ruh etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
ruh etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

11 Ekim 2021 Pazartesi

İSLÂM, SEVGİ ve AİLE / Yozlaştırılan Üç Kavram: Sevgi, Şefkat ve Aşk / Sayfa: 784 - 797

ULUSLARARASI SEMPOZYUM
YANLIŞ ALGILAR ve DOĞRU İSLÂM
28-30 Ekim 2016
ŞanlıUrfa / TÜRKİYE
Sayfa: 784 - 798
İSLÂM, SEVGİ ve AİLE
Yozlaştırılan Üç Kavram:
Sevgi, Şefkat ve Aşk
Atilla YARGICI *

     Sevgi, şefkat ve aşk kavramları insanın hayatında önemli yeri olan, birbirine yakın gibi görünen fakat birbirinden farklı anlamları ve fonksiyonları olan kavramlardandır. Bu üç kavrama yüklenen anlamlar ve insan hayatına yansıması ifrat ve tefritten kurtulamamıştır. Bunlarla ilgili toplumda bazı yanlış algılar bulunmaktadır. Bu yanlış algılar Kur’an ve sünnet eksenli tevhid inancından uzaklaşmaktan kaynaklanmaktadır. Kur’an her konuda olduğu gibi sevgi, şefkat ve aşk konusunda bize en doğru ve istikametli yolu göstermekte, bütün yanlış algıları ve yorumları ortadan kaldırmaktadır.

     A. Sevgi
     Amerikalı psikiyatrist Dr. Scott Peck, Türkçeye Az Seçilen Yol ismiyle tercüme edilen sevgi ile ilgili kitabında, sevginin sözcüklerle ifade edilemeyecek kadar derin olduğunu bildirdikten sonra şöyle bir sevgi tanımı yapmaktadır: “Sevgi insanın kendisinin ve bir başkasının ruhsal tekamülünü desteklemek amacıyla benliğini genişletme arzudur.” (1)
     “Love of Art” isimli kitabın yazarı Erich From ise şöyle der: “Sevgi insanın varoluş sorusunun yanıtıdır. Sevgi bir eylemdir. Sevmenin etkin özü ilgi, sorumluluk, saygı ve bilgi gibi temel unsurlarla ortaya çıkar.” (2)
     Bediüzzaman ise Muhabbeti şöyle ifade eder: “Muhabbet şu kainatın bir sebeb-i vücududur. Hem şu kainatın Rabıtasıdır, hem şu kainatın nurudur, hem hayatıdır. İnsan kainatın en cami bir meyvesi olduğu için, kainatı istila edecek bir muhabbet, o meyvenin çekirdeği olan kalbine derc edilmiştir. İşte, şöyle nihayetsiz bir muhabbete layık olacak, nihayetsiz bir kemal sahibi olabilir.” (3)
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
*Doç. Dr., Harran Ün. İlahiyat Fak. Öğretim Üyesi
1) Peck, Scott, Az Seçilen Yol, Akaşa Yayınları, İstanbul, 1998, s.81.
2) Fromm, Erich, Sevme Sanatı, Çev: Işıtan Gündüz, Say Yayınları, İstanbul, 1997, s.11-34.
3) Nursi, Bediüzzaman Said, Sözler, Sözler Neşriyat, İstanbul, 1976, s.331. 
~~~~ * ~~~~

     “Kur’an’ın Önerdiği İdeal İnsan Modelinin Oluşmasında Sevginin Rolü” isimli doktora tezimde şöyle bir sevgi tanımı yaptım:
     “Sevgi, insanın fıtratına Allah tarafından konulan, kişinin kendisi, Allah ve toplumla ilişkilerini sağlıklı ve istikametli bir durumu getirme gücüne malik olan, anlaşılması ve etkisi anlamlı eylemler halinde tezahür eden, sınırsız ve güçlü bir potansiyele sahip olan, yayılmacı ve birleştirici bir duygudur.” (1)

     Çeşitli şekillerde tarif edilen sevgiyle ilgili yanlış algılanan bazı hususlar vardır. Bunlardan bazılarını ele almak istiyoruz.
     1. Sevginin Bir Sanat Olduğu Algısı
     Erich From, Türkçe’ye “Sevme Sanatı” diye çevrilen “The love of Arth” isimli kitabında, Sevginin bir sanat olduğunu iddia eder. Ona göre, insanın bu yüzden bilgi ve çabaya gereksinimi vardır. Atılacak ilk adım, sevginin de, yaşamak gibi bir sanat olduğunun farkına varmaktır. Eğer nasıl sevmemiz gerektiğini öğreneceksek, müzik, resim, marangozluk, doktorluk ya da mühendislik sanatlarını, mesleklerini öğrenmek için ne yapıyorsak onun aynısını yapmamız gerekecektir.” (2) İnternet sitelerinde sevginin öğrenilmesi gereken bir sanat olduğunu iddia eden bu kitaptan çok bahsedilmekte, insanlarda sevginin öğrenilmesi gereken bir sanat olduğu algısını oluşturulmaya çalışılmaktadır. Bu kitabın yazarı, sevginin sanat olduğunu ispat etmek için bu kitabını kaleme almıştır ve bunu ispatlamaya çalışmaktadır. Ona göre çağımız insanı bu kadar başarısızlığına rağmen, onu öğrenmeyi az denemektedirler. (3)
     Yine sevgi konusundaki çalışmaları Türkçe’ye tercüme edilen Leo Buscaglıa da, “sevginin öğrenilen bir karşılık verme ve duyumsama olduğunu” iddia etmektedir. (4) Buscaglıa, Tıpkı From gibi, sevginin otomobil sürmeyi öğrenmek, yemek pişirmeyi öğrenmek gibi bir şey olduğunu dile getirir. (5) Bu konuda yazılan kitapların kendi yazıldıkları dilde ve Türkçe olarak milyonlarca basılıp satıldığını düşünecek olursak, böyle bir kitabın insanlarda sevginin öğrenilmesi gereken bir meslek ya da sanat gibi olduğu yönünde nasıl bir algı oluşturduğu daha iyi anlaşılır. Bu bakış açısı, pozitivist bir bakış açısıdır. Bilindiği gibi pozitivizm bilimi kutsallaştırırken, Allah inancını ortadan kaldırma iddiasında bulunmuştur. Pozitivizme göre, insanlığın üç evresi vardır. Birinci evre teolojik evredir. Bu da, fenomenlerin tanrısal ya da manevî nedenlerle açıklandığı, insanların her şeyi din ile açıkladığı devre. Ona göre bu devre tarihte kalmıştır. Ona göre ikinci evre olan metafizik evre de geçmişte kalmıştır. Üçüncü evre ise, pozitif düşünme evresidir. Buna göre her şeyi yöneten bilimdir. Hiçbir şeyin Tanrı ile ilişkisi yoktur. (6)
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
1) Yargıcı, Atilla, Kur'an'ın Önerdiği İdeal insan Modelinin Oluşmasında Sevginin Rolü, (Basılmamış Doktora Tezi), Ankara, 2002, s.3.
2) From, Erich, The Art of Love, Perennıal Library, Harper,Row, Publisher, London, 1974, s.1-4.
3) From, a.g.e, s.5.
4) Buscaglıa, Leo, sevgi, çev: Nejat Ebcioğlu, İnkılâp Kitabevi, İstanbul, Tarih Yok, s. 55
5) Buscalgia, a.g.e., s.56.
6) Gökberk, Macid, Felsefe Tarihi, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1980,s. 464-471.
~~~~ * ~~~~

     İşte pozitivist görüşlerin etkisinde kalan bazı psikologlar ele aldıkları konularda maneviyata, dine ve Allah’a atıfta bulunmazlar. Sevgi ile ilgili görüşlerini aktardığımız iki yazar da, konuyu inançtan bağımsız olarak ele almaktadır ve insanların zihninde sevgi konusunda yanlış algılar oluşturmaktadır.
     Halbuki en son ilahi hitap ve kitap olan Kur’an konuya bu şekilde bakmamaktadır. İnsanın bir çok şeyi öğrenmek zorunda olduğu bir gerçektir. Allah insana bir çok kabiliyet vermiştir ve insan sebatla çalıştığı takdirde bunları geliştirebilir. Herhangi bir mesleği hiç bilmezken, çalışır, çabalar gayret gösterir, sabreder ve onu öğrenir. Örneğin insanın kuaförlük sanatını öğrenmesi için onun kursuna gitmesi gerekir. İnşaat ustası olması için yıllarca gayretli bir şekilde çalışması gerekir. Ancak sevgi ve korku gibi şeyleri bu meslek ve sanatlarla karıştırmamak gerekir. Her insanın her sanatı öğrenmesi mümkün değildir. Bu lüzumlu da değildir. İnsan toplumsal bir canlı olarak yaratıldığı için birbiriyle yardımlaşarak hayatını yaşayabilir. Farklı meslek ve sanatları öğrenmek en güzel yardımlaşma örneğidir. Eğer iddia edildiği gibi sevgi öğrenilmesi gereken bir sanat olsaydı, onları öğrenmeye bazılarının kabiliyeti olacaktı, bazılarının ise olmayacaktı. Bu yüzden de herkes sevebilen bir insan olmaktan çıkacaktı, sadece birileri tarafından sevilmeyi bekleyen varlık haline dönüşecekti. Sevgi öyle bir olgudur ki, insanın-insanla ilişkisinde, insanın çevre ile ilişkisinde, insanın Allah ile ilişkisinde çok belirleyici bir role sahiptir. Bu yüzden her insanda bu sevgi olmadan, insanın bazı sayılan varlıklarla olumlu bir ilişki kurması mümkün olmaz. Bundan dolayı Kur’an sevginin Allah tarafından her insanda yaratılmış olduğuna, onun sonradan öğrenilen bir olgu olmadığına işaret eder. Konuyla ilgili Rum suresinde geçen bir ayette şöyle buyrulur:
     “Kendileri ile huzur bulasınız diye sizin için türünüzden eşler yaratması ve aranızda bir sevgi ve merhamet var etmesi de O’nun delillerindendir. Şüphesiz bunda düşünen bir topluluk için elbette ibretler vardır.” (1)
     Görüldüğü gibi sevgi ve merhamet, insanın bir sanat gibi öğrenmesi gereken bir şey değildir. O Allah tarafından bütün insanların kalplerinin çekirdeklerine koyulmuştur. Cenab-ı Allah kendisini Kur’anda “Vedud” olarak nitelendirmektedir. (2) Vedud ise sınırsız derecede seven ve yarattığı varlıklar tarafından sevilen demektir. O halde hiçbir şey tesadüfen ortaya çıkmamıştır. Her şeyin sahibi ve yaratıcısı Allahtır. Sevgiyi de merhamet ile birlikte bizim kalbimize yerleştiren Allah’tır. Ne yazık ki, genel olarak pozitivizmin etkisinde kalan psikoloji ve psikanaliz sevgi ile Allah arasındaki irtibatı koparıp atmıştır. Bu yüzden sevgiyi sanat gibi öğretme çabasına girmiştir. Buna göre insan her meslek ve sanat gibi sevgiyi de öğrenerek, onda ustalaşacak ve “madem ki, sevme mesleğini ve sanatını ben öğrendim, o halde onu istediğim gibi kullanma hakkına sahibim” diye düşünecektir. Ama Kuranda bildirildiği gibi, sevgi Vedud olan Allah tarafından insanların kalplerinde yaratılmıştır. O halde, insan Allah’ın ihsan ettiği bu sevgiyi nasıl kullanacaktır?İşte insanın öğrenmesi gereken şey, sevgi değildir. Sevgiyi nasıl kullanacağıdır. Bunu da bize Kuran öğretmektedir. 
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
1) Rum, 30/21.
2) Buruc, 85/14.
~~~~ * ~~~~

     Buna göre sevgi sonradan öğrenilecek sanat gibi bir şey değildir. Allah insanın kalbine yaratılışından bu iki duyguyu koymuştur. İnsan yüzmeyi bilmez ama bunu öğrenir kendini geliştirir. Yazı yazmayı bilmez öğrenir kendini geliştirir. Ama sevgiyi öğrenmez. Sevgi insanın kalbine Allah tarafından koyulmuştur. İnsan yüzme öğrenmese de yaşayabilir. Fakat sevgisiz yaşayamaz. Nitekim Amerikalı yazar Scot Peck, Az Seçilen Yol isimli kitabında “sevginin bir lutuf” olduğunu söyler. Ona göre son derece sevgisiz çocukluk geçiren kişiler de hiçbir yardım almaksızın yine sevgi dolu insanlar olurlar. O şöyle der: “İnsanların sevme kapasitelerinin ve buna bağlı olarak da tekamül arzularının, sadece çocukluklarında ana babalarından gördükleri sevgiden değil, yaşamları boyunca Tanrı’nın lütfundan da sevgisinden de beslendiğine inanıyorum ve bunu göstermeye çalıştım. İnsanların bilinçleri dışında büyük bir güç bulunuyor. Bu güç, kendi bilinç altları vasıtasıyla olduğu kadar, ana-baba dışındaki sevgi dolu başka insanlar, ya da bizim anlamadığımız başka yollarla etki yapıyor. İşte lutuf sayesindedir ki, insanlar sevgisiz büyütülmenin sarsıntılarını aşıp, ana-babalarını tekamül merdivenlerinde çok geçen sevgi dolu bir insan oluyorlar.” Peck, bunun sebebini açıklarken, bunun Tanrı'nın lutfu olduğunu ifade etmektedir. Ona göre herkes Tanrı'nın lutfundan eşit olarak istifade etmekte, herkes de Tanrı'nın sevgisiyle kucaklanmaktadır. (1)
     Peck, Kur’an’ın bu hükmünü 15 asır sonra tasdik etmiştir. Allah Vedud ve Habibtir, Rahimdir. Yani çok seven ve çok sevilendir, çok merhamet edendir. Bu yüzden insanda da bu iki hususiyeti yaratmıştır. Sevginin Tevhid inancıyla bağlantılı olduğunu kabul etmek, o sevginin niçin insana verildiğini düşünmeye, onu veren ile sevgi ilişkisinin nasıl olması gerektiğini araştırmaya sevk eder.

     2. İnsanının İlk Önce Kendisini ve Diğer Varlıkları Sevmesi Gerektiği Algısı.
     Bu yanlış algı bir çok insanda vardır. Eğer sevgi ile sevgiyi veren Allah arasında bir ilişki kurulmazsa, insan kendisini ve sevdiği her şeyi ilah edinir. Bu yüzden çoğu insan, güzel varlıkları, kendisine menfaati dokunan şeyleri, ihsan edeni hep sevmiştir. Bunları severken çoğu zaman Allah hiç aklına gelmez. Hatta bazı çok kuvvetli dünyevi objeler kendisine sevme özelliği veren Allah’ı bütünüyle unutmasına sebep olur. 
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
1) Peck, M. Scott, Az seçilen yol, çev: Rengin Özer, Akaşa Yayın ve Dağılım LMTD. ŞTİ, İstanbul 1998, s.309-319. 
~~~~ * ~~~~

     Halbuki insan önce kendisini yoktan var eden ve içinde bu sonsuz potansiyele sahip sevgi duygusunu yaratan Allah’ı sevmelidir. Allah’ı sevmek için de Ona hakikî ve tahkikî olarak inanmalı, onu isimleri ve sıfatlarıyla tanımalı, sonra böyle tanıdığı bir Allah’ı sevmelidir. (1)  Zaten insanda var olan sınırsız potansiyeldeki sevgi, ancak sonsuz güzellik ve ihsan sahibi, noksansız, ezeli ve ebedi olan Allah’ı sevmekle tatmin olur. Sonra da bütün varlıkları O’nun için, O’nun yarattığı varlıklar olarak sevmelidir. (2)
     Bediüzzaman Said Nursi konuyla ilgili Kur’an’a dayanan tahlillerinden birisinde şöyle der:
    “Hem de Kur’an’ın hakikati der ki: Ey mümin! Sendeki nihayetsiz muhabbet kabiliyetini, çirkin ve noksan ve şerur ve sana muzır olan nefs-i emmarene verme. Onu mahbub ve onun hevesatını kendine mabud ittihaz etme. Belki sendeki o nihayetsiz muhabbet kabiliyetini, nihayetsiz bir muhabbete layık, hem nihayetsiz sana ihsan edebilen, hem istikbalde seni nihayetsiz mesud eden, hem bütün alakadar olduğun ve onların saadetleriyle mesud olduğun bütün zatları, ihsanatıyla mesud eden, hem nihayetsiz kemalatı bulunan ve nihayet derecede kudsi, ulvi, münezzeh, kusursuz, noksansız, zevalsiz cemal sahibi olan ve bütün esması, nihayet derecede güzel olan ve her isminde pek çok envar-ı hüsün ve cemal bulunan ve Cennet bütün güzellikleriyle ve nimetleriyle, O’nun cemal-i rahmetini ve rahmet-i cemalini gösteren ve sevimli ve sevilen bütün kainattaki bütün hüsün ve cemal ve mehasin ve kemalat, O’nun cemaline ve kemaline işaret eden ve delalet eden ve emare olan bir Zat’ı, mahbub ve mabud ittihaz et.” (3)
     Nursi, bir başka eserinde ise sevginin önce Alllah’a yöneltilmesi ile ilgili şöyle demektedir:
     “Cenab-ı Hakkın mâsivâsına yapılan muhabbet iki çeşit olur. Birisi yukarıdan aşağıya nâzil olur; diğeri aşağıdan yukarıya çıkar. Şöyle ki:
     Bir insan en evvel muhabbetini Allah’a verirse, onun muhabbeti dolayısıyla Allah’ın sevdiği herşeyi sever. Ve mahlûkata taksim ettiği muhabbeti, Allah’a olan muhabbetini tenkis değil, tezyid eder.
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
1) Nursi, Bediüzzaman Said, Mektubat , Sözler Yayınevi, İstanbul, 1979, s.204. Bu eserde konuyla ilgili olarak şöyle denmektedir: “Katiyyen bil ki: Hilkatin en yüksek gayesi ve fıtratın en yüce neticesi “iman-ı Billah”tır. Ve insaniyetin en ali mertebesi ve beşeriyetin en büyük makamı, iman-ı billah içindeki “marifetullah”tır. Cin ve insin en parlak saadeti ve en tatlı nimeti, o marifetullah içindeki “muhabbetullah”tır.”
2) Nursi, Bediüzzaman Said, Sözler, Sözler Yayınevi, İstanbul, 1979, s. 332. Nursi, konuyla ilgili adı geçen yerde şöyle der: “Evet, insan evvela nefsini sever. Sonra akaribini, sonra milletini, sonra zihayat mahlukları, dünyayı sever. Bu dairelerin her birisine karşı alakadardır; onların lezzetleriyle mütelezziz ve elemleriyle müteellim olabilir. Halbuki şu hercümerç alemde ve rüzgar deveranında hiçbir şey kararında kalmıyor kalmadığından, biç are kalb-i insan her vakit yaralanıyor. Elleri yapıştığı şeylerle, o şeyler gidin ellerini paralıyor, belki koparıyor. Daima ıztırap içinde kalır. Yahut gafletle sarhoş olur. Madem öyledir, ey nefis, aklın vara, bütün o muhabbetleri topla, hakiki sahibine ver, şu belalardan kurtul. Şu nihayetsiz muhabbetler, nihayetsiz bir kemal ve cemal sahibine mahsusturb Ne vakit hakiki sahibine verdin; o vakit bütün eşyayı Onun namıyla ve onun ayesi olduğu cihetle ıstırapsız sevebilirsin. Demek şu muhabbet doğrudan doğruya kainata sarf edilmemek gerektir. Yoksao muhabbet, en leziz bir nimet iken, en elim bir nikmet olur.”
3) Nursi, Sözler, s. 595.
~~~~ * ~~~~

     İkinci kısım ise, en evvel esbabı sever ve bu muhabbetini Allah’ı sevmeye vesile yapar. Bu kısım muhabbet, topluluğunu muhafaza edemez, dağılır. Ve bazan da kavî bir esbaba rastgelir. Onun muhabbetini mânâ-yı ismiyle tamamen cezb eder, helâkete sebep olur. Şayet Allah’a vâsıl olsa da, vüsulü nâkıs olur.” (1)
     Bütün bu izahlardan analışmaktadır ki, insan önce Allah’ı sevmelidir. Çünkü insana verilen sınırsız denilebilecek sevgi potansiyeli noksansız, ezeli ve ebedi olan Allah’ı sevmek için verilmiştir. İnsanın sevgi konusunda tatmin olması da ancak bu şekilde mümkündür.Allah’ı düşünmeden, Allah’a inanıp, O’nu tanıyıp sevmeden diğer varlıkları sevmek, onlar ve onların özellikleri geçici olmasından insanın büyük psikolojik sıkıntılara sürükler.Bu sevgi insanın Allah’a bağlılığını artırır. Diğeri ise Allah ile olan bağını koparır.

     3. Soyut Olarak Allah Sevgisinin İnsana Yeteceği Algısı
     Çoğu kişi Allah’ı çok sevdiğini söyler. Bu sevgi bana yeter der. Soyut Allah sevgisinin kendisini kurtaracağını zanneder. Bu insanın aklında ve kalbinde oluşan ya da oluşturulan yanlış bir algıdır. Sevginin yozlaştırılmasıdır. Halbuki Allah sevgisi, insanlar arasındaki sevgi gibi fiili olarak, davranışsal olarak tezahür etmek ister, yansımak ister. Bu tezahür de doğru bir tezahür olmalıdır. Tezahür etmeyen sevgi insanın kendisini kandırması, Allah’ı da kandırmaya çalışmasıdır. İnsan kendisini kandırabilir ama Allah’ı kandıramaz.
     Bu yansımanın nasıl olacağını da Yüce Allah bize Kur’an’da anlatır: “De ki, Ey Muhammed. Eğer Allah’ı seviyorsanız, bana uyun ki Allah da sizi sevsin.” (2) Kureyşliler, Allah sevgilerinin bir tezahürü olarak putlara taptıklarını, Hıristiyanlar Allah’ı sevdiklerinden dolayı Hz. İsa tazim ettiklerini bildiriyorlardı. Bu gibi davranışlar üzerine bu ayetin indiği rivayet edilmektedir. (3)
     Ayete göre Allah’ı sevmenin tezahürü, bu sevginin gerçek bir sevgi olması, sözcük olmaktan, soyut bir duygu olmaktan öteye geçmesine, yani Hz. Muhammed s.a.v.e uyulmasına bağlıdır. Hz. Muhammed’e uymak Allah’a itaat etmek anlamına gelir. (4) Razi’nin ifadesine göre, eğer Allah resulüne itaat edilmezse, o takdirde Allah sevgisi meydana gelmez. (5) 
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
1) Nursi, Bediüzzaman, Mesnevi-i Nuriye, Ekol Ofset, İstanbul, 1980, s.66.
2) Al-u İmran, 3/31.
3) Razi, Fahruddin, Mefatihu’l-Gayb, www, el Tafsir.com. (erişim, 24-11-2016)
4) Nisa, 4/80.
5) Razi, Fahruddin, Mefatihu’l-Gayb, www, el Tafsir.com. (erişim, 24-11-2016)
~~~~ * ~~~~

     Kurtubi ise, Sehl b. Abdillah’ın konuyla ilgili görüşünü nakleder: “Allah sevgisinin alameti, Kur’an sevgisidir. Kur’an sevgisinin alameti, Resulullah sevgisidir. Resulullah sevgisinin alameti Sünnet sevgisidir. Bunların hepsini sevmenin alameti, ahiret sevgisidir.” (1) Dolayısıyla burada, “Kur’an bize yeter” diyerek insanlarda sünnet ile ilgili olumsuz algılar oluşturan kimselere de çok önemli bir cevap vardır. Sünnete uymak, yani Allah resulünün yolunu takip etmek, Allah’ı sevmemizin en önemli göstergesidir. Bu da iman-ibadet, ahlak ve muamelatta kendisini gösterir. Allah’ın istediği şekilde davranışlara yansımayan sevgi, yalancı bir sevgidir.

     4. Başkanlara, Şeyhlere, Liderlere Sevginin Allah Sevgisi Gibi Olması
     Müslümanlarda oluşturulan bir yanlış algı da farkına varılarak veya varılmayarak başkanlara, şeyhlere, liderlere, hocalara, dünyevî objelere yöneltilen sevginin Allah sevgisi gibi olmasıdır. Bu, cahiliye döneminden günümüze kadar gelen, zaman zaman şekil değiştiren bir yanlış algıdır. Kur’an-ı Kerimin bildirdiğine göre Müşrikler Allah’a inandıklarını söylemelerine rağmen, elleriyle yaptıkları putları kendilerini Allah’a yaklaştırma aracı olarak görüyorlardı (2) Kur’an’ın ifadesine göre onlar cansız, duygusuz, ruhsuz, güçsüz putlara önem atfediyorlar ve onları Allah’ı sever gibi seviyorlardı. (3)
     Kur’an cahliye toplumunda geleneksel kültürle oluşan bu yanlış algıyı değiştirmek için, müminlerin Allah’a olan sevgilerini tarif ederken, “müminlerin Allah’a imanı daha fazladır” (4) buyurmaktadır. İşte insanların Allah’a inandıklarını söylemelerine rağmen, liderlerine, şeyhlerine, başkanlarına, hocalarına olan sevgisi de buna benzemektedir. 
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
1) Kurtubi, ebu Abdillah Muhammed b. Muhammed, el Camilu li Ahkami’l-Kur’an, www.eltafsir.com  (erişim, 24-11-2016)
2) Zümer, 39/3.
3) Bakara, 2/165.
4) Bakara, 2/165.
~~~~ * ~~~~

     Hıristiyanların Hz. İsa’yı sevmeleri de aynı mantığa dayalıdır: Allah gibi sevmek. İnsanların karşı cinsi, çocuklarını, malı, mülkü de Allah gibi sevdiği görülmektedir. Bu yanlış algı, Allah’a iman, Allah’ı tanıma, Allah’ı daha fazla sevme ve sevdiklerini de Allah için sevme ilkesiyle düzeltilebilir. Şu ayet bu algının düzeltilmesi için bize önemli bir ölçü vermektedir:
     “De ki, eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, hısım akrabalarınız, kazandığınız mallar, kesada uğramasından korktuğunuz ticaret, hoşlandığınız meskenler size Allah’tan ve resulünden ve Allah yolunda cihad etmekten daha sevgili ise, artık Allah’ın emri gelinceye kadar bekleyin. Allah fasıklar topluluğunu hidayete erdirmez.” (1)
     Öyle ise insan, kendini kontrol etmeli, Allah’ı bütün sevdiklerinden daha fazla sevmelidir. Buradan anlaşılan husus şudur: Allah insana sınırsız sevgi potansiyelini kendisini sevmemiz için verdiği halde, biz yanlış bir algı ile bunu sadece Allah’ın dışındaki varlıkları sevmeye yöneltiyoruz. Bu ise sevginin veriliş amacıyla bağdaşmayan bir durumdur. O halde, sevdiğimiz varlıklar kim ve ne olursa olsun, Allah gibi değil, Allah için sevilmelidir.

     B. Aşk
     Aşk ile ilgili yapılan izahlara baktığımızda hepsinde “aşırılık” ön plana çıkmaktadır. Bu aşırılık, Cahız’ın belirttiği gibi, hastalığa ve telef olmaya sebeb olmaktadır. Hâlbuki sevgide böyle bir telef söz konusu değildir.2 Aşk geçici bir duygudur ama insanda var olan bir duygudur. Bu duyguyu inkar etmek mümkün değildir. Ancak Kur’an aşkı hiçbir zaman ön plana çıkarmaz. Bununla ilgili yanlış bazı algılar vardır.

     1. İnsanlara Aşık Olmadan Allah’a Aşık Olunmaz.
     İnsan karşı cinse aşık olmalıdır. İnsanlara aşık olmadan Allah’a aşık olunmaz. Hatta bir siyasetçimiz birkaç sene önce gençlere seslenerek “aşık olun gençler” demişti. Burada iki husus vardır: birincisi insanın karşı cinse aşk, diğeri Allah’a aşkı.
     Her şeyden önce aşk, ifrat-ı hub olarak tarif edilir. Ancak İnsanda bu duygu vardır. Bu duygu “niyet ettim aşık olmaya” diyerek uygulamaya konulacak bir duygu değildir. Bunun hem tasavvufu hem de psikolojiyi ilgilendiren yönü vardır. Önce ikincisinden başlayalım: Batı dünyası romanları, romantik filimleri ve kişisel gelişim kitaplarıyla yozlaşan kadın- erkek ilişkilerini romantik aşk efsanesiyle düzeltmek istemektedir. Batı dillerinden Türkçemize tercüme edilen bir çok kitapta ve İngilizce bir çok sitede aşık olmanın yolları anlatılmakta, birileri de bu pazardan önemli miktarda paralar kazanmaktadır. Kimileri de aşkın ömür boyu süreceği yalanıyla zavallı insanları kandırmaktadır.
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
1) Tevbe, 9/24.
2) Kehhale, Ömer Rıza, el-Hubb, Müssesetü’r-Risale, Beyrut, 1984, s. 114-115. Bir Hind filozofu, erkek ile kadın arasında bir aşk zuhur ettiğini gördüklerinde, onların ailelerine taziyeye gittiklerini belirtmektedir. Kehhale, a.g.e. s. 62. Buradan da anlaşılmaktadır ki, aşk iki insanın adeta ölüp de sosyal hayattan soyutlanıp mezara girmesine vesile olmaktadır. 
~~~~ * ~~~~

     Halbuki kadın erkek arasındaki ilişkide asıl olan aşk değildir, sevgidir. Aşk istemekle meydana gelecek bir şey de değildir. Ve genellikle karşı cinsin güzel bulunmasından ve onunla fazla ilgilenilmesinden ortaya çıkan bir durumdur. Bu durum, Batılı psikologlar tarafından evlilik için kurulmuş bir tuzak olarak isimlendirilir. Böyle bir duygu geçicidir, eğer meydana gelmişse amacı da insanları meşru olan evliliğe götürmektir. (1) Ancak bu geçici durum,(araştırmalara göre altı ay ile 2 sene devam eder) daimi olabilecek bir durum gibi takdim edilerek yanlış bir algı oluşturulmaktadır. (2)
     Aşk iki kişilik bencillik, iki kişilik yalnızlıktır. (3) Bu yüzden hastalıklı bir ilişki olarak nitelendirilebilir. Yani aşk, karşıdaki insandan başka hiçbir şeyi görmemek, başka hiçbir şey ile ilgilenmemek anlamında olduğundan insanın sosyal yaşamını öldürmekte, iki kişiye bir kafese koymaktadır. Scott Peck, bu konuyu “insanın geçici olarak sınırlarını kaldırması, onları çökertmesi” olarak nitelendirir. Çünkü ona göre insanın sınırlarını genişletmesi çaba ister; aşık olmak ise çaba gerektirmez.” (4) Bu yüzden diyebiliriz ki, insanlar geçici olan aşka yönlendirilmekle, kandırılmış olmaktadırlar.
     İlahi aşk da böyledir. İlahi aşkı deneyimleyen insanların sayısı çok azdır. Onlar da manevî bir sarhoşluk ve sekr hali yaşarlar ve dengelerini kaybederler. Tarihte bunun bir çok örnekleri vardır. İfrat-ı hub olarak tarif edilen aşk, ilk mutasavvıflar nezdinde Allah hakkında kullanılması caiz olmayan bir durumdur. Yani ne Allah insanlara aşık olur, ne de insan Allah’a aşık olur. İnsanın Allah ile ilişkisinde Kur’an’ın ön plana çıkardığı şey Allah sevgisidir. Müminlerin Allah’a sevgisinin daha fazla olduğunu bildiren ayet, aşkı değil sevgiyi anlatmakta, insanların Allah’ı diğer varlıklardan daha fazla sevmesi gerektiğini dile getirmektedir.
     Tasavvuf tarihi konusunda yapılan araştırmalar, aşk kavramının ilk defa muhabbetten ayrı olarak ciddi bir şekilde ele alan kişinin, Ahmed el-Gazali (ö.520/1126) olduğunu göstermektedir. Onun “Sevanihu’l-Uşşak” isimli eseri, özel olarak aşk konusunun işlendiği ilk eserdir. Bu risalenin yaygınlık kazanmasından sonra, aşk kavramı tasavvuf çevrelerince hararetle benimsenmiştir. Mutasavvıf olmayan âlimlerin aşka getirdikleri tenkid, daha önce de belirttiğimiz gibi ilk mutasavvıflar tarafından da yapılmıştır. Örneğin, Kuşeyrì’nin risalesinde geçen ifâdeler bu konuyu desteklemektedir: “Muhabbetin bulunduğu yerde lezzet, hakikatin bulunduğu yerde dehşet vardır. Aşk sevgide sınırı aşmaktır. Allah haddi aşmakla nitelendirilemez. Öyleyse aşk ile nitelendirilemez. bütün mahlukata ait sevgilerin hepsi toplansa da bir şahsa verilse, bu şahıs normal olarak Allah’ı sevme derecesine ulaştı diye hükmetmeyi hak edemez. Şu halde kul Allah sevgisinde haddi aştı denemez. Bu sebeble “Allah kuluna âşık oldu” denemeyeceği gibi, kul da “Allah’a âşık oldu “ diye tavsif edilemez. Bunun için aşk reddolunmuştur. Bu yüzden aşk Allah’ın sıfatı olamaz. Allah’ın kula veya kulun Allah’a âşık olma ifrat bir durum olduğu için sağlıklı bir sevgi değildir.
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
1) Peck, Scott, Az Seçilen Yol, s.92.
2) Scott Peck, sevgi ve aşık olma konusunda yanlış algıları düzeltici ifadeler kullanmaktadır. Ona göre sevgi hakkındaki bütün yanlış kavramların en güçlü ve en yaygın olanı, “aşık olma”nın sevgiye eşit olduğu ya da en azından sevginin tezahürlerinden biri olduğu inancıdır. Bunun yanıltıcı bir inanç olduğuna dikkat çeken Peck, aşık olma deneyiminin “cinsellikle ilgili” olduğunu, çocuklarımızı çok derin bir sevgi ile sevebildiğimiz halde onları aşık olmamızın mümkün olmadığını dile getirir. Peck, aşık olma durumunun geçici olduğunu ifade ederek, ancak sevginin devamlı olduğunu söylemektedir. Sübjektif bir sevgi olan aşkın illüzyon olduğunu, gerçek sevginin köklerinin aşkta yatmadığını söyleyen Scott Peck, aşkın iradeye bağlı olmayan bir şey olduğunu, çok istekli olunsa dahi onu tecrübe etmeme ihtimalinin bulunduğunu, aranmayan bir zamanda insanın başına gelebileceğini, bu geçici durumun evlilik yoluyla yalnızlığımızı güvence altına almaya vesile olduğunu,bu yüzden evliliğe götüren bir tuzak olarak nitelendirilebileceğini dile getirir.Peck, Scott, Az Seçilen Yol,s. 84-91. Ayrıca ona göre, aşık olarak evlenen kişilerde aşk duygusunun bitmesi, evliliğin bitmesi değil, başlangıcı olarak düşünülmelidir.Peck, a.g.e.,s. 93.
3) Fromm, Erich, Sevme Sanatı, s.60.
4) Peck, a.g.e, s.90.
~~~~ * ~~~~

     Kur’ân ve sahih hadìslerde “aşk” kelimesi zikredilmez. Sevgi, çoğunlukla hub, vüd kelimelerinin müştaklarıyla birlikte kullanılır. Tasavvuf bilimi, Kur’ân ve hadìslerde geçen sevgi kavramının anlamını genişletmiş, sevgiyi mertebelere ayırmıştır. Ancak bu genişletme esnasında, aşkın ön plana çıkarılması bu konuda lafız olarak Kur’ânî çizgiyi muhafaza etme kaygısı taşınmadığını göstermektedir. Özellikle Allah ile kul arasında Kur’ân’da bildirilen “sevgi” ilişkisinin “aşk” kavramıyla ifâde edilmesi, Kur’ân’ın nitelendirmesi değildir. İlk dönem mutasavvıflarının, aşk, âşık, mâşuk yerine, hub, muhabbet, habîb, mahbûb kelimelerini kullanmayı tercih etmelerine rağmen (1) daha sonra gelen mutasavvıfların bu çizgiden uzaklaştıkları görülmektedir. İlk sufilerin birçoğu Allah sevgisini ifâde etmek üzere, Kur’ân ve sünnette yer alan hub ve muhabbet yerine “aşk” kelimesinin kullanılmasına karşı çıkmışlardır. (2)
     Son devir İslam alimlerimizden Bediüzzaman Said Nursi, ilahi aşkın insandaki dakik tefekkürü ortadan kaldırdığını söylemektedir.
     Said Nursi, bu anlayışa sahip olan insanların süslü olan bu kâinata bakıp onu aşk ve şevk ile sevdiğini, bunu yaparken de, "dakik tefekkürü" kısmen bırakarak aşka yapıştığını bildirir. (3) Sevdiği şeylerin zevalinden dolayı kendisini teselli etmek isteyen bu yoldaki bir kişi, her şeyin Allah'ın bir nakşı olduğu düşüncesini dile getirmez, o varlığın içinde Allah'ın olduğunu veya her şeyin Allah olduğunu iddia eder. Böylece bütün varlıkları "vahdet" eder, yani birleştirir. Allah'ın dışındaki her şeyi de yok sayar. Bu düşünce, sevdiği şeylerin firaklarından kaynaklanan elemi ortadan kaldırmak ister. Bu anlayışta olan bir kişi Muhyiddin-i Arabî gibi yüksek ve kuvvetli bir iman sahibi ise, zevki, nurani ve makbul bir mertebeye çıkar. Yoksa vartalara, maddiyata girmek, esbapta boğulmak ihtimali vardır. (4) Böyle bir durumdaki kişinin ağzından İslam'ın özüne uymayan, anlamını kendisinden başka kimsenin çözemeyeceği ifadeler zuhur etmekte, bu da o durumu yaşamayan kişiler tarafından yanlış anlaşılmaktadır. Bu tecrübeyi yaşayan mutasavvıfların "zındıklıkla" bile itham edildiği görülmektedir. Bediüzzaman bu durumdaki insanların cezbe halinde söylediği sözlerden sorumlu olmayacağını, ama aynı sözleri şuuru yerinde olan kişilerin söylemesi durumunda onların sorumlu olacaklarını dile getirmektedir. Bu durumda bir aşırılığı ifade eden aşk, orta yol dini olan İslam'ın açtığı ana yol olma özelliğini taşımamaktadır. Çünkü bu tür deneyimleri herkesin yaşaması imkânsız olduğu gibi, bu deneyimleri yaşayan kişilerin eser ve şiirlerini de herkesin anlaması mümkün değildir. Çünkü Allah’a aşık olan bir kimse, Allah’tan başka hiçbir şeyi düşünmez. Manevi bir sarhoşluk içinde yaşar. Bu yüzden vahdet-i vücud anlayışıyla yakından ilişkisi olan aşkın ön plana çıkarılması Kur’anî bir çizgi değildir. Kur’an aşkı değil, sevgiyi ön plana çıkarır. 
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
1) Uludağ, Süleyman, “Aşk”, DİA, İst., 1994, IV, 12.
2) Uludağ, “Aşk”, DİA, IV, 11-12.
3) Nursi, Said, Mektubat, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul, 2001, s. 91.
4) Nursi, Mektubat, s. 91-92
~~~~ * ~~~~

     C. Şefkat
     Kur'an-ı Kerim'de şefkat kelimesi "Allah"ın şefkati" şeklinde kullanılmıyor. Ancak şefkatin inayet ve sevgi boyutlarını içinde barındıran Rahmet kullanılıyor. Örneğin Allah'ın "Rahim" olduğunu ifade eden, rahmetinin her şeyi kuşattığını ifade eden ayetler bunun delilini teşkil ediyor. (1)
     O halde Allah'ın rahmeti Allah'ın şefkati anlamını da içinde barındırıyor. Ancak Şeyh Zade'nin bildirdiğine göre, bu, tıpkı insanlarda olduğu gibi, "Rikkat-i kalb" acıma anlamında değildir. Burada Rahmet, irade ve ihtiyar ile "ihsan etme, muhtaç olanların ihtiyaçlarını giderme" anlamındadır. Bunun için Rahman ve Rahim, "Muhsin", yani ihsan eden, nimetler vererek iyilik eden anlamına gelmektedir. (2)
     Bediüzzaman Said Nursi de, Rahmet kelimesinin bir başka isim formu olan, "Rahman"ın "Rezzak" anlamına geldiğini ifade ettikten sonra, terbiyenin iki yönü olduğuna dikkat çekiyor. Ona göre terbiyenin biri menfaatleri celb etmek, diğeri, zararları defetmek üzere iki esası vardır. Rahman, "Rezzak" anlamına geldiğinden menfaatleri celb etmeyi ifade ediyor. Rahim ise, Gafur yani çok affeden anlamına geldiğinden dolayı terbiyenin ikinci esası olan, zararları defetmeye işaret ediyor. (3)
    Buradaki ifadelerden, şefkatin "İhsan etme, ihtiyaçlarını giderme, affetme" gibi anlamları ön plana çıkmaktadır. Nitekim Zemahşeri de, Rahmet'in "Allah kullarına nimet vermesinden mecaz olarak kullanıldığına" dikkat çekmekte ve şöyle demektedir: "Çünkü bir padişah raiyetine şefkat ettiği zaman, onlara ihsanda bulunur, iyilik eder, ihtiyaçlarına giderir". (4)
     Said Nursi, Haşir Risalesi'nde, Allah'ın şefkatini, O'nun rahmetini anlatırken açıklıyor. Ona göre Allah'ın rahmeti, şefkati, en aciz ve en zayıftan en kuvvetliye kadar, her canlıya bir rızık verilmesiyle, en dertlilere derman yetiştirilmesiyle, çiçeklerin açıp meyvelerin takdim edilmesiyle, zehirli bir böceğin eliyle balın yedirilmesiyle, elsiz bir böceğin eliyle ipeğin giydirilmesiyle ortaya çıkıyor. (5)
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
1) Abdülbaki, Muhammed Fuad, el-Mu'cemü'l-Müfehres, li Elfazi'l-Kur'ani'l-Kerim, İstanbul, 1984, s. 304- 30
2) Şeyh Zade, Haşiyüte Şeyh Zade Ala Tefsir-i Kadi Beydavi, İhlâs Vakfı, İstanbul, 1994, I, s. 27
3) Bediüzzaman Said Nursi, İşaratü'l-İcaz, çev: Abdülmecid Nursi, Sözler Yayınevi, İstanbul, 1978, s. 15, 19
4) Zemahşerî, Ebû'l-Kâsım Mahmud İbn Ömer, el-Keşşaf, Darü İhyai Türasi'l-Arabi, Beyrut, 1997, I, s. 51.
5) Bediüzzaman Said Nursi, Sözler, Yeni Asya Neşriyat, İst., 2001, s. 65
~~~~ * ~~~~

     Diğer taraftan, gerek nebati, gerek hayvani ve gerekse insani bütün validelerin o rahim şefkatleriyle ve süt gibi o latif gıda ile aciz ve zayıf yavruların terbiyesi, geniş bir rahmetin cilvesini gösteriyor. (1)
     Kur'an'da Rahmetin "nimet" (Rum, 30: 33, 36; Fussilet, 41: 50; Şura, 42: 48), "rüzgâr" (Neml, 38: 63; Furkan, 25: 48), "gece ve gündüz" (Kasas, 28: 73) ve "yağmur" (Şura, 42: 28 gibi maddi; "Hazret-i Muhammed" (Enbiya, 21: 107), "mağfiret ve af" (el İnsan, 76: 31; el A'raf, 7: 156) gibi manevi boyutu bulunmaktadır.
     Şefkatle ilgili yanlış algıları şöyle sıralayabiliriz:
     1) Allah’ın acıma duygusuna sahip olduğu iddiası.
     Bu Allah’ın şefkatiyle ilgili yanlış bir algıdır. Bu yanlış algıyı Gazzali düzeltmektedir. İmam-ı Gazali, Esmaü'l-Hüsna isimli eserinde Rahman ve Rahim isimlerini açıklarken tam rahmetin, muhtaçlara hayır saçmak, umumi rahmetin de müstehak olana da olmayana da ulaşan rahmet olduğunu söylemektedir. Buna göre Allah'ın Rahmeti hem tam, hem de umumidir. Rahmet, elem verici bir acıma hissini içinde barındırmaktadır. Yani merhametli olan, öyle bir his duyar ki, bu his merhamet sahibine elem verir. Merhametli olana arız olan bu acıma hissi, sahibini, merhamet edicilerin hacetini görmeye sevk eder.
     Şüphesiz ki, Allah, elem verici acıma hissinden münezzehdir. Merhamet edenin elem duyması kendi zaafından ve noksanlığından dolayıdır. Allah şefkatli ve merhametlidir, aynı zamanda aciz değildir, muhtaçların bütün ihtiyaçlarını giderir. Ona göre merhamet eden, merhamet ettiğinin hacetini görmekle, kendisinde oluşan elem verici acıma hissinden kurtulmak ister. Böylece kendisine ihtimam göstermiş, kendi gayesi için çalışmış olur. Böyle bir durum rahmetin manasını kemalden düşürür. Kendisini elemden kurtarmak için başkasına yapılan merhamet, yani şefkat kâmil olmaz. Rahmetin kemali yüce Allah'ta vardır. Bu da, sırf ihtiyaç sahibinin ihtiyacını karşılamak gayesiyle yapılan eylemdir. Buna göre Allah'ın Rahmeti; yaratması, imana ve saadet sebeplerine yöneltmesi, ahiret saadeti vermesi, cemalini göstererek insanlara ikramda bulunmasıdır. (2)

     2. Allah Çok Merhametlidir, Şefkatlidir, İnsanları Cehennemde Ebedî Olara Yakmak Onun Şefkatin Zıttır.
     Bu algı yanlış bir algıdır. Çünkü insanlar bu dünyaya imtihan için gönderilmişlerdir. Allah bütün insanlara sonsuz şefkatinin tecellisine mazhar etmiştir, onlara her türlü imkanları bahşetmiştir. Maddi olarak hayat ve hayata lüzumlu olan şeyleri vermesi, manevi olarak peygamberler ve kutsal kitaplar göndermesi onun şefkatinin yüksek tezahürleridir. Bu şefkate karşılık insanın Allah’a iman etmesi, ona ibadet etmesi istenmektedir. İnsan Allah’ı inkar eder, O’na şirk koşar, münafıklık yapar da öyle ölürse bu durumda Kur’an ayetleriyle sabittir ki, o ebedî olarak cehennemde azap çekecektir. Bu ayetlerle sabit olmasına rağmen, bunu Allah’ın şefkatine sığıştıramayanlar, Allah’ın şefkatinden fazla şefkat etmeye kalkışan insanlardır. Halbuki böyle bir şefkat şefkat olmaktan çıkmaktadır. 
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
1) Nursi, Sözler, s. 65.
2) Gazali, Esmaü'l-Hüsna, çev. Yaman Arıkan, Elifba Yayınları, İst. 1982, s. 104-106.
~~~~ * ~~~~

     3. Şefkatin Sadece Dünyevî Hayatı Garanti Altına Almak İçin Kullanılması.
     Bu yanlış bir algıdır. Allah sonsuz şefkatinden insanlara da vermiştir. Ama kadınlarla bu şefkat daha fazladır. Bu şefkati çoğu anne-baba çocuklarının dünyevi istikballerini kurtarmak için sarf etmektedirler. Halbuki bu şefkatin suistimali, yani kötüye kullanılmasıdır. Yani yanlış algılanması ve yönünün yanlış bir yere çevrilmesidir. Halbuki gerçek şefkat, çocukların dünyevî geleceklerini garantiye almak için çalışmanın yanında onların ebedî hayatlarını kurtarmak için de gayret etmek demektir. Said Nursi eserlerinde, şefkatin pek geniş olduğunu, bir kişinin şefkat ettiği çocukları münasebetiyle bütün yavrulara, hatta ruh sahibi varlıklara sevgisini, şefkatini göstermesi gerektiğini ve böylece Allah'ın Rahim ismine bir çeşit "ayna" olduğunu ifade etmektedir (1).
     Burada şefkat ve sevgideki "yayılmacı" özellik karşımıza çıkmaktadır. Bir kişi sadece çocuğunu seviyorsa, başka kimseyi sevmiyorsa bu şefkatin genel karakteriyle bağdaşmayan bir durumdur. Said Nursi'ye göre annelerin çocuklarını tehlikelerden kurtarması, ücret istemeden ruhlarını feda etmeleri, onların şefkatlerinin bir yansımasıdır. Ancak Said Nursi, şefkatin bir başka boyutuna da dikkat çekiyor ve şöyle diyor:
     "Bu kahramanlığın inkişafı ile hem dünya hem de ebedi hayatını onunla kurtarabilir. Fakat bazı fena cereyanlarla, o kuvvetli ve kıymetli seciye inkişaf etmez. Veya su-i istimal edilir." (2)
     Burada Nursi, çocuklara karşı gösterilen şefkatin, yalnızca onların maddi ihtiyaçlarını gidermekle kalmayıp, manevi ihtiyaçları için de gerekli olduğuna dikkat çekiyor. İşte psikoloji şefkatin bu boyutuna temas etmemektedir. Ona göre, bir anne çocuğunu dünyevi tehlikelerden kurtarmaya çalıştığı halde, ahiretteki tehlikeden kurtarmaya çalışmazsa bu gerçek bir şefkat değildir. Yukarıdaki ifadeye göre bu, şefkatin suiistimalidir. Yanlış yöne kanalize edilmesidir. Said Nursi'nin ifadesine göre bu, çocuğu dünya hapsinden korumaya çalışmaktır, Cehennem hapsini ise nazara almamaktır.
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
1) Nursi, Mektubat, s. 35
2) Nursi, Lem'alar, s. 201.
~~~~ * ~~~~

     "Fıtri şefkatin tam zıddı olarak o masum çocuğunu, ahirette şefaatçi olmak lazım gelirken davacı ediyor. O çocuk, 'benim imanımı takviye etmeden bu helaketime sebebiyet verdin' diye şekva edecek. Dünyada da İslami terbiyeyi tam almadığı için, validesinin harika şefkatinin hakkına karşı layıkıyla mukabele edemez, belki çok kusur eder. Bu yüzden hakiki şefkat suiistimal edilmemeli. Şefkati idam-ı ebedi olan dalalet içinde ölmekten kurtarmaya sarf etmeli. Bu durumda çocuk ahirette davacı değil, duacı olacaktır." (1)

     4. Yapılan İslami ve Kur’ani Hizmet Karşılığında Bir Ücret Talep Edilmesi
     Bu da şefkatle ilgili yanlış bir algıdır. Şefkat ve merhametin gerçek anlamlarına zıttır. Çünkü şefkatin özünde karşılıksız olmak vardır. Annelerin gösterdikleri şefkat karşılığında bir ücret beklediklerini söylemek gerçekçi olmaz. Peygamberimiz s.a.v yaptığı tebliğ görevi boyunca ücret talep etmemiş, tam aksine bütün zenginliklerini İslama davet yolunda harcamıştır. Bütün peygamberler Kur’an’da tebliğ etme karşılığında kimseden bir ücret talep etmediklerini beyan etmektedirler.
     Nitekim bir ayet-i kerimede; "Ona karşılık sizden bir ücret istemiyorum. Benim ücretim Alemlerin Rabbi olan Allah’aittir.” (2) buyrulmaktadır. Yasin suresinde de tebliğ karşılığında hiçbir ücret istemeyene tabi olunması gerektiği bildirilir. (3) Başka bir ayette ise, Hz. Muhammed’in peygamberlik hizmetine mukabil onlardan hiçbir ücret istemediği, yalnızca yakınları sevmeyi istediği bildirilir. (4) Bu yakınları sevme, ehl-I beyt olarak anlaşılabileceği gibi, insanların yakın akrabaları olarak da anlaşılabilir. Her iki hususta da Yüce Rabbimizin hizmete karşılık ücret yerine sevgiyi ön plana çıkardığını söylememiz mümkündür.
     O halde şefkatin en yüksek derecesi insanların imanlarını kurtarmak, ya da takviye etmek için karşılık beklemeden hizmet etmektir. Eğer birileri sürekli ücret talep ediyorsa, orada Kur’an’a uymayan bir durum söz konusudur.
     Gazzali, Esma-i Hüsna şerhinde Rahim isminden hisse alan insanın durumunu şöyle açıklar:
     “Bu isimlerden hisse alan kişi, Allah’ın gafil kullarına merhamet eder. Nasihat ile onları gaflet yolundan ayırır. Allah yoluna sevk eder. Fakat bunu lutuf ve merhametle yapar. Günahkar insanlara, şefkat ve merhamet gözüyle bakar. Diğer taraftan rahmetin yani şefkatin maddi yansımasına göre de, hiçbir muhtacı ihtiyaç içinde bırakmaz. Eğer maddi imkanı yoksa dua eder.” (5)

     Sonuç ve Değerlendirme
     Sevgi, aşk ve şefkat insan hayatında önemli olan duygu ve eylemlere dayalı kavramlardır. İnsanda sınırsız potansiyele sahip bir sevgi duygusu bulunmaktadır. Bu duygunun fiili olarak tezahür etmesi gerekmektedir. Sadece Allah’ı soyut olarak sevmenin insana yeteceği iddiası yanlış bir algı oluşturmaktadır. Gerçek sevgi tezahür etmek ister. İnsanlar arasında tezahür etmeyen sevginin bir anlamı olmadığı gibi, insan ile Allah arasındaki sevgi ilişkisinde de Hz. Muhammed’e itaat anlamında bir tezahür gözükmediği takdirde hiçbir anlamı yoktur. Diğer taraftan aşk da içinde ifratı barındıran geçici bir duygudur. Sevginin aşırısı olarak tarif edilir. Geçici bir duygu olan aşkın hem beşeri hem de ilahi anlamda ön plana çıkarılıyor olması, bu duygunun yozlaştırılması ve yanlış algılanması demektir. Çünkü Kur’an aşkı değil, sevgiyi ön plana çıkarır. Şefkat ise, karşılıksız merhamet anlamına gelir ve annelerde yoğun olarak gözükür. Şefkat şefkat edilen insanların hem dünyevi, hem de uhrevi hayatlarının tehlikeye düşmesinden korkulması ve bu yüzden önlem alınması manasında kullanıldığında doğru olan bir yoldadır. Ama sadece insanları dünyevi tehlikelerden korumaya yönelip de, ebedî hayatlarını tehlikeden korumaya çalışmazsa bu takdirde şefkat, yozlaştırılmış ve şefkat hakkında yanlış bir algı oluşturulmuş demektir.
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
1) Nursi, Lem'alar, s. 201-202.
2) Şuara, 26/127.
3) Yasin, 36/21.
4) Şura, 42/23.
5) Gazzali, Esma-i Hüsna Şerhi, s. 166
~~~~ * ~~~~
 
bus

26 Ağustos 2021 Perşembe

TASAVVUF / Kur’ân Ve Sünnet’e Göre Ölünün Tasarrufu / Sayfa 573 - 587

ULUSLARARASI SEMPOZYUM
YANLIŞ ALGILAR ve
DOĞRU İSLÂM
28-30 Ekim 2016
ŞanlıUrfa / TÜRKİYE
Sayfa: 573 - 587
TASAVVUF
Kur’ân Ve Sünnet’e Göre
Ölünün Tasarrufu
Mehmet Nuri GÜLER *

     Giriş
     Bilindiği gibi günümüzde Müslümanlar arasında, ölülerin tasarruf edebileceği algısı bulunmaktadır. Bu algıdan dolayı kabirde yatan ölmüş evliya ve mübarek kişilere dua edilip yardım istenmektedir. Bu hal, sadece câhil kişilerde değil, ilimle uğraşan birçok kişi de görülmektedir. Halkın çoğunluğu da, onları büyük kanat önderleri saymaktadır.
     Fâtır sûresi, 13. ve 14. Âyette ise şöyle buyurmaktadır:
     “... İşte Rabbiniz Allâh’tır. Mülk O’nundur. O’nu bırakıp da kendilerine yalvardıklarınız ise bir çekirdek kabuğuna bile sahip değillerdir. Eğer onlara yalvarsanız sizin yalvarmanızı işitmezler. Faraza işitseler bile size cevap veremezler. Kıyamet günü de sizin ortak koşmanızı reddederler. Bu gerçeği sana her şeyden haberi olan Allâh gibi hiç kimse haber veremez.”
     Allah’ın vahiy Kur’ân’ın bu açık âyeti karşısında, bu âlimler Kur’ân’a dayanmayan deliller ileri sürmektedirler.
     İslâmî cemaatlerin çoğu da bu kötü duruma destek vererek, yayılmasında bir sıkıntı duymamaktadırlar. Çünkü onlardan bazılarının görüşüne göre böyle bir sapıklığa engel olmak, toplumda fitne ve ayrılığa sebep olmaktadır!
     Halbuki bu görüşe sahip olan kişiler, peygamberlerin tebliğlerinin esasının “Allah’a ibadet etmek ve tağuttan sakındırmak” olduğunu da çok iyi bilmektedirler.
     Bu kişiler, kendilerinin yapmadığı bu mükellefliği yerine getiren din ihtisaslaşmış kimselere de, yanlış algıları yüzünden dünyayı zindan etmekte, kul hakkına girmekten rahatsız olmamaktadırlar.
     Yine günümüzde müslümanlar içinde kutub, gavs diye isimlendirdikleri bir takım evliyaların, Allâh Teâlâ dışında bu âlemdeki işleri idare etmede söz sahibi olduğu söylenmektedir.
     Günümüzde sayıları sayılmayacak kadar çok müslüman, kendilerine göre en zor anlarında Abdulkâdir Geylânî ve Ahmed Rufâî gibi ölülerden yardım istemektedirler. Buna da "tevessül etme" adını vermektedirler.
     Bid’atlerin bu şekilde yaygınlaşması yüzünden, İslâm’ı her zaman ve mekânda arzetmek, zorlaşmıştır. Fakat, "Allâh emrini yerine getirmeye kâdirdir. Ancak, insanların çoğu bunu bilmezler."
     İşte tebliğin amacı,; “...Herhangi bir hususta anlaşmazlığa düştüğünüzde, Allâh’a ve ahiret gününe gerçekten inanıyorsanız, onu Allâh ve Rasûl’üne arz edin. Bu, daha iyidir, sonuç bakımından da daha güzeldir.” (1) âyetine göre, Allah’a ve Rasûl’e giderek “ölülerin tasarrufu” meselesini çözümleyip hükmünü açıklamaktır.

     I. ÖLÜ VE ÖLÜM
     Ölü kelimesinin, Arapça’da karşılığı “meyyit”, “meyt”, “müteveffâ” ve “maktul” kelimeleridir. (2)
     Türkçe “ölüm” kelimesinin karşılığı, Arapça “mevt”, “vefât” ve “katl” kelimeleridir. Üçünde ortak anlam, “yaşamın (hayatın) sona ermesi” olmakla birlikte (3) , “yaşamın sona ermesi” biçimine göre kelimeler farklılaşmaktadır. Bu, Kur’ân’daki şu âyetlerde görülmektedir:
     A. Mevt kelimesi, Kur’ân’da var oluşsal bir iş olarak Allâh’a nisbet edilen “yaşamın sona ermesi” anlamında, el-Mulk sûresi, 2. âyette şöyle kullanılmıştır:
     “O, hanginizin daha güzel amel yapacağını sınamak için ölümü ve yaşamı yaratandır.”
     Yine, ez-Zumer sûresi 42. âyette “mevtte nefislerin alındığı” ve “mevtin Allâh’ın takdiri olduğu” şöyle bildirilmektedir:
     “Allah (ölen) insanların nefislerini öldüklerinde, ölmeyenlerinkini de uykularında alır. Ölümüne hükmettiklerinin nefislerini tutar, diğerlerini belli bir süreye (ömürlerinin sonuna) kadar bırakır.”
     el-‘Ankebût sûresi, 57. âyette de “her nefis için mevtin gerçekleşeceği” ve “nefis ölünce, ğaybî yoklukta (ebediyette) olacağımız” şöyle bildirilmiştir:
     “Her nefis (can, kişi) ölümü tadacaktır. Sonra bize döndürüleceksiniz.”
     Âl ‘İmrân sûresi, 102. âyette de “yaşamın müslüman olarak sona erdirilmesi” şöyle buyrulmuştur:
     “Ey iman edenler! Allah'a karşı gelmekten nasıl sakınmak gerekiyorsa öylece sakının ve siz ancak müslümanlar olarak ölün.”
     el-Bakara 259’da ise, “mevt”in açıklanması şöyle yapılmıştır:
     “Allah onu öldürüp yüzyıl ölü bıraktı, sonra diriltti ve ona sordu: "Ne kadar (ölü) kaldın?" O, "Bir gün veya bir günden daha az kaldım" diye cevap verdi. Allah şöyle dedi: "Hayır, yüz sene kaldın.”
     en-Nisâ’ sûresi, 15. âyette, mevt ve vefât kelimesi şöyle ilişkilendirilmiştir:
     “O kadınları ölüm alıncaya kadar.”
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
* Yrd. Doç. Dr., Harran Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi İslâm Hukuku Öğretim Üyesi.
1) en-Nisâ’, 59.
2) Salim Öğüt, “Ölü”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, Cilt 34, İstanbul 2007, s. 31.
3) Salim Öğüt, “Ölü”, C. 34, s. 32.
~~~~ * ~~~~

     B. Vefât kelimesinin de Kur’ân’da, “tam olarak alma” anlamında kullanıldığı bu en-Nisâ’ sûresi, 15. âyetten anlaşılmaktadır. Bu anlamı, Âl ‘İmrân sûresi, 185. âyette de şöyle buyrularak teyîd edilmektedir:
     “Her nefis (canlı) ölümü tadacaktır. Kıyamet günü ancak yaptıklarınızın karşılığını tastamam alacaksınız.”
     el-En’âm sûresi, 61. âyette de şöyle buyurulmaktadır:
     “O, kullarının üstünde mutlak hakimiyet sahibidir. Üzerinize de koruyucu melekler gönderir. Nihayet birinize yaşamın sona ermesi (ölüm) geldiği vakit (görevli) elçilerimiz onun yaşamını tastamam alır ve onlar görevlerinde asla kusur etmezler.”
     el-Mâ’ide 117’de, de yaşam alındığında yaşama sırasına ait bir amelin yapılamadığı şöyle bildirilmektedir:
     “Ben onlara, sadece bana emrettiğin şeyi söyledim: Benim de Rabbim, sizin de rabbiniz olan Allah’a kulluk edin (dedim.) Aralarında bulunduğum sürece onlara şahit idim. Ama benim yaşamımı tam olarak aldığında, artık üzerlerine gözetleyici yalnız sen oldun. Sen her şeye hakkıyla şahitsin.”
     C. Katl kelimesinin Kur’ân’daki anlamı ise, Âl ‘İmrân sûresi, 144. âyette “mevt” ve “katl” birlikte anılarak, mevt, varoluşsal bir iş olarak Allâh’a nisbet edilen “yaşamın sona ermesi” anlamında iken, katl’in böyle olmadığı şöyle açıklanmaktadır:
     “Muhammed, ancak bir elçidir. Ondan önce de elçiler gelip geçmiştir. Şimdi o yaşamı sona erer (ölür) veya yaşamı sona erdirilir (öldürülürse) gerisin geriye (eski dininize) mi döneceksiniz?”
     el-Bakara 178’de “katl” için şöyle buyurulmaktadır:
    “Ey iman edenler! Öldürülenler hakkında size kısas farz kılındı. Hüre karşı hür, köleye karşı köle, kadına karşı kadın kısas edilir.”
     Bu iki âyetten, Kur’ân’da “katl”in anlamının, “nefsin yaşamı tastamam tamamlamadan ve nefsin alınma zamanı gelmeden önce nefsin alınması” veya “nefis ile yaşam bağının koparılması” olduğu ortaya çıkmaktadır. Bunun için, “katl”de el-Bakara süresi, 178. âyette “kısâs” cezası şöyle buyrulmuştur:
     “Ey iman edenler! Öldürülenler hakkında size kısas farz kılındı. Hüre karşı hür, köleye karşı köle, kadına karşı kadın kısas edilir.” İşte bu yüzden de, yaşamı tastamam tamamlanmadan Allah yolunda yaşam ile bağı kopartılan nefsin alınma zamanı gelene kadar ğaybî yoklukta (ebediyette) yaşayacağı, el-Bakara süresi, 154. âyette şöyle buyurulmaktadır:
     “Allah yolunda öldürülenlere "ölüler" demeyin. Hayır, onlar yaşıyorlar (diridirler). Ancak siz bunu bilemezsiniz.”

     II. ÖLÜM SONRASI ALGISI
     Ölüm ve ölüm sonrası hakkındaki algılama, felsefeden felsefeye, kültürden kültüre ve dînden dîne değişmektedir. (1)

     A. İSLÂM ÖNCESİNDE (2)
     Eski Mısır dininde, ölüm, ölümden sonraki yaşam için yeniden dirilmedir. Bu diriliş de beden ile gerçekleştirileceğinden Eski Mısır’da cesed mumyalanması, ölüyle birlikte mezara sevdiği eşya ve yiyeceklerin konulması, ölüyü yeni hayata döndürmek üzere kadınlar tarafından ağıtlar icra edilmesi geleneğine rastlanmaktadır.
     Eski Yunanlar, yeniden dirilme yerine, bedenin hayat kaynağı kabul edilen ruhun ölüler diyarı olan Hades’e gidip orada yaşamını devam ettirdiğine inanmışlardır.
     Hintliler, bugün de benimsendiği şekliyle, tenâsûh’e (reenkarnasyon’a) inanılmakta ve insanın “karma” diye adlandırılan sonsuz doğum ve ölüm çemberini kırıp mutlak saf ruh durumuna, yani Nirvana’ya ulaşıncaya kadar, ölüm, farklı bedenlerde ve biçimlerde tekrar olmaktadır. Ruhun yeni bir bedende doğuşunu sağlamak için, ölenin bedeni yakılmaktadır.
     Zerdüşt dininde, öldükten sonra iyilerin Ahura Mazda ile birlikte Neşîde Evi’nde ve kötülerin ise, Yalan Evi’nde yaşayacağı inancı vardır. Bu, Parsliler arasında, iyiler Cennet’e, kötüler Cehennem’e gidecek biçimini almıştır. Ölmeden önce tövbe eden kötüler ise Çinvat Köprüsü’nün sonunda cezasını çekip Cennete ulaşacaklardır.
     Mezopotamya’da, Sümer, Bâbil ve Eski İsrail’de, ölüm, yaşamın tamamen sona erdiği ve geri dönüşün mümkün olmadığı sıkıntılı bir durumdur. Sümerlerde, ceset toprağa gömüldükten veya yakıldıktan sonra, ruhun sükûnet bulması ve ölümsüzleşmesi için, yakınları yiyecek, içecek, elbise gibi sunularda bulunmakta ve bunun aylık âyîn (tören) halinde yapılması gerekli görülmektedir. Bu şekilde, ölüler bir tür küçük ilâhlar haline gelmekte ve yaşayanların hayatları üzerine iyi veya kötü etkide bulunabilmektedirler.
     İsrâiloğulları arasında geç dönemlerde, Pers ve Grek kültürlerinin etkisiyle, yeniden dirilme ve ruhun ölümsüzlüğü inancı görülmeye başlanmıştır. (II. Makkabiler, 7/9). 
     Hıristiyanlar’da ölüm, insanlar için uyku olarak tasvir edilmiştir. (Yuhanna, 11/13) Îsâ Mesîh’e imân üzere ölenler, yattıkları yerden bir gün kaldırılıp ona yükseltileceklerdir. (Selânikliler’e Birinci Mektup, 4/13-18; Vahiy, 7/9-17). 
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
1) Salim Öğüt, “Ölü”, C. 34, s. 32.
2) Geniş bilgi için bakınız: Salim Öğüt, “Ölü”, C. 34, s. 32-33.
~~~~ * ~~~~

     B. İSLÂM’DA
     İslâm’da ölüm, Kur’ân’da “yaşatma”nın karşıtı olarak “imâte”, yani “canlının yaşamına son verme” ve “teveffî”, yani “canlının ruhunu alma” kelimeleri ile geçmektedir. Hadîs’te de ölüm, aynı kelimelerle anlatılmaktadır.. Birçok âyet ve hadîsin belirttiği gibi, yaşatan ve öldüren Allâh’tır. Allâh bu fiili görevlendirdiği melekler vasıtasıyla yapmaktadır. Kur’ân’da, insanın dünyaya gelmesinin amacı ölmek değil yaşamaktır. Allâh, rûhtan üfleyip halkettiği insana ebedî hayat vermiştir. Ancak, bu hayat iki devreye ayrılmıştır. İlk devresi doğumla başlar, amel ve sınav sürecidir; ikinci devresi ise, ölümle başlar, elde edilen sonuçların belirlendiği ebedî süreçtir. (1)
     Kur’ân’da ölümle başlayıp yeniden diriltilmeye (ba's) kadar sürecek olan bir ara dönem de bildirilmektedir. Buna, “berzah“ denilmektedir. (2) Kur’ân’da el-Mu’minûn sûresi, 99. ile 100. âyetlerinde, şöyle buyurulmaktadır: 
     “Nihayet onlardan birine ölüm gelince, "Rabbim! Beni dünyaya geri gönderiniz ki, terk ettiğim dünyada salih bir amel yapayım" der. Hayır! Bu sadece onun söylediği (boş) bir sözden ibarettir. Onların arkasında, tekrar dirilecekleri güne kadar (devam edecek, dönmelerine engel) bir perde (berzah) vardır.” (3)
     Görüldüğü gibi, ölümle yüz yüze gelen inançsızların pişmanlık duyarak hayatta iken yapmaya bir türlü yanaşmadıkları kulluk görevlerini yerine getirmek için dünyaya geri döndürülmeyi isteyecekler, ancak bu asla gerçekleşmeyecek bir talep olacaktır; çünkü, onların bu son günleriyle âhiretin fiilen vuku bulması arasında bir berzah hayatı mevcuttur.
     İslâm düşüncesine göre, hayat; ruhun insanın bedenine girmesiyle başlayıp bedenden ayrılmasıyla son bulduğundan genellikle, İslâmî literatürde ölüm, “ruhun bedenden ayrılması” şeklinde tanımlanmaktadır. Bununla birlikte, ruhun bedene girme zamanı ile ruhun bedenden ayrılma zamanı, nasslarda açıkça bulunmamaktadır. Fıkıh’ta, yani İslâm Hukuku’nda ölümün hakîkî, hükmî ve takdirî ayrımı yapılmaktadır. Bunlardan, hakîkî yani tabii ölüm, insanın yaşamının gerçek anlamda sona ermesidir. Hakîkî ölümün gerçekleştiği, gözlem ve teşhîs yoluyla bilinir. Fıkıh’a göre, hakîkî ölümde kişi geride, bedenini ve malını bırakır. Daha önce hükme bağlanmış bedenî cezalar, ölüye bedenî bir ceza uygulamak mümkün olmadığından ölümle düşer, fakat malî cezalar ölümle düşmez, malından ödenir.
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
1) Salim Öğüt, “Ölü”, C. 34, s. 34.
2) Cüneyt Gökçe, “Berzah”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, Cilt 5, Ankara 1992, s.. 525.
3) el-Mu’minûn, 99-100. 
~~~~ * ~~~~

     Kişinin, ibadet sorumluluğu ve diğer yükümlülükleri de ölümle sona erdiği için amel defteri kapanır; ancak şu beş vesîle sevap ve bir vesîle de günah yazılmasını devam ettirir. (1) Sevap yazılmasını sürdürten beş vesîle, etkileri devam eden sadaka, ilim öğretip yaymak, hayırlı evlât yetiştirmek, ağaç dikmek ve iyi bir çığır açmaktır. Günah yazılmasını sürdürten bir vesile de, kötü bir çığır açmaktır. (2)
     Böylece, Fıkıh’ta “mevt”, “nefsin, yaşamın nihai sınıra varması nedeniyle hiçbir zorlama ve mecbur tutma olmaksızın bedenden alınması” olmaktadır. Tıpkı, meyve olgunlaştığında, ağaçtan toplanması gibidir. Dolayısıyla, fakîhlere göre ölümün gerçekleşip gerçekleşmemesinde ölçü, yaşamın (hayatın) yerinde duruyor olup olmamasıdır. Bu yüzden, Fıkıh’ta, ruh, nefis ve beden ilişkisi ile bu ilişkinin kesilmesi önemli konulardan biridir. Bu konuda, ittifak edilen husus, nefsin beden üzerindeki tasarrufuyla vazifesini yerine getirdiğidir.
     Beynin üst merkezleri, bu vazifeyi bedende icra etmektedir. Dolayısıyla beynin üst merkezleri ölürse, nefis bedenden alınmış olmaktadır. Beyin ölümüyle nefsin beden üzerindeki tasarrufu için gerekli yetenek ve kapasite ortadan kalkmaktadır. Ancak, ruh tükenmemiş olduğundan canlılık devam etmektedir. Bu durumda, ölümün kesin bilinmesi için, farklı yollar rivâyet edilmiştir. Bazısı iki gün, bazısı da üç gün beklemeyi vacip kabul etmiştir. Kimisi de kötü kokuyu şart koşmuştur. (3)
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
1) Hüseyin Esen, “Ölüm.Fıkıh.”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, Cilt 34, İstanbul 2007, s. 38- 39.
2) Müslim, Zekat 69, Zikir 13; Ebû Dâvûd, Vesâyâ 10.
3) Adil Sâzihânî, “Beyin Ölümü (Gönüllü Olmayan Pasif Ötanazi) ve Fkhî-Hukukî Sonuçları”, Misbah, Yıl: 3, Sayı: 9, Sonbahar 2014, s.166.
~~~~ * ~~~~

     III. TASARRUF VE VESÎLE
     Ölülerin tasarruf ettiği iddiası, sanki onların gördüğünü, tuttuğunu ve hayatta yaşayanlar gibi bulunduğunu söylemektir. Bunun için, tasarruf kavramı ile konuyla alakalandırılan tevessül kavramlarının açıklanması gerekmektedir:

     A. FIKIH’TA TASARRUF
     Fıkıh’ta “tasarruf”, mümeyyiz kişiden irade ile sâdır olup, kendisine fıkhî sonuç bağlanan fiillere denilir. (1)
     İçlerinde peygamberler ve evliyalar da dahil olmak üzere Allâh Teâlâ’nın kullara verdiği duyma, görme, tutma, yürüme vb. bütün güç ve özellikler ölümle birlikte yok olup gitmektedir.
     Buna göre, ölülerin tasarruf ettiği iddiası, sanki onların gördüğünü, tuttuğunu ve hayatta yaşayanlar gibi bulunduğunu söylemektir. Bu iddia, dinen caiz değildir. Çünkü ölümden sonraki hal, ğaybîdir, yani bilinmeyendir. Allâh’tan başka kimse de onu kesinlikle bilemez. Bu durumda, dînî bir delil olmadığı sürece, ölüler hakkında anlatılan hiçbir şey caiz olmamaktadır.
    Görüldüğü gibi, ne Kur'ân’da ne de Sünnet’e Allâh’ın, ölülerin tasarrufuna dair bir delil yoktur. Bununla birlikte, Kur'ân’da ve Sahih Sünnet’te ölülerin tasarruf edemeyeceğine ait delil ise çoktur.
    Yüce Allah en-Neml süresi 80. âyete ş öyle buyurmaktadır: “Şüphesiz sen ölülere duyuramazsın...”
     Yine, er-Rûm süresi, 52. âyette “Elbette sen ölülere işittiremezsin...”
     Bu ölülerin işitmesi veya işitmemesi, asılını Allâh Teâlâ’dan başka kimsenin bilemediği gayb ve berzah âlemi hallerindendir. Bu yüzden kesin delil olmadan, bir takım görüş ve düşüncelerle bu meseleye dalmak doğru olmaz. Ölülerin işitmediklerine ait delil olacak diğer âyet de şudur:
     Fâtır süresi, 22. âyette de: “Sen kabirde olanlara işittiremezsin!” buyrulmaktadır.
     Rivayet tefsirlerinden et-Taberi tefsirinde bu âyet için şöyle kaydetmektedir:
     “Allâh’ın duymalarını yok ettiği ölülere anlatamazsın.”
     Sahîh Sünnet’te, şu rivâyetler nakledilmektedir: (2)
     Ebû Talha’dan şöyle rivâyet edilmektedir:“Peygamber Bedir Savaşı bitince Kureyş’ten ölen 24 tane soylu kişinin cesetlerinin biraraya toplanmasını emretti. Bunlar Bedir kuyularından pis ve pis şeyleri içine alan bir kuyuya atıldılar. Peygamber, düşman bir kavme galip gelince, oranın açık bir sahasında üç gece kalmak âdetinde idi. Bedir Savaşı’ndan üç gün geçince Peygamber, devesinin getirilmesini emretti. Yol ağırlığı deveye yüklenip bağlandı. Sonra Peygamber yürüdü. Sahâbîler de O’nun arkasından yürüdüler. Birbirlerine: "Herhalde Peygamber bazı ihtiyaçları için gitmektedir." dediler. Nihayet Peygamber, öldürülen Kureyş’in ileri gelenlerinin atıldıkları kuyunun bir tarafında durdu ve onları kendi adlarıyla ve babalarının adlarıyla çağırarak şöyle dedi: "Yâ fulan oğlu fulan, yâ fulan oğlu fulan! Siz Allâh’a ve Rasûlü’ne itaat etmiş olsaydınız, itaatiniz sizleri sevindirir miydi? Biz, Rabbimiz’in bize va’dettiğini gerçek olarak bulduk. Siz de, Rabbiniz’in size va’dettiğini gerçek olarak buldunuz mu?" 
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
1) İbrahim Kafi Dönmez, “Tasarruf”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, Cilt 40, Ankara 2011, s. 118.
2) El-Buhârî , Fethu’l-Bârî, C. VII, s. 242; en- Nesâî, C. I, s. 693;Muslim, C. 8, s. 163-164); Ahmed b. Hanbel, C. III, s. 219-220 ve başka bir yoldan İbn Ömer’den Ahmed b. Hanbel, C. II, s. 31.
~~~~ * ~~~~

     Ebû Talha dedi ki: Ömer: "Yâ Rasûlüllah! Kendilerinde ruhları bulunmayan şu cesetlere ne söylüyorsun?" dedi. Bunun üzerine Rasûlüllah: "Muhammed ’in nefsi elinde olan Allâh’a yemin ederim ki, benim söylemekte olduğum sözleri, sizler onlardan daha iyi işitir değilsiniz." buyurdu.
    Katâde şöyle demiştir: "Allâh onları ayıplamak, küçültmek, azap etmek ve kaçırdıkları fırsatlara yanmaları, yaptıkları zulümlere pişman olsunlar diye Rasûlüllah’ın sözünü onlara duyurmak için Bedir kuyusundaki cesetlere hayat verdi."
     Bu durum Âişe (ra)’ya anlatılınca, o şöyle dedi: "Rasûlüllah o sözüyle şunu söylemiştir: "Onlar şu an onlara söylediğim şeyin gerçek olduğunu biliyorlar." Sonra şu âyeti sonuna kadar okudu: "Sen ölülere işittiremezsin."
     Şu âyet de açıkça müşriklerin Allâh’tan ayrı olarak kendilerine yalvardıkları ölmüş evliya ve mübarek şahısların işitmediğini bildirmektedir:
     "...İşte Rabbiniz Allâh’tır. Mülk O’nundur. O’nu bırakıp da kendilerine yalvardıklarınız ise, bir çekirdek kabuğuna bile sahip değillerdir. Eğer onlara yalvarsanız, sizin yalvarmanızı işitmezler. Faraza işitseler bile, size cevap veremezler. Kıyamet günü de sizin ortak koşmanızı reddederler. (Bu gerçeği) sana, herşeyden haberi olan (Allâh) gibi hiç kimse haber veremez." (Fâtır 13-14)
     Bunun bir benzeri olarak şu âyette de şöyle buyurulmaktadır:
     "Allâh’ı bırakıp kendilerine bir takım dostlar edinenler: Onlara, bizi sadece Allâh’a yaklaştırsınlar diye kulluk ediyoruz, derler." (ez-Zumer, 3)
     Ez-Zumer süresi 3. âyetteki bu “Allâh’a yaklaştırma”ya, el-Mâ’ide sûresi, 35. âyette, “Ey iman edenler! Allah 'tan korkun ve Ona yaklaşmaya yol arayın” (35.) âyeti ile el-İsrâ’ sûresi, “Onların yalvardıkları bu varlıklar, Rablerine vesîle ararlar”(57.) âyetinde “vesîle” denilmektedir.

     B. KUR’ÂN’DA VESÎLE (1)
     Kur’ân’da “vesîle” iki âyette geçmektedir. Bunlardan birinci, el-Mâ’ide sûresi, 35. âyettir. Şöyle buyrulmaktadır:
     “Ey iman edenler! Allah'a karşı gelmekten sakının, ona yaklaşmaya vesîle arayın ve onun yolunda cihâd edin ki kurtuluşa eresiniz.”
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
1) Geniş bilgi için bakınız: İsmail Çalışkan, Kur’ân-ı Kerîme Göre Tevessül ve Vesîle, Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ankara 1992, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi; Mehmet Necmeddin Bardakçı, “Tasavvufi Bir Terim Olarak Tevessül ve Vesile”, Tasavvuf İlmî ve Akademik Araştırma Dergisi, Ankara 1999, s. 33-48; Atilla Yargıcı, “İki Ayet Çerçevesinde Vesile Kavramına Farklı Tefsirlerin Yaklaşımları”, Harran Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, Yıl: 21, Sayı 35, Ocak-Haziran 2016, s. 7-27.
~~~~ * ~~~~

     Âyetteki, Hicrî III./Mîlâdî IX. yüzyılda, Hıristiyan bir aileden gelen, sekizinci imâm Ali er-Rızâ vasıtasıyla müslüman olduğu hemen hemen bütün kaynaklarda belirtilen Ma’rûf el-Kerhî (ö. 200/815 m.)’nin talebelerinden en önde geleni Serî es-Sakatî (ö. 251 h./865 m.)’ye, “Allâh’tan bir şey dilersen Ma’rûf’un hürmetine diyerek iste” nasihatı üzerine, âyetteki “ilk olarak “şeyhler” diye tefsîr edilmiştir. (1)
     Hicrî IV./Mîlâdî X. yüzyılda ise, Et-Taberî (ö. 310 h./922 m.), âyetteki yi, “Allâh’a razı olacağı amellerle yaklaşmak” diye tefsîr ederek, âyetin zâhir tefsîrini yapmıştır. (2)
     Yine, er-Râzî (ö. 313 h./925 m.) âyetteki “Taat ve günahları terk etmekle Allâh’a yaklaşmak diye tefsîr ederek, âyetin “Allâh’ bilmek ve tanımak için bir mürşide ihtiyaç olduğu” şeklindeki tefsiri de, Allâh’ı bilmek ve tanımak için, yani imân için bir mürşidin gerekli olduğunun âyetten anlaşılamayacağını ileri sürerek reddetmiştir. (3)
     Hicrî XII./ Mîlâdî XVIII. yüzyılda, âyetin bâtinî, yani iş’arî tefsîri, Bursa Halvetiye Tekkesi’nin şeyhi İsmâil Hakkı Bursevî (ö. 1137 h./ 1725 m.)’nin, Ruhu’lBeyân adlı tefsîrinde yeniden görülmektedir. Bursevî, âyetteki “Hakiki âlimler ve tarikat şeyhleri” diye tefsîr etmiş ve “vesîle” kelimesinin bâtinî, yani iş’arî tefsîrini yapmıştır. Bu tefsirini de, menkıbe ile delillendirmiştir. Bu menakıb delillerinden birinde, Bursevî şöyle anlatmaktadır: Ebû Yezîd el Bistamî’nin hizmetkarının ölüp de Münker ve Nekir’in sorularına muhatap olduğunda, “Ben Ebû Yezîd el Bistamî’nin kürkünü taşıdım” diyerek onları cevaplamıştır. Burada, el Bistamî, “vesile” olup sorular cevaplanmış olmaktadır. Bursevî sonra da, “Bu gibi misalleri akıldan uzak görme. Çünkü müdakkik insanın cevabı, kendisi ile birlikte gider ve ona kabirde böyle bir azık olur.” demiştir. (4)
     Bursevî’den yaklaşık yüz sene sonra, İbn Acîbe (ö.1224 m.) de tefsirinde, âyetteki “bir şeyhin tahakkümü altına girmek” diye kelimenin bâtinî, yani iş’arî tefsîrini devam ettirmiş ve böylece, şeyhlik ile mürşilik müessesine vurgu yapılarak, insanlar iş’arî tefsirlerle tarikatlara yönlendirilmişlerdir. (5)
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
1) Abdulkerim Kuşeyrî, Kuşeyrî Risalesi, Hazırlayan: Süleyman Uludağ, İstanbul 1991, s. 15. Kuşeyri, Risâle, s. 15.
2) Muhammed b. Cerir Et Taberî, Camiu‟l-Beyan fi Te‟vili‟l-Kur‟an, Muhakkik: Ahmed Muhammed Şâkir, Cilt X, Müessesetü‟r-Risale, 2000, s. 289-292.
3) Muhammed b. Ömer b. El Huseyn er Râzî, Mefâtihu‟l-Gayb, Cilt I, Yayın Yeri Yok, Yayın Tarihi Yok, s. 1651-1652.
4) İsmail Hakkı Bursevî, Ruhu‟l- Beyân, Cilt II, Dâru İhyâi‟t-Turâsi’l-Arabî, Yayın Tarihi Yok, s. 311- 312.
5) Atilla Yargıcı, “İki Ayet Çerçevesinde Vesile Kavramına Farklı Tefsirlerin Yaklaşımları”, Harran Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, Yıl: 21, Sayı 35, Ocak-Haziran 2016, s.16.
~~~~ * ~~~~

     Hicrî IVX./ Mîlâdî XX. yüzyılda Reşit Rızâ (ö. 1354 h./1935 m.), âyetteki; “Allâh’a razı olacağı amellerle yaklaşmak” diye tefsîr ederek, âyetin zâhir tefsîrini yapmıştır. (1)
     Âyetlerde “vesîle”, “Allâh’ın rızasına ulaştıracak, yaklaştıracak ameller ve Hadîslerde ise, “Cennette en yüksek makam” anlamındadır. (2) Tasavvufî çevrede, “vesîle”ye yanlış algı ile, “Allâh’a ulaştıracak vesail” anlamı verilmiştir. Allâh’a vesîle yapmak ortadan kalkmış enbiya ve müttaki salih insanlara tevessül edilmiştir. İnsanlar, doğrudan isteklerini bu şahıslardan ve kabirlerinden talep etmeye başlamışlardır. Habuki Hz. Muhammed s.a.v. “dua ibadetin ta kendisidir” buyurmaktadır. Aynı zamanda Kur’anda, “Allah ile birlikte başka birisine dua etmeyin”, “Allah‟ın dışında kendilerine dua ettiğiniz, sizin gibi kullardan başka bir şey değildir” ve “Allah‟ın dışında dua ettiğiniz kimseler, hiçbir şeye malik değillerdir. Siz onlara dua ettiğinizde sizin çağrınıza, duanıza kulak vermezler. Duysalar da cevap veremezler. Kıyamet gününde de sizin onları Allah’a şirk koştuğunuzu inkar ederler”gibi ayetler bulunmaktadır. (3)
     Vesîle ile ilgili Kur’ân’daki ikinci âyet ise, 17. el-İsrâ’ sûresi, 57. âyettir. Bu âyette de şöyle buyrulmaktadır:
     “Onların yalvardıkları bu varlıklar, ‘hangimiz daha yakın olacağız’ diye Rablerine vesile ararlar. Onun rahmetini umarlar, azabından korkarlar. Çünkü Rabbinin azabı gerçekten korkunçtur.”
     Buhari’de zikredilen İbn Mes’ud rivayetini göre, ayetin nüzul sebebi şudur: Araplardan bir kısmı bir grup cine ibadet ediyordu. Bu cinler Müslüman oldular ama ona ibadet edenler bunun farkına bile varmamışlardı. İşte ayet bunun üzerine nazil oldu. Ayetin ikinci nüzul sebebi olarak da yine İbni Mes’uddan arap müşriklerinin bazılarının meleklere ibadet etmelerini zikretmektedir. İbni Abbas ve Mücahid, Uzeyir ve İsa’ya tapanlarla ilgili nazil olduğunu bildiriyor. Bunlar Allah’a yaklaşmak isteyen varlıklardır. Kuşeyrî (ö. 465 h./ 1072 m.), onların ibadet ettikleri varlıkların, yani melekler, İsa ve Üzeyir gibi varlıkların kendilerine bir fayda ve zarar verecek güce sahip olmadıklarını, onların hepsinin Allah’a itaat ederek, ihsanını ümit ederek, rahmetini arzu ederek ve azabından korkarak O’na yaklaşmaya çalışan varlıklar olduğunu, bu tür varlıkların insanlardan belaları kaldırmaya güç yetiremeyeceklerini bildirmektedir.
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
1) Et Taberî, Camiu’l-Beyan fi Te’vili’l-Kur’an, c. X, s. 289-292.
2) Muhammed Reşit b. Ali Rıza b. Muhammed, Tefsuru’l-Kur’ani’l-Hakim,(Menâr Tefsiri), Cilt VI, el Kâhire 1995, s. 306.
3) Muhammed Reşit b. Ali Rıza b. Muhammed, Tefsuru’l-Kur’ani’l-Hakim,(Menâr Tefsiri), el-Kahire, 1995, VI, 307-308.
~~~~ * ~~~~

     Sünnet’te ise, ezandan sonra yapılan duada, cümlesinde, “Allah’ım Muhammed,
sallallahu aleyhi ve sellem’e vesîle ver!” denilirken, buradaki “vesîle” kelimesi, “kendisiyle bir şeye ulaşılan, yaklaşılan şey” anlamındadır. (1) Görüldüğü gibi, Kur'an-ı Kerimde vesîle kavramının geçtiği birinci âyet, "vesîle"yi Allah'ın rızasını kazanmak, Allah'a yakınlığa sebep olan şeyler, kendisi ile Allah'a yakınlaşılan ibadet ve taatlar ile terk edilen kötü davranışlar olmaktadır. İkinci âyeti ise, Hıristiyan ve Yahudiler ile diğer müşriklerin ilah diye yalvardığı İsa, Meryem, Uzeyr, melek, ve cin gibi mahlukların da Allah'a yakınlık için vesîle aramalarına rağmen, o müşriklerin bunların ilah olduğunu nasıl düşünebildiği sorgulanmakta, Allah'ın dışında, putları vesile edinmenin uygun olmadığı ifade edilmektedir.
     Kur'an'da olduğu gibi, Hz. Peygamber'in hadislerinde de tevessül ile ilgili sahih haberler mevcuttur. Kur'an'da mümkün görülen salih amelle vesîleye ek olarak, hadislerde şahısların da vesîle olabileceğine yer verilmiştir: (2)
     Hz. Peygamber umre için kendisinden izin isteyen Hz. Ömer'e; “Bizi de duadan unutma kardeşim" demiştir.
     Mağara hadisi olarak bilinen hadiste Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
     "Sizden evvelki gelip geçen ümmetlerden üç kişilik bir topluluk yürüyüp giderlerken birden kendilerini bir yağmur yakaladı. Hemen bir mağaraya sığındılar. Akabinde mağaranın çıkışı, büyük bir kaya ile bunların üzerine kapandı.
     Bunlar birbirlerine: Şu muhakkak, vallahi ey şu mağara içinde bulunanlar! Sizi buradan doğruluktan başka bir şey kurtaramaz. Onun için sizden her bir kişi doğru söylediğini bildiği bir şeyle Allah’a dua etsin, dediler.
     Bunlardan birisi: Ey Allahım! Katî olarak bilmeklesin ki benim ücretli bir işçim vardı, o bana üç sa' ölçeği pirinç karşılığı çalışıyordu. Bu işçi hak ettiği ücreti almadan bırakıp gitti. Ben bu ücret pirincini alıp ektim ve iyi mahsul oldu. Onu satıp parasıyla bir sığır satın aldım . Bir müddet sonra o işcçi bana gelip ücretini istedi. Ben de ona: Şu sığırları alıp önüne kat da sürgit, dedim. O kişi: benim, senin yanında üç sa' ölçeği pirinç hakkım var, dedi. Ben yine ona: Şu sığırları al. Zira onlar senin o üç sa' ölçeği pirincin ücretinden çoğaldılar, dedim. İşçi onları sürüp gitti. Ey Allahım, Sen bilmeklesin ki, ben bunu. senin haşyetinden ötürü böyle yaptım. Onun hatırına bizden şu kayayı. aç! diye dua etti. Kaya onların üzerinden biraz açıldı.
     Diğer biri de: Ya Allah! Şüphesiz Sen bilmektesin ki, benim ihtiyar anamla babam vardı. Ben her gece bunlara koyunlarımın sütünden getirip içirirdim. Bir gece bir engel sebebiyle bunlara süt getirmekte geciktim. Geldiğim de bunlar uyumuşlardı. Ailem ve çocuklarım açlıktan feryat ediyorlardı. Fakat ben, annem ve babamı süt içmeden çocuklarıma içiremezdim. Ancak onları uyandırmaya da kıyamadım. Süt tasını bırakayım da onlar uyanınca içsinler de diyemedim. Süt tası elimde sabaha kadar bekledim. Allahım, Sen bilmektesin ki, ben bunu sırf senin haşyetinden dolayı yaptım. Bizden bu sıkıntıyı gider! dedi. Akabinde kaya biraz daha açıldı, hatta gökyüzünü bile gördüler. 
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
1) İbn Manzur, Ebû’l-Fadl Cemâluddin Muhammed b. Mükrem, Lisanu’l-Arab, Cilt XI, Dâru Sadır, Beyrût, Tarih Yok, s. 724, Muhammed b. Muhammed b. Abdi’r-Rezzak el Huseynî, Tacu‟l-Arûs min Cevâhiri‟l-Kamûs, Cilt XXXI, Dâru’l Hidaye, Yayın Yeri Yok, Tarih Yok, s. 75, Muhammed b. Ebi Bekr b. Abdi’l-Kâdir er Razi, Muhtaru‟s-Sıhah, 1995 Beyrut, s. 740, İbrahim Mustafa ve arkadaşları, el Mu’cemu’l-Vasit, Cilt II, Tarih Yok, Yayın Yeri Yok, s.1032.
2) Mehmet Necmeddin Bardakçı, “Tasavvufi Bir Terim Olarak Tevessül ve Vesile”, Tasavvuf İlmî ve Akademik Araştırma Dergisi, Ankara 1999, s. 35-48.
~~~~ * ~~~~

     Üçüncüsü de: Ya Allah! Sen kesin olarak biliyorsun ki, benim bir amcakızım vardı. O bana insanların en sevgilisi idi. Ona sahip olmak istedim, fakat o benden çekindi. Ancak kendisine yüz dinar getirmemi söyledi. Ben bu yüz altını zar zor kazandım ve kendisine getirip verdim. O da kendini bana teslim etti. Ben o yasak fiili tanı işleyeceğim sırada kız, Allah’tan kork! Yaratıcı kudretim bekaret mührünü bozma. O mühür ancak bir hakla, yani nikahta açılır, dedi. Bu sözü üzerine ben üstünden kalktım, yüz dinarı da ona bıraktım. Şüphesiz Sen bilmektesin ki, ben bunu ancak Senden korktuğum için böyle yaptım. Bu kaya belasından bizi kurtar! dedi.
     Bu dua biter bitmez Allah Teala mağaranın önünü açtı, onlar da çıkıp gittiler."
     İslam bilginleri tevessül konusunda farklı görüşler taşımakla birlikte, üç çeşit vesile anlayışını kabul etmektedirler: Birincisi, “Allah'ın güzel isim ve sıfatları; ikincisi, “salih ameller”; üçüncüsü ise, “takva sahibi iyilerin duası”dır. Bunların dışındaki tevessül ise, tartışmalıdır. Tartışmalı tevessülü, kabul etmeyenler konuya itikadî açıdan, kabul edenler ise konuya tasavvufi açıdan yaklaşmaktadır. Tartışmalı tür tevessüllerden biri de, “şahısla yani zatla yapılan tevessül” olmaktadır. Zatla yapılan tevessül, hem itikadî ve hem de tasavvufi açıdan yaklaşanlarca, farklı yorumlamalara rağmen kabul görmüştür. Ancak, zatla yapılan tevessülde, kabirdeki ölüleri vesîle edinme hususunda, çok sert tartışmalar meydana gelmiştir. Çünkü, bu tür tevessülde tevhid inancı yok olmakta ve şirke düşülmektedir. Ölmüş insanları vesile edinerek, yardım sağlama düşüncesini kabul edenler, “ruhun ölümsüzlüğü”nü ileri sürüp, düşüncelerini ve yaptıkları hareketleri desteklemek için âyet ve hadislerden delil getirmeye çalışmaktadırlar. Ancak, ruhun hakikat ve mahiyeti hakkında bir açıklamama yoktur. Bu konuda, Allah Teala sadece "De ki ruh, Rabbimin emrindendir. " anlamındaki ayetten başka bir şey bildirmemiştir.
     Ölmüş insanları vesile edinmeyi kabul etmeyenler ise, ilgili ayet ve hadislerden hareket ederek onları vesile edinip faydalanmayı doğru bulmamaktadırlar. Onlara göre peygamberler, şehidler ve salih kişiler, Allah katında özel bir yaşamdadırlar. Bu özel yaşam, onların tasarrufta bulunduğuna bir delîl teşkil etmemektedir. Çünkü, ölen kişilerin dünya ile bağları kesilmiştir.
     İslam tasavvufunun sistemleştiği Hicrî III. ve V./ Milâdî IX. ve XI. yüzyıllarda, sûfîlerde Allah'a yakınlık için salih arneller vesîle olmaktadır. Allah ile kul arasına başka vesîle konulması, Allah'tan uzaklık sayılmaktadır. Şeyh mürid ilişkisinde ise vesîle, müridin Allah'ın murakabesi altında bulunduğu şuurunu canlı tutulması olmaktadır.
     Tarikatların ortaya çıktığı, Hicrî VI. ve VII../ Milâdî XII. ve XII. yüzyıllarda pirlerin ve şeyhlerin Allah'a yaklaşmak için vesîle kabul edildiği görülür. Onlara göre irşad makamındaki şeyhin diri ya da ölmüş olması arasında fark yoktur. Nitekim Nakşibendiyye tarikatının kurucusu Muhammed Bahaeddin Nakşibend (ö. 791 h./1389 m.)'in irşadını Abdülhâlık Gucdüvânî (ö. 617 h./1220 m.)'nin ruhaniyeti ile, üveysî olarak tamamladığı belirtilir. Üveysllik; ya doğrudan Hz. Peygamber'in ruhu ve maneviyatı tarafından terbiye edilen velîyi; ya da daha önce yaşamış ve ölmüş bir mürşidin ruhaniyetinden feyz alıp bunlarla kalbi bir irtibat kurarak ona ait halin kendisine de geçeceğine inanmayı ifade etmektedir.
     Tarikatlar arasında 5. el-Mâ’ide süresi 35. âyetinde geçen ''Ona yaklaşmaya vesîle arayın" buyruğundaki "vesîle"yi “mürşid” olarak yorumlamışlardır. Bir mürid şeyhinden veya tarikat pirlerinden "Ya şeyh! Beni kurtar" diye imdat beklerse, isteğini Allah'a arzetmiş sayılır.
     Tevessülü kabul etmeyenler salih arneller ve iyi şahısların duaları Allah'a yakınlaşma ya vesile olmakla beraber, insanlar ve özellikle ölüler vesîle olamazlar, demişlerdir. Çünkü ölülerin dünya ile ilgileri kesilmiş olduğundan her hangi bir tasarrufları söz konusu değildir. Kendisine faydası olmayan bir ölünün başkalarına da faydası olamaz.
     Tevesülü kabul etmeyenler, 5. el-Mâ’ide süresi 35. âyetinde geçen ''Ona yaklaşmaya vesîle arayın" buyruğunda maksat, “Allah'a iman ve O'na itaattir” demişlerdir. Dua ve ibadetlerle tevessül edilebileceği gibi, peygamberlerin ve salih kişilerin başkaları için yapacakları dualar da makbuldür. Çünkü sahâbe Hz. Peygamber'in duasını vesîle edinmiştir. Ancak, sahabe Hz. Peygamber'in vefatından sonra, kabrine gidip onu vesîle edinmemiştir, Onlara göre, salih arnelleri vesîle edinmek mağara hadisinde geçtiği üzere meşrûdur. Bu görüşte olanlara göre, sûfilerin ölülerin tasarrufta bulunabileceğine dair söyledikleri sözlerin aslı yoktur. Zira onlar ölüdür. Ruhları bağlanmış, amelleri kesilmiştir. Kendisine faydası olmayan bir ölünün başkasına nel faydası olabilir. Bunun keramet cinsinden olduğunu söylemek ise mugalatadır. Keramet, Allah'ın velisine ikram ettiği bir lütuf ve ihsandır. Velinin bunda hiçbir müdahalesi yoktur.
     Onlara göre, Kur'an'da ve hadislerde bununla ilgili bir çok delil vardır. Allah Teala şöyle buyurur: "Hiç kimseden şefaat kabul olunmaz.” ''Artık şefaatçilerin şefaati onlara fayda vermez. " Hz Peygamber de "Yakın akrabalarını uyar" ayeti nazil olduğunda akrabalarını toplamış ve; "Ey Haşimoğulları! Kendinizi ateşten koruyun. Ey Abdülmuttalib oğulları! Kendinizi ateşten koruyun. Ey Fatıma! Kendini cehennem ateşinden koru. Zira ben sizin için Allah 'ın rahmetinin dışmda bir şey yapmaya malik değilim. "buyurmuştur.
     Bu gruptaki alimlere göre, ayet ve hadislerden anlaşıldığı üzere, insanlarla Allah'a tevessül düşüncesi yanlıştır ve sapıklıktır, sağlam bir iman olduktan sonra başka insanlara ihtiyaç yoktur, insanların vesile olacağını zannedenler, akıllarını vehimlere ve batı! Düşüncelere teslim etmişler, bid'atlara dalmışlar, şeyhlerini vesile edinme bid'atini işleyerek ve onları Allah'a yakınlık vesilesi zannederek sapıklığa düşmüşlerdir.
     Âyet ve hadislerden anlaşıldığı üzere, insanlarla Allah'a tevessül düşüncesi yanlıştır ve sapıklıktır, insanların vesile olacağını zannedenler, akıllarını vehimlere ve bâtıl düşüncelere teslim etmişler, bid'atlara dalmışlar, şeyhlerini vesile edinme bid'atini işleyerek ve onları Allah'a yakınlık vesilesi zannederek sapıklığa düşmüşlerdir.

     Sonuç
     İşte, Kur'ân’ı en güzel tefsir eden, sadece Kur'ân ve sünnettir. Bu yüzden belirtilen âyetlerin hükmünü kabul etmek kaçınılmaz olmaktadır.
     Bu âyet ve hadislerden anlaşıldığı üzere, insanlarla Allah'a tevessül düşüncesi yanlıştır ve sapıklıktır, insanların vesile olacağını zannedenler, akıllarını vehimlere ve bâtıl düşüncelere teslim etmişler, bid'atlara dalmışlar, şeyhlerini vesile edinme bid'atini işleyerek ve onları Allah'a yakınlık vesilesi zannederek sapıklığa düşmüşlerdir.
     Kur'ân ve Sahîh Sünnet’e göre ölüler de işitmezler. Bu meselede esas olan da budur. Usûl-i Fıkıh’daki: "Özel durum, genel durumdan ayrı tutulur." kuralına göre, bu esasa aykırı rivâyet edilen, Resûlullah’ın benim söylemekte olduğum sözleri, sizler onlardan daha iyi işitir değilsiniz hadisi ile "Ölü, defnedenler ayrıldıklarında, onların ayak seslerini işitir." hadisini istisna tutmak gerekir. Yine Rasûlüllah (sav)’ın, “Selâm verenlerin selâmını doğrudan kendisinin almadığı da şu rivâyette bildirilmektedir: “Allâh’ın yeryüzünde dolaşan melekleri vardır. Ümmetimin selâmını bana ulaştırırlar.”
     "Fethu’l-Kadîr", "Hidâye", "Durru’l-Muhtâr" gibi Ebû Hanife ve O’nun talebelerinin fetvalarında: Ölü, ruhunu teslim ettikten sonra Hz. Aişe (ra)’nın da dediği gibi işitmez. Bunun böyle olduğunu diğer mezhepler, Mâlikîler, Şâfi’îler ve Hanbeliler de kabul etmişlerdir.
     İşitmediği savunulan ölülerin, şehidler dışındaki ölüler olduğu kabul edilmelidir. Çünkü gelen haberlere göre genel olarak şehidler, diğer ölülerden ayrıcalıklı olarak Allâh katında diri oldukları için işitirler. Ancak burada, söz konusu olan diriliğin kabirde değil, Allâh katında olduğu aşikârdır. Bu, Mesrûk yoluyla gelen hadiste de açıkça şöyle geçmektedir:
     "O dedi ki: "Abdullah b. Mes’ûd’a bu âyetin mânâsını sorduk. Dedi ki: Biz de bu sorunun aynısını Rasûlüllâh (sav)’e sorduk ve dedi ki: "Şehidlerin ruhu yeşil kuşların içindedir. Arşta bu kuşlar için asılı kandiller vardır. Cennette diledikleri yerde dolaşırlar, sonra bu kandillerde gecelerler…"" Müslim ve diğerleri rivayet etmiştir.
     O halde;
     Melekler, kendilerinden hiç kimse istemeksizin mü’minler için durmadan mağfiret dilediklerinden, meleklere yalvarmak caiz değildir.
     Vefat etmiş peygamberler ve salih kullara yalvarmamız ve onlardan dua ve şefaat talep etmemiz de iki sebepten dolayı caiz olmamaktadır. Bunlardan birincisi; onlar, kendilerinden talep olunmasa bile, bu konuda Allâh Teâlâ’nın kendilerine Uluslararası Yanlış Algılar ve Doğru İslam Sempozyumu Bildirileri 587 emrettiğini yerine getirirler; kendilerinden talep olunduğunda da, emrolunmadıklarını yapmazlar. Dolayısıyla onlardan istekte bulunmanın hiçbir faydası yoktur. İkincisi ise: Bu durumda onlara yakarma ve onlardan şefaat dileme, onlarla şirke düşmeye neden olur; bu vaziyette de böyle bir tehlike vardır.
     Buna göre, vefat ettikten sonra peygamberden veya evliyalardan yardım, şefaat vb. şeyleri istemek caiz değildir, çünkü bu şirktir veya insanı şirke götürür.
 
bus

Kitap Tanıtımı ღ💗ღ Yazar Şüheda Derya Terzi ❀💗❀ A'MAK-I ERVAH

  Kitap Özgün <kitapokuyalim@gmail.com> okunmadı, 00:18 (10 dakika önce)     alıcı gonulerleri@googlegroups.com      2007 de birkaç...