İSLAM TARİHİ
BENİ MUSTALİK GAZÂSI
(Hicret’in 5. senesi Şâban ayı)
Huzaa kabilesinden Benî Müstalık oymağının reisi Hâris b. Ebî Dırar, kabilesiyle birlikte etrafta sözünü geçirdiği birkaç Arap kabilesini daha bir araya toplayarak Medine’ye, Müslümanların üzerine yürümeye hazırlanıyordu. [1]
Böyle bir hazırlığın olduğu haberi Medine’ye ulaştı. Peygamber Efendimiz, önce haberin doğruluk derecesini öğrenmek istiyordu. Bu maksatla, ashaptan Büreyde b. Husayb el-Eslemî’yi vazifelendirdi. Hz. Büreyde, Benî Müstalık yurduna gidecek, durumu öğrenecekti.
Hz. Büreyde, Medine’den ayrılmadan önce, Peygamberimize, onları şüphelendirmemek ve kendini muhafaza etmek gayesiyle hakikate muhalif beyanda bulunup bulunamayacağını sordu. Resûl-i Ekrem, gerektiğinde böyle hareket edebileceği müsaadesini verdi.
Hz. Büreyde, Müstalıkoğulları yurduna vardı. Onlardan biriymiş gibi davrandı ve “Ben, sizdenim. Şu adam (Peygamberimizi kastederek) için derlenip toplandığınızı işittim. Ben de kavmimden bana itaat edenlerle size katılmak istiyorum. Onların (Müslümanların) kökünü kazıyıncaya kadar iş birliği yapalım!” diye konuştu.
Benî Müstalıkların reisi Hâris b. Ebî Dırar, “Biz de bu iş için hazırlanıyoruz. Bize katılmakta acele et!” dedi.
Hz. Büreyde, “Şimdi hayvanıma atlar ve kavmimden büyük bir toplulukla yanınıza gelirim” diyerek oradan ayrıldı. [2]
Hz. Büreyde, derhal Medine’ye gelip durumu Resûl-i Kibriya Efendimize bildirdi.
İslam Ordusunun Hareketi
Şâban ayının ikinci Pazartesi günü idi. Resûl-i Ekrem Efendimiz, yedi yüz kişiyle, yerine Hz. Zeyd b. Hârise’yi vekil tayin ederek Medine’den hareket etti. İslam ordusunda otuz kadar at vardı. Ayrıca Ezvac-ı Tâhirat’tan Hz. Âişe ile Hz. Ümmü Seleme validemiz de Ordu-yu Saadet’le birlikte idiler. [3]
Gariptir ki münafıklar, hiçbir gazâya bu gazâ kadar ilgi göstermemişlerdi. Birçoğu İslam ordusuna katılmıştı. [4] Maksatları, ganimetten istifade etmek ve fırsat kollayarak Müslümanlar arasına fitne fesat düşürmekti.
Müstalıkoğullarının Âkıbeti
İslam ordusu, Müreysi Suyu başına doğru ilerlerken, düşman casuslarından birini ele geçirdi. Yapılan davet üzerine Müslüman olmayınca, katledildi. [5]
Bunu duyan Müstalıkoğulları, fazlasıyla korktular; hatta etraftan topladıkları birçok kimse, kendilerini terk ederek dağıldı.
Resûl-i Ekrem Efendimiz, ordusuyla Müreysi Kuyusu başına kadar geldi. Hemen orada kendileri için deriden bir çadır kuruldu. Sonra ordusunu harp nizamına koydu. Muhacirlerin sancağını Hz. Ebû Bekir’e, ensarınkini ise Sa’d b. Ubâde’ye verdi. Hz. Ömer’e, “‘Lâ ilâhe illallah!’ deyiniz de canlarınızı, mallarınızı koruyunuz” diye seslenmesini emretti.
Müstalıkoğulları teklifi kabul etmediler; üstelik, mücahitlere ok atarak, çarpışmayı bizzat başlatmış oldular. [6]
Bunun üzerine, mücahitler de onlara ok atmaya başladılar. Sonra Peygamber Efendimiz, ordusuna birden hücuma kalkma emri verdi. Hücum neticesinde Benî Müstalıklardan on kişi öldürüldü, geri kalanları ise esir alındı. [7]
İslam ordusundan ise, sadece bir mücahit yanlışlıkla düşmandan biri sanılarak bir Müslüman tarafından şehit edildi. [8]
Benî Müstalıklardan esir alınanlar iki yüz kadardı. Birçok deve, sığır ve davar da ganimet alındı. Ganimet malları bir araya toplandı, usûlüne göre taksim edildi. Esirler ise mücahitler arasında bölüştürüldü.
Müreysi Kuyusu mevkiinde çarpışma vuku bulduğu için bu gazâ, Müreysi Gazâsı adıyla da zikredilir. [9]
Münafıkların Bir Tertibi
Müreysi Zaferi kazanıldıktan sonra, Peygamber Efendimiz, mücahitlerle burada birkaç gün istirahat edip beklemeyi uygun bulmuşlardı. Önceden de bahsettiğimiz gibi, bu gazâya çok sayıda münafık katılmıştı. [10] Hatta bazı kaynaklara göre, o zamana kadar münafıkların, hiçbir gazâya bu derece ilgi gösterdikleri görülmemişti. Bu ilgileri ve fazla iştirakleri elbette sebepsiz değildi: Bir taraftan ganimete konmak, diğer taraftan gün geçtikçe saflarını sıklaştıran, çoğalan ve kuvvet kazanan Müslümanları, en küçük fırsatları dahi değerlendirerek birbirine düşürmek, aralarına fitne fesat tohumu saçmak...
İşte, bu bekleme esnasında, Hazreç kabilesinden Benî Amr b. Avf’ın müttefiki olan Sinan b. Veber el-Cühenî ile Hz. Ömer’in Benî Gifar’dan ücretle tuttuğu seyisi Cahcah arasında, kuyu başında kovalarının birbirine karışması yüzünden bir kavga çıktı. Cahcah, yumruk ve tokatlarla Sinan’ın yüzünü gözünü kanlar içinde bıraktı. Sinan ise feryadı basıp, “Yetişin ey ensar, neredesiniz?” diye bağırdı.
Feryatları duyan ensar ile muhacirler derhal toplandılar. Kılıçlarını sıyırdılar. Az kalsın büyük bir fitne kopacak, Müslümanlar birbirine gireceklerdi. Muhacirlerle ensarın bazı ileri gelenleri, araya girip, yatıştırıcı konuşmalar yaptılar.
O sırada Resûl-i Ekrem Efendimiz, topluluğun bulunduğu yere geldi ve “Câhiliyye insanlarının davası mı güdülüyor? Nedir bu çığlıklar, bu feryatlar? Derdiniz nedir?” diye sordu.
Ashap, bir muhacirin ensardan bir Müslümanı tokatladığını söyleyince, “Bırakınız şu Câhiliyye âdet ve davasını... Çünkü o, bir murdarlık, bir kötülüktür. Câhiliyye davasını güden, kendini cehenneme atmış olur” [12] buyurdu.
Bunun üzerine Sinan, Cahcah üzerindeki hak ve davasından vazgeçti.
Abdullah b. Übey’in İşi Alevlendirmesi
Bu esnada münafıkların reisi Abdullah b. Übey b. Selûl’ün ortaya atıldığı görüldü. Zira, bu hadise, onun için ele geçmez bir fırsattı. Bunu bahane ederek Müslümanların arasını bozabilirdi. Nitekim “Ey ensar! Bu muhacirler, sâyenizde kuvvet ve şöhrete nâil olmuşlarken, şimdi bize böylesine hakaretle muamele ediyorlar” diye bağırdı.
Sonra şeytanî bir tavırla kavmine dönerek, “Bunları şehrinize getirip yer verdiniz, mal ve erzakınıza ortak yaptınız. Uğradığınız bu hakaretlere tek sebep, yine sizsiniz. Vallahi, bir Medine’ye dönecek olursak en izzetli ve kuvvetli olan (güya kendisi ve etbaı) en zelil ve en zayıf olanı (hâşâ Peygamberimiz ve muhacirler) oradan sürüp çıkaracaktır” [13] diye konuştu. Arkasından da bir sürü herzeler savurdu.
Orada bulunan genç sahabe Hz. Zeyd b. Erkam, Abdullah b. Übey’in bu sözlerine karşı çıktı ve “Vallahi, kavminin içinde zelil ve menfur olan, ancak sensin! Muhammed (a.s.m.) ise, Allah tarafından aziz kılınmıştır” dedi.
Başmünafık, bu sözler karşısında derhal vaziyet değiştirdi ve “Ey kardeşimin oğlu! Sus! Vallahi, ben şaka yapmıştım!” [14] diyerek münafıklığını ortaya koydu.
Hz. Zeyd b. Erkam susmadı. Abdullah b. Übey’den işittiklerini olduğu gibi gelip Peygamber Efendimize haber verdi. Efendimizin rengi birden değişti. Yanında Hz. Ebû Bekir, Hz. Osman, Sa’d b. Ebî Vakkas, Muhammed b. Mesleme gibi muhacir ve ensardan zâtlar bulunuyordu. Her şeye rağmen meseleyi tahkik etmeyi uygun buldu. Hz. Zeyd’e, “Sakın, İbni Übey’e karşı bir kin ve düşmanlığından dolayı bunu söylemiş olmayasın?” diye sordu.
Zeyd (r.a.), “Hayır! Vallahi, bunları ondan işittim!” dedi.
Resûl-i Ekrem, tekrar, “Yanlış duymuş olamaz mısın?” diye sordu.
Hz. Zeyd, aynı şekilde bu sözleri münafıkların reisinden kelimesi kelimesine işittiğine dair ikinci defa Allah adına yemin etti.
Abdullah b. Übey’in bu sözleri sarfettiği haliyle orduda duyuldu. Ensardan bazıları, “Kendi kavminin efendisi hakkında haksız yere isnatta bulundun” diyerek Hz. Zeyd b. Erkam’ı kınadılar.
Zeyd, onlara cevaben, “Vallahi, ben bu sözleri ondan işittim! Ve eğer bu sözleri babamdan dahi işitmiş olsaydım, yine Resûlullah’a gidip söylemekten asla geri durmazdım. Allah Teâlâ’nın, Peygamberine bu hususta vahiy indirip, kimin yalancı olduğunu bildireceğini ve Resûlullah’ın sözlerimi doğrulayacağını umarım” dedi.
O sırada Hz. Ömer, “Yâ Resûlallah! Müsaade buyur da şu münâfığın boynunu vurayım! Eğer onu muhacirlerden birinin öldürmesini uygun görmüyorsanız, Sa’d b. Muaz veya Muhammed b. Mesleme’ye emredin, onu öldürsünler!” [16] dedi.
Resûl-i Ekrem bu tekliften memnun kalmadığı gibi, cevabı da düşündürücü oldu: “Eğer ben onun öldürülmesine müsaade edersem, Medine eşrafından birçoğunun gönlüne korku ve endişe düşer. Ayrıca işin iç yüzünü bilmeyen halk, ‘Muhammed ashabını öldürüyor’ diye konuşmaya başladıkları zaman durum ne olur?” [17]
Resûl-i Ekrem Efendimiz, günün en sıcak saati olmasına rağmen, mücahitlere derhal Medine’ye doğru yola çıkmalarını emretti. Hâlbuki, o güne kadar, böyle günün en sıcak saatinde yola çıktığı vâkî değildi. [18]
Abdullah b. Übey’in, Söylediklerini İnkâr Etmesi
Resûl-i Ekrem Efendimiz, Abdullah b. Übey’i yanına çağırdı:
“Bana ulaşmış olan sözleri sen mi söyledin?” diye sordu.
Başmünafık, söylediklerini inkâr etti: “Hayır! Sana kitabı indirilmiş olan Allah’a yemin ederim ki ben o sözlerin hiçbirini söylemedim. Zeyd, muhakkak yalancıdır!” dedi.
Peygamberimizden, Sıcakta Yola Çıkmanın Sebebini Sormaları
Peygamber Efendimizin, günün sıcak saatinde ordusunu harekete geçirmesi, Müslümanlar arasında hayretle karşılandı.
Ensarın ileri gelenlerinden Üseyd b. Hudayr, “Yâ Resûlallah! Bu saatte yola çıkmak uygun değildir. Sen, böyle zamanda yola hiç çıkmazdın” dedi.
Resûl-i Ekrem, “Adamınızın söylediğini duymadın mı?” buyurdu.
Üseyd b. Hudayr, “Hangi adam, yâ Resûlallah?” diye sordu.
Peygamber Efendimiz, “Abdullah b. Übey...” dedi.
Üseyd b. Hudayr, “Ne söylemiş?” diye sordu.
Peygamber Efendimiz, “‘Medine’ye dönünce, en aziz ve kuvvetli olan, en zelil ve zayıf olanı oradan muhakkak sürüp çıkaracaktır’ demiş” dedi.
Üseyd b. Hudayr, “Yâ Resûlallah! İstersen, sen, onu Medine’den sürüp çıkarırsın! Vallahi, zelil ve zayıf olan odur; aziz ve kuvvetli olan da sensin! Yâ Resûlallah, sen, yine de ona rıfk ve şefkat ile muamele buyur! Vallahi, Allah, seni bize getirdiği zaman, kavmi ona hükümdarlık tacı hazırlıyordu. O, elinden saltanatı senin çekip aldığını sanmaktadır!” diye konuştu. [19]
Peygamber Efendimiz, mücahitlerin Abdullah b. Übey’in söylediği sözlerle meşgul olmasını istemiyordu. Bunun için hareket emri verdiği günden ertesi günün sabahına kadar yola devam ettiler. Mücahitler son derece yorulmuşlardı. Güneşin sıcaklığı etrafı basınca konakladılar. Yorgunluk ve uykusuzluktan mecalleri kalmamıştı. Derhal uykuya daldılar.
Böylece Resûlullah Efendimiz, dedikodunun ordu arasında büyümesine fırsat vermemiş oluyordu.
Şiddetli Fırtınanın İfade Ettiği Mana
Resûl-i Ekrem Efendimiz, ordusuyla Bek’a mevkiinden hareket edeceği sırada şiddetli bir fırtına esti. Mücahitler korkup ürktüler. Gatafanların reisi Uyeyne b. Hısn’ın Medine’ye baskın yapmış olmasından endişe duydular. Zira, onunla yapılan anlaşma müddeti son bulmuştu.
Resûl-i Kibriya Efendimiz, “Size Uyeyne b. Hısn’tan bir zarar gelmez” dedi; sonra da, “Korkmayınız! Bu fırtına, büyük bir kâfirin ölümü dolayısıyla esmektedir!” buyurdu.
Gerçek, Resûl-i Ekrem Efendimizin haber verdiği gibiydi. Medine’ye vardıklarında, münafıklara arka çıkan Yahudi büyüklerinden Rufâ’a b. Zeyd b. Tabut’un aynı gün ölmüş olduğunu öğrendiler. [20] Bu adam, Peygamberimizin ve İslam’ın azılı düşmanlarından biriydi.
Hz. Abdullah’ın Teklifi
Kaderin cilvesi bu... Abdullah b. Übey nifakın reisliğini yaparken, oğlu Abdullah ise İslam’ı fevkalâde bir ciddiyet ve ittika içinde yaşayan halis bir Müslümandı. Babasının sözlerini duyunca, Resûl-i Ekrem’in huzuruna çıktı.
“Yâ Resûlallah! Babamla aranızda geçen hadiseyi işittim. Onu öldürmek istediğinizi haber aldım. Eğer bu işi muhakkak yapacaksanız, bana emir buyurunuz, şu anda gidip başını Huzur-u Şerif’e getireyim! Bütün Hazreçliler bilirler ki babama pek ziyade muhabbetim vardır. Onun öldürülmesini başkasına havâle ederseniz, ihtimal ki o adama karşı nefsimde bir düşmanlık meydana gelir ve bir kâfire karşı bir mü’mini öldürerek cehenneme müstahak olurum!” diye konuştu.
Sahabedeki iman, işte böylesine kuvvetliydi: Resûlullah ve Müslümanlara hakaret eden babasının başını kesecek kadar!
Resûl-i Ekrem, verdiği cevapla, bu kahraman sahabeyi teselli etti: “Ey Abdullah! Babanı öldürmeyi istemedim; hiç kimseyi de onu öldürmekle vazifelendirmedim. Aramızda yaşadıkça ona iyi davranırız!” [21]
Hz. Abdullah’ın, Babasının Önünü Kesmesi
İslam ordusu, Medine’ye yaklaşmıştı.
Akik denilen vadide Hz. Abdullah atından indi. Babası Abdullah b. Übey’in önünü kesti. Devesini ıhdırıp çöktürdü ve “İzzet ve kuvvetin Allah’a ve Resûlüne âit olduğunu söylemedikçe, seni asla bırakmayacağım!” dedi.
Başmünafık birden şaşkına döndü. Bu sözleri hiddetli hiddetli söyleyen, oğlu Abdullah idi. Bunun nasıl yapabilirdi? İman etmiş görünen münafık, elbette gerçek bir imanın insana neler yaptırabileceğini bilemezdi! Oğluna, “Demek, sen, bu kadar insanlar arasında beni Medine’ye sokmayacaksın, öyle mi?” dedi.
Hz. Abdullah, “Evet” dedi. “Bugün insanlar arasında, en aziz kimdir, en zelil kimdir, sana öğretmeden seni asla bırakmayacağım! Hatta izzet ve şerefin Allah’a ve Resûlüne âit olduğunu burada itiraf ve ikrar etmezsen, boynunu vururum!”
Başmünafık, Hz. Abdullah’ın sözlerinde kararlı olduğunu anlayınca, mecburen, “Ben şehâdet ederim ki izzet ve kuvvet, Allah’a, Resûlüne ve mü’minlere âittir” dedi.
Hadiseyi duyan Resûl-i Ekrem Efendimiz, Hz. Abdullah’a, “Allah, seni Resûlünden ve mü’minlerden dolayı hayırla mükâfatlandırsın” diyerek dua etti ve babasını serbest bırakmasını da kendisine emretti. [22]
Medine’ye Geliş
Resûl-i Ekrem Efendimiz, yirmi sekiz gün sonra Ramazan hilâli doğduğu zaman ordusuyla Medine’ye geri döndü. [23]
Münafıklar Hakkında Müstakil Sure İnmesi
Bütün bu olup bitenlerden sonra, başmünafık Abdullah b. Übey b. Selûl ile diğer münafıklar hakkında müstakil bir sure nâzil oldu. Surede meâlen münafıkların vasıflarından şöyle bahsediliyordu:
“Münafıklar sana geldikleri zaman, ‘Şehâdet ederiz ki sen muhakkak ve mutlak Allah’ın Peygamberisin’ dediler. Allah da bilir ki sen elbette ve elbette O’nun Peygamberisin. Fakat Allah, o münafıkların hiç şüphesiz yalancılar olduğunu da biliyor.
“Onlar, yeminlerini bir kalkan edindiler ve Allah’ın yolundan saptırdılar. Hakikat, onların yaptıkları şeyler ne kötüdür!
“Bu (kötü amelleri şundandır): Çünkü onlar, (zâhiren) iman ettiler; fakat sonra kalpleriyle kâfir oldular. Bu yüzden kalplerinin üstüne (küfür) mühr(ü) basıldı. Onun için onlar (iman hakikatini) anlamazlar.
“Onları gördüğün zaman, gövdeleri (kalıpları kıyafetleri belki) hoşuna gider. Eğer söylerlerse sözlerini dinlersin. Hâlbuki onlar, giydirilmiş (kocaman) odunlar gibidir. Her gürültüyü kendi aleyhlerinde sanırlar. Asıl düşman, onlardır. O halde onlardan sakın. Allah gebertsin onları! Nasıl olup da (haktan) döndürülüyorlar?” [24]
Surenin daha sonraki ayetlerinde ise, Abdullah b. Übey’in sarfettiği sözlerden bahsediliyor ve meâlen şöyle deniliyordu:
“Onlar öyle kimselerdir ki ‘Allah’ın peygamberi yanında bulunan kimseleri beslemeyin. Ta ki dağılıp gitsinler’ diyorlardı. Hâlbuki, göklerin ve yerin hazineleri Allah’ındır. Fakat o münafıklar ince anlamazlar.
“Onlar, ‘Eğer Medine’ye dönersek, andolsun, en şerefli ve kuvvetli olan(ımız) oradan en hakir (ve zayıf) olanı muhakkak çıkaracaktır’ diyorlardı. Hâlbuki, şeref, kuvvet ve galibiyet Allah’ındır, Peygamberinindir, mü’minlerindir. Fakat münafıklar bunu bilmezler.” [25]
Allah, Zeyd’i Tasdik Etti
Bu ayetler nâzil olup, münafıkların, yalancıların ta kendileri oldukları haber verilince, Resûl-i Ekrem Efendimiz, Hz. Zeyd b. Erkam’ı huzuruna çağırdı. Kulağından tuttu ve “İşte, Allah yolunda kulağıyla vazifesini yerine getirmiş olan genç budur!” buyurdu; sonra da, “Ey Zeyd! Allah, seni tasdik etti!” dedi. [26]
__________________________________________________________
[1] İbn Sa’d, Tabakat, c. 2, s. 63.[2] Halebî, İnsanü’l-Uyûn, c. 2, s. 584.[3] İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 63.[4] İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 63.[5] Vakidî, Megazi, c. 1, s. 406.[6] İbn Kesir, Sîre, c. 3, s. 298.[7] İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 64.[8] İbn Hişam, Sîre, c. 3, s. 302; İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 64.[9] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 302.[10] İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 63.[11] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 303.[12] Buharî, Sahih, c. 4. s. 160.[13] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 303.[14] Halebî, İnsanü’l-Uyûn, c. 2, s. 597.[15] Vakidî, a.g.e., c. 2, s. 417.[16] Taberî, Tefsir, c. 28, s. 114.[17] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 303.[18] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 303.[19] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 304.[20] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 304.[21] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 305.[22] İbn Sa’d, a.g.e., c. 2. s. 65.[23] İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 65.[24] Münafıkûn, 1-4.[25] Münafıkûn, 7-8.[26] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 305.
[1] İbn Sa’d, Tabakat, c. 2, s. 63.[2] Halebî, İnsanü’l-Uyûn, c. 2, s. 584.[3] İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 63.[4] İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 63.[5] Vakidî, Megazi, c. 1, s. 406.[6] İbn Kesir, Sîre, c. 3, s. 298.[7] İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 64.[8] İbn Hişam, Sîre, c. 3, s. 302; İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 64.[9] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 302.[10] İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 63.[11] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 303.[12] Buharî, Sahih, c. 4. s. 160.[13] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 303.[14] Halebî, İnsanü’l-Uyûn, c. 2, s. 597.[15] Vakidî, a.g.e., c. 2, s. 417.[16] Taberî, Tefsir, c. 28, s. 114.[17] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 303.[18] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 303.[19] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 304.[20] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 304.[21] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 305.[22] İbn Sa’d, a.g.e., c. 2. s. 65.[23] İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 65.[24] Münafıkûn, 1-4.[25] Münafıkûn, 7-8.[26] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 305.
2 yorum:
Başlık yanlış Müstakil değil Mustalık düzeltilmesi lazım.
Teşekkür ederiz kardeşim, yazının içerisinde doğruda, başlıkta yanlış yazmışız, Orhan kardeşim var, o hatırlattı ve düzelttik. Sizin hatırlatmanızı da onun ardından okumuş olduk. Ama ilginize teşekkür ederiz...
Yorum Gönder