Tağut etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Tağut etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

26 Ağustos 2021 Perşembe

TASAVVUF / Kur’ân Ve Sünnet’e Göre Ölünün Tasarrufu / Sayfa 573 - 587

ULUSLARARASI SEMPOZYUM
YANLIŞ ALGILAR ve
DOĞRU İSLÂM
28-30 Ekim 2016
ŞanlıUrfa / TÜRKİYE
Sayfa: 573 - 587
TASAVVUF
Kur’ân Ve Sünnet’e Göre
Ölünün Tasarrufu
Mehmet Nuri GÜLER *

     Giriş
     Bilindiği gibi günümüzde Müslümanlar arasında, ölülerin tasarruf edebileceği algısı bulunmaktadır. Bu algıdan dolayı kabirde yatan ölmüş evliya ve mübarek kişilere dua edilip yardım istenmektedir. Bu hal, sadece câhil kişilerde değil, ilimle uğraşan birçok kişi de görülmektedir. Halkın çoğunluğu da, onları büyük kanat önderleri saymaktadır.
     Fâtır sûresi, 13. ve 14. Âyette ise şöyle buyurmaktadır:
     “... İşte Rabbiniz Allâh’tır. Mülk O’nundur. O’nu bırakıp da kendilerine yalvardıklarınız ise bir çekirdek kabuğuna bile sahip değillerdir. Eğer onlara yalvarsanız sizin yalvarmanızı işitmezler. Faraza işitseler bile size cevap veremezler. Kıyamet günü de sizin ortak koşmanızı reddederler. Bu gerçeği sana her şeyden haberi olan Allâh gibi hiç kimse haber veremez.”
     Allah’ın vahiy Kur’ân’ın bu açık âyeti karşısında, bu âlimler Kur’ân’a dayanmayan deliller ileri sürmektedirler.
     İslâmî cemaatlerin çoğu da bu kötü duruma destek vererek, yayılmasında bir sıkıntı duymamaktadırlar. Çünkü onlardan bazılarının görüşüne göre böyle bir sapıklığa engel olmak, toplumda fitne ve ayrılığa sebep olmaktadır!
     Halbuki bu görüşe sahip olan kişiler, peygamberlerin tebliğlerinin esasının “Allah’a ibadet etmek ve tağuttan sakındırmak” olduğunu da çok iyi bilmektedirler.
     Bu kişiler, kendilerinin yapmadığı bu mükellefliği yerine getiren din ihtisaslaşmış kimselere de, yanlış algıları yüzünden dünyayı zindan etmekte, kul hakkına girmekten rahatsız olmamaktadırlar.
     Yine günümüzde müslümanlar içinde kutub, gavs diye isimlendirdikleri bir takım evliyaların, Allâh Teâlâ dışında bu âlemdeki işleri idare etmede söz sahibi olduğu söylenmektedir.
     Günümüzde sayıları sayılmayacak kadar çok müslüman, kendilerine göre en zor anlarında Abdulkâdir Geylânî ve Ahmed Rufâî gibi ölülerden yardım istemektedirler. Buna da "tevessül etme" adını vermektedirler.
     Bid’atlerin bu şekilde yaygınlaşması yüzünden, İslâm’ı her zaman ve mekânda arzetmek, zorlaşmıştır. Fakat, "Allâh emrini yerine getirmeye kâdirdir. Ancak, insanların çoğu bunu bilmezler."
     İşte tebliğin amacı,; “...Herhangi bir hususta anlaşmazlığa düştüğünüzde, Allâh’a ve ahiret gününe gerçekten inanıyorsanız, onu Allâh ve Rasûl’üne arz edin. Bu, daha iyidir, sonuç bakımından da daha güzeldir.” (1) âyetine göre, Allah’a ve Rasûl’e giderek “ölülerin tasarrufu” meselesini çözümleyip hükmünü açıklamaktır.

     I. ÖLÜ VE ÖLÜM
     Ölü kelimesinin, Arapça’da karşılığı “meyyit”, “meyt”, “müteveffâ” ve “maktul” kelimeleridir. (2)
     Türkçe “ölüm” kelimesinin karşılığı, Arapça “mevt”, “vefât” ve “katl” kelimeleridir. Üçünde ortak anlam, “yaşamın (hayatın) sona ermesi” olmakla birlikte (3) , “yaşamın sona ermesi” biçimine göre kelimeler farklılaşmaktadır. Bu, Kur’ân’daki şu âyetlerde görülmektedir:
     A. Mevt kelimesi, Kur’ân’da var oluşsal bir iş olarak Allâh’a nisbet edilen “yaşamın sona ermesi” anlamında, el-Mulk sûresi, 2. âyette şöyle kullanılmıştır:
     “O, hanginizin daha güzel amel yapacağını sınamak için ölümü ve yaşamı yaratandır.”
     Yine, ez-Zumer sûresi 42. âyette “mevtte nefislerin alındığı” ve “mevtin Allâh’ın takdiri olduğu” şöyle bildirilmektedir:
     “Allah (ölen) insanların nefislerini öldüklerinde, ölmeyenlerinkini de uykularında alır. Ölümüne hükmettiklerinin nefislerini tutar, diğerlerini belli bir süreye (ömürlerinin sonuna) kadar bırakır.”
     el-‘Ankebût sûresi, 57. âyette de “her nefis için mevtin gerçekleşeceği” ve “nefis ölünce, ğaybî yoklukta (ebediyette) olacağımız” şöyle bildirilmiştir:
     “Her nefis (can, kişi) ölümü tadacaktır. Sonra bize döndürüleceksiniz.”
     Âl ‘İmrân sûresi, 102. âyette de “yaşamın müslüman olarak sona erdirilmesi” şöyle buyrulmuştur:
     “Ey iman edenler! Allah'a karşı gelmekten nasıl sakınmak gerekiyorsa öylece sakının ve siz ancak müslümanlar olarak ölün.”
     el-Bakara 259’da ise, “mevt”in açıklanması şöyle yapılmıştır:
     “Allah onu öldürüp yüzyıl ölü bıraktı, sonra diriltti ve ona sordu: "Ne kadar (ölü) kaldın?" O, "Bir gün veya bir günden daha az kaldım" diye cevap verdi. Allah şöyle dedi: "Hayır, yüz sene kaldın.”
     en-Nisâ’ sûresi, 15. âyette, mevt ve vefât kelimesi şöyle ilişkilendirilmiştir:
     “O kadınları ölüm alıncaya kadar.”
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
* Yrd. Doç. Dr., Harran Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi İslâm Hukuku Öğretim Üyesi.
1) en-Nisâ’, 59.
2) Salim Öğüt, “Ölü”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, Cilt 34, İstanbul 2007, s. 31.
3) Salim Öğüt, “Ölü”, C. 34, s. 32.
~~~~ * ~~~~

     B. Vefât kelimesinin de Kur’ân’da, “tam olarak alma” anlamında kullanıldığı bu en-Nisâ’ sûresi, 15. âyetten anlaşılmaktadır. Bu anlamı, Âl ‘İmrân sûresi, 185. âyette de şöyle buyrularak teyîd edilmektedir:
     “Her nefis (canlı) ölümü tadacaktır. Kıyamet günü ancak yaptıklarınızın karşılığını tastamam alacaksınız.”
     el-En’âm sûresi, 61. âyette de şöyle buyurulmaktadır:
     “O, kullarının üstünde mutlak hakimiyet sahibidir. Üzerinize de koruyucu melekler gönderir. Nihayet birinize yaşamın sona ermesi (ölüm) geldiği vakit (görevli) elçilerimiz onun yaşamını tastamam alır ve onlar görevlerinde asla kusur etmezler.”
     el-Mâ’ide 117’de, de yaşam alındığında yaşama sırasına ait bir amelin yapılamadığı şöyle bildirilmektedir:
     “Ben onlara, sadece bana emrettiğin şeyi söyledim: Benim de Rabbim, sizin de rabbiniz olan Allah’a kulluk edin (dedim.) Aralarında bulunduğum sürece onlara şahit idim. Ama benim yaşamımı tam olarak aldığında, artık üzerlerine gözetleyici yalnız sen oldun. Sen her şeye hakkıyla şahitsin.”
     C. Katl kelimesinin Kur’ân’daki anlamı ise, Âl ‘İmrân sûresi, 144. âyette “mevt” ve “katl” birlikte anılarak, mevt, varoluşsal bir iş olarak Allâh’a nisbet edilen “yaşamın sona ermesi” anlamında iken, katl’in böyle olmadığı şöyle açıklanmaktadır:
     “Muhammed, ancak bir elçidir. Ondan önce de elçiler gelip geçmiştir. Şimdi o yaşamı sona erer (ölür) veya yaşamı sona erdirilir (öldürülürse) gerisin geriye (eski dininize) mi döneceksiniz?”
     el-Bakara 178’de “katl” için şöyle buyurulmaktadır:
    “Ey iman edenler! Öldürülenler hakkında size kısas farz kılındı. Hüre karşı hür, köleye karşı köle, kadına karşı kadın kısas edilir.”
     Bu iki âyetten, Kur’ân’da “katl”in anlamının, “nefsin yaşamı tastamam tamamlamadan ve nefsin alınma zamanı gelmeden önce nefsin alınması” veya “nefis ile yaşam bağının koparılması” olduğu ortaya çıkmaktadır. Bunun için, “katl”de el-Bakara süresi, 178. âyette “kısâs” cezası şöyle buyrulmuştur:
     “Ey iman edenler! Öldürülenler hakkında size kısas farz kılındı. Hüre karşı hür, köleye karşı köle, kadına karşı kadın kısas edilir.” İşte bu yüzden de, yaşamı tastamam tamamlanmadan Allah yolunda yaşam ile bağı kopartılan nefsin alınma zamanı gelene kadar ğaybî yoklukta (ebediyette) yaşayacağı, el-Bakara süresi, 154. âyette şöyle buyurulmaktadır:
     “Allah yolunda öldürülenlere "ölüler" demeyin. Hayır, onlar yaşıyorlar (diridirler). Ancak siz bunu bilemezsiniz.”

     II. ÖLÜM SONRASI ALGISI
     Ölüm ve ölüm sonrası hakkındaki algılama, felsefeden felsefeye, kültürden kültüre ve dînden dîne değişmektedir. (1)

     A. İSLÂM ÖNCESİNDE (2)
     Eski Mısır dininde, ölüm, ölümden sonraki yaşam için yeniden dirilmedir. Bu diriliş de beden ile gerçekleştirileceğinden Eski Mısır’da cesed mumyalanması, ölüyle birlikte mezara sevdiği eşya ve yiyeceklerin konulması, ölüyü yeni hayata döndürmek üzere kadınlar tarafından ağıtlar icra edilmesi geleneğine rastlanmaktadır.
     Eski Yunanlar, yeniden dirilme yerine, bedenin hayat kaynağı kabul edilen ruhun ölüler diyarı olan Hades’e gidip orada yaşamını devam ettirdiğine inanmışlardır.
     Hintliler, bugün de benimsendiği şekliyle, tenâsûh’e (reenkarnasyon’a) inanılmakta ve insanın “karma” diye adlandırılan sonsuz doğum ve ölüm çemberini kırıp mutlak saf ruh durumuna, yani Nirvana’ya ulaşıncaya kadar, ölüm, farklı bedenlerde ve biçimlerde tekrar olmaktadır. Ruhun yeni bir bedende doğuşunu sağlamak için, ölenin bedeni yakılmaktadır.
     Zerdüşt dininde, öldükten sonra iyilerin Ahura Mazda ile birlikte Neşîde Evi’nde ve kötülerin ise, Yalan Evi’nde yaşayacağı inancı vardır. Bu, Parsliler arasında, iyiler Cennet’e, kötüler Cehennem’e gidecek biçimini almıştır. Ölmeden önce tövbe eden kötüler ise Çinvat Köprüsü’nün sonunda cezasını çekip Cennete ulaşacaklardır.
     Mezopotamya’da, Sümer, Bâbil ve Eski İsrail’de, ölüm, yaşamın tamamen sona erdiği ve geri dönüşün mümkün olmadığı sıkıntılı bir durumdur. Sümerlerde, ceset toprağa gömüldükten veya yakıldıktan sonra, ruhun sükûnet bulması ve ölümsüzleşmesi için, yakınları yiyecek, içecek, elbise gibi sunularda bulunmakta ve bunun aylık âyîn (tören) halinde yapılması gerekli görülmektedir. Bu şekilde, ölüler bir tür küçük ilâhlar haline gelmekte ve yaşayanların hayatları üzerine iyi veya kötü etkide bulunabilmektedirler.
     İsrâiloğulları arasında geç dönemlerde, Pers ve Grek kültürlerinin etkisiyle, yeniden dirilme ve ruhun ölümsüzlüğü inancı görülmeye başlanmıştır. (II. Makkabiler, 7/9). 
     Hıristiyanlar’da ölüm, insanlar için uyku olarak tasvir edilmiştir. (Yuhanna, 11/13) Îsâ Mesîh’e imân üzere ölenler, yattıkları yerden bir gün kaldırılıp ona yükseltileceklerdir. (Selânikliler’e Birinci Mektup, 4/13-18; Vahiy, 7/9-17). 
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
1) Salim Öğüt, “Ölü”, C. 34, s. 32.
2) Geniş bilgi için bakınız: Salim Öğüt, “Ölü”, C. 34, s. 32-33.
~~~~ * ~~~~

     B. İSLÂM’DA
     İslâm’da ölüm, Kur’ân’da “yaşatma”nın karşıtı olarak “imâte”, yani “canlının yaşamına son verme” ve “teveffî”, yani “canlının ruhunu alma” kelimeleri ile geçmektedir. Hadîs’te de ölüm, aynı kelimelerle anlatılmaktadır.. Birçok âyet ve hadîsin belirttiği gibi, yaşatan ve öldüren Allâh’tır. Allâh bu fiili görevlendirdiği melekler vasıtasıyla yapmaktadır. Kur’ân’da, insanın dünyaya gelmesinin amacı ölmek değil yaşamaktır. Allâh, rûhtan üfleyip halkettiği insana ebedî hayat vermiştir. Ancak, bu hayat iki devreye ayrılmıştır. İlk devresi doğumla başlar, amel ve sınav sürecidir; ikinci devresi ise, ölümle başlar, elde edilen sonuçların belirlendiği ebedî süreçtir. (1)
     Kur’ân’da ölümle başlayıp yeniden diriltilmeye (ba's) kadar sürecek olan bir ara dönem de bildirilmektedir. Buna, “berzah“ denilmektedir. (2) Kur’ân’da el-Mu’minûn sûresi, 99. ile 100. âyetlerinde, şöyle buyurulmaktadır: 
     “Nihayet onlardan birine ölüm gelince, "Rabbim! Beni dünyaya geri gönderiniz ki, terk ettiğim dünyada salih bir amel yapayım" der. Hayır! Bu sadece onun söylediği (boş) bir sözden ibarettir. Onların arkasında, tekrar dirilecekleri güne kadar (devam edecek, dönmelerine engel) bir perde (berzah) vardır.” (3)
     Görüldüğü gibi, ölümle yüz yüze gelen inançsızların pişmanlık duyarak hayatta iken yapmaya bir türlü yanaşmadıkları kulluk görevlerini yerine getirmek için dünyaya geri döndürülmeyi isteyecekler, ancak bu asla gerçekleşmeyecek bir talep olacaktır; çünkü, onların bu son günleriyle âhiretin fiilen vuku bulması arasında bir berzah hayatı mevcuttur.
     İslâm düşüncesine göre, hayat; ruhun insanın bedenine girmesiyle başlayıp bedenden ayrılmasıyla son bulduğundan genellikle, İslâmî literatürde ölüm, “ruhun bedenden ayrılması” şeklinde tanımlanmaktadır. Bununla birlikte, ruhun bedene girme zamanı ile ruhun bedenden ayrılma zamanı, nasslarda açıkça bulunmamaktadır. Fıkıh’ta, yani İslâm Hukuku’nda ölümün hakîkî, hükmî ve takdirî ayrımı yapılmaktadır. Bunlardan, hakîkî yani tabii ölüm, insanın yaşamının gerçek anlamda sona ermesidir. Hakîkî ölümün gerçekleştiği, gözlem ve teşhîs yoluyla bilinir. Fıkıh’a göre, hakîkî ölümde kişi geride, bedenini ve malını bırakır. Daha önce hükme bağlanmış bedenî cezalar, ölüye bedenî bir ceza uygulamak mümkün olmadığından ölümle düşer, fakat malî cezalar ölümle düşmez, malından ödenir.
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
1) Salim Öğüt, “Ölü”, C. 34, s. 34.
2) Cüneyt Gökçe, “Berzah”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, Cilt 5, Ankara 1992, s.. 525.
3) el-Mu’minûn, 99-100. 
~~~~ * ~~~~

     Kişinin, ibadet sorumluluğu ve diğer yükümlülükleri de ölümle sona erdiği için amel defteri kapanır; ancak şu beş vesîle sevap ve bir vesîle de günah yazılmasını devam ettirir. (1) Sevap yazılmasını sürdürten beş vesîle, etkileri devam eden sadaka, ilim öğretip yaymak, hayırlı evlât yetiştirmek, ağaç dikmek ve iyi bir çığır açmaktır. Günah yazılmasını sürdürten bir vesile de, kötü bir çığır açmaktır. (2)
     Böylece, Fıkıh’ta “mevt”, “nefsin, yaşamın nihai sınıra varması nedeniyle hiçbir zorlama ve mecbur tutma olmaksızın bedenden alınması” olmaktadır. Tıpkı, meyve olgunlaştığında, ağaçtan toplanması gibidir. Dolayısıyla, fakîhlere göre ölümün gerçekleşip gerçekleşmemesinde ölçü, yaşamın (hayatın) yerinde duruyor olup olmamasıdır. Bu yüzden, Fıkıh’ta, ruh, nefis ve beden ilişkisi ile bu ilişkinin kesilmesi önemli konulardan biridir. Bu konuda, ittifak edilen husus, nefsin beden üzerindeki tasarrufuyla vazifesini yerine getirdiğidir.
     Beynin üst merkezleri, bu vazifeyi bedende icra etmektedir. Dolayısıyla beynin üst merkezleri ölürse, nefis bedenden alınmış olmaktadır. Beyin ölümüyle nefsin beden üzerindeki tasarrufu için gerekli yetenek ve kapasite ortadan kalkmaktadır. Ancak, ruh tükenmemiş olduğundan canlılık devam etmektedir. Bu durumda, ölümün kesin bilinmesi için, farklı yollar rivâyet edilmiştir. Bazısı iki gün, bazısı da üç gün beklemeyi vacip kabul etmiştir. Kimisi de kötü kokuyu şart koşmuştur. (3)
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
1) Hüseyin Esen, “Ölüm.Fıkıh.”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, Cilt 34, İstanbul 2007, s. 38- 39.
2) Müslim, Zekat 69, Zikir 13; Ebû Dâvûd, Vesâyâ 10.
3) Adil Sâzihânî, “Beyin Ölümü (Gönüllü Olmayan Pasif Ötanazi) ve Fkhî-Hukukî Sonuçları”, Misbah, Yıl: 3, Sayı: 9, Sonbahar 2014, s.166.
~~~~ * ~~~~

     III. TASARRUF VE VESÎLE
     Ölülerin tasarruf ettiği iddiası, sanki onların gördüğünü, tuttuğunu ve hayatta yaşayanlar gibi bulunduğunu söylemektir. Bunun için, tasarruf kavramı ile konuyla alakalandırılan tevessül kavramlarının açıklanması gerekmektedir:

     A. FIKIH’TA TASARRUF
     Fıkıh’ta “tasarruf”, mümeyyiz kişiden irade ile sâdır olup, kendisine fıkhî sonuç bağlanan fiillere denilir. (1)
     İçlerinde peygamberler ve evliyalar da dahil olmak üzere Allâh Teâlâ’nın kullara verdiği duyma, görme, tutma, yürüme vb. bütün güç ve özellikler ölümle birlikte yok olup gitmektedir.
     Buna göre, ölülerin tasarruf ettiği iddiası, sanki onların gördüğünü, tuttuğunu ve hayatta yaşayanlar gibi bulunduğunu söylemektir. Bu iddia, dinen caiz değildir. Çünkü ölümden sonraki hal, ğaybîdir, yani bilinmeyendir. Allâh’tan başka kimse de onu kesinlikle bilemez. Bu durumda, dînî bir delil olmadığı sürece, ölüler hakkında anlatılan hiçbir şey caiz olmamaktadır.
    Görüldüğü gibi, ne Kur'ân’da ne de Sünnet’e Allâh’ın, ölülerin tasarrufuna dair bir delil yoktur. Bununla birlikte, Kur'ân’da ve Sahih Sünnet’te ölülerin tasarruf edemeyeceğine ait delil ise çoktur.
    Yüce Allah en-Neml süresi 80. âyete ş öyle buyurmaktadır: “Şüphesiz sen ölülere duyuramazsın...”
     Yine, er-Rûm süresi, 52. âyette “Elbette sen ölülere işittiremezsin...”
     Bu ölülerin işitmesi veya işitmemesi, asılını Allâh Teâlâ’dan başka kimsenin bilemediği gayb ve berzah âlemi hallerindendir. Bu yüzden kesin delil olmadan, bir takım görüş ve düşüncelerle bu meseleye dalmak doğru olmaz. Ölülerin işitmediklerine ait delil olacak diğer âyet de şudur:
     Fâtır süresi, 22. âyette de: “Sen kabirde olanlara işittiremezsin!” buyrulmaktadır.
     Rivayet tefsirlerinden et-Taberi tefsirinde bu âyet için şöyle kaydetmektedir:
     “Allâh’ın duymalarını yok ettiği ölülere anlatamazsın.”
     Sahîh Sünnet’te, şu rivâyetler nakledilmektedir: (2)
     Ebû Talha’dan şöyle rivâyet edilmektedir:“Peygamber Bedir Savaşı bitince Kureyş’ten ölen 24 tane soylu kişinin cesetlerinin biraraya toplanmasını emretti. Bunlar Bedir kuyularından pis ve pis şeyleri içine alan bir kuyuya atıldılar. Peygamber, düşman bir kavme galip gelince, oranın açık bir sahasında üç gece kalmak âdetinde idi. Bedir Savaşı’ndan üç gün geçince Peygamber, devesinin getirilmesini emretti. Yol ağırlığı deveye yüklenip bağlandı. Sonra Peygamber yürüdü. Sahâbîler de O’nun arkasından yürüdüler. Birbirlerine: "Herhalde Peygamber bazı ihtiyaçları için gitmektedir." dediler. Nihayet Peygamber, öldürülen Kureyş’in ileri gelenlerinin atıldıkları kuyunun bir tarafında durdu ve onları kendi adlarıyla ve babalarının adlarıyla çağırarak şöyle dedi: "Yâ fulan oğlu fulan, yâ fulan oğlu fulan! Siz Allâh’a ve Rasûlü’ne itaat etmiş olsaydınız, itaatiniz sizleri sevindirir miydi? Biz, Rabbimiz’in bize va’dettiğini gerçek olarak bulduk. Siz de, Rabbiniz’in size va’dettiğini gerçek olarak buldunuz mu?" 
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
1) İbrahim Kafi Dönmez, “Tasarruf”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, Cilt 40, Ankara 2011, s. 118.
2) El-Buhârî , Fethu’l-Bârî, C. VII, s. 242; en- Nesâî, C. I, s. 693;Muslim, C. 8, s. 163-164); Ahmed b. Hanbel, C. III, s. 219-220 ve başka bir yoldan İbn Ömer’den Ahmed b. Hanbel, C. II, s. 31.
~~~~ * ~~~~

     Ebû Talha dedi ki: Ömer: "Yâ Rasûlüllah! Kendilerinde ruhları bulunmayan şu cesetlere ne söylüyorsun?" dedi. Bunun üzerine Rasûlüllah: "Muhammed ’in nefsi elinde olan Allâh’a yemin ederim ki, benim söylemekte olduğum sözleri, sizler onlardan daha iyi işitir değilsiniz." buyurdu.
    Katâde şöyle demiştir: "Allâh onları ayıplamak, küçültmek, azap etmek ve kaçırdıkları fırsatlara yanmaları, yaptıkları zulümlere pişman olsunlar diye Rasûlüllah’ın sözünü onlara duyurmak için Bedir kuyusundaki cesetlere hayat verdi."
     Bu durum Âişe (ra)’ya anlatılınca, o şöyle dedi: "Rasûlüllah o sözüyle şunu söylemiştir: "Onlar şu an onlara söylediğim şeyin gerçek olduğunu biliyorlar." Sonra şu âyeti sonuna kadar okudu: "Sen ölülere işittiremezsin."
     Şu âyet de açıkça müşriklerin Allâh’tan ayrı olarak kendilerine yalvardıkları ölmüş evliya ve mübarek şahısların işitmediğini bildirmektedir:
     "...İşte Rabbiniz Allâh’tır. Mülk O’nundur. O’nu bırakıp da kendilerine yalvardıklarınız ise, bir çekirdek kabuğuna bile sahip değillerdir. Eğer onlara yalvarsanız, sizin yalvarmanızı işitmezler. Faraza işitseler bile, size cevap veremezler. Kıyamet günü de sizin ortak koşmanızı reddederler. (Bu gerçeği) sana, herşeyden haberi olan (Allâh) gibi hiç kimse haber veremez." (Fâtır 13-14)
     Bunun bir benzeri olarak şu âyette de şöyle buyurulmaktadır:
     "Allâh’ı bırakıp kendilerine bir takım dostlar edinenler: Onlara, bizi sadece Allâh’a yaklaştırsınlar diye kulluk ediyoruz, derler." (ez-Zumer, 3)
     Ez-Zumer süresi 3. âyetteki bu “Allâh’a yaklaştırma”ya, el-Mâ’ide sûresi, 35. âyette, “Ey iman edenler! Allah 'tan korkun ve Ona yaklaşmaya yol arayın” (35.) âyeti ile el-İsrâ’ sûresi, “Onların yalvardıkları bu varlıklar, Rablerine vesîle ararlar”(57.) âyetinde “vesîle” denilmektedir.

     B. KUR’ÂN’DA VESÎLE (1)
     Kur’ân’da “vesîle” iki âyette geçmektedir. Bunlardan birinci, el-Mâ’ide sûresi, 35. âyettir. Şöyle buyrulmaktadır:
     “Ey iman edenler! Allah'a karşı gelmekten sakının, ona yaklaşmaya vesîle arayın ve onun yolunda cihâd edin ki kurtuluşa eresiniz.”
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
1) Geniş bilgi için bakınız: İsmail Çalışkan, Kur’ân-ı Kerîme Göre Tevessül ve Vesîle, Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ankara 1992, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi; Mehmet Necmeddin Bardakçı, “Tasavvufi Bir Terim Olarak Tevessül ve Vesile”, Tasavvuf İlmî ve Akademik Araştırma Dergisi, Ankara 1999, s. 33-48; Atilla Yargıcı, “İki Ayet Çerçevesinde Vesile Kavramına Farklı Tefsirlerin Yaklaşımları”, Harran Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, Yıl: 21, Sayı 35, Ocak-Haziran 2016, s. 7-27.
~~~~ * ~~~~

     Âyetteki, Hicrî III./Mîlâdî IX. yüzyılda, Hıristiyan bir aileden gelen, sekizinci imâm Ali er-Rızâ vasıtasıyla müslüman olduğu hemen hemen bütün kaynaklarda belirtilen Ma’rûf el-Kerhî (ö. 200/815 m.)’nin talebelerinden en önde geleni Serî es-Sakatî (ö. 251 h./865 m.)’ye, “Allâh’tan bir şey dilersen Ma’rûf’un hürmetine diyerek iste” nasihatı üzerine, âyetteki “ilk olarak “şeyhler” diye tefsîr edilmiştir. (1)
     Hicrî IV./Mîlâdî X. yüzyılda ise, Et-Taberî (ö. 310 h./922 m.), âyetteki yi, “Allâh’a razı olacağı amellerle yaklaşmak” diye tefsîr ederek, âyetin zâhir tefsîrini yapmıştır. (2)
     Yine, er-Râzî (ö. 313 h./925 m.) âyetteki “Taat ve günahları terk etmekle Allâh’a yaklaşmak diye tefsîr ederek, âyetin “Allâh’ bilmek ve tanımak için bir mürşide ihtiyaç olduğu” şeklindeki tefsiri de, Allâh’ı bilmek ve tanımak için, yani imân için bir mürşidin gerekli olduğunun âyetten anlaşılamayacağını ileri sürerek reddetmiştir. (3)
     Hicrî XII./ Mîlâdî XVIII. yüzyılda, âyetin bâtinî, yani iş’arî tefsîri, Bursa Halvetiye Tekkesi’nin şeyhi İsmâil Hakkı Bursevî (ö. 1137 h./ 1725 m.)’nin, Ruhu’lBeyân adlı tefsîrinde yeniden görülmektedir. Bursevî, âyetteki “Hakiki âlimler ve tarikat şeyhleri” diye tefsîr etmiş ve “vesîle” kelimesinin bâtinî, yani iş’arî tefsîrini yapmıştır. Bu tefsirini de, menkıbe ile delillendirmiştir. Bu menakıb delillerinden birinde, Bursevî şöyle anlatmaktadır: Ebû Yezîd el Bistamî’nin hizmetkarının ölüp de Münker ve Nekir’in sorularına muhatap olduğunda, “Ben Ebû Yezîd el Bistamî’nin kürkünü taşıdım” diyerek onları cevaplamıştır. Burada, el Bistamî, “vesile” olup sorular cevaplanmış olmaktadır. Bursevî sonra da, “Bu gibi misalleri akıldan uzak görme. Çünkü müdakkik insanın cevabı, kendisi ile birlikte gider ve ona kabirde böyle bir azık olur.” demiştir. (4)
     Bursevî’den yaklaşık yüz sene sonra, İbn Acîbe (ö.1224 m.) de tefsirinde, âyetteki “bir şeyhin tahakkümü altına girmek” diye kelimenin bâtinî, yani iş’arî tefsîrini devam ettirmiş ve böylece, şeyhlik ile mürşilik müessesine vurgu yapılarak, insanlar iş’arî tefsirlerle tarikatlara yönlendirilmişlerdir. (5)
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
1) Abdulkerim Kuşeyrî, Kuşeyrî Risalesi, Hazırlayan: Süleyman Uludağ, İstanbul 1991, s. 15. Kuşeyri, Risâle, s. 15.
2) Muhammed b. Cerir Et Taberî, Camiu‟l-Beyan fi Te‟vili‟l-Kur‟an, Muhakkik: Ahmed Muhammed Şâkir, Cilt X, Müessesetü‟r-Risale, 2000, s. 289-292.
3) Muhammed b. Ömer b. El Huseyn er Râzî, Mefâtihu‟l-Gayb, Cilt I, Yayın Yeri Yok, Yayın Tarihi Yok, s. 1651-1652.
4) İsmail Hakkı Bursevî, Ruhu‟l- Beyân, Cilt II, Dâru İhyâi‟t-Turâsi’l-Arabî, Yayın Tarihi Yok, s. 311- 312.
5) Atilla Yargıcı, “İki Ayet Çerçevesinde Vesile Kavramına Farklı Tefsirlerin Yaklaşımları”, Harran Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, Yıl: 21, Sayı 35, Ocak-Haziran 2016, s.16.
~~~~ * ~~~~

     Hicrî IVX./ Mîlâdî XX. yüzyılda Reşit Rızâ (ö. 1354 h./1935 m.), âyetteki; “Allâh’a razı olacağı amellerle yaklaşmak” diye tefsîr ederek, âyetin zâhir tefsîrini yapmıştır. (1)
     Âyetlerde “vesîle”, “Allâh’ın rızasına ulaştıracak, yaklaştıracak ameller ve Hadîslerde ise, “Cennette en yüksek makam” anlamındadır. (2) Tasavvufî çevrede, “vesîle”ye yanlış algı ile, “Allâh’a ulaştıracak vesail” anlamı verilmiştir. Allâh’a vesîle yapmak ortadan kalkmış enbiya ve müttaki salih insanlara tevessül edilmiştir. İnsanlar, doğrudan isteklerini bu şahıslardan ve kabirlerinden talep etmeye başlamışlardır. Habuki Hz. Muhammed s.a.v. “dua ibadetin ta kendisidir” buyurmaktadır. Aynı zamanda Kur’anda, “Allah ile birlikte başka birisine dua etmeyin”, “Allah‟ın dışında kendilerine dua ettiğiniz, sizin gibi kullardan başka bir şey değildir” ve “Allah‟ın dışında dua ettiğiniz kimseler, hiçbir şeye malik değillerdir. Siz onlara dua ettiğinizde sizin çağrınıza, duanıza kulak vermezler. Duysalar da cevap veremezler. Kıyamet gününde de sizin onları Allah’a şirk koştuğunuzu inkar ederler”gibi ayetler bulunmaktadır. (3)
     Vesîle ile ilgili Kur’ân’daki ikinci âyet ise, 17. el-İsrâ’ sûresi, 57. âyettir. Bu âyette de şöyle buyrulmaktadır:
     “Onların yalvardıkları bu varlıklar, ‘hangimiz daha yakın olacağız’ diye Rablerine vesile ararlar. Onun rahmetini umarlar, azabından korkarlar. Çünkü Rabbinin azabı gerçekten korkunçtur.”
     Buhari’de zikredilen İbn Mes’ud rivayetini göre, ayetin nüzul sebebi şudur: Araplardan bir kısmı bir grup cine ibadet ediyordu. Bu cinler Müslüman oldular ama ona ibadet edenler bunun farkına bile varmamışlardı. İşte ayet bunun üzerine nazil oldu. Ayetin ikinci nüzul sebebi olarak da yine İbni Mes’uddan arap müşriklerinin bazılarının meleklere ibadet etmelerini zikretmektedir. İbni Abbas ve Mücahid, Uzeyir ve İsa’ya tapanlarla ilgili nazil olduğunu bildiriyor. Bunlar Allah’a yaklaşmak isteyen varlıklardır. Kuşeyrî (ö. 465 h./ 1072 m.), onların ibadet ettikleri varlıkların, yani melekler, İsa ve Üzeyir gibi varlıkların kendilerine bir fayda ve zarar verecek güce sahip olmadıklarını, onların hepsinin Allah’a itaat ederek, ihsanını ümit ederek, rahmetini arzu ederek ve azabından korkarak O’na yaklaşmaya çalışan varlıklar olduğunu, bu tür varlıkların insanlardan belaları kaldırmaya güç yetiremeyeceklerini bildirmektedir.
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
1) Et Taberî, Camiu’l-Beyan fi Te’vili’l-Kur’an, c. X, s. 289-292.
2) Muhammed Reşit b. Ali Rıza b. Muhammed, Tefsuru’l-Kur’ani’l-Hakim,(Menâr Tefsiri), Cilt VI, el Kâhire 1995, s. 306.
3) Muhammed Reşit b. Ali Rıza b. Muhammed, Tefsuru’l-Kur’ani’l-Hakim,(Menâr Tefsiri), el-Kahire, 1995, VI, 307-308.
~~~~ * ~~~~

     Sünnet’te ise, ezandan sonra yapılan duada, cümlesinde, “Allah’ım Muhammed,
sallallahu aleyhi ve sellem’e vesîle ver!” denilirken, buradaki “vesîle” kelimesi, “kendisiyle bir şeye ulaşılan, yaklaşılan şey” anlamındadır. (1) Görüldüğü gibi, Kur'an-ı Kerimde vesîle kavramının geçtiği birinci âyet, "vesîle"yi Allah'ın rızasını kazanmak, Allah'a yakınlığa sebep olan şeyler, kendisi ile Allah'a yakınlaşılan ibadet ve taatlar ile terk edilen kötü davranışlar olmaktadır. İkinci âyeti ise, Hıristiyan ve Yahudiler ile diğer müşriklerin ilah diye yalvardığı İsa, Meryem, Uzeyr, melek, ve cin gibi mahlukların da Allah'a yakınlık için vesîle aramalarına rağmen, o müşriklerin bunların ilah olduğunu nasıl düşünebildiği sorgulanmakta, Allah'ın dışında, putları vesile edinmenin uygun olmadığı ifade edilmektedir.
     Kur'an'da olduğu gibi, Hz. Peygamber'in hadislerinde de tevessül ile ilgili sahih haberler mevcuttur. Kur'an'da mümkün görülen salih amelle vesîleye ek olarak, hadislerde şahısların da vesîle olabileceğine yer verilmiştir: (2)
     Hz. Peygamber umre için kendisinden izin isteyen Hz. Ömer'e; “Bizi de duadan unutma kardeşim" demiştir.
     Mağara hadisi olarak bilinen hadiste Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
     "Sizden evvelki gelip geçen ümmetlerden üç kişilik bir topluluk yürüyüp giderlerken birden kendilerini bir yağmur yakaladı. Hemen bir mağaraya sığındılar. Akabinde mağaranın çıkışı, büyük bir kaya ile bunların üzerine kapandı.
     Bunlar birbirlerine: Şu muhakkak, vallahi ey şu mağara içinde bulunanlar! Sizi buradan doğruluktan başka bir şey kurtaramaz. Onun için sizden her bir kişi doğru söylediğini bildiği bir şeyle Allah’a dua etsin, dediler.
     Bunlardan birisi: Ey Allahım! Katî olarak bilmeklesin ki benim ücretli bir işçim vardı, o bana üç sa' ölçeği pirinç karşılığı çalışıyordu. Bu işçi hak ettiği ücreti almadan bırakıp gitti. Ben bu ücret pirincini alıp ektim ve iyi mahsul oldu. Onu satıp parasıyla bir sığır satın aldım . Bir müddet sonra o işcçi bana gelip ücretini istedi. Ben de ona: Şu sığırları alıp önüne kat da sürgit, dedim. O kişi: benim, senin yanında üç sa' ölçeği pirinç hakkım var, dedi. Ben yine ona: Şu sığırları al. Zira onlar senin o üç sa' ölçeği pirincin ücretinden çoğaldılar, dedim. İşçi onları sürüp gitti. Ey Allahım, Sen bilmeklesin ki, ben bunu. senin haşyetinden ötürü böyle yaptım. Onun hatırına bizden şu kayayı. aç! diye dua etti. Kaya onların üzerinden biraz açıldı.
     Diğer biri de: Ya Allah! Şüphesiz Sen bilmektesin ki, benim ihtiyar anamla babam vardı. Ben her gece bunlara koyunlarımın sütünden getirip içirirdim. Bir gece bir engel sebebiyle bunlara süt getirmekte geciktim. Geldiğim de bunlar uyumuşlardı. Ailem ve çocuklarım açlıktan feryat ediyorlardı. Fakat ben, annem ve babamı süt içmeden çocuklarıma içiremezdim. Ancak onları uyandırmaya da kıyamadım. Süt tasını bırakayım da onlar uyanınca içsinler de diyemedim. Süt tası elimde sabaha kadar bekledim. Allahım, Sen bilmektesin ki, ben bunu sırf senin haşyetinden dolayı yaptım. Bizden bu sıkıntıyı gider! dedi. Akabinde kaya biraz daha açıldı, hatta gökyüzünü bile gördüler. 
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
1) İbn Manzur, Ebû’l-Fadl Cemâluddin Muhammed b. Mükrem, Lisanu’l-Arab, Cilt XI, Dâru Sadır, Beyrût, Tarih Yok, s. 724, Muhammed b. Muhammed b. Abdi’r-Rezzak el Huseynî, Tacu‟l-Arûs min Cevâhiri‟l-Kamûs, Cilt XXXI, Dâru’l Hidaye, Yayın Yeri Yok, Tarih Yok, s. 75, Muhammed b. Ebi Bekr b. Abdi’l-Kâdir er Razi, Muhtaru‟s-Sıhah, 1995 Beyrut, s. 740, İbrahim Mustafa ve arkadaşları, el Mu’cemu’l-Vasit, Cilt II, Tarih Yok, Yayın Yeri Yok, s.1032.
2) Mehmet Necmeddin Bardakçı, “Tasavvufi Bir Terim Olarak Tevessül ve Vesile”, Tasavvuf İlmî ve Akademik Araştırma Dergisi, Ankara 1999, s. 35-48.
~~~~ * ~~~~

     Üçüncüsü de: Ya Allah! Sen kesin olarak biliyorsun ki, benim bir amcakızım vardı. O bana insanların en sevgilisi idi. Ona sahip olmak istedim, fakat o benden çekindi. Ancak kendisine yüz dinar getirmemi söyledi. Ben bu yüz altını zar zor kazandım ve kendisine getirip verdim. O da kendini bana teslim etti. Ben o yasak fiili tanı işleyeceğim sırada kız, Allah’tan kork! Yaratıcı kudretim bekaret mührünü bozma. O mühür ancak bir hakla, yani nikahta açılır, dedi. Bu sözü üzerine ben üstünden kalktım, yüz dinarı da ona bıraktım. Şüphesiz Sen bilmektesin ki, ben bunu ancak Senden korktuğum için böyle yaptım. Bu kaya belasından bizi kurtar! dedi.
     Bu dua biter bitmez Allah Teala mağaranın önünü açtı, onlar da çıkıp gittiler."
     İslam bilginleri tevessül konusunda farklı görüşler taşımakla birlikte, üç çeşit vesile anlayışını kabul etmektedirler: Birincisi, “Allah'ın güzel isim ve sıfatları; ikincisi, “salih ameller”; üçüncüsü ise, “takva sahibi iyilerin duası”dır. Bunların dışındaki tevessül ise, tartışmalıdır. Tartışmalı tevessülü, kabul etmeyenler konuya itikadî açıdan, kabul edenler ise konuya tasavvufi açıdan yaklaşmaktadır. Tartışmalı tür tevessüllerden biri de, “şahısla yani zatla yapılan tevessül” olmaktadır. Zatla yapılan tevessül, hem itikadî ve hem de tasavvufi açıdan yaklaşanlarca, farklı yorumlamalara rağmen kabul görmüştür. Ancak, zatla yapılan tevessülde, kabirdeki ölüleri vesîle edinme hususunda, çok sert tartışmalar meydana gelmiştir. Çünkü, bu tür tevessülde tevhid inancı yok olmakta ve şirke düşülmektedir. Ölmüş insanları vesile edinerek, yardım sağlama düşüncesini kabul edenler, “ruhun ölümsüzlüğü”nü ileri sürüp, düşüncelerini ve yaptıkları hareketleri desteklemek için âyet ve hadislerden delil getirmeye çalışmaktadırlar. Ancak, ruhun hakikat ve mahiyeti hakkında bir açıklamama yoktur. Bu konuda, Allah Teala sadece "De ki ruh, Rabbimin emrindendir. " anlamındaki ayetten başka bir şey bildirmemiştir.
     Ölmüş insanları vesile edinmeyi kabul etmeyenler ise, ilgili ayet ve hadislerden hareket ederek onları vesile edinip faydalanmayı doğru bulmamaktadırlar. Onlara göre peygamberler, şehidler ve salih kişiler, Allah katında özel bir yaşamdadırlar. Bu özel yaşam, onların tasarrufta bulunduğuna bir delîl teşkil etmemektedir. Çünkü, ölen kişilerin dünya ile bağları kesilmiştir.
     İslam tasavvufunun sistemleştiği Hicrî III. ve V./ Milâdî IX. ve XI. yüzyıllarda, sûfîlerde Allah'a yakınlık için salih arneller vesîle olmaktadır. Allah ile kul arasına başka vesîle konulması, Allah'tan uzaklık sayılmaktadır. Şeyh mürid ilişkisinde ise vesîle, müridin Allah'ın murakabesi altında bulunduğu şuurunu canlı tutulması olmaktadır.
     Tarikatların ortaya çıktığı, Hicrî VI. ve VII../ Milâdî XII. ve XII. yüzyıllarda pirlerin ve şeyhlerin Allah'a yaklaşmak için vesîle kabul edildiği görülür. Onlara göre irşad makamındaki şeyhin diri ya da ölmüş olması arasında fark yoktur. Nitekim Nakşibendiyye tarikatının kurucusu Muhammed Bahaeddin Nakşibend (ö. 791 h./1389 m.)'in irşadını Abdülhâlık Gucdüvânî (ö. 617 h./1220 m.)'nin ruhaniyeti ile, üveysî olarak tamamladığı belirtilir. Üveysllik; ya doğrudan Hz. Peygamber'in ruhu ve maneviyatı tarafından terbiye edilen velîyi; ya da daha önce yaşamış ve ölmüş bir mürşidin ruhaniyetinden feyz alıp bunlarla kalbi bir irtibat kurarak ona ait halin kendisine de geçeceğine inanmayı ifade etmektedir.
     Tarikatlar arasında 5. el-Mâ’ide süresi 35. âyetinde geçen ''Ona yaklaşmaya vesîle arayın" buyruğundaki "vesîle"yi “mürşid” olarak yorumlamışlardır. Bir mürid şeyhinden veya tarikat pirlerinden "Ya şeyh! Beni kurtar" diye imdat beklerse, isteğini Allah'a arzetmiş sayılır.
     Tevessülü kabul etmeyenler salih arneller ve iyi şahısların duaları Allah'a yakınlaşma ya vesile olmakla beraber, insanlar ve özellikle ölüler vesîle olamazlar, demişlerdir. Çünkü ölülerin dünya ile ilgileri kesilmiş olduğundan her hangi bir tasarrufları söz konusu değildir. Kendisine faydası olmayan bir ölünün başkalarına da faydası olamaz.
     Tevesülü kabul etmeyenler, 5. el-Mâ’ide süresi 35. âyetinde geçen ''Ona yaklaşmaya vesîle arayın" buyruğunda maksat, “Allah'a iman ve O'na itaattir” demişlerdir. Dua ve ibadetlerle tevessül edilebileceği gibi, peygamberlerin ve salih kişilerin başkaları için yapacakları dualar da makbuldür. Çünkü sahâbe Hz. Peygamber'in duasını vesîle edinmiştir. Ancak, sahabe Hz. Peygamber'in vefatından sonra, kabrine gidip onu vesîle edinmemiştir, Onlara göre, salih arnelleri vesîle edinmek mağara hadisinde geçtiği üzere meşrûdur. Bu görüşte olanlara göre, sûfilerin ölülerin tasarrufta bulunabileceğine dair söyledikleri sözlerin aslı yoktur. Zira onlar ölüdür. Ruhları bağlanmış, amelleri kesilmiştir. Kendisine faydası olmayan bir ölünün başkasına nel faydası olabilir. Bunun keramet cinsinden olduğunu söylemek ise mugalatadır. Keramet, Allah'ın velisine ikram ettiği bir lütuf ve ihsandır. Velinin bunda hiçbir müdahalesi yoktur.
     Onlara göre, Kur'an'da ve hadislerde bununla ilgili bir çok delil vardır. Allah Teala şöyle buyurur: "Hiç kimseden şefaat kabul olunmaz.” ''Artık şefaatçilerin şefaati onlara fayda vermez. " Hz Peygamber de "Yakın akrabalarını uyar" ayeti nazil olduğunda akrabalarını toplamış ve; "Ey Haşimoğulları! Kendinizi ateşten koruyun. Ey Abdülmuttalib oğulları! Kendinizi ateşten koruyun. Ey Fatıma! Kendini cehennem ateşinden koru. Zira ben sizin için Allah 'ın rahmetinin dışmda bir şey yapmaya malik değilim. "buyurmuştur.
     Bu gruptaki alimlere göre, ayet ve hadislerden anlaşıldığı üzere, insanlarla Allah'a tevessül düşüncesi yanlıştır ve sapıklıktır, sağlam bir iman olduktan sonra başka insanlara ihtiyaç yoktur, insanların vesile olacağını zannedenler, akıllarını vehimlere ve batı! Düşüncelere teslim etmişler, bid'atlara dalmışlar, şeyhlerini vesile edinme bid'atini işleyerek ve onları Allah'a yakınlık vesilesi zannederek sapıklığa düşmüşlerdir.
     Âyet ve hadislerden anlaşıldığı üzere, insanlarla Allah'a tevessül düşüncesi yanlıştır ve sapıklıktır, insanların vesile olacağını zannedenler, akıllarını vehimlere ve bâtıl düşüncelere teslim etmişler, bid'atlara dalmışlar, şeyhlerini vesile edinme bid'atini işleyerek ve onları Allah'a yakınlık vesilesi zannederek sapıklığa düşmüşlerdir.

     Sonuç
     İşte, Kur'ân’ı en güzel tefsir eden, sadece Kur'ân ve sünnettir. Bu yüzden belirtilen âyetlerin hükmünü kabul etmek kaçınılmaz olmaktadır.
     Bu âyet ve hadislerden anlaşıldığı üzere, insanlarla Allah'a tevessül düşüncesi yanlıştır ve sapıklıktır, insanların vesile olacağını zannedenler, akıllarını vehimlere ve bâtıl düşüncelere teslim etmişler, bid'atlara dalmışlar, şeyhlerini vesile edinme bid'atini işleyerek ve onları Allah'a yakınlık vesilesi zannederek sapıklığa düşmüşlerdir.
     Kur'ân ve Sahîh Sünnet’e göre ölüler de işitmezler. Bu meselede esas olan da budur. Usûl-i Fıkıh’daki: "Özel durum, genel durumdan ayrı tutulur." kuralına göre, bu esasa aykırı rivâyet edilen, Resûlullah’ın benim söylemekte olduğum sözleri, sizler onlardan daha iyi işitir değilsiniz hadisi ile "Ölü, defnedenler ayrıldıklarında, onların ayak seslerini işitir." hadisini istisna tutmak gerekir. Yine Rasûlüllah (sav)’ın, “Selâm verenlerin selâmını doğrudan kendisinin almadığı da şu rivâyette bildirilmektedir: “Allâh’ın yeryüzünde dolaşan melekleri vardır. Ümmetimin selâmını bana ulaştırırlar.”
     "Fethu’l-Kadîr", "Hidâye", "Durru’l-Muhtâr" gibi Ebû Hanife ve O’nun talebelerinin fetvalarında: Ölü, ruhunu teslim ettikten sonra Hz. Aişe (ra)’nın da dediği gibi işitmez. Bunun böyle olduğunu diğer mezhepler, Mâlikîler, Şâfi’îler ve Hanbeliler de kabul etmişlerdir.
     İşitmediği savunulan ölülerin, şehidler dışındaki ölüler olduğu kabul edilmelidir. Çünkü gelen haberlere göre genel olarak şehidler, diğer ölülerden ayrıcalıklı olarak Allâh katında diri oldukları için işitirler. Ancak burada, söz konusu olan diriliğin kabirde değil, Allâh katında olduğu aşikârdır. Bu, Mesrûk yoluyla gelen hadiste de açıkça şöyle geçmektedir:
     "O dedi ki: "Abdullah b. Mes’ûd’a bu âyetin mânâsını sorduk. Dedi ki: Biz de bu sorunun aynısını Rasûlüllâh (sav)’e sorduk ve dedi ki: "Şehidlerin ruhu yeşil kuşların içindedir. Arşta bu kuşlar için asılı kandiller vardır. Cennette diledikleri yerde dolaşırlar, sonra bu kandillerde gecelerler…"" Müslim ve diğerleri rivayet etmiştir.
     O halde;
     Melekler, kendilerinden hiç kimse istemeksizin mü’minler için durmadan mağfiret dilediklerinden, meleklere yalvarmak caiz değildir.
     Vefat etmiş peygamberler ve salih kullara yalvarmamız ve onlardan dua ve şefaat talep etmemiz de iki sebepten dolayı caiz olmamaktadır. Bunlardan birincisi; onlar, kendilerinden talep olunmasa bile, bu konuda Allâh Teâlâ’nın kendilerine Uluslararası Yanlış Algılar ve Doğru İslam Sempozyumu Bildirileri 587 emrettiğini yerine getirirler; kendilerinden talep olunduğunda da, emrolunmadıklarını yapmazlar. Dolayısıyla onlardan istekte bulunmanın hiçbir faydası yoktur. İkincisi ise: Bu durumda onlara yakarma ve onlardan şefaat dileme, onlarla şirke düşmeye neden olur; bu vaziyette de böyle bir tehlike vardır.
     Buna göre, vefat ettikten sonra peygamberden veya evliyalardan yardım, şefaat vb. şeyleri istemek caiz değildir, çünkü bu şirktir veya insanı şirke götürür.
 
bus

20 Haziran 2021 Pazar

İSLÂM ve CİHAD / Sayfa 212 - 224 / Yanlış Anlaşılan Sevimli Bir Kelime: Cihad

ULUSLARARASI SEMPOZYUM

YANLIŞ ALGILAR ve
DOĞRU İSLÂM
28-30 Ekim 2016
ŞanlıUrfa / TÜRKİYE
Sayfa:  212 - 224
İSLÂM ve CİHAD
Yanlış Anlaşılan
Sevimli Bir Kelime:
Cihad
Şadi EREN *
     Özet
     Çevremize baktığımızda, büyük bir faaliyet ve hareketlilik gözümüze çarpar. En seçkin varlık olan insan, bu faaliyet ve hareketliliğin dışında kalamaz. Cihad, bu faaliyet ve hareketliliğin Allah yolunda yönlendirilmiş şeklidir. Namaz, oruç farz kılındığı gibi, cihad da farz kılınmıştır. Kur'an-ı Kerîm'de ya doğrudan veya işarî olarak cihadı emreden yüzlerce ayetin bulunması, cihadın önemini açıkça isbat eder.
     "Cihad" kelimesi, Batı dillerinde genelde "kutsal savaş" (holywar) şeklinde tercüme edilmiştir. Bu şekilde bir tercüme, İslâmiyeti silah zoruyla yayılan bir din olarak gösterme gayretinden kaynaklanmaktadır. Hâlbuki "cihad" kelimesinin karşılığı "savaş" değildir. Allah yolunda savaşmak da bir tür cihad olmakla beraber; cihad kelimesi, Allah'ın dinini her tarafa ulaştırmak için yapılan her türlü faaliyet ve hareketi içine alır.
     Bu çalışmada cihadın manası ve gayesi ele alınacak, ayrıca din adına cihadı yanlış anlayanların bazı yanlışlarına dikkat çekilecek, cihadın asıl mecrasının neler olduğu ayetler ve hadisler ışığında nazara verilecektir.

     Anahtar kelimeler: Cihad, emr-i bi’l-maruf ve nehy-i ani’l-münker, savaş, tebliğ, islamofobi, müsbet hareket.

     Cihad Kavramı
     İnsan, kelimelerle konuşur, kavramlarla düşünür. Kavramlar, düşünce dünyamızın temel esaslarıdır. Ancak bazı kavramlar iyi bilinmediği zaman çok yanlış anlaşılabilmektedir. İşte bunlardan biri, “cihad” kavramıdır. Ülkemiz dâhilinde ve haricinde cihadı gerçekte olduğundan farklı göstermek için ciddi propagandalar yapılmakta. Bu propagandaların etkisiyle olsa gerek, "cihad" denildiğinde bazılarının hatırına ilk gelen, her kâfiri boğazlamaya hazır, elinde kılıç bir "barbar Müslüman!"
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnot:
* Prof. Dr. Iğdır Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Tefsir Anabilim Dalı Öğretim Üyesi.
~~~~ * ~~~~

     "Cihad" kelimesi, Batı dillerinde genelde "kutsal savaş" (holywar) şeklinde tercüme edilmiş. (1) Hâlbuki "cihad" kelimesinin karşılığı "savaş" değildir. Allah yolunda savaşmak da cihada dahil olmakla beraber; cihad kelimesi, “iyiliği teşvik etmek ve kötülüğe engel olmaya çalışmak” gibi Allah yolunda yapılan her türlü faaliyet ve hareketi içine alır.Başka bir ifadeyle cihad, İslâm'ın aksiyon yönüdür, onun hamle gücüdür.
     Cihadın Kısımları İslam’da namaz, oruç farz kılındığı gibi, cihad da farz kılınmıştır. Cihadı başlıca iki kısımda ele alabiliriz:
1- Nefisle cihad
2- Düşmanla cihad
     Hz. Peygamberin Tebük Seferi dönüşünde ashabına, "küçük cihaddan büyük cihada döndük" (2) demesinden hareketle, nefisle cihada "cihad-ı ekber" (büyük cihad) denilmiştir.
     Düşmanla cihadın pek çok kısımları vardır. Düşmanlar farklı farklı olduğundan, onlara karşı yapılacak cihad da farklı farklı olmuştur. Mesela;
1- Cehalete karşı cihad.
2- Fakirliğe karşı cihad.
3- İhtilafa karşı cihad.
4- Münafıklara karşı cihad.
5- Dış düşmanlara karşı cihad.
6- İç düşmanlara karşı cihad…
     Bediüzzaman, yukarıdaki ilk üçte yer alan düşmanlar ve bunlara karşı yapılacak cihadla ilgili şu ifadeleri kullanır: "Bizim düşmanımız, ‘cehalet, zaruret, ihtilaftır.’ Bu üç düşmana karşı ‘san'at, marifet, ittifak’ silahıyla cihad edeceğiz. (3)
     "Her illet, zıdd-ı tabiatıyla tedâvi olunur" denir. Cehaletin ilacı bilgi, fakirliğin ilacı sanat, ihtilafın ilacı ittifaktır. Cehaletten kurtulup "bilgi toplumu" olma yolunda gayret sarf etmek, ekonomik yönden güçlü olma uğraşısı vermek ve toplumdaki ihtilaf (ayrılık) pürüzlerini giderme mücadelesi yapmak, mukaddes bir cihaddır. Hiçbir İslâm toplumu, böyle bir cihaddan müstağni olamaz. Zira bu üçü, hemen her devrin ve hemen her toplumun düşmanıdır. 
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
1) Mevdudî, Ebu'l Âlâ, Jihad in Islam, s.1; Peters, Rudolph, İslam ve Sömürgecilik, s. 29; Kister, M.J. "Land Propertyand Jihad", XXXIV, 276; Watt, W. Montgomery, Islamic Political Thought, s. 14; Özel, Ahmet, İslam Hukukunda Milletlerarası Münasebetler ve Ülke Kavramı, s. 64
2) Aclûnî, Muhammed, Keşfu'l-Hafa, 1, 424; Râzî, Fahreddin, Mefatihu'l- Gayb, XXIII, 72; Beydavî, Kadı, Envaru't- Tenzil ve Esraru't- Te'vil, II, 97
3) Nursî, Said, Divan-ı Harb-i Örfî, s. 23 
~~~~ * ~~~~

     Dış düşmanlara karşı yapılacak cihad, yeri geldiğinde "sıcak savaş" şeklinde olur. Bazen de diplomatik savaş olarak "soğuk harp" yapılır. Sıcak savaştan galip çıkıp da, masa başında kaybetmek çok büyük bir faciadır.
     İç düşmanlara karşı yapılacak cihad, manevi bir cihaddır, Mesela, ülke dâhilinde zararlı fikirler her türlü basın yayın aracılığıyla zihinleri allak bullak ederken, Müslümanlar benzeri imkânlarla bu menfi fikirlerin izlerini ortadan kaldırmak zorundadır. Mesela, "kanallar savaşında" müsbet yayın yapan kanalların da olması gerekir.

     Cihad-Savaş Farkı
     Cihad ve savaş kelimeleri eş anlamlı değillerdir. Cihad, savaştan daha kapsamlıdır. Allah yolunda yapılan savaş da bir cihad olmakla beraber, her cihad savaş değildir. Kur'an-ı Kerîmde "iki grup arasında meydana gelen silahlı çatışma" anlamında, "harp" ve "kıtal" kelimeleri ve bunlardan türeyen kelimeler kullanılmıştır. (1)

     Cihad-savaş farklılığına şu noktalardan bakabiliriz:
1- "Kâfirler ve münafıklarla cihad et!" (2) ayetinin ilk muhatabı olan Hz. Peygamber, kâfirlere karşı kılıçla savaşırken, münafıklara kılıç çekmemiştir. Onlara karşı cihadı, "had cezalarını uygulamak, nasihat etmek, onları ikna ve ilzama çalışmak..." şeklinde olmuştur. (3)
2- "Kâfirlere itaat etme ve ‘onunla’ büyük bir cihad yap!" (4) ayetinde de cihad-savaş farkını görmek mümkündür. Zira onunla ifadesiyle kastedilen, -pek çok tefsirde ifade edildiği üzere- Kur'an'dır. (5) Kur'an'la yapılan cihadın, bir savaş değil, ikna veya ilzama yönelik bir mücadele olduğu aşikârdır. (6)
3- Savaşın emredilmediği İslâm'ın Mekke döneminde, cihaddan bahseden ayetler de vardır. Mesela şu iki ayete bakalım: "Uğrumuzda cihad edenlere, elbette yollarımızı gösteririz..." (7)
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
1) Özel,Ahmet, DİA, "cihad"md. VII, 528; Bûtî, M. Saîd Ramazan el- Cihadufi'l- İslâm, s. 19-20 2) Tevbe, 73; Tahrîm, 9
3) Râzi, XVI, 135; Beydavî, 1, 412; İbnuKesîr, IV, 119; Yazır, Muhammed Hamdi, Hak Dîni Kur’an Dili, IV, 2591
4) Furkan, 52
5) Beydavî, II, 144; Sabunî, Muhammed Ali, Saffetu't-Tefasir, II, 366, Yazır, V,3601
6) Şibay, Halim Sabit, M.E.B. İslam Ans. " Cihad" md, III, 164
7) Ankebut, 69
~~~~ * ~~~~

     "Rabbin, eziyete maruz kaldıktan sonra hicret eden, cihad yapan ve sabredenlerle beraberdir. Rabbin, bu eziyetten sonra onlara Ğafur'dur, Rahîmdir." (1)
     Bu ayetlerin geçtiği Ankebut ve Nahl sureleri, Mekkî surelerdendir. (2)
4- Hz. İsa misali, peygamberlerden pek çoğunun fiilen savaşmamış olması da cihad-savaş farkını gösterir. (3) Şüphesiz her peygamber cihad yapmıştır ama her peygamber savaşmamıştır.

     Cihadın Hükmü
     Düşmana karşı yapılacak olan cihad, normal şartlarda farz-ı kifayedir. Olağanüstü hallerde ise, farz-ı ayn olur. (4) Yani ümmetin her ferdinin cihadla meşgul olması zor olduğundan, herkese farz değildir. Ümmet içinden bir topluluğun bu görevi ifa etmesi yeterlidir.
     Şu ayet, normal şartlarda cihadın farz-ı kifaye olduğuna delalet eder: "Mü'minlerin hepsi birden savaşa çıkmaları uygun değildir. Her fırkadan bir grup savaşa gitmeli, onlardan bir kısmı da dini anlamak ve döndüklerinde onları uyarmak için kalmalı. Olur ki, sakınırlar." (5)
     Ama herkese farz olmamasını bahane edip, bir kısım insanların cihadda tembellik göstermeleri uygun değildir.
     Mallarıyla ve canlarıyla cihad edenler, oturanlardan daha üstündür. Dünyevî menfaatlerde aza razı olmayan nefislerin, cihad gibi en mukaddes bir görevde tembellik göstererek az bir sevaba razı olmaları, elbette iyi bir hal sayılamaz.
     Cihadın farz-ı kifaye olması, ümmetten bir topluluğun bu göreve yeterli olduğu durumlar için söz konusudur. Belli bir topluluk cihad yükünü kaldıramadığında ise, bütün ümmet bu yükü omuzlamakla mükelleftir.
     Cihadın herkese farz olmaması, savaşmak görevinin ordunun üzerinde olmasına benzer. Düşmanla savaşa ordu yeterli geldiğinde, ümmetin diğer fertlerinden bu görev düşer. Fakat yeterli gelmediğinde, -İstiklal Savaşında olduğu gibi- seferberlik ilan edilir ve yedisinden yetmişine herkes sefere katılır; dinini, vatanını, namusunu kurtarır.

     Cihada Teşvîk
     Barış içinde yaşamak bir ideal olmakla beraber, tarih boyunca bu ideale varılamamıştır. Hz. Âdem’in iki oğluyla başlayan kanlı mücadele, devirler boyu Âdem’in oğullarında devam edegelmiştir. Barışı yakalamak ve devam ettirmek için savaşa hazır olmak lüzumu, akıl ve tecrübeyle bilinen bir gerçektir. "Hazır ol cenge, eğer istersen sulh u salah" vecizesi bunu ifade eder.
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
1) Nahl, 110
2) Süyûtî, Celâleddin, Itkan fî Ulûmi'l-Kur'an, I, 28; Butî, s., 21
3) Topaloğlu, Bekir, DİA. "Günümüzde Cihad" md.VII, 531
4) Mevsılî, Abdullah b. Mahmud, İhtiyar li Ta'lîli'l-Muhtar, IV, 117; İbnu Rüşd, Muhammed, Bidayetü'l Müctehid Nihayetü'l- Muktesid, 1, 380-381
5) Tevbe, 122 
~~~~ * ~~~~

     Şimdi cihadla ilgili ayet ve hadislerden numune olarak üçer tanesine bakalım:
1- "Yoksa siz, hacılara su dağıtmak ve Mescid-i Haramı (Ka'beyi) onarmak işini, Allah'a ve ahirete inanıp Allah yolunda cihad eden kimsenin işi gibi mi kabul ettiniz? Bunlar Allah katında bir değillerdir." (1)
2- "Mü'minlerden -özür sahipleri müstesna- oturanlarla, mallarıyla ve canlarıyla Allah yolunda cihad edenler bir olamaz. Allah, malları ve canlarıyla cihad edenleri, derece bakımından oturanlara üstün kılmıştır..." (2)
     "Mallarınızla ve canlarınızla" ifadesi, cihadın iki türüne işaret eder. Bir kısım insan vardır ki, malını Allah yolunda sarf eder. Bir kısmı da vardır ki, hayatını bu yolda feda eder.
     "Allah yolunda" denilmesi ise, çok mühim bir kayıttır. Allah yolunda olmayan bir mücadele, "cihad" ismine layık değildir. Cihada ruh kazandıran husus, işte burasıdır. (3) Allah yolunda olmayan bir mücadele, ulvi gayelerden uzak olur ve menfaat merkezli yapılır.
3- "Ey iman edenler! Can yakıcı bir azabtan sizi kurtaracak bir ticareti size anlatayım mı? Allah ve Rasulüne iman eder ve Allah yolunda mallarınızla ve canlarınızla cihad edersiniz. Bilirseniz, bu sizin için her şeyden daha hayırlıdır. (Bunu yaptığınızda) Allah günahlarınızı bağışlar ve sizi altlarından nehirler akan cennetlere ve Adn Cennetlerindeki güzel meskenlere koyar. İşte bu, büyük kurtuluştur. Seveceğiniz başka bir şeyi nasib eder: Allah'dan bir zafer ve yakın bir fetih. Mü'minleri müjdele !" (4)
4- Bir sahabe gelir, "Cihada denk bir amel var mı ?" diye sorar. Rasulullah, şöyle cevap verir: "Cihada denk bir amel bilmiyorum." (5)
5- "Ümmetimin seyahati, Allah yolunda cihaddır." (6)
     Bu hadis, turistik seyahatle, Allah'ın dinini yaymak uğrunda yapılan seyahatin farklılığına dikkat çeker. Şüphesiz, hiçbir ulvi gaye taşımadan sadece beldeleri, harabeleri gezmeye çıkmakla, Allah'ın dinini yaymak için çalışmak aynı değerde değildir.
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
1) Tevbe, 19
2) Nisa, 95
3) Kutub, 1, 187; Sabunî, Safvetu't-Tefasir, 1, 127; Mevdudi, Ebu'l- A'lâ,J ihad in Islam, s.,7
4) Saff, 10 - 13
5) Buhari, Muhammed İsmail, Camiu's-Sahih, Cihad, 1
6) Ebu Davud, Sünen, Cihad, 6
~~~~ * ~~~~

6- "Cennet, kılıçların gölgesindedir." (1)
     Kılıç, cihada sembol olmuştur. Yeri geldiğinde maddi kılıçla savaşılır. Yeri geldiğinde de, ikna edici delillerle…

     Cihadın Gayesi
     Her milletin kendine dâimî ilham kaynağı olan mefkûreleri vardır. Bir millet, bunlara ne kadar derinden derine inanırsa, onları gerçekleştirmek gayreti de o kadar büyük olur. (2) Bir devlet kurmak, milletlerarası arenada söz sahibi olmak, aynı ırkın mensuplarını bir araya toplamak... gibi mefkûreler, bunlardan bazılarıdır.
     Kur'an'ı Kerim, bu noktada ehl-i imanla ehl-i küfür arasında şu net ayırımı yapar:
     "İman edenler Allah yolunda savaşır. İnkâr edenler ise tağut yolunda..." (3)
     "Tağut" ifadesi Allah yerine ikame edilen her şeyi içine alır. (4) Şeytan bir tağuttur. Şeytanın yolunda giden Firavun misali despot kişiler birer tağuttur. Terbiye edilmemiş nefisler, birer tağuttur... Kur'an-ı Kerim, "hevâsını ilah edineni gördün mü...?" ayetiyle nefsin kötü arzularının putlaştırılmasına işaret eder. (5)
     İşte inkârcılar böyle tağutların peşinde gider, şeytana tabi olur, nefsine uyar, kötü kimselerin rehberliğinde mücadele ederler. Onların bu mücadelesi, her türlü ulviyetten mahrum, süflî bir mücadeledir. Bu mücadelenin temelinde "menfaat" duygusu vardır. Kendi hasîs menfaatleri için dünyayı ateşe vermekten asla çekinmezler. Nitekim son iki yüzyılın savaşlarına bakıldığında, onların bu süflî isteklerini açıkça görmek mümkündür. (6)
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
1) Buhari, Cihad, 22
2) Hamidullah, Muhammed, İslâm'da Devlet İdaresi, İst. 1963, s. 135
3) Nisa, 76
4) Beydavî, I, 135
5) Furkan, 43 ve Casiye 23
6) Azzam, Abdurrahman, Ebedî Risalet, s.165
~~~~ * ~~~~

     Ehl-i küfür;
     - Yeryüzünü istila etmek,
     - Ganimet elde etmek,
     - Sömürgeler, pazarlar, ham madde kaynakları bulmak,
     - Bir tabakanın, başka bir tabakaya, bir milletin başka bir millete hâkimiyeti... gibi gayeler için savaşırlar. (1)
     Ehl-i iman ise, Allah yolunda savaşırlar, ulvî değerler uğrunda cihad ederler, rızay-ı İlâhî yolunda gayret gösterirler. Ehl-i imanın mücadelesi, bir fazilet mücadelesidir. Kur'an-ı Kerîm'de, cihad ve kıtal (savaş) lafızlarının geçtiği yerlerde, devamlı "fi sebilillah" (Allah yolunda) kaydının bulunması, son derece dikkat çekici bir durumdur. Allah yolunda olmayan bir mücadelenin, bir savaşın Allah katında bir kıymeti yoktur.
     Kur'an-ı Kerîm, yapılacak mücadelenin hedef ve gayesini şu şekilde belirler:
     "Hiçbir fitne kalmayıncaya ve din bütünüyle Allah'ın oluncaya kadar onlarla savaşın." (2) Ayette, ehl-i imana iki hedef gösterilmiştir:
1- Fitnenin kökünü kazımak. 
2- Allah'ın dinini hâkim kılmak.

     "Fitne" kelimesi "karışığını almak için, altını ateşe koymak" anlamındadır. (3) Bundan, "mihnet ve belaya sokmak" manasında kullanılmıştır. İnsanları inancından dolayı işkenceye tabi tutmak, ibadetine müdahale etmek, inancı gereği giydiği kıyafete ilişmek, inancından dolayı yurdundan sürüp çıkarmak... gibi durumlar hep birer fitnedir. Kur'an-ı Kerîm'de, "fitne ölümden beterdir" denilir. (4) "Ölümden daha ağır ne vardır ?" dememek gerekir. Zira ölümü temenni ettiren hal, ölümden daha ağırdır. (5)
     "Hiçbir fitne kalmayıncaya kadar" ehl-i küfürle savaşmak, genel bir dünya barışını hedef olarak gösterir. Her türlü fitneye son vermek, sulh ve sükûneti sağlamak, Müslümanlar için varılması gereken bir hedeftir. Öyle ki, dünyanın uzak bir köşesinde gayr-i müslim bir devlet, bir başka gayr-i müslim devlete zulmetse, Müslüman devletler bu fitneye müdahale etmeli, mazlumlara yardımcı olmalıdır. Doğrudan taraf olmamasına rağmen, 1950- 1953 yılları arasında yapılan Kore Savaşına Türkiye’nin de asker göndermesi, bu bağlamda değerlendirilebilir.
     Cihadın bu ulvî gayesine, şu ayet işaret eder:
     "Size ne oluyor ki, ‘Ya Rabbena, bizi halkı zalim olan şu memleketten çıkar. Bize, tarafından bir sahip gönder. Bize katından bir yardımcı yolla!’ diyen mazlum erkek-kadın ve çocuklar için Allah yolunda savaşmıyorsunuz ?" (6)
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
1) Kutub, I, 187; Sabunî, Saffetu't-Tefasir, I, 127
2) Enfal, 39
3) İbnuManzur, Ebu'l-Fadl, Lisanu'l-Arab, VI, 317
4) Bakara, 191
5) Yazır, II, 695
6) Nisa, 75
~~~~ * ~~~~

     "Dinin bütünüyle Allah'ın olması" hedefi ise, beşeri beşere kulluktan kurtarıp, sadece Allah'a kul olmasını temin gayesine yöneliktir. (1)

     Seyyid Kutub, cihadın gayesini, şu üç hürriyeti temin olarak görür:
1- Tebliğ hürriyeti.
2- İnanç hürriyeti.
3- İslâmı yaşama hürriyeti. (2)
     Yani, İslâm hür bir ortamda tebliğ edilebilmeli, dini yaşamak isteyen her fert serbestçe yaşayabilmeli, dine girmek isteyenlere engel olunmamalı, kimse dininden dolayı fitneye düşürülmemeli ve ezaya maruz kalmamalıdır. İşte cihad, bu hürriyetleri sağlamak ve bu hususta ortaya çıkan engelleri aşmak içindir.
     "Dinin bütünüyle Allah'ın olması", şüphesiz, başka dinlere hayat hakkı tanımamak, o dinlerin mensuplarını zorla İslâm'a sokmak anlamında değildir. (3) Tatbikatta da böyle olmamıştır. Hz. Peygamber devrinden günümüze kadar, İslâm devleti bünyesinde başka din mensupları rahat bir şekilde yaşamışlardır.
     Ahmet Özel'in dediği gibi, "İslâm'ı tebliğ için girişilen fetih hareketleri, o ülkelerdeki insanları zorla İslâm'a sokmak amacıyla değil, ferdî planda tebliğ imkânının bulunmadığı bu ülkeleri, herkesin dilediği inancı serbestçe seçebileceği şekilde tebliğe açmak gayesiyle yapılmıştır." (4)
     Kur'an'ın "hiç bir fitne kalmayıncaya ve din bütünüyle Allah'ın oluncaya kadar onlarla savaşın" (5) ayeti, İslâm'ın hamle gücünü ortaya koyar, Müslümanlara varmaları gereken nihaî hedefi gösterir. Onları, gündelik işlerin telaşından kurtarır, yüce ideallere sevk eder. Bu yüce hedefin yeni nesle kazandırılması, ufuklarını açacak ve onları ulvî mefkûreler sahibi kişiler haline getirecektir.

     Savaş Ayetlerinde Tedric
     Hz. Peygamber zamanında içki, tedrici bir şekilde yasaklandı. Savaş da benzeri bir şekilde tedrîcen emredildi. Müslümanların hem sayıca az, hem de şiddetli bir baskıya maruz kaldıkları Mekke döneminde, doğrudan savaş emredilmedi. 
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
1) Kutub, III, 1433
2) Kutub, I, 186-187
3) Zeydan, Abdulkerim, eş-Şeriatu'l - İslamiyyeve'l- Kanunu'd- Düveliyyi'l-âm, s. 55-56; Zuhayli, Vehbe, el-Alakâtu'd- Düveliye fi'l- İslâm, s.25; Madelung, W, "Cihad" md. Dictionary of theMiddle Age, VII, 110
4) Özel, TDV. İslâm Ans. "Cihad" md. VII, 530
5) Enfal, 39 
~~~~ * ~~~~

     Gelen ayetler, müşriklere doğrudan karşılık vermemekten, namazı kılmaktan, zekâtı vermekten bahsetti. (1) Şüphesiz bunun bazı hikmetleri vardır. Mesela:
1- Müslümanlar sayıca az idiler. Savaşa izin verilseydi, aleyhlerinde olurdu. Cenab-ı Hak, onların sayılarının artmasını diledi.
2- Eğer savaşa izin verilseydi, iç savaş meydana gelirdi. Çünkü Müslümanlar çeşitli evlere dağılmış bir haldeydi. Kendilerini kuvvet yoluyla savunma durumunda, her âileden kan akacaktı. Hicretten sonra ise saflar ayrıldı. Bu mahzur ortadan kalktı. (2)
     İşte safların ayrıldığı bu dönemde, önce şu ayetle savaş izni gelir: (3)
     "Kendilerine savaş açılanlara, zulm edilmelerinden dolayı (savaşmalarına) izin verildi. Şüphesiz Allah, onlara yardıma kâdirdir." (4)
     Bu izni, daha sonra, şu gibi emirler takip etti:
     "Sizinle savaşanlarla siz de Allah yolunda savaşın. Haddi aşmayın. Allah haddi aşanları sevmez." (5)
     "Müşrikler toptan sizinle savaştıkları gibi, siz de onlarla toptan savaşın. Biliniz ki Allah, müttakilerle beraberdir." (6)

     İslâm ve Barış
     İslâmiyet, barış dinidir. "Silm, selamet, selâm..." gibi barış, güvenlik bildiren kelimeler, "İslâm" kelimesiyle, aynı kökten gelmiştir. Allah'ın isimlerinden biri “EsSelâm”dır. Müslümanlar, birbirleriyle karşılaştıklarında "Selâmün aleyküm" derler. Mescid-i Haram'ın kapılarından biri, “Babu's-Selâm”, Cennetin isimlerinden biri, "Daru's-Selâm"dır.
     İslâmiyette asıl olan savaş değil, barıştır. (7) Savaş; ya saldırgan düşmana, ya da İslâm'ın tebliğine engel olanlara karşı yapılır. Gayr-i müslim ülkeler, Müslümanlara saldırmadığı müddetçe kendileriyle savaşılmaz. 
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
1) Nisa, 77
2) Kutub, Seyyid, Fî Zılali'l- Kur'an, I, 185-186; Sabunî, Muhammed Ali, Revaîu'l-Beyan, I, 213-214
3) İbnuKesîr, Hafız, Tefsiru'l-Kur'âni'l-Azim, V, 436
4) Hacc, 39
5) Bakara, 190
6) Tevbe, 36
7) Rıza, Reşid, Tefsiru'l-Menar, X, 168; Azzam, s., 144; Tabbera, Afif Abdülfettah, Ruhu'd-Dini'lİslami, s., 377-378; Şedîd, s.119; Abdurabbih, Abdülhafiz, Felsefetu'l-Cihadfi'l-İslam, s., 313; Sabunî, Kabesmin Nuri'l-Kur'ani'l-Kerim, III, 163 
~~~~ * ~~~~

     Rasulullah'ın şu sözü, İslâm'da barışın asıl olduğunu ifade eder:
     "Ey insanlar! Düşmanla karşılaşmayı istemeyin, Allah'tan afiyet dileyin. Onlarla karşılaştığınızda ise sabredin. Bilin ki, Cennet kılıçların gölgesi altındadır." (1)
     İslâmiyet, hayatı mukaddes tanır. Bir masumu öldürmeyi bütün insanları öldürmek gibi kabul eder. Bir hayata vesile olmayı da, bütün insanların hayatına vesile olmak gibi sayar. (2) İslâmiyet, öldürmek için değil, diriltmek için gelmiştir. "Ey iman edenler! Peygamber hayat verecek olan şeylere sizi çağırdığında, Allah'a ve Rasulü'ne icabet edin! (3) ayetinde bu inceliği görmek mümkündür. Hudeybiye'ye 1400 sahabeyle gelen Hz. Peygamberin, iki sene sonra 10.000 sahabeyle Mekke'yi fethe gitmesi, İslâmiyetin barış ortamında yayıldığının güzel bir delilidir. (4)
     İslâmiyetin kitlelere daveti, Hudeybiye Barışı'ndan sonra gerçekleşmiştir. Hz. Peygamber, ulaşabildiği idarecilere elçiler göndererek onları Allah'ın dinine davet etmiştir. Bizans, İran, Habeşistan, Mısır, Umman, Bahreyn, Suriye kralları bunlardan bazılarıdır. (5)

     Sonuç
     “Allah yolunda cihad”, Kur'anın en temel mesajlarından biridir. “Cihad” kelimesi -her ne kadar bir kısım medyanın propagandasıyla menfi manaları çağrıştıran bir kelime haline getirilmeye çalışılmışsa da- gerçekte sevimli bir kelimedir. Bu tebliğde nazara verilen esaslar çerçevesinde cihadın anlaşılması ve hayata uygulanmasında fert ve toplumlar için zarar değil, yarar vardır. Cihad yapmayan bir kimse, kendine de başkalarına da faydalı olamaz. Böyle biri, “neme lazım” der, kendi köşesine çekilir, “ben” merkezli bir hayat yaşar, hep kendi keyfini ve rahatını düşünür. Hâlbuki sosyal bir varlık olarak başkalarına da faydalı olacak bir tarzda yaşamakla mükelleftir.
     Şuurlu bir Müslüman hem kendi nefsiyle cihadını yapar, onu terbiyeye çalışır. Hem ülke dâhilinde zararlı cereyanlarla mücadelesini yapar, kötülerden ve kötülüklerden başkalarını alıkoymaya gayret eder. Hem de küresel boyutta yapılan mücadelelerin farkına varır, evrensel bir barışa ulaşmanın mücadelesini verir. Bunu gerçekleştirmek için gece gündüz çalışır, maddi ve manevi kirlerden tertemiz bir dünya için elinden gelen gayreti gösterir.
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
1) Müslim, İbnu Haccac, Camiu's-Sahih,Cihad, 20; Ebu Davud, Cihad, 89
2) Maide, 32
3) Enfal, 24
4) Berki, Ali Himmet, Hz. Muhammed ve Hayatı, s., 324
5) İbnu Hişam, Siretu'n-Nebeviyye, IV, 254-255
~~~~ * ~~~~

     BİBLİYOGRAFYA
     ABDÜRABBİH, Abdülhafiz, Felsefetu'l-Cihadfi'l-İslam, Mektebetu'l Medrese, Beyrut,1982
     ACLÛNİ, Muhammed, Keşfu'l-Hafa, Daruİhyai't- Türasi'l- Arabî, Beyrut, 1351 h.
     AZZAM, Abdurrahman, Ebedi Risalet, Ter. H.Hüsnü Erdem, Sönmez Neş. İst. 1962
     BERKİ, Ali Himmet, Hz. Muhammed ve Hayatı, (Osman Keskioğlu ile beraber), Diyanet Yay. Ank. 1991
     BEYDAVİ, Kadı, Envaru't-Tenzil ve Esraru't-Te'vil, Daru'l- Kütübi'l İlmiyye, Beyrut, 1988
     BÛTİ, M. Said Ramazan, El-Cihadufi'l-İslam, Daru'l- fikri'l- Muasır, Beyrut, 1995
     BUHARİ, Muhammed İsmail, Camiu's-Sahih (Sahihu'l-Buhari) Çağrı Yay. İst. 1981
     EBU DAVUD, Sünen, Çağrı Yay. İst. 1981
     HAMİDULLAH, Muhammed, İslamda Devlet İdaresi, Ter. Ali Kuşçu, Ahmed Said Matbaası, İst. 1963
     İBNU HİŞAM, Siretu'n-Nebeviyye, Daru İhyai't- Türasi'l- Arabî, Beyrut, 1971
     İBNU KESİR, Hafız, Tefsiru'l-Kur'ani'l-Azim, Kahraman Yay. İst. 1985
     İBNU MANZUR, Lisanu'l-Arab, Daru Sadır, Beyrut
     İBNU RÜŞD, Muhammed, Bidayetu'l-Müctehid Nihayetu'l Muktesid, Daru Marife, Beyrut, 1988
     KISTER, M.J. "Land Propertyand Jihad", J ournal of the Economicand Social History of the Orient, XXXIV, Leiden, 1991
     KUTUB, Seyyid, Fi Zılali'l-Kur'an, Daru'ş-Şuruk, 1980
     MADELUNG, W,"Cihad" md. Dictionary of the Middle Age
     MEVDUDİ, Ebu'l-Âlâ, Jihad in Islam, Islamic Publications LTD, Lahor MEVSILİ, Abdullah b. Muhammed, İhtiyar liTa'lili'l-Muhtar, Çağrı Yay. İst. 1980
     MÜSLİM, İbnu Haccac, Camiu's-Sahih, (Sahihu Müslim), Çağrı Yay. İst. 1981
     NURSİ, Said, Divan-ı Harbi Örfi, Yeni Asya Neş. İst. 1993
     PETERS, Rudolph, İslam ve Sömürgecilik ( Islamand Colonialism), Ter. Süleyman Gündüz, Nehir Yay. İst. 1989
     ÖZEL, Ahmet, -DİA, " Cihad" md. - İslam Hukukunda Milletlerarası Münasebetler ve Ülke Kavramı, Marifet Yay. İst. 1982
     RAZİ, Fahreddin, Mefatihu'l-Gayb (Tefsiru Kebir), Daruİhyai't- Türasi'l-Arabi
     RIZA, Reşid, Tefsiru'l-Menar, Mektebetu'l-Kahire, Mısır
     SABUNİ, Muhammed Ali, - Kabesmin Nuri'l Kur'ani'l-Kerim, Daru'l- Kalem, Dımeşk, 1986 - Revaiu'l-Beyan, Dersaadet Yay. İst. - Safvetu't-Tefasir, Ensar Yay. İst. 1987
     SÜYUTİ, Celaleddin, Itkan fi Ulumi'l-Kur'an, Daruİbni Kesir, Beyrut, 1993
     ŞEDİD, Muhammed, El-Cihadufi'l-İslam, Müessesetu Risale, Beyrut, 1985
     ŞİBAY, Halim Sabit, M.E.B. İslam Ans. "Cihad" md
     TABBERA, Afif Abdülfettah, Ruhu'd-Dini'l-İslami, Daru'l-İlm, Beyrut
     TOPALOĞLU, Bekir, T.D.V. İslam Ans. "Günümüzde Cihad" md.
     WATT, W. Montgomery, Islamic Political Thought, Edinburgh
     YAZIR, Hamdi, Hak Dini Kur'an Dili,
     ZEYDAN, Abdulkerim, eş-Şeriatu'l - İslamiyyeve'l- Kanunu'd- Düveliyyi'lâm, Müessesetü Risale, Beyrut, 1988
     ZUHAYLİ, Vehbe, el-Alâkâtu'd- düveliyyefi'l-İslam, Müessesetü Risale, Beyrut, 1989
 

Kitap Tanıtımı ღ💗ღ Yazar Şüheda Derya Terzi ❀💗❀ A'MAK-I ERVAH

  Kitap Özgün <kitapokuyalim@gmail.com> okunmadı, 00:18 (10 dakika önce)     alıcı gonulerleri@googlegroups.com      2007 de birkaç...