ve öncesi doğumlu olmak).
     d) Affa uğramış olsa bile Devletin güvenliğine karşı suçlar, anayasal düzene ve bu düzenin işleyişine karşı suçlar, millî savunmaya karşı suçlar, Devlet sırlarına karşı suçlar ve casusluk, zimmet, irtikâp, rüşvet, hırsızlık, dolandırıcılık, sahtecilik, güveni kötüye kullanma, hileli iflas, ihaleye fesat karıştırma, edimin ifasına fesat karıştırma, suçtan kaynaklanan malvarlığı değerlerini aklama veya kaçakçılık suçlarından mahkûm olmamak.
     e) Özel kanun veya diğer mevzuatta yer alan şartları taşımak.
     f) Kamusal hakları kullanmaktan yoksun bırakılmamış olmak.
     g) Güvenlik soruşturması ve/veya arşiv araştırması olumlu sonuçlanmak.
     h) Erkek adaylar için askerlik ile ilişiği olmamak (yapmış olmak, tecilli veya muaf olmak).
     i) Herhangi bir sosyal güvenlik kurumundan emeklilik, yaşlılık veya malullük aylığı almamak.
     j) Görevini devamlı yapmaya engel hastalığı bulunmamak.
     k) Tam zamanlı ve vardiyalı çalışmaya engel durumu bulunmamak.
     l) Başvurduğu kadronun bulunduğu il sınırlarında ikamet etmek.
     m) Başvuru yaptığı kadro için aranan cinsiyet şartını taşımak.

     B- ÖZEL ŞARTLAR
     1) Güvenlik Görevlisi meslek kolu için;
     a) 35 yaşından gün almamış olmak (27.08.1986 ve sonrası doğumlu olanlar)
     b) En az ortaöğretim (lise ve dengi) öğrenim düzeyine sahip olmak.
     c) Başvurunun son günü (27 Ağustos 2021) itibarıyla geçerlilik süresi bulunan silahsız özel güvenlik görevlisi kimlik kartına sahip olmak.

     2) Temizlik Görevlisi meslek kolu için;
     a) En az ortaöğretim (lise ve dengi) öğrenim düzeyine sahip olmak.
     Adayların Türkiye İş Kurumu’nda (İŞKUR) ilan edilen işgücü taleplerinde belirtilen son başvuru tarihi (27 Ağustos 2021) itibarıyla aranan şartlara haiz olması gerekmektedir.

     II- BAŞVURU ŞEKLİ, YERİ VE TARİHİ
     1) Başvuru şartlarını taşıyan adaylar 23 – 27 Ağustos 2021 tarihlerinde esube.iskur.gov.tr internet adresinden "İş Arayan" linki üzerinden TC kimlik numarası ve şifre ile giriş yaparak başvuru yapabilecektir. Ayrıca hizmet noktalarından ve Alo 170 hattı üzerinden de başvurular yapılabilecektir.
     2) Her aday, Türkiye İş Kurumu’nda (İŞKUR) yayımlanan listede bir işyeri ve bir meslek koluna başvuru yapabilecektir.
     3) Başvurularda kişilerin Adrese Dayalı Nüfus Kayıt Sisteminde kayıtlı olan birinci yerleşim yeri adresi dikkate alınacaktır. Başvuru süresi içerisinde ikametini talebin karşılanacağı yere taşıyan adayların başvurusu kabul edilmeyecektir. İkamet değişikliği ile ilgili olarak, Adrese Dayalı Nüfus Kayıt Sisteminden yapılan sorgulamada Nüfus Müdürlüğünde işlemin yapıldığı tescil tarihi esas alınacaktır. İkametini talebin karşılanacağı yer içerisinde değiştiren adayların Nüfus Müdürlüklerinden alacakları Adres Bilgileri Raporunu başvuru süresi içerisinde Türkiye İş Kurumu (İŞKUR) birimlerine ibraz etmeleri halinde ilgili ilana başvuruları alınabilecektir.
     4) Bu duyuruda belirtilen esaslara uygun olmayan başvurular kabul edilmeyecektir.
     5) Başvuru işleminin hatasız, eksiksiz ve duyuruda belirtilen hususlara uygun olarak yapılmasından adayın kendisi sorumlu olacaktır.

     III- BAŞVURULARIN DEĞERLENDİRİLMESİ, KURA ÇEKİMİ VE BELGE TESLİM İŞLEMLERİ
     1) Temizlik Görevlisi ile Güvenlik Görevlisi kadroları için Türkiye İş Kurumu’nun (İŞKUR) esube.iskur.gov.tr internet adresi üzerinden başvuran ve talep şartlarına uyan başvuru sahiplerinin tamamının yer aldığı listeler Bakanlığımıza gönderilecektir.
     2) Türkiye İş Kurumu (İŞKUR) tarafından gönderilen ve kura çekimine dahil olacak nihai listede yer alan adayların tamamının yer aldığı listeler esas alınmak suretiyle açık iş sayısının 4 (dört) katı kadar asıl ve aynı sayıda yedek aday için noter huzurunda kura çekimi yapılacaktır.
     3) Türkiye İş Kurumu (İŞKUR) tarafından kura çekimi yapılmak üzere gönderilen listede yer alan adayların, kura çekimi 15 Eylül 2021 Çarşamba günü yapılacaktır. Kura çekim yeri daha sonra Bakanlığımız internet sitesinde yayımlanacaktır.
     4) Kura çekimi noter huzurunda gerçekleştirilecektir. Adaylar istemeleri halinde kura çekimini izleyebilecektir.
     5) Noter huzurunda gerçekleştirilecek kura çekimi sonucunda belirlenen asıl adaylar daha sonra ilan edilecek tarihlerde başvurmuş oldukları meslek kolu için aranan şartları taşıdıklarını belgeleyen evraklarını başvuru yapmış oldukları kadronun bulunduğu Gençlik ve Spor İl Müdürlüğüne şahsen teslim edeceklerdir.

    Güvenlik Görevlisi meslek kolu için teslim edilmesi gereken belgeler;
     a) En az Ortaöğretim (lise ve dengi) öğrenim düzeyine sahip olduğunu gösterir diploma veya mezuniyet belgesi,
     b) Başvurunun son günü (27 Ağustos 2021) itibarıyla geçerlilik süresi bulunan silahsız özel güvenlik görevlisi kimlik kartı,
     c) Beyan formu (Gençlik ve Spor İl Müdürlüklerince belge teslimi esnasında temin edilecektir.)

     Temizlik Görevlisi meslek kolu için teslim edilmesi gereken belgeler;
     a) En az Ortaöğretim (lise ve dengi) öğrenim düzeyine sahip olduğunu gösterir diploma veya mezuniyet belgesi,
     b) Beyan formu (Gençlik ve Spor İl Müdürlüklerince belge teslimi esnasında temin edilecektir.)

     6) İl Müdürlüğü Sınav Kurulu tarafından teslim alınan belgeler incelendikten sonra belirlenen şartları taşıdığı tespit edilen ve sözlü sınava katılmaya hak kazanan nihai listede yer alan adaylar Bakanlığımız (www.gsb.gov.tr) internet sitesinde ilan edilecek olup adaylara ayrıca yazılı tebligat yapılmayacaktır.

      IV- SÖZLÜ SINAV İŞLEMLERİ
     1) Kura çekimi sonrası sözlü sınava girmeye hak kazanan adaylar Bakanlığımızca belirlenecek tarihlerde sözlü sınava alınacaktır.
     2) Sözlü sınav yeri ve tarihleri Bakanlığımız (www.gsb.gov.tr) internet sitesinde daha sonra ilan edilecek olup ayrıca yazılı tebligat yapılmayacaktır.
     3) Sözlü sınavda adaylar; sınav kurulu üyelerinin her biri tarafından;
     a) Görevin gerektirdiği mesleki bilgi ve beceri, (30 puan)
     b) Genel kültür, (30 puan)
     c) Bir konuyu kavrayıp özetleme, ifade yeteneği ve muhakeme gücü, (20 puan)
     d) Liyakati, temsil kabiliyeti, tutum ve davranışlarının göreve uygunluğu, (20 puan) konularından 100 puan üzerinden değerlendirmeye tabi tutulacaktır. Sınav kurulu üyelerinin vermiş olduğu puanların aritmetik ortalaması esas alınmak suretiyle sözlü sınav puanı belirlenecektir.
     4) Sözlü sınavda; görevin gerektirdiği mesleki bilgi ve beceri ile genel kültür alanında adaylara sözlü olarak soru sorma yöntemi ile sorular yöneltilecektir. Mesleki bilgi ve beceriye ilişkin konularda ise yürütmekle yükümlü olacakları vazifelerdeki yetkinliklerini ölçmeye yönelik ve eğitim düzeylerine uygun olarak yapılacak değerlendirme esas alınacaktır.
     5) Sözlü sınavda başarılı sayılmak için, 100 tam puan üzerinden en az 70 puan alınması gerekmektedir.
     6) Adaylar sözlü sınava gelirken kimlik belgelerinden birini (Nüfus cüzdanı veya pasaport) yanlarında bulunduracaklardır. Kimlik belgesi bulunmayan adaylar sınava alınmayacaktır. Nüfus cüzdanı veya pasaport dışında başka bir belge kimlik belgesi olarak kabul edilmeyecektir.
     7) Sözlü sınava girmeye hak kazandığı halde ilan edilen sınav tarihlerinde sınava katılmayan adaylar sınav hakkını kaybetmiş sayılacaktır. Bu durumdaki adaylara ikinci bir sınav hakkı verilmeyecektir. Ancak mücbir sebeple sözlü sınava katılamayacak olunması halinde belirlenen sınav tarihleri içerisinde olmak kaydıyla adaylar için sözlü sınav tarihinde değişiklik yapılabilecektir.
     8) Bakanlık sözlü sınav yeri ve tarihleriyle ilgili değişiklik yapma hakkına sahiptir.
     9) Sözlü sınav esnasında tutulacak tutanaklar dışında sesli veya görüntülü herhangi bir kayıt yapılmayacaktır.
     10) Sözlü sınava ilişkin duyuru daha sonra Bakanlığımız internet sitesinde yayımlanacak olup adaylara ayrıca tebligat yapılmayacaktır.

     V- DEĞERLENDİRME VE BAŞARI SIRALAMASI
     1) Sözlü sınavda başarılı sayılabilmek için sınav kurulu üyelerinin her birinin ayrı ayrı verdikleri puanların aritmetik ortalamasının en az 70 (yetmiş) puan olması gerekmektedir.
     2) Başarı sırasının belirlenmesinde, sözlü sınav puanı esas alınacaktır. Başarı listesi sözlü sınav puanı en yüksek adaydan başlanarak cinsiyete göre her bir kadro için ilan edilen kontenjan sayısına göre belirlenecektir.
     3) Başarı puanı en yüksek olan adaydan başlanmak suretiyle ilan edilen kontenjan sayısı kadar asıl aday ve kontenjan sayısı kadar yedek aday tespit edilecektir.
     4) Sözlü sınav puanların eşit olması halinde sırasıyla öğrenimi daha yüksek olana ve doğum tarihi önce olana öncelik verilecektir.
     5) Asıl veya yedek sıralamaya giremeyen adaylar için sözlü sınavda 70 (yetmiş) ve üzerinde puan almış olmak, müktesep hak teşkil etmeyecektir.
     6) Yapılan sözlü sınav sonucunda asıl ve yedek olarak başarılı olan adaylar; Bakanlığımız (www.gsb.gov.tr) internet sitesinde ilan edilecek olup, adaylara ayrıca yazılı tebligat yapılmayacaktır.
     7) Sınavda başarılı olup da işe başlamayanlar ile atandıktan sonra herhangi bir sebeple işten ayrılanların yerine, yedek listenin ilk sırasındaki kişiden başlamak suretiyle bir sonraki alım ilan tarihine kadar yerleştirme yapılacaktır.

     VI- SINAV SONUÇLARI ve İTİRAZ
     1) Sözlü sınav sonuçları ile ilgili duyurular Bakanlığımız internet sitesinde daha sonra ilan edilecek olup adaylara ayrıca yazılı tebligat yapılmayacaktır
     2) Adaylar tarafından sınav sonuçlarına ilişkin olarak, sonuçların açıklanmasından itibaren 3 (üç) iş günü içinde Sınav Kuruluna şahsen itiraz yapılabilecektir.
     3) Yapılan itirazlar, sınav kuruluna ulaştıktan sonra 5 (beş) iş günü içinde Sınav Kurulunca karara bağlanarak nihai karar itiraz sahibine iadeli taahhütlü posta ile bildirilecektir.
     4) T.C. Kimlik numarası, adı, soyadı, imza ve adresi olmayan dilekçe, e-mail ve faksla yapılan itiraz ile süresi geçtikten sonra yapılan itirazlar dikkate alınmayacaktır.

     VII- GÖREVE BAŞLAMA İŞLEMLERİ
     1) Başarı puanı en yüksek olan adaydan başlanmak suretiyle cinsiyete göre ilan edilen her bir kadro sayısı kadar adayın, başvurduğu kadroya yerleştirmesi yapılacaktır.
     2) Göreve başlamaya hak kazanan adaylara ilişkin duyurular Bakanlığımız internet sitesinde daha sonra ilan edilecektir.
     3) Göreve başlamaya hak kazanan adaylar ilgili il müdürlüklerine istenilen belgeleri daha sonra belirtilecek tarihe kadar şahsen teslim edeceklerdir. Posta, kargo veya kurye ile yapılacak başvurular dikkate alınmayacaktır. Ancak fiilen askerlik görevinde bulunanlar ile hastalık veya doğum mazereti nedeniyle belgelerini teslim etmeye gidemeyecek durumda olanlar (durumlarını belirten askerlik belgesi, doğum raporu veya hastalık raporu ibraz etmeleri kaydıyla) belgelerini yakınları aracılığıyla teslim edebileceklerdir.
     4) Belgeleri teslim alınan adayların, Güvenlik Soruşturması ve/veya Arşiv Araştırmasının sonuçlanmasını müteakip yazılı tebligat yapılmak suretiyle göreve başlamaları sağlanacaktır.
     5) Doğum, hastalık, askerlik vb. nedenlerle gelemeyecek durumda olanların; bu durumlarını belgelendirmeleri halinde kanuni mazeretlerinin sona ermesini takiben göreve başlamaları sağlanacaktır.
     6) Ataması yapıldığı halde göreve başlamayanların, atandıktan sonra herhangi bir sebeple işten ayrılanların, belirtilen süre içerisinde belge teslim etmeyenlerin/feragat edenlerin veya başvuru şartlarını taşımadığı tespit edilenlerin yerine bir sonraki alım ilan tarihine kadar yedek listeden atama yapılacaktır.
     7) Adaylar belirlenecek olan süre içerisinde hizmet sözleşmesini imzalayacak ve 15 (on beş) gün içerisinde fiilen göreve başlayacaklardır. Süresi içinde geçerli mazereti olmadan göreve başlamayan adaylar hakkından feragat etmiş sayılacaktır.
     8) Asıl listede yer alanlardan göreve başlama işlemlerinin yapılması için geçerli bir mazereti olmadığı halde başvurmayanlar ile gerekli şartları taşımadığı sonradan anlaşılanlar göreve başlatılmayacaktır. Bu adaylar için sınav sonuçları kazanılmış hak sayılmayacaktır.
     9) Yedek adaylar, ihtiyaç olması halinde herhangi bir nedenle boş kalacak olan kadroya, aynı usul ile başarı sırasına göre sınav sonuçlarının geçerlilik süresi içinde göreve başlatılabilecektir. Sınav sonuçları müteakip yeni sınav duyurusu ilan edilene kadar geçerli olacaktır.
     10) İşe alınacak işçilerden, deneme süresi içinde başarısız olanların iş akdi feshedilecektir.
     11) Şartları taşımadığı sonradan anlaşılan adayların başvuruları ilan-sınav sürecinin her aşamasında idarece sonlandırılabilecektir.

     VIII - DİĞER HUSUSLAR
     1) Güvenlik Görevlisi olarak istihdam edilecek sürekli işçi personel 24 saat esasına göre hizmet veren Bakanlığımız taşra teşkilatına bağlı birimlerde görev yapacak olup çalışma saatleri ilgili birimlerce mevzuat çerçevesinde belirlenecektir.
     2) Bakanlık sürekli işçi alım sürecinin her aşamasında aday tarafından beyan edilen hususlarda adaydan belge talep edebilecektir.
     3) Başvuru ve işlemler sırasında gerçeğe aykırı beyanda bulunduğu tespit edilenlerin sınavları geçersiz sayılarak atamaları yapılmayacak, atamaları yapılmış olsa dahi iptal edilecektir. Bu kişiler hakkında Türk Ceza Kanununun ilgili hükümleri uygulanmak üzere, Cumhuriyet Başsavcılığına suç duyurusunda bulunulacaktır.
     4) Sürekli işçi alımı ile ilgili Bakanlığımızın internet sitesinde yapılan tüm duyurular tebligat sayılacaktır. Adaylara ayrıca tebligat yapılmayacaktır.
     5) Bu duyuruda yer almayan hususlarla ilgili olarak 4857 sayılı İş Kanunu, 2 sayılı Genel Kadro ve Usulü Hakkında Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi, Kamu Kurum ve Kuruluşlarına İşçi Alınmasında Uygulanacak Usul ve Esaslar Hakkında Yönetmelik ile Kamu Kurum ve Kuruluşlarına Eski Hükümlü veya Terörle Mücadelede Malul Sayılmayacak Şekilde Yaralananların İşçi Olarak Alınmasında Uygulanacak Usul ve Esaslar Hakkında Yönetmelik hükümleri geçerlidir.

     IX- İLETİŞİM
     Yazışma Adresi: Gençlik ve Spor Bakanlığı
     Personel Genel Müdürlüğü
     Eğitim ve Sınavlar Daire Başkanlığı
     Örnek Mahallesi Oruç Reis Caddesi No:13
     Altındağ / Ankara

     İletişim:
     GSB Kurumsal İletişim Merkezi 444 0 472
GSB PERSONEL GENEL MÜDÜRLÜĞÜ

23 Ağustos 2021 Pazartesi

TASAVVUF / Yanlış Şefaat Algılarını Düzeltmeye Bir Katkı Açısından Şefaatin Velayet ve Dua ile İlişkisi / Sayfa 557 - 572

ULUSLARARASI SEMPOZYUM
YANLIŞ ALGILAR ve
DOĞRU İSLÂM
28-30 Ekim 2016
ŞanlıUrfa / TÜRKİYE
Sayfa: 557 - 572
TASAVVUF
Yanlış Şefaat Algılarını Düzeltmeye
Bir Katkı Açısından
Şefaatin Velayet ve
Dua ile İlişkisi
Vezir Harman *

     Özet:
     Allah, merhametlilerin en merhametlisi iken, otoritesinde bir ortağı bulunmuyorken, şefaat konusunu nasıl anlamamız gerekir? Allah'ın cehenneme attığı bir kimse şefaat ile cehennemden çıkabilir mi? Günahkâr bir müminin şefaatle cehennemden çıkmasını kabul etmek, Allah'tan daha merhametli bir varlık algısına sebep olur mu? Hayır ve iyilik tamamen Allah'ın elinde iken, şefaatle başkasından hayır ve iyilik beklemek mi söz konusudur? Bu vb sorular etrafında tartışılan şefaat meselesi konusunda ifrat, vasat ve tefrit şeklinde üç temel yaklaşım tarzı bulunmaktadır. Şefaat meselesinde ifrata meyledenler, Hıristiyanların Hz İsa’yı aşırı övmesinde olduğu gibi şefaatçiyi Allah’a rağmen bir kurtarıcı ve Allah’tan daha merhametli ilahî bir varlık gibi algılamaktadırlar. Bunun karşısında tefrite meyledenler, ifrata bir tepki olarak şefaati tamamen yok sayarak bu konudaki ayetleri bu anlayışlarına uygun şekilde tevil etmektedirler. Ehli Sünnet Kelamcıları ise bu konuda itidalli bir yaklaşım ortaya koyarak şefaatin dua ile izah etmektedirler. Bununla birlikte şefaat ile ilgili ayetlerdeki nefiy ve ispat üslubunu daha iyi kavramak için “evliya” ile ilgili ayetlerdeki benzer nefiy ve ispat üslubunun karşılıklı değerlendirilmesi gerekmektedir. bu tebliğimizde ifrata meyledenlere karşı “dua-şefaat” ilişkisi, tefrite meyledenlere karşı veli-şefaat” ilişkisi bağlamında cevap verilmektedir.

     Giriş:
     Kelam tarihi boyunca itidali yakalamaya çalışan Ehli Sünnet kelamcıları şefaatin belirli şartlarla mukayyed olarak sabit olduğunu savunmuşlardır. Şefaatin Allah izin verdikten sonra, Allah’ın dilediği ve razı olduğu kimselere fayda vereceği, fakat kâfirlere fayda vermeyeceği konusunda ittifak etmişlerdir. Hariciler ve Mutezile, dünyada tövbe edilmeyen günahın ahirette affedilmediğini ve cehennemden çıkışın söz konusu olmadığını savunduğu için şefaatin tövbe edenler hakkında cehenneme girmeden önce sabit olduğunu kabul etmişlerdir. (1)
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
1) Taftazânî, Şerhu’l-Akâid (Kelam İlmi ve İslam Akaidi), Hazırlayan: Süleyman Uludağ, Dergah Yayınları, İstanbul, 2013, s. 218, 219.
~~~~ * ~~~~

     Dolayısıyla Mutezile’ye göre dünyada tövbe etmeyenlerin ahirette affedilmesi mümkün olmadığı için ahirette şefaatin de faydası yoktur. Hâlbuki Ehli Sünnete göre Allahu Teâlâ’nın vasıta olmaksızın affetmesi mümkün olduğundan peygamberlerin ve hayırlı kulların şefaatiyle yani duasıyla affetmesi evveliyat ile mümkündür. (1) Zira Cenabı Hak şöyle buyurmaktadır: “Şüphesiz ki Allah kendisine şirk koşulmasını mağfiret etmez. Bunun dışındakileri dilediği kimse hakkında mağfiret eder.” (2) Bu ayette kastedilen mağfiret tevbe edenler hakkında olsa şirki de dâhil etmek gerekirdi. Zira kişinin diğer günahlardan olduğu gibi, şirkten de vazgeçip tövbe ettiği takdirde mağfiret edileceği konusunda bütün âlimler icma etmiştir. (3)
     Haricilerin ve Mutezile’nin dar bir çerçevede ele alarak reddettikleri şefaat inancı ve algısı konusunda günümüzde farklı yorumlar ve yaklaşımlar ortaya çıkmıştır. Bu farklı yorumların ortaya çıkmasının temel sebepleri şefaat kavramının ve değerinin farklı algılanması, dünya ve ahiret şartlarındaki bazı farklılıkların göz ardı edilmesi, saf ve itidalli tevhid anlayışından uzaklaşılmasıdır.
     Bu yaklaşımlardan bazıları şunlardır: Bir yaklaşıma göre şefaat inancı Kur’ân’da reddedilmiş olup sonradan Kur’ân’a dâhil edilmiştir. Mutezile gibi bu yaklaşıma sahip kişiler Bakara süresi 48. ve 254. ayetlerindeki “şefaatin kabul edilmeyeceği ve şefaatin fayda vermediği gün” ifadelerini mutlak anlamda ele alarak tezlerini savunmaktadırlar. Onlara göre Kur’ân’da Allah’ın izin ve meşieti olmadıkça şefaatin mümkün olmayacağını ifade eden ayetler (4) şefaate izin verileceğine değil, aksine tevhide ve ilahî adalete ters olduğu için şefaate izin verilmeyeceğine delalet etmektedir. Dolayısıyla şefaatin sübutuna dair hadisler de Kur’ân’a aykırıdır. Başka bir yaklaşıma göre şefaat tedricî olarak kaldırılmıştır. Bunlara göre tedricilik sadece amelî hükümlerde değil, aynı zamanda itikadî hükümlerde de söz konusudur. Hâlbuki cumhur ulemaya göre itikadî hükümlerde nesh ve tedricilik yoktur. Zira Yunus süresi 18. ve Zümer süresi 3. ayetlerde belirtildiği gibi ilk inen sürelerde şefaatin Allah’a ait olduğu, Allah katında şefaatçi olarak kabul edilen putların fayda ve zarar veremeyecekleri açıkça ilan edilmiştir. (5)
     İnsanların zihinlerindeki şefaat algısının, sahip oldukları diğer imanî meselelerdeki algılarıyla ne kadar tutarlı olup olmadığı, üzerinde durulması gereken bir konudur. İki algı tutarsız görününce ya ikisinden biri yok sayılmaktadır. Ya da ikisi arasında bir telif yoluna gidilmektedir. Bu durumda öncelikli olarak asıl yapılması gereken, algının ne kadar doğru, tutarlı ve geçerli olup olmadığının araştırılmasıdır. Şefaat meselesinde vasat ümmete yakışır itidalli bir algıya katkı yapacağını umduğumuz şefaatin dua ve velayet kavramlarıyla ilişkisine değineceğiz.
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
1) Nureddin Sabuni, el-Bidaye fi Usulud-din (Maturidiyye Akaidi), DİB Yayınları, Ankara, 2000, s. 165.
2) Nisa, 4/48.
3) İmam Matüridi, Tevilatu’l-Kuran, Tahkik: Macdî Baslum, Darul-Kütübil-İlmiyye, Beyrut, 1426/2005, 3/202.İmam Matüridî, Kitabu’t-Tevhid, Trc: Bekir Topaloğlu, İSAM Yayınları, Ankara, 2005, s. 479.
4) Bakara, 2/255. Sebe, 34/23.
5) Akif Akay, İslam İnancında Şefaat, (Basılmamış Doktora Tezi), Necmettin Erbakan Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Konya, 2012, s. 306-320.
~~~~ * ~~~~

     1. Şefaat ve Dua ilişkisi: 
     “Şefea-yeşfeu” fiilinin masdarı olan şefaat, sözlükte “tek olan bir şeyi dengi veya benzerleriyle çift hale getirmek; yardım etmek ve halini sormak için başkasıyla bir araya gelmek; birinin önüne düşüp işini görmeye çalışmak; işinin görülmesi için birinin aracılığını istemek; vesile olmak ve dua etmek” anlamlarına gelip kendisi hakkında şefaatte bulunulacak kimsenin faydasına olacak bir şeye ulaşması, zararına olacak bir durumdan kurtulması veya bir ihtiyacının karşılanması için tazarru şeklinde talepte bulunmaktır. (1)
     İbn Manzur’a göre şefaat, şefaatçinin bir melikten başkası adına bir ihtiyacın karşılanması konusunda talepte bulunmasıdır. Bu açıdan şefaat talepte bulunmaktır. Bundan dolayı Müberred (ö. 286/900) ve Sa’leb’e (ö. 291/904) göre “O’nun izni olmadan O’nun katında kim şefaat edebilir” (2) ayetinde şefaat, “dua etmek” anlamındadır. (3) İmam Mâtürîdî’ye göre şefaat iki türlüdür. Birincisi, birinin konum ve derecesini başkasının yanında tasvir etmek amacıyla iyiliklerini dile getirmektir. İkincisi onun için dua etmektir. Birincisi, şefaate zemin hazırlayan bir statü taşımakta olup ahiret hakkında bir mantığı yoktur. Zira Allah her şeyin iç yüzünü en iyi bilendir. Şefaatin ikinci manası olarak öne sürülen dua anlamına gelince meleklerin günahkar müminlerin mağfiret edilmesi için yapacağı duada olduğu gibi (4) söz konusu vasıflara sahip olan kimse hakkında meleklerin dua edeceği ve sadır olabilecek hata ve günahlardan dolayı şefaat edilecekleri beyan edilmektedir. (5)
     Meleklerin müminlerin affedilmesi için nasıl dua ederek şefaatçi oldukları hususu Kuran’da şu şekilde sunulmaktadır: ”Arş'ı yüklenen ve bir de onun çevresinde bulunanlar (melekler), Rablerini hamd ile tesbih ederler, O'na iman ederler. Müminlerin de bağışlanmasını isterler: Ey Rabbimiz! Senin rahmet ve ilmin her şeyi kuşatmıştır. O halde tevbe eden ve senin yoluna gidenleri bağışla, onları cehennem azabından koru! (derler). "Rabbimiz, onları ve babalarından, eşlerinden, çocuklarından iyi olan kimseleri onlara söz verdiğin Adn cennetlerine sok. Şüphesiz, üstün olan, hüküm ve hikmet sâhibi olan sensin sen!" (6)
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
1) Ragıp El-İsfehani, el-Müfredat fi Garibu’l-Kur’an, Tahkik: Safvan Adnan ed-Dâvudî, Darul-Kalem eşŞamiyye, Dimeşk, 1412, s. 457, 458; Tahanevi, Muhammed b. Ali, Mevsuatu Keşşâfi İstilahil-Funun velUlum, Farsçadan Arapçaya Tercüme eden: Abdullah Halidi, Mektebetü Lübnan, Beyrut, 1996, 1/1034. Akif Akay, İslam İnancında Şefaat, s. 23. Mustafa Alıcı, “Şefaat”, DİA, İstanbul, 2010, 38/411. Şefaatin bir şeye aracılık etmek, başkası lehine birinden talepte bulunmak anlamı yanında şufa hakkı tabirinde kullanıldığı gibi komşuluk etme manası vardır. Şefaat insanlar arasındaki derece farkına işaret eder. Nebiler, sıddıklar, şehitler ve salihlerin şefaati bu şekildedir. Derece olarak yukarıda olan aşağıda olana şefaat edecektir. Nebilerin kendi ümmetlerine şefaat etmeleri ümmetlerinin cennette yükselerek nebilerine komşu olmalarına da işarettir. Şefaatin şahitlik yönü de vardır. Kur'ân'ın ve meleklerin şefaatinin bir anlamı budur. Melekler, müminin imanına ve salih ameline şahitlik edeceklerdir.
2) Bakara, 2/255.
3) İbn Manzur, Lisanul-Arab, Dâru Sâdır, Beyrut, 1414, 8/184. 
4) Mümin, 40/7, 8.
5) İmam Matüridî, Kitabu’t-Tevhid, s. 475-477.
6) Mümin, 40/7, 8; “Melekler Allah’ın razı olduğundan başkasına şefaat etmezler.” Enbiya, 21/28.
~~~~ * ~~~~

     Kafirler cehenneme atıldıktan sonra meleklerin kendileri hakkında şefaatçi olmalarını talep edecekler. Ancak melekler kafirler hakkında şefaatçi olmayı reddedecek ve ”kendiniz dua edin” diyecekler. (1) Zemahşeri’ye göre Kur’an’daki bu anlatıma göre kafirler Allah’ın dualara icabet ettiği sebepleri atıl kıldıkları için melekler kafirlerin affedilmesi için dua etmeyeceklerdir. Zira melekler iki şartla şefaat ederler. Şefaat edilecek kişinin zalim olmaması ve Allah’ın şefaate izin vermesi gerekir. Ancak bu şefaat cennetlik ve cehennemlik olan iki grup arasında ayırt edici hüküm verilmeden önce olmalıdır. (2)
     Cürcânî’ye (ö. 816/1413) göre de şefaat kendisine karşı isyan edilmiş olan kimseden günahın affedilmesini talep etmektir. (3) Dolayısıyla dua kişinin hem kendisi hem de başkası hakkında talepte bulunması iken, şefaat başkası hakkında talepte bulunmaktır. Bundan dolayı dua ve şefaat kavramları arasında umum-husus ilişkisi vardır. Duanın değeri neyse şefaatin değeri de o nispetledir. Bundan dolayı kelamcılar şefaatin subutunu ispat ederken dayandıkları delillerden bir tanesi de “Artık onları bağışla, günahlarının mağfiret edilmesini iste.” (4) “Kendi günahın ve müminlerin günahı için Allah’tan mağfiret dile” (5) ayetidir. (6) “Kendi günahın ve müminlerin günahı için mağfiret iste” (7) ayetinde hem istiğfara hem de şefaate birlikte işaret edilmesi her ikisinin mağfirete sebep olduğuna işarettir. Zira şefaatin müminin mağfiretine sebep olması, tövbenin müminin mağfiretine sebep olması gibidir. Ayrıca Resûlun şefaatinin müminin mağfiretine sebep olmasındaki illet ve hikmet, Resüle iman ve itaat etmenin teşvik edilmesidir. (8)
     İmam Mâtürîdî’ye göre “Kendi günahın ve müminlerin günahı için Allah’tan mağfiret dile” (9) ayeti Mutezile’nin şefaat konusundaki görüşünü nakzetmektedir. Mutezile’ye göre küçük günahlar mağfiret edilmiştir. Allah’ın küçük günahlardan dolayı kullarına azap etmesi caiz değildir. Büyük günahlar ise ancak kişinin bizzat kendisinin tevbe ve istiğfar etmesiyle mağfiret edilir. İmam Mâtürîdî’ye göre küçük günahlar affedilmişse şefaate gerek kalmaz. 

     Büyük günahlar sadece kişinin tevbe ve istiğfar etmesiyle affediliyorsa bu ayetin bir anlamı kalmamaktadır. 
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
1) Bkz: “Kibirlenenler: Doğrusu hepimiz bunun içindeyiz. Şüphe yok ki Allah kulları arasında vereceği hükmü verdi, derler. Ateşte bulunanlar cehennem bekçilerine: Rabbinize dua edin, bizden, bir gün olsun azabı hafifletsin! diyecekler. (Bekçiler:) Size peygamberleriniz açık açık deliller getirmediler mi? derler. Onlar da: Getirdiler, cevabını verirler. (Bekçiler ise): O halde kendiniz yalvarın, derler. Hâlbuki kâfirlerin yalvarması boşunadır. - "Şüphesiz peygamberlerimize ve iman edenlere, hem dünya hayatında, hem şahitlerin şahitlik edecekleri günde yardım ederiz. O gün zalimlere, Özür dilemeleri hiçbir fayda sağlamaz. Artık lânet de onlarındır, kötü yurt da onlarındır!” Mümin, 40/48-50.
2) Zemahşeri, el-Keşşâf‘an Hakâiki Ğavamidi’t-Tenzil, Darul-Kütübi’l-Arabî, Beyrut, 1407, 4/172
3) Cürcani, Tarifat, Darul-Kutubil-İlmiyye, Beyrut, 1403/1983, s. 127.
4) Ali İmran, 3/159
5) Muhammed 47/19
6) Taftazânî, Şerhu’l-Akâid, s. 219.
7) Muhammed, 47/19.
8) İmam Şâfiî, Fıkhu’l-Ekber, thk. Abdu Ahmed Yasin, Dârur-Rıdvan, 1420/2000, s. 123, 124.
9) Muhammed, 47/19.
~~~~ * ~~~~

     Halbuki İmam Mâtürîdî’ye göre Allah, küçük günahlardan dolayı azap edebileceği gibi büyük günahları da affedebilir. (1)
     Ebu Hureyre (radiyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah aleyhissalatu vesselam buyurdular ki:
     "Her peygamberin müstecab (Allah’ın kabul edeceği) bir duası vardır. Her peygamber o duayı yapmada acele etti. Ben ise bu duamı Kıyamet gününde, ümmetime şefaat olarak kullanmak üzere sakladım. Ona inşallah, ümmetimden şirk koşmadan ölenler nail olacaktır." (2)
     Hristiyanlıktan farklı olarak İslam dinindeki şefaat anlayışına göre Resuller Allah’ın mülkünde hiç bir şekilde ortak Allah’a ortak değildirler. Mülk ve şefaat Allah’a layık ve O’na mahsus olduğu için herkes mağfireti O’ndan istemektedir. Resuller de ümmetlerinin affedilmesini Allah’a rağmen değil, Allah’ın izniyle ve emriyle Allah’tan talep ederler. Allah’ı icbar edemezler. Kuran’da nefyedilen ve şirke yol açan şefaat anlayışında asıl sorun Allah’a rağmen, Allah’ın hükmünde ve mülkünde ortak, Allah’tan daha merhametli bir kurtarıcı arayışıdır.

     Toplumda yaygın olarak kullanılan “şefaat ya Resulallah” şeklindeki ifade şirk midir?
     Dua nasıl ki sadece Allah’a yapılması gerekiyorsa şefaatin de Allah’tan talep edilmesi ve gereğince sahih imana ve salih amele sadık kalınması gerekir. Hem imana ve salih amele sarılmak hem de “Allahım! Nebiyi hakkımda şefaatçi eyle” şeklinde dua adabına uymak gerekmektedir. Bu konuda bazı insanlarda şefaat algısı bir sebepten çok müsebbib olarak algılanmaktadır. Bunu doktorun muayene edip ilaç yazması ve şifa bulmak benzetmesiyle izah edebiliriz. Bir doktorun muayene etmesini ve ilaç yazması sebeptir. Şifa bulmak ise sonuçtur. Doktorun muayene etmesini ve ilaç yazmasını istemek şirk değildir, şifayı doktordan istemek şirktir. Şifa Allah’tan istenir. Allah dilerse doktorun verdiği ilacı kişinin şifasına sebep kılabilir. Dolayısıyla şöyle dua edilebilir: “Allah’ım doktoru ve tavsiye ettiği ilacı şifama sebep eyle.” Peygamberin ümmetinin mağfiret edilmesini Allah’tan talep etmesi sebeptir. Mağfiret edilmek sonuçtur. Kulun tövbesi de mağfiret edilmesi için bir sebeptir. Sebep sonucu zorunlu kılmaz. Allah dilerse kulun tövbesini kulun affedilmesi için sebep kılabileceği gibi Peygamberin şefaatini de kulun affedilmesine sebep kılabilir.
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
1) İmam Matüridi, Tevilatu’l-Kuran, 9/275.
2)Buhari, Da'avat 1, Tevhid 31; Muslim, Iman 334; Muvatta, Kur'an 26; Tirmizi, Da'avat 141. Ahmed b. Hanbel, Müsned.
~~~~ * ~~~~

     Resûlullah hayatta iken sahabeler hem dünyevî hem de uhrevî bir taleplerinin yerine gelmesi konusunda şefaat etmesini yani onlar hakkından dua etmesini talep etmişlerdir. Hz Enes, Resûlullah’tan kıyamet günü hakkında şefaat etmesini talep edince üç yerde (sıratın üzerinde, mizanın yanında veya havzın başında) onu arayıp bulmasını tavsiye etmiştir. (1)
     Gözlerinden rahatsız olan bir sahabe şifa bulmak için kendisi hakkında şefaat talep eden bir sahabeye Peygamber Efendimiz güzel bir şekilde abdest almasını, iki rekat namaz kılmasını ve şu şekilde dua etmesini emretmiştir:
     “Allah’ım Nebin Muhammed ile sana yönelerek senden istiyorum. Ey Muhammed bu ihtiyacımın giderilmesi için senin ile Rabbime yöneliyorum. Allah’ım onu hakkımda şefaatçi eyle" (2) Resûlullah’ın öğrettiği dua metninde geçen “Allah’ım Peygamberi hakkımda şefaatçi eyle” ifadesi “onu hakkımda duacı eyle. Hakkımdaki şefaatini ve duasını kabul eyle” anlamındadır.
     Şefaatin Peygamberden istenmesi yerine Allah’tan Peygamberin şefaatçi olmasını talep etmek dua adabı açısından daha uygundur. Bununla birlikte şayet “Şefaat Ya Resûlullah” ifadesi Resûlullah’ı Allah’tan daha merhametli olarak algılamaya yol açıyorsa şirke yol açar. Zira “Allah’ın azap etmeye hükmetmek istemesine karşı Resûlullah’ın şefaati” varmış gibi bir tasavvur inşa edilmiş olmaktadır. Hâlbuki mülkte ve hükümde olduğu gibi şefaat konusunda tasarruf yetkinin asıl ve tek sahibi Allah’tır. Mülk ve şefaat Resûlullah’tan değil, Allah’tan istenmelidir. Nasıl ki melekler Allah’ın dilediği ve razı olduğu kimselere şefaat edecekse, (3) Resûlullah da kendi dilediğine değil, Allah’ın dilediği ve razı olduğu kimselere Allah izin verdikten ve emrettikten sonra şefaat edecek affedilmeleri hakkında dua ve istiğfarda bulunacaktır.
     Şefaatin özünde dua vardır. Her ikisi de Allah'ı mecbur bırakmaz. Allah'ın düşmanı olan kâfirlerin ve müşriklerin affedilmeleri için dua da edilmez şefaat da edilmez. Ancak şefaatin duadan bir farkı vardır. Duayı dünyada herkes umumi bir izinle yaparken, şefaati ahirette Allah'ın sözünden razı olduğu kimseler Allah'ın razı olduklarına ve dilediklerine özel bir izinle yapacaklardır. Bundan dolayı Kur'ân'da "Allah'ın izni olmadan kim dua edebilir" denmezken, "Allah'ın izni olmadan O'nun katında kim şefaat edebilir" denmektedir.
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
1) Tirmizi, Ebvabu Sıfatil-Kiyame, 9.
2) İbn Mace, Ebvabu İkametu’s-Salâ ve’s-Sünne fihâ, 189.
3) “Göklerde nice melekler vardır, onların şefaati ancak Allah izin verdikten sonra Allah’ın dilediği ve razı olduğu kimselere fayda sağlar.”Necm, 53/26.
~~~~ * ~~~~

     İbarenin farklı olması, aralarında hiç bir ilginin ve ortak mananın bulunmasına mâni değildir. Nebi ve Resul kavramları gibi. Dua ve şefaat kavramları arasına umum husus ilişkisi vardır. Dua, kişinin kendisi ve başkası için üst bir makamdan talepte bulunmasıdır. Şefaat ise kişinin başkasına yardım etmek için talepte bulunmasıdır. Bundan dolayı Peygamberin ümmetinin mağfiret edilmesi için yaptığı dua dünyada olunca torpil olmuyor da ahirette olunca mı torpil oluyor? Peygamber’e müminlerin günahlarının mağfiret edilmesi için dua etmesini dolayısıyla şefaat etmesini Cenabı Hak emretmiştir. Bundan dolayı dünyada müminlerin günahlarının affedilmesi için istiğfarda bulunmak torpil olmadığı gibi, ahirette de torpil sayılmaz. Zira mümin kaydı dua ve şefaat yetkisinin mutlak değil, mukayyed olduğunu göstermektedir. Ayrıca Peygamberler ve melekler kendi diledikleri kimselere değil, Allah’ın dilediği ve razı olduğu kimseler hakkında şefaatçi olarak mağfiret edilmeleri için Allah’a dua edeceklerdir.
    Şefaatin ahirette dua formunda nasıl olacağını gösteren en belirgin örneklerden birisi de Hz İsa'nın ümmeti için yaptığı duasıdır. “Şayet onlara azap edersen senin kullarındır. Onları affedersen, Sen Azîz ve Hakîmsin.” (1) Mutezile âlimlerinden Zemahşerî bu ayetle ilgili olarak “mağfiret kâfirler için söz konusu değildir. Nasıl oldu da “onları affedersen” dedi?” sorusuna şöyle cevap vermektedir: Hz İsa Cenabı Hakka “sen onları affedersin” demedi. “Şayet onları affedersen” diyerek şarta bağladı. Zira onlara azap edersen adaletli davranmış olursun. Çünkü onlar cezaya müstahak oldular. Küfürlerine rağmen onlara mağfiret edersen hikmetin dışına çıkmış olmazsın. Çünkü aklen tüm suçlular için mağfiret iyiliktir. Suç ne kadar büyük olursa iyilik de o kadar büyük olur. (2) Mâtürîdî âlimlerine göre küfrün ve şirkin affedilmesi aklen bile olsa caiz değildir. Eş’arîlere göre aklen caizdir. Hatta Eş’arîlere göre müminlerin cehenneme kâfirlerin cennete konulup ebedi bırakılmaları aklen mümkündür. Allah’ın mutlak kudretine nispetle abes değildir. Ancak Kur’an ve sahih sünnetin delalet ettiği naslar bunun vuku bulmayacağını haber vermektedir. Dolayısıyla müminlerin cehenneme kâfirlerin cennete konulup ebedi bırakılmaları naklen mümkün değildir. Mâtürîdîlere göre bu durum aklen de caiz değildir. Mutezile’ye göre zülüm, hikmetsizlik ve yalan Allah’ın kudret alanına girdiği için bunlara muktedirdir, fakat yapmaz. Mâtürîdîlere göre bunlar muhal olduğu için Allah’ı bunlarla muktedir olmakla vasıflamak mümkün değildir. (3)
     “Allah razı olduktan sonra şefaate ne gerek var?” diye bir soru sorulabilir. Bu soru hem ahiretin şartlarının dünyadan farklı olduğunu unutmaktan hem de duanın ve şefaatin kıymetinin doğru takdir edilmemesinden kaynaklanmaktadır.
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
1) Maide, 5/118.
2) Zemahşerî, Keşşâf, 1/697.
3) Sabunî, el-Bidâye fi Usulid-din, s. 165, 166.
~~~~ * ~~~~

     Elbette dünyada ve ahirette bütün yetki Allah’ındır. Kulun yetkisi kulluğu kadardır. Hiç kimse mülk ve tasarrufta Allah’ın ortağı değildir. Herkes Allah’ın huzuruna kul olarak çıkacaktır. Herkesin amellerine göre dereceleri vardır. “O gün Allah’ın izin verdikleri haricinde hiç kimse konuşamaz. Konuşan da ancak hakkı söyler.” (1) Azamet ve Kibriya sahibi Allah’ın huzurunda huşu ve edeple konuşur. Nasıl ki dua Allah’ı mecbur kılan bir durum değilse, şefaat de Allah’ı mecbur kılan bir durum değildir. Dua ve şefaat etme yetkisinin verilmesi Allah’ın kullarına verdiği değerin bir göstergesidir. “Duanız olmasa Rabbim size ne diye kıymet versin?” (2) Peygamberin ümmeti olan müminler günahtan masum olmadıkları için istiğfara muhtaç oldukları nispetle duaya ve şefaate muhtaçtırlar. Hakiki mümin ilahi affa ve şefaate nail olurum diye tövbeyi ve salih ameli terk eden değil, ilahi affa ve şefaate layık olmak için tevbe istiğfarı ve salih ameli arttırandır.
     Dünyada insanlar umumi bir meşietle birbiri hakkında dua etmektedir. Bununla birlikte ilahi irade müminlerin Allah’ın düşmanı oldukları apaçık belli olanların mağfiret edilmesini nehyederken, müminlerin mağfiret edilmesi hakkında dua etmeyi emretmektedir. Allah bir şeyin olmasını dilediği zaman bazı sebepler takdir eder. Dünyada bir müminin faydalandığı dua nasıl ki ilahî bir ikramın sebebi ve vesile olarak takdir ediliyorsa, ahirette de şefaat ilahî bir ikramın sebebi ve vesile olarak takdir edilmektedir. Bu anlamda hayra sebep ve vesile olanın hayırdan bir payı vardır. Bu durum nasıl ki dua eden ve dua edilene ilahî bir ikram ve şeref kaynağıysa, şefaat edilene ve şefaat edene ilahî bir ikram ve şereflendirmedir.
     Allah’ın razı olduğu kimseye şefaatin gereksiz olduğunu savunmak sebep ve sonuç ilişkisi konusunda yanlış bir algıdan kaynaklanmaktadır. Bu yanlış algı, sebep sonuç arasındaki ilişkinin zorunlu zannedilmesi ve ilahî iradede sonucun sebebe mahkum edilmesidir. Eş’arî kelamcıların savundukları gibi sebep sonuç arasındaki ilişki zorunlu değildir. Ayrıca kuantum fiziğinde de ifade edildiği gibi sonuç sebepten önce takdir edilmiştir. Delil ve hüküm ilişkisinde olduğu gibi aklın ilahî hükmü kavraması için bazı deliller takdir edilmiştir. Bir kimsenin ölümüne hükmedilince kişinin ölümüne bir sebep takdir edilmesinde olduğu gibi sonuç sebepten önce takdir edilmiş olmaktadır.
     Allah müsebbibu’l-esbabtır. Mümin kuluna lütuf ve ihsanda bulunmak istediğinde dilerse bir sebep ve vasıta var eder, ol der oluverir. Şifa dileyen bir hastaya şifa vermek istediğinde bir doktorun verdiği ilacı sebep kılması gibi, mümin bir kulunu affetmek istediğinde peygamberlerin veya meleklerin duasını ve şefaatini affına sebep kılabilir. Mümin bir kula şefaat etmeleri için meleklere ve peygamberlere emreder. Allah’ın bu şekilde mümin kulunu affedip lütuf ve ihsanda bulunması aklen ve naklen mümkündür.
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
1) Nebe, 78/38.
2) Furkan, 25/77.
~~~~ * ~~~~

     Allah dilerse mümini kıldığı namaz sebebi ile affeder. Dilerse yolda insanlara eziyet veren bir seyi kaldırması hatta yarım hurma tanesini tasadduk etmesi sebebiyle affeder. Salih amellerin her birinin Allah katında bir değeri vardır. "Yaptığın hiç bir iyiliği hor görme. Hangi iyiliğin sebebiyle Allah’ın sana rahmet ve mağfiret edeceğini bilemezsin. Yarım hurma ile bile olsa nefsinizi ateşten koruyun." (1) Nasıl ki mümin, yaptığı en ufak bir iyilik sebebiyle Allah tarafından affedile biliyorsa; Allah’a, onun meleklerine, kitaplarına ve peygamberlerine olan imanı sebebiyle de affedilebilir. Allah dilerse bizzat affeder dilerse cehenneme attıktan sonra affeder. Dilerse bir peygamberin veya meleğin duası istiğfarı vesilesi ile affeder. Her biri, bir dereceyi ve ikramı ifade etmektedir.
     Kısacası dünyada başkası hakkında duanın hükmü ne ise ahirette de şefaatin hükmü odur. Şefaatin faydası, duanın faydası kadardır.

     2. Şefaat ve Velayet İlişkisi:
     Kuran’ın temel özelliklerinden birisi bütünsel tutarlılığı muhafaza ederek ayetlerin birbirini beyan etmesidir. Birbiriyle ilgili kavramları bir arada kullanarak muhatabın aklını kullanmasını ve aklına takılan bazı sorulara cevap bulmasını sağlar. Şefaat ile birlikte kullanılan kavramlardan birisi de veli kavramıdır. Üç ayette veli ve şefaat kavramları birlikte zikredilmiştir.
     “Rablerinin huzurunda haşredilmekten korkanları onunla (Kuran’la) uyar. Onların Allah’ın dışında ne bir velisi ne de bir şefaatçisi yoktur.” (2)
     “Dinlerini oyun, eğlence edinenleri ve dünya hayatının aldattığı kimseleri bırak. Onunla (Kuran’la) uyar ki hiçbir nefis kazandığıyla felakete düçar olmasın. (Yoksa) onun Allah dışında bir velisi ve şefaatçisi olmaz.” (3)
     “Sizin için Allah’tan başka ne bir veli ne de bir şefaatçi yoktur.” (4)
     Velayet ve şefaat kavramlarının bir arada zikredilmesi üzerinden şefaati nefyeden ayetlerin nasıl anlaşılması gerektiği konusunda itidalli bir algı oluşturulabilir. Zira “Allah’tan başka veliniz yoktur” dendiği halde “müminler birbirinin velisidir” diyen Kuran ayetleri arasında nasıl ki bir tutarsızlık yoksa “Allah’tan başka şefaatçiniz yoktur” vb ifadelerle şefaatin ancak Allah’ın izninden sonra Allah’ın dilediği ve razı olduğu kimselere fayda vereceğini anlatan ayetler arasında çelişki yoktur.
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
1) Buhari, Zekat, 9, 10. Müslim, Zekat, 66, 67.
2) Enam, 6/51.
3) Enam, 6/70.
4) Secde, 32/4.
~~~~ * ~~~~

     “(Melekler) ancak Allah’ın razı olduğu kimselere şefaat edecektir.” (1) Kur’ân’da kesinlikle tutarsızlık ve çelişki yoktur. Sorun insan aklının ön yargıları, eksik bilgileri ve usulsüzlüğündedir.
     Kurân’ı bütünlüğünü göz ardı ederek ve ayetleri bağlamından kopararak anlamaya çalışırsak meselenin bir tarafını ihmal etmiş oluruz. Bazı âyetlerde Allah dışında veli edinmek reddedilirken (2), bazı âyetlerde evliya övülmektedir. (3) Bir yönden şirki ifade eden veli ve evliya anlayışı nefyedilirken, diğer yönden tevhide uygun veli ve evliya anlayışı ispat edilmektedir. Peki Kurân’da tutarsızlık olmadığına göre bunu nasıl izah etmeliyiz? Şura süresi 9. Ayette "yoksa Allah’ın dışında veliler mi edindiler? Allah, asıl veli O'dur" (4) dedikten sonra müminlerin birbirlerinin velileri olduklarını söylüyorsa durup düşünmek gerekmektedir.
     "Mümin erkek ve mümin kadınlar birbirlerinin velisidir. İyiliği emreder, kötülükten nehyederler. Namazı ikame eder ve zekatı verirler. Allah'a ve Resülüne itaat ederler. İşte Allah onlara merhamet edecektir. Şüphesiz ki Allah Azîzdir Hakîmdir. (5)
     "Onlar ki inandılar, hicret ettiler, Allâh yolunda mallarıyla, canlarıyla savaştılar ve onlar ki (yurtlarına göçenleri) barındırdılar ve yardım ettiler; işte onlar, birbirlerinin velisi (dostu, koruyucusu) durlar. İnanıp da hicret etmeyenlere gelince, onlar hicret edinceye kadar, onların velâyetinden size bir şey yoktur (onları korumakla yükümlü değilsiniz). Fakat dinde yardım isterlerse (onlara) yardım etmeniz gerekir. Yalnız, aranızda antlaşma bulunan bir topluma karşı (yardım etmeniz) olmaz. Allâh, yaptıklarınızı görmektedir. (6)
     Şefaat konusu da ayetlerin bağlamı ve Kuran bütünlüğü içinde anlaşılmayacak olursa bir taraf eksik kalacaktır. Allah’tan başka şefi' olmadığı ilkesi de doğru anlaşılmalıdır. Kur’ân’da "şefâatu’ş-şâfiîn" geçen yerde şefaat kâfirlere fayda vermeyeceği kaydıyla ispat edilirken, (7) "şefi' " geçen yerde Allah'tan başka kurtarıcılar nefyedilmektedir. (8)
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
1) Enbiya, 21/28.
2) En’am 6/14. A’raf 7/3 Şura 42/6, 9 vb.
3) Enfal 8/72. Tevbe 9/71, 23 vb
4) Şura, 42/9.
5) Tevbe, 9/71.
6) Enfal, 8/72.
7) Şufea: Enam, 6/94. Araf, 7/53. Yunus, 10/18. Rum, 30/13. Zümer, 39/43.
8) Şâfiin: Şuara, 26/100. Müddessir, 74/48.
~~~~ * ~~~~

     Kur’an’da 3 ayette Allah'tan "şefi' " şefaatçi olarak bahsedilmekte ve Allah'tan başka şefaatçiler reddedilmektedir. (1) Bir ayette Allah'ın iznine bağlı şefi' kavramı kullanılmış. (2) Ayrıca bir ayette zalimler için itaat edilecek bir şefi'in bulunmadığı kaydedilmiştir. (3) Dolayısıyla kâinatın idaresinde olduğu gibi ahiret günündeki hesapta kimsenin Allah’ın ortağı olmadığı vurgulanmış olmaktadır. Hükmünde ve mülkünde tektir, ikincisi yoktur.
     Şefaatin tamamen Allah'a ait olduğunu ve Allah'tan başka şefaatçinin bulunmadığını bildiren ayetlerin nasıl anlaşılması gerekir? Bazı rivayetlerde haber verildiği gibi; "kulların arasındaki davalarda davacı ve davalı Müslümanların arasını bulacak olan Allah'tır" şeklinde anlaşılabilir. Kul hakkı sebebiyle birbiri hakkında davacı olan müminlerin arasını bulabilecek tasarrufa sahip olan sadece Allah’tır. Allah dışında kimse bu davaları çözüme kavuşturamaz. Bu konu hem Allah'ın tartışılmaz tek otoritesini ve hâkimliğini hem de takva ve fücur ilham ettiği Müslüman kullarına verdiği değeri ve engin merhametini ifade etmektedir.
     Veli kavramında olduğu gibi Allah’ın dışında kurtarıcı arayışı şeklindeki veli ve şefaatçi reddedilirken, Allah’ın izni, iradesi ve rızasına tabi olan veli ve şefaatçi ispat edilmektedir. Bazı ayetlerde “sizin Allah’ın dışında veliniz ve yardımcınız yoktur” (4) “Zalimlerin Allah’ın dışında velisi ve yardımcısı yoktur” (5) denilmektedir. Bu ayetleri beraber değerlendirdiğimizde şefaatçi “yardımcı” yerine kullanılmış olmaktadır. Bir ayette de “onların Allah’ın dışında bir velisi yoktur ve O hükmünde kimseyi ortak kılmaz” (6) denilmektedir.  Şefaatin nefyinin, Allah’ın kulları hakkında vereceği hükümde bir ortağı olmadığı anlamında olduğu vurgulanmış olmaktadır.
     Şefaati daha iyi anlamak için ayet ve sahih hadislerdeki bağlamlarına iyi bakmak gerekmektedir. Muhkem ve zahir ayetleri tespit edip bu ayetler ışığında, yoruma açık nasları tevil etmek gerekmektedir.

     1. Şefaat tamamen Allah'a mahsustur. (7) Mülk de tamamen Allah’a mahsustur. İnsanlar Allah’ın izin verdiği ve lütfettiği kadar malik olabilirler. “ (Suçlular) şefaate malik olamazlar. Ancak Rahmanın katında söz alanlar hariç” (8) Kuran’da mülkün Allah’a ait olduğu defalarca tekrar edildiği halde Allah’ın kullarından dilediğine mülk vermesi (9) nasıl birbiriyle çelişmiyorsa şefaatın Allah’a ait olduğu beyan edildiği halde Allah’ın yanında söz alanların ve sözünden razı olduğu kimselerin şefaat etmesine izin verilmesi birbiriyle çelişmez.
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
1) Enam, 6/51, 70. Secde, 32/4.
2) Yunus, 10/3.
3) Mümin, 40/18.
4) Bakara, 2/107. Tövbe, 9/116.
5) Şura, 42/8. 
6) Kehf, 18/26.
7) Zümer, 44.
8) Meryem, 19/87.
9) Ali İmran, 3/26.
~~~~ * ~~~~

     Aynı şekilde “izzet, tamamen Allah’a mahsustur” (1) dendikten sonra “izzet Allah’ın, Resülünün ve müminlerinin” (2) ayetleri arasında da çelişki yoktur.

     2. Allah'ın izni olmadan kimse şefaat edemez. (3) Şefaatin Allah’ın izniyle kayıtlanması şefaatin olmayacağına delil olamaz. Zira bu uslüp menfi olarak kabul edilirse başka ayetler ile bir apaçık bir çelişkiye yol açar. “Allah’ın izni olmadan hiçbir nefis iman edemez” (4) ve “Allah’ın izni olmadan hiçbir nefis ölemez” (5) ayetinde her nefis sahibinin ancak Allah’ın izniyle iman etmesinin ve ölmesinin mümkün olduğu teyit edildiği gibi şefaatin ancak Allah’ın izniyle olmasının mümkün olduğu teyit edilmektedir. (6)

     3. Sadece Allah'ın razı olduğu ve Allah'ın dilediği kimselere şefaat edeceklerdir. (7)

     4. Kâfirlere ve müşriklere şefaat fayda vermeyecektir. (8) Duada olduğu gibi şefaat Allah’ın dilediği ve razı olduğu kimselere fayda verecektir. İlk dönemde ortaya çıkan Hariciler, bazı ayetlere dayanarak (9) şefaati reddettiklerinde selefi salihin bunların Kur’an’ı yanlış anladıklarını izah etmek için bazı ayetlerle şefaati ispat etmişlerdir. Cabir b. Abdullah’a göre şefaati yalanlayan kimseler tevillerinde fahiş bir hata içindedirler. Zira şefaati reddedenler kâfirler hakkında inen ayetlere dayanmışlardır. Allahu Teâlâ, kâfirlerin cehennemden çıkmayacağı haber vermiştir. (10) Şefaati yalanlayan kimse bu ayeti muvahhid müminler hakkında kabul etmişlerdir. Acurrî’ye göre şefaatin kâfirlere değil, bir takım günahlara müptela olan Müslümanlara fayda vermesinin aklî ve naklî izahı şu şekildedir: Kafirler cehenneme girip elem verici azabı tadınca cehennemde bulunan muvahhidlere bakıp “dünyada Müslüman olmanız burada size fayda sağlamamış, siz de bizimle beraber cehennemdesiniz” diyecekler. Müşrikler de “ibadet ettiğiniz, size fayda sağlamadı. Bunun üzerine muvahhid Müslümanların üzüntü ve kederi daha çok artacak. Cenab-ı Hak kâfirlerin ve müşriklerin bu sözleri üzerine gazap edecek. Bunun üzerine Cenab-ı Hak, şefaatçilerin şefaat etmesini emredecek. 
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
1) Fatır, 35/10.
2) Munafikun, 8.
3) Bakara, 2/255.
4) Yunus, 10/100.
5) Ali İmran 3/145.
6 Benzer örnekler için bkz: Rad, 13/38, İbrahim, 14/11.
7) Necm, 53/26. Enbiya, 21/28.
8) Müddessir, 74/40-48.
9) Haricilerin dayandıkları delillerden bazıları için bkz: Maide, 5/37. Ali İmran, 3/192. Hac, 22/22.Acurrî, Ebubekir Muhammed b. Hüseyn, eş-Şeria, Abdullah b. Ömer, Darul-Vatan, Riyad, 1420/2000, 3/1202, 1205-1209.
10) bkz: Maide, 5/37.
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:

     Allah’ın emri ve izni üzerine nebiler, melekler, şehitler, âlimler ve müminler, cehenneme giren Müslümanlar hakkında dua edip şefaat edecekler. Bu durumu gören kâfirler “keşke biz de Müslüman olmuş olsaydık” (1) diye arzu edecekler. İşte o zaman kâfirler “bize de şefaat edecek şefaatçiler var mı veya dünyaya geri gönderilip yaptığımız amellerden başka amel yapabilir miyiz” (2) derler. Kâfirler azabın içinde terk edilince kendileri hakkında hiç kimsenin şefaatçi ve dost olmayacağını anlayacaklardır. (3)
     Şefaatin fayda vermeyeceği kişilerin kâfirler ve müşrikler olduğu, şefaatin sadece müminlere fayda vereceği hususunu tespit etmek önemlidir. Zira bu ilke yok sayıldığında, ayetler arasında tutarsızlık varmış gibi bir algıya yol açılmaktadır. Mesela “Ey iman edenler! Kendisinde alış-verişin, dostluğun ve şefaatin bulunmadığı o gün gelmeden önce size verdiklerimizden infak edin. Kâfirler zalimlerin tam kendileridir.” (4) Ehli Sünnet kelamcılarına göre bu ayetin sonundaki “Kâfirler zalimlerin tam kendileridir” kaydı, ayetin mutlak değil mukayyed olduğuna delalet etmekte ve şefaatin kâfirler için söz konusu olmadığına işaret etmektedir. (5) Zira ayette nefyedilen “dostluk” da mutlak değil mukayyed olup kâfirler hakkındadır. Zira başka bir ayette ahiret günü dostluk kâfirler için nefyedilirken, muttaki müminler bundan istisna edilmektedir. “Dostlar o gün birbirine düşmandır. Takva sahipleri müstesna.” (6)
     Tevbe süresi 74. Ayette küfür üzere ölüp tövbe etmeyenlerin bir velisinin ve yardımcısının olmadığı beyan edilmektedir. Şefaate nail olmak için iman ve İslam üzere ölmek şarttır. Şefaate ve yardıma nail olmak için küfürden tövbe etmiş olmak gerekmektedir. Küfür üzere ölenler tövbe etmezlerse Allah tarafından hem dünyada hem de ahirette elem verici bir azaba uğrayacaklardır. Onların Allah’tan başka ne bir velisi ne de bir yardımcısı bulunmayacaktır. Bu ayette veli kavramıyla birlikte kullanılan yardımcı şefaatçi yerine kullanılmış gibi gözükmektedir. Bakara süresi 48. Ayette şefaatin kabul edilmeyeceği günden sakının diye emredilince birbirlerine yardımcı olmayacakları belirtilmiştir. Dolayısıyla tövbe etmeyip küfür üzere ölenlere fidyenin ve şefaatin yardımcı olmayacağı vurgulanmıştır. Küfür üzere ölenler için velayet bağı kopmuştur. Onların affedilmesi için talepte bulunacak hiçbir veli ve şefaatçi bulunmayacaktır. Onların işi tamamen Allah’ın meşietine kalmıştır. Allah mülkünde dilediği tasarrufta bulunabilir. Onlara azap ederse kullarıdır. Allah’ın isyan eden kullarına azap etmesi, adaletinin gereğidir. Onları affederse izzetinin ve hikmetinin gereğidir.
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
1) Hicr, 15/2.
2) A’raf, 7/53.
3) Acurri, eş-Şeria, 3/1206.
4) Bakara, 2/254.
5) İmam Matüridi, Tevilatu’l-Kuran, 2/233. Fahreddin Râzî, Mefatihu’l-Gayb, Daru İhya-i Türasi’l-Arabi, Beyrut, 1420, 6/532.
6) Zuhruf, 43/67.
~~~~ * ~~~~

     Sonuç
     Şefaat meselesinde ifrat, itidal ve tefrit şeklinde üç temel yaklaşım bulunmaktadır. İfrata meyledenler Hristiyanların Hz İsa’yı aşırı övmesinde olduğu gibi Allah’a rağmen bir kurtarıcı ve Allah’tan daha merhametli ilahî bir varlık algılamaktadırlar. Tefrite meyledenler, ifrata bir tepki olarak şefaati tamamen yok sayarak bu konudaki ayetleri bu algıya uygun şekilde tevil etmektedirler.
    Kelam tarihi boyunca itidali arayan Ehli Sünnet kelamcıları şefaatin belirli şartlarda sabit olduğunu savunmuşlardır. Şefaatin Allah izin verdikten sonra, Allah’ın dilediği ve razı olduğu kimselere fayda vereceği, kâfirlere ise fayda vermeyeceği konusunda ittifak etmişlerdir. Mutezile cehennemden çıkışın söz konusu olmadığını savunduğu için şefaatin tövbe edenler hakkında ve cehenneme girmeden önce sabit olduğunu kabul etmişlerdir. Şefaat, iki kişi arasında aracılık ederek bir şey talep etmesi anlamında kullanılmaktadır.
     Şefaat aslı itibariyle dua etmektir. Kişinin kendisi hakkında talepte bulunması dua, başkası hakkında dua etmesi şefaat olmaktadır. Nasıl ki duanın Allah üzerinde zorlayıcı bir gücü yoksa şefaatin de Allah üzerinde zorlayıcı bir gücü yoktur. Dua ile şefaat arasındaki en önemli özellik Allah'ın iznine tabi olması, Allah'ın dilediği ve Allah'ın razı olduğu kişilere fayda vermesidir. Şefaatin kâfirlere faydası yoktur.
     Dua ve şefaat arasında umum-husus ilişkisi bulunmaktadır. Duanın değeri neyse şefaatin değeri de odur. Çünkü dua kişinin hem kendisi hem de başkası namına Allah’tan talepte bulunmasıdır. Bundan dolayı kelamcılar şefaatin sübutunu ispat ederken dayandıkları delillerden bir tanesi de “Bil ki Allah’tan başka ilah yoktur. Kendi günahın, mümin erkek mümin kadınların (günahı) için Allah’tan mağfiret dile” (1) ayetidir.
     Dua nasıl ki sadece Allah’a yapılması gerekiyorsa şefaati Resûlullah’tan değil de Allah’tan talep etmek, sahih imana ve salih amele sarılmak ve Peygamber Efendimizin bir sahabeye öğrettiği gibi “Allahım! Nebiyi hakkımda şefaatçi eyle” şeklinde dua adabına uymak gerekmektedir. Cehennemden kurtulma konusunda yardım edebilecek olan sadece Allah olduğu anlamında şefaat yetkisi tamamen Allah'a ait olduğu için Allah'tan başkasından şefaat dilenmek uygun değildir. "şefaat ya Resulallah", Ey Allah’ın Resulü Allah’ın bana mağfiret etmesi için hakkımda Allah’a dua eder misin?” anlamında elbette şirk değildir. Hz Peygamberin istediği kimseyi Allah’a rağmen cehennemden kurtaracağına itikad ederek peygamberden şefaat talep etmek şirk sayılır. 
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
1) Muhammed, 47/19.
~~~~ * ~~~~

     Zira Hz Peygamber istediği kişiye değil, Allah’ın dilediği ve razı olduğu kimselere şefaat edecektir. Peygamberin hakkında şefaatçi olacağı kimseleri belirleyecek olan göklerin ve yerin mülkünde, tasarrufunda ortağı olmayan Allah’tır. İtikadî sapmalardan korunmak için Şefaat Peygamber Efendimizin öğrettiği şekilde sadece Allah'tan istenmelidir:
     "Allah'ım! Peygamberi hakkımda şefaatçi eyle"
     Şefaati reddedenlerin takıldıkları konulardan birisi de şefaatin nefyedilerek bahsedilmesidir. Bu sorunu çözebilmek için dua ve velayet kavramlarının Kuran’da nasıl kullanıldıklarına dikkat etmek yeterlidir. “Sizin için Allah’tan başka ne bir veli ne de bir şefaatçi yoktur” (Secde, 32/4) ayetiyle bu iki kavramın kardeş kılınması üzerinden şefaati nefyeden ayetlerin nasıl anlaşılması gerektiği konusunda itidalli bir algı oluşturulabilir. Zira “Allah’tan başka veliniz yoktur” dendiği halde “müminler birbirinin velisidir” diyen Kuran ayetleri arasında nasıl ki bir tutarsızlık yoksa “Allah’tan başka şefaatçiniz yoktur” vb ifadelerle şefaatin ancak Allah’ın izninden sonra Allah’ın dilediği ve razı olduğu kimselere fayda vereceğini anlatan ayetler arasında çelişki yoktur. Kuran bütünlük içinde anlaşılması gereken ilahî bir kitaptır. Umum-husus, mutlak-mukayyed ve farklı açılardan ifadelerin değişkenlik arzettiği hakkıyla anlaşılmadan itidalli bir itikad oluşturulamaz. Bu ifade farklılıkları, Kuran’ın hem yüksek edebî özelliği hem de imtihan konusu olmasından kaynaklanmaktadır.
     "Nasıl yaşarsan öyle inanırsın" kaidesince yaşama dair algılarımız dine dair algımızın da şekillenmesinde önemli bir rol oynamaktadır. Şefaati bir iltimas ve kayırma şeklinde algılamak dünyevî beklentilerle bağlantılıdır. Dünyevî bir meselede zor duruma düşen kişiler birilerinin aracılığı ile mahkemeden ceza almaktan kurtulmaya çalıştıkları gibi, ahirette de aynı şekilde kurtulmayı planlamaktadırlar. Hâlbuki Peygamber Efendimiz döneminde yaşanan hırsızlık olayında olduğu gibi hırsızlık yapan taraf Peygamber Efendimize yakın bir kimsenin şefaatiyle ceza almaktan kurtulmaya çalışınca, Peygamber Efendimizin bu konudaki tavrı çok netti. "Allah'ın hadlerinden bir had hakkında şefaat mi ediyorsun?"1 Dolayısıyla Allah'ın bir konuda hükmü kesinleşince o hükmün değiştirilmesi konusunda bir şefaat asla caiz değildir. Bundan dolayı şefaat Allah'ın rızasına ve dilemesine bağlanmıştır. Allah'ın dilediği kişi ise Allah'ın cehennemde azap etmekten vazgeçip affettiği kişidir. Allah razı olduğu kişi zaten cennet halkındandır. Dolayısıyla şefaat, cennet halkına ve Allah'ın affettiği kişiler için söz konusudur. Bu durumda insanların aklına "böyle bir şefaatin ne anlamı var" şeklinde soru gelecektir. Aslında şefaat konusunda temel sorun işte bu yanlış algıdır. Zira bütün hayrı lütfu ve nimeti Allah'tan bilmek ve böyle kabul etmek, Allah'a imanın ve hamd etmenin temelini teşkil eder. Nimeti kendi nefsinden çabasından veya bir başkasından kabul etmek nimeti yaratan ve kulları arasında taksim eden Allah'a nankörlüktür. Allah, nimete ve hayra kimin daha çok layık olduğunu en iyi bilendir. O elbette lütfunu ve nimetini taksim ederken, adalet ve merhamete en uygun şekilde kâinatta koyduğu ve kitabında beyan ettiği kanun ve kurallara göre taksim etmektedir.
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
1) Buhârî, Hudud 12; Müslim, Hudud, 8.9
~~~~ * ~~~~

     Kaynakça:
* Acurrî, Ebubekir Muhammed b. Hüseyn, eş-Şeria, Abdullah b. Ömer, DarulVatan, Riyad, 1420/2000.
* Akay, Akif, İslam İnancında Şefaat, (Basılmamış Doktora Tezi), Necmettin Erbakan Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Konya, 2012.
* Cürcânî, Tarifat, Darul-Kutubil-İlmiyye, Beyrut, 1403/1983.
* İbn Manzûr, Lisanu’l-Arab, Dâru Sâdır, Beyrut, 1414. İmam Mâtürîdî, Tevilatu’l-Kuran, Tahkik: Macdî Baslum, Darul-Kütübilİlmiyye, Beyrut, 1426/2005, 3/202
* ………………., Kitabu’t-Tevhid, Trc: Bekir Topaloğlu, İSAM Yayınları, Ankara, 2005.
* İmam Şâfiî, Fıkhu’l-Ekber, thk. Abdu Ahmed Yasin, Dârur-Rıdvan, 1420/2000.
* Mustafa Alıcı, “Şefaat”, DİA, İstanbul, 2010, 38/411.
* Nureddin Sabuni, el-Bidaye fi Usulud-din (Mâtürîdîyye Akaidi), DİB Yayınları, Ankara, 2000.
* Râgıb el-İsfehânî, el-Müfredat fi Garibu’l-Kur’an, Tahkik: Safvan Adnan edDâvudî, Darul-Kalem eş-Şamiyye, Dimeşk, 1412.
* Râzî, Fahreddin, Mefatihu’l-Gayb, Daru İhya-i Türasi’l-Arabi, Beyrut, 1420.
* Taftazânî, Şerhu’l-Akâid (Kelam İlmi ve İslam Akaidi), Hazırlayan: Süleyman Uludağ, Dergah Yayınları, İstanbul, 2013.
* Tahanevî, Muhammed b. Ali, Mevsuatu Keşşâfi İstilahil-Funun vel-Ulum, Farsçadan Arapçaya Tercüme eden: Abdullah Halidi, Mektebetü Lübnan, Beyrut, 1996.
* Zemahşerî, el-Keşşâf ‘an Hakâiki Ğavamidi’t-Tenzil, Daru’l-Kütübil-Arabî, Beyrut, 1407.
 
bus

02 - 07 Temmuz İstanbul & Güneydoğu Anadolu - GAP Turu

02 - 07 Temmuz Güneydoğu Anadolu - GAP Turu 3 Gece Otel Konaklamalı 5 Gün Gezi       Mezopotamya, bazı kaynaklarda medeniyetlerin beşiği ola...