5 Temmuz 2021 Pazartesi

İSLÂM ve IRKÇILIK / Sayfa 297 - 309 / İslâm’ın Asabiyete Bakışı

ULUSLARARASI SEMPOZYUM
YANLIŞ ALGILAR ve DOĞRU İSLÂM
28-30 Ekim 2016
ŞanlıUrfa / TÜRKİYE
Sayfa: 297 - 309
İSLÂM ve IRKÇILIK
İslâm’ın
Asabiyete Bakışı
Ahmet Vefa TEMEL *

     Âlemlere rahmet olarak gönderilen Efendimiz Veda Hutbesinde insanların İslâm dininde eşit olduklarını, birbirlerine karşı takva dışında hiçbir üstünlüklerinin bulunmadığını net bir biçimde ifade etmiştir: “Ey insanlar, dikkat edin! Rabbiniz birdir. Atanız da birdir. Dikkat edin! Arab’ın Arap olmayana, Arap olmayanın da Arab’a bir üstünlüğü, kırmızı derilinin siyah deriliye bir üstünlüğü yoktur. Üstünlük ancak takvâ iledir.” (1) Bu hadis-i şeriften de anlaşıldığı üzere, bütün insanlık Hz. Âdem’in çocuklarıdır ve Hz. Âdem de topraktan yaratılmıştır. Dolayısıyla da yaratılış noktasında, kişinin kendisini diğer insanlardan üstün görmesi onun cehâletinin bir tezahürüdür. Zira hadiste de belirtildiği gibi, “Allah Teala kişinin şekl-ü şemailine değil, kalbine bakar.” (2) Ayrıca Yüce Allah ahirette insanları inanç ve amellerine göre değerlendirecek ve yaptıklarının karşılığını eksiksiz olarak verecektir.
     Bu duruma Kur’ân-ı Kerîm’de de; “Ey insanlar, biz sizi bir erkek ve bir kadından yarattık ve birbirinizi tanımanız için sizi milletlere ve kabilelere ayırdık. Allah yanında en üstün olanınız, (günahlardan) en çok korunanınızdır. Allah bilendir, haberdar olandır” (Hucurât, 49/13) ayetiyle açık bir şekilde işaret edilmiştir. Ayetten de anlaşılmaktadır ki Allah bütün insanlara eşit nazarla bakmakta, asla, dil, din, ırk cinsiyet, nesep gibi faktörleri imtiyaz ve üstünlük sebebi saymamaktadır. Üstünlük ancak ve ancak takvâ noktasında olmaktadır.
     Zira insanoğlunun kendi anne babasını seçmek gibi bir hakkı olmadığı gibi, tâbi olacağı ırkı ve ten rengini seçmesi de mümkün değildir. Her insanın yaratılışı sonuçta Allah’ın takdirine bağlıdır ve bu açıdan bakıldığında kendi ırk ve soyunu ön plana çıkartarak diğer ırklara karşı üstünlük iddia etmek aynı zamanda ilahi iradeye karşı bir isyandır. Bir nevi insanlığın kardeşlik ruhuna zarar veren bir tutum sergilemektir.
     Bu noktada Kur’ân’ın asıl hedeflerinden biri de insanlığın evrensel kardeşliğinin temelini atarak her türlü ırk ve renk ayrımını, insanların birliği ve dayanışmasını engelleyen her türlü engeli kaldırmaktır. Malum olduğu üzere başlangıçta, insanlık tek bir aileydi. İnsanlar çoğaldıkça yeryüzünün değişik bölgelerine dağıldılar ve aralarında farklılıklar doğdu. (Bakara, 2/213; Yunus, 10/19) Kur’ân, insanlara, kendilerinin ve ana-babalarının yaratıcısının tek Allah olduğunu ilan etti. Dolayısıyla, insanlar ve milletler arasında ayrım yapmak için hiçbir sebep olmadığını bildirdi. (Nisa, 4/1) İnsanların farklı ırk ve renklerde yaratılmaları, birinin üstün, diğerinin aşağı mertebede olduğu anlamına gelmemektedir.
     Aksine, yaratılışın bu çeşitliliği, Allah’ın yüceliği ve birliği için birer ayet, belge ve hidayet kaynağıdır: "O'nun (varlığının ve kudretinin) delillerinden biri de gökleri ve yeri yaratması, lisanlarınızın ve renklerinizin farklı olmasıdır. Elbette bunda bilen ve anlayan kimseler için ibretler vardır." (Rum, 30/22) Bu ayet, insanların bir kökten geldiklerini ama biyolojik ve kültürel yönden farklılıklara sahip olduklarını ifade etmektedir. Bu durum ayette, ilahî bir taksimat ve Yüce Allah’ın varlık, birlik ve kudretini ortaya koyan bir belge ve delil olarak takdim edilmektedir. Akıl sahipleri, ayette konu edilen bu farklılıkların ilahî bir rahmet ve hidayet olduğunu düşünür ve öyle inanırlar. Bu niteliğe sahip olmayanlar ise, Allah’ın taksimatına razı olmayıp ırk, renk ve kabile üstünlüğü iddiasında bulunurlar. 
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
* Yrd. Doç Dr. Düzce Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi.
1) Buhari, Muhammed b. İsmail, el-Câmiu’s-Sahîh, İstanbul, 1981, Menâkıb, 1; Müslim, Ebu’l-Hüseyin b. Haccâc, el-Câmiu’s-Sahih, İstanbul, 1992, Fedâil, 168.
2) Müslim, Birr, 32; İbn Mâce, Ebu Abdillah el-Kazvînî, es-Sünen. İstanbul, 1992, Zühd, 9.
~~~~ * ~~~~

     Bu bağlamda insan onuruna zarar veren en önemli unsurlardan biri olarak asabiyet (dar manada bir çeşit ırkçılık olarak da ifade edebileceğimiz) kavramı karşımıza çıkmaktadır. Ben bu tebliğimde asabiyet kavramını ve İslam’ın asabiyete bakışını ele almadan önce, özellikle bu kavramla derin bir anlam ilişkisi bulunan, ırk ve ırkçılık kavramları üzerinde de genel hatlarıyla kısaca durmamızın konunun daha iyi anlaşılması bakımından faydalı olacağı kanaatindeyim.
     Irk kelimesi sözlükte nesil, sülâle, zürriyet, damar, kök; terim olarak ise kalıtımsal olarak ortak fizikî ve fizyolojik özelliklere sahip insanlar topluluğu anlamlarına gelmektedir. Dünyada en çok konuşulan dil ailesine mensup olan HintAvrupa dillerinde ırk kelimesinin karşılığı (Örneğin İngilizce ve Fransızcada ‘race’) hepsi de etimolojik olarak Arapça’daki ‘re’s’ yani kafa kelimesine dayanmaktadır. Irk kavramının Arapça’daki re’s (kafa) kelimesinden türemesi ise gayet manidardır. Zira modernleşme döneminin en zirvede olduğu yıllara tekabül eden yirminci yüzyılda üstün Hint-Avrupa topluluğuna ait ârî ırk araştırmaları özellikle fiziki antropoloji çalışan bilim adamlarının öncülüğünde bütün dünyayı sarmıştır. Kafa tası ölçümleri ve şekilleri, hangi ırkın en üstün olduğuna yönelik teoriler bu dönemde en çok tartışılan konular arasında yer almıştır. (1)
     Irkçılık, belli bir ırkın doğal olarak üstünlüğünü savunan teori ve görüştür. Irkçılık, kendi kavminden, kabilesinden olanlara ayrıcalık tanımak, onları daha üstün görmek, diğer insanlara haksızlık etmek, başkalarını küçük ve değersiz görmektir. Irkçılık, toplumlar arasındaki birlik ve dayanışmayı yok etmesi, zulüm ve sömürüye neden olması, bir ırkın üstünlüğünü iddia ederek diğer ırkları aşağı görmesi yüzünden İslam dinince kesin olarak yasaklanmıştır. Zira Allah hiçbir ırkı köle olsun, diğer ırkı da efendi olsun diye yaratmamıştır. Kur’ân’ın hiçbir yerinde sınıflı, imtiyazlı bir ırk veya milletten bahsedildiğine dair en küçük bir ifade yoktur. İslam inancında, maddi veya manevi derecesi ne olursa olsun hiçbir insan, ırk, renk, cinsiyet, millet veya yaşadığı coğrafya sebebiyle, kendini üstün görme ve diğer insanları aşağılama hakkına sahip değildir.
     Irkçılık, İslam dışı inanç ve değerler toplamı olan cahiliyenin temel esaslarından biridir. Hâlbuki Kur’ân’a göre, insanların köklere, kabilelere ayrılmasının sebebi; tanışmaları içindir; yoksa atalarla öğünmek için değildir. Kur’ân, milletleri birbirine düşman ettiği ve yıktığı için ırkçılık davasını şiddetle reddetmiş, ırkların veya toplumların üstünlüğünü değil, bütün insanlığın kardeşliğine vurgu yapmıştır.
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnot:
1) http://sonpeygamber.info/insanligin-imtihani-irkcilik
~~~~ * ~~~~

     Bir defasında Ebu Zer el-Gıfari, bir anlık öfkeyle arkadaşı Bilal el-Habeşi’ye: "Kara kadının oğlu" demiş. Hz. Peygamber bunu duyunca, "Ey Ebu Zer! Sen onu anasından dolayı mı ayıplıyorsun? Demek ki sende hâlâ cahiliye ahlakı var" diyerek ikazda bulunmuştur. Yaptıklarına son derece üzülen ve pişman olan Ebu Zer, yanağını yere koyarak, "Bilal ayağı ile basmadıkça yanağımı yerden kaldırmayacağım" demiş ve özür dilemiştir. (1)
     Öte yandan İslam Dininin reddettiği ırkçılık, kabile asabiyeti vb. etkenler, yeryüzündeki insanlar arasında toplumsal ayırımlara da sebep olmaktadır. Bu bağlamda insanlık tarihinin başından itibaren ortaya çıkan çatışmaların, savaşların kökeninde maddi ve manevi açıdan üstünlük elde etme düşüncesi yatmakla birlikte mensup olduğu ırkıyla, bağlı bulunduğu asabesi ile övünüp diğer ırklara ve kabilelere mensup insanları aşağı görmek de yatmaktadır. Müslüman ahlakı ise her zaman Hakk’ın ve haklının yanında olmayı şiar edindiğinden aynı ırk ya da kabileden olsalar bile haksızlık yapan kişilerin desteklenmesini benimsemez.
     Ancak ne yazık ki, cahiliye dönemi Arapları arasında yaygın şekilde bilinen “Zâlim de olsa mazlum da olsa kardeşine yardım et” (2) sözü, kişinin kabilesinden olanlara her halükarda yardım etmesi gerektiğine açık bir biçimde işaret etmektedir. Öyle ki kişi, onun haklı veya haksız olduğunu sorma hakkına bile sahip değildir. Dolayısıyla böyle bir anlayışta suçun ferdiliği prensibinin dikkate alınmadığı apaçık ortadadır. Câhiliye dönemine ait olan bu sözü, İslâmiyet döneminde Hz. Peygamber (sav) yeniden yorumlayarak şu şekilde düzeltmiştir. Nitekim “Zâlimde olsa mazlum da olsa kardeşine yardım et” sözüne binaen bir adam, Peygamberimize: “Yâ Resûlallah! Mazluma yardım ederiz fakat zâlime yardım nasıl olur?” diye sorunca, Peygamberimiz de: “Onu zulmünden alı korsun” buyurmuştur. (3)
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
1) Buhari, İman, 22
2) Meydani, Ebu’l-Fadl Ahmed b. İbrahim, “Mu’cemü Mecmau’l-Emsâl, Kahire, 1979, III, 375.
3) Buhari, İkrâh, 7.
~~~~ * ~~~~

     Bu bağlamda üzerinde duracağımız asıl konumuz olan asabiyete gelecek olursak, öncelikle asabiyet kavramının etimolojik yapısını ele alarak konuya başlamamız uygun olacaktır. Asabiyet: asab mastarından türemiştir. Asab ise mafsalları birbirine bağlayan life denir. İsim olarak kullanıldığında sinir, damar manasına gelmektedir. (1) Buradan hareketle denilebilir ki, söz konusu kelime, her türlü kuvvetli bağlayış için kullanılmaktadır. (2) Yine asabiyetle aynı kök harflerine sahip olan Asb kelimesi ise sarmaşık anlamına gelmektedir. (3) Nitekim sarmaşık, tutunup sarıldığı şeyi bir arada tutar, tutmakta ısrarlı davrandığı ve tutumundan vazgeçmediği aşikardır. Bu tavrında mutaassıp olduğu düşünüldüğü için ona bu isim verilmiştir. Bütün bunlardan, asabiyetin bir aşireti veya topluluğu nasıl bir arada tuttuğu açıkça anlaşılmaktadır. Zira o, insanı ayakta tutan ruhu, sinirleri ve manevî cephesi gibidir. (4)
     Asabiyet, nisbî mastarlardan olup, asabeye mensup olmak demektir. Asabe kelimesi âsıb’ın çoğulu olup sarmak, kuşatmak anlamlarına gelir ki, kişinin çocuklarına, yardım etmekle mükellef olduğu yakınlarına ve baba tarafından kan bağı bulunan akrabaların meydana getirdiği topluluğa da asabe denir. (5)
     Asabiyet; Sinirlilik, akrabalık, soy, kavim, vatan, millet ve din gayreti gütmek, kişiyi, asabesine yardım etmeye ve ister zâlim, isterse mazlum olsunlar onlara düşmanlık edenlere karşı kabilesiyle birlikte olmaya çağırmak gibi anlamlara da gelmektedir. (6) Ayrıca akrabası ve soydaşı olan kimseleri zulüm ve tecavüzden koruma gayretinde olmak ve bu kimselerin yardımına koşmak da asabiyet kavramıyla ifade edilmektedir. (7) Asabiyet tüm parçalarını toparlayıp, onu bir istikamete yöneltmesi cihetiyle, vücudu bir arada tutan sinirlerin fonksiyonunu üstlenmiştir. Bu bağlamda asabiyet yan anlam olarak, modern manasıyla herhangi bir konuda fanatiklik ve koyu bir taraftarlık gibi anlamlar da taşımaktadır. (8)
     Diğer taraftan aynı soydan gelen veya bir başka sebeple aralarında yakınlık bulunan kimselerin, muhaliflerine karşı birlikte hareket etmelerini sağlayan dayanışma duygusuna da asabiyet denir. Ancak bu, soyut bir duygu ve sadece duygu planında kalan bir olay değildir. Asabiyet kollektif bir davranış biçimidir. Ortaklaşa yaşayış ve örgütlenme belirli bir ortak düşünceyi doğurmakta, bu düşünce de ortaklaşa yaşayış ve örgütlenmeyi pekiştirmektedir. (9)
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
1) Fîrûzâbâdî,Ebu’t-Tahir, Mecdüddin Muhammed b. Muhammed, Kâmûsü’l-Muhît, İstanbul, 1886, I, 108; İsfehani, Ebu’l-Kasım, Hüseyin b. Muhammed b. Râgıb, el-Müfredât fî Garîbi’l-Kur’ân, Kahire, 1961, s. 568.
2) Yaşar Nuri Öztürk, İslam’da Büyük Günahlar, İstanbul, 1994, (3. Basım), s. 214, 215.
3) Âsım Efendi, Ebu’l-Kemâl Ahmed, Kâmûs Tercümesi, İstanbul, 1305, I, 387.
4) Murat Sarıcık, İnanç ve Zihniyet Olarak Câhiliye, İstanbul, 2004, s. 75.
5) İbn Manzur, Ebu’l-Fadl, Cemalüddin Muhammed b. Mükerrem Lisânü’l-Arab, Beyrut, ts, I, 606; Zebidi, Muhammed Murtazâ, Tâcü’l-Arûs min Cevâhiri’l-Kâmûs, Beyrut, 1967, III, 381; İbn Fâris, Ebu’lHüseyin Ahmed Fâris b. Zekeriya, Mu’cemu Mekâyisü’l-Lüğa, Mısır, 1969, IV, 340.
6) İbn Manzur, Lisân, I, 606; Zebidi, Tâcü’l-Arûs., III, 381.
7) İbn Manzur, Lisân, I, 606.
8) Sarıcık, İnanç ve Zihniyet Olarak Câhiliye, s. 74.
9) Ümit Hassan, İbn Haldun’un Metodu ve Siyaset Teorisi, Ankara, 1977, s. 196, 197.
~~~~ * ~~~~

     Asabiyet esas itibarıyla soy (nesep) birliğinden kaynaklandığından, aynı soydan olanlar arasında organik yakınlık arttıkça asabiyet güçlenmekte, buna karşın bu yakınlık aileden başlayarak aşirete, kabileye doğru yayıldıkça zayıflamaktadır. Aynı zamanda asabiyet; modern sosyolojinin temel kavramlarından biri olan ırkçılıkla hemen hemen aynı anlama gelmektedir diyebiliriz. (1)
    İslam öncesi Arap toplumunda asabiyet kabile düzeninin temeli sayılırdı. Onlara göre asabiyet, bir kimsenin asabesini, yani babası tarafından akrabalarını veya genelde kabilesini, ırkını, ister haklı, ister haksız olsun her zaman savunmaya hazır olması demekti. Aynı zamanda dışarıdan gelebilecek tehlikelere karşı koymak veya saldırı yapmak gerektiğinde bütün kabile üyelerinin harekete geçmesini sağlayacak olan ortak nokta da asabiyettir. Buna göre bir tehlike anında herkes kabilesine yardım etmekle mükelleftir. Bu, belki çöl şartlarında hayatın devamı için kabile dayanışmasına fazlaca ihtiyaç duyulmasından kaynaklanıyordu. Çünkü çölde hem hayat şartlarına ve hem de düşman kabilelerden gelecek tehlikelere karşı koyabilmek için kabile dayanışmasına ihtiyaç vardı. Bedevilerin birlikte yaşaması, birlikte savunması, birlikte saldırması gerekiyordu. (2)
     Diğer taraftan câhiliye devri insanını bu olumsuz düşünce ve davranışlara sevk eden temel psikolojik sebep kanaatimizce, toplumda zamanla yerleşmiş olan yanlış değer yargılarıdır. “Eğer zulmetmezsen, zulmedilirsin” düşüncesi hareket noktası kabul edilirse, sadece zâlimlerin ve mazlumların var olduğu bir toplumu karşımızda buluruz. Kendini ve kabilesini sürekli zulüm tehdidi altında görür. Bu ruh hali içindeki bir insan ya peşinen saldırılmayı, tacizi yeğleyip mazlumluğu kabullenecek veya zâlimliği tercih edecektir. Böylesine karamsar bir tablo içinde kendisini yalnız bulan, her şeye gücü yeten bir varlığa dayanmadığından dolayı istinat noktası arayan insan, kabile asabiyetine yaslanmaya mecbur olarak ben veya biz duygusu merkezli bir kabile kardeşliği ile kendisine saldırılmasına, hükmedilmesine, zorbalık yapılmasına fırsat tanımadan acımasızca, aynı şeyleri icra etmede kendini haklı bulacaktır. Zira kendini; kendisinin efendisi sayan bir insanın başka türlü hareket etmesi düşünülemez. (3) Çünkü o, sataşmayı, zorbalığı ve ölçüsüzlüğü kendine şiar edinmiştir.
     Bu kavram Peygamberimizin (s.a.v) hadislerinde hem tarif edilmiş, hem de asabiyet/ırkçılık davası gütmenin İslam’ın özüne ve ruhuna aykırı olduğu net bir biçimde ortaya konmuştur. Buna göre asabiyet; bir kimsenin zâlim kavmine yardımcı olmasıdır. (4)
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
1) Mustafa Çağrıcı, “Asabiyet”, DİA, İstanbul, 1991, III, 453.
2) İbrahim Sarıçam, “Hz. Peygamberin Peygamber Olarak Gönderildiği Ortam” DİD, Ankara, 2000, s. 16, 17.
3) Murat Sarıcık, Selm ve Cehl Kelimeleri Üzerine, HÜİFD, C, 3, S, 5, Şanlıurfa, 1997, s. 98, 99.
4) Ebu Davud,Süleyman b. Eş’as, es-Sünen, İstanbul, 1992, Edeb, 112.
~~~~ * ~~~~

    Ayrıca aşağıda zikredeceğimiz her iki hadiste de Hz. Peygamber asabiyetin tehlikesine dikkatimizi çekerek şöyle buyurmaktadır: “Her kim müslüman cemaatten ayrılır ve itaat yolunu terk etmiş olarak ölürse onun ölümü câhiliye ölümüdür. Ümmetime karşı harekete geçerek mü’min olanlarına saygı duymaksızın ve sözleşmeli bulunduğu kimseye karşı olan ahdini yerine getirmeksizin, suçlu suçsuz ayrımı yapmadan bütün ümmetimi vurmaya kalkışan kimse benim ümmetimden değildir. Asabiyet duygusuyla öfkelenen, asabiyet davası güderken körü körüne açılmış bir bayrak altında ölen kimsenin ölümü de câhiliye ölümüdür.” (1)
    Ayrıca “Kim câhiliye davasında (kavmiyetçilikte) bulunursa cehenneme iki dizi üzerine çökmüş demektir. Dediler ki: Ey Allah’ın Resulü! Oruç tutsa, namaz kılsa da mı? Buyurdu ki: “Evet! Oruç tutsa ve namaz kılsa da.” (2)
    Bu konuya ait diğer hadislerde de bazı farklılıklarla Hz. Peygamber birbirine benzer ifadeler kullanmıştır: Cündeb b. Abdillah (r.a) anlatıyor: Resulullah (s.a.v) buyurdular ki: “Kim ümmiyye (gayesi İslam olmayan) bir bayrak altında bir asabiyete yardım ederken öldürülürse onun ölümü, câhiliye ölümüdür.” (3) Süreka b. Malik elCu’şemi’den gelen rivâyette ise Resûlullah (s.a.v) şöyle buyurdu: “En hayırlınız (zulme düşerek) günah işlemedikçe aşiretini müdafaa edendir.” (4) Vâsıle b. el-Eskâ anlatıyor: “Ey Allah’ın Resulü! Asabiyet nedir?” dedim. O da: “Asabiyet; zulümde kavmine yardım etmendir” (5) buyurdu. Bu bağlamda bir diğer hadiste de Efendimiz (s.a.v) şöyle buyurmaktadır: “Kavmine (aşiretine, ırkına, toplumuna vb.) haksızlık üzere yardım eden, kuyuya düşmüş de (çıkarmak için) kuyruğundan çekilen deve gibidir.” (6)
     Yukarıda da belirttiğimiz üzere Peygamberimiz (s.a.v), asabiyet gayesi için insanları toplanmaya çağıran, bu uğurda savaşan ve bu yolda ölen kimse “bizden değildir” buyurarak, bunun son derece çirkin bir şey olduğunu gözler önüne sermiştir. Resulullah (s.a.v) câhiliyeden kalma bir âdet olan kavimlerle övünmeyi de yasaklayarak şöyle buyurmuştur: “Allah câhiliyeden kalma bir duygu olan babalar ve atalarla övünmeyi yasaklamıştır. Bu atalar ister mü’min ve muttaki, ister facir ve günahkar olsun fark etmez. Siz Âdem’in neslindensiniz ve Âdem de topraktan yaratılmıştır. Sizden kavimlerle övünen bir kimse olmasın. Atalarla övünenler cehennem kömürlerinden bir kömürdürler. Onların bu hali Allah nazarında burnuyla pislik yuvarlayan pislik böceğinden daha kötüdür.” (7)
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
1) Buhari, Ahkâm, 4; Müslim, İmâre, 53; Nesâî, Ebu Abdirrahman Ahmed b. Şuayb, Sünenü’n-Nesâî, İstanbul, 1992, Tahrim, 28; İbn Mâce, Fiten, 7.
2) Hâkim, Ebû Abdillah Muhammed b. Abdillah, Müstedrek ale’s-Sahîhayn, Haydarabad, 1915; IV, 298.
3) Müslim, İmare, 53; Nesâî, Tahrim, 28.
4) Ebu Davud, Edeb, 112.
5) Ebu Davud, Edeb, 112.
6) Ebu Davud, Edeb, 112.
7) Ebu Davud, Edeb, 112.
~~~~ * ~~~~

     Yukarıda zikretmiş olduğumuz hadislerden de anlaşılmaktadır ki, asabiyet, haksız olduğu halde kişinin kendi kavmine yardım etmesidir. İşte bu İslam’ın ruhuna aykırıdır. Yoksa bir kimsenin kendi kavmini, kabilesini sevmesi, suçsuz oldukları sürece onları savunması, kavminin, kabilesinin yükselmesi için çalışmasının asabiyetle hiçbir alakası bulunmamaktadır. Resulullah (s.a.v) kabile ya da millet sevgisi konusundaki aşırılıkları önlemek amacıyla asabiyeti tanımlamış, bir bakıma “milletinizi sevin ama bu sevgi sizi suç ortaklığına götürmesin, ayrıca sevdiğiniz kimse haksızsa onun yardımcısı olmayın” diyerek bu hususta insanları uyarmıştır. Esas itibarıyla Hz. Peygamberin asabiyet tabiriyle yasakladığı şey fikir değil, fiildir. (1) Bu bağlamda İbn Haldun da özet olarak şunları söylemektedir: Asabiyetin kötülenmesinin sebebi, asabiyet/ırkçılık ile övünmeye engel olmak, asabiyeti kimsenin zararına kullandırmamaktır. Çünkü bu şekilde hareket etmek akıllı adamların işi olmadığı gibi, devamlı bir surette yerleşme ve yaşama yeri olan ahiret için de faydalı değildir. Fakat asabiyet hak uğruna ve Allah’ın emrini yerine getirmek maksadıyla kullanılırsa makbuldür. (2)
     Burada bir parantez açarak dar manada asabiyetin tezahürlerinden biri olarak nitelendirebileceğimiz bir diğer husus olan kabilecilik konusuna değinmekte fayda mülahaza ediyorum. Bu meyanda Mekkeli müşriklerin Hz. Peygamberin risaletine muhalefet etmelerinin en önemli sebeplerinden biri de Kureyş içinde geçmişe dayanan kabile mücadeleleridir. Haşimoğulları’ndan bir peygamber çıkmasıyla bu ailenin yeniden eski gücüne kavuşacağını ve kendilerine hakim olacağını düşünen rakip kabileler, olanca güçleriyle İslam’ın yayılmasını önlemeye çalışmışlardır. Bu mücadelenin boyutunu Ebu Cehil’in şu sözleri açıkça göstermektedir: “Biz Abdülmenâfoğulları ile şan ve şeref noktasında şimdiye kadar çekiştik durduk. Onlar halka yemek yedirdi, biz de yedirdik. Onlar bağışta bulundu, biz de bulunduk. Onlar arabuluculuk yapıp diyet yüklendiler, biz de yüklendik. Şimdi de onlar bizden kendisine vahiy gelen bir peygamber var, dediler. Biz bunun dengini nereden bulup çıkaracağız. Vallahi hiçbir zaman onu tasdik etmeyiz.” (3)
     Ebu Cehil bunları söylerken Hz. Peygamberin gerçek peygamber olup olmadığı hususunu hiç dikkate almamıştır. Onun hadiseyi değerlendirmesindeki temel kriter, kabile ruhu, yani asabiyettir. Ona göre peygamberin ne dediği değil, hangi kabileden olduğu önemlidir. Zira o, Hz. Peygamberi rakipleri Hâşimoğullarının ileride itibar ve gücünü yükseltecek bir kabile üyesi olarak görmekteydi. Onun dile getirdiği bu sözler Hz. Peygamberin kabilesine rakip olan Kureyş haricindeki diğer kabileler için de geçerliydi.
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
1) Ali Galip Gezgin, Tefsirde Semantik Metod ve Kur’ân’da Kavm Kelimesinin Semantik Analizi, İstanbul, 2002, s. 302.
2) İbn Haldun, Ebû Zeyd Abdurrahman b. Muhammed, Mukaddimetü İbn Haldun, Kahire, ts, II, 599, 600.
3) İbn İshak, Muhammed b. İshak b. Yesâr, Sîret-i İbn İshak, Konya, 1981, s. 170; İbn Seyyidinnâs, Fethu’d-Dîn b. Seyyidinnâs el-Yamurî, Uyûnü’l-Eser,fî Fünûni’l-Megazî ve’ş-Şemâ’il ve’s-Siyer, Beyrut, ts. I, 111, 112.
~~~~ * ~~~~

     Kabilecelik aynı zamanda cehalet ve taassuba dayanan gönülleri kör eden manevi bir hastalıktır. Bu hastalığın ulaştığı boyutu tarihte yaşanmış bir olayla örneklendirelim: Kabile taassubuna sıkı sıkıya bağlı Talha en-Nemeri isimli birisi, Yemame şehrine gelip peygamberlik iddiasıyla ortaya çıkan kendi kabilesine mensup Müseylimetü’l-Kezzab ile konuştuktan sonra şöyle der: "Şehadet ederim ki sen hiç şüphesiz yalancısın, Muhammed ise doğru söylemektedir. Fakat Rebia kabilesinin yalancısı, bana, Mudar kabilesinin doğru söyleyeninden daha sevimli gelmektedir." (1) Nitekim bu kişi, Peygamberimiz’in doğru söylediğini bildiği hâlde, kabile taassubuyla davranmış ve mutlak hakikati inkâr etmiştir.
     Sahabeden Sa’d b. Ebi Vakkas ile Selman arasında bir sorun ortaya çıkar. Sa’d b. Ebi Vakkas, Selman-ı Farisi (ra)’nin de bulunduğu bir ortamda herkesten soylarını saymalarını ister. Orada bulunanlar, kimin soyundan geldiklerini uzunca anlattıktan sonra sıra Selman-ı Farisi (ra)’ye gelir ve o, kendisini soyu yönüyle zor durumda bırakmaya çalışanlara şu eşsiz cevabı verir: "Benim soyumu mu bilmek istiyorsunuz. Rabbim bana İslam nimetini nasip etti. O yüzden ben İslam’ın oğlu Selman’ım." Selman’a yapılanları duyunca üzülen ve öfkelenen Hz. Ömer çıkagelir ve tüm insanlığa şu mesajı verir: "Kureyş’in çok iyi bildiği üzere babam Hattab, Cahiliye Dönemi'nin en seçkin insanlarından biriydi. Ama artık beni, babamın adıyla anmayın. Çünkü ben de İslam’ın oğlu Selman’ın kardeşi İslam’ın oğlu Ömer’im." (2)
     Buna benzer bir başka olayı da yeri gelmişken zikredelim. Kabilecelik davası güden bir Arap, Evs ile Hazrec kabilelerine mensup Arapların başka ırktan ve kabilelerden olan insanlarla oturup sohbet ettiklerini görünce kızarak şöyle der: "Evs ile Hazrec Peygamber’e hizmet eden Araplardandır. Ama şu Habeşli Bilal, şu Rum memleketinden gelme Suheyb, şu da Farslı Selman. Bunlar Arap değiller ki? Nasıl oluyor da Arap olmayan bu yabancılar Araplarla eşit şekilde oturup sohbete kabul ediliyorlar? Bunlar bu eşitliği nereden kazandılar?" Muaz bin Cebel, bu beklenmedik soru üzerine oturduğu yerden kalkarak adamın yakasını tutar ve şöyle der: "Seni Rasûlullah’ın huzuruna götüreceğim, bu söylediklerinin İslam’daki yerini soracağım. İslam’da böyle bir ırkı yüceltip ötekini aşağılamak var mı göreceğiz."
     Hz. Muaz, adamı alıp doğruca Peygamberimizin mescidine götürür ve ilk fırsatta da hemen sorusunu sorar: "Ya Rasûlullah, bu ırkçılık yapan Kays için ne buyurursunuz? Biz Araplar oturmuş Arap olmayan kardeşlerimizle hoş sohbetler yapıyorduk. Gelip aramıza ırkçılık fitnesi soktu. Arapların üstün ırk olduğunu ileri sürdü. İranlı Selman’ı, Rum’dan gelen Suheyb’i, Habeşistan asıllı Bilal’i aşağı ırktan kabul ederek onların Araplarla eşit şekilde sohbete layık olmadıklarını iddia etti. Gerçekten de öteki ırklar aşağı, Araplar üstün ırk mı? Bizimle eşit şekilde oturup da sohbet edemezler mi?" 
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
1) Osman Keskioğlu, Nüzûlünden İtibaren Kur’an-ı Kerim Bilgileri: Ankara 1987, s. 184
2) Beyhaki,Ebû Bekr Ahmed b. Hüseyn b. Alî, Şuabu’l-İman, Beyrut, 1990, IV, 286-287
~~~~ * ~~~~

     Bu değerlendirmeyi dinleyen Rasûlullah (sav)’ın yüzünde derin bir üzüntü meydana geldi ve oradakilere şöyle uyarıda bulundu: "Ey insanlar! Sizin Rabbiniz birdir! Babanız, ananız da birdir! Araplık ne babanızda vardır, ne de ananızda. O sadece sizin verdiğiniz isimden ibaret bir tanıtımdır. Arap’ın Arap olmayanlardan üstünlüğü yoktur. Üstünlük, Allah’a iman ve itaattedir. Allah’a iman ve itaat edenler hep birlikte üstündürler. Bunu herkes böyle bilmeli, aranıza ırka dayalı üstünlük ayrımcılığı sokmamalısınız!” Bu durumda ne yapacağını bilmeyen Muaz bin Cebel sorma gereği duyar: "Ya Rasûlullah, öyle ise aramıza ırkçılık fitnesi sokmak isteyen bu adamı ne yapayım?” Efendimiz, bu soruya pek kullanmadığı ağır bir cümleyle cevap verir. Bu adama ne der biliyor musunuz? "Da’hu ilennar!" Yani "Bırak o (ırkçı adamı), cehenneme kadar yolu var!" (1)
     Yukarıda zikrettiğimiz örneklerden açıkça anlaşılmaktadır ki o dönemdeki Araplar sürekli olarak düşmanlık üreten dar bir kabilecilik anlayışıyla hareket etmekteydiler. Arap kabilelerinden birinin diğerlerine tamamen üstünlük sağlaması, hepsinin ortak bir hedefte toplanması da pek mümkün değildi. Aynı zamanda bu anlayış Arap kabileleri arasındaki intikam hislerini sürekli körüklüyor, asırlar süren çatışmalara yol açıyor ve sonuçta onların dağılmasına sebep oluyordu. (2)
     İşte bu noktada İslam, dar kabilecilik anlayışıyla mücadelenin ilk adımı olarak bütün inananların kardeş olduklarını ilan etmiş (3) ve bu anlayışın esasını oluşturan kabileciliği ve soy üstünlüğüne dayalı ırkçı anlayışı reddetmiştir. Ayrıca asabiyetin tesiriyle gerçekleştirilen kabile savaşlarını yasaklamış, bunların yerine Allah yolunda cihadı ikame etmiştir. Bu bağlamda Resulullah (s.a.v) da toplumda var olan asabiyeti bir yandan yumuşatırken, diğer yandan insanların kavmiyetçilikle ilgili problemlerini de göz ardı etmemiş, Ensar ve Muhacirler arasında denge kurarak, öncelikle bu iki grup arasında din kardeşliğini yerleştirmeye çalışmıştır. Nitekim Hz. Peygamber Medine’de sefere çıkan orduya, bazen Muhacirlerden, bazen de Ensardan komutan tayin ederken, Medine’de yerine vekil bıraktığı kişiler durum ve şartlara göre Ensardan veya Muhacirlerden oluşmuştur. (4)
     Diğer taraftan Resulullah (s.a.v) daima toplumda iyiliğin yaygınlaşması ve kötülüklerin engellenmesi, adalet, eşitlik ve hürriyetin sağlanması, birlik, beraberlik ve kardeşliğin tesis edilmesi için çaba göstermiş, insanlar arasında anarşi, kavga, fitne, düşmanlık tohumlarının yeşermesine mani olmaya çalışmıştır. Nitekim bir hadiste Efendimiz şöyle buyurmaktadır: “Bütün mü’minlerin, birbirlerine merhamet etmede, birbirlerini sevmede, birbirlerine şefkat ve lütufta bulunma hususunda tıpkı bir vücut gibi olduklarını görürsün. O vücutta bir organ hastalanınca, vücudun diğer organları, birbirlerini hasta organın acısını, uykusuzluk ve ateş ile katılmaya çağırırlar (yani acısını paylaşırlar).” (5)
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
1) el-Hindi,Alî b. Hüsâmiddîn b. Abdilmelik b. Kādîhân el-Müttakī, Kenzü’l-Ummâl fî Süneni’l-aķvâl ve’lef’âl, Beyrut 1985, XII, 47
2) Âdem Apak, Erken Dönem İslam Tarihinde Asabiyet, İstanbul, 2016,s. 76.
3) Hucurât, 49/10.
4 Abdülhay Kettânî, et-Terâtibü’l-İdâriyye, (Trc. Ahmet Özel), İstanbul, 1990, I, 147.
5) Buhari, Edeb, 27. Müslim, Birr, 66.
~~~~ * ~~~~

     Ayrıca peygamberliği süresince fertleri İslam’ın öngördüğü biçimde sadece iman, ibâdet ve ahlak açısından değerlendirmiş, kimseye konumundan dolayı farklı muamelede bulunmamıştır. Bundan dolayıdır ki Onun şekillendirmiş olduğu toplum, câhiliyenin örf ve âdetlerinden uzak, dinamik, sevinçlerin ve üzüntülerin birlikte paylaşıldığı, fertler arasında dayanışma, kardeşlik ve dostluğun hakim olduğu bir toplum haline gelmiştir. (1) Bu bağlamda Peygamberimiz (s.a.v) şöyle buyurmaktadır: “Mü’minin mü’mine bağlılığı, tıpkı kısımları birbirine perçinlenen bina gibidir.” Daha sonra Resulullah (s.a.v) bunu ifade etmek için parmaklarını birbirine geçirdi, kenetledi. (2)
     Yukarıda kısaca belirtmiş olduğumuz bu toplumsal yapı kendiliğinden oluşmadığına göre öyleyse bunu meydana getiren temel dinamik neydi? Bu sorunun cevabını Yüce Allah, Âl-i İmrân suresinin 103. âyetinde şöyle vermektedir: “Hep birlikte Allah’ın ipine sımsıkı yapışın, parçalanmayın. Allah’ın size olan nimetini hatırlayın. Hani siz birbirinize düşmanken, O sizin kalplerinizi birleştirdi ve Onun nimeti sayesinde kardeşler olmuştunuz! Hem sizler ateşten bir çukurun tam kenarındayken O, sizi kurtarmıştı. İşte Allah doğru yolu bulasınız diye âyetlerini size böyle açıklıyor.”
    Bu âyette psikolojik değişimin, sosyal değişime yansıması ve orada nasıl bir değişim meydana getirdiği anlatılmaktadır. Âyetin ana temasını “kalplerin kaynaşması” oluşturmaktadır. Çünkü kalpler kaynaşmayınca manevî kardeşlik de meydana gelmez. Bundan dolayıdır ki Yüce Allah, öncelikle kalpleri kaynaştırıyor ve sonra da insanları kardeş yapıyor. Pek tabiidir ki, kalplerin kaynaşmasının en önemli iki unsuru ise iman ve sevgidir. Yoksa madde ile bu kaynaşmanın sağlanması mümkün değildir. (3) Bu hususu Yüce Allah bir âyette şöyle ifade etmektedir: “Ve Allah onların kalplerini kaynaştırmıştır. Sen yeryüzünde bulunan her şeyi verseydin yine onların gönüllerini birleştiremezdin. Fakat Allah onların aralarını bulup kaynaştırdı. Çünkü O, mutlak galiptir ve hikmet sahibidir.” (4)
    Sonuç olarak diyebiliriz ki İslam Dini Araplar arasında son derece etkili olan nesep ilişkileri ve soy ve ırka dayalı üstünlük anlayışı yerine, sıla-i rahim çerçevesinde müslümanlara dinî ve ahlakî sorumluluklar yüklemiştir. Buna göre akrabalık bağının sürdürülmesine yapılan vurgu, ırkın, soyun sopun üstün tutulması düşüncesinden değil, toplum düzeninin sağlanması ve yardımlaşma duygusunun geliştirilmesi hedefinden kaynaklanmaktadır. 
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
1) M. Ali Kapar, “Hz. Peygamberin Gerçekleştirdiği Toplum Yapısı ve Özellikleri”, DİD, Ankara, 2000, s. 84.
2) Buhari, Edeb, 36, Mezâlim, 5.
3) Bayraktar Bayraklı, Kur’ân’da Değişim, Gelişim ve Kalite Kavramları, İstanbul, 1999, s. 113.
4) Enfâl, 8/63.
~~~~ * ~~~~

    Bu bağlamda Kur’ân-ı Kerîm sıla-i rahmi teşvik etmiş, akrabaları ile bağı kesenleri yermiştir. “... Adını kullanarak birbirinizden dilekte bulunduğunuz Allah’tan ve akrabalık haklarına riâyetsizlikten de sakının...” (1) Nitekim Hz. Peygamber de bu emri Allah’a ve ahiret gününe imanın bir gereği saymıştır: “Allah’a ve ahiret gününe iman eden kimse, misafirine ikram etsin. Allah’a ve ahiret gününe iman eden sıla-i rahimde bulunsun.” (2)
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
1) Nisâ, 4/1.
2) Buhâri, Edeb, 31.
~~~~ * ~~~~

     Kaynakça:
* Abdülhay Kettânî, et-Terâtibü’l-İdâriyye, (Trc. Ahmet Özel), İstanbul, 1990
* Âdem Apak, Erken Dönem İslam Tarihinde Asabiyet, İstanbul, 2016
* Ali Galip Gezgin, Tefsirde Semantik Metod ve Kur’ân’da Kavm Kelimesinin Semantik Analizi, İstanbul, 2002
* Âsım Efendi, Ebu’l-Kemâl Ahmed, Kâmûs Tercümesi, İstanbul, 1305
* Bayraktar Bayraklı, Kur’ân’da Değişim, Gelişim ve Kalite Kavramları, İstanbul, 1999
* Beyhaki, Ebû Bekr Ahmed b. Hüseyn b. Alî, Şuabu’l-İman, Beyrut, 1990
* Buhari, Muhammed b. İsmail, el-Câmiu’s-Sahîh, İstanbul, 1981
* Ebu Davud, Süleyman b. Eş’as, es-Sünen, İstanbul, 1992
* el-Hindi, Alî b. Hüsâmiddîn b. Abdilmelik b. Kādîhân el-Müttakī, Kenzü’lUmmâl fî Süneni’l-aķvâl ve’l-ef’âl, Beyrut 1985
* Fîrûzâbâdî, Ebu’t-Tahir, Mecdüddin Muhammed b. Muhammed, Kâmûsü’lMuhît, İstanbul, 1886
* Hâkim, Ebû Abdillah Muhammed b. Abdillah, Müstedrek ale’s-Sahîhayn, Haydarabad, 1915
* İbn Fâris, Ebu’l-Hüseyin Ahmed Fâris b. Zekeriya, Mu’cemu Mekâyisü’l-Lüğa, Mısır, 1969
* İbn Haldun, Ebû Zeyd Abdurrahman b. Muhammed, Mukaddimetü İbn Haldun, Kahire, ts
* İbn İshak, Muhammed b. İshak b. Yesâr, Sîret-i İbn İshak, Konya, 1981
* İbn Mâce, Ebu Abdillah el-Kazvînî, es-Sünen, İstanbul, 1992
* İbn Manzur, Ebu’l-Fadl, Cemalüddin Muhammed b. Mükerrem, Lisânü’l-Arab, Beyrut, ts
* İbn Seyyidinnâs, Fethu’d-Dîn b. Seyyidinnâs el-Yamurî, Uyûnü’l-Eser, fî Fünûni’l-Megazî ve’ş-Şemâ’il ve’s-Siyer, Beyrut, ts
* İbrahim Sarıçam, “Hz. Peygamberin Peygamber Olarak Gönderildiği Ortam” DİD, Ankara, 2000
* İsfehani, Ebu’l-Kasım, Hüseyin b. Muhammed b. Râgıb, el-Müfredât fî Garîbi’lKur’ân, Kahire, 1961
* Mehmet Ali Kapar, “Hz. Peygamberin Gerçekleştirdiği Toplum Yapısı ve Özellikleri”, DİD, Ankara, 2000
* Meydani, Ebu’l-Fadl Ahmed b. İbrahim, Mu’cemü Mecmau’l-Emsâl, Kahire, 1979
* Murat Sarıcık, İnanç ve Zihniyet Olarak Câhiliye, İstanbul, 2004
* Murat Sarıcık, “Selm ve Cehl Kelimeleri Üzerine”, HÜİFD, C, 3, S, 5, Şanlıurfa, 1997
* Mustafa Çağrıcı, “Asabiyet”, DİA, İstanbul, 1991
* Müslim, Ebu’l-Hüseyin b. Haccâc, el-Câmiu’s-Sahih, İstanbul, 1992
* Nesâî, Ebu Abdirrahman Ahmed b. Şuayb, Sünenü’n-Nesâî, İstanbul, 1992
* Osman Keskioğlu, Nüzûlünden İtibaren Kur’an-ı Kerim Bilgileri, Ankara 1987
* Ümit Hassan, İbn Haldun’un Metodu ve Siyaset Teorisi, Ankara, 1977
* Yaşar Nuri Öztürk, İslam’da Büyük Günahlar, İstanbul, 1994, (3. Basım)
* Zebidi, Muhammed Murtazâ, Tâcü’l-Arûs min Cevâhiri’l-Kâmûs, Beyrut, 1967
* http://sonpeygamber.info/insanligin-imtihani-irkcilik
 
bus

Hiç yorum yok:

02 - 07 Temmuz İstanbul & Güneydoğu Anadolu - GAP Turu

02 - 07 Temmuz Güneydoğu Anadolu - GAP Turu 3 Gece Otel Konaklamalı 5 Gün Gezi       Mezopotamya, bazı kaynaklarda medeniyetlerin beşiği ola...